Sf: 7
Yeni ülkeler bulamayacaksın, Bulamayacaksın yeni denizler! – Konstantinos Kavafis
Sf: 9
BİR AKDENİZLİ KADIN
Neden karıştırıp duruyorsunuz küllerimi;
ne bulabilirsiniz orada
bir nişan yüzüğü ile
yaralı yüreğimden başka?
Çırılçıplağım küllerden yatağımda,
bakıyorum gözlerinize, ellerinize,
düşünüyorum; hiç sevmedim mi sizi?
Öldüğüm zaman bir adaya gömün,
demiştim,
ilk ve son dileğim olarak,
bir defnenin altına,
kışları ancak böyle karşılarım.
Bir boşluğa gömdünüz beni;
artık düş görmüyorum,
tek pencerem bile yok
açık denize bakan.
Ama,
paslanmazım ben, su geçirmezim ben
görüyorsunuz, yanınızda yatıyorum
küllerden yatağımda.
Ankara, 7.9.1979
Sf: 11
TANIKLAR
GÖVDENİN DİLİ
BİR ANI
YAŞAM ÜZERİNE TANIMLAR
OKUNAKSIZ
YAŞAMAK
BAHAR ŞİİRİ
ÇÖL KARANLIĞI
ZONKLAMA
SANCIMAK
GERİYE KALAN
16. YÜZYIL KAHVESİ’NDE II
BİR DÜŞ
ÖVERİM BEN BABAMI
BOŞ SOKAKLAR
ADA
Sf: 111
TEKRARLAYAN TARİH
Birbirine karışıyor olaylar ve gerçekler tarihte;
bir bakmışsın oturmuş yargıç bütün görkemiyle
sanık sandalyesine,
bir akşam bir lokantaya gidiyorsun ki sevgilinle,
karşında yemek yiyor bir Yedikule zindancısı
harami yüzüyle.
Bir şölen masası, dolup boşalan, sahibi bazan belli,
kim olduğu belirsiz kimi zaman; diyelim ki
şeftali alıyorsun bir sıcak yaz günü manavdan,
bakıyorsun
yüz yıl öncesinin gazetesine sarmışlar,
belki de daha eskisine,
bakıyorsun dünkü kurbanın boğazını sıkıyor
bugünkü cellat.
Agios Stefanos, 2.9.1981
Sf: 113
DEĞERLER
“Değişen çok şey var zamanla, her şey birer birer sırasını
savıyor gözünün önünde,
bir tencere alıyorsun -ömrü ne?- tavanarasına atıyorsun birkaç
yıl sonra,
dükkân dükkân dolaşarak inatla aradığın siyah takımı
karım değiştiriyor birkaç çömleğe, birkaç çanağa;
tıpkı bunun gibi, yıkılıyor birer birer dostluklar, aile
parçalanıyor,
gülünç geliyor bana dedim yetmiş yıl önce yaptıklarıyla,
düşün bir ne kaldı sana-bana parasızlığın, yalnızlığın
ağusundan başka?”
Korkunç bir tokat patladı havada, sigara bir yana gitti, rakı
bardağı çatladı duvarda.
Baktılar, ağır, mağrur adımlarla dönüyordu fotoğraftaki yerine
bıyığı tütün sarısı miralay, 50 yıl önce ölen büyükbaba.
Agios Stefanos, 2.9.1981
ÇOCUK VE OĞLAK
YORUM
KIRIK AYNA
Çılgınca tırmanıyorsun karanlığı, soluğun kesiliyor,
DENEY
DİŞLERİN SAĞLAM MI?
GÜNAYDIN
“Ozan insanlığı avundurmak zorundadır,” diyor biri.
