Sf: 9
K. ATATÜRK
Ekim 2007, İzmir. Alsancak’ın en meşhur dövmecisi Köprüaltı’na gençten biri girer, kolunu sıyırır, dirseğine doğru Mustafa Kemal’in imzası vardır, bir bankada çalıştığını, bu dövme yüzünden işten atılmakla tehdit edildiğini anlatır, tırsmıştır, ekmek parası falan diye ağlar, “silin” der.

Hep söylerim, ekmek parası diye ağlayanın maaşını tavuk gibi buğdayla ödeyeceksin!
Adeta bomba düşer dövmeci dükkanına… “Bu gördüğün eller Atatürk’ü yazar, Atatürk’ü silmez” deyip, kapı dışarı ederler. Ve, internet sitelerinden alenen duyururlar. “Ey ahali, madem öyle işte böyle, bugünden itibaren burada, Atatürk’ün imzası bedava!”
İlk kim, nerede yazdırdı bilmiyorum ama, Atatürk imzasının furya haline gelmesinin miladı, bu olaydır.
Bir ödlek geri adım attı…
Onbinlerce cesur öne çıktı.
Atatürk’e sövme modası…
Dövme modası yarattı.
Köprüaltı örnek oldu, İzmir’de yapılan Atatürk dövmesi, 50 bini aştı. Yetişemiyorlar, her gün 30 40 kişi kazıyor vücuduna… Omuzuna, bileğine, iman tahtasına, kalbinin üstüne… Doktor var, avukat var, öğrenci, dekan, ev kadınları var. İstanbul da patladı. Ankara, Antalya, Bursa, Trabzon, Muğla, Eskişehir dövmecileri artık neredeyse sadece bu imzayı kazıyor. 29 Ekim’lerde, 10 Kasım’larda Mustafa Kemal için ücretsiz çalışan 200’ün üstünde dövmeci var.
Sf: 10
Dini gerekçelerle dövme yaptırmayan, otomobiline yapıştırıyor. Taksilerden camlarında… Motosiklerine, hatta, bebe arabasına yazdıranı görüyoruz. Atatürk imzalı küpe kulaklarda, rozet yakalarda.
Ölümünün üzerinden taaa 72 sene geçtikten sonra, hiç tanışmadığı, hiç görmediği insanların bedenine imzasını atan bir başka lider var mı dünyada?
Neymiş, işten atarlarmış…
Bizim işimiz Atatürk.
Memleketimizin güzel kadınları, giydirin çocuklarınızı güzel güzel, doğum günüdür bugün… Çünkü, her 10 Kasım, aslında 19 Mayıs’tır.
Cumhuriyet dediğin, korkak babalar tarafından kaybedilir, yürekli evlatları tarafından geri alınır.
Mustafa Kemal, ilelebet payidardır.
Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1953’te Anıtkabir’e defnedildi. 10 Kasım 1953’te katafalk ziyarete açıldı. İlk gün 70 bin kişi geldi. 75’inci ölüm yıl dönümünde, sadece 10 Kasım günü, 1 milyon 89 bin kişi vardı. Anıtkabir’e her yıl ortalama 4 ila 9 milyon yurttaş koşuyor, dua ediyor, Atatürk devrimlerine bağlılığını sunuyor. Ortalama 6 milyon kişi kabul etsek… 1953’ten bu yana 63 yılda, 378 milyon kişi Anıtkabir’i ziyaret etti. Böyle bir hadisenin, dünyada örneği yok.
Sf: 14
Ahmet Necdet
Tayyip Erdoğan racon kesti…
“Cumhurbaşkanı dediğin partili olmalı” dedi.
İsmet İnönü’nün arkasında partisi vardı.
Hatta ordusu da vardı.
Cemal Bayar’ın partisi vardı.
Cevdet Sunay, genelkurmay başkanı.
Fahri Korutürk, kuvvet komutanı.
Kenan Evren’in ordusu vardı.
Turgut Özal’ın partisi vardı.
Süleyman Demirel’in partisi vardı.
Abdullah Gül’in partisi var.
Ahmet Necdet Sezer?
Türkiye’nin ilk ve tek, partisiz…
Gerçek anlamda “sivil” cumhurbaşkanıydı.
Varmı çocuklarının ismini bilen mesela? ” Kızı Hülya” diye başlayan bir cümle kursam, kaçınız itiraz edebilir, Hülya değil de, Güley diye? “Oğlu Hakan” desem… Var mı nerede çalıştıklarını bilen? Babaları Çankaya’dayken VIP’e girdiklerini gören?
Elalemin yatında, otelinde rastlayan?
First lady desen… Cebinden giyiniyordu, hala cebinden giyiniyor. İnsan bi Atıl Kutoğlu, Sevan Bıçakçı filan ayarlamaz mı? Yani, affedersiniz ama, ne biçim öğretmensiniz hanımefendi… Bu şekilde mi örnek olmalıydınız öğrencilere?
Hayali ihracatçı yeğenini duydunuz mu hiç? Devlet kredisiyle ihale kapan kuzen, alışveriş merkezinde mısır tezgahı açın kayınço? Sen benim kim olduğumu biliyor musunuz diye rüzgar yapan müteahhit kanka, oraya buraya müdür olarak sokuşturduğu komşu? Hamili kart yakinimdir diyen damat? Nerede kardeşim, parmağında kuru soğan büyüklüğünde pırlanta şatafatlı pozlar veren gelin?
Mücevher, saat, tablo, heykel… Kendisine hediye edilen 1243 parça’nın 1243’ünü de bıraktı köşkte! İnsanın içi gidiyor, al götür evine di mi… Götürmedi.
Avantaları bıraktığı gibi, papalleri de bıraktı. Kafana göre savur denilen ödeneği harcamadı. 46 trilyon liracık. Yetim hakkı dedi, babalar gibi satan Maliye’yi iade etti.
Ye, yemedi, gez, gezmedi…
Bırak biz yiyelim, ona da izin vermedi.
Zaten, kırmızı’da durmasından belliydi. Kaymakam bile durmuyor, İsveç mi burası, koskoca devletin başı… Niye duruyorsun? Normalde, vatandaşı çiğneyip geçmeliydi.
14 makam aracını geri verdi. Halbuki, oturma odasına Mercedes’le mutfağa jip’le gitmeli; uçağına bavul olarak bile almadığı gazetecileri bahçede limuzinle gezdirmeliydi. Yazları, Okluk’a geçmedi. Oğlu evlendi, elektrik faturasına kadar kendi kesesinden ödedi. Eşi bileğini kırdı, röntgen kuyruğuna girdi. Annesi vefat etti, sivil plakayla gitti, camide flap flap fors yapmadı, taziye ilanı vermeyenlerin defterini dürmek için, kenara not etmedi. Aşçıyı garsonu azalttı. Yerli ürün kullandırttı. Partisiz olduğu için… Resmi davetler hariç, eşe dosta parti vermedi.
Yalaka basınımız yazmadı ama, aslında “neyi korumaya çalıştığını” tarih yazacak elbette… Vizyon denilen kavramın, Beyaz Saray’a koşup, akıl danışmaktan ibaret olmadığını kanıtladı.
Yeminine sadık kaldı.
Hukuku üstün kıldı.
E yaranamadı haliyle…
Uymadı bize.
Partili olsun.
Ahmet Necdet Sezer
1941’de Afyonkarahisar’da doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu, medeni hukuk alanında yüksek lisans yaptı. Yargıtay üyeliği yaptı. Anayasa Mahkemesi asil üyeliğine atanan en genç üye oldu. Anayasa Mahkemesi Başkanı seçildi. DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümeti tarafından aday gösterildi, muhalefet partileri DYP ve Fazilet destek verdi, beş partinin uzlaştığı isim olarak, 10’uncu Cumhurbaşkanımız seçildi. 16 Mayıs 2007’de görev süresi doldu. Ancak 11’inci Cumhurbaşkanı seçilmediği için, ülke erken seçime gittiği için 27 Ağustos 2007’ye kadar görev yaptı.
Sf: 18
Ali Şamil
1 metre 10 santimdi.
Enver paşa’ya hediye edildi.
Köle gibi.
Soytarı yaptılar onu.
Tuhaf kıyafetler giydirdiler.
Sırmalı cepkenler, cartlak renkli şalvarlar, kafasından büyük sarıklar… Kadınları eğlendirdi. Çocukları güldürdü.
Birinci dünya savaşında çarşı karıştı, Enver apar topar İstanbul’dan ayrıldı, biraz da onlara kahkaha attırsın diye, Vahdettin’nin kızı Ulviye Sultan’ın sarayına verdi Ali Şamil’i…
Ulviye Sultan’ın eşi İsmail Hakkı Bey, mert adamdı, tavla arkadaşı yaptı bu küçük boylu insanı, alay ettirmedi, ezdirmedi, korudu kolladı.
Gel zaman git zaman… Milli mücadele başladı. Yurtseverler Anadolu’ya akıyordu. Padişah’ın damadı İsmail Hakkı Bey de onlardan biriydi, Mustafa Kemal’e katılmak için gizli gizli hazırlık yapıyordu. Saray’ın damadı kuvayi miliyeye katılacak, olacak şey değildi tabii…
Bu nedenle mecburen, Anadolu’ya geçme niyetini eşi Ulviye Sultan’dan bile saklıyordu. Sadece tavla arkadaşına Ali Şamil’e çınlattı. Saraydan sadece onunla vedalaşmak istemişti. Pişman oldu… Çünkü, o kocaman yürekli küçük insan, alenen tehdit etti, ya beni de götürsün, ya da niyetini Sultan’a anlatır, senin gitmeni de engellerim dedi! İsmail Hakkı Bey’in gözleri buğulandı, karşısına dikilen küçücük bedende, dağ gibi bir adam duruyordu, kucaklaştılar, öz kardeş gibi… Kuş tüyü yastıklarını, bir kuş tüyü eksik sofralarını geride bırakıp, sahte kimlikler, köylü kıyafetleriyle maceraya atıldılar. Ağaç kovuklarında, kuytularda sabahladılar. İşgalcilerin kontrol notlarını aşıp, Adapazarı üzerinden Ankara’ya ulaştılar.
Haberi vardı Mustafa Kemal’in…
Çağırdı. Gittiler.
“Hayatımın en unutulmaz akşamıydı” dediği akşamı yaşadı Ali Şamil… Mustafa Kemal’le kadeh tokuşturdu.
Sonra?
Üç sene boyunca, İsmail Hakkı Bey, nereye, Ali Şamil oraya, kah şu taşıdı, kah telgraf, kah boyu kadar tüfek… Elinden ne gelebiliyorsa, çarpındı, fazlasını yaptı. Her cephede, kelle koltukta yaşadı. İzmir’e girenlerin hemen arkasındaydı.
Sf: 19
O göğsünde gördüğünüz, İstiklal Madalyası.
Günümüzün “gönüllü saray soytarıları” kavrayamaz.
19 Mayıs bu ruhtur.
Ve… Osmanlı’nın zoraki kulu-kölesi Ali Şamil, Cumhuriyet’te eşit yurttaş olmanın onurunu yaşadı. Osmanlı’da “ona gülüyorlar”dı, Cumhuriyet’te o güldü, “Güler” soyadını aldı. 9 Eylül’de girdiği İzmir’den ayrılmak istemedi. Basmane Garı’nda memur oldu.
Van gölü sahilinde, Bitlis’in Ahlat ilçesinde dünyaya gelmişti. Enver Paşa’nın doğu teftişi sırasında özgürlüğü elinden alınmış, adeta mal gibi hediye edilmişti. Cumhuriyet ona sadece özgürlüğünü değil, ailesini de geri verdi. Milli mücadeleden sonra, henüz çocuk yaşlardayken ayrıldığı akrabalarını buldu. İki defa evlendi. Neticede vade doldu, 1978’de rahmetli oldu, İzmir Kokluca’da yatıyor.
Rahat uyu aslan yürekli cüce.
Görecekler gene… Boyundan bosundan utanmayanlardan, gönüllü saray soytarılarından ibaret değildir bu ülke.
 Ali Şamil’i yukarıda anlattık, burada İsmail Hakkı’yı anlatalım. Atatürk’le yaşıttı. 1881’de Atina’da doğdu. Osmanlı’nın son sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa’nın oğluydu, Galatasaray Lisesi’nden sonra Harbiye’den mezun oldu., kurmay oldu, saraya damat oldu. Vahdettin’nin kızı Fatma Ulviye Sultan’la evlendi, kızları Hümeyra Sultan dünyaya geldi, kurtuluş savaşına katıldı. Batı cephesinde vuruştu. Yunan ordusunun komutanı Trikopis’i esir alanlar arasındaydı, İstiklal madalyası aldı, cumhuriyet kurulunca, Moskova, Anvers, Filibe, Bari, Basra, Viyana, Atine elçimiz oldu, 1977’de İstanbul’da vefat etti, Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi. İsmail Hakkı, sanat mensupları arasında sürgün edilmeyen tek insandı… Kızı Hümeyra Sultan 1926’da dokuz yaşındayken, Atatürk’ün özel izniyle, babasının pasaportuna kayıtlı olarak Türkiye’ye geri dönen ilk ve tek hanedan mensubu oldu. 1939’da İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde Türk vatandaşlığına kabul edildi.
Sf: 20
Mustafa
Eş anlamlı bilinir ama…
Zengin olmak başka şeydir.
Varlıklı olmak başka şey.
Her zengin, varlıklı değildir.
Zengin…
Para, mal, mülk istifler
Hayatı ıskalar.
Varlıklı…
Bilim, kültür, sanat biriktirir.
Hayatın tadını çıkarır.
Zengin, ömrü boyunca kaç paraysa öder, çiçek satın alır.
Varlıklı, hayatı kırmızı karanfil gibi yakaya takabilmektir.
Zengin, kabarık cüzdandır.
Varlıklı, yüklü hobidir.
Zengin, sahip olduğunun esiridir.
Varlıklı, edindikçe özgürleşir.
Zenginin banka hesabıyla beraber egosu da büyür, burnundan kıl aldırmaz, tepeden bakar, kendini kaf dağında görür… Dağlar kadar servetine rağmen, halkın nazarında mütevazı kalabilmektir varlıklı.
Zengin, alt tarafı sıfattır.
Varlıklı, karakterdir.
Zengin, kaypaktır, yalakadır.
Varlıklı, siyaset üstüdür.
Zengin, nalıncı keseridir.
Topluma duyarsız kalabilir.
Varlıklı, etrafa yararlıdır.
Farkındadır.
Zengin, hep alır.
Varlıklı, vermesini de bilir.
Maganda zengin, dolu.
Cahil varlıklı göremezsiniz.
Zengin, lisan bile bilmese, bavulu kapıp kaçmaya müsaittir.
Varlıklı, dünya vatandaşıdır ama, yerlidir, millidir.
Zengin olmadan da varlıklı olunabilir ama…
Maharet, hem zengin olup, hem Mustafa Koç olabilmektir.
(Para bazen cesur insanları bile satın alabilir, cesareti asla alamaz. Caroline Koç mesela… En son, değerli ağabeyim Levent Kırca’nın cenaze töreninde görmüştüm. Sadece camiye taziyeye değil, toprağa vermeye kabristana kadar gelmişti. Levent Kırca’nın eşi Aslı Çetiner’in arkadaşıydı. “Zengin” tabir edilen pek çok korkak, ama benim ismim Levent Kırca’yla aynı haberde geçmesin diye ortadan kaybolurken… Mustafa Koç’un eşi, ne derler diye düşünmemiş, Türkiye’nin “en varlıklı ailesi” nin ferdi olarak, son görev için arkadaşının yanında olmuştu. Çünkü, usta sanatçıya, arkadaşına ve kendisine olan saygısı, elalem ne der endişesinin çok üstündeydi.)
Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan…
Zenginlik geçicidir.
Varlık ise, bakidir.
Zenginin cenazesi kalabalık olur ama, gözyaşı yoktur. Kendisiyle hiç tanışmamış insanların Mustafa Koç’un ardından hissettiği samimi üzüntünün sebebi, artık aramızda olmamasına rağmen, hayatımızdaki varlığı’dır.
Mustafa Vehbi Koç
1960’ta dünyaya geldi. 2003’te Koç Holding yönetim kurulu başkanlığına oturdu. 12 senede beş kat büyüttü. Tüpraş ve Yapı Kredi, onun başkanlığı döneminde gruba katıldı. Ocak 2016’da henüz 56 yaşındayken kalp krizinden vefat etti. 29 Ekim doğumluydu. Cumhuriyetçi’ydi. Atatürkçü’ydü.
Sf: 23
Nesimi
Halk ozanıdır. Koca yürek… Anadolu’nun bağrından kopar, yolu Paris’e düşer. Bir başına. Kanı aç. Elleri cebinde dolaşırken bakar ki, sokak çalgıcıları var, müzik yapıyorlar, para topluyorlar. Çöker bir köşeye, cura’sını tıngırdatmaya, yanık yanık söylemeye başlar:
“Aç kulaklarını dinle sözümü, yalan söz gerçeğe tuzak değil, insan hakkını hak bilen kişi, özünde nur doğar yalan ateşi, kamili taşlamak cahilin işi, cahilden kötülük hiç uzak değil…”
Tesadüfen ordan geçerken, durup dinleyenler arasından Abidin Dino da vardır. Çağdaş Türk resminin öncülerinden, ressam, karikatürst, yazar, yönetmen… Entelektüel çevrede büyüyen, Robert Kolej mezunu, bizzat Mustafa Kemal tarafından resim ve sinema eğitimi için Rusya’ya gönderilen… ABD’de Fransa’da sergilen açan, Fransa Plastik Sanatlar Birliği Onursal Başkanı olan, Fransa Kültür Bakanlığı’ndan Altın Şövalye Nişanı alan, New York Dünya Sanat Sergisi Danışmanlığı yapan… Siyasi görüşleri nedeniyle oradan oraya sügüne gönderilen Abidin Dino.
Sf: 24
Tanırşırlar… Kasketli, pala bıyıklı, buram buram Anadolu kokan ozanın kalacak yeri olmadığını öğrenir, koluna girer, evine davet eder. Dilbilimci, yazar, Paris Ulusal Bilim Merkezi’nde görev yapan, öğretim üyesi doçent eşi Güzin Dino, sofrayı kurar. Otururlar, sohbete koyulurlar. Laf lafı açar, ozan der ki, beni yarın çarşıya götürür müsünüz? Hayrola derler, ne lazımsa biz sana alalım… “Bale ayakkabısı alacağım” der! Dino’lar şoke olur. Kara yağız ozan, o şahane şivesiyle devam eder: “Benim oğlan balet de… Ona göndereceğim.”
Çünkü…
Nesimi Çimen’dir o.
Türkü derleyen, ilk plak çalışmasını 1964’te yapan, Almanya’da, Fransa’da İsveç’te albümler çıkaran, dünyanın en önemli müzikhollerinde sahne alan, Türkiye’de ha bire gözaltına alınan, işkence gören, sürüm sürüm süründürülen, yılmayan, ömrünün sonuna kadar hiç sosyal güvencesi olmayan, yurt dışından gelen teliflerle mütevazı yaşamını sürdürmeye gayret eden… Sazın sözün, üç telli cura’nın ustası.
Aslen Tunceli Hozatlı. Kayseri’de ırgatlık yaparken, aşiret ağasının kızı Dilber’e aşık olur. Dilber de ona, kaçarlar, Adana’ya… Evlatları olur. Almanya’ya işçi yazılır, nefes darlığı olduğu için kabul edilmez. Kalaycılık filan yaparken, Yaşar Kemal’le tanışır. Onun yardımıyla İstanbul’a göçer, gecekondu kiralar, mozaik fabrikasında işe girer. Fabrika greve gider, Nesimi’yi kovarlar. Ayazda kalır. Dokuz yaşından beri çalıp söylediği cura’sına bakar, ekmeği senden çıkaracağız der, ozan’lığa başlar. Tek kelimeyle, müthiştir. Anında tanınır. Efsane haline gelmeye başlayan bu garibanın tek göz oda gecekondusuna gelip gidenler arasında, Yaşar Kemal’in yanı sıra, gazeteci İlhan Selçuk, sosyolog siyasetçi Behice Boran, caz-pop divası Tülay German, Yılmaz Güney, heykeltıraş Kuzgun Acar, yönetmen Atıf Yılmaz, Aşık Mahsuni Şerif vardır… Ve, kurban olduğum, Can Yücel.
Yurt dışında eğitim için devlet bursunu bileğinin hakkıyla kazandığı halde “torpil yaptı dedirtmem, zeni gönderemem” diyen Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in oğlu… Biriktirdiği harçlıkları, kendi yerine gönderilen ve beyin cerrahisinde çığır açan, can ciğer arkadaşı Ordinaryüs Profesör Gazi Yaşargil’e veren… Alnı açık yürüyen, Cambridge Üniversitesi’ne gitmeyi başaran, zırt pırt içeri tıkılan, oralı bile olmayan, tınmayan… Bana göre, Türkiyemin en heyecan verici şairi Can Yücel.
Bir gün, Nesimi’nin henüz bebekken eline cura verdiği oğluna bakar şöyle Can Yücel… “Bu çocuğu Konservatuara göndersene birader” der. Nesimi de “peki” der.
Girer sınava oğlan, doğuştan kabiliyet, İstanbul Devlet Konservatuarı’nı birincilikle kazanır. Keman bölümüne yazarlar. Yazarlar ama, keman alacak parası yok. Okul hediye eder… Hediye kemanla dört sene okur. Öbür masrafları Can Yücel tarafından karşılanır. Ancak… Ciddi bir sorun vardır. Akşamları evde ders çalışması mümkün değildir. Tam eline kemanı aldığında, sofra kurulur, eş dost, türkü başlar, oğlan da mecburen cura’sına sarılır, babasına eşlik eder. E böyle olmayacak ,sonunda karar verir, ev ödevi olmayan bu bölüme geçmelidir… 14 yaşında giyer taytını. Bale bölümüne geçer. Önceleri gizler babasından… Sonra öğrenir baba… Dedim ya, koca yürek, gülümser, evladına şöyle eder: “Nerde mutluysan, orada yaşa!”
Geceleri pavyonlarda bağlama çalarak cep harçlığını çıkarır, babasıyla köy köy dolaşır, derleme çalışmalarına katılır, Orhan Gencebay’ın arkasında çalar, neticede Kovervatuar’dan mezun olup, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne girer.
Mazlum Çimen’dir o.
Nesimi’nin zulüm görmüş, haksızlığa uğramış manasında “Mazlum” adını koyduğu oğlu… Adının hakkını verircesine, henüz sekiz yaşındayken babasıyla birlikte gözaltına alınan, babasının işkence görmesine şahit olan Mazlum.
20 sene klasik eserlerde, Yedi Kocalı Hürmüz’den Hisseli Harikalar Kumpanyası’na sayısız müzikalde dans etti. Edip Akbayram’a Fatih Kısaparmak’a besteler verdi. Film müzikleri yaptı, Altın Portakal ve Altın Koca’nın yanı sıra Almanya’dan, Fransa’dan, Orhan Kemal’in ölümsüz eseri Hanımın Çiftliği gibi… Kendisinin çalıp söylediği, albümler çıkardı. Oğluyla birlikte Çimen Müzik’i kurdu.
Sf: 26
Oğul da, Saki Çimen…
Nesimi’nin torunu.
Piyanist.
Dedesinin türküleriyle büyüdü. 13 yaşındayken ilk bestesine imza attı. Kendisine ait 11 besteyle Rastgele albümünü çıkardı. Saki piyano çaldı, Cem Yılmaz bateriyle, Kürşat Başar saksofonla, Cahit Berkay yaylı tamburla, Nebil Özgentürk bağlamayla, Erdem Akakçe gitarla, Sırrı Süreyya Önder cümbüşle eşlik etti.
Bale ayakkabısına denersek…
Paris’ten geldi Nesimi, bale ayakkabılarını oğluna verdi, orada biriyle tanıştım dedi, gitar çalıyor, çok önemsiyorlar adamı… Kim acaba? Bilmiyorum dedi, yağmurlu bir havaydı, curamı ceketimin içinden çıkardım, adam çok şaşırdı bunu mu çalıyorum diye, ben çaldım, o adam sanki küçüldü küçüldü curanın içine girdi, öyle dinledi.
Senelerce bunu anlattı.
Gel zaman git zaman….
Paris bavulunun içinde bir fotoğraf buldu Mazlum… Babası cura çalışıyor, “o adam” adeta büyülenmiş gibi, nefesini tutmuş dinliyor. Vayyy dedi, koştu babasına, fotoğrafı gösterdi…
O adam, bu adam mıydı?
Evet dedi Nesimi…
Peter Gabriel’di.
Progressive rock denince ilk akla gelen, Genesis’in kurcusu… Grup ve solo albümleri 250 milyon satan, altı Grammy’si ve Oscar adaylığı bulunan, İngiliz Kült müzisyen.
Ve…
Yaktılar o Nesimi’yi!
Sivas’ta yakılanlardan biri.
Değerli gençler…
Ne salt Alevilerdir kıyılan aslında, ne hukuk garabetidir, ne de güvenlik zafiyeti… Hepsi sığmayacağı için, sadece bir örnek verdim, yukarıda adı geçenleri sıralayın lütfen alt alta. Anadolu kültürünü muhafaza ederek, müzikle baleyle resimle sinemayla, akılla bilimle eğitimle, Batı’ya yelken açan yolculuk’tur asıl önlemek istenen… Yobazlığı hakim kılmaktır.
Sf: 27
Dünya cennet olsun, yaşasın insan / gelin barışalım, dökülmesin kan / son bulsun savaşlar, kesilsin figan / barış güvercini uçsun dünyada… / insancıl insanlar barıştan yana / ancak zalim olan kıyar insana / barış aşkı yayılmalı cihana / barış güvercini uçsun dünyada… Bunun diyen adamı, Sivas Madımak’ta diri diri yaktılar. Karacaahmet’te yatıyor.
Sf: 30
Haberal
Ergenekon’dan tutuklanan Profesör Mehmet Haberal hakkında 500 bin civarında haber-yorum yapılmış…
Bunca haber-yorum yapılırken, Profesör Haberal’la görüşüp, fikrini soran gazeteci sayısı kaç biliyor musunuz?
Sıfır!
Evet, sıfır, hiç yok… Dört senedir hapiste bulunan, gıyabında her türlü atılıp-tutulan Profesör’le bir kez olsun yüz yüze konuşup, siz ne düşünüyorsunuz diye soran gazeteci, görülmedi maalesef.
Halbuki zamanında, özellikle Ankara basını için en popüler insanlardan biriydi. Bırak gazeteciliği filan, eski dostluğa binaen, halini hatırını sormak için bile olsa gidilmeliydi. Gidilmedi.
E, ben gideyim bari dedim.
Avukatı aracılığıyla Adalet Bakanlığı’na başvurdum, açık görüş talep ettim. Hay hay dediler. Şak diye izin verdiler. Peki, açık görüş yapabilmek için birinci derece akraba olmak gerekmiyor mu? Gerekmiyor. Çünkü, Profesör Mehmet Haberal milletvekili… İsteyen her gazeteci görüşür. Yeter ki, iste.
Neyse gittim Silivri’ye, girdim görüşme salonuna, hiç, tanışmamıştık, tanıştık profesörle… Pırıl pırıl tıraşlı, takım elbiseli, kravatlı… İki masa hazırlanmış. Birinin üstü broşür dolu; izah edeceğim dedi. Geçtik öbür masaya, oturduk. Betondan ibaret cezaevinde, görmeyi düşündüğüm en son şey vardı masada… Çiçek sepeti! Rengarenk çiçeklerden zarif bir potpuri hazırlanmış, masaya özenle konulmuş.
En karamsar olması gereken mekanı, adeta kırmızı karanfil gibi yakasına takmış yani profesör… Güzelleştirmiş.
İzin verirseniz, şuradan başlayayım dedi, antetli bir kağıt çıkardı, hakikaten gözlerime inanamadım… Harvard Üniversitesi’yle “hapisteyken” protokol imzalamış; Harvard Üniversitesi’yle Başkenti Üniversitesi, yanık tedavisinde, ortak programla en üst düzeyde akademik eğitim verecekmiş.
Sf: 31
Sonra, yan masadaki broşürleri tek tek anlatmaya başladı. “Hafisteyken” Dünya Tıp Etik Bilimler Akademisi’ni kurmuş iyi mi… Hani, örgüt kurmuş diyorlar ya , al sana örgüt… 27 ülkeden 66 bilim insanı bu örgütün üyesi! Bazılarını ihbar ediyorum: ABD’den Profesör Gamelli, Japonya’dan Profesör Aikawa, Kanada’dan Profesör Keown, Almanya’dan Profekör Land, İngiltere’den Profesör Nadey.
Türkiye’de İlk Karaciğer Naklinin 25’nci Yıldönümü Kangresi’ni organize etmiş… “Hapishaneden” tek tek yazışarak, teyitlerini almış, iç savaş halindeki Suriye dahil, 17 ülkenden 42 konuşmacı katılacakmış.
Teee 2014’ün Eylül ayında İstanbul’da düzenlemek üzere Ortadoğu Organ Nakli Derneği Kongresi’ni ve Transplant Oyunları’nı organize etmiş… Salonu, saati, davetiyeleri bile şimdiden hazır, gösterdi.
İki ayda bir Experimental and Clinical Transplantation dergisini çıkarıyor; hapisten… ABD’den Avustralya’ya Belçika’dan Hollanda’ya İran’dan Pakistan’a dünyaca ünlü otoriteler makalelerini Silivri’ye postalıyor, Profesör Haberal şef editörlüğünü yapıyor, Ankara’da basılıyor, 40 ülkeye gönderiliyormuş.
Bir saat görüştük.
Bir saat bunları anlattı.
Beni aldı, çocukluğuna, odun ateşinin ışığıyla kitap okumaya çalıştığı Rize’deki köyüne götürdü, odun ateşinin ışığından lazer teknolojisine gelmelerini “hayaldi gerçek oldu” diye özetledi, gülümsedi. Fırsat olsa, bir-iki saatliğine çıkabilse, Zonguldak’a gidip yer bakmak istediğini, oraya diyaliz merkezi kurduğunu, bir de hastane kurmak istediğini anlattı. İzmir’e gidersem, kendisinin inşa ettirdiği Zübeyde Hanım Hastanesi’ni görmem gerektiğini, Ankara’ya gidersem, mutlaka Başkent Üniversitesi’nin kampüsünde kurduğu Atatürk Müzesi’ni gezmem gerektiğini söyledi; Atatürk İstanbul Akaretler’de oturduğu 76 numaralı evin birebir kopyasıymış. 2015 projelerinden bahsetti, heyecanla, coşkuyla.
Sf: 32
Hayatın kıymetini bilecek kadar ölüm, özgürlüğün kıymetini bilecek kadar hapishane gördüm, böyle şey görmedim kardeşim… Profesör Haberal’in vücudunu ortaya hapsetmişler ama, idealleri bir gün bile tutsak olmamış.
Bedeni Silivri’de kilitli…
Vizyonu dünyayı dolaşıyor.
Uğradığı haksızlığın yüzde birine maruz kalan biri, lanet olsun biriyle memlekete, verdiğim emekler haram olsun der, yılgınlığa düşer, hiç olmazsa dert yanar. Tam tersine… “Buraya konulacağımı rüyamda görsem inanmazdım ama, buraya konuldum diye memleketime küsecek değilim” diyor. İnsanın, her şartta daha iyi ne yapabilirim diye uğraşması gerektiğini anlatıyor.
Bitti görüşme…
Kalktık, sarıldık.
Ayrılıyoruz.
“Peki ya, dava?” dedim.
Dört sene…
Söylediği sadece dört kelime.
“Ağrıma gidiyor, yakışmıyor Türkiye’ye.”
Mehmet Haberal
1944’te Rize’nin Subaşı köyünde doğdu. Ankara Üniversitesi tıp fakültesini bitirdi. Türkiye’nin ilk canlı donörden böbrek naklini gerçekleştirdi. Türkiye’nin ilk kadavradan böbrek naklini gerçekleştirdi. Ankara’nın ilk hemodiyaliz merkezini kurdu. Profesör oldu. Eğitim Vakfı kurdu, onbinlerce öğrenciye burs sağladı. Türkiye’nin ilk kadavradan karaciğer naklini gerçekleştirdi. Türkiye’de ilk kez çocuklarda ve erişkinlerde, canlı donörden kısmı karaciğer nakli gerçekleştirdi. Başkent Üniversitesi’ni kurdu. Amerikan Cerrahi Birliği onursal üyesi seçildi. Dünya Yanık Derneği başkan seçildi. Amerikan Cerrahlar Koleji tarafından şeref üyeliğine seçilen ilk Türk oldu. Kendisine “teşekkür” olarak hapse atıldı!
Sf: 33
Zeki
Bodrum Oasis’te Yapı Kredi Bankası tarafından hazırlanan şahane bir sergiyi gezdim. “İşte Benim Zeki Müren” sergisi.
Mehmetçik Vakfı’yla Türk Eğitim Vakfı’na mirasıyla birlikte bağışladığı özel eşyaları ve bugüne kadar hiç görmediğimiz fotoğrafları, hakikaten etkileyici metinler eşliğinde sunulmuş.
Yılmaz Güney’den Ajda Pekkan’a, Cüneyt Arın’dan Fatma Girik’e, Belgin Doruk’tan Müzeyyen Senar’a, Filiz Akın’dan Türkan Şoray’a hayatımızda derin izler bırakın herkes oradaydı.
Çok duygusal, çok öğreticiydi. İlk fotoğraf var mesela, henüz yedi aylıkken çekilmiş. Sünnet fotoğrafı var. Annesi şu notu düşmüş: “Mini mini Zekicim, şimdi babamız oldun, Allah uzun ömürler versin, amin.”
1974 senesine dair, gazinolarla yaptığı sözleşmeler var. Bebek Belediye Gazinosu’nda gecede 4 bin lira alıyormuş. Çakıl’da 4 bin 500 lira… Ankara Köşk Gazinosu’nda yevmiyesi 6 bin liraymış. İki konser için Avustralya’ya gitmiş, 20 bin lira almış, Gaziantep’e gitmiş, 17 bin 500 lira almış. İzmir Fuarı’na gelmiş, 22 gece, 143 bin lira.
1974’ün temmuz ayında Kıbrıs’a çıktık. Bir ay sonra, ağustos ayında, Türk Donanma Vakfı’na 75 bin lira bağışta bulunmuş. Makbuzu var.
O günün parası, bugünün parasıyla ne kadar ediyor derseniz… Tee 1958’de, Şişli Hanımefendi Sokak’ta üç apartmanın sahibiymiş. Gerisini varın siz hesap edin. Şişli’deki apartmanlarına “Müren, Helal, Alınteri” isimlerini koymuş.
İzmir Fuarı’na her gelişi olay olmuş. 1970’te, Çiğli hava alanında THY uçağından “mini etek” le inmiş. Üniformalı Roma askerlerinin omuzlarında atlı savaş arabasına bindirilip, Büyük Efes Oteli’nin kral dairesine kortejle götürülmüş. İzmir gecelerinde giydiği her elbiseye ayrı bir isim vermiş: Kordon boyu sevdası, İzmir gecelerindeki sır, canım Eşrefpaşalım, Çeşme’de akşam, Güzelyalı dilberi, Karşıyakalı çapkın, Yamanlar rüzgarı Kadifekale’de mehtap, helal Egelim.
Sf: 34
İstanbul’da giydiği elbiselerin de ayrı ayrı isimleri varmış: Susamış istiridye, yakut kadeh, şampanyanın rüyası, uzaydan gelen prens, çocukluğumun bayram yeri, mimozaların tebessümü, çapkın kızılcıklar, hıçkıran gitarlar, sırdaş geceler.
Sahne için özel dekorlar tasarlar, onlara da özel isimler verirmiş: Aşk sarayı, Kaf dağındaki saray, kuğu gölündeki sır, sevda ormanı.
Kıyafetlerinin en hafifi 10 kilo, en ağırı 20 kiloymuş. Boyu 1.74’ken, 30 santimlik topuklu çizmesini giyince, 2 metreyi geçiyormuş.
“Marmara’da mehtap” ismini verdiği, tümüyle payet işlemeli, ilk ışıltılı ceketini askerlikten terhis olur olmaz, 1958’de giymiş.
Mini etekli “uğur duvağı”nı 1970’te giymiş. Yıllar sonra anlatmış: “Bir sır vereyim…. Mini eteğin altına giymek için kuliste pantolonum hazırdı, en küçük tepki görürsem, giyecektim. Ama halk çok tuttu.”
Üç filminde “bıyıklı” rol almış. Hepsi takma bıyıkmış. Karate yaptığı, halter çalıştığı filmlerinden haşin kareler var.
Rol icabı traktör bile kullanmıştı ama, aslında ehliyeti bile yokmuş. Buna rağmen, son model otomobiller hayatının ayrılmaz parçasıymış. Yeşil-beyaz Potiac 56, ilk göz ağrısıymış. Basında en çok yer alan otomobili, 1966 model nar çiçeği Chevrolet Impala’ymış. ses dergisi bu  otomobili şöyle tarif etmiş: “Zeki Müren’in arabasında air condition denilen sıcak ve soğuk hava tertibatı ile buzdolabı vardır. Buzdolabı, üç büyük, bir küçük şişe ile beş bardak ve bir konserve kutusu alır. 105 bin liraya alınmıştır. Turbo jet motorlu, altı silindirlidir, 200 kilometre sürat yapar.”
Katip filminde mevlit okumuş, çok enteresan sonuçlar olmuş. Bir röportajında anlatmış: “Rol icabı sadece dört dakika mevlit okudum, öyle yayıldı ki, Anadolu’da beni hafız sanıyorlar.”
İlk filmi için “Beklenen Şarkı”yı bestelemiş. Toplumda öylesine yer etmiş ki, Kara Harp Okulu öğrencileri 19 Mayıs törenlerinde bu şarkıyı kullanmış. O güne kadar, “Mavi Tuna” valsi kullanılıyormuş.
1951’de 21 milyon nüfuslu Türkiye’de sadece 320 bin evde radyo varken, İstanbul Radyosu’nda söylemeye başlamış. Cihaz satışları patlamış. Teknolojiye o kadar uzağız ki, radyo almak için dükkana gelenler, yanlış cihaz almamak için soruyormuş: “Bu radyo Zeki Müren çalıyor mu?”
Bir tarafta sahneye etekle çıkan Zeki Müren, öbür tarafta o gazinoyu hınca hınç dolduran başörtülü teyzeler, sakallı hacı amcalar, çocuklu aile matineleri… Sabahattin Eyüboğlu “Türkiye’nin sosyolojisini anlamak isteyenler, mutlaka Zeki Müren’li gazinoya gitmeli” demiş.
Nezihe Araz ise, kadınlarla ilişkisini şu çarpıcı kelimelerle ifade etmiş: “Kendine has şarkılarıyla söz atıyor, sitem ediyor, tehdit ediyor, davet ediyor, naz ve işve ediyor, göz kırpıyor, buseler gönderiyor. Ve kadınlar.. Bütün baskıları kaldırmış, bütün yasaklara isyan etmiş, bütün tıpaları atmış, şartsız, kayıtsız, pervasız o sahnedekine, yalnız ona dönmüş. Sanki dünyada o an, sadece o beyaz smokinli genç adam var. Hayatlarında sadece tahayyül ettikleri, filmlerde seyrettikleri, o şaşaalı, şehvetli, yasak hayatı, burada, onunla yaşıyorlar.”
Sadece bir tiyatro oyununda rol almış. Robert Anderson tarafından yazılan, Çay ve Sempati…(Cinsel kimlik tartışmalarını konu alan ve Broadway’de sahnelendiğinde bile hayli gürültü koparan bir piyesti. Lisedeki arkadaşları tarafından sürekli alaya alınan efemine öğrenci Tommy Lee, beden eğitimi öğretmeninin karısıyla ilişki kurarak, erkekliğini topluma ispat ediyordu. Beden eğitimi öğretmeni ise, karısına ilgisiz, gizli bir eş cinseldi.) 1965’te, Çay ve Sempati’de Tommy Lee karakterini canlandıran Zeki Müren, duygularını şöyle özetlemiş: “Robert Anderson sanki bu oyunu benim için yazmış.”
Türkiye için yaşayan, malını-mülkünü orduya-eğitime vakfeden, hayatımda tanıdığım en cesur, en yurtsever insanlardan biriydi.
Bu milletin “en onurlu evlatlarından biriydi.
Sanırım o nedenle, sergisinin girişinde, pek çok omurgasızı utandırırcasına, TSK Mehmetçik Vakfı’nın çiçeği vardı.
Zeki Müren’e fatiha okuyup, serginin hazırlanmasında emeği geçenlere yürekten teşekkür edip, evimin yolunu tuttum.
Haberleri seyretmek için televizyonu açtım.
Açar açmaz… Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geldim!
Sf: 36
Hiç kimseye zarar vermeden “onur yürüyüşü” yapmaya çalışan insanlarımıza tomarlarla saldırıyor, tazyikli suyla yerlerde süründürüyor, suratlarına plastik mermi sıkıyorlardı.
Açık söylüyorum…
50 sene öncesinden çok daha geridir bu ülke.
Asrın liderinin peşine takılıp, taa geçen asra gitti Türkiye.
Zeki Müren
1932’de Bursa’da dünyaya geldi. 1950’de İstanbul Radyosu’na girdi. 600’den fazla plak, kaset doldurdu. Plağa okuduğu ilk şarkı “bir muhabbet kuşu”ydu.  200’den fazla şarkı besledi. Henüz 17 yaşındayken bestelediği ilk şarkı “zehretme hayatı ana cananım”dı. Kalp ve şeker rahatsızlığı yüzünden 1980’den sonra sahne hayatından uzaklaştı. 24 Eylül 1996’da TRT İzmir Televizyonu’nda kendisi için düzenlenen törende kalp krizi geçirdi vefat etti. Bursa Emirsultan mezarlığında toprağa verildi. Mirasını Mehmetçik Vakfına bıraktı.
Börekçizade Rifat
Sivas kongresi tamamlanmış, Ankara’ya dönmüşlerdi. Elde avuçta ne varsa tükenmişti. Ekmek almak için fırına ödeyecek paraları bile yoktu. Sofraya bulgurdan başka konacak yemek kalmamıştı. Mustafa Kemal bankalara borçlanmayı reddediyordu. Özel kalem müdürü Mahzar Müfit Kansu kürklü  paltosunu sattı, satılabilecek bir o kalmıştı, anca birkaç gün daha idare edebileceklerdi. Kapı çalındı…
İçeri giren asker, müftü efendinin geldiğini söyledi. “Eyvah” dedi Mazhar Müfit… Çekmecesini açtı, kahve vardı ama, sadece iki tek kesme şeker kalmıştı, sigara bitmişti, misafir ağırlayabilecek durumda değildi. N’aapsın? Olduğu kadar gari, “buyursunlar” dedi.
Börekçizade Rifat Efendi odaya girdi, masanın kenarındaki iskemleye ilişti. Mazhar Müfit, Mustafa Kemal için sakladığı iki tek kesme şekere kıyamadı, “zannedersem sade kahve içersiniz değil mi” diye sordu. Müftü efendi tebessüm etti, “zahmet etmeyin, kahve içmiyorum” dedi. “Sigara da kullanmazsınız değil mi?” “Onu da kullanmam…” Halbuki, hem kahve içtiğini, hem de sigara içtiğini, elbette Mazhar Müfit de biliyordu.
Müftü efendi “fazla vaktinizi almayayım” diyerek söze girdi, “biraz sıkıntıda olduğunuzu duyduk” dedi. Demesine kalmadan, Mazhar Müfit gayet ters bir el işaretiyle müftünün sözünü kesti, “paramız var” diyerek, masanın arkasındaki küçük kasayı gösterdi. Bozuntuya vermek istemiyordu ama, kasada sadece 48 kuruş vardı. Paltodan geriye o kadarı kalmıştı.
Müftü efendi, günümüzde artık normal kabul edilen sarıkla cübbeyle gezmiyordu, bildiğin ceket giyiyordu. Elini sol iç cebine soktu, mendil çıkardı. Katlanmış minik bir çıkın haline getirilmişti. Masaya koydu. Açtı. 1.200 lira vardı. Kendi çocuklarına bile yük olmamak için, eşi Samiye hanım’la birlikte biriktirdikleri cenaze parasıydı.
Bu mübarek memleket… Kuvayi milliyecinin sırtından çıkarıp sattığı paltosuyla, yurtsever müftünün kefen parasıyla kuruldu.
Ve bugün, hırsız imam sandıktan oy çalıyorsa, kutsal kitabımız miting meydanlarında parti broşürü olarak kullanılıyorsa, kandil mahyalarında milletvekili reklamı yapılıyorsa, camiler seçim bürosu haline getirilmişse… Türkiye Cumhuriye’tinin ilk diyanet işleri başkanı Börekçizade Rifat’ın makamında oturan Görmezgillerin, yaşayacak sarayı, binecek Mercedes’i vardır ama, yatacak yeri yoktur!
Mehmet Rifat Börekçi
1860 doğumlu Rifat Börekçi, Şeyhülislam Dürrizade’nin “kuvayi milliyecilerin katledilmesinin caiz ve görev” olduğunu belirten fetvasına karşı, milli mücadeleye dinen onay veren Ankara fetvasını ilan etti. Padişah tarafından Ankara müftülüğünden alındı, idama mahkum edildi. 23 Nisan 1920’de toplanan TBMM birinci döneme, Muğla Milletvekili olarak girdi. 1924’te kurulan Diyanet İşleri’nin ilk başkanı oldu, 1941’de vefat edene kadar bu görevde kaldı.