SU
YAŞAMA İNANMAK
YILBAŞI
Sf: 154
II
ağaçları olan bir ovaya inecektik,
(ineceğimizi sanıyorduk, öyle yazıyordu kitaplar ve
söylevlerde bu yolda…)
pek çok susam, darı, buğday ve arpalar yetişiyordu burada,
iki ucu denize uzanan bir dağ sırası kuşatmıştı her yandan
ovayı;
dağlar aştık, yüz günlerce yol yürüdük, geçtik
delidumrul köprülerinden, işte geldik,
geldiğimizi mi sandık yoksa bu kente bir limon küfü
saatinde.
her şey boşluk kokuyordu, kapalıydı pencereler kapılar –
rüzgârda çarpıp duran birkaç panjurdan başka-,
kapısı ardına kadar açıktı borsaların, ticaret odalarının ve
odaların,
bir leğende çürümeye durmuştu renkli ve beyaz çamaşırlar,
bir açık kapı önünde, bir masa, bir sandalye ve bir baston
(bir baston ki kalıttır bir yenik babadan)
kulplu kırık bir fal fincanı masanın üzerinde, birkaç deste
iskambil kâğıdı, bir avuç bakla;
ve bir tek dükkânlar açıktı kente girdiğimizde.
birbirinin kemiren tozu altında,
yolun sonundaydık ve artık bir yaşamın başlangıç
noktasında;
Sf: 172
XVI
Diyelim ki bir akşam gittin, arkadaşlarla buluştuğun kahve,
yeller esiyor yerinde,
kahve belki de ama kapının yeri değişmiş, payandalanmış
pencereler,
bir yabancı oturuyor ocakçı yerinde, yeni değişmiş duvardaki
resimlerin, kimileri çöplüğe atılmış.
Diyelim ki pazarın yeri ve günü değişmiş durup dururken
ve “Biz saltanatın namusuna düşeni ettik” demişler,
Kuyumcu Süleyman ağzıyla.
bir yerde bırakmışsın bir ayazma, bir kaynarca, bir göze.
Sf: 182
XXV
Sokakları doldurdu halk dükkânların önünde,
arka sokaklardan pide ve döner kokuları geliyordu,
bıraktı kızın elini, yürüdü kız saçlarını ve kendini savurarak,
vitrindeki mankene baktı; cam açıldı kız geçti onun yerine;
Gözünde kocaman bir güneş gözlüğü
kısacık kesilmiş çayır yeşili saçlar
bir eli benlinde öteki yukarı kalkmış dirsekten sıyrılarak
haşarı keçi yavrusu memeler beyaz sütyenin altında
kenarı altın suyu zincirle tutturulmuş mayo
bel vermiş kalça ve hafif bir tümsek bacaklar arasında.
Sf: 183
içerden görülebilir mi? – görmüyorlar onu;
bir şey kutlanıyor olmalı: Bir doğum günü (?)
sırtı açık kadınlar (tartılaşmış yaşamları),
çıplak, bakımlı omuzlar, fildişi yansımalar
çakıp sönüyor güldükçe, konuştukça ağızlarında;
iyi terzi elinden çıkmış erkekler (tartılaşmış yaşamları),
bir yerden anımsıyoruz bunları
Hafif bir müzik sızıyor pencere gözeneklerinden
Sf: 210
Kazandın!
Sf: 212
Çünkü inanmadım tek elle, tek kalemle yazılan tarihlere:
Sf: 240
Dikkat et, hırpalama onu, ona bağlı yaşamın?…
Şimdi sen ekmek yiyeceksin, sonra su içeceksin;
hangi tarlada ekip biçtin buğdayı, hangi değirmende öğüttün,
hangi su kemerlerinden geçirdin su getirdin çeşmeye,
bir tanıdığın var mı töresine uygun olarak divana gelecek
senin için doğru, gerçek ve onurlu şeyler söyleyecek
yetim hakkı yemedi, kem söz söylemedi, boyun eğmedi, diyecek
yedi kat toprağın altına götürüp sırtında
yedi kat göklere omuzlarında çıkartacak seni?