Sf: 54
Birand
20-21 yaşlarımda filandım, üniversitede gazetecilik okuyorum, konferanslar düzenleniyor, dinleyelim de öğrenelim falan diye konuşmacılar getiriliyor, sıkılırım bu tür şeylerden, hiçbirine katılmıyordum. Ukalalıktan değil, gazeteciliğin bulaşıcı olmadığını düşünüyorum, kıdemli gazetecilerle  sohbet ederek gazeteci olunacağına inanmıyorum, ressamla arkadaş oldun diye iyi resim yapamayacağın gibi…
Neyse, gene öyle bir gün, galiba haber yazma tekniği dersiydi, hoca dedi ki, Mehmet Ali Birand gelecek, soru soracaksınız, soru sormayana not yok, üstelik, gene sıvışacağımı bildiği için, ilk soruyu da sen soracaksın dedi. Mecbur muyuz… Mecbursun, illa soracaksın. Girdik tabii zorla… Birand geldi oturdu kürsüye, amfi full, elimi kaldırdım, buyurun dedi, “çıkabilir miyim?” diye sordum!
Böyle tanışmıştık.
Sonra gene mecburiyetler üzerine gazeteci oldum, mecburiyetler üzerine televizyoncu oldum, hayat işte, Mehmet Ali Birand’la ama haberlerde rakip olduk. İki defa, birinde atv’yle, birinde star’la… Rakibiz ya, dünya görüşlerimiz de farklı, onu sevmeyenler bana ispiyonluyor, beni sevmeyenler ona ispiyonluyordu. Aynı binada çalışırken, o akşam hangi özel haberi yapacağını bile gelip, çaktırmadan üfleyenler oldu.

Sf: 55
Bilmedikleri şuydu…
Hiç birlikte çalışmadık ama, birbirimizin aleyhinde yazı yazdığımızda bile, kıran kırana reyting mücadelesi verdiğimizde bile, insanı temasımız hiç kopmadı. Haberde babamı tanımam, defalarca kazık attım. Ama, asla yalan söylemedim ona.. O da bana söylemedi. Suratına gülüp, arkasından kuyusunu kazanları tek tek söyledim. Kim bilir, belki de gülümsemesinin sebebi buydu!
Maalesef, vefatı benim için sürpriz olmadı. Bir sene kadar evvel, gerçi başbakanımız gibi kokoreç yemedik ama, çay içtik.
Helalleştik.
Taa öğrenciyken “çıkabilir miyim?” dediğim adam, “çıkıyorum” demişti.
Ve maalesef, vefatından sonra gördüklerimiz de sürpriz olmadı. Dostlarını tenzih ediyorum… İmkan olsa, öbür tarafa canlı yayın yapabilsek de, timsah gözyaşlarını, iki yüzlü ağıtları seyredebilse.
Özetle…
Yukarıdaki sebeplerle, üniversitelere gazetecilik anlatmaya asla gitmem; diyeceğimi topluca buradan diyeyim.
Başka meslek seçin.
Yapmayın bu işi.
Mehmet Ali Birand
1941 İstanbul doğumluydu. Gazeteciliğe Milliyet’te başladı. Brüksel temsilcisi oldu, 20 yıl Belçika’da yaşadı. Televizyon klasiği haline getirdiği “32. Gün” haber programına 1985’te TRT’de başladı. Sabah’ta Posta’da yazdı, Show Tv’de CnnTürk’te çalıştı, yakın tarihe dair belgeseller hazırladı, en son Kanal D ana haber bülteni sunuyordu. Hakkında açılan davalara rağmen, 28 Şubat’ta hedef haline getirilmesine rağmen, PKK’ya af çıkarılması, Öcalan’nın TBMM’ye girmesi, PKK’nın meşrulaştırılması gibi fikirleri savundu. O güne kadar bilinmiyordu, ölümünden bir yıl önce kürt olduğunu açıkladı. 2013’te vefat etti, Beykoz’da bir caddeye ismi verildi.

Sf: 60
Abdulvahap
Sanıklardan önce savcılar’ın yargılandığı dünyadaki tek davada… Keriz Feneri’nin bağış paralarını bavullarla Almanya’dan Türkiye’ye getirdikleri, televizyon kanalı kurdukları, gemi aldıkları resmen kanıtlandı.
Ayrıca, şu şu şehirlerde şu şu isimli vatandaşlara nakit para yardımı yaptık demişler, o vatandaşlara tek tek sorulmuş ki, tek kuruş almadıkları gibi, makbuzların altındaki imzalar da sahte.
 Böylece, Keriz Feneri’ni kurcaladığı için yargılanan Sacı Abdulvahap Yaren’in sözleri yeniden gündeme geldi. Afrika’daki aç çocukların fotoğraflarını göstererek… “Yardım paralarının bunlara gitmesi gerekiyordu, zekat hırsızlarını koruma altına alan bir güç var, ben bu güce ‘hırsızların imparatoru’ diyorum, hem altındaki figüranları koruyor, hem kendisine ulaşılmasını engelliyor, kim olduğu belli, halk arasında tabir vardır, arife tarif gerekmez, damda gezer miyav der, isme gerek var mı” demişti.
E haliyle herkes “hırsızlar imparatoru”nun kim olduğunu merak ettiğine göre, hukuk’a yardımcı olmak lazım.
“İsmi” şimdilik meçhul ama…
“Eşkal”i belli oldu.
Davul tozu minare bölgesi holdinglerle ahalimizin nasıl dolandırıldığını manşet yapan Alman gazetesi Die Zeit, yayımladığı “robot resim”le, hırsızlar imparatorunun arifini tarif etti.
Karikatürize robot resim şöyle…
Badem bıyıklı bir arkadaş, kılığından kıyafetinden buram buram Anadolu insanı olduğu belli olan vatandaşımıza, bir eliyle bayrağı-minare’yi işaret ediyor, öbür eliyle, bayrağa-minare’ye bakan vatandaşımızın cebindeki paraları araklıyor.
Daha n’aapsın Alman?
Madem o enseledi, teşhis’i de mi o yapsın?
Almanya’da “asrın dolandırıcılığı” olarak nitelenen Deniz Feneri’nin, Türkiye ayağını soruşturan üç savcıdan biriydi. Abdulvahap Yaren, Nadi Türkaslan, Mehmet Tamöz… Sadece Almanya’yı değil, Türkiye’yi de dolandırdıklarını tespit ettikleri için, çalınan zekat paralarının bazı (!) siyasi partilere uzandığını tespit ettikleri için, şak diye sanık haline getirildiler. Görevde yetkiyi kötüye kullanma suçundan yargılandılar. Elbette beraat ettiler ama, Deniz Feneri’nin Türkiye ayağı paçayı kurtarmış oldu. Tam olarak savcı Abdulvahap Yaren’in dediği gibi olmuştu, hırsızlar imparatoru meseleyi örtas etmişti!

Sf: 75
Aziz
İzmir’de “çete” kurarak “asrın yolsuzluğu”nu gerçekleştiren belediyeciler tahliye edildi Çete’lesini yazayım bari.
İzmir Büyükşehir’in en büyük harcama kalemi, metro… 80 küsur müfettiş, aylarca inceledi. En küçük bir suistimal bulundu mu? Bulunmadı. Suçlamalar arasında var mı metro? Yok.
Banliyo sistemi için 600 milyon lira harcandı. Tüneller, yeraltı istasyonları, geçitler filan.. İhalelerinde yamuk tespit edildi mi? Edilmedi. Yok mu yani suçlamalar arasında? Yok.
Körfez trafiği için 15 adet katamaran tipi, hızlı vapur alınıyor, imzalar atıldı, 115 milyon Euro… Komisyon momisyon, malı götürmek için iyi bir fırsat… Var mı iddianamede? Yok.

Sf: 76
Kadifekale civarındaki kentsel dönüşümün maliyeti, 200 milyon lira… Akraba, eş dost’u kollayıp, al takke ver külah için, şahane imkan…
Var mı asrın çete davasında? Yok.
 AB standartlarında biyolojik arıtma tesislerinin başkentidir, İzmir… Türkiye’deki her 4 biyolojik arıtma tesisinin 1’i orada… 70 milyon liranın üzerinde para harcandı. İhaleleri didik didik edildi, en küçük bir pürüz bulundu mu? Bulunamadı. Davada yok o halde? Yok.
Memleketin en önemli çevre projelerinden Çamur Çürütme ve Kurutma Tesisi’ne 62 milyon lira ödendi. Bir kuruşluk avanta tespit edildi mi? Edilmedi. Yok mu iddianamede? Yok. 2005’ten beri, her hafta, 207 bin öğrenciye 1.2’şer litre süt dağıtılıyor. Faturası sadece bu sene, 7 milyon lirayı geçti. Bırak hastanelik olmayı, tek çocuğun bile karnı ağrımadığı gibi… Soruşturmalara rağmen, en ufak bir akçeli iş bulundu mu? Bulunmadı. Var mı davada? Yok.

8 senedir yönetiyor İzmir’i Aziz Kocaoğlu… Her sene 5 milyar lira bütçeden, 40 milyar lira eder. Sırf kamulaştırmaya 700 milyon lira harcadı. Kendisine oy vermeyenler, AKP’nin İzmir’deki yöneticileri dahil, “boğazından haram para geçti” diyebilin var mı? Yok.
İyi de kardeşim…
Neyi soydu bunlar?
Mandalina’yı soydular!
Evet… Suçlamalar arasında mandalina var. Üreticiden mandalina alıp, okullarda dağıtmışlar. Fahiş fiyatla mı almışlar? Yo-ooo, ucuza almışlar. Suç ne o zaman? Almasalar da olurmuş, niye almışlar! Üreticiyi kollayarak, kamuyu zarara uğratmışlar. Normalde, mandalinaların çöpe atılmasına, üreticinin batmasına göz yummaları gerekiyordu. Suriyeli çünkü üreticiler!
Şal almışlar, kaşkol almışlar, öğretmenlere dağıtmışlar. Niye? Öğretmenler Günü için… Vakko’dan mı almışlar? Hayır, kooperatiflerden almışlar, dükkan fiyatının 10’da 1’ine.

Sf: 77
Başka? Şevval Sam’a konser verdirmişler. Şarkı da mı suç birader? Şarkı suç değil ama, Şevval Sam için ihale açmamışlar! Belki, daha ucuza Şevval Sam var, di mi?
Otopark meselesi var bi de… Belediyenin otoparkını,özel şirketin elinden alıp, belediye şirketine vermiş Aziz Kocaoğlu… Bak sen şunun yaptığına! Komünist misin Başkan? Bırak, parayı kim götürürse götürsün… Niye belediyenin malını belediyeye veriyorsun?
Ayrıca…
İhbarda bulunuyormuş gibi olmayayım  ama…
İstanbul metrosunun her kilometresi, 100 milyon lira… İzmir metrosunun her kilometresi, sadece 40 milyon lira… Kilometre başına 100 milyon lira daha az… Ayıp değil mi Aziz Bey? Bir şehrimize arıtma tesisi yapıldı, yabancı krediyle, 40 milyon Euro… İzmir’e  aynısı yapıldı, öz kaynaklarla, 3 milyon dolar… 15 kat ucuza! İflas mı ettircen sen bu şehri Aziz Bey?
İzmir Büyükşehir Belediyesi, 200 mililitre sütü, kaç liraya alıp, çocuklarımıza içiriyor? 37 kuruşa… Hükümetimiz, aynı İzmir’de, aynı çocuklara, aynı ineklerin sütünü, kaç liraya içiriyor? 53 kuruşa… 2 katına yakın… Bu kafayla gidersen, 397 sene hapis, az bile Aziz Bey.
Ve, ayrıca…
Kendimi ihbar ediyormuş gibi olmayayım ama…
O çetenin zeybeğiyim!
“Ak”lanmaya ihtiyacımız da yok, niyetimiz de yok bizim! Bir oyum var… Bir milyon oyum olsa, bir milyonunu da çetebaşı’na veririm. İzmir Aziz’dir Aziz kalacak.
Aziz Kocaoğlu
1948’de Tokat Erbaa’da doğdu. Babası İhsan Kocaoğlu, 1973-80 arasında CHP’den Erbaa belediye başkanıydı. 1973’te Ege Üniversitesi iktisat fakültesinden mezun oldu, İstanbul Üniversitesi’nde işletme mastırı yaptı. 1979’da kendi işini kurdu, beyaz eşya ticareti yaptı. Siyasete CHP gençlik kollarında başladı. 2004’te Bornova belediye başkanı seçildi. Üç ay sonra Ahmet Piriştina vefat edince, büyükşehir meclisinde oy birliğiyle İzmir büyükşehir belediye başkanlığına getirildi. 2009’da 2014’te tekrar aday gösterildi, tekrar tekrar kazandı. 1895-1907 arasında belediye başkanlığı yapan efsane Eşref Paşa’nın rekorunu kırdı, İzmir’in 150 yıllık belediye tarihinde en uzun süreyle görev yapan başkan oldu.

Sf: 80
Cüneyt
Perihan Abla’nın çekildiği muhitte doğdu, Kuzguncuk’ta. 10 yaşında futbola başladı. Kartalspor’da. Forvet oynamayı, çalım atmayı seviyor, stili Şeytan Rıdvan’a benzediği için, Rado lakabıyla tanınıyordu.  Minikler liginde İstanbul şampiyonu oldu, Fenerbahçe’yi yendiler, golü o attı. Düştü bi gün, kolu kırıldı, iyileşip döndüğünde antrenörü defansa koydu, morali bozuldu, çıkardı futbolcu formasını, babası gibi, hakem gömleğini giydi. 17 yaşında.
Reşit bile değildi. Gençleştirme projesi kapsamında, ailesinin izniyle, ilklerden biriydi. Asistan hocası, babasıydı. Birinci hocası ise doktor-hakem Ahmet Çakar’ın, doktor-hakem babası Mustafa Çakar’dı. Bu arada, Kocaeli Üniversitesi’ni kazandı, işletme diploması aldı.
Annesi, Vildan Hanım… “Evdeki yan hakem” desek, yanlış olmaz. 90’larda, Kuşadası’ndaki seminerde, hakem eşlerine verilen kursa katıldı. Her hafta maç, sürekli kamp,devamlı futbol muhabbeti, nasıl katlanılır? Fedakarlığın psikolojisi… Bunların eğitimini aldı. Senelerce eşinin ve oğlunun bavulunu hazırladı, en sıkkın anında bile, güler yüzle uğurladı, güler yüzle karşıladı. Hayatı mecburen futbol olduğu için, FIFA kokartlılar kadar oyun kurallarına hakim.
Eşi, Gamze… 7 senedir evliler ama, yazlıktan, çocukluk aşkı, 16 yaşından beri, el ele büyüdüler. Bandırmalı, üniversiteyi kazanmış, İstanbul’a geldi, işletmeci. Maç biter bitmez aradığı, ilk kişi. Eve döner dönmez, oturup, yönettiği maçı seyrederler. Asla, eşinin düdük çaldığı maça gitmez. Çünkü, küfür… Maalesef, bu memlekette, hakemlerin “insan” olduğu unutulduğu gibi, hakem eşlerinin de “insan” olduğu hatırlanmaz. Halbuki, bugün ulaştığı zirveyi Gamze’ye borçluyuz. Ne bayramları var, ne tatilleri, sadece özveri var. Henüz çocukları yok.
Kız kardeşi, Fatma… Galatasaray Üniversitesi mezunu, Yeditepe Üniversite’nde reklam üzerine yüksek lisans yapıyor.
Maçlardan önce ve sonra, mutlaka, kız kardeşinin fikrini sorar, özellikle, hakem-futbolcu diyalogları hakkındaki gözlemlerine çok önem verir.

Sf: 81
Sigorta acenetesi var. Maç, kamp, idman, seyahat, seminer, vakti yok. İşi,ortağının üstüne yıkmış vaziyette… Üstelik, kendisiyle beraber, ortağının da ekmeğiyle oynuyor, para kazanmasını engelliyor! Çünkü, herhangi bir kulüple alakası olan müşteriyi kabul etmiyor, kusura bakmayın, başka acenteye gidin diyor. Adam gibi adam olunca, işte böyle oluyor.
Evinde ve iş yerinde kayıt cihazı var, Avrupa’daki tüm maçları kaydediyor, her gün en az iki maç seyrediyor, kararları örnekliyor, ekibine seyrettiriyor. Çocukluk tutkusu bu… Tek kanallı TRT döneminde, babasının yönettii maçları videoyla, beta kasete kaydeder, o zamanlar cep telefonu yok, babası soyunma odasına iner inmez, stadı arar, kararları doğru verip vermediği konusunda yorum yapardı. Hatta, babasının arkadaşı öbür hakemler, bu özelliğini bildikleri için, mutlaka kaydetmiştir diye düşünerek, maç biter bitmez, onu arayıp, pozisyonları sorarlardı. 80’lerden günümüze kadar, tüm spor programlarının arşivi var evinde.
Ortaokul ve lisedeyken, İngilizce derslerine beden eğitimi öğretmenleri girmişti! Buna rağmen, iyi derecede İngilizce biliyor. Çabaladı çünkü… İngiltere’ye dil eğitimine gitti.
Fit… Boğazına dikkat ediyor.
Olimpiyata katılacak atlet gibi çalışıyor. Saat gibi. Gece hayatı yok. Yazıyı bitirince internete girin lütfen, maçlardan başka fotoğrafını bulamazsınız. Sinema seviyor, tiyatroya gidiyor, sadece eşi ve yakın arkadaşlarıyla… Özel hayatını, özel yaşıyor.
Rock müzik dinliyor. Favorileri, Amerikalı heavy metal grubu Manowar’la, İrlandalı alternatif rock grubu The Cranberries… Soyunma odasında hazırlanırken bile, kulaklığında.
Her akşam bir-iki saatini kitap okumaya ayırıyor. Yaşar Kemal ve Hikmet Temel Akarsu’yu beğeniyor. Ancak, kelimenin tam manasıyla, Stephen King hayranı.
Gerilim-koru yani.
Derbi gibi!
Tam onun kalemi.
Evet, Cüneyt Çakır o.
Tarihi günün hakemi.

Sf: 82
Tel tel dökülen Türk futbolunu, Avrupa Şampiyonası’nda, Dünya Kupası’nda temsil edecek olan… Haçlı zihniyeti var, lobimiz yok palavralarını yırtıp atan… Henüz sadece 35 yaşındayken, mesleğe yeni başlayan gençlere, demek ki başarabilirmişiz diye rol model olan… Başkası olsa, havasından geçilmezken, sakin, saygılı, düzgün kalmayı başaran… En başta, babası Serdar Çakır, Türkiye’yi onurlandıran hakem.
A’dan Z’Ye çamura bulanmış sahalarımızda, pırıl pırıl bi o kaldı… Hayırlısıyla onu da linç ettik miydi kardeşim, sen sağ ben selamet!
Cüneyt Çakır
1976’da dünyaya geldi. 2006’da FIFA kokartı taktı. 2014’te Doğan Babacan’dan sonra Dünya Kupası’nda görev yapan ikinci Türk hakem, dünya kupasında yarı final yöneten ilk Türk hakem oldu. 2015’te Şampiyonlar Ligi Finali’ni yöneten, 2012’de Dünya Kulüpler Şampiyonası Final’ni yöneten ilk Türk hakem oldu. Avrupa şampiyonası, Avrupa ligi dahil, tüm üst düzey turnuvalarda Türkiye’yi temsil etti, gelmiş geçmiş en başarılı hakemimiz oldu.

Sf: 90
Ahmet
Cumartesi günü.
Saat 15 suları.
Hava yağmurlu.
Ayaz, ısırıyor.
Avukat Şule Nazlıoğlu Erol’un başlattı adalet nöbeti, hafta sonu tatili, gece gündüz demeden devam ediyor. Mahkeme pazartesi sabahına kadar kapalı, binada kimse yok, olsun, ellerinde bayraklarıyla sessiz şekilde bekleyişlerini sürdürüyorlar. O sırada… Kalabalığın önünde bir midibüs duruyor. Mamak askeri cezaevi önünde sessiz çığlık eylemine katılanlar, servis ayarlamış, sessiz çığlık’tan adalet nöbeti’ne gelmişler. Esir subayların eşleri, çocukları, iniyorlar. En son, genç bir adam iniyor. Tek başına. Siyah güneş gözlükleri var. Yardım rica ediyor. Elinden tutup, bir sandalyeye oturtuyorlar. Görme engelli.
Beş dakika geçiyor, on dakika geçiyor, fark ediyorlar ki, o görme engelli genç adam hakikaten tek başına gelmiş, beraberinde kimse yok, elleri dizlerinde, öyle oturuyor. Cüppesiyle nöbet tutan avukatlardan biri yanaşıyor, merhaba… Tanışıyorlar, “ismim Ahmet Gül” diyor, “Almanya’dan geldim, Stuttgart’tan!”
Evet… Görme engelli yurtsever, hafta içinde çalışıyor, hafta sonu tatil, fırsat diyor, biniyor uçağa tek başına Almanya’dan, bir günlüğüne Ankara’ya geliyor, havalimanında taksi, Mamak’a gidiyor, sessiz çığlık eylemine katılıyor, oradan adalet nöbeti’ne gidece, taksi çağırmaları için yardım rica ederken, öğreniyor ki, Mamak’tan Anayasa Mahkemesi’nin önüne servis midibüsü ayarlanmış, binebilir miyim diyor, buyrun diyorlar, biniyor, adalet nöbetine geliyor, 12 saat nöbetini tutuyor, gece yarısı saat 3’te kalkıyor, yoldan taksi çevirmelerini rica ediyor, hoşçakalın diyor, biniyor, Esenboğa’ya gidiyor, ilk uçakla Stuttgart’a dönüyor.
Görenler, görmemek için gözlerini yumarken… Görme engelli yurtsever, gönül gözüyle işte böyle görüyor.
Yazarken bile tüylerimi diken diken eden bu insanlık dersini, pazartesi günü katıldığım adalet nöbeti’nde öğrendim. Sessizce gelmiş, sessizce beklemiş, sessizce gitmiş, sadece birlikte çekilmiş hatıra fotoğrafları var. Kimdir? Öyküsü nedir? Bilen yok. Sormuşlar; kim olduğum önemli değil demiş, bu asrın iftirasını sadece subaylara değil, hepimize atılmış kabul eden bir vatandaşım, hepsi o.

Sf: 91
Öğrenmezsem, çıldırırım.
Allem ettim kallem ettim, Almanya’yı ayağa kaldırdım, tanıdık tanımadık herkesi devreye soktum, telefon numarasını buldum, aradım.
Doğuştan görme engelli.
Ahmet Gül
1970, Konya doğumlu. Yedi yaşındayken ailece Almanya’ya göç etmişler. Sıfır Almancayla başladığı görme engelliler okulunu başarıyla tamamlayıp, Stuttgrat Konservatuvarı’nın opera bölümünden mezun olmuş. Kendini klasik Türk müziğine ve Türk kültürünü tanıtmaya adamış. Şu anda, Ahenk Kültür ve Sanat Derneği’nin yöneticisi. Almanya’daki Türk dernekleri arasında işbirliği sağlıyor, konferanslar tertipliyor, mesela. Yıldız Kenter’i, rahmetli Rauf Denktaş’ı getirmiş. Hayata gülümseyerek bakan, mücadeleci bir insan; bir kız, bir erkek evlat babası.
Peki ya asrın iftirasıyla alakası? Bir esir subayın akrabası falan mı? Hayır… Orgeneral Ergin Saygun’un kalp ameliyatıyla ölümden kıl payı döndüğü dönemde, Saygun’un kızı Ece’nin twitter adresini takip etmeye başlıyor, Balyoz davasıyla böyle tanışıyor. Okudukça öğreniyor, öğrendikçe iftiraya vakıf oluyor. Kılımı Kıpırdatmadan oturamam, bir şey yapmalıyım diyor, Atatürkçü Düşünce Derneği’yle birlikte konferans tertipliyor, Profesör Şengül Hablemitoğlu’nun moderatörlüğünde, Ece Saygun, İrem Çiçek, Tülin Alan’ı konuşmacı olarak Stuttgart’a getiriyor, anlattırıyor, vatandaşlarımızı bilgilendiriyor. 
Davanın Yargıtay aşamasında, atlıyor uçağa, Ankara’ya geliyor, Yargıtay’ın bahçesinde esir subayların aileleriyle birlikte oturuyor, bekliyor. Gene tek başına… Kimse farkına varmıyor. Sessizce geliyor, sessizce gidiyor.
Dedim ya, hayata gülümseyerek bakıyor.
Görme engelini hiç önemsemiyor.
Nasıl gelip gidiyorsun tek başına diye sordum… Kahkaha atıyor, “yolu bilmediğim zaman bilenlere soruyorum, sorun yok, kör olmayanlar da yol soruyor” diyor!

Sf: 92
Er Mektubu Görülmüştür kampanyasına da katılmış. Tesadüf o ki, Maltepe’den kardeşim Erdinc Altıner’in mektup arkadaşı çıktı.
Ve, yukarıda da anlattığım gibi, bu sefer adalet nöbeti için geliyor, sessizce oturuyor, sessizce gidiyor. Doğrusunu isterseniz, kendisine telefonla ulaşmamdan da pek mutlu olmadı, “abartılmasın lütfen, matah değil, yurttaşlık görevimi yaptım, hepsi o” diyor.
“Sadece subaylara değil, hepimize atılmış bir iftiradır bu, subaylarımızı hapse tıkarak Türkiye’ye neler yapmaya çalıştıklarının farkındayım, bunu bile bile kılımı kıpırdatmadan oturamam, çocuklarımın yüzüne bakamam, helal süt emmiş insanlar böyle adaletsizliğe duyarsız kalamaz” diyor.
Görenler, görmemek için gözlerini yumarken… Görme engelli yurtsever, gönül gözüyle işte böyle görüyor.
Akp’nin zulüm döneminden beş tane “örnek vatandaş” say deseniz, biri Ahmet’tir. “Engel” tabir edilen kavramın, gözlerimizde, kulaklarımızda veya bacaklarımızda olmadığını, engel tabir edilen kavramın “yürek”lerde olduğunu kanıtlamış bir yurttaştır. Yürek yoksa, insan engellidir. Ahmet’in gözleri görmüyordu ama, mangal gibi yüreği vardı. Bu kitabın yazıldığı 2016 itibariyle, Türkiye’deki haksızlıkları Almanya’da duyurabilmek için çabalarını sürdürüyordu.
Ziya
2005…
Başbakanımız efendimiz atladı uçağa, Moskova’ya gitti, odalar birliği tarafından inşa edilen alışveriş merkezinin açılışını yaptı. O zamanlar da bayılırdı alışveriş merkezlerine. Mağazaları gezerlerken, kuyumcunun biri, Eminanım’a pırlanta gerdanlık hediye etti. Bilahare, halıcıya geçildi. Vitrinde görüp beğendiği ipek halı da Eminanım’a hediye edildi. Konfeksiyoncuya uğrandı, başbakanımız efendimize mont hediye edildi. Başbakanımız efendimiz, benim bedenime olur mu, bak olmazsa geri gönderirim haa dedi, yılışık kahkahalar atıldı, alkışlandı.

Sf: 93
Gel gör ki, henüz havuz medyası kurulmamıştı, Alo Fatih’ler yoktu, lavuklara gazetecilik yaptırılmıyordu. Dolayısıyla, başbakanımız efendimiz İstanbul’a döner dönmez, kamerayı mikrofonu burnuna dayadılar, hediyelerin fiyatını sordular. Çok sinirlendi. “Gazetelerde ağza alınmayacak, milletin adap çizgilerinin dışında ifadeler kullanılması çok çirkindir, ama gafil yakalandılar, 30 bin dolar dediler, halbuki perakende fiyatı 10 bin 600 küsür dedi. Türkiye seninle gurur duyuyor diye alkışlandı.
Gazeteciler peşini bırakmayıp, kurcalamaya devam edince, hediye gerdanlığın kuyumcuya iade edildiği açıklandı. İpek halı ise, başbakanlık envanterine kaydedildi. Hediye halının kayıt numarası kaçtı biliyor musunuz? 001’di. 
İlkti.
Başka kayıt yoktu.
002 asla olmadı.
Tam bu hediye meselesi konuşulurken, merkez bankası eski başkanı Gazi Erçel çıktı, “halının kayıt numarası 001 olamaz, çünkü merhum başbakan Adnan Menderes’in Hazine’ye kaydettirdiği hediye kol saati var” dedi.
Peki neydi bu Adnan Menderes’in hediye kol saati meselesi…
Gazi Erçel anlattı: “Seneler evvel, bankalar yeminli murakıbıyken, iki arkadaşımla birlikte, eskiden başbakanlık binası olarak kullanılan Hazine Genel Sekreterliği’nde çalışıyorduk. Küçücük bir oda vermişlerdi, üç kişi sığmıyorduk. Üstelik, odada 2 metre boyunca 1,5 metre eninde kasa vardı. Bari şu kasayı odadan çıkartalım diye düşündük. Taşımadan önce içine bakalım dedik, Hazine Genel Sekreterliği’nden izin aldık, anahtarı bulduk, çevirdik, açılmadı. Şifreyi bilen usta emekli olmuştu, ona ulaştık, geldi, kasayı açtı. Kocaman kasanın içinde, naylona sarılmış, bir kol saati vardı. ‘Bana hediye edilen bu saati saklanması kaydıyla emanete bırakıyorum’ manasında bir de not vardı. Son derece mütevazı bir saatti. Adnan Menderes tarafından emanete bırakılmıştı. Çok etkilendik, yerine koyduk, kasayı kapattık.”

Sf: 94
Hakikaten en çok etkileyici bir hatıraydı. Gazeteler manşet yaptı. Adnan  Menderes hayranları ağladı filan… Küçük bir pürüz vardı. Gazi Erçel yanılıyordu.
Kasada kol saati vardı ama…
Menderes’in değildi.
O saat sonradan maliye bakanlığı da yapan, dönemin Hazine genel müdürü Ziya Müezzinoğlu tarafından kasaya konulmuştu. Çünkü… 1959’dan 1960’a girerken, yılbaşı hediyesi olarak, Ziraat Bankası genel müdürü tarafından hediye edilmişti. Ziya Müezzinoğlu, hediye konusunda hassas bir insandı, asla kabul etmezdi, ancak, suratına çarpar gibi geri göndermesi de yakışık almayacaktı, düşündü, formülü buldu, üzerine “Ziraat Bankası’ndan hediye edilmiştir” notu yazarak, naylona sardı, Hazine Genel  Sekreterliği’nin kasasına koydu, milletin malını devlete geri verdi.
İyi de… Ziya Müezzinoğlu’nun saati miydi o saat, yoksa Adnan Menderes’in mi? Nasıl emin olabiliriz? Gazi Erçel’in yanıldığını nerden çıkarıyoruz?
Şurdan çıkarıyoruz… Peş peşe iddialar patlayınca, gazeteciler Hazine Müsteşarlığı’na koştu. Gazi Erçel’in bahsettiği devasa kasa, arandı tarandı, Hazine Müsteşarlığı’nın bodrumunda bulundu. Anahtarı kayıptı. Ama, telaşa gerek yoktu. Kasadaki saat oradan alınmış, Hazine müsteşar yardımcısının odasındaki küçük kasaya konulmuştu. “Millete ait helal mal” olduğu için sanırım, hala çalışır vaziyetteydi. Ve, üzerinde “Ziraat Bankası’dan hediye edilmiştir” notu bulunuyordu.
Hani, başbakanımız efendimiz habire neredeeen nereye geldik diyor ya…
Hediye kol saatini hazineye kaydettiren maliye bakanından, 700 bin liralık kol saatinin garantisi benim üstümde diyen ekonomi bakanına… Geldiğimiz yer bu.
Ziya Müezzinoğlu
1919 doğumluydu, yaşı Cumhuriyet’ten büyük, Cumhuriyet’e yaraşır bi siyasetçiydi. Hazine genel müdürlüğü, devlet planlama teşkilatı müsteşarlığı, Bonn büyükelçiliği, Ortak Pazar daimi temsilciliği yaptı. Ecevit’in genel başkanlığında CHP milletvekili oldu, 1972-79 arasında üç defa maliye bakanı oldu. “Devlet adamları nesli”nin son örneklerindendi.

Sf: 98
Kani
1953’te Makedonya’da dünyaya geledi, Üsküp’te, henüz beş yaşındayken anavatan göçtüler, İzmir’e yerleştiler, Şemikler’e
Bizim göçmen muhiti Şemikler’e git, İsveç’e geldim zannedersin, hemen herkes şarışın, beyaz tenli, rekli gözlüdür. O da öyle, çakmak çakmak bakar. Babası Karşıyaka orman işletmede memur olarak iş bulmuştu ama, oradan oraya göçüp yeniden hayat kurmak kolay değildi. Dar gelirliydiler. Şemikler ortaokulunu bitirdi, aile bütçesine katkı için çalışmak zorundaydı, liseye devam etmedi, edemedi, 14 yaşında çalışmaya başladı, tekstil atölyelerinde çıraklık yaptı 18’ine kadar, askerilğini bitirdi geldi, aşıktı, evlendi. İki kızı var. Ruhundaki engin özgürlük duygusunu yansıttı kızlarına, birine Deniz, birine Derya adını verdi. İkisine de üniversite okuttu, biri anaokulu öğretmeni, biri beden eğitimi öğretmeni oldu. Derya  henüz bekar, Deniz’den torunu var. Askerden dönünce ESHOT’a girdi, nedir derseniz, İstanbul İETT’nin İzmir veresiyonudur, otobüs troleybüs falan… Lastikhanede persçiydi, o nedenle bugün bile hala “Lastikçi Kani derler ona.

Sf: 99
Kani Beko
DİSK Başkanı.
Kendisinden bahsederken, DİSK Başkanı sıfatından önce, gururla “Lastikçi” sıfatını kullanır. Koltuk asalağı teorisyen denyolardan değildir, harbi işçidir.
Soyadına bakınca, Koç grubu sponsor olmuş gibi görünüyor ama… Günümüz Türkçesinde kullanılmayan “bek” kelimesi, Türk Dili Kurumu’nun sözlüğünden de vardır, halk ağzında “sert, sağlam” anlamına gelir. Seneler içinde yuvarlanıp, Beko olmuş. Soyadının kaynağı dedesi… Rahmetli, sert sağlam, pehlivanmış.
Lastikçi’ye dönersek… Örgütçü, mücadeleci, lider karaktere sahip; henüz 19 yaşındayken, dernek başkanıydı, Karşıyaka Kültür Dayanışma Derneği Başkanı, 21 yaşındayken sendikacaıydı. Memleket 12 Eylül’e yaklaşırken tutuklandı, üç ay yattı. Kariyerinin sıçrama noktası 1989’du, dönemin İzmir belediyesi kurumsallaşıyoruz ayağıyla, taşeron sistemine geçti, 1700 sözleşmeli işçiyi kapının önüne koydu, 400 yürekli işçi boyun eğmedi, teslim olmadı, seslerini duyurmak için İzmir’den Ankara’Ya çıplak ayakla yürüyüşe geçti, başı çekenler arasında elbette Lastikçi Kani de var, başardılar, yürüyüş zaferle sonuçlandı, İzmir belediyesi geri adım attı, işten atılanlar kadrolu olarak işe yerleştirildiler.
Dedim ya, maddi imkansızlık nedeniyle yüksek tahsil yapma imkanı olmamıştı. Ama, kelimenin tam manasıyla hayat üniversitesi mezunu… Sürekli okudu, araştırdı, hiçbir sendikal semineri kaçırmadı, kendini yetiştirdi.
Tek örnek vereyim… Bu topraklarda ilk 1 Mayıs, taa 1905’te, amele pazarı kurulan, İzmir Basmane Altınpark’ta, ulu çınar ağacının altında kutlanmıştı. Niye İzmir derseniz? Levanten kültürü ve etkin yerel basını nedeniyle, bu tür mevzulardan en önce İzmir’in haberi oluyordu. Niye Basmane derseniz? O senelerde, liman tabakhane, buz, havagazı, tütün, yağ fabrikalarında çalışan işçiler, Basmane civarında oturuyordu; amele pazarı nedeniyle, etraf iş bekleyenlerin vakit geçirdiği kıraathanelerle doluydu. Lastikçi Kani, çok akademisyenin bile bilmediği bu tarihi detayları okudu, araştırdı, taa 107 sene sonra, 2012’de aynı yerde toplantı düzenledi, o ilk 1 Mayıs’ın emekçilerini andı.

Sf: 100
Lastikçi Kani…
Akil sendikacılara benzemez yani.
İnsanlara “gözüm” diye hitap eder.
Övünmek gibi olmasın…
Sadece zeybek oynarken diz çöker!
 Türk sendikacılığı maalesef hep “Jaguar’a binen, oturduğu koltuktan 50 sene kalkmayan, fabrika sahibi olan, Miami’de villa satın alan, işçilerin sırtından köşeyi dönen” sendika ağaları tarafından iğfal edildi, kirletilid. Kani Beko’nun twitter hesabına girin.. “Lastikçi Kani, belediye işçisi, DİSK genel başkanı” yazar. Dairam lastikçi, daima işçi kalmayı başarabilen ilk ve tek sendika başkanı oldu Kani Beko.
Sinan
Sahilde büyümedi, çocukluğunu yaşama fırsatı olmadı, ömrü cephelerde geçti, dolayısıyla, yüzme bilmiyordu. Taa 54 yaşındayken… Çocuklara rol model olmak için, görsünler özensinler diye, eğitimini aldı, yüzme öğrendi.
İstiklal harbinin en kritik gecelerinde bile kitap okuyordu. Vefatından sonra tereke hakimliği tarafından tutulan kayıtlara göre, o sırada kütüphanesinde bulunan, not alarak, işaret koyarak okuduğu kitap sayısı 7333 adetti. en çok etkilendiği, ilham aldığı kitap, Rus yazar Grigory Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ydi.
Çankaya’ya biniyordu! Atının adıydı… Çankaya’yla Ankara’da konkurhipik yarışlarına katılıp, parkuru engel devirmeden tamamlamıştı. Bu yenetekli tayın, efsane binicimiz Saim Polatkan’a hediye etti. En sevdiei atı ise, Sakarya’ydı.
İlk köpeğinin adı, Alp’ti. İngiliz setter’iydi. Yavruyken almıştı. Kulübesi yoktu, Mustafa Kemal’in yatak odasında yatardı. Sonra bi av köpeği edindi. Adı Alber’di. En son, seyyar fotoğrafçı Hasan efendi’en Foks’u satın aldı. 50 lira ödedi. O zamanlar 50 lira dediğin, çok büyük paraydı. Foks, sokak köpeğiydi.
Güvercinleri vardı. Kuşçu Nuri usta bakardı güvercinlerine…

Sf: 101
Kanaryası  vardı. Bi gün kanaryasını çıkardı kafesten, okşarken, pırr, kaçtı kanarya, Çin vazosunun içine girdi iyi mi, çırpınıyor, kendine zarar veriyordu, bi türlü çıkaramıyorlardı, kırın dedi, kırdılar vazoyu, kanarya kurtuldu. Bi ara, Ankara kedisi vardı.
Orman kesip avm diken akp’lilerin inanması güçtür ama… Henüz istiklal harbi devam ederken, memleketin akıbeti belirsizken, Ağaç Koruma Cemiyeti kurdu!
Büyük Taarruz’dan önce herkesin eli tetikteyken, sırası mı şimdi demedi, hayati derecede önemli dedi, müze kurdu, Anadolu Medeniyetler Müze’sini!
Traktörü çok severdi, Atatürk orman çiftliğinden Çankaya köşküne, araziden, kendi kullandığı traktörle giderdii. Gelişmiş ülkelerde bile 20-30 senelik geçmişi olan biyoyakıt, dünyada ilk kez, Mustafa Kemal tarafından 1930’da hayata geçirilmiş, Atatürk orman çiftliğindeki traktörlerde kullanılmıştı.
“Bir gün insanoğlu tayyaresiz de göklerde yürüyecek, gezegenlere gidecek, belki de aydan bize haber yollayacak” dediğinde, takvimler henüz 1936’yı gösteriyordu.
Bugünkü sözde demokratların milleti nasıl soyduğunu, devletin mallarını yandaşlarına nasıl peşkeş çektiğini görüyoruz… Mustafa Kemal ise, TC’nin tapusunu kendi üstüne alma imkanı varken, elini bile sürmedi, parayla pulla hiç işi olmadı, askerlikten istifa ettiğinde elbisesi bile yoktu, sivil kıyafetle ilk fotoğrafını çektirebilmek için Erzurum Valisi Münir bey’in ceketini emanet aldı, onu giydi.
Biz bu cumhuriyeti hırsızlarla kurmadık. Helal süt’le kurdur. Yoklukla kurdur. Kağnıyla kurduk. O nedenle, Ankara’da ikamet ettiği istasyon binasındaki evinin duvarında, Namık İsmail bey’in, Harman Dövme Sahmesi adlı tablo asılıydı. O tabloda, kağnı, saban ve testiden su için köylümüz vardı.
Ulusal kalkınma vizyonuna tek bir örnek vereyim… 1937’de açtığı Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nda, dikkatinizi çekerim, taa 1937’de, işçilere ve Nazilli halkına kadınlı-erkekli balo düzenleniyordu, danslar ediliyordu, 2 bin 500 kişinin çalıştığı fabrikada 700 kişilik sinema ve tiyatro salonu vardı, haftada altı gün film gösteriliyordu, Nazilli’nin o günkü nüfusu 12 bin kişiydi, 12 bin kişilik yere 700 kişilik salon açmak, ancak devrimci bakış açısının eseri olabilirdi, işçilerin tiyatro kulübü vardı, müzik grubu vardı, fabrikanın radyosu vardı, fabrikada piyano vardı, piyano… Resim-heykel sergileri düzenleniyordu, spor kulübü vardı, Sümerspor, Türkiye’nin ilk alttan ızgaralı futbol sahası oradaydı, basketbol-voleybol sahası vardı, güreş minderi, boks ringi, tenis kortu vardı, paten pisti vardı, bisiklet parkuru vardı, ameliyathaneli, laboratuvarlı hastanesi vardı, ilkokulu vardı, kadın işçilerin bebişleri için kreş vardı, 1937’de, giyecek kooperatifi, fırını vardı, işçileri şehirden fabrikaya getirip götürmesi için, Gıdı Gıdı adı verilen mini treni vardı, kendi enerjisini kendi üretiyordu, santralı vardı, Nazilli’ye de elektrik veriyordu. Özetle… Cumhuriyet mucizesiydi.

Sf: 102
Mustafa Kemal, açılışa geldi. Nazilli halkı, teşekkür için, 22 ayar altından anahtar yaptırmıştı, sembolik kapı o anahtarla açılacaktı. Mustafa Kemal, memlekete hayırlı uğurlu olsun dedi, açtı. Bugünkülerin yaptığı gibi, hatıra ayaklarıyla anahtarı cebine atmadı. “Altın, milletin hazinesinde durur” dedi. Celal Bayar’a verdi, Celal Bayar emanete aldı, Ankara’ya gider gitmez hazineye kaydetti.
Bu bilgileri…
Akl-ı Kemal’den derledim.
Akl-Kemal… Sinan Meydan’ın, Atatürk’ün akıllı projelerini anlattığı dört ciltlik şaheseri.
Sadece Akl-Kemal yok elbette… Tarihçi-araştırmacı Sinan Meydan’ın, Nutuk’un Deşifresi, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, Atatürk’ün Gizli Kurtuluş Planları, El-Cevap gibi, bana göre, okullarda zorunlu ders kitabı olması gereken eserleri var.
Sinan Meydan… Bu memlekete, Turgut Özakman’dan sonra Allah’ın lütfudur.
Değerli anne-babalar…
Bugün 23 Nisan.
Neşe doluyor insan filan demek isterdim ama, ulusal egemenliğimiz, bağımsızlığımız, devrimlerimiz, açık tehdit altında… Evlatlarımıza ihtiyacımız var.
Mustafa Kemal’i tanısınlar, özgürlüğün, bu kutsal toprakların kıymetini bilsinler, yobazlığın, cahilliğin, dahili bedhahların nasıl bir tehlike olduğunu kavrasınlar istiyorsanız… Sinan Meydan’ın kitaplarını hediye olarak alın, evlatlarınızın başucuna koyun, onlarla büyüsünler.

Sf: 103
Sinan Meydan
1975’te Artvin Şavşat’ta dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi tarih bölümünü bitirdi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türkiye Cumhuriyet Tarihi bölümünde mastır yaptı. Çalışmalarının odak noktası “Atatürk” oldu. Akp döneminde türeyen sahtekar tarihçilerin ortak özelliği, hurafeler, iftiralar ve palavralarla dolu alternatif tarih yazma çabasıydı, gerçekleri çarpıtmak için Akp’nin tüm medya gücünü kullandılar. Sinan Meydan, bu kötülükle mücadele etti, yazdığı kitaplarla bu soytarıları deşifre etti.
Cevat Şakir 
Cevat Şakir Kabaağaçlı…
Robert Kolej’den mezun oldu, Oxford’dan diploma aldı. Gazeteciydi. Hayatını daktilo tıkırdatarak, karikatür çizerek, dergi kapakları resimleyerek kazanıyordu. Kurşuna dizilen asker kaçaklarının dramını yazdı, sen misin yazan, vatan haini muamelesi yaptılar, sürgün cezası verdiler, Bodrum’a sürdüler. Devletimizin o günkü kafasına göre, yüryüz cenneti Bodrum, sürgün yeriydi!
Cezası bitti, Bodrum’dan ayrılmadı. Bodrum’un antikçağlardaki adı olan Halikarnas’ı mahlas olarak benimsedi. Artık sadece yazar değildi, balıkçıydı, süngerciydi, bahçıvandı, rehberdi. Etrafına fener gibi ışık saçan kalemiyle, adeta, Ege ve Akdeniz medeniyetlerinin Diyojen’iydi.
Hayat ustasıyıdı.
Mavi Yolculuk’un babasıydı.
İnsanımızı, denizimizi, duyguyla, mitolojiyle, şiirsel dille harmanladı. Aganta Burina Burinata, Mavi Sürgün, Yaşasın Deniz, Anadolu Efsaneleri, Gülen Ada, Çiçeklerin Düğünü, Arşipel, Gündüzünü Kaybeden Kuş, Deniz Gurbetçileri, Hangi birini saysam bilmem ki, birbirinden eşsiz romanlar, hikayeler, denemeler, hatta, çocuk kitapları yazdı.

Sf: 104
 Aldı okurlarını, oralara götürdü… “Gök kadar beyaz denizin cam sessizliğinde tepetakla dinelen çamların akisleri, gönül dinlendirici oluyordu. Yatağan o suların üzerinden geçerken, o ağaç akislerini yarım mil ötelere kadar halka halka titretirdi. Oralarda dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmayan buhur ağacı ormanları vardır. Hafif hafif amber kokarlar. Bir yaprak kalabalığı olan her ağaçtan, başka ağaca sarmaşıklar kurarlar. Çiçeğin biri koptu mu, yere kelebek konmak üzere olduğu sanılır. Buhur ağaçları, ta kıyıda ayaklarını sedef yansımalı sularda yıkarlar. Gördüklerim hala gözlerimde yaşıyor.”
Anlattı, öğretti.
Sevdirdi.
Türkiye’de “çevre bilinci” denilince…
Hiç şüphesiz, akla gelen ilk kişiydi.
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü üzere, küçücük teknesiyle dolaşır, doğayı, denizi, deniz insanlarını küçük teknesinde yazardı. Tirhandildi. Yelken ve kürekle yol alan, Bodrum’a özgü, ahşap, alt tarafı sekiz metrelik, kayıktan halliceydi. Adı, Yatağan’dı.
Mavi Sürgün’de aynen şunları yazmıştı: “Ahiköy o zamanlar nahiyeydi, şimdi kaymakamlık oldu. Ben Bodrum’dayken, Yatağan adlı bir kayığım vardı. Ahiköy’ün ilk kaymakamının karısı, Bodrumluymuş… Yeni kaymakamlığa yeni bir ad takmak gerekince, oraya ‘Yatağan’ diye, benim kayığımın adını vermişler.”
Evet… Muğla’nın ilçesi Yatağan’ın eski adı, Ahiköy’dü. Bucaktı. 1944’te ilçe oldu. Adı değiştirildi, Yatağan yapıldı. Mümbit topraklara sahip bu şirin ilçe, Halikarnas Balıkçısı’nın yöre insanlarına mirasıydı. Çevre bilinci demek, Yatağan’dı… Yatağan demek, sevre bilinciydi.
Gel zaman git zaman…
Deniz kenarında olmamasına rağmen, Bodrum, Marmaris, Datça, Fethiye, Köyceğiz, Dalaman gibi, şahane Muğla ilçelerinden biri olana Yatağan’a… Termik santral diktiler!

Sf: 105
İnsanlarımız çırpındı, etmeyin eylemeyin, kıymayın diye… Dinletemediler. Filtresiz bacadan resmen kanser fışkırıyordu. Önce bitkiler öldü. Sonra toprak öldü. Tarım bitti. Mesleğe Yeni Asır’da başladığım için, gözümle şahidim, kuşlar öldü, kuşlar… İnsanlar ölmeye başladı. Bebeler sakat doğmaya başladı. Santral açıldığında Yatağan’da sadece iki eczane vardı, bugünkü nüfus üç aşağı beş yukarı aynı, eczane sayısı 20’yi aştı. en çok hangi tür ilaçları sattıkları, malum… Kişi başına düşen avukat sayısı desen, herhalde Yatağan şampiyondur. Vatandaşın santrala, devlete karşı açtığı davaların haddi hesabı bilinmiyor. Mücadele, mücadele, neticede güç bela filtre takıldı. Ancak, sorunun sadece filtre olmadığı anlaşıldı. Kanser tırmanmaya devam ediyor. Bazen havayı dağıtan rüzgar duruyor, halk camını çerçevesini kapatsın, sakın sokağa çıkmasın diye, zabıta araçlarından anons yapılıyor!
Yazık ettiler, Halikarnas Balıkçısı’nın çevre bilinci sembolü Yatağan’ına… Mahvettiler.
Ve şimdi de, termik santralı yandaş işadamlarına veriyorlar.
İşçiler, aileleri gene çırpınıyor, direniyorlar. Etmeyin eylemeyin, kıymayın diyorlar. Devletin hatası yüzünden bunca sene burasının kahrını çektik, çoluk çocuk hastalandık, sakat kaldık, arkadaşlarımız öldü, bari işsiz kalmayalım diyorlar. Nafile… Tazyikli suyla, plastik mermiyle saldırıyorlar işçilere, henüz kanser olmayanlar da kanser olsun diye, suratlarına biber gazı sıkıyorlar, copluyorlar, yerlerde tekmeliyorlar.
Olağan görüntüler yani.
E oldu olacak…
Bi daha değiştirin adını.
Tomağan yapın Yatağan’ı gari!
Cevat Şakir Kabaağaçlı
1890’da Girit’te dünyaya geldi. 1914’te aile içi tartışmada babasını öldürdüğü gerekçesiyle 15 sene kürek cezasına mahkum oldu, yedi sene sonra verem hastalığı nedeniyle tahliye edildi. 1925’te kurşuna dizilen dört asker kaçağıyla ilgili öyküsü nedeniyle, İstiklal Mahkemesi tarafından, üç seneliğine Bodrum’a sürgün gönderildi. Ömrü boyunca Bodrum’da kaldı.

Sf: 106
Önceleri “Hüseyin Kenan, Musa Cevat” gibi takma isimler kullandı. Neticede, Bodrum’un antik çağlardaki ismi “Halikarnas”ı mahlas olarak benimsedi. İlk öykü kitabı Ege Kıyılarından, 1939’da yayımlandı. İlk romanı, Aganta Burina Burinata, 1945’te yayımlandı. “Mavi Yolculuk” fikrini bulan, arkadaşlarıyla birlikte ilk uygulayan kişidi. İlk çıktıkları mavi yolculukta yanlarına sadece “peynir, su peksimet, tütün ve rakı” almışlardı. 1973’te vefat etti. Bodrum Gümbet’te toprağa verildi. 17 Nisan 2015’te 125’inci yaşgünü vesilesiyle Google tarafından özel bir doodle hazırlandı.