Şimdi sen ekmek yiyeceksin, sonra su içeceksin;
cırcır böcekleri öter ülkenin sıcak gecesinde
mendiliyle alın yerini silen el anımsar seni
sırtını dayadığın duvarın özgür sıcaklığı duyar seni
saçlarını okşayan yıldız harmanı görür seni,
kaç kez el sıkıştık bayramlarda, cenaze törenlerinde
adaklar adadık, kurbanlar kestik evimizin önünde, sunaklarda
şarap döktük toprağa tanrıların onuruna gerektiği akşam
ekmek, kül ve tuz sunduk, ekmek, kül ve tuz sundular bize;
yaşamımızın gergefinde dokuduk yabancı, düşman zamanı,
şimdi ekmek yerken, su içerken görüyorlar, görecekler seni,
Şimdi sen ekmek yiyeceksin, sonra su içeceksin;
her şey boş, Vâiz, güneşin altında yeni bir şey görmedim,
dünyanın kıpırtısından gözlerim kapanmıyor oysa benim,
bir cümbüş, bir uğultu,
demek ki tek bir doğru, tek bir yanlış yok, her şey değişmede,
sen dünki sen değilsin, ben bugünkü ben olmayacağım yarın
kesinlikle,
yazgı diye bir şey yok, yeli avuçlamak boşuna değil demek ki,
olmaz diye bir şey yok, her şey olabilir, katır doğurabilir,
koruklar üzüm olur, üzüm şarap olur, şarap sevdaya erişir,
tohum ağaç olur, bir yatak olur ağaç, etlerimiz birbirine erişir;
bir damlası bile eksilmez suyun
bir fıskıyede, bir vahada ulaşır mutlaka bize,
güneş batıdan doğup doğudan batmaz, ama
alnından çivili değildir gökyüzüne, o da civelek bir yiğit,
bir küheylan ki mümkünü yok, ne dizgine gelir, ne vurabilirsin
eyer.
Sf: 241
Şimdi sen ekmek yiyeceksin, sonra su içeceksin;
bir sofu ozan var: “Sıranı bekle, diyor sana, bekle sıranı,
ne bu acelen, her şey sırayla, tekkeyi bekleyen çorbayı içer,
seninde sıran gelecek, ödülün, rütben, ünün olacak!”;
sanki şiirin Vâiz’i bu sofu şair, ama nereden bilisin ki
ayaklar baş, başlar ayak olur durmadan şiirde,
Şimdi sen ekmek yiyeceksin, sonra su içeceksin;
nice bin pâk ve pakize, sarışın ve esmer kız göreceksin esir pazarında
nice bin mahbubu devran oğlan geçer ki hepsi de satılırlar,
örümcek ağlarında üryan yattığını göreceksin kimi insanların
kiminin mezbaha kokusunu duyacaksın on fersah öteden;
iğneli beşik tacirleri, kan emiciler, cellat mezatçıları,
aynadaki yüzleri başkasının sanan muratsız kuyucular;
çağının en büyük beyinlerinin çılgınlıkla yakıldığını göreceksin
hasta, çıplak, aç ve düzülmüş olarak geberdiğini,
çağının en büyük yüreklilerinin esir ve kalebent edildiğini göreceksin
eklemlerinin kırılıp kazığa oturtulduğunu kızoğlankız tüzenin,
“Gel… â… Vefa hamamına! Gör â… Çinili Hamam’ı sultânım!”
Sf: 242
kıyıya vurmuş gemi artıkları, boş şişeler, katran sıvanmış
kumsallar,
nice dervişin, nice ermişin çarmıha gerildiğini göreceksin
lekeli yasalar koyduğunu sahte peygamberlerin;
biri çıkıp “zaman yoktur, diyecek, bir varsayımdır zaman,”
biri çıkıp karıştıracak zaman’ı saman’la,
biri çıkıp diyecek: “Bir hayaldir mekân, bir rüyadır,”
biri çıkıp diyecek: “İnsan bilincinin ürünüdür zaman ve mekân,”
biri çıkıp diyecek: “Tanrının parmağının ucundadır zaman ve mekân,”
biri çıkıp diyecek: “Sadece düşüncemizdedir zaman ve mekân,”
biri çıkıp diyecek: “Evrensel ruhun zaman içinde gelişmesidir tarih;” ama bilmezler ki
birbirinden bağımsız değildir zaman ve mekân
biri yoksa, öteki de yoktur, ikisi yoksa tarih de yoktur,
insanın çiçekli yorgunluğudur, insanın tuzlu teridir tarihsel zaman:
Bugün ne dedikleri değil, yarın ne söyleyecekleridir önemli olan
dün ne yazdıkları değil, bugün nasıl okunduğudur önemli olan!