Sf: 111
Şükrü
“Sene 1942…
Babam, başbakan.
Aynı zamanda, Fenerbahçe başkanı.
Ankara’dayız. Fenerbahçe’nin Ankara’da maçı var. Kardeşim ve dayımla birlikte maça gitmek istiyoruz. Ama, havamız olsun diye, babamın götürmesini istiyoruz. Babamdan çekindiğimiz için söyleyemiyoruz, anneme söylüyoruz. Annem, babama aktarıyor, çocukları maça götür diyor. Babam, peki diyor. Hep birlikte başbakanlık makam aracına biniyoruz, stada geliyoruz. Şeref tribününe oturup, sahayı en güzel yerden seyredeceğimizi düşünürken… Babam şoföre sesleniyor, şurda dur diyor. Cüzdanından para çıkartıyor, dayıma veriyor; haydi bakalım çocuklar, gişenin önüne geldik, gidin biletinizi alın diyor!”
Oğlu anlatıyor bunu…
Şükrü Saracoğlu’nun oğlu.
Başbakan, Fenerbahçe başkanı…
“Avanta almayacaksın” diyor.
Alt tarafı bilet…
Evladına bile ayarlamıyor.
“Her ne almak istiyorsan, mutlaka parasını ödeyeceksin” diyor, “Suistimalin küçüğü büyüğü olmaz” diyor.

Sf: 112
Sene 1946…
Seçim bitmişi; Şükrü Saracoğlu kendisini milletvekili seçen İzmir halkına teşekkür etmek için, doğum yeri olan Ödemiş’e gidiyor. Yanında oğlu var. Masa donatılıyor. Haliyle, rakı, bira servisi yapılıyor. Başbakan bira içiyor. Oğlu gazoz içiyor. Ödemiş belediye başkanı soruyor, evladım, yaşın 18’den büyük, niye hala gazoz içiyorsun? Başbakanın oğlu cevap veriyor, babamın bira içtiği masada, bana gazoz içmek düşer diyor. Bunu duyan başbakan, hemen garsona sesleniyor; delikanlı, benim birayı kaldır, bir duble rakı getir diyor… Ki, babanın rakı içtiği yerde, evladı da rakının bir alt kademesi bira’yı içebilsin diye!
Hoşgörüye bak…
Zarafete bak kardeşim.
Başbakan Saracoğlu, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin balosuna gidiyor. Müzik tatlı tatlı çalıyor. Bir genç kız, başbakanın yanına yaklaşıyor, dansa davet ediyor, Başbakan reddediyor, böyle olmaz diyor. Ortam buz kesiyor. Kızcağız fena halde bozuluyor, masasına dönüyor. İki dakika sonra… Başbakan kalkıyor, o genç kızın yanına gidiyor, benimle dans eder misiniz lütfen diyor. Herkes şaşırıyor. Başbakan gülümsüyor, dansa erkek kaldırır, sırf başbakanım diye bir genç kızımızı ayağıma getirtmem diyor. 
(Başbakanını ayağına gidip dansa kaldırdığı genç kız, Feriha Sanerk, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın emniyet müdürü oldu… Şimdilerde kızlı-erkekli’ye tahammül edilemeyen Türkiye’de, bir zamanlar bunlar oluyordu!)
Ve, seneler geçiyor.
Başbakanlar değişiyor.
Fenerbahçe başkanları değişiyor.
Kadıköy’de maç var.
Sonradan Fenerbahçe başkanlığı koltuğuna oturacak olan Faruk Ilgaz, stada giriş yapmak üzere geliyor. O sırada gözü takılıyor, bilet kuyruğunda bekleyen, yaşı hayli ilerlemiş, bastonlu bir beyefendi görüyor. Dikkatlice bakıyor, o da ne? Bilet kuyruğunda bekleyen beyefendi, Şükrü Saracoğlu!
Çünkü, seneler geçiyor ama, evladına bile avanta vermeyen başbakanın, zihniyeti aynı kalıyor; her ne almak istiyorsan, mutlaka parasını ödeyeceksin.

Sf: 113
Çünkü, ateşten gömleği giymiş, milli mücadelede kanla-barutla yoğrulmuş, boğazından tek kuruş haram lokma geçmemiş, milletin çıkarlarını ailesinden, evladından, kendinden önce tutmuş adamlardı onlar; adam gibi adamlardı.
E bakıyoruz bu dönemin baba-oğul’larına…
Babası, oğlunu arıyor, paraları sıfırla diyor, öbürü kasaları hallettim, 30 milyon avro kaldı babacım diyor; Fenerbahçe başkan adayı şunları söylesin, yönetime bunlar bunlar girsin, bizden olmayanlara hesap sor diyor, öbürü de peki babacım filan diyor.
Şükrü Saracoğlu
1886’da İzmir Ödemiş’te dünyaya geldi. Mekteb-i Mülkiye’yi bitirdi. Cenevre Siyasi İlimler Akademisi’ni bitirdi, İzmir işgal edilince yurda döndü, milli mücadeleye katılıdı, Ege dağlarında efelerle birlikte omuz omuza vuruştu. İzmir mebusu oldu, milli eğitim bakanlığı, maliye bakanlığı, adalet bakanlığı, dışişleri bakanlığı yaptı, başbakan oldu. TBMM başkanlığı yaptı. 1934-50 arasında Fenerbahçe başkanlığı yaptı. 1953’te vefat etti. Zincirlikuyu’da toprağa verildi. Fenerbahçe kulübü, 1998’de Fenerbahçe stadının ismini Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı olarak değiştirdi.

Sf: 118
Balbay
4 sene 9 ay önce, Mustafa Balbay tutuklandığında…
AKP henüz AKP’ydi, ak denmiyordu. Son Osmanlı Padişahı 1’nci Recep Tayyip Erdoğan pankartı açılmamıştı. Profesör Haberal tutuklanmamıştı, 4 yıl 4 ay yatıracaklarını bilmiyordu. Profesör Hilmioğlu dışardaydı, kanser değildi. Profesör Türkan Saylan yaşıyordu, terör yuvası diye evi basılmamıştı. Poyrazköy’te TRT kameraları eşliğinde kazı başlamamış, boş lav silahı bulunmamış, Kardak kahramanları içeri tıkılmamıştı. The Taraf gazetesi, Fethullah Gülen’i bitirme planını manşet yapmamıştı, o planın bizzat AKP tarafından imzalandığı kimsenin aklına gelmemişti. Cemaat AKP’nin kankası, AKP cemaatin cankuşuydu. İki cihanda lekeli değildik. Habur rezaleti yaşanmamıştı. Yarbay Ali Tatar kafasına sıkmamıştı. Çukurambar’da suikastçı diye aşçı yakalanmamış, o sırada Manisa’da bulunan Bülent Arınç’a Ankara’da suikast yapılacağı iddia edilmemiş, n’oluyor demeye kalmadan kozmik oda’ya girilmemişti. Bizim patrona can sıkıcı yayınlar yapmasın diye 1 milyar dolar giydirmemişlerdi. AKP il başkanı, başbakanımız bizim için ikinci peygamber gibidir dememişti. TSK’ya balyoz inmemişti, cami bombalanacaktı yalanı yazılmamıştı, sahte siidi’ler ortaya çıkmamıştı, Mehmet Baransu bavulu açmamıştı, aynı bavulu AKP için de açacağını AKP bile tahmin etmemişti, Baransu’ya gizli kamera döşeyeceklerini Baransu bile düşünmemişti. Haysiyet cellatlığı başlamamıştı, subayların işlerine iftira atılmıyordu, Albay Berk Erden canına kıymamıştı. Darbe yaftasıyla içeri tıkamadıkları subayları, casus ilan etmemişlerdi. Başsavcı Cihaner tutuklanmamıştı. AKP milletvekili, artık biz fişliyoruz dememişti. Bir başka AKP milletvekili, AKP’ye oy vermeyenlerin kanı bozuk olduğunu söylememişti. Yetmez ama evet denmemişti, Yargıtayyip, Danıştayyip, Sayıştayyip haline gelmemişti, 23 Nisan’da koltuğuna oturulan ilkokul çocuğuna, ister asar ister kesersin diye akıl vermemişti. Hakan Fidan, Mit müsteşarı yapılmamıştı. Oslo açığa çıkmamıştı, hükümetin pkk’yla görüştüğünü iddia eden şerefsizdi. Deniz Baykal kasetle tasfiye edilmemiş, Kürtçü-liboş-ABD ajanı kadrolarla, yeni CHP dizayn edilmemişti. 83 yaşındaki İlhan Selçuk’u Ergenekon’un elebaşısı diye gözaltına almamışlardı. Haliç’te Yaşayan Simonlar piyasaya çıkmamıştı, Hanefi Avcı emniyet müdürüydü, hocaefendi de okyanus ötesinden açıklama yapıp, Allah taksiratlarını affetsin dememişti.

Sf: 119
Başbakanımızı görünce ayağı kalkmayan Engin Alan, Silivri’ye gönderilmemişti, teğmen’e sehven yükleme yapılmamıştı, Soner Yalçın Müyesser Yıldız, Nedim Şener, Ahmet Şık tutuklanmamıştı, imamın ordusu kitap olmamıştı, Kaşif Kozinoğlu hayattaydı. MHP’nin kasedi çıkmamıştı, Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri düşmemişti, Cem Uzan, Mehmet Ağar, Erkan Mumcu, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek, tesadüf işte, muhalif olan herkes komple bertaraf olmamıştı. İzmir belediye başkanına 400 sene istenmemişti. Ergenekon-Balyoz savcıları, Aziz Yıldırım’ı içeri tıkmamıştı. Deniz Feneri savcıları, sanık olmamıştı. İnsanları boğup, mezar evlere gömen Hizbullahçılar sokağa salınmamıştı. İnsanlık anıtı, ucube diye yıkılmamıştı. Esed, Esad’tı. Hüsnü, mübarek adamdı. Kaddafi’den insan haklan ödülü alınmamıştı, Nato’nun Libya’da ne işi vardı. Ahmet Davutoğlu bakan değildi, milletvekili bile değildi, hariçten gazeldi. Büyükelçimiz, İsrail’de tabureye oturtulmamıştı. Mavi Marmara, siyasi çıkarlar uğruna, göz göre göre ölüme gönderilmemişti. Suriye, uçağımızı düşürmemişti, şehit pilotlarımız “stratejik derinlik”te, 1260 metrede Amerikalılar tarafından bulunmamıştı. Obama beyzbol sopası göstermemişti. Kafa kesen, kalp söken şeriatçı teröristler, Hatay’da üs kurmamıştı. Memlekete bir milyon Suriyeli girmemişti. Davos’taki superman, güneydoğuda siper’man olmamıştı, başbakanımız kuzey ırak sınırındaki siperde kum çuvallarının arkasında çömelmemişti. İnek ithal etmiyorduk. Angola’dan Uganda dan saman ithal edilmiyordu. Hiç olmazsa dereler satılmıyordu. Hopa’da çevreci öğretmen Metin Lokumcu biber gazıyla öldürülmemişti. Çağla bademler büyüsün de badem olsunlar diye, üniversite sınavına şifre konulmamıştı. Hayaldi, gerçek olmamıştı, Pkk’lı Şemdin Sakık’ın gizli tank olduğu ortaya çıkmamış, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ terörist ilan edilmemiş, genelkurmay başkam ve kuvvet komutanları topluca istifa etmemiş, hiç istifini bozmayan necdet bey’e sucuk hediye edilmemişti. Kürecik’e İsrail’i korumak için radar döşenmemişti. CHP hükümeti Dersim’i bombaladı denirken, Uludere bombalanmamıştı. Madımak zaman aşımına uğramamıştı. Reyhanlı havaya uçmamıştı, koynumuzda beslediğimiz El Kaide’nin havaya uçurduğu bilinmiyordu. AKP’liler tarafından Muhammed’e nüfus kâğıdı çıkarılmamış, Tayyip adı, peygamberimizin çocukları arasında gösterilmemişti. Padişah Abdulhamid’e onursal doktora verilmemişti. 19 Mayıs yasaklanmamıştı. Diyanet, ilkokul öğrencilerini sömestrde umreye götürmüyordu. Atatürk ilkeleri ders kitaplarından çıkarılmamıştı. Atatürk anıtlarına çelenk koymak yasaklanmamıştı. Atatürkçüler terörist holigan ilan edilmemişti. Atatürk suç olmamıştı, posterine- çıkartmasına ceza yazılmıyordu. Yüce Atatürk pankartı açan takım, disipline sevk edilmiyordu. İki ayyaş denmemişti. Andımız yasaklanmamıştı. Şehitler kelleydi ama, bi kaç Mehmet değildi. Kerkük’e karışırsanız Diyarbakır’a karışırız diyen Barzani, AKP’nin onur konuğu olmamıştı, başbakanımız tarafından Diyarbakır da ağırlanmamıştı. İmralı’yla müzakere başlamamıştı, sayın basınımız Kandil’den canlı yayına koşmamıştı, Kürdistan ilan edilmemişti, Apo ulusa sesleniş konuşması yapmamıştı. Biji Erdoğan pankartları açılmamıştı. İmralı tutanakları basma sızmamıştı, Apo açık açık, AKP’yle ittifak yapacaklarım, Tayyip Erdoğan’ın başkanlığım destekleyeceklerini, karşılığında rejimin değişeceğini söylememişti. Orhan Gencebay, Kadir İnanır filan akil insan olmamıştı. TC kaldırılmamıştı. Türk’tük, akp yöneticisi Türk yok dememişti. Kürtaj yaptıran, sezaryenle doğum yapan, katil değildi. Hamileler terbiyesiz değildi. Kızlı-erkekli eğitimi kaldıracağız dememişlerdi. Vali de millete gavat dememişti. Üçüncü köprü, bizzat başbakanımıza göre cinayetti. Gezi parkı, parktı. Ethem’in suratına ateş edilmemişti. Polis tarafından sopalarla dövülerek öldürülen Ali İsmail desen, Balbay tutuklandığında henüz ortaokul son sınıftaydı. 4 sene 9 ay sonra, Mustafa’ya pardon denildi.
E gerisi de kusura bakmasın gari.
1960 ta Burdur’da doğdu, Ege Üniversitesi’nde gazetecilik okudu, mesleğe İzmir’de başladı, Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisi ve köşe yazarı oldu. Ergenekon iftirasıyla tutuklandı, hapisteyken CHP’den İzmir milletvekili seçildi. Akp’yle cemaat’in arası bozulmasaydı, muhtemelen hâlâ Silivri’de olacaktı, Mustafa Balbay çünkü 34 sene 8 ay hapse mahkum edilmişti! CanDündar’ın genel yayın yönetmenliği döneminde, Cumhuriyet gazetesindeki yazılarına son verildi.

Sf: 123
Nejat
İncecik iplikle bileğinize bağlanmış kırmızı balonu, sanki bütün dünya avucunuzdan kayıp gidiyormuş gibi ürpererek elinizden kaçırdığınız yeri hatırlıyor musunuz?
İzmirliler hatırlar.
Fuar’dır.
Gene öyle bir fuar akşamı, imbat tatlı tatlı okşuyor. Galiba, ilkokul iki veya üçteydim. Babam, Yem Asır*da şoför olarak çalışıyordu, bi tomar biletle gelmişti eve, yazı işlerinden vermişlerdi, basına dağıtılan hediye biletlerden… İster lunaparkta çarpışan otomobile bin, ister gazinoya gir, gazetecilik forsun var ya, hepsi bedava… Seçtik arasından, Nejat Uygur Tiyatrosu’na gidelim dedik. E malum, okuma hastalığımız var, giriş kuyruğundayken bileti okudum. Oyunun adı, koltuk numarası, başlama saati filanın altında, büyük harflerle, “AVANTAFORLAR İÇİNDİR” yazıyordu.
Yani?
Büyük usta yapmıştı yapacağım, çalışmanın-didinmenin, emeğin bedava olmadığım anlatan o tokat gibi kelimeleri koymuştu bilete… Bir yandan, bunlara avanta vermezsek oyunla alakalı tek satır yazmazlar, hatta kasten kötü yazarlar diye hediye bilet dağıtıyor, bir yandan da, adeta suratlara tükürüyor, “avantafor” ibaresine darılmayacak kadar yüzsüz olduğunuzu biliyorum demeye getiriyordu.
İlkti.
Son oldu.
Otorite kılıklı lavukların dışladığı, küçümsediği o komik adam sizin için ne ifade ediyordu bilmiyorum ama, benim için anlamı bu denli ciddiydi. Gazetecilik okullarında öğretilmeyen dersi, henüz kısa pantolonluyken, ondan aldım. Bir daha asla bedava bilet kullanmadım. Kullanandan utandım. San basın kartı kullanmayışımın sebebi bile o.
Sf: 124
Hafızama mıh gibi çakıldı, hıı büyük, puntolarla… Meslek hayatımı şekillendiren en önemli manşetlerden oldu.
Ve, hep hayıflandım.
Keşke, bütün basının çocukluk günlerine denk gelip, tek tek o bileti verseydi rahmetli… Kim bilir, üç kuruşluk menfaat için kalem oynatanların sayısı azalırdı belki.
Nejat Uygur
Öğretmen annenin, subay babanın çocuğu olarak, 1927’te Kilis’te dünyaya geldi. 1949’da kendi adını taşıyan tiyatrosunu kurdu, 40 sene Anadolu’yu dolaştı
60 sene sahnede kaldı. Devlet Sanatçısı unvanı aldı ama, kelimenin tam manasıyla “halkın sanatçısı’ydı. Alo Orası Tımarhane mi, Cibali Karakolu, Miğferine Çiçek Eken Asker, Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi gibi unutulmaz oyunları sahneledi. 2013’te vefat etti, Zincirlikuyu’da toprağa verildi.
Sf: 126
Turgut
Mustafa Kemal’in askerleriyiz.
Hiç düşündünüz mü…
Nereden çıktı bu slogan?
İlk kim söyledi?
Sene 2006.
Aylardan haziran.
Yer, Danıştay.
Mustafa Kemal’in doğumunun 125’inci yılı dolayısıyla konferans düzenleniyor, ayakta alkışlanan konuşmacı anlatıyor: “Atatürk Türkiyesi’nden rahatsız olanların yapması gereken,
Atatürk’ü unutturmaktı. Onu yapıyorlar. Cumhuriyet in nasıl kurulduğunu, milli mücadeleyi çocuklarımıza iyi anlatmak zorundayız. 1948’den beri Mustafa Kemal’in askeriyim, terhis olmak istemiyorum.”
Turgut Özakman’dı o.
Mucidi odur.
Peki, 1948’den beri askeriyim diyen, terhis olmak istemiyorum ehven Turgut Özakman, 1948’de yedek subay filan mıdır?

Sf: 127
İçinde asker kelimesi geçiyor ya… Dincileri-liboşları boşverdim bazı CHP yöneticileri bile bu sloganı “militarist” zannediyor. Halbuki, tam tersine, sivil’dir, hukuki’dir.
Turgut Özakman, 1948’de henüz 18 yaşındadır, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisidir. Milli mücadelenin izini sürebilmek için Ankara’dan Afyon’a kadar yürür. Mecazi anlamda söylemiyorum, otomobil veya trene binmeden, tabana kuvvet, yürür. Güzergâh üzerinde yaşayan, Kurtuluş Savaşı’na şahit olmuş ve 1948’de hâlâ hayatta olanları bulur. Hatıraları dinler, defterler dolusu notlar alır, fotoğraflar toplar. Bıyıkları yeni yeni terlemeye başlamış bu delikanlının yaya olarak gerçekleştirdiği tarihi seyahat, 10 gün sürer… Ve, bu attığı adımlar, Şu Çılgın Türkler fikrinin çıkış noktasıdır.
1948’den beri askeriyim dediği, işte budur. Bireysel şuurdur. Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı sloganı Mustafa Kemal’in askerleriyiz… Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı kitabı Şu Çılgın Türkler’in özetidir. Terhis olmak istemiyorum’dan kastı ise, bıkmadan usanmadan, anlatmaya devam etme azmidir.
Hakikate ihanet etmeyelim derdi.

Buna didindi, son nefesine kadar.
Huzur içinde yat hocam…

Vatan sana minnettar.

Turgut Özakman

1930’da Ankara’da dünyaya geldi, Ankara Üniversitesi hukuk fakültesini bitirdi, Köln Üniversitesi Tiyatro Bilimi Enstitüsü’nden mezun oldu, dramaturg olarak girdiği Devlet Tiyatrosu’nda genel müdür oldu, TRT’de genel müdür yardımcılığı yaptı. Ardında onlarca roman, inceleme, senaryo bıraktı ama, en büyük eseri hiç şüphesiz Şu Çılgın Türkler”di. Kurtuluş savaşını her yaştan, her eğitim seviyesinden insanın anlayabileceği dille anlattı 2005’te piyasaya çıkan Şu Çılgın Türkler belgesel-romanı, 1.5 milyona ulaştı, Cumhuriyet tarihinin en çok satan kitabı oldu. 2013’te vefat etti, Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Sf: 128
Tuncel
Tuncel Kurtiz bi röportajında anlatmıştı; hayatını yazmış, kitap yapmış, teee 2004 senesinde piyasaya çıkarmış, adı Bölük Pörçük, sadece iki bin adet basılmış, 2013 senesinde hâlâ bitmemiş o iki bin kitap iyi mi…
Üstelik “çoğunu ben sattım” diye gülüyordu. Röportajı yapan gazeteci “Ezel dizisinden sonra da satılmadı mı?” diye sorunca, şU acı cevabı veriyordu: “Ramiz Dayı diye kitap çıkarmıyorum ki!”
Gir mesela Google’a…
“Tuncel Kurtiz Bölük Pörçük” yazıp ara, 5 bin sonuç çıkıyor.
“Ramiz Dayı’nın sözleri” diye ara, 50 bin sonuç çıkıyor.
Malum, Yılmaz Güney’in hem dostu, hem de filmlerinin vazgeçilmez karakteriydi Tuncel Kurtiz… İşte o Yılmaz Güney’e soruyorlar bir gün “nerelisin?” diye… “Babam Siverekli” diyor. “Nerededir bu Siverek?” diye soruyorlar. “Napoli’nin kazasıdır” diyor. Şaşıyorlar, “yanlışınız olmasın, Napoli’nin böyle bir kazası olduğunu duymadık” diyorlar. Yılmaz Güney de, oturuyor, bu diyalogu Siverek dergisine yazıyor: “Bizim memleketin insanları iyidir, akılları çoktur, İtalya’yı bilirler, Fransa’yı bilirler, Falanistan’ı bilirler, lâkin, kendi yurtlarını bilmezler.”  Bir zamanlar çalıştığım yüksek tirajlı gazete için anket yapılmıştı. Okurlara “gazetenin en çok hangi bölümünü beğeniyorsunuz?” diye sorulmuştu. Okurların yüzde 12’si “kültür sanat”sayfalarımızı beğendiğini söylemişti. Çok mutlu olmuştuk ama… Kültür-sanat sayfamız yoktu!
Devlet Resim Heykel Müzesi’ndeki tabloların araklandığı, yerlerine sahtelerinin konulduğu ortaya çıktı. Böylece… O tabloların karşısına geçip, sağ elini çenesine, işaret parmağını yanağına koyarak, hımmm sürrealist” filan diye ahkâm kesen avangard arkadaşların, senelerdir salladığı ortaya çıktı.
Van Müzesi’nde 3 bin 200 senelik Urartu eseri diye sergilenen heykelin, aslında 3 sene önce yapıldığı anlaşıldı. Emin olabilmek için karbon testi yapmaya kalktılar. Halbuki, heykelin altında heykeltıraşın adı ve yapıldığı sene zaten yazıyordu.
Sf: 129
Kanal D’de Aşk-1 Memnu dizisinin finali yayınlanacaktı. Star Haber’deydim. Biraz eğlendim dedik. Aşk-ı Memnu’nun taaaa I975’te TRT’de siyah-beyaz ekrana gelen Müjde Ar’lı versiyonunun finalini özet halinde yayınladık. Kanal D’deki arkadaşlar bize sitem etti, “finalin sürprizini kaçırdınız” dediler. “Kardeşim” dedik, “Halid Ziya Uşaklıgil’in 110 senelik klasiği başka türlü mü bitecekti? Titanic’i yayınlasanız, filmin sonunda gemi batmıyor mu diyeceğiz?

Neyse… Muhteşem Yüzyıl dizisindeki “Şeyhülislam Ebussuud” mertebesinden önce Hacı dizisinde oynamıştı Tuncel Kurtiz… Hatırasını şöyle anlatmıştı: “Hacı’yı oynarken, Kayseri’de bir belediye reisi, hacca gittiniz mi diye sordu, hayır gitmedim dedim, gitseniz daha iyi oynardınız dedi. Ben de dedim ki, sizin belediye reisliğinizi yazsalar, siz mi daha iyi oynarsınız, ben mi daha iyi oynarım?”
Hülasa…
Tuncel Kurtiz’i kaybetmekten daha hazin ne var biliyor musunuz?
Sayın basınımızın, sanki yaşarken çok kıymet veriyormuş gibi yapması… Sayın ahalimizin de, 77 yaşındaki ustayı sanki Ramiz Dayı’dan önce tanıyormuş gibi yapması.
Sanatseverleri elbette tenzih ederim ama… Bu rol kabiliyetiyle Tuncel Kurtiz bile yarışamazdı!
Tuncel Kurtiz
1936’da İzmit’te doğdu. Üniversitede hukuk, filoloji, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi fakültelerinde okudu, hiçbirinden mezun olamadı. 1959’da Dormen Tiyatrosu’nda başladı, sinema-tiyatro oyuncusu, yönetmen, yapımcı, senarist oldu. 1981 Antalya Altın Portakal’da Gül Haşan filmiyle en iyi senaryo ödülü , kazandı. 2011 Antalya Altın Portakal’da yaşam boyu onur ödülü aldı. 2013’te vefat etti, butik otel işlettiği Balıkesir Edremit’in Çamlıbel köyünde toprağa verildi.

Sf: 133
Uğur Mumcu
1942, Kırşehir doğumluydu. Ankara Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun oldu. 1975’ten itibaren Cumhuriyet gazetesinde “Gözlem” başlığıyla köşe t 1 yazmaya başladı. Sakıncalı Piyade, Rabıta, Ağca

Dosyası, Tarikat-Siyaset-Ticaret, Kürt Dosyası, Türk Memet Nöbete gibi unutulmaz kitaplar yazdı. Gazetecilik mesleğinin yüz akıydı. 1993 te bombalı suikastla katledildi, islami Hareket, Hizbullah, İbda-C gibi örgütler üstlendi ama, faili meçhul kaldı. PKK’nın MİT bağlantılı olduğunu iddia etmesi, Mossad-Barzani ilişkisini ortaya çıkarması gibi sebepler yüzünden öldürüldüğü öne sürüldü.

Sf: 145
Okuyorum haberleri.
Gözaltına alman metalci gençler, “Biz o işareti protesto için yapmadık, yanlış anlaşıldık, haksızlığa uğradık, polisler kaba davrandı, nezarette psikolojimiz bozuldu” falan diyorlar.
Yani, ben de medyadaki rakçı abileri gibi onlara sahip çıkmak, haklarını savunmak isterdim ama… Salya sümük ağlayan metalci olur mu kardeşim!
Belli ki, otorite karşısında eğilmeyen bükülmeyen Ronnie’den senin de haberin yok… Cem Karaca’dan da mı yok? Mal varlığına el konulan, 200 yıl hapis cezasına çarptırılıp, vatandaşlıktan atılan ama, zulme teslim olmayan Cem Karaca… Ya Edip Akbayram? Cunta tarafından vebalı muamelesi yapılan, işsiz bıraktırılan, evine ekmek götürebilmek için alyansını bile satmak zorunda kalan ama, onurunu satmayan Edip Akbayram… Madem rock’çısınız, hiç mi bi şey öğrenmediniz onlardan? Erkin Koray? “Ben bu sistemi reddediyorum” diyerek, kızını okula göndermeyen, evinde kendisi eğiten Erkin Koray… Başbakanmış, milli eğitim bakanıymış, YÖK Başkanı’ymış kazır mı? Moğollar, Dadaşlar, Kurtalan Ekspres… Neler çektiler… “Devlet bize baskı yapıyor” diye zırıl zırıl ağladıklarını gördünüz mü hiç? Toros gibi, Tendürek gibi, Erciyes gibi, yalçın dağlar gibi ayaktalar hâlâ… İstedikleri kadar üstlerine gitsinler, geçit vermediler.
Demem o ki…
Rock özgürlüktür, bedeli var.
İki tane polisten tırsıyorsan, alt tarafı üç saat içerde yatmaktan ödün patlıyorsa, burnuna niye haşin çocuklar gibi zincir taktın Allah aşkına? Git, Serdar Ortaç dinle.

Sf: 146
Anadolu rock’ın babaları
1950’de Gaziantep’te dünyaya gelen Edip Akbayram, ilk plağı Kendim Ettim Kendim Buldum’u henüz lisedeyken yaptı, Pir Sultan Abdal’ı Karacaoğlan ı Âşık Veysel’i yaşattı, “Aldırma Gönül” ve “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmazla rekorlar kırdı. 1941’de İstanbul’da dünyaya gelen Erkin Koray, sadece Türk halk müziğini değil, Türk sanat müziğini de rock tarzında yorumladı, “Şaşkın”, “İlahi Morluk”, “Çöpçüler”, “Estarabim”, “Arap Saçı” gibi, marş misali ezbere bilinen eserler yarattı. 1945’te İstanbul’da doğan Cem Karaca, kurucusu olduğu Apaşlar, Kardaşlar, Moğollar ve Dervişan gruplarıyla, Anadolu rock kültürünün öncülerinden oldu, 2004’te vefat etti Karacaahmet’e defnedildi. Ortak özellikleri, asla biat etmemeleriydi.
Metin, Mustafa
Çocuktu. Henüz 11 yaşında. Alsancak Stadı’na gidiyor, kahramanını seyrediyordu. Sait Altınordu’ydu kahramanı… İzmir’e heykeli dikilen, futbolu kadar karakteriyle de efsane, Sait Altınordu… “Onun gibi olacağım” diyordu.
16 yaşındayken, amatör takımda forma verdiler bu çocuğa… “8 numarayı giyebilir miyim?” diye sordu. “Niye?” dediler. “Sait ağabey 8 giyiyor” dedi. Giydi 8 numaralı formayı, gol kralı oldu… Alsancak Stadı’nın tribünlerinde hayaller kuran o küçük çocuk, Metin Oktay’dı. Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük ismi oldu.
“Taçsız Kral” oldu.
İnsanlar, çocuklarına onun adını koydu.
Hayatı film oldu. Taçsız Kralın yapımcısı Ertem Eğilmez, yönetmeni Atıf Yılmaz’dı, Gönül Yazar, Ayten Gökçer, Aida pekkan, Erol Taş la birlikte, başrol oynadı. Şarkı oldu. Kitap oldu.
Belgesel oldu.

Sf:147
 Ajda’yla aşk yaşadığı söyleniyordu. Ajda, seneler sonra Hürriyet’teki köşesinde yazdı: “Bu filmin mevzusu ne zaman açılsa, dostlarım hep Metin Oktay’la bir şey yaşadınız mı diye sorar. Ne mümkün. Aklımızdan bile geçemezdi.
İnanamayacağımz kadar terbiyeli, saygılı, kibar, centilmendi.
Film setine geldiğinde heyecandan dizlerimiz titrerdi, gözüne bile bakamazdık, ilah gibi görürdük onu, ilahtı o.”
Gol attığında, arkadaşları koşarak sarılmaya geldiğinde, “abartmayın” diye uyarırdı, “rakip takımdakiler de bizim arkadaşımız.”
Para’ya, buruşturulmuş kağıt mendil kadar bile değer vermezdi. Bir akşam, sahibi olduğu Gol Pub’dan hasılatı almış, her zaman yaptığı gibi gazete kağıdına sarmış, ceketinin cebine koymuş, Kordon’da arkadaşlarıyla oturuyordu. Bir delikanlı yaklaştı, eğildi kulağına, bir şeyler söyledi. Metin dinledi, hiç cevap vermeden çıkardı cebindeki kağıda sarılı para tomarını, delikanlıya verdi. Delikanlı “sağol abi” dedi, yürüdü gitti. Arkadaşları meraklandı, kimmiş? “Bilmiyorum” dedi. Tanımıyor musun? “Tanımıyorum” dedi. E birader niye verdin onca parayı? “Ne yapayım, ihtiyacı varmış çocuğun” dedi.
Böyleydi… Hiç tereddütsüz para dağıtır, evlendirir, sünnet ettirir, hastane masrafı üstlenir, hiç tanımadığı çocukları okuturdu.
İki ayağını da aynı mükemmellikte kullanırdı ama, ruhu solak’tı. Herkesin tırstığı dönemde, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan idam edilmesin diye başlatılan kampanyaya imza atmıştı. 12 Eylül rejiminin en sert günlerinde, darbecilere karşı oluşturulan Aydınlar Dilekçesi’ne imza atmıştı. Vefat etmeden önceki gece Ortaköy’de demlenirken, “futbol muhabbetini boş verin, ben size şiir okuyayım” demiş ve Nazım Hikmet’in Davet’ini ezbere okumuştu.

Sf: 159
Soner
Kasvetli bi hava var dışarda.
Tükürür gibi yağıyor.
Güya ampul yanıyor…
Oda’larda ışıksızım.
Şaşırtıcı değil aslında; kozmik oda’nın basıldığı, çalışma oda’larına kulak, yatak oda’larına gizli kamera yerleştirildiği, insanları domuz bağıyla öldürüp oturma oda’larına gömenlerin halay çeke çeke bırakıldığı, hemşirelerin hastane oda’sında gözaltına alındığı, laiklik karşıtı fiillerin oda’ğı tarafından yönetilen ülkede… Adam gibi adam’ın içeri tıkılması normaldir.

Sf: 160
Basın odası vardı eskiden.
Basınç odası var artık.
Voyv’oda var çünkü!
İphone çağı öncesinde, bırak interneti, televizyonun bile olmadığı dönemde, kodaman kelimesinin sözlük anlamıydı Rockefeller… Çaresiz garibanlar gökdelenlerden aşağı atlarken, şahsi serveti 189 milyar dolardı. E gazeteleri oku oku, morali bozuluyor, tansiyonu çıkıyordu. Etrafını saran dalkavuklar, basın tarihinde görülmemiş bi yalakalık icat etti: Pembe Gazete…
İçinde tek kelime olumsuz haber barındırmayan, güllük gülistanlık.
Tek nüsha basılıyor, imparatorluğunu hasta yatağından yöneten Rockefeller’ın kahvaltı tepsisine bırakılıyordu… Ülkenin şahane gittiğini, ekonominin büyüdüğünü, borsanın devamlı yükseldiğini, yoksulluğun bittiğini, işsizliğin azaldığım yazıyordu gazete… Köşe yazarları, parayı bastıramn zevkine göre havlayan, yalamaktan dillerinde pütür kalmamış finolardan
seçilmişti, vıcık vıcık yağ damlıyordu satırlarından… Dünyanın en zeki adamını dünyadan bihaber hödüğe çevirmişlerdi; okuyor, gerçek zannedip, hayata pembe gözlükle bakıyor, mutlu oluyordu.
Gazetecilik dediğin…
Böyle yapılır.
Kozmetik oda’yı örnek alıp…
Oda spreyi sıkmalıydı kokuşmuş ortama
Yanlış yaptı.
O da.

Sf: 160
Soner Yalçın
1966 da Çorum da doğdu, gazeteciliğe 2000’e Doğru dergisinde başladı, Aydınlık ve Sabah gazetelerinde, Show, Star ve CNNTürk televizyonlarında çalıştı, Binbaşı Ersever’in İtirafları, Bay Pipo, Efendi, Samizdat gibi çok satan kitaplar yazdı, Madımak katliamını anlattığı Menekşe’den önce belgeseliyle Antalya Film Festivali’nde ödül aldı, Odatv internet haber sitesini kurdu, Hürriyette yazarken Ergenekon kumpasıyla tutuklandı, 22 ay hapis yatırıldı, 2016 itibariyle Sözcü gazetesinde yazıyordu, tüm delilleri çöken Odatv davasından yargılanmaya devam ediyordu.
Ömer Sami
Noel arifesi…
Lefkoşa.
Kumsal Mahallesi.
Numara 2.
Tek katlı, bahçeli ev.
Saat 22 suları.
Hava ayaz.
Boğuk, tok vuruşlar yırtıyor geceyi aniden…
Trok trok trok.
Kalleş, basıyor.
Mürüvvet hanım, lambaları söndürüyor telaşla… Hakan kucağında. Uyuyor. Bebe. 10 aylık… Dalıyor çocukların odasına, öbür koluna Kutsi’yi alıyor, 4 yaşında… “Kalk Murat” diyor bi yandan… Gözlerini ovuştura ovuştura kalkıyor Murat, henüz 6 yaşında. Eteğinin ucundan tutuyor anasının geceliğini… Dışarıdan hüzün abajuru gibi sızan sokak lambasının cılız ışığında, hayalet misali, parmaklarının ucuna basa basa banyoya süzülüp, dördü birden “küvet”e giriyor ve koyun koyuna sarılıyorlar, çıt çıkarmadan, duyulmasın diye nefes bile almadan…
Korkunç bekleyiş başlıyor.
Bir dakika.
İki dakika.
Üç dakika.

Sf: 162
Saniyeler…
Asırlar gibi adeta.
Önce şangırtı duyuyorlar.
Pencere.
Kırılıyor.
Sonra, ayak sesleri…
Salondalar.
Vahşi haykırışları geliyor.
Ve, tekmeyle açılıyor banyonun kapısı…
Üç Rum.
Tarıyorlar.
33 el.
Evet, merhum gazeteci Ömer Sami Coşar tarafından çekilen ve hafızalarımıza mıh gibi çakılan “o fotoğraf”ın öyküsü bu…
Kanlı Noel.
Alnından vurmuşlardı Mürüvvet hanımı…
Yedi yerinden daha.
Murat’tan üç kurşun çıktı.
Kutsi’den iki.
Evin direği, baba, tabip binbaşı, evde değildi o sırada… 103 Türk köyü basılmıştı son üç günde, yaralılar vardı… Gönyeli’ye gitmişti. Göreve.
Bir babanm başına gelebilecek en büyük felaketi yaşayan bu tabip binbaşı, evlatlarının cenazesini bizzat kendi elleriyle yıkadı… Minik bedenleri santim santim yokladı, Hakan’da kurşun izi bulamadı. 10 aylık bebecik… Vücudunu yavrularına siper etmeye çalışan anacığının altında kalmış, nefessizlikten boğularak can vermişti çünkü.
Sonra?
Rum taburu vardı oralarda…
Nizamiyesinde şu yazıyordu:
“Cesursan, gel al!”
Türk taburu kuruldu oraya…
Nizamiyesine şu yazıldı:
“Cesurum, geldim aldım!”

Sf: 163
Bugün, oralarda, utanmadan, Türkiye defolsun gitsin diye “hastir” pankartı açan Rum yalakası dalkavuğu lavuk! ‘
Yüreğin varsa…
Gel de al.
Ömer Sami Coşar
1919 da İstanbul’da doğdu, Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu, gazeteciliğe Anadolu Ajansı’nda başladı, Cumhuriyet te Milliyette çalıştı, İstanbul Üniversitesi gazetecilik enstitüsü’nde ders verdi, 27 Mayıs darbesinden sonra 1961’de basın temsilcisi olarak Kurucu Meclis’e girdi, Kanlı Noel’de Kıbrıs’taydı, binbaşı Nihat İlhan’ın Rumiar tarafından katledilen ailesini tek kare fotoğrafla ölümsüzleştirdi, yaralı bir mücahidin vücûdundaki sargı bezlerine saklayarak, gizlice Türkiye’ye ulaşmasını sağladı, Milli Mücadele Basını, İhtilalin İç yüzü, Topal Osman gibi, yakın tarihle ilgili kitaplar yazdı, 1984’te Mersin Silifke’de vefat etti.

Sf: 179
İsmet
Bölücüler askeri üsse girdiler.
Türk bayrağını indirdiler.
Maalesef şaşırtıcı olmadı.
Çünkü…
İsmet mesela.
Hava kurmay albay.
Bayrağı indirilen 2’nci hava kuvvet komutanlığında, senelerce, harekat subayıydı. Zeli, Bote, Hakurk, Haftanin, Badavan kamplarına yönelik sınır ötesi harekatlarda planlamacı ve icracı olarak görev yaptı. Takdir beratları aldı. Hava kuvvetlerinin iç güvenlik harekatında kullanılmasıyla alakalı olarak, Harp Akademileri Komutanlığı’nda tez hazırladı. Bu konuya dair milli – yabancı tek kaynak, o tez.
Sadece İsmet mi?
Hayır.

Sf: 180
Diyarbakır 2’nci hava kuvvet komutanlığında harekat subayı, filo komutanı, üs komutanı, kuvvet komutanı olarak görev yapan… İbrahim Fırtına, Sincan’da.
Bilgin Balanlı, Silivri’de.
Rasim Aslan, Sincan’da.
Korcan Pulatsu, Sincan’da.
Atilla Özler, Buca’da.
Beyazıt Karataş, Silivri’de.
Ayhan Gümüş, Hadımköy’de.
Mustafa İlhan, Silivri’de.
Kubilay Baloğlu, Hadımköy’de.
Yusuf Ziya Toker, Sincan’da.
Mehmet Erkorkmaz, Hadımköy’de.
(Televizyon haberlerinde dandik bi tel örgü görünüyor ama, aslında devasa bir üs orası… Cüssesini kıyaslayın diye söylüyorum, beş bine yakın personeli var. F16 filoları var. Orduevi var, lojmanları var, sosyal tesisleri var, yüzme havuzlan var. İzmir Çiğli’nin neredeyse iki katı… Diyarbakır’a giden THY, Pegasus falan buraya iniyor. İki pist, tek kule var, hem askeri uçakları, hem sivil trafiği kontrol ediyor. Türkiye’nin gururu olan bu hava üssü, 1970’le 2011 arasında yukarıda adım sıraladığım komutanlara emanetti. Ay-yıldız onurla dalgalanıyordu.)
Asrın iftirası’nın bir başka çarpıcı sonucudur bu…
İsmet gibi kartalları, adı gibi Fırtına paşaları kumpasla içeri tıkacaksın ki, bayrağı rahat rahat indirebiisinler!
İsmet Çınkı
1962’de Kırşehir Kamarida doğdu, 2003-2005 arasında kurmay albay olarak Hava Kuvvetleri Komutanı özel sekreterliğini yaptı, Hava Harp Okulu askeri sosyal bilimler bölüm başkanı oldu, Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde istihbarat yüksek lisansı programını kurdu, uluslararası istihbarat üzerine öğretim üyeliği yaptı, general olmasına kesin gözüyle bakılırken, 17 Ağustos 2011’de Balyoz iftirasından tutuklandı, 19 Haziran 2014’e kadar yatırıldı, 2015’te emekli oldu, Türk hava kuvvetlerine 35 senesini verdi, değişik tip savaş uçaklarıyla 3 bin 600 saat uçtu, ABD, Çin, İtalya, Makedonya, Bosna, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Japonya Güney Kore, Pakistan, Kazakistan, Azerbaycan, Irak, Singapur Malezya Belçika, Rusya’da hassas görevlerde bulundu, yurt içi ve yurt dışında devlet başkanları düzeyinde 100’ün üzerinde madalya, takdir aldı.

Sf: 181
Tarkan
Tayyip Erdoğan gazino açılımı yaptı.
Şarkıcıları türkücüleri popçuları Beşiktaş’taki ofisinde topladı, Kürt açılımına destek vermelerini istedi.
Katılanlar arasında İbrahim Tatlıses, Kayahan, Emel Sayın, Arif Sağ, Nuri Sesigüzel, Orhan Gencebay, Muazzez Ersoy, Ferdi Tayfur, Sertab Erener, Alişan, Demet Akalın, Nükhet Duru, Neşet Ertaş, Safiye Soyman, Bülent Ersoy, Cengiz Kurtoğlu, Fatih Kısaparmak, Ferhat Göçer, Işın Karaca, Kenan Doğulu, Mustafa Sandal, Yavuz Bingöl, Seda Sayan, Nihat Doğan, Kibariye filan vardı.
Faydalı bi toplantı oldu…
Bülent Ersoy mesela, sanatçılara havalimanında VlP’ten geçme hakkı verilmesini istedi. Neşet Ertaş “30 senedir Türkiye’de değildim, nedir bu açılım?” diye sordu. Kibariye çıkışta gazetecilere konuştu, “ben anlamam anacım, çağırdılar geldim” dedi. Nihat Doğan söz alınca eski sevgilisi Seda Sayan salonu terk etti. Haftaya askere gidecek olan Alişan, başbakandan harçlık istedi.
Tarkan da davetliydi.
Katılmadı.
AKP’yi reddetti filan diye yazıldı.
Üç gün sonra…
Kokainden gözaltına alındı!
Tarkan Tevetoğlu
1972’de Almanya’da doğdu, annesi Neşe hanım çizgi roman kahramanı Tarkan dan esinlenerek, oğluna bu ismi koydu, 1986’da Türkiye’ye döndüler, Kocaeli Karamürsel’e yerleştiler, Karamürsel ileri Musiki Derneği’nde müziğe başladı, İstanbul’a taşındılar, müzik eğitimine Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde devam etti, 1992’de ilk kasedini çıkardı, Kıl Oldum’la patladı, şarkıları dünyanın pek çok ülkesinde liste başı oldu, milyonlar satan albümleriyle Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İsveç, Kolombiya, Lüksemburg’tan altın sertifika kazandı, Meksika’dan platin sertifika kazandı, dünyanın en çok satan Türk sanatçısı unvanını aldı, mega star sıfatıyla tanındı. Akp’nin önünde asla el pençe divan durmadı. Saygısızlık yapmadan, ama. yalakalık da yapmadan pop sanatçısı olunabileceğini kanıtladı.

Sf: 190
Deniz, Yusuf, Hüseyin
Ulucanlar, müze oldu.
Deniz orada yatmıştı.
Yusuf, Hüseyin…
Orada asıldılar.
Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu orada yattılar, sağcı solcu, Mustafa Pehlivanoğlu, Necdet Adalı… Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Halikarnas Balıkçısı.
Darağacı var, orijinal 19 can, yağlı urgan.
Tecrit hücresi var.
Nasılmış acaba diye hissetmek istersen, kelepçelenip içeri tıkılıyorsun, drann diye örtüyorlar demir kapıyı, bir saat kalıyorsun… Anlıyorsun saat denilen kavramın seneden uzun olduğunu.
Ki, o tecrit hücresinden çıkınca… “Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar, ve ben, ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak, bu kadar mavi, bu kadar geniş olduğuna şaşarak, kımıldamadan durdum, sonra saygıyla toprağa oturdum, dayadım sırtımı duvara, bu anda ne düşmek dalgalara, ne baş aşağı, ne baş yukarı, bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım… Toprak, güneş ve ben, bahtiyarım” demiş Nazım… Anlamaya çalışıyorsun.
Kulaklık var. Takıyorsun… Beynine saplanmış tornavidayı kanırtırcasına, işkence dinliyorsun.
Kişisel eşyalar var… Muhsin Yazıcıoğlu’nun seccadesi, Bülent Ecevit’in kasketi, Hüseyin İnan’m idamdan sonra jiletle kesilip çıkarılan fanilası, Deniz Gezmiş’in cigarası.
Ranzalarda, son mektuplar…
Gün gelecek hiç bitmeyecek, gün gelecek sana kavuşacağım.

Sf: 191
Ağlamayı bil, gülmeyi unutma, cezaevini sev demiyorum ama, bu kötü yataklarını asla unutma. Zincir soğuk, zindan yaş, belki biraz üşürüz, hele başım zindandan çıksın, görüşürüz” diyen satırlar.
Ve, bi şey daha var…
4’üncü koğuşun duvarında.
Poster.
“Nedir o poster”e geleceğiz elbette ama, 4’üncü koğuş deyip geçmemek lazım… Utanç Müzesi’nin simgesi, 4’üncü koğuş… 80 kişi kapasiteli güya, 200 kişiyi tıkmışlar oraya, ranzaları bitiştirip, ayaklı-başlı yatmışlar, yer kalmadığı için, mecburen nöbetleşe uyumuşlar.
Başarısız firar için kazılan tünellerden biri de, 4’üncü koğuşta… Ve, ölüm orucuna yattıkları için tutukluların diri diri yakıldığı, sözde “hayata dönüş” operasyonunun başladığı koğuş o.
İşte o koğuşun… İdeolojilerden, yasa dışı örgütlerden ibaret sanılan o 4’üncü koğuşun duvarında bi poster var.
Fenerbahçe posteri!
1988-1989 sezonunda şampiyon olan Fenerbahçe’nin posteri… Schumacher, Oğuz Çetin, Şenol Ustaömer, Flasan Vezir, Turhan Sofuoğlu, Nezihi Tosuncuk, Müjdat Yetkiner, Hakan Tecimer, İsmail Kartal, Aykut Kocaman, Rıdvan Dilmen.
Kime ait, kim yapıştırmış oraya, bilinmiyor. Cezaevi boşaltıldıktan sonra yapılan temizlik sırasında 4’üncü koğuşun duvarında bulunmuş… Müzeye dahil edilmiş.
Belli ki, müebbete mahkum Alcatraz Kuşçusu’nu hayata bağlayan kanarya gibi… Kanarya posteriyle hayata tutunmuş 4’üncü koğuştan biri.
Ve “memlekete zararlı” diye zulmedilen insanların “milli” futbolcularla gurur duyduğunu… Tecrit atmosferinde “derbi nasıl biter?” diye sohbet ettiklerini, Galatasaraylı, Beşiktaşlı diye birbirlerine takıldıklarım düşünüyorum… Yüreğime kıymık batıyor.

Sf: 192
Deniz Gezmiş, 1947’de Ankara’da doğdu, İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesine girdi, ABD karşıtı eylemleri nedeniyle defalarca tutuklandı, Filistin’e gitti, El Fetih kamplarında eğitim aldı, üniversiteden atıldı, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu kurdu, banka soygununa, dört Amerikalı askerin kaçırılmasına karıştı, Sivas’ta yakalandı. Hüseyin İnan, iki yaş küçüktü, 1949’da Kayseri’de doğdu. ODTÜ idari bilimler fakültesinde okurken, THKO’nun çekirdek kadrosunda yer aldı, Kayseri’de yakalandı. Yusuf Aslan, Deniz’le yaşıttı, Yozgat’ta doğdu, ODTÜ’de okurken Filistin’e gitti, helikopter pilotu oldu, THKO’nun kurucularındandı, Deniz’le birlikte Sivas’ta yakalandı. 6 Mayıs 1972’de idam edildiler.
Can
İyi adam o.
Can, bildiğin can.
Bonomo, Latince.
Anlamı, iyi adam.
Sefarad Musevisi. 540 sene evvel İspanya’dan göçüp, tarihi ilçemiz Bergama’ya yerleşen bi ailenin evladı. Dede, İzmir’e taşınmış, babası gibi, Can da Alsancak’ta dünyaya gelmiş.
Dolayısıyla… En çok bıdı bıdı yapılan mevzuyu kafadan sordum, “van müniit malum, bak biz İsrail’e gıcığız ama, Musevi vatandaşımızı Türkiye’yi temsil etsin diye Eurovision’a gönderiyoruz, işte böyle hoşgörülüyüz filan demek için seni seçmiş olabilirler mi?” dedim.
“Ben Türk’üm” dedi.
Nokta.
1987 doğumlu. İlkokulu Çakabey Koleji’nde okuyup, Avni Akyol Lisesi’nden diploma almış, Bilgi Üniversitesi sinema-televizyon’u kazanıp, 17 yaşında ver elini İstanbul… Nişantaşı’nda kuzenlerinin yanında kalmış, sonra Etiler’de, şimdi Cihangir’de kirada oturuyor. Tek başına.

Sf: 193
“İzmir’mi, İstanbul mu?” diye soruyorum. Hiç eğip bükmüyor “İyi ki İzmir’de doğmuşum, iyi ki İstanbul’da yaşıyorum” diyor Doğduğun yer, doyduğun yer meselesi… Gerçekçi.
“Kız arkadaşın?” diyorum.
Dedim ya, gerçekçi…
“O işe girmesek abi” diyor!
Bir de anneciğini konuşmak istemiyor. Geçenlerde kaybettiği anneciğini… 6 yaş büyük ablası var. “Müzikle alakası var mı?” diyorum. Gülüyor. “Güzel müzik dinler” diyor. Ailede müzisyen, sadece, dede… İzmir TRT’de vokalistmiş. Ama, dedeye değil, komşunun gitar çalan oğluna özenmiş, öyle başlamış, 8 yaşındayken… Baba, kâğıt ticareti yapıyor. “İş yeri İzmir’de nerede?” diye soruyorum. Vaziyete o kadar hâkim ki, “bi saniye” diye izin isteyip, “babamın işyeri nerde?” diye anneannesine sordu iyi mi! Benimle telefonda konuşurken, anneannesinin evindeydi. Anneanne çok mutlu, eşin dostun tebriklerini kabul ediyor, gururla.
Hayatındaki en önemli insanlardan biri, ‘manevi kardeşim” dediği Can Saban… Yapımcısı, küplerini o çekiyor. “Ertem Eğilmez’in torunu… Haliyle, kötü iş yapması yasak” diyor.
Samimi. Sıcak. Ancak, genç yaşına rağmen “mesafe ve temas”ı çok iyi ayarlıyor. Tartarak konuşuyor. Tek kelime argo kullanmıyor. Türkçesi pürüzsüz. Ses tonu, spiker kalibresinde.
Meczup albümüyle patladı…
“14-15 yaşındaydım, biriyle tanıştım, kolunda meczup yazan dövme vardı, sordum, Allah yolunda aklını kaybetmiş kimse dedi, etkilendim” diyor.
Peki albüm piyasaya nasıl çıktı? “İlk intiba” için kravat takanların iyi okumasını öneririm… “Altı şarkı hazırladım, cd’ye kaydettim, cd’yi koyacak kap bulamadım, o sıralarda Irvine Welsh’in Porno isimli romanını okuyordum, kitabın bir sayfasını yırttım, cd’yi sardım, Can Saban’a yolladım, yollama şeklim ilgisini çekince tanışmak istedi, gerisi geldi” diyor!
Kesinlikle doğal.
Kesinlikle yaratıcı.

Sf: 194
Dövme hastası… 18 dövmesi var. İlkini 17 yaşında yaptırmış. Göğsünde güneş, içinde kalp, güneş anneciğinin ismi… En son, sof omzuna, anneciğinin fotoğrafını kazıttı. Sol kolunun içinde, Bonomo yazıyor. Sol kolunun dışında, ekibinin, team bonomo’nun logosu var. Sol dirseğinde, bir semazen le iki robot duruyor, maneviyat’la teknoloji, yaptığı müziği sembolize ediyor Dövmelerini kendisi tasarlıyor, çünkü, illüstrasyon eğitimi almış.
Sol elinin üstünde, üç paralel çizgi var, pagan müzisyenleri enstrümanlarının üstüne çizermiş, ilham perilerine yakın olmak için… Sağ kolunun içinde, ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadelesiyle tanınan, Amerikalı siyahi kadın şair Gwendolyn Brooks’un 8 satırlık “we real cool” şiiri var, İngilizce kazınmış, “harbi havalıyız, okulu bıraktık, gezip tozarız, şarkı söyleriz, içeriz, genç ölürüz” filan gibi bi şey… Sağ kolunun pazusunda, The Nightmare Before Christmas filminin başrolündeki Jack Skellington karakterini yansıtan, iskelet figürü var. Sağ bileğine doğru, The Rat Pack filminde Frank Sinatra’nın kullandığı dövme var. Sağ dirseğinde ise, Mevlevi şiiri…
Mazi verir acı, keder
Kimse kalmaz, hep gider
Nerede Havva’yla Adem
Dem bu demdir
Dem bu dem.
Şarkıcı diye gönderiyoruz…
Filozof gibi adam.
Nazım Hikmet’in direnişçi ruhunu, Barış Manço’nun cesaretini ve yüreğini örnek alıyor.
“Peki ya şöhret?” diyorum.
Önce kıkırdıyor, “düne kadar kimse tanımıyordu, şimdi reklamlardan bile çok çıkıyorum televizyonlara” diyor, matrak buluyor bu durumu… Sonra ciddileşiyor, “şöhret hayalleri olan biri değilim, sadece yaptığım işi iyi yapmayı seviyorum, hepsi bu” diyor.
Umurunda bile değil.
En beğendiğim tarafı bu.
Kılık kıyafetini örnek aldığı kimse yok. Marka, moda, ilgilenmiyor. Şapka seviyor. Sporu sağlık için yapıyor. Futboldan anlamıyor. Takım tutmuyor. Yazlarını Çeşme’de geçiriyor.

Sf: 195
Para kazanmıyor, idare ediyor. Sıkıştığı zaman, babasından istiyor. Otomobili yok. Alamadığı için değil. Kullanamadığı için. “Beceremiyorum, bi defa aldım, her yerini oraya buraya vurdum, vazgeçtim” diyor. Motosiklet kullanıyor.
“Kaçıncı oluruz?” diyorum.
Hakikaten bayıldım bu çocuğa…
“Bilemem abi” diyor!
Halbuki, benim bir netice tahminim var. Dandik dundik tipleri sanatçı diye baş tacı eden Türkiye, bu değerli gencin adını bile duymadığına göre… “iyi adam”dır, iyi netice alacak.
Can Bonomo
2012 de, henüz 25 yaşındayken, Azerbaycan’da düzenlenen Eurovısion Şarkı Yarışması’nda, söz ve müziğini yazdığı “Love me Back” isimli şarkısıyla yedinci oldu. Taklitten geçilmeyen pop dünyamızda, özgün sanatçılardan biri olmayı başardı.

Sf: 197
Şuppiluliuma
Genelkurmay Başkanı’nın tutuklanmasına “tarihte ilk” filan deniyor ama… “Hitit Kralı” şüpheli şahıs birader!
Esprileriyle ünlü gazeteci Musa Ağacık, değerli arkadaşım Nedim Şener’le telefonda konuşurken, kendisini Hitit Kralı Şuppiluliuma’nın torunu Musaluliuma olarak tanıtıyor ve hukukun gukuk olduğunu anlatırken, Hitit Yasalarından bahsediyor. Konuşma kaydediliyor, iddianameye konuyor iyi mi… Böylece, Hitit Kralı 3 bin sonra delil oluyor.
Ki, Zeus…
Deyus olmuştu.
Aynı iddianamede.
Benzer ciddiyet, İzmir’de yaşanıyor…
CHP’li belediyeleri basıyorlar ya, orda.
Alaçatı Belediye Başkanı, zart diye tutuklanıyor, 185 sene hapsi isteniyor. Başkan “niye?” diye soruyor. Telefon konuşmalarını delil olarak gösteriyorlar. Okuyor… “Ne oldu bizim beleşten 145 bin lira” demiş, tutanaklarda öyle yazıyor. “Kardeşim ne beleşi… Ne oldu bizim Beldes’ten 145 bin lira diye sordum, yanlış dinlemişsiniz” diye itiraz ediyor. İnceleniyor. Hakikaten öyle, Beldes’ten yani, belde belediyelerini destekleme fonundan beklenen 145 bin lira var. Kayıtlar tekrar dinleniyor. Beldes demiş, beleş yazılmış. Başkan görevine dönüyor.
Büyükşehir operasyonunda Hüseyin Ercan’ı gözaltına alacaklar, polis gidiyor, Hüseyin Mercan’ı yakalıyor! Hüseyin Mercan, çiftçi… “Banka borcum bile yok, borcum olsa ineğime haciz gelir” diye yalvarıyor, “bırak bu ayaklan” diyorlar. Sonradan Hüseyin Ercan’ın haberi oluyor, polise gidiyor, Hüseyin Ercan’ı gözaltına alıp, Hüseyin Mercan’ı bırakıyorlar.
Eshot’tan emekli Rafet Bayram’ı alacaklar, gidip, adaşı Rafet Bayram’ı alıyorlar. Alınan Rafet Bayram da emekli ama, Eshot’tan değil, albay emeklisi, hiç itiraz etmiyor, kuzu kuzu geliyor… Savcı kimliğine bakıyor, “sen niye geldin?” diye soruyor. Emekli albay “bilmiyorum, herhalde Ergenekon’dan veya Balyoz’dan aldılar diye düşündüm” diyor. Savcı, albayı kovuyor. Orijinal Rafet Bayram’ın haberi oluyor, bakıyor ki kimse gelmiyor, Eshot otobüsüne binip, Emniyet’e gidiyor, nerdesin bu saate kadar” diye fırçalanıyor.
 Büyükşehir, emek şenliği yapıyor, Şevval Sam konser veriyor. Müfettişler, konseri organize eden müdüre “neden ihale yapmadın, tek teklif aldın?” diye soruyor… Müdür ne desin, “abi beş tane vok ki, memlekette bir tane Şevval Sam var, neyin ihalesini yapayım?”
Haysiyet celladı gazeteciler “Büyükşehir Belediye Başkanı, parke taşlarım oğlunun şirketinden satın aldı” diye manşet yapıyor. İnceleniyor. Başkan’ın oğlu sadece ihracat yapıyor. Kamuya, belediyelere sattığı tek kuruşluk mal olmadığı gibi, koskoca İzmir’de, rica üzerine sadece bir kişinin evi için maliyetine parke taş verdiği ortaya çıkıyor, o kişi de AKP mebusu. Hani şu meşhur fıkradaki gibi, bizim bakan İsviçre Denizcilik Bakanı’yla tanışıp “sizde deniz yok ki” deyince, İsviçreli “sizde de adalet bakanlığı var” demiş filan… Öyle oluyor.
II. Şuppiluliuma
 Adının anlamı “saf kaynaklı, Hitit kralıydı, milattan önce 1207’de tahta çıktı, milattan önce 1178’te öldü. Üç bin sene sonra, 2012’de, Hatay Reyhanlı’nın Demirköprü köyündeki Teli Tayinat höyüğünde heykeli bulundu, Toronto Üniversitesi arkeoloji ekibi tarafından bulunan, bazalt taşından yapılmış, 1.5 metre boyunda ve 1.5 ton ağırlığındaki heykel, fal taşı gibi açılmış gözlerle bakıyordu. Adeta… Türkiye’de olan bitene hayretle bakıyordu!
Veli
18 yaşındayım.
Yeni Asır.
İşe başladığım gün. Gece çalışıyorum. Sabaha karşı iki filan… Kapıdan aradılar.
– Baba geldi.
Koştum telaşla, indim

Sf: 199
Hayırdır?
Hafit çakırkeyif.
Elinde bi kalem.
Bildiğin kurşun kalem.
Bak, dedi…
Kutsaldır bu.
Yazacaksan…
Adam gibi yaz.
Taşıyamayacaksan…
Yol yakınken bırak.
Hepsi bu.
Ömrünü gazete bobinleri arasında tükettiği halde, bir daha asla çalıştığım yerlere uğramadı… Sadece atıldığımda, istifa ettiğimde, yargılandığımda telefonla arardı, sakın ola derdi, hepi topu bi lokma ekmek, bi avuç toprak, geri durma.
Anadolu insanıydı çünkü.
Kriteri testi’ydi…
Çamurla boğuşmaktan korkma.
Yıkarsın elini gider.
Toprağından testi yapılmayana dikkat et.
İnsan mıdır… Hamurunu yokla.
Hiç “keşke” demedim… Sayesinde, nasihatla.
Zor anımızda ailemizi yalnız bırakmayan, eşe dosta, okura yürekten teşekkür ederim. Ve, müsterih olun.
İnanırız biz… Doğarsın. Ölürsün.
Vardığı yerden eminiz. Üzüntü değildir.
“Pişmanlık” tır…
Şu an hissettiğim en yoğun duygu.
İşe güce koşuştururken, bir saniye daha onunla beraber olamadığım kadeh daha parlatamadığımız için… Ha bugün ha yarın Bir kez olsun daha sarılmayı ötelediğim için.
Hayat denilen… Hiçbir yere giden oyuncak trenin, bizsiz de dönebileceğini unuttuğum için.

Sf: 200
Değerli gençler.
Telafisi imkansız çaresizliğin sahibidir bu satırların yazarı… Canını ver, o bir saniyeyi geri alamıyorsun. Baba rahmetliyse, ana vardır, akraba, komşu, arkadaş, illa ki yaslanabileceğin bi omuz vardır.
 Kapat gazeteyi…
Hemen şimdi.
Git, o saniyeyi al kardeşim.
Veli Özdil
1937’de Aksaray’ın Amarat köyünde doğdu, aslına bakarsanız 1937’de doğduğu rivayet edilir, çünkü doğum tarihi üç aşağı beş yukarı tahminidir. Sevgili babamın nüfus kağıdında 1 Ocak 1937 yazardı, 1 Ocak bile uydurmaydı. Yaşı 60’ın üstündeki pek çok Anadolu çocuğu gibi, kazık kadar olduktan sonra anca çıkarılmıştı nüfus kağıdı… Sorardık babaanneme mesela, “emmioğlundan iki güz önce doğdu” derdi. Peki, emmioğlu ne zaman doğdu? Hala kızından üç kış sonra! Dolayısıyla, nüfus memurunun marifetiydi, yalandan doğum tarihine sahipti. İlkokuldan sonra İzmir’e geldi, sağda solda çıraklıktan sonra, Yeni Asır gazetesinde şoförlük yaptı, dedemle birlikte Alsancak’taki Kısmet Taksi’yi kurdu, 50 sene direksiyon sallayarak emekli oldu, evlendikten sonra dışardan ortaokulu ve ticaret lisesini bitirdi, 2011’de vefat etti, Urla Iskele’de yatıyor.
Muhtar
Keşan müftüsü izah etti, “Noel baba dürüst adam olsaydı, bacadan değil, kapıdan girerdi” dedi.
Aslında…
Dolaptan girdi.
Buzdolabından!
Hıristiyan filan diyorlar ama, Papa dahil, kimsenin umurunda değildi. Taaa ki, 1930’a kadar… Amerikan zekası Coca Cola, günde 9 milyon şişe satıyor, ne yapsak da daha fazla satsak diye kafa yoruyordu. Şirin bi reklam figürü yaratıp, çocukların ilgisini çekmeye karar verdiler.