hesabını vermek gerek yenen ekmeğin ve içilen suyun
ekmek sadece ekmek, su sadece su değildir
uçsuz bucaksız bir siyaset meydanı olan şu yeryüzünde
çılgın, serseri, hayalci, masalcı ve şair eksik değildir
demir asa, demir çarık, anadan üryan, arayıp bulurlar seni,
şimdi sen ekmek yiyeceksin, sonra su içeceksin,
18 Mayıs 1980-4 Şubat 1983
(Ankara, Ermoupolis, [Syros Adası],
Kuşadası, İzmir, Türkbükü, Ankara)
Sf: 251
BİR ÜLKE OLABİLİR SEVDA
Kaç cemre düştü yüreğine şimdiye kadar,
kaç unutulmuş nisan var
vişne sürgünü kollarında?
dilim meme uçlarına
dokunduğu zaman;
bir güneş doğuyor
bacaklarının arasında.
günler ve geceler uzuyor
ve savurmaya hazırlanıyor gövden gövdemi.
Vaniköy, 17.7.1982
Sf: 257
KOKULAR, KOKULAR
Akşama doğru balık kokan pazar sokakları,
düğün evlerinin şeker ve anason kokusu,
yanmış kalay ve şap kokusu dul evlerinin,
arastaların saman ve kösele kokusu,
hastane önünde bekleyenlerin insan kokusu,
cenaze törenlerinden artan ödağacı,
deniz rüzgârlarının gökyüzü kokusu;
gönül dumanı yükselmemiş gibi kulağı halkalı kölenin,
ayakta sarsılmadan bir ulu ağaç gibi duran adam.
Ankara, 25.10.1982
Sf: 260
PAZAR SABAHI BİLE
Su sesi, musluk açıldı, duvarın ötesinde,
ayak sesleri, telaşlı adımlar, takırtılar;
bir çalışkan dünya var mutfakta.
yoksul serçe olmalılar,
mutfakta kızaran ekmeği duyuyorlar mı acaba? – ;
neden gecikti böyle ezberci güneş?
bu güzle kış arasında,
göz kamaştırır yorgunluk bilmez gövdesi:
Ankara, 31.10.1982
Sf: 261
ÖKSÜZ EVLER
Pencere perdeleri sararıp solmuş güneşten,
karıncalar yol açmış kapının altında,
dayasan anahtar deliğine gözünü
Acımadan kırıyor camları her gün çocuklar,
pervazları söküp yakacak kışın komşu kapıcılar.
yersiz yurtsuz kalacak, ne yazık,
seher vakti içilen suyun tadı,
kokusu sigaranın;
Sf: 264
KIŞ UYKUSUNDA
Balkan yüzlü bir kız, dokunup geçiyor eti, geçiyor
bir parkta, tahta sıra üzerinde, arasında ıslak ağaçların,
pembeleşiyor parmak uçları, yasemin buğusu saçları.
Nerede olduğumu sormuştum çalıp kapalı kapısını,
düşünerek yalnız akan ırmakları, yalnız uçan kuşları.
Dünyamdasın, demişti, yeni kurulan bir dünyadır,
bahar sarkar dallarından ve ben denizler ecesiyim;
işte dünyamdasın, demişti, kapatmazsan kendini
kâğıt harmanlarına, mürekkep tozlarına.
bir el -benim elim- güneşi arıyordu terli sırtında.
bir geyik sürüsü yap beni istersen kendi sularına
ve gene senin elinde çılgın tay olmam.
karlar eriyecek bir gün yollar açılacak önümde,
ülkemde koyacağım tütün ve anason kokuları arasında
ve anımsayacağım iki düş arasında o dokunup geçeni.
Anlara, 20.11.1982
Sf: 266
KADINLAR
Karanlık sürüleri arasında yürürler
görürsün camlara vuran gölgelerini,
biri dişleriyle ezer mayhoş asmayı.
burnunu daya pınarın gözüne
çek içine kokusunu biçilmiş otların.
izleri kalır sıcak kumsalda ay parçası halinde;
biri gelmiş, oturmuş ve denize bakmış.
Al eline şu çakıl taşını duygun suya fırlat,
şimdi anlat bana yaşadıklarını yaşamadıklarını.
Ankara, 25.11.1982
Sf: 272
VI
Kırmızı kayık parlıyor!
diye bağırdık,
mahallenin çocukları.
diye yanıtladı Deli Cemil,
bütün camları kırarım, dedi,
Seher’i bana vermezseniz eğer.
Seher’i sana nasıl versinler!
diye bağırdı falcı Pembe Abla,
o senin kız kardeşin,
onu hamamcı Salih’e verecekler,
düğünleri olacak,
Mesudiye Mahallesine gelin gidecek.
güneşin yansıdığı ilk cama.
-Gidebilir isterse, isterse gider, ama
mavi saçlarını burada bıraktıktan sonra.
VII
Deniz yüzeyinde uçuyor bir martı Çengelköy’e doğru –
anlıyor mu mavi küskünlüğünü bir kaç insanın? –
sonra yükseliyor iki minare arasında: Yükseliyor.
genişlediğini göreceksin silkinerek mavi halkaların.
Sf: 288
III
Kes saçlarını, kes, dibinden kazıt,
bırak gömütü üzerine kızoğlankız atanın:
Girişte sola düşer, bir zeytin ağacı gölgeler.
narlar, incirler ballanıp yarılırken
keser defne kokulu saçlarını,
bir tutam ota sarıp güneş batarken
bırakır tedirgin penceremin yanına.
Sakın ürkmesin o çılgın keçi sürüsü
sakın ürkmesin o yüzündeki çılgın keçi sürüsü.
Ankara, 25.3.1983
Sf: 289
BEŞ İMGE
I. (KOKULAR)
Bir koku duyarsın,
ne kokusu, ne zaman duydun?
unuttun nerede olduğunu,
düşündüğün yerlerde değil
belki başka bir yerde
yanık yağ
kesilen domates
ıtır ve oğlak
duyduğun koku
sarılmış çocuk gövden
çevren Çin duvarları
aklın dağlarda
sümbüller, nergisler
çıkmaktadır
karların altında
belki de
yeşil ceviz kokusudur
parmaklarında kalan
belki de
annenin ballı sütü
sabun kokusu
Sf: 290
derinin üzerinde
saçlarının arasında
burun deliklerinde
duyuyorsun onu
ebemkuşağı halinde
kaç yaşındasın diye
ceketin kazağın yok
üşüyorsun
ödünç ayakkabılarla
gidiyorsun okula
bak!
Her zaman bir koku
ayaktadır
küllerin
yaranın altında
inatla
artık kaçma.
Ankara, 2.4.1983
Sf: 296
KIRIK YIL ÖNCE BİR GÜZ
Ateş ve hava olmuştum bir süre,
su ve toprak olacağım artık;
Fındıkpınarı’nda bir avuç dağ yeli,
yalımında çam kozalaklarının
kaya çatlağında biriken suda
kırlangıcın ağzındaki taze çamurda,
Boyacıpınarı’na sorun, söyler belki,
görmüştü göz ateşleri yandığı zaman beni.
Ankara, 19.7.1983
Sf: 298
BİR KAHRAMAN TASLAĞI
Nasıl bilebilirsin bunca şeyi, kaç yıl yaşadın unutmak için:
elinin tersiyle sıvazlarsın bıyığını mutlu olduğun zaman,
karını döver oğlunu seversin kafayı bulunca,
iğne batar başparmağına çorap yamarken
düş görür gibi emersin kendi kanını,
cuma günü ödünç vermezsin eleğini kapı komşuna,
iki bayram arasında evlenmezsin töreye uygun olarak,
kocanı oğlun, oğlunu kocan gibi seversin.
anlarsın bir karıncanın öteki karıncaya neler söylediğini burun buruna gelince,
incesin, saygılısın, ayakkabılarını çıkartırsın doğan güneşin huzurunda,
ayrılır ağlarsın, kavuşur ağlarsın, surelere ağlarsın,
utanmazsın, alkış tutarsın, yüreği mühürlü kibir kalfalarına.
kulağının arkasını gösterirsin -“Bir olasılık kaldı!” dersin
coşkuyla gülerek
kanıtlamak istediğin zaman kendini -, ah nice zordur sana
kül yutturmak -;
düşün ki serçeler gelip yuva yapacaklar bir gün tozlu dallarına,
düşün başka kuşlarında gelip yuva yapacakları günü.