Sf: 201
Dönemin en yetenekli iIlüstratörü Haddon Sundblom’la anlaştılar. Amerikan Sanat Akademisi mezunu Sundblom, göçmen bi ailenin çocuğuydu, babası Finlandiyalı, annesi İsveçli’ydi.
Popüler kültürde yeri olmayan, o güne kadar sadece 1863 senesinde, o da sadece bir kez, siyah-beyaz resmedilen hayali kişilik Aziz Nikolas’ı aldı, ak saçlı, ak sakallı, koca göbekli, tonton dedeye çevirdi. Dini tınıdan kurtulmak için, Aziz’i, yani Saint’i attı, kulağa daha arkadaşça geliyor diyerek, Santa dedi, Santa Claus yaptı. Dünya çapında en çok reklam yatırımı yapılan renklere, Coca Cola’nın kırmızı-beyaz-siyah renklerine boyadı, bilekleri beyaz tüylü kırmızı cüppe, beyaz ponponlu kırmızı kukuleta, siyah kemer ve siyah çizme giydirdi. Kendisi İskandinav kökenli ya… Geyikleri ilave etti, çocuksu düşleri gıdıklamak için, bindirdi kızağa, uçurdu.
Coca Cola da satışta uçtu… Gazeteler, dergiler, duvarlar, panolar, el ilanları, her taraf bu sevimli reklam figürüyle donatıldı. Hollywood üstüne atladı, aynı tip’le filmler çevrildi. Ardından icat edilen televizyon derken, popüler kültürün ayrılmaz parçası haline geldi.
Kıssadan hisse’ye gelince…
Noel Baba, kırmızı-beyaz, Coca Cola gibi, aynı zamanda Türk bayrağı renkleri.
Ve bugün, günde 1 milyar 700 milyon şişe satan Amerikan zekası Coca Cola’nın zirvesinde, bir Türk evladı… Zekasıyla, Amerika’da Amerikalıların önüne geçen Muhtar Kent oturuyor.
Müftü hâlâ kapıda.
Bacayı kolluyor.
Ki, yılbaşı gecesi ev ev dolaşmak için sesten üç bin kat hızla uçması gereken şerefsiz içeri sızmasın!
Muhtar Kent
1952’de New York’ta doğdu, babası New York başkonsolomuzdu, Tarsus Amerikan Koleji nden sonra,İngiltere Hull Üniversitesi ekonomi bölümünü bitirdi, 1978’de Coca Cola’ya girdi, 2008’de ceo oldu, 2009’da yönetim kurulu başkanı oldu, 2016 itibariyle bu görevini sürdürüyordu. Babası Necdet Kent, Bangkok, Yeni Delhi, Stockholm, Varşova’da büyükelçilik yaptı, ikinci dünya savaşı sırasında Marsilya başkonsolosuyken, çok sayıda Yahudi ye Türk pasaportu vererek hayatlarını kurtardı, bu nedenle tüm dünyada Türk Oskar Schindler” olarak tanınıyordu, 2002’de rahmetli oldu.

Sf: 202
Nedim
Dün, 28 Kasım’dı.
Değerli arkadaşım…
Nedim’in doğum günü.
1966’da işçi ailesinin evladı olarak gurbette, Almanya’da dünyaya geldi. Bolu Mengen’de, anadan-babadan uzak, anneannesinin yanında büyüdü, okumak için İstanbul’a teyzesinin yanına geldi. Hep tek başınaydı. Taa ki Vecide’yle tanışana kadar… Evlendi, baba oldu.
 Kızına, eşinin ismini koymak istedi. Vecide ise, ender görülen, söylemesi hayli güç isminden çok çekmişti; Vecihe, Macide gibi isimlerle karıştırılıyordu, kızımızın ismini Defne koyalım dedi. Nedim öyle düşünmüyordu… Hayatım anlamlı kılan Vecide sayısını arttırmak istiyordu. Eşinin de gönlünü kırmadı, kızma Vecide Defne ismini koydu.
Dünya bi yana…
Vecideler bi yanaydı.
İşiyle evi arasındaki raylarda yaşayan, tren gibi adamdı… Tek istasyonu yuvasıydı. Kendi çocukluğunda hasret yaşayan, kendi çocuğuna asla hasret yaşatmak istemeyen bi babaydı.
Gel gör ki, 19 Eylül.
Kızının doğum günü, ilk kez ayrıydı.
Anne Vecide, her gün olduğu gibi, okula gitti, minik Vecide’yi aldı, evine döndü ki, sürpriz… Nedimciğim, kendisini ziyarete gelen arkadaşlarıyla çoktan doğum günü partisi organize etmişti. Çikolatalı pasta, üstünde not, “seni seviyorum kızım, nice senelere…”
Dilek tuttu Vecide.
Üfledi mumlarını.
İlk kez yanında olamayan babasının hediyesi bebeğe sarılarak uyuyor her gece.

Sf: 203
10 Ekim…
Evlilik yıldönümü.
Gene ilk kez ayrıydılar.
Eşi Vecide açık görüşe gitti, karşılıklı oturdular, merhaba’dan bile önce, Nedim elini cebine attı, kırmızı bi kutucuk çıkardı, ki, sürpriz… Nice senelere aşkım” dedi, minicik tek taş yüzüktü.
Çünkü…
Avukatlarından rica etmiş, avukatlar Vecide,ye sezdirmeden enişteye telefon etmiş, enişte siparişi almış, Vecide’ye çaktırmadan babasına vermiş, kayınpeder o günkü açık görüşe katılmak için illa ısrarcı olmuş, kızıyla beraber Silivri’ye gelmiş, beklerlerken, kayınpeder bi ara gözden kaybolup, cezaevi görevlileriyle konuşmuş, kutucuğu aktarmış, vicdan sahibi görevliler de açık görüşe çıkmadan önce emaneti Nedim’e teslim etmişti.
Kızına, eşine, sevgili…
Organize suç işlemişti!
Ve dün.
Gene ilk’ti, gene ilk kez ayrıydılar.
İşe geliyorum, Radyo D açık, Hakan Gündüz’ü dinliyorum. Pat diye minik bi kız aradı, ben Vecide dedi, babamın doğum günü, şarkı göndermek istiyorum. Hangisi? Nedim’in dinleme imkânı oldu mu bilmiyorum ama, Sezen Aksu’dan şunu hediye etti 8 yaşındaki            Vecide…
Oooo yandık desene
Tam topun ağzına…
Durduk desene!
Nedim Şener
1966’da doğdu, İstanbul Üniversitesi iletişim fakültesinden mezun oldu, aynı üniversitede iktisat üzerine yüksek lisans yaptı, mesleğe 1992’de Dünya gazetesinde başladı, 2011’de Milliyette çalışırken, Ergenekon iftirasıyla Odatv davasından tutuklandı, bir sene hapis yatırıldı, Dink Cinayeti, Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat, Hayırsever Terörist, Naylon Holding gibi çok satan kitaplar yazdı, Sedat Simavi Ödülü, Uluslararası Dürüstlük Ödülü, Uğur Mumcu Ödülü, Abdi İpekçi Ödülü, Düşünce ve İfade Özgürlüğü 
ödülü aldı, 2016 itibariyle Posta gazetesinde köşe yazıyor, Ergenekon davasından 15 sene hapisle yargılanmaya devam ediyordu.

Sf: 204
Kaşif
Trabzon’da doğdu.
Dedesi kahramandı.
İstiklal harbi şehidi…
Onun adını verdiler
Kaşif.
Babası Öğretmendi.
Halası da öğretmendi, hatta, kendisinin ilkokul öğretmeniydi. Atatürk ilkeleriyle büyütüldü. “Herkes biraz İzmirlidir” derim ya… O da öyleydi. Babası Mithatpaşa Endüstri Meslek Lisesi’ne atanınca, İzmir’e taşındılar, Hatay Nokta durağına… Atatürk Lisesi’ne kaydoldu. Dar gelirli baba, ailesinin geçimini sağlamak için ek iş yapar, marangoz olarak Fuar’da stant kurardı. Gene tayin… Kırklareli Atatürk Lisesi’nden mezun oldu. ODTU’yü kazandı.
Ama, subay olmak istiyordu. İzmir Atatürk Lisesi’nin boks takımındayken burnu kırılmış, vaziyeti idare etmiş, öylesine kaynamıştı. Bu halde olmaz dediler. Ailesinden gizli gizli yattı masaya, ameliyat oldu, düzeltti. Sınava girdi, Kara Harp Okulu’nu kazandı. Bordo Bereli’ydi. Dünya Özel Kuvvetler Şampiyonasında, teçhizatlı koşu, paraşütle atlama, su altı dalışı, keskin nişancılık, hayatı idame, yarma, sızma filan, dünya şampiyonu oldu. Seçkin birlik, Muharebe Arama Kurtarma MAK’ın kurucuları arasında yer aldı. Sayısız subay, astsubay ve özel harekâtçı polis yetiştirdi. Binbaşı rütbesindeyken, Milli İstihbarat Teşkilatı’na geçti.
Madalyaları evine sığmıyordu, bazıları, örnek bir Atatürk kızı olan 75 yaşındaki annesinde duruyordu. Hep vardı ama, hiç yoktu… Babası vefat ettiğinde, yurt dışı görevindeydi, cenazeye katılamadı. Kız kardeşine çok düşkündü, eline doğan yeğeninin düğününe bile gelemedi.
Parayla pulla hiç işi olmadı. Mütevazı bi evi var. Ankara’da.

Sf: 205
Hepsi o… Didik didik ettiler manşetlerden linç edebilmek için, bula bula, anca bi de yazlık bulabildiler. Ki, o yazlık, eşine babasından miras kalmıştı. Tek serveti, 21 yaşındaki oğluydu. Üniversite öğrencisi… 55 senelik ömrü operasyonda geçtiği için, toplaşan, üç sene ya gördü büyüdüğünü, ya göremedi.
Karnında…
Sırtında…
Mermi izi vardı.
İleride belki ama, şu anda size söyleyemeyeceğim yerde yedi.
MİT’in Asya Ülkeleri Daire Başkanvekili’ydi. Özbekistan, Kazakistan, en son Afganistan’daydı. Afgan köylerine Atatürk posteri asarken, “sen teröristsin, gel buraya” dediler. Koşarak geldi. Türk halkı, ilk kez ve son kez, mahkemeye “koşarken” gördü onu… Zımba gibiydi. Çünkü, çocukluğundan beri haftanın yedi günü aralıksız spor yapardı. Her nedense, cezaevinde son görüştüklerinde kız kardeşine vasiyet etti, “ölürsem, beni babamın kucağına koyun” dedi.
Ve, öldü.
Mermi öldürememiş…
Spordan öldü deniyor!
Kaşif Kozinoğlu
1955’te doğdu, Ergenekon kumpasıyla tutuklandı, 2011’de Silivri cezaevinde şehit oldu, Ümraniye Kocatepe’de toprağa verildi. Dokuz aydır tutukluydu, dokuz aydır duruşmaya çıkarılmıyordu, ilk kez mahkemeye getirilecekti, hakim karşısına çıkmasına sadece 13 gün vardı, konuşacaktı, “davanın seyri değişecek” deniyordu. Şak. Kalp krizinden öldüğü açıklandı. O gün itibariyle akp-cemaat eleleydi, “zehirlenerek öldürüldü” iddiasının üzerine gidilmedi, örtüldü, dosya kapatıldı. Akp’yle cemaat’in arası bozulunca, şak… 2014 senesinde, Kaşif Kozinoğlu dosyası “cinayet şüphesi”yle tekrar açıldı, bu kitabın yayımlandığı 2016 itibariyle sonucu hâlâ belirsizdi.

Sf: 208
Nasuh
Kendi Everest’inize Tırmanın.
Nasuh Mahruki’nin kitabı bu.
“Herkes Everest’e tırmanamayabilir ama…
Herkesin tırmanabileceği bir Everest’i vardır” diyor.
Cumhuriyet dediğin…
Nasuh’tur.

Sf: 209
Sadece “bir kişi”nin “her şeyi” değiştirebileceğinin kanıtıdır o… Mustafa Kemal’in “Ey Türk gençliği” diye başladığı hitabeyi anlayan, kavrayan, gerçekleştirendir. Teslim olmayandır. Hatırlayın… Marmara depreminde sadece o ve bi avuç cesur arkadaşı vardı. Memleket acz içinde ağıt yakarken, adeta uzaylı gibi indiler hayatımıza, sakin, bilgili, mütevazı…
Bugün, Van’da görüyoruz, binlerce olmuşlar. Sahte vicdanlar oturduğu yerde dizini dövüyormuş rolü yaparken, elini değil, hayatını taşın altına sokup, gitti sanılan 187 can’ı geri getirdiler.
Basiretsizler coğrafyasının mantığını değiştirdi çünkü Nasuh… Kabiliyetsizler ülkesinin, sırf kabiliyetsizlerden ibaret olmadığını gösterdi. Yüreklendirdi. “Demek ki yapabiliriz”e model oldu. Belediyelerin, itfaiyelerin, hatta silahlı kuvvetlerin bakış açısını değiştirdi.
Ulusal bilinç geliştirdi.
(99’da annesi vefat ettiğinde, Gölcük’te felaket bölgesindeydi, cenazeye gidemedi. Çünkü, oğlum şu anda insan kurtarıyor, bireysel acımızı haber verip dikkatini dağıtmayayım diye düşünen muhteşem bi babanın oğlu o.)
(Osmanlı’da deniz kuvvetleri komutanlığı yapan, sancak gemisinde vuruşurken yanarak şehit düşen, Nasuh oğlu Kaptan-ı Derya Ali Paşa’nın torunu… “Yanarak ölen” anlamına gelen Mahruki soyadını, şeref mirası olarak taşıyan sülalenin evladı.)
(Dünyaya Everest’in zirvesinden baktıktan sonra, gelip İzmir’den kız alması, damadımız olması, biz İzmirliler için hiç de şaşırtıcı değildir, orası ayrı.)
“Maldan mülkten, paradan puldan, candan canandan geçilir, vatandan geçilmez. Vatan lafla sevilmez, eylemle sevilir” diyor. “Vatan sevgisi, sorumluluk almaktır. Dürüst, namuslu yurttaşlar kaçmadan elini taşın altına koymaktır” diyor korkmadan “Türkiye’yi Türkiye’nin kendisinden başkası iyileştiremez” diyor.
Sevgili analar, babalar…
19 Mayıs
23 Nisan
9 Eylül
Bu ruhtur.
Nasuh’lar yetiştirin
Kız, erkek, değerli gençler…
Davranın kardeşim.
Adım atın.
Everest’inize tırmanın.
Nasuh Mahruki
1968’de İstanbul’da doğdu, Bilkent Üniversitesi işletme fakültesinden mezun oldu, 1992-94 arasında Sovyetler Birliği sınırları içinde yer alan 7000 metreden yüksek beş dağa tırmanarak “Kar Leoparı” unvanını aldı, 1995’te Everest’e tırmanan ilk Türk oldu, 1996’da yedi kıtanın en yüksek yedi dağına tırmanarak Yedi Zirveler projesini tamamlamayı başaran dünyanın en genç sporcusu oldu, Kendi Everest’inize Tırmanın, Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir gibi çok satan kitaplar yazdı, 2016 itibariyle AKUT’un yönetim kurulu başkanlığını sürdürüyordu, Sözcü gazetesinde köşe yazıyordu.
Uğur
Van depremle yıkıldı.
3 bin 840 insanımız hayatını kaybetti. Türkiye seferber oldu. Ancak, yardımlar yerine ulaşmıyor, adeta buhar oluyordu. Kış bastırmıştı. Kar fırtınasının savurduğu buz tanecikleri suratlara ok gibi saplanıyor, kurtulanlar kurtulduğuna pişman oluyordu.
O zamanlar TRT’de çalışan değerli ağabeyim Uğur Dündar, bu vahim atmosferde Van’a indi, depremin merkez üssü Muradiye’nin Çaldıran bucağına gitti. Manzara hazindi. Kamyon kamyon yardımlardan eser yoktu. Tir tir titreyen çocuklar, ısınmak için koyunlara sarılıyordu.
Gözleri çukura kaçmış gençten biri yanaştı, selamünaleyküm, aleykümselam, kulağına fısıldadı… Yardımların nerde olduğunu bulmak istiyorsan, Van’a git, Hacı Dodo’yu sor!

Sf: 211
Van’a gitti. Eliyle koymuş gibi buldu. Herkes tanıyordu. Müteahhitti. Gerçekten hacıydı. 60 küsur yaşında. Ak sakallı. Bir değil iki değil, altı defa gitmişti hacca… Hatta, otobüs almış, hacı adaylarını taşıyordu. Dönüşte, yükte hafif, pahada ağır ne kadar kaçak mal varsa, otobüse zulalıyor, yurda sokuyordu. Hacı’ydı ama, Dodo değildi. Lakabıydı bu… Asıl adı      “Salih”ti.
Vaziyet anlaşılmıştı.
Bitirim muhitlerinde büyüyen bi haberci için, bu tipler hiç yabana değildi. Gitti Hacı’ya…         Kendisini Bitlisli müteahhit olarak tanıttı iyi mi! Uğur Dündar, Norveçli gibi adam, Türkçesi desen, pırıl pırıl… Ama, para hırsı işte böyle bi şeydi. Hacı zokayı yuttu. Çünkü, fıldır fıldır dönen gözleri, sözde Bitlisli müteahhidin masaya koyduğu balya gibi cüzdana kilitlenmişti.
Düş peşime, dedi. Çıkıp, az yürüdüler. Bir depoya vardılar. Açmadı depoyu. Arkasına dolandılar, karlar altında bi yığın…
Eliyle temizledi Haa Dodo, üstünde deprem damgası bulunan cillop gibi keresteler göründü. Tadımlık gösteriyordu… Afet İşleri Müdürlüğü’nün gönderdiği yardım malzemeleriydi. Kereste, demir, çimento, çivi, ne istersen, ne kadar istersen, sen paradan haber ver dedi. Peki ya depodakiler? Çadır dedi, battaniye, yiyecek filan.
35 sene sonra…
2011.
Van gene depremle yıkıldı.
Şu an itibariyle 534 insanımız hayatını kaybetti. Türkiye seferber oldu. Ancak, yardımlar yerine ulaşmıyor. Kış bastırmak üzere, ki… Bi başka “Salih” manşetlerde! Bu da müteahhit… Erciş’te 20 cesedin çıkarıldığı Sevgi Apartmanı’nın müteahhidi… Kendisinin oturduğu dört dönüm, üç katlı, havuzlu, ultra lüks villada çatlak bile yok. Ama, can tatlı, villasına girmiyor. Çim bahçesine, Mercedes ve Audi cipinin yarana diktiği Kızılay çadırında oturuyor. Hem de bi tane kesmemiş, iki Kızılay çadırı kondurmuş!
Sevgi Apartmanı’nda 20 ceset daha çıkarılmayı bekliyor. O anda binada olmayıp kurtulanlar, çoluk çocuk asfaltta nöbet tutuyor, çadır kamyonunun yolunu gözlüyor. Bu arkadaş ise, cipinde uyuması veya parayı bastırıp herhangi bi marka çadır alması mümkünken… Kızılay’dan iki tane indirmiş bile!

Sf: 212
Bana sorarsanız…
İki tanecikle çok ayıp edilmiş.
Resmi devlet töreniyle en az 20 tane çadır vermeleri lazımdı Salih’e.
Çünkü, bu Salih…
Zurna değildir.
Erciş Kaymakamı tarafından plaketle ödüllendirilmiş müteahhittir.
(Plaketi alan Salih’in tam adı Salih “Ölmez”ken… Plaketi veren kaymakamın Ramazan “Fani” olması, lüzumsuz bilgidir, mevzumuzla alakası yoktur. Plaket takdim törenine katılan Erciş Belediye Başkanı’nın, şu anda AKP Van mebusu olması da, tamamen tesadüftür.)
(Salih’in apartmanından cesetleri çıkaran… Kolon bağlantıları yapılmamış, demirler incecik, kolonlar kalın görünsün diye çevresi briketle örülmüş, üstelik dere kumu kullanılmış, diyen Siemens Arama Kurtarma Ekibi ise, olsa olsa, müfteridir.)
Dolayısıyla, düşünüyorum da, Uğur Dündar’ın ekranları bırakması memleket için gayet iyi oldu… Uğur Dündar’lar olmasın ki, hayırlara vesile olsun, meydan Salih’lere kalsın.
Uğur Dündar
 1943’te İstanbul’da doğdu, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi, 1970’te TRT’ye girdi, Arena isimli haber programıyla, hem televizyon tarihimize damgasını vurdu, hem de soruşturmacı gazetecilik kavramını yarattı, Show, Kanal D, Atv, Star, CNNTürk televizyonlarında çalıştı, Star televizyonu haber grup başkanlığı yaptı, 300’ün üzerinde ulusal- uluslararası ödül kazandı, Akp döneminde özel televizyonlarda ekrana çıkması adeta yasaklandı, ambargo uygulandı, iyi Uykular Sayın Seyirciler, Pazarlık Yok, Vah Ülkem Vah gibi çok satan kitaplar kaleme aldı, 2016 itibariyle Halk tv’de Halk Arenası’nı hazırlayıp sunuyor, Sözcü gazetesinde köşe yazıyordu.

Sf: 213
Volkan
Ve, dava açtılar Volkan Konak’a.
Üç yıla kadar hapsini istiyorlar.
Ha bu da madalya olsun…
Adam gibi adam’a.
Kıllanıyorlardı nicedir…
Ses yasağı yüzünden konserini yarıda kesmek zorunda kalınca, dellenip, “mekan benim olsa, denizden gelip ses ölçenleri denize atardım” demesini fırsat bildiler. Davayı yapıştırdılar.
“Sanatçık” olmadı çünkü o.
Sanatçı olmakta ısrar ediyor
“Sanatla uğraşan insan, dalkavuk olmamalı” diyor. Kula kulluk edeni, ülkesinin işgal edilmesini umursamayanı, bağımsızlığın kıymetini bilmeyeni “sığır”a benzetiyor.
“Mustafa Kemal’i sevmeyenle ahbaplık etmem” diyor. “Neymiş, bazıları Anıtkabir’i ziyaret etmiyormuş, aman etmesinler, onlar girerse Anıtkabir’i dezenfekte etmek lazım” diyor.
“Türküleri gibi asil Anadolu insanını kullanan, ırkçı, dinci faşistler beni dinlemesin” diyor. “Yere tüküren, kadın döven, ambulans geçerken tüyleri diken diken olmayan, dinlemesin.”
Saraylara yılışmıyor. Mertçe söylüyor. Söylemediği sözleri, sanki söylemiş gibi yazıyor tetikçiler… İftira atıyorlar. Hedef haline getiriyorlar. Gülüyor… “Kayanın arkasına saklanıp ateş edercesine” diyor.
Pes etmek yok kitabında. “Karamsar olmayın, çok kalabalığız, bu tipler çürüyen diş kadar kısa ömürlü” diyor.
Parayla satın alamıyorlar onu… “Al şu balyaları, reklamımızda oyna” dediler, “yürüyün anca gidersiniz” dedi. Yunus Emre’nin “paylaştığın senindir, biriktirdiğin değil” felsefesiyle yaşıyor. Babasını kaybetmiş 50 yetim çocuğu okutuyor. “Babaları yoksa, amcaları olurum” diyor.
Sen kalem ol
ben de kağıt
yaz beni yarim yarim
çiz beni yarim yarim
çöz beni yarim diyor
off diyor offf.
E hapis istenir tabii ona…
Ha bu dava da madalya olsun adam gibi adam’a.

Sf: 214
Volkan Konak
1967’de Trabzon’da doğdu, İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarını bitirdi, aynı üniversitede halk müziği üzerine yüksek lisans yaptı, Karadeniz müziğini evrensel formlarla buluşturdu, “Kuzey’in Oğlu” sıfatıyla tanındı, Efulim, Şimal Rüzgarı, Maranda, Mimoza Çiçeğim, Lifor gibi rekor satışlara ulaşan albümlere imza attı, ilkokuldan üniversiteye kadar her sene 50 den fazla öğrenciye burs veriyor, okutuyor, Çernobil felaketinden sonra babasını kanserden kaybetti, bölgedeki kanser artışına karşı halkı bilinçlendirmek için çalışmalar yürüttü, 2016 itibariyle, Karadeniz’de Kanser Araştırma Hastanesi kurulması için özel çaba harcıyordu.
Bernard
New York’a ilk Celal Bayar gitmişti, Waldorf Astoria’da kalmıştı. Adnan Menderes, Süleyman Demirci, Turgut Özal, Tansu Çiller, hep Waldorf Astoria’da kaldılar.
Tayyip Erdoğan sevmiyor Waldorf Astoria’yı… Ritz Carlton’da kaldı, St. Regis’te kaldı, en çok The Plaza’da kaldı. Beatles da orada kalırdı. Marilyn Monroe jartiyerli pozunu orada verdi. Onassis beş çayına oraya gelirdi. Sex and the nin, Gossip Girl’ün bazı bölümleri orada çekildi. Başkan Nixon’m kızı orada evlendi. En dandik odası 1.200 dolarcık, süitleri 20 bin dolarak… Her şey dahil değil maalesef, yersen, tabağı 400 dolarcık… Muslukları altın, 24 ayar, odalarını Versace tasarladı, Louis XV’don esinlenmiş, koltuk moltuk antika, bornozları altın sırmalı… “Ya araklanırsa?” derseniz, sıkmayın canınızı, otel müdürü gülümseyerek “üstünde amblemimiz var, reklamın iyisi kötüsü olmaz” diyor. Başbakanımız gibi,                  Cumhurbaşkanımız da The Plaza da kalıyor. Sahibi Suudilerdi. İsraillilere satıldı.

Sf: 215
Sanırım o nedenle, bu sefer The Plaza’da kalmadı, The peninsula’yı tercih etti Başbakanımız… Ancak, kadere bak, Obama’yla mecburen Waldorf Astoria’da görüşmek zorunda kaldı.
Başbakanımız gibi, Bülent Ecevit de sevmezdi Waldorf Astoria yı… The Westbury de kalırdı. Ancak, kadere bak, bi gün onun volu da Waldorf Astoria’ya çıktı. Sene 1976’ydı.
Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ikinci yıldönümünü kutladığımız gün, MTA Sismik-1 Hora, petrol aramak için Ege’ye açıldı. Ve, tarihi rest çekildi: “Yunanistan müdahale ederse, vururuz!”
1942 modeldi Hora… 55 metre boyunda, 9 metre enindeydi. İhtilaflı sularda petrol aramak için Norveç gemisi kiralamıştık. Yunanistan bastırınca Norveç kıvırmış, kaçmıştı. Kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye karar vermiş, teknolojik cihazlarla donatıp, Ege’ye salmıştık.
Türk ve Yunan orduları teyakkuza geçmişti. Çatışma an meselesiydi. Kaddafi, Ankara’ya mesaj gönderip “Libya’ya ait Mirage savaş uçakları Türk Hava Kuvvetleri’nin emrindedir”
demişti.
Başbakan, Demirel’di. Ancak, işin adresi belliydi. ABD Başkanı Gerald Ford, başbakanı değil, Bülent Ecevit’i Beyaz Saray’a davet etti. Kıbrıs Fatihi’ni ikna etmeye çalışacak, ağzını burnunu dağıttığımız Yunanistan’ı daha fazla hırpalamamamızı rica edecekti. Diplomatik mesajlar çoktan verilmişti zaten… Ege’ye çıkmanıza karışmayacağız, Hora’ya kimse dokunmayacak, istediğiniz yerde petrol arayabilirsiniz, yeter ‘ki yeni bi savaş çıkarmaya kalkmayın.
Ecevit kabul etti. İlk durağı, New York’tu. Dedim ya, Waldorf Astoria’yı sevmezdi, The Westbury’ye yerleşti. Türk iş adamlarının vereceği yemeğe kalacak, sonra Washington’a geçecekti. Kaderin cilvesi olsa gerek, onuruna verilen yemek, Waldorf Astoria’daydı.
Geldi Waldorf Astoria’ya, lobiye girdi, işte o anda olanlar oldu… Stavros Psihopedrisdes isimli Kıbrıslı Rum, tabancasını çıkardı-toplu Smith Wesson- geberrr diye bağırarak, Ecevit’e doğrulttu, ölüm, salise kadar yakındı, hayat, adeta film şeridi gibi donmuştu. Bernard Johnson hariç… Siyahi FBI ajanı Bernard, merminin üstüne atladı, tetiği çekemeden Stavros’u yıktı.

Sf: 216
Şok üstüne şok yaşanıyordu, çünkü, Bernard yere yıktığında Stavros’un kolu koptu! En azından herkes öyle sandı. Meğer… EOKA militanıymış, barış harekâtımız sırasında el bombası fırlatmaya çalışırken, elinde patlamış, kolu kopmuş, takma kol kullanıyormuş iyi mi.
(28 yaşındaydı Stavros… Atina derhal “CIA ajanı” olduğunu iddia etti. Soruşturmada Yunan İstihbaratının adamı olduğu ortaya çıktı. Bir ay önce New York’a gelmiş, bir gün önce Park Lane Hotel’de kasiyer olarak işe başlamıştı. Güya yargılandı… Rum lobisi devreye girdi, bir sene bile yatmadan, 100 bin dolar kefaletle bırakıldı, yırttı. Sonra ne oldu bilmiyorum.)
(Ecevit, memlekete döner dönmez ilk iş, Bernard’ı davet etti. Bernard, ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’ın özel izniyle geldi.
Önce İstanbul’u gezdi, ardından başkente geçti. Ecevit, hayatını kurtaran Bernard’ın onuruna, Ankara Marmara Oteli’nde yemek verdi. Sarılıp, öpüştüler, uğurlandı. 23 sene sonra, 1999’da… Ecevit, başbakan olarak gene New York’a gitti. Hiç hazzetmediği halde, inadına, Waldorf Astoria’da kaldı. Türkevi’ne konferansa gittiğinde, kendisini acı-tatlı sürpriz bekliyordu. Bernard oradaydı.. Terfi etmiş, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın New York Güvenlik Başkanı olmuş ve Ecevit’i ziyarete gelmişti. Sarıldılar, sohbet ettiler, korkunç hadiseyi kahkahalarla andılar, ayrıldılar. 7 sene sonra, 2006… Ecevit vefat etti. Rahşan hanıma gönderilen taziye mesajları arasında, emekliye ayrılmış olan Bernard Johnson’ın satırları vardı: Büyük bir insanın ölümünü öğrenmekten dolayı derin üzüntü içindeyim, size ve Türk milletine başsağlığı dilerim…)
Oofff of.
İnisiyatif bizdeydi.
Kıbrıs bizimdi.
Petrolü biz arıyorduk.
Ve bugün… Başbakanımızla aynı Waldorf Astoria’da buluşan Obama “sakın ola Rumlara dokunmayın” dedi. Çünkü, otel aynı otel ama, petrolü arayan biz değiliz maalesef. AB üyesi Rumlar.
Bizi sorarsan… Taa 1976’nın bile öncesine döndük, petrol aramak için gene ve hâlâ Norveç gemisi kiralamaya çalışıyoruz!
Bernard Johnson
Türk siyaset tarihinde en çok suikast girişimine uğrayan kişi, Bülent Ecevit’ti. Her suikastın perde arkasında, ABD istihbaratının Türkiye’deki maşaları olduğu iddia edilirdi. Kaderin cilvesi… Ecevit’i en ölümcül saldırıdan FBI ajanı kurtardı. Bernard Johnson, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın güvenlik bölümünde genç bir memurdu, Frederick Locker ve George Mitchel’le birlikte Ecevit’i koruyorlardı, bu saldırıda gösterdiği üstün cesaret ve dikkat üzerine, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın New York’taki güvenlik şefi oldu, 2002’de emekli oldu.