Mersindere, 7.8.1983
Sf: 299
İLİŞKİLER
Kümesinin kapısını açtı biri önündeki taşı kaldırarak,
dışarı çıktı tavuk, silkindi, durdu bir süre bir ayağı havada,
sabahın denizine baktı, kuru otlara, yüksek gökyüzüne sonra,
su koyduğu yoğurt kabına -susamıştı belli ki-;
Bir savaş uçağı gürledi suyun üzerinde batıya doğru,
ürküp atıldı tavuk bir duvarla çarpışır gibi,
o zaman gördün kümes karanlığından sallanan ipi.
nedenini anladın mı şimdi?)
Mersindere, 8.8.1983
Sf: 300
Dokunduğun her şeyi anımsıyorsun, birer birer çıkartıyorsun
minderin altından.
Şaşılacak şey: Bunca yol, bunca yıl sonra bile, anımsıyorsun
yaz günlerinin diz arkalarında biriktirdiği tuz izlerini,
zeytin ağaçlarının sıcakta dalgalanan buğulu yelkenlerini,
yarılma sesini soğuk karpuzun bıçağın keskin ucunda,
yaz güneşinin biriktiği bahçeleri ve kulağına halka geçirdikleri o
uğursuz günü.
Sf: 303
MUTLULUK
Bir gün bir asma sürgünü olacaksın
Ege dibinde bir taşın üzerinde biriken aydınlık
çığlığın içindeki sessizlik olacaksın
duvara tırmanan inatçı sarmaşık
su dolu testinin dışında yeşil yosun
rakı bardağında terleyen buğu olacaksın;
bir gömleğin mavi teni üzerinde,
bir basma entari olacaksın bin bir renkli
bir genç kızın çıplak, terli gövdesinde,
fışkıran bıyıkları olacaksın bir delikanlının
ilk içkinin ilk sarhoşluğu olacaksın
torununu dizlerinde hoplatan dede
kızını okula gönderen anne olacaksın,
dünyanın dönüşü olacaksın güneşin çevresinde
güneş olacaksın Oğlak Dönencesi’nde
ilk sözcüğü olacaksın ölümden dönen hastanın
kılıcın kırdığı taş olacaksın;
yağmur olup yağacaksın kendi yarana,
bir kaçak olacaksın ses ve öfkeye karşı
zaptiye bulamayacak gölgeni hiçbir yerde,
şerbet olacaksın yılana, çıyana karşı,
Denizden esen serin rüzgâr olacaksın,
bin bir devalı ot olacaksın, tohum olacaksın,
Karlovassi’de denizin sesi olacaksın,
Haber olup geleceksin Çavuskuşu’nun ağzında.
Mersindere, 9.8.1983
Sf: 304
BİR GARİP ÖZGÜRLÜK
Bir kanat tüyü düşüyor süzülerek elektrik telinden:
Akıma kapılmış bir kumru ya da bir güvercin.
Kereste deposundan talaş ve reçina kokusu yayılıyor sokağa
ve bir koku daha: Mangalda yanan şekerin kokusu –
biri kahve cezvesine koyarken titremiş olmalı eli -,
iki hafız hafız adımlarıyla geçiyor, elleri arkada:
“İsa Peygamber göğe ağarken dünya malı bir iğne varmış
yakasında. Bu yüzden yedinci kat göğe kadar çıkamamış
dördüncü kat gökte kalmış.” Durup düşünüyorlar.