Sf: 219
Metin
Hopa İlçesi
Kemalpaşa Beldesi
Köyün adı Dereiçi
Gene böyle bi haziran
Hoşgeldin bebek…
Çileye hazırlan.
Bembeyaz ekmeğini kapkara maden ocaklarından çıkaran babanın, ilk evladıydı. İlkokul köyde. Ortaokul beldede. Ya lise? O yok. Artvin’e gitmesi lazım. Ona da para yok. Henüz 13 yaşında gurbete çıktı. Taa Batman’a gitti. Amcasının yanına. Meslek lisesi okudu. Elektrik. Üniversite sınavına girdi. Zonguldak Maden Teknik Okulu’nu kazandı. Dört sene okusa maden mühendisi olacak… Dalga mı geçiyorsun? Nasıl kalacak orada, hangi parayla? Rize’ye gitti. Öğretmen Okulu’na yazıldı. Neden Rize? Kendinden sonra dünyaya gelen ikiz biraderleri Rize Ticaret Lisesi’ne gidecekti. Babaları maden ocağından emekli olmuş, ek gelir için balıkçılığa başlamıştı ama, yetişemiyordu. Ailenin en büyük oğlu olarak, masraflara omuz vermesi gerekiyordu. Çaykur’a girdi. Ev tuttu. Kardeşlerini yamna aldı. Bi yandan çalıştı, bi yandan okudu, bi yandan kardeşlerini okuttu. Öğretmen oldu, ilk görev yeri? Konya’nın Bozkır İlçesi’ne bağlı bi köy… Gitti. 1980. Haşırt, darbe oldu. Solcu dediler, tutuklandı. Yattı. Çıktı. Sürüldü.

Sf: 220
Sivas’ın Suşehri ilçesi’ne bağlı bi köye tayin oldu. Bunun burda ne işi var dediler. Gene sürüldü. Bu sefer, Sivas’ın Kangal ilçesi’ne bağlı bi köy… Soruşturma açıldı. Aklandı. Dava açıldı. Kazandı. Doğru bildiğini söylemekti tek suçu… Âşık oldu. Evlendi. Eşi de öğretmendi. Rize’de. Eş durumundan Rize’nin Derepazarı ilçesi’ne tayin oldu. Soruşturmalar, davalar, boğuştu, hepsinden haklı, hepsinden tertemiz çıktı. Evladı oldu. Ulaş. Okuttu. İzmir’e, Ege Üniversitesi İşletme’ye gönderdi. Emekli oldu. Taksitle iki göz oda, ev aldı. Tapusunu eşinin üstüne yaptı. Hayatı boyunca parasızlık çekmiş, parayla hiç işi olmamıştı. Ödenmeyeceğini bile bile arkadaşlarına kefil olup, ödediği borçların haddi hesabı yoktu. Hiç otomobili olmadı mesela. Öğretmenliğini yaptığı çocuklardı onun serveti. Bi de Tukaş… Köpeği. Yavruyken getirmişlerdi. Tukaş salça kolisinde… Güldü, e adıyla beraber gelmiş, Tukaş olsun bunun adı
dedi. Can yoldaşıydı. Avcıydı çünkü. Ama, avcılığı da bi acayipti. Vuran değil. Kurtaran. Yaralı geyik buldu, evine getirdi, tedavi etti, doğaya saldı, yaban hayatı koruma derneklerinden sayısız örnek ava ödülleri kazandı. Atmaca beslerdi. Büyütür, bakar, günü gelince özgürlüğe uçururdu, hiçbir canlı tutsaklık yaşamamalı derdi. Çevreciydi. Artistlerinden değil. Aktiflerinden. Derelerin üzerinde santral kurulmasına karşıydı. Vatan topraklarının ona buna peşkeş çekilmesine itirazı vardı. Kahvede oturup dedikodu yapmak, aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın demek, ona göre değildi. Tırsmaz, meydan okur, yüreğini ortaya koyardı. Gözüne gaz sıktılar. Yerli malı gaz. Gaz işi ince iştir, ayarını kaçırırsan öldürür dedik, anlatamadık. Öldürdüler. Öldü. Hayatı boyunca doğruları savundu, doğrulan söyledi, ölümünün ardından, ölümüyle ilgili olarak bile “yalan” söylediler… Astımmış dediler. “Meğer astımmış ondan ölmüş” diye yazan gazetecilerden biri çıkıp da “hayatı boyunca doğada yaşamış bir insan, nasıl olur da astım olur, a be şerefsizler” demedi. Diyemedi. Çünkü, gazeteci diye ortalıkta dolaşan tiplerde, bu memleketin çocuklarına öğretmenlik yapan onurlu, namuslu, dürüst insanlara karşı, Tukaş kadar vefa yok… Öğretmen öldüğünden beri yemiyor içmiyor Tukaş, bugün yarın o da kahrından gidecek gibi görünüyor.
Hopa İlçesi
Kemalpaşa Beldesi
Köyün adı Dereiçi
Başladığı yerde, bitirdi.
Öğretmen toprağa verildi.
Gene öyle bi haziran…
Uğurlar ola adam gibi adam.
Metin Lokumcu
1957 de Hopa’da doğdu, 2011’de, Tayyip Erdoğan’ın Hopa mitinginin öncesinde biber gazıyla öldürüldü. Trabzon Adli Tıp Kurumu’nun hazırladığı ön otopsi raporunda açık açık “biber gazının tetiklemesi sonucunda gerçekleşen kalp krizinden ölüm” diye yazıldı. Sonra bir rapor daha yazıldı, biber gazı örtüldü Tayyip Erdoğan “bir tanesi kalp krizinden ölmüş, üzerinde durmaya gerek duymuyorum” dedi!

Sf: 227
Tunç
2012.. .
Atatürkçü subaylar darbeci, terörist, casus diye içeri tıkılırken… Tayyip Erdoğan mecliste kürsüye çıktı, 20 Nisan 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinden bir kupür gösterdi, “bak belge konuşuyor, CHP iktidarında camiyi ahır yaptılar” diye bağırdı.
Ayakta alkışlandı.
Kupürün başlığını göstermişti.
Haberi okumamıştı.

Sf: 228
Kameralara sallaya sallaya gösterdiği kupürün başlığında, “bu ne insafsızlık, Seferihisar da tarihi cami ahır yapılmış yazıyordu.
Peki, haberin içinde ne yazıyordu?
Aynen şunlar yazıyordu:
“Seferihisar’ın Hereke köyünde bir cami tahrip edilmiş ve ahır haline getirilmiştir. Müze müdürü, tahkikat yapmıştır. Verdiği malumata göre, kütüphane ve medresesi vardır. Kütüphanesinden eser kalmamıştır. Evren oğullarından Kasım tarafından inşa ettirilmiştir. Üstündeki Arapça yazıya göre, 641 yıllık olduğu anlaşılmıştır. Osmanlı-Türk stilindedir. Tahribata rağmen, geriye kalan kısmı muhafaza edilirse, kıymettir.”
Yani?
Caminin ahır haline getirilmesiyle CHP döneminin, Atatürk’ün filan alakası yoktu. Camiyi ahır haline getiren, Yunan işgali sırasındaki vandallıktı. İşgal yıllarında bölgede hiç Türk kalmamışta. Türklerin yokluğunda caminin ahır haline getirildiğini tespit eden, bu bilgiyi Cumhuriyet gazetesine veren, İzmir Müze Müdürü’ydü.
Zaten ortada cami falan kalmamıştı. Metruk haldeydi. Minaresi yoktu. Sadece antik ören yerlerinden araklanarak monte edilmiş sütun duvarı ayaktaydı. Bölgede arkeolojik sayım yapan İzmir Müze Müdürü, bu antik sütun sayesinde caminin kalıntılarını farketmişti.
Antik bölge olduğu için, müze müdürü tarafından tespit yapılmıştı. Cami ibadete açık olsaydı, 1936’da ahır yapılsaydı, tee 1924’te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından tespit edilirdi. Diyanet’in haberi bile yoktu. Çünkü yıllardır cami olarak kullanılmıyordu.
Üstelik…
“1936 da Mustafa Kemal döneminde ahır yapıldı” denilen cami, tam tersine, 1936 da Mustafa Kemal döneminde yeniden cami haline getirilmişti. Kasım Çelebi Camisi… Metruk halde bulunmuş, revakları temizlenmiş, minaresi onarılmış, ibadete açılmıştı. (O caminin bulunduğu köyün ismi, Düzce… Küçücük, şirin bir köydür. Eski adı Hereke’ydi. Heraklia antik kentinin üzerine kurulduğu rivayet edilir, ismi ordan gelirdi. Osmanlı döneminde nüfusunun yüzde 70’i Rum’du. İşgal sırasında hiç Türk kalmadı. 1922”de Yunan denize döküldü, Seferihisar kurtuldu ufak ufak göç ettik, yeniden yerleştik. Yanmış, yıkılmış, harabeydi.
60’lı yıllarda ismi Düzce diye değiştirildi. Sit alanıdır. Hepsini nereden biliyorsun derseniz… İzmir çocuğuyum. Menderes döneminden beri papağan gibi tekrarlanan “camiyi ahır yaptılar” yalanı, kanıma dokunuyordu. Araştırdım. Külliyen iftiraydı. O gösterilen kupürün sadece bu ne insafsızlık” tarafı doğruydu. Çünkü, Atatürk ün camiyi ahır yaptırdığını söylemek, hakikaten insafsızlıktı.)
O zamanlar Hürriyet’te çalışıyordum, gerçeğin böyle olduğunu yazdım. Gazeteler ve televizyonlar Seferihisar’a üşüştü. Yandaş medya öylesine zehirlenmişti ki, Atatürk’ün camiyi ahır yaptığına hiç tereddütsüz inanıyorlardı. Düzce köyü sakinleriyle konuştular, yazdıklarım elbette doğruydu, tırıs tırıs geri döndüler, cami gerçeğinden tek kelime haber yapmadılar.
İsim vermeye utanırım ama, anlı şanlı ağabeylerimiz, duayen gazetecilerden bile telefon edip “yazdıkların doğru mu?” diye sorma gafletinde bulunanlar olmuştu. Tayyip Erdoğan söyledi ya, hiç sorgulamadan inanıyorlardı.
Halbuki, ortalama zekaya sahip herkes, kendine şu soruyu sorabilirdi… Madem böyle bir iş yapacaksın, taaa İzmir’e gidip, taaa ilçesine gidip, taaa köyüne gidip, ordaki camiyi mı ahır yaparsın? Dini duyguları aşağılamak için böyle bir saçmalık yapacaksan, herkesin görebileceği yerde yapmaz mısın?
Ve, o günkü yazıma bir not daha ilave etmiştim…
“Seferihisar’daki o tarihi caminin tarihi medresesini yeniden açmak da CHP’ye nasip oluyor. Seçimi ezici üstünlükle kazanan CHP’li belediye başkanı Tunç Soyer, Kasım Çelebi Camisi’nin medresesini restore ettiriyor. Proje hazırlandı, Anıtlar Kurulu’na sunuldu, Anıtlar Kurulu’ndan onay çıkar çıkmaz inşaatına başlanacak” demiştim.
Tunç Soyer kim biliyor musunuz?
45 sene önce, 1971…
Hava albay Nurettin Soyer, 12 Mart döneminde sıkıyönetim savcısı’ydı. Kestanepazarı’ndaki vaazlarıyla İzmir de ufak ufak çevre yapmaya başlayan Fethullah Gülen hakkında iddianame hazırladı, “laikliğe aykırı olarak, devletin hukuki nizamlarını dini esaslara uydurmak amacıyla cemiyet tesis etmek”ten dava açtı, üç sene hapis cezası almaşım sağladı. Fethullah Gülen yedi ay yattı.
Askeri savcı Nurettin Soyer, Fethullah Gülen’in dönüşebileceği tehdidi taaa 45 sene önce, ilk tespit eden kişiydi. Müthiş öngörüydü. “Devlet düzenini dinci esaslarla değiştirmek için örgütleniyor” dediğinde… Fethullah Gülen henüz ışık evlerini bile açmamıştı, işin başındaydı, tehlikeli hayallerinin arifesindeydi. Sonradan yol verilmeseydi, Türkiye Cumhuriyetinin başına bunlar gelmeyecekti. Askeri savcı Nurettin Soyer’in açtığı dava, Fethullah Gülen’in ömrü boyunca hüküm giydiği tek dava oldu.
Tunç Soyer…
İşte bu askeri savcı Nurettin Soyer’in oğlu.
Kaderin cilvesi mi desek, Allah’ın tokadı yok mu desek, bilemiyorum.
Senin beğenmediğin dönemin sıkıyönetim savcısı, havacı albay, Fethullah Gülen’i hapse tıkacak… Senin yönettiğin dönemde, havacıların elebaşı olduğu subaylar, seni hapse tıkmak için, Fethullah Gülen adına darbe yapmaya kalkacak.
Senin beğenmediğin dönemin askeri yargısı, Fethullah Gülen’e dava açacak… Senin yönettiğin dönemin askeri yargısı Fetocu çıkacak.
Camiyi ahır yapanlar, şimdi de cami bombalayacak dediniz…
Camiyi bombalayanın da, TBMM’yi bombalayanın da kim olduğunu gördük.
“Türkiye laiktir laik kalacak” dediğimiz için, bize dinsiz dediniz…
“Alnı secdeye eriyor” dediğiniz heriflerin ne mal olduğunu gördünüz!
Dolayısıyla…
Fethullahçılarla imam nikahlıyken Atatürk’e hakaret edenlerin, şimdi Akp genel merkezine devasa Atatürk posteri asması elbette takdir edilecek bir özeleştiridir ama, yetmez… Aynı meclis kürsüsüne çıkıp, Atatürk’ün manevi şahsiyetinden özür dilemeleri gerekir.
Tunç Soyer
Ankara’da doğdu, Ankara Üniversitesi’nde hukuk okudu, İsviçre Webster Koleji’nde ve Dokuz Eylül Üniversitesi nde uluslararası ilişkiler ve Avrupa Birliği üzerine iki yüksek lisans yaptı, 2009 ve 2014’te Seferihisar belediye başkanı seçildi, uluslararası yerel kalkınma modeli “sakin şehir” hareketini Türkiye’ye getirdi, sosyal demokrat belediyeler birliği genel
başkanı oldu.

Sf: 254
Tuncay
“Bakterilerden kurtulmak için yatağınızı yastığınızı iki günde bir sirkeyle silin. Çöpünüzü biriktirmeyin, böcek gelir. Çöp poşetinin altına ıslak gazete kağıdı koyun, kokuyu alır.”

Sf: 255
“Çamaşır yıkamak için iki yöntem var, topukmatik ve petmatik Elinizle çitilerseniz, cılk yaralar açılıyor. Ayaklarınızla girin leğene, tepinir gibi yıkayın. Topukmatik’ten sonra ayaklarınızı iyi durulayın, yoksa egzama oluyor. Çoraplarınızı beş litrelik pet şişeye sokun, deterjan ilave edin, kapağını kapatın, çalkalayın, pınl pırıl oluyor, petmatik de bu.”
 “Spor yapın, günde 10 bin adım atın. Havalandırma 13 adım uzunluğunda, 6 adım eninde… Ortalama hızla 2.5 saat sürüyor.”
“Süzme yoğurdu çok severim. Atletimin kol kısımlarım düğümlüyorum, torba haline getirip, yoğurdu içine döküyorum, altına leğen kovup, pencereye asıyorum, iki gün sonra hazır.”
“Haftada 10 dakika telefon hakkınız var, süre biter, kelime bitmez, son sözünüz hep ağzınızda yarım kalır. Seni seviyorum’u en önden söyleyin, sonra içinize dert olmasın”
“Bol bol yazın. Yazmak konuşmak gibidir. Karşınızda kimse olmasa bile, kendinize anlatın. Mektup almak iyidir. Üstünü örttüğünüz kendinize, kendi mektuplarınızı gönderin.”
 “Ortak alanda maç seyrederken, taraftarlık ölçüsünü kaçırmayın. İçerisi de dışarısı gibi, kavga çıkıyor. Şişlenmeyin, jiletlenmeyin.
 “Tıraşınıza özen gösterin. Karşılıksız çek ve banka borcundan tutuklu berberler çok başarılı.”
“Maarif takvimi bulundurun. Her gece törenle yırtın. Geçen, sizin ömrünüzdür, atlamayın!”
“Bayramlara evinizdeki gibi hazırlanın, şekerinizi çikolatamzı hazır edin, yan koğuşlara atin.
“Tespih çekin. Sakın sallamayın. Racona ters, hakaret olarak algılanıyor. Sigara içmeseniz bile, bulundurun, para yasak, değiş tokuşlu alışverişte para yerine geçiyor.’
“Kalorifer yetersiz. Isıtıcı yasak. Nevresimi battaniyeye tela yapın. Üstüne bir nevresim daha geçirin. Hem battaniyenin tüyünden kurtulursunuz, hem de battaniye yorgan hissi verir.”
Sf: 256
“Rutubetten korunun. Başucunuzdaki duvarı battaniyeyle kaplayın Ekstra battaniyeye izin vermezlerse, seccade alın, ona izin veriliyor. Çivi yasak. Diş macununuzla duvara yapıştırın, kuruyunca öyle sağlam tutunur ki, şaşarsınız.”
“Toprak yok. Her yer beton. Duvarları yosun kaplıyor. Temizlemeyin. Yeşili orda görün.”
“Duruşma salonunda fesleğen verdiler, bayılırım. Ama içeri sokmak yasak. Üç dalını gömlek cebime koydum, ceketimle örttüm, x-ray’den geçti, elle aramada farkedilmedi. Getirip, pet şişeden vazoya koydum. Gördüler, ses etmediler. Aspirin attım suyuna… Dayanamadı.”
“Tecrübe kazanınca hücremde sera kurdum! Öğrendim ki, cezaevinin toprağı çay’dır. Çayı al, beş litrelik pet şişeyi yarısından kes, saksı yap, tabanına gazete kağıdı yerleştir, altına delik aç, çayı saksıya doldur, soğan ek, sarımsak ek, sula… Fesleğen ektim böyle, yaşadı. Seracılık faaliyetime devam ediyorum. Taze soğan yiyorum, sarımsak yiyorum.”
“Gübre takviyesi şart… Kuşları pencere önlerine, havalandırmaya alıştıracaksın, ekmek kırıntısı serpin, gelirler. Onlar cıvıl cıvıl beslenirken, siz onların pisliğini toplayıp çaydan toprağa koyacaksınız. Ama fazla koymayın, fazlası bitkilere zarar veriyor, çürütüyor.”
“Örümcekle dost olun. Ağlarını sakın temizlemeyin, sineği uzak tutar. Benim pencerenin önünde iki tane siyah kabadayı örümceğim var, sivrisineklerin korkulu rüyası… Karıncaya dalaşmayın. Şeftali aldım kantinden, dolaba koymayı unuttum, iki kilo şeftaliyi bir gecede götürdüler. Geceleri baykuş geliyor, iyi oluyor, fareler kaçıyor. Güve’ye arı’ya dikkat edin.”
İlaçlarınızı düzenli alın. Mutlaka vitamin alın. Aman hastalanmayın. Hastalandınız… Acil alarm butonuna basın, bağırın, gürültü yapın, sedyeyle çıkarılmanız en erken 30 dakika… Siz siz olun, saat 17.20’den sonra sakın kalp krizi filan geçirmeye kalkmayın, anca ölünüzü bulurlar.”
“Mantar, ishal, kabız, cilt rahatsızlığı, enfeksiyon, depresyon, tansiyon, şeker, böbrek yetmezliği, kalp, dolaşım bozukluğu, diş eti çekilmesi, duyma bozukluğu, karaciğer, mide, kas-eklem  rahatsızlığı boyun-bel fıtığı, romatizma, neticede kanser… Bu
hastalıklar sırayla sizi bekliyor, hazırlıklı olun.”
Sf: 257
“Ben mesela, aniden sararmaya, yaralar dökmeye başladım. Revire kaldırıldım, kimi zehirlendiğimi, kimi siroz olduğumu, kimi portakalı fazla kaçırdığımı o yüzden sarardığımı, kimi de psikolojik olduğunu söyledi. Hastaneye sevk edildim, tetkik üstüne tetkik, teşhis konulamadı.”
Tuncay Özkan’ın hapiste Yatacak Olanlara Öğütler isimli kitabından bu satırlar… 2012’de Silivri’deyken yazmıştı. Bu koşullarda altı sene yattı, bir avuç namuslu insan haricinde, kimsenin ruhu bile duymadı.
 Ve iftira sürecinde gıkını çıkarmayan haysiyetsiz medyamız, şimdi olan biteni sanki ilk defa duyuyormuş gibi yazıyor… “Tuncay Özkan’ın Silivri koşullarında hasar gören karaciğerine kök hücre tedavisi uygulandı, biyopside böcek ilacına rastlandı, üç ay boyunca evinde karantinada kalacak, maskeyle dolaşacak, kimseyle temas etmeyecek” filan.
 “Ciğeri beş para etmeyenler”in bu kadar baş tacı edildiği ülkede… Namuslu yurtseverlerin ciğeri bi yere kadar dayanabiliyor maalesef.
Tuncay Özkan
1966’da Ankara’da doğdu, Gazi Üniversitesi’nde gazetecilik okudu, mesleğine Hürriyet grubuna ait Hürgün gazetesinde başladı, Cumhuriyette ve Uğur Dündar’ın Arena programında çalıştı, Kanal D ve Show Tv’nin haber yayın yönetmeni oldu, Radikal, Milliyet, Akşam’da köşe yazdı, Çukurova grubu’nun medya grup başkanı oldu, Kanaltürk televizyonu’nu kurdu, bu kanalı Akın İpek’e sattı, 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinin
düzenleyicilerinden oldu, 2008’de Yeni Parti’nin genel başkanı oldu, üç ay sonra Ergenekon’dan tutuklandı, beş sene hapis yattı, müebbet hapse mahkum edildi, Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla tahliye edildi, 2015 seçimlerinde CHP’den İzmir milletvekili oldu, Silivri koşullarında karaciğeri hasar gördü, Almanya’ya kök hücre tedavisine gitti, karaciğerinde böcek ilacına rastlandı, Silivri’deyken zehirlendiği iddia edildi, 2016 itibariyle hem yargılanması, hem tedavisi devam ediyordu.
Sf: 260
İzzet Baysal
İzzet Baysal 2000 yılında, 93 yaşında vefat etti, kendi arzusu üzerine, bakanlar kurulu kararıyla, Abant izzet Baysal Üniversitesi’nin Gölköy kampüsündeki anıt mezara defnedildi. İzzet Baysal’ın yeğeni, İzzet Baysal Vakfı Başkanı Ahmet Baysal, onuncu yıl marşı’nı yasaklatmaya kalkışan milli eğitim müdürünün de bulunduğu toplantıda, şu tokat gibi konuşmayı yaptı: “Okullarda Onuncu Yıl Marşı yerine Mehter Marşı çaldırmak istiyorlar, mehter marşında üç adım atılır, bir adım durulur, Onuncu Yıl Marşı’nda ise Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri’dir, kimsenin şüphesi olmasın ki, Türkiye’nin bugünkü büyüklüğünde ilk 10 yıl hamlesinin payı çok büyüktür!”
Sf: 263
Otomarsan’ın kurulmasını sağladı.
Bruno Taut, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde yöneticilik yaptı, Milli Eğitim Bakanlığı’nda mimarlık bölümü başkanlığı yaptı, Atatürk’ün naaşının konulduğu katafalkı o çizdi, o yaptı, kendisine bu iş için verilen bin lirayı kabul etmedi, sadece hatıra için teşekkür mektubu istedi, bu topraklarda kalmayı vasiyet etti, Türkiye Cumhuriyeti onu vasiyetine uygun şekilde onurlandırdı, İstanbul Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verilen tek gayrimüslim oldu.

Kim bu insanlar?

1933-1937 yılları arasında Atatürk Cumhuriyeti’ne sığınan mültecilerin bazıları…
Tamamı bilim insanı.

Sf: 264
Sinan
80 kere falan ekrana çıkardık, hem atv Haber’de çalıştığım dönemde, hem Star Haber’de… Çünkü, kredi kartından mahvolanlar için bi tek o çaba harcıyordu.
“Çinan Aygün” diyorduk.
Eminim, en çok Çin büyükelçisi sevinmiştir, içeri girmesine… Yerli malı kullan kampanyası yapıyor, ithal malların “silahsız işgali”ne direniyordu.
Sf: 265
Şovmen dediler ona
Halbuki… Telefon ediyorduk, gariban çocuklarına eğitim bursu veriyor, fakir fukaraya beyaz eşya gönderiyor, gaziye, mağdura, kendi cebinden yardım eli uzatıyor, bunların karşılığında tek şart koşuyordu: “Lütfen haber yapılmasın…”
Çiftçiyi dert ediniyordu.
Açın bakın interneti, onun hazırlattığı raporları Tarım Bakanlığında bile bulamazsınız… Kafa yoruyordu.
AKP ye evet dese… Zafer Çağlayan gibi milletvekili olabilir, bakan olabilirdi. Şu anda savcıya ifade değil, basına demeç veriyor olurdu.
Paraysa para, güçse güç… Ankara’nın en zengin iş adamlarından biri… İstese, gider New York’ta yaşar. Bodrum’a tatile gideceğine, sanayi sitesine gidiyordu.
Seversin, sevmezsin…
Yalakalık yapmadı hiç.
E hak etti!
Çünkü sistem diyor ki…
Sana ne birader, sana ne?
Elalemin derdi seni mi gerdi?
Ye, iç, bak güzel güzel ihaleler var, kap.
Ortak ol, kırış, bandır, yala.
Sana ne?
Sinan Aygün
1959’da Ankara’da doğdu, Gazi Üniversitesi İngiliz dili ve edebiyatı’nı bitirdi, 1997-2011 arasında Ankara Ticaret Odası Başkanlığı yaptı, Türkiye Odalar Birliği el pençe divan dururken, ATO’nun imkanlarını iktidarın emrine vermedi, Akp’nin en nefret ettiği insanların başında geliyordu, 2008’de Ergenekon kumpası kapsamında tutuklandı, Ergenekon’un kasası olduğu iddia edildi, 14 gün sonra serbest bırakıldı, tutuksuz yargılandı, 2011’de CHP Ankara milletvekili oldu, 2013’te Ergenekon davasında 12.5 sene hapis cezasına çarptırıldı, Yargıtay bu kararı bozdu, 2016 itibariyle yargılama devam ediyordu.

Sf: 266
Yunus, Veysel
Ben yürürem yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akilem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi
(Yunus, 13’üncü yüzyıl.)
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır
(Köroğlu, 16’ncı yüzyıl.)
Bana kara diyen dilber
Gözlerin kara değil mi
Yüzünü sevdiren gelin
Kaşların kara değil mi
(Karacaoğlan, 17’nci yüzyıl.)
Yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir
(Dadaloğlu, 18’inci yüzyıl.)
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm ay m zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
(Veysel, 1894 doğumluydu.)
Akp genel başkan yardımcısı hâlâ diyor ki: 
“Atatürk travma yaşattı, dilimizi değiştirdi.”

Sf: 267
Akp döneminin en tartışmalı konularından biri “dilimizdi. Sanki eskiden Türkçe diye bir dil yokmuş gibi davranıyorlardı. Türk dememeye özen gösteren, millet diyerek geçiştiren Tayyip Erdoğan, Türkçe’ye her fırsatta hakaret ediyordu, Türkçe’yle felsefe yapılamayacağını bile söyledi. Aklınca, Osmanlıca’yı yüceltiyordu. Osmanlıca’yı zorunlu ders yapmaya çalışıyor, “isteseler de istemeseler de Osmanlıca öğretilecek, bu dinin sahibi var” diyordu. Dil konusunda din’e vurgu yaparak, Osmanlıca’yla İslamiyet arasında bağ kurmaya çalışıyordu. Osmanlıca bilmediğimiz için “dedemizin mezar taşını okuyamadığımızı” filan söylüyor, mizah dergilerine kapak konusu oluyordu! Ekstra matrak tarafı… Tayyip Erdoğan’ın imam hatip lisesindeki karnesi ortaya çıktı, Kur’an-ı Kerim dersinden sınıfta kalmıştı, anca bütünlemeyle geçebilmişti, Arapça notu zayıftı, kanaat notuyla zorla 10 üzerinden beş alabilmişti!

Sf: 269
Şener
Tarih, 14 Ekim 1987.
Saat, 11.05.
Yer, Ankara Mürted.
4’üncü Ana Jet Ussü’nün pistinde bir F16 frenlerini bırakmış, kulakları adeta sağır eden gümbürtüyle hızlanıyordu.
Nefesler tutulmuştu.
Çünkü, 86-0068 kuyruk numaralı o F16, tarihimizde yeni bir sayfa açıyordu. Türkiye’de üretilen ilk savaş uçağıydı.
İlk kez test ediliyordu.
Haliyle, düşme ihtimali yüksekti.
Pilot, 36 yaşında bir binbaşıydı.
Şener Koltuk.
“Kelle Koltuk” diyorlardı ona.
Haklıydılar… Bu işi yapabilmek için hakikaten kelleyi koltuğa almak gerekiyordu. Havalanacak, bütün manevraları deneyecek, kelimenin tam manasıyla “canını çıkaracaktı” hiç uçmamış uçağın.
Kalktı, daldı, çıktı, yattı, döndü.
Sağ salim indi.
“Tamam” dedi, “bu uçar!
Gözü karaydı.
Mangal yürekli.
Tam çılgın Türk.
Kıbrıs’ta savaştı.
F100’le…
Bu F100 dedikleri, güya avcı bombardıman uçağıydı ama, aslında soba borusu gibi bi şeydi. ABD’nin bize kakaladığı uçaklardandı.
1953 model!
Onunla dağıttı Yunan’ı.
F104 macerası var bir de…

Sf: 270
Bandırma’ya inecek, basıyor düğmeye, sol iniş takımı açılmıyor Komutan o zamanlar Cumhur Asparuk Paşa… “Atla” diyor, “uçağın canı cehenneme, pilotumdan kıymetli değil” diye bağırıyor. Atlasa, rutin kontrol için hastaneye gidecek, 28 gün uçuştan men edilecek, kural bu… Uçak arızalı ama, pilot daha arızalı! “Çorbayı akşam evde içeceğim komutanım” diyor, atlamıyor! Gövde üstü indiriyor uçağı! Hem de öyle indiriyor ki, tereyağından kıl çeker gibi, tekerlekle inse bu kadar olur… Aynı uçağı, 27 gün sonra “kendisi” test ediyor ve yeniden Hava Kuvvetlerine dahil ediyor.
521 uçağın test uçuşunu yaptı.
521 kez “maksimum” riske attı hayatını.
Bu bir dünya rekoru.
Çünkü, binlerce parça ve milyonlarca hesaptan oluşan sıfır kilometre 521 uçağı, düşürmeden indiren başka bir pilot yok dünyada.
Emekli oldu sonra…
ABD’den iş teklifi aldı.
Acayip paralar teklif edildi Gitmedi.
“Ben bu işi para için yapmadım, bu vatanın ne toprağım terk edebilirim, ne gökyüzünü” dedi.
Restoran açtı.
“Ticaret yapmak F16 uçurmaktan zor” diyordu arkadaşlarına… “Buzda kayıyorsun, suya yazı yazıyorlar, dürüstlük yok! Böyle ortamda uçmak mı kolay, ticaret yapmak mı?”
Ve tarih, 13 Haziran 2008.
Yer, Ankara Kocatepe Camii.
Musalla taşında ay-yıldızlı tabut.
Şener Koltuk.
Henüz 57 yaşında kalp krizinden vefat etti.
Türban gündemine boğulduğumuz için haberinizin olduğunu sanmıyorum, yazayım dedim… Türkiye, hakkı ödenmez bir kahramanını, çok değerli bir vatan evladını, sessiz sedasız toprağa verdi. Allah rahmet eylesin.

Sf: 271
Şener Koltuk
1951’de İstanbul’da doğdu, hemen hemen her erkek çocuk pilot olmak ister, onun çocukluk hayali ise doktor olmaktı, İstanbul Üniversitesi tıp fakültesini kazanmasına rağmen gidemedi, babası karacı subaydı, oğlunun da subay olmasını istedi, 1970’te teğmen rütbesiyle hava kuvvetlerine katıldı, 1987’de binbaşı rütbesindeyken, Öncel Projesi kapsamında ordudan ayrıldı, F16’ların test pilotu oldu, 2008’de kalp krizinden vefat etti, Ankara Gölbaşı’nda toprağa verildi.