Kül yağıyor, kırmızı kül, sıvanıyor damların üzerine,
yanık kitap sayfaları uçuyor mahallenin gökyüzünde,
kurban derisi yığar gibi kitap yüklüyor bir at arabasına iki adam,
dışı başka içi başka bir kitap okuyor tatilde bir üniversiteli,
İkinci Lig’den üç futbolcu kapısını çalıyor emekli öğretmenin
randevu evidir diye,
Hafız Burhan’dan sonra bir el Bülent Ersoy koyuyor gramofona bir
görünmez el,
koşarak geçiyor bir kör dilenci elinde bir bıçakla,
bir enişte baldızının yatağına giriyor yanlış bir sokakta
ve hatim indiriyorlar bir yaslı evde ağıt sesleriyle birlikte.
karanlık bir uçurum seçiyor kendi içinde birdenbire.
Mersindere, 10.8.1983
Sf: 305
BARIŞ
Sigara içiyordu uzatmış ayağını deniz karşısında,
parmaklarını oynatıyordu kovmak için inatçı sinekleri,
iki pervaneli bir uçak geçti, kaçtı tavuklar,
radyoda karşı kıyının müziği ve fırtınaya dönüşen açık elli bir rüzgâr.
ve kumsala düştü kayaların arasından,
yürüdü çıplak ayakla denizlere basa basa
ve gördü kendi gözleriyle imkânsız olanı:
Sevişiyordu bir sandalın gövdesinde
bir denizkızıyla bir balıkçı Osman.
bir beyaz tüy düşer güvercin kanadından dama
çatlar duvarlar, kırılır camlar,
kurşun işlemez bir karanlık sanırsın ama bakarsın
bir fotoğraf kâğıdı gibi beklemektedir dünya.
Mersindere, 10.8.1983
Sf: 306
Saatin kaç olduğunu sormaktadır eve geç kalmamak için;
olanaksız bir aşktır, sevdiğin bulaşıkları yıkamış, sökükleri dikmiş.
ve adres bırakmadan gitmiştir, sesin yankısızdır artık;
Paul Nizan’ın Fesat romanında (Naxos Adasında, bir kale evde uzun bir andır)
“Kaliopi! soğuk su ve reçel getir!..” diyen bir kadın sesidir;
Kaliopi’nin sıcak taşlara basan çıplak ayaklarıdır şiir ve izler
ıslak izler bırakmaktadır taşlıkta.
Sf: 315
ANLAMLAR
Yaşamın betimlemesi yetmiyor artık anlamaya,
bir başka anlamı olmalı bir başka katmanda
horoz seslerini bastıran kamyon uğultusunun,
yüzlerce anlamı ve yorumu var uluyan köpeğin:
Bir yabancı yaklaşmaktadır geceleyin kapıya,
ya da bir baykuş tünemiştir bacaya.
çantasını bastırmış biçimli kalçasına,
kötü bir mektup yazmış ya da alacak olabilir,
dört tüp uyku ilacı vardır çantasında
ya da eczaneye girebilir az sonra.
gövdesi daha büyüktü kanatlarından,
koltuğuna dayanarak yürüyen küçük kızın yaşamı
daha gerçektir kasaba zamparasının kabadayı oturuşundan.
çekilen denizden kalan su gibisin bir kaya çukurunda.
Kokari, 19.8.1983
Sf: 327
MARCEL CACHIN ALANI’NIN DELİSİ
“İzin verin kendime güveneyim,
diyor sakallı deli,
izin verin aynada görebileyim kendimi.”
Pınar Kür’e benzeyen bir kadın
bir frank bırakıyor masaya.
Ivry’nin delisi,
şarkısını söylüyorum ben ölen baharın.”
İstasyon duvarına dayayıp sırtını
küçük radyosunu dinliyor deli,
sonra yaklaştırıp ağzına bir telsiz gibi,
bağırıyor hırıltılı sesiyle:
“Lübnan yanıyor, siz uyuyorsunuz!”
ayağa kalkıyor kırılan cam sesleriyle,
yüreğinde, kış uykusundan uyanan bir deli.
Ivry, 28.9.1983
Sf: 329
BİR ZAMANLAR
Sen bir zamanlar bu kentteyken yeni doğmuştu bu kızlar,
ılık süt ve çocuk kokardı derileri,
tarçınla karışık acı karanfil.
bakmaya kalmadan karışıyor dünyanın seslerine;
ne yazık, bakırlaşıyor gözlerin.
Burunlarına, gözlerine, kaşlarına.
bakıyorlar sana. Denizsiz bir teknesin aslında.
Zeytinli bir bahçe, çıkrıklı bir kuyu;
ip koptu, kova gömülüyor suya.
yeşil sulara gömülen kova. Anımsadın işte!
“sayılı günlerin ömrü az,” diyor kırk yıl önce.
Paris, 30.9.1983
Sf: 335
BİR KENTTEN AYRILMAK MI
Bir kentten ayrılmanın anlamını
bulamadın daha,
sulara inmek
çöllere dalmak
dalga değiştirmektir bir bakıma,
başka kokular
başka tatlar
sanki uzun bir hastalıktan sonra
ayağa kalkmak gibi
gözlerin kararak.
göstermemek için yaralarını.
Ivry, 14.10.1983
Sf: 366
33
Bugün ya da yarın ne önemi var?
kalabalıkta ya da oturma odasında,
gözlerin bağlı ya da açık,
zindanda ya da hastanede,
pazarda ya da çalışma masanda,
kahvede ya da fabrikada,
tarlada ya da taşocağında;
adının önünde bazan “şehit”,
ama senin olan bir adın önünde,
sana bağlanmış bir adın önünde.
tam on yedi ayet indiğini söylediler
ve ayağa kalkıp
şapka çıkarttılar cenazen geçerken;
Paris, 1.4.1986
Sf: 367
34
Hep bir başkasına benzemek istedin,
niçin diye düşünüyoruz,
kendinden kaçmak için mi,
kendi gölgenden, kendi geçmişinden;
Trenden eğilerek gülümsüyorsun halka
gene bir başkasının bakışlarıyla,
elinde bir başkasının bastonu,
bir başkasının kasketi başında;
Acının deldiği duvarı nasıl bileceksin,
nasıl bileceksin korkunun gömleğini,
nasıl bileceksin babayı arayan çocuğun elini,
nasıl bileceksin kurbanın son gecesini?
Paris, 2.4.1986
Sf: 374
43
Türkbükü’ndeki denizi düşünüyorum gene;
mayıs bulanığı, sesi, rengi, kokusu,
cennetten kovuluşumu anımsatıyor bana.
mayhoş elma ve ter kokuları içinde,
yaşlandığımı anımsatıyor bana.
ağaç kabuklarıyla sarınıyor her gün gövdem,
kısalan gölgeler ölümü anımsatıyor bana.
fakir gösterisi sanıyor bakıp görenler,
yaşamak yalnızlığımı anımsatıyor bana.
tırnaklarım düşüyor sırayla dökülüyor dişlerim,
aynadaki yüz yenilgimi anımsatıyor bana.
katı gecelerden bir gündüz dilenirken,
kesik eli şarkımızı anımsatıyor bana.
Paris, 11.5.1986
Sf: 379
48
Sevdayı da karıncadan öğrendim, dedi Ozan,
dikenlerle yırttım gözlerimdeki perdeyi,
devlette bir ululuk görmedim sevda konusunda.
sen mi daha yücesin yoksa köpek mi?
Bunları bana değil Zorba’ya sormalılar.
dağların yerini değiştirir ufacık bir karınca;
sabrı, gayret kemerini kuşananlar bilir.
Kılıca bakıp kederle gülümsüyor bir şiir:
“Mum gibi başımı kesseler ne korkum var?”
Paris, 30.5.1986
Sf: 381
50
Düşlerim hiç gerçekleşmeyecek sanıyorsun –
dedi ozan, yargı gecesi, son söz olarak-
ayırabilir misin sen düşü gerçekten?
gördükten sonra ışıkla gölgenin kavgasını
ne yapayım ben artık düşsüz hayatı?
yıktığın kent bir gün benim kalem olacak,
ölümümü gördün ve dirilişimi göreceksin.
geri döneceğim kanatlı atımla birlikte;
diyeceksin, şaşkın gözlerle bakarak bana:
Paris, 12.6.1986

Doktrin: “Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler!” – Konstantinos Kavafis
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (39)
- english (14)
- eylencelik (24)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (154)
- kitap (164)
- kokucuk dosyası (49)
- korona günlükleri (4)
- music (1)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (20)