Sf: 275
Aziz
AKP milletvekili Osman Yağmurdereli, Öküz Mehmet Paşa’nın hayatını konu alan dizi film çekecekmiş.
Bence, Zübük’ü çekmeli.
Çünkü, Öküz Mehmet Paşa’mn lakabı öküz ama, kendisi öküz değildi. Babası öküz nalbantı olan bir sadrazamdı. 400 yıl önce ölmüş gitmiş, mezarı taaa Halep’te.
Halbuki, Zübük ölümsüz.
Hep aramızda.
Haysiyetsiz.
Şerefsiz.
Dönek.
Egoist.
Ahlaksız.
Dindar görünen…
Vatansever görünen…
“Demokrasi” vaat eden…
Halkı kandırmak için, bayrağa, ekmeğe, Kuran’a el basmaktan çekinmeyen, her türlü katakulliyi yapıp, foyası ortaya çıkınca namaza duran, o partiden bu partiye geçen, paraya tapan, suratına tükürsen “yarabbi şükür” diyen…
Kalleş.
Yağcı.
Sıkışınca yalvaran…
Güçlenince ezen…
Zalim.
Vicdansız.
Rüşvet alan, il başkanı olan, belediye başkanı olan, milletvekili olan, bakan olan, “din kardeşlerim, muhterem vatandaşlar, aziz hemşerilerim” laflarını dilinden düşürmeyen…
Çıkarcı.
İftiracı.
Çanak yalayıcı.
Namussuz biri Zübük.
Bence, Zübük’ü çeksin Daha çok izlenir.
Aziz Nesin
1915’teİstanbul Heybeliada’da doğdu, asıl adı Mehmet Nusret Nesin’di, 1937’de harp okulunu bitirdi, 1944’te üsteğmenken ordudan uzaklaştırıldı, gazetecilik- yazarlığa yöneldi, 1945’te Sedat Simavi’nin çıkardığı Yedigün dergisinde işe başladı, 1946’da Sabahattin Ali’yle birlikte Marko Paşa dergisini çıkardı, hakkında açılan davalar nedeniyle, yazı hayatında 100’den fazla takma isim kullandı, Oya Ateş, Vedia Nesin, Kasım Kahkah, Kerim Kihkih, Sıtkı Sırılsıklam, Şakir Şıkırşıkır, İzzet İzinde, Bedri Birdirbir gibi isimlerle yazdı, 1956’da Kemal Tahir’le birlikte yayınevi kurdu, 1972 de Nesin Vakfı’nı kurdu, kitaplarının geliriyle kimsesiz-yoksul çocukların eğitimini üstlendi, öyküler, romanlar, çocuk kitapları, şiir kitapları, gezi kitapları, çizgi romanlar, tiyatro oyunları, köşe yazıları yazdı, Zübük ü 1961 de kaleme aldı. 1993’te Sivas Madımak katliamından kılpayı kurtuldu, 1995’te imza günü için gittiği İzmir Alaçatı’da vefat etti, vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmadan, yeri belli olmayacak şekilde, Çatalca’daki Nesin Vakfı’nın bahçesinde toprağa verildi.

Sf: 277
Ali
“Paradan Atatürk’ü attılar!”
 Böyle dedi Tayyip Erdoğan.
 Etkilendim hakikaten…
 İsmet İnönü’ye oy verecektim, vazgeçtim!
 Aslına bakarsanız, Merkez Bankası’nın kasasındaki “dolar” miktarıyla övünen, adında Türk olan tesisleri “lira yerine dolarla” yabancıya satan, ‘paranın dini, imanı, milliyeti, ırkı, vatanı olmaz’ diyen zihniyetin, Atatürklü parayı savunması sevindirici. Ama yine de, paramızın üstünde Atatürk fotoğrafının bulunması, hepimizin Atatürkçü olduğu anlamına gelmiyor… Yakana Atatürk rozeti taktığında Atatürkçü olmadığın gibi, cüzdanında Atatürklü para taşıdığında da Atatürkçü olmuyorsun.
Peki ne yapacağız?
Kim Atatürkçü…
Kim değil…
Nasıl ayırt edeceğiz?
Madem laf paradan açıldı…
Tek yolu var!
Amerikan gururu Broadway’de başrol oynamış tek Türk… Fransa’da Fransızca, İngiltere’de İngilizce, yani Türkçe anlamayana anladığı dilden anlatmasını bilen, değerli sanatçımız Ali Poyrazoğlu buldu o yolu… Diyor ki:
“Türk parasının sahte olup olmadığını anlamak için ışığa tutarız. Eğer içinde Atatürk varsa, o para gerçektir. İçinde Atatürk yoksa, sahtedir. Ne mal olduğunu anlamak için, insanları da ışığa tutun… İçlerinde Atatürk yoksa, sahtedir… İçinden Atatürk geçmeyen insanlara paye vermeyin, iltifat etmeyin.
Ali Poyrazoğlu
1946’da İstanbul’da doğdu, İstanbul Konservatuarı tiyatro bölümünü bitirdi, kariyerine İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Tarla Kuşu oyunuyla başladı, Dormen, Kent, Ulvi Uraz, Gülriz Sururi-Engin Cezzar tiyatrolarında sahneye çıktı, 1970 te sinemaya başladı, seks filmleri furyasına katıldı, iki sene sonra Yeşilçam’dan uzaklaştı, 1972’de kendi tiyatrosunu kurdu, Broadvvay’de Pera Palas isimli oyunda İngilizce başrol oynadı, 1986’da Yeşilçam’a geri döndü, Arkadaşım Şeytan filmiyle Ankara Film Şenliği’nde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü kazandı, 1998’de Devlet Sanatçısı unvanı aldı.

Sf: 279
Yalıçapkını
 Victor Hugo “prenses” demiş, İzmir için.
 Kendi memleketine bakmış, “sefiller” demiş.
 Benim memleketime bakmış, “prenses” demiş.
 Düşün gari.
 Abartmıyorum, dünyanın hiçbir yerinde İzmir’deki kadar güzel batmaz güneş… Alt tarafı 8-9 saat sonra geri gelecek olmasına rağmen, gitmek istemez adeta İzmir’den… Tren garlarındaki duygusal vedalaşmalar gibi ağırdan alır.
Gene öyle bir vakit… Tükenmeyen enerji, kavuniçi top olmuş, trajik yangının küllerinden yeniden doğan şehrimin ufuk çizgisinde, körfeze iniyor usul usul, aheste aheste.
Rakının dibine vurma saati.
Takvimler, 1923…
Adres, Kordon.
Naim Palas.
Cumbada oturuyor sarışın kurt
Sevmez fazla yemeği.
Leblebi var önünde.
Garson titriyor, çünkü çocuk Rum.
Sesleniyor Gazi, şefkatli…
“Vre Dimitri” diyor:
“Gel bakayım.”

Sf: 280
Çocuk “buyur paşam” diyor, ş’lere dili dönmeyen, kırık dökük Türkçesiyle…
“Sizin Kosti” diyor, işgal sırasında kasıla kasıla İzmir’e gelen Yunan Kralı Konstantin’i kastederek, “sizin Kosti geldi mi buraya?”
– Geldi paşam…
– Oturdu mu bu masaya?
– Oturdu paşam.
– Güneş batarken rakı içti mi?
– İçmedi paşam.
– E sormadın mı be çocuk, ne halt etmeye almış İzmir’i!

Sf: 285
Bakın… TÜBİTAK, lise öğrencileri arasında araştırma yapmış, yüzde 97’si Mona Lisa’yı tanıyor, yüzde 98’i Müşfik Kenter’i tanımıyor. Yüzde 98’i Amerikalı rap şarkıcısı 50 Cent’i tanıyor, yüzde 100’ü Fahir Atakoğlu’nu tanımıyor. Roma’daki Pisa Kulesi’nin nerede olduğunu biliyorlar, Antalya’daki Apollon Tapınağı’nın nerede olduğunu bilmiyorlar. Yüzde 81’i Brad Pitt’i tanıyor, yüzde 51’i Mehmet Akif Ersoy’u tanımıyor.
Bu araştırmayı yapan TÜBİTAK da…
Darwin’i tanımıyor zaten!

Sf: 286
Nuri
Deniz Baykal, Tayyip Erdoğan’ın kendisine yönelik ithamlarına karşılık “bu maganda üslubudur” dedi.
Günün en popüler kelimesi oldu.
Peki hiç düşündünüz mü…
Nedir bu maganda?
Mucidi, Nuri Kurtcebe.
Efsane Gırgır’ın keskin zekası.
O icat etti.
Açtım telefonu, sordum…
Nedir bu maganda?
“1972 de askere gittim, Sivas Temeltepe… Herkes eğitimden kaçıyor, ben asker çocuğuyum, eğitime çıkayım dedim, ölürsün dediler, dışarsı eksi 45 derece… Ne yapacağız? Tesadüfen arkadaşıma rastladım, şarkıcı Neco… Tiyatrocu İsmail İncekara da orada, Erkin Koray’ın bas gitaristi Aydın Buray Şencan da orada… 30’uncu Piyade Alayı Şov Grubu diye bir grup yaptık. Nöbetçi subayların gece canı sıkılıyor, bizi çağırıyorlar, biz de eğlendiriyoruz filan.”
“O yıllarda sinemaya giderdin, filmden önce Walt Disney’in Miki’leri oynardı. Film bahane, herkes o beş dakkalık Miki’leri izlemeye giderdi aslında… Anadolu’da gördüm ki, ‘i’ diyeceklerine ‘ı’ diyorlar, ‘miki’ diyeceklerine, ‘mıkı’ diyorlar… Baktık ki, komedyen diyemiyor, karikatürist diyemiyor, şov grubu diyemiyor, bize ‘mıkı’ demeye başladılar. Bizim grup oldu mu sana, mıkı… Canı sıkılan nöbetçi subayı haber gönderiyor, mıkılar gelsin… E dışarsı buz, içerde hem yemek var, hem sıcak… Mıkı olalım anasını satayım, kurtulalım dedik…”

Sf: 287
“Mıkı aşağı, mıkı yukarı, ben bu mıkıları kafamda çoğaltmaya başladım… Önce mıkık çıktı! Cahilin küçüğü… Çarşı izninde görüyorum ki, adam pijamayla geziyor… Mıkık’ın büyüğü… O oldu makak! Tedavisi mümkün olmayanlar da, mokok!”
“Adam sokağa tükürüyor, vay hayvan vay desen, seni ikiye böler… Vay mokok vay dediğinde, çıt yok, herhalde bana paye verdi diye düşünüyor… Yürürken omuzuna çarpıyor, dönüp bakmıyor bile, vay ayı vay desen, kafanı kırar, vay makak vay dediğinde, sesini çıkarmıyor!”
“Yani bu işin kökeni, asker ocağıdır Askerden getirdim ben onları!”
“İstanbul’a döndüm, Gırgır’da Gaddar Davut’ta kullanmaya başladım. Makaktı, mokoktu derken, baktım ki, İstanbul’da onlardan çok var… Büyük şehirde yaşayanı, oldu sana, maganda!”
“Bir de mağara versiyonu var!”
“İşin özü, 75 milyon sayfa filan yazdık, çizdik, uç uca eklesen kutuba yol olur, hiçbiri üzerinde durulmadı, maganda kalıcı oldu… Şehir magandası, trafik magandası, futbol magandası…
Ben maganda kelimesini İngiltere’de icat etmiş olsaydım, şu anda telif milyarderiydim… Herkes kullanıyor, bana su yok! Deniz Baykal’dan telif mi istesem acaba?”
İşte böyle…
Yani 40 yıl düşünsem, hakaret kabul edilen magandanın, Walt Disney’in sevimli Miki’sinden türediği aklıma gelmezdi.
Nuri Kurtcebe
1949’da Muğla’da doğdu, Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin resim bölümünü bitirdi, reklam şirketlerinde karikatürist olarak çalışırken Oğuz Aral’la tanıştı, efsane Gırgır’ın kurucu çekirdek kadrosunda yer aldı, başta Gaddar Davut olmak üzere, unutulmaz karakterler yarattı, 1996’da Uğur Mumcu ödülü’ne layık Nuri Kurtcebe görüldü, Cumhuriyet gazetesindeki çizgileriyle 1997-99 arasında üç sene üst üste Haşan Tahsin Ödülü aldı, Çağdaş Eğitim Vakfı ödülü aldı, 2002’de Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından Yılın Atatürkçüsü seçildi.

Sf: 288
Ceza
Ceza.
Rap’çi.
Gençler bayılıyor.
“Fark var” diye bi şarkısı var.
Bütün partiler peşinde.
AKP istemiş.
CHP istemiş.
Saadet istemiş.
Mitinglerde çalmak istiyorlar.
E bütün partiler isteyince…
Acaba nedir bu “fark var” diye merak ettim.
Sözlerine baktım.
“Seninle iyi arasında fark var!”
“Yalancı şahitler çoğalmış…”
“Sanki herkes zan altında” diyor.
“Maymunlar cehennemindeyim…”
“Ayrılmış birbirinden millet…”
“Umudum kalmadı” diyor!
“İnsanlar yabancılaştı…”
“Ortamlar yabanileşti…”
“Kelamlar acayipleşti” diyor.
Memleketin geldiği noktayı bundan daha iyi özetleyen bir şarkı olamaz… Sanırım o yüzden hepsi peşinde!
Ama gel gör ki…
Ceza, kabul etmemiş.
“Siyasetle işim olmaz” demiş.
Bu nedenle… Siyasi partilerimize İsmail YK’nın “Allah Belanı Versin” isimli şarkısını öneriyorum!

Sf: 289
Ceza
1976’da İstanbul’da doğdu, meslek lisesi mezunuydu, elektrik teknisyeniydi, Tedaş’ta işçi olarak çalıştı, asıl adı Bilgin Özçalkan’dı, “Ceza” takma ismini kullanıyordu, astronomik tekliflere rağmen müziğini siyasete kiralamadı, sanatçı sıfatını taşıyan pek çok şarkıcı Akp’li belediyelerin konserlerine çıkabilmek için Tayyip Erdoğan’a yalakalık yaparken, Ceza daima uzak durmayı başardı.
Gazanfer
Sene 2002…
AKP iktidar oldu.
Eşi hastalandı o sene…
Acayip masraf çıktı.
Üstüne kendi hastalandı.
By-pass oldu İki defa.
Doktora para…
Hastaneye para…
İlaca para…
Vergisini ödeyemedi.
30 bin lira.
Faiz, faiz, faiz…
Oldu, 300 bin lira!
Başbakan’a gitti, anlattı.
Başbakan dinledi, notlar aldı.
Hikaye…
Sene geldi 2009’a.
Borç oldu, 500 bin lira!
“Ne olacak bu işin sonu?” dediler…
Şunu dedi:
“78 yaşındayım, devletimize milletimize hep hürmet ettik, mahcup oluyorum. 78 yaşında hâlâ çalışıyorum, mecburum, kazandığım parayı komple vergi borcuna yatırıyorum, mesela geçen yıl 110 bin lira yatırdım, sadece faize gitti, anaparadan bile düşmedi. Eşime, dostuma, çocuklarıma karşı hep rol yapıyorum, neşeli görünmeye gayret ediyorum. Hayatım boyunca Anadolu’yu karış karış gezdim, yurt dışında devletimi milletimi temsil ettim, borcum nedeniyle seyahat yasağı kondu, oğlumuz İngiltere’de, gidip göremiyoruz. Çok ağır geliyor… Büyük üzüntü içindeyim, yaşımız da kemale erdi, vaktimiz yaklaşıyor, bu gidişle öbür tarafta rahat edeceğiz… Aslında, öbür tarafa gidenlere gıpta ediyorum.”

Sf: 290
Ve, gitti Gazanfer Özcan Kurtuldu.
Gidiyor beyefendiler birer birer.
Hanımefendiler gidiyor.
Dangozlaşıyor Türkiye.
Hırtlaşıyor…
Recep İvedikleşiyor.
Hadi şimdi takın maskeleri…
 Hep beraber üzülüyormuş rolü yapalım.
Gazanfer Özcan
1931’de İstanbul’da doğdu, Vefa Lisesi’nde okurken tiyatroyla tanıştı, Şehir Tiyatroları’nın çocuk bölümüne katıldı, 1962’de Gönül Ülkü’yle evlendi, Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu’nu kurdular, 1952-2007 arasında çok sayıda sinema filminde rol aldı, 1985-2009 arasında Kuruntu Ailesi, Avrupa Yakası gibi, izlenme rekoru kıran televizyon dizilerinde oynadı, 1998’de Devlet Sanatçısı unvanı aldı, 2009’da vefat etti, Karacaahmet’te toprağa verildi.

Sf: 295
Doğruları konuşmak için, en az iki kişi gerekir.
Biri doğru söyleyen.
Biri doğru anlayan.
Onur Öymen
1940’ta İstanbul’da doğdu, Ankara Üniversitesi siyasal bilgiler fakültesini bitirdi, 1964’te dış işlerine girdi, Kopenhag ve Bonn büyükelçiliği yaptı, dış işleri bakanlığı müsteşarı oldu, NATO daimi temsilcisi oldu, Yılın Hariciyecisi seçildi, Abdi ipekçi Barış ödülü aldı, 2002’de CHP İstanbul milletvekili, 2007’de CHP Bursa milletvekili seçildi. 2009’da CHP genel başkan yardımcısıyken, Akp’nin açılım sürecini eleştirdi, “Kurtuluş savaşında analar ağlamadı mı, kimse çıkıp Yunanlılarla anlaşalım, analar ağlamasın dedi mi, Şeyh Said isyanında analar ağlamadı mı, Dersim isyanında analar ağlamadı mı, Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı?” dedi. Bu lafı eğip büktüler, Onur Öymen’i Dersim üzerinden “ırkçı” ilan ettiler. Akp’ye Hdp’ye hiç gerek kalmadı, Kemal Kılıçdaroğlu linç etti, istifaya çağırdı. Aradan bir sene geçti… Kemal Kılıçdaroğlu CHP genel başkanı olur olmaz, ilk iş Onur Öymen’in üstünü çizdi, onun yerine “Dersim soykırımdır, sorumlusu CHP’dir” diyen Hüseyin Aygün’ü CHP milletvekili yaptı. Onur Öymen’in tasfiye edilmesi, CHP’nin yeni CHP’ye dönüştürülmesinin ilk işaret fişeğiydi.

Sf: 303
Behçet Uz
1893’te Denizli’de doğdu, bugünkü adı İstanbul Üniversitesi tıp fakültesi olan, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’yi bitirdi, İzmir’de çocuk hekimliği yaptı, 1931’de İzmir belediye başkanı oldu, 10 senede İzmir’i ihya etti, şehrin borçlarını temizledi, gelir gider dengesini kurdu, Kültürpark, Uluslararası İzmir Fuarı, Cumhuriyet meydanı, Atatürk heykeli, çocuk hastanesi, Atatürk ormanı, santral garaj, bulvarlar, parklar, hep onun döneminde hizmete girdi. 1941’de Denizli milletvekili oldu, Ticaret bakanlığı yaptı, iki dönem Sağlık bakanlığı yaptı, 1986’da vefat etti, Kokluca’da toprağa verildi.

Sf: 304
– Evet.
– Eyooo!
Efsanedir bu, hatırlarsınız.
Büyük usta Erkan Yolaç sunardı.
Yarışmaya katılıp madara olanlara “pirinç, bulgur filan hediye edilirdi!
Erkan Yolaç bıraktı…
Tayyip Erdoğan var şimdi onun yerine!
İlla istiyor ki, sandığı filan beklemeyelim, çıkalım televizyona, o iki kelimeden birini söyleyelim.
Ya söylemezsen?
“Bertaraf olursun” diyor.
Halbuki…
Bitaraf olan bertaraf olmaz.
Bakınız, İsviçre.
Üstelik, benim bildiğim demokrasi, “gizli oy” açık tasniftir… “Anayasa”nın 67’nci maddesine göre, seçimler ve “referandum”lar, “gizli oy” açık tasnifle yapılır.
Hal böyleyken, ne isteniyor?
“Açık oy” açık tasnif.
Anayasa’ya aykırıdır!
Evet-hayır’a dönersek…
Aradım ustayı, Erkan Yolaç’ı.
Sıkı durun…
Meğer, AKP ye yakın bi hukukçu derneği benden önce aramış, “evet” kampanyasına katılması için teklifte bulunmuş iyi mi… Sokak reklamlarında kullanacaklarmış, akıllarınca slogan da hazırlamışlar, “Erkan Yolaç, evet’e yol aç” yazacaklarmış… Maddi tarafının çok cazip olduğunu” söylemişler, “bu para fırsatı kaçmaz” diye tembihte bulunmuşlar.
Tek kelimeyle cevap vermiş büyük usta…
“Hayır” demiş!
Bugüne kadar şahsiyetimi satmadım, bundan sonra da satmaya niyetim yok.”

Sf: 305
Üstelik, katmerli “hayır” demiş…
Çünkü, hem para karşılığında “evet” kampanyasına katılmaya “hayır” demiş, hem de           referandumda “hayır” oyu vereceğini söylemiş.
“Peki, hayır kampanyası için teklif gelseydi?” diye sordum…
 Avanta için kendini satan abidik kubidik sanatçı bozuntularına ders gibi cevap verdi:              “Gene kabul etmezdim. Bir tane oyum var, kullanırım, o kadar… Halka malolmuş, halkın sevgisiyle programına 48 yıl devam etmiş biri olarak, para karşılığında halkın siyasi tercihini yönlendirmek kişiliğime, karakterime yakışmaz!”
Bunca pespayeliğin arasında, omurgalı kalan ustalarıyla onur duyuyor insan.
Netice itibariyle…
Duydunuz zilin sesini.
Başka kapıya…
İzmir marşıyla!
Erkan Yolaç
Bulgaristan göçmeni bir ailenin oğlu olarak, 1935’te Kırklareli Babaeski’de doğdu, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden iç mimar olarak mezun oldu, Ankara Radyosu’na sunucu olarak girdi, BBC de yayınlanan evet-hayır yarışmasını 1962’de hayatımıza soktu, ekranlarda gazinolarda 40 seneden fazla bu yarışmayı sundu, 1970 Türkiye güzeli Asuman Tuğberk’le evlendi, konfeksiyon işine girdi, Yolaç
markasıyla gömlek üretti, 1962-73 arasında beş filmde rol aldı.
Derviş
İşlerine geldiği zaman “Hepimiz Ermeniyiz” der bunlar, işlerine geldiği zaman “afedersin Ermeni” der.
Halbuki, ne hepimiz Ermeniyiz…
Ne de birinin Ermeni olmasıdır önemli
Bakın, hazır “soy önemli soyyy” diye bağırılırken, yaşanmış öykü anlatayım size.

Sf: 306
 Derviş Özer, tıp doktoru.
Aynı zamanda, heykeltıraş.
90’lı yılların başı… Tatile giderken Afyon’da mola verir. Çay bahçesine kalabalık bir grup insan gelir o sırada, üstleri başları perişan, alayı gariban, ağlamaktan gözleri şişmiş… ‘Hayrola?” der. Şehit cenazesi taşıyan köylülerdir. O gün üç yaşında olan ve ortalıkta neşeyle hoplayıp zıplayan kızına bakar, bir de köylülere… Bir yanda saçının telini dünyaya değişmeyeceği evladı, bir yanda evladını vatan için toprağa vermiş baba… Utanır.
“Bi şey yapmalıyım” der.
“Bu çocukları ölümsüzleştirmeliyim.”
“Şehit Ağacı” projesi hazırlar.
Terör şehitlerini künyelere yazacak, künyeleri ağaca takacak, çocukların birer yaprak gibi ebediyen salınmasını sağlayacaktır o ağacın dallarında…
Hayata geçirmek için aradığı fırsatı, anca 2003’te bulur. Resim Heykel Müzesi’nin açtığı yarışmaya katılmaya karar verir. İstanbul’a gelir, künyeleri almak için Tahtakale’ye gider. Sorar soruşturur. Herkes aynı adresi verir. Ermeni bi usta… Dükkana girer, anlatır. O güne kadar hiç düşünmediği detaya dikkat çeker Ermeni usta, “paslanmaması lazım” der, “evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı.”
 Olmalı ama, en pahalısıdır o bahsettiği künyeler, tanesi 1 lira 25 kuruş… “Ticari iş değil bu, takma kafana” der Ermeni usta, “vatan işi” der… Beşte bir fiyatına, kâr falan almadan, hatta zarar ederek, 25 kuruştan verir. Üç bin künye… “Haftaya gönderirim” der. Tam gününde gönderir. Sonra, kısmet olmaz, araya başka işler karışır, hazırlandığı yarışmaya katılamaz heykeltıraş… Künyeleri paket halinde evinin deposuna kaldırır. Taa ki, amacına ulaşacağı 2009’a kadar.
Ankara Kızılcahamam Belediyesi, Şehit Fatih Duru Parkı yapmaktadır. Başvurur… Belediye “başımızın üstünde yerin var der… Kurumuş bir sedir ağacı, gövde olur.

Sf: 307
Ancak, bi sorun vardır.
Şehit sayısı altı bini geçmiştir.
Eldeki künye sayısı ise sadece üç bindir.
Parkın açılışına yetişme kaygısıyla, İstanbul’a gelmez, Ermeni ustanın ismini telefonunu da kaydetmemiştir, internete girer, eksik künyeleri tamamlamak için askeri malzeme satan tüccarlarla temasa geçer. “Paslanmaz istiyorum” der. “Abi merak etme, künyenin kralı bu garantisi verirler. Zaman dar… Ermeni ustanın 25 kuruştan sattığı künyeleri, 1’er liradan alır.
Tek tek isimleri yazar, takar sedir ağacının dallarına, Cumhuriyet Bayramı’nda açılışı yapılır. Medya ilk gün hücum eder, Türkiye ağlayarak seyreder, sonra unutulur gider.
Ve, kış gelir…
Sadece tebrik yağmaz tabii.
Yağmur da yağar.
Şehit Ağacı’nın üç bin yaprağı ışıl ışıl parlıyor hâlâ; gerisi paslandı…
“Vatan işi bu, evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı” sözü kulağında çın çın çınlayan heykeltıraş, ağlayarak, tek tek değiştirmek zorunda kaldı, Türk tüccardan aldığı künyeleri.
Bize de, bu satırları yazmak kaldı.
Yüreğimizdeki isyanla…
Soy sop filan değildir önemli.
Milleti kimin soy’duğudur.
Derviş Öner
1964’te Kıbrıs Lefkoşa’da doğdu, Hacettepe Üniversitesi tıp fakültesinden mezun oldu, 2000 yılında hekimliğinin yanı sıra heykel ve resimle uğraşmaya başladı, dört sergi açtı, 2011’de tekrar üniversite sınavına girdi, Ankara Üniversitesi iletişim fakültesi’ni bitirdi, kısa filmler çekti, Kıbrıs gazetelerinde köşe yazıyor.

Sf: 311
Orhan Veli Kanık
1914’te İstanbul’da doğdu, asıl ismi Ahmet Orhan’dı, babasının ismi Veli olduğu için, soyadı kanunundan önce Orhan Veli olarak tanındı, İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesine kaydoldu, yarım bıraktı, eski olan her şeyden uzak durdu, hece’yi aruz’u reddetti, kafiye’yi ilkel buluyordu, sokaktaki adamın Türkçe’sini şiir diline taşıdı, yalın anlatımı tercih etti, doğaldı, argo’yu bile kullandı, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’la birlikte, Türk şiirinde mihenk taşı kabul edilen, yenilikçi Garip akımının kurucularından oldu, Garip akımını sadece şiirleriyle değil, özgür yaşamıyla, gönül ilişkileriyle, yeni bir şair tipi yaratarak şekillendirdi, geleneklerin dışına çıktığı için yadırgandı, eleştirildi, küçümsendi, umurunda bile olmadı, 1950’de, henüz 36 yaşındayken beyin kanamasından vefat etti, Aşiyan’a defnedildi. Peki o rakı şişesindeki balık neydi? Sait Faik Abasıyanık 1947’de Yedigün dergisi için yaptığı röportajda Orhan Veli’ye bunu sordu, şu cevabı aldı: O şiir, yoksulluklar içinde yaşayan bir adamı anlatır, insan o haldeyken çok şey ister, esvap ister, yemek ister, rakı içmek ister.”
Abdurrahman
Adı üstünde…
Allah’ın kulu demek.
Rahmet sahibi demek.
“Dinsiz” deseler…
Dedesi, hacı, Nakşi şeyhiydi. Büyük dedesi, medrese müderrisi.
“Başörtüsüne karşı” deseler… Sekreteri bile türbanlı.
“Elit” deseler…

Sf: 312
Şanlıurfa’nın gariban köyünden

“Asker” deseler…
Sivil.
“DTP’yi kapattı, ırkçı” deseler…
Ana tarafından Kürt.
“Hukuk bilmiyor” deseler…
Ankara Hukuk mezunu.
“Savcı ama hakim değil” deseler…
Acıpayam Hakimliği yaptı, Bulanık Hakimliği yaptı, Gürün Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı, Adli Yargı Adalet Komisyonu Başkanlığı, Silifke Hakimliği, Yargıtay Tetkik Hakimliği yaptı.
“Tecrübesiz” deseler…
12 sene önce Yargıtay üyeliğine seçildi, Yargıtay Ceza Dairesi Üyeliği yaptı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilliği yaptı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı.
“Koltuk sevdalısı” deseler…
Seneye emekli.
“Paragöz” deseler…
Milletvekilinden az maaş alıyor.
“Anayasa’ya aykırı” deseler…
Madde 148, anayasal görevi.
“Uyarıyorum” dedi…
Bakalım ne diyecekler?
Abdurahman Yalçınkaya
1950’de Şanlıurfa Suruç’ta doğdu, Ankara Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun oldu, 2007’de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na getirildi, görevinin ilk senesinde “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu gerekçesiyle Akp’ye kapatma davası açtı, dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan ve dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahil, 71 Akp yöneticisine siyaset yasağı getirilmesini talep etti, Akp yandaşı medya tarafından adeta linç edildi, hakaret edildi, manşetlerden hedef gösterildi, 2015’te yaş haddinden emekliye ayrıldı.
Sf: 316
Namık Kemal

1840’ta Tekirdağ’da doğdu, asıl adı Mehmet Kemal’di, dedesinin bir arkadaşı yazıcı-katip anlamında Namık deyince, şiirlerini Namık Kemal adıyla yazmaya başladı, gizli faaliyet gösteren Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı, Tasvir-i Efkar gazetesinde “vatan, hürriyet, millet, yurtseverlik” gibi sakıncalı bulunan kavramlar üzerine kalem oynatıyordu, gazete kapatılınca Paris’e kaçtı, Muhbir gazetesinde yazdı, Londra’ya geçti, Hürriyet gazetesini çıkardı, İstanbul’a döndü, Vatan Yahut Silistre’yi yazdı, 1873’te Gedikpaşa tiyatrosunda sahnelenince, tutuklandı, Kıbrıs’a sürgüne gönderildi, Birinci Meşrutiyet’in ilanıyla İstanbul’a döndü, Kanun-i Esasi’yi, yani anayasayı hazırlayan kurulda yer aldı, meclis-i mebusan kapatılınca gene tutuklandı, Sakız adasına sürüldü, 1888’de vefat etti, Gelibolu Bolayır’da toprağa verildi. Tanzimat devri aydınıydı, fikirleri ve eserleriyle Mustafa Kemal Atatürk’ü etkileyenler arasındaydı.
İbrahim
Sene, 1999
Abdullah Öcalan, Kenya’da, Yunanistan Büyükelçiliğinde enselendi, ağzı burnu bantlanarak, paketlendi, özel bir uçağa bindirilerek, Türkiye’ye getirildi. Memlekete kan kusturan terörist başının uçaktaki o görüntüsü, Türk milletinin hafızasına mıh gibi çakıldı.
Bir sene sonra, 2000…
Ankara, Atina’yla kan davası gütmedi, iyi niyetini göstermek için tarihi bir hamle yaptı, Yunanistan’la ortak tatbikata katıldı.

Sf: 317
“Zıpkın” filomuza ve “Atmaca” filomuza ait 12 adet F16’mız Akhisar’dan havalandı, Yunanistan’ın Nea Aghialos Askeri Üssü’ne indi. Yunan topraklarına tekerlek koyan ilk F16’mızın kokpitinde, bir korgeneral oturuyordu, l’inci Taktik Hava Kuvveti Komutanı, İbrahim Fırtına.
İbrahim Fırtına komutasındaki “elçi” filomuz, çiçeklerle karşılanmış; “ha savaştı ha savaşacak” denilen Türkiye ile Yunanistan’ın arasında adeta “barış güvercini” olmuştu.
10 sene sonra, 2010…
Bir gazete manşet attı.
İbrahim Fırtına yönetimindeki Hava Kuvvetlerimizin, Ege’de Yunan F16’sı düşüreceğini, olmadı, kendi kendine Türk F16’sı düşüreceğini, böylece Türkiye ile Yunanistan arasında savaş çıkaracağını, fırsat bu fırsat, darbe yapacağını iddia ediyordu.
 İbrahim Fırtına’nın Ankara’da evi basıldı, gözaltına alındı, terörle mücadele polislerinin nezaretinde Türk Hava Yolları uçağına bindirildi, İstanbul’a getirildi. Ömrünün 45 senesini vatana millete “barış”a adayan, jetlerimizin çelik kanatlarıyla memlekete kol kanat geren, şeref madalyası sahibi İbrahim Fırtına’nın “sanki terörist başıymış gibi” bindirildiği uçaktaki o görüntüsü, Türk milletinin hafızasına mıh gibi çakıldı.
Türk milleti unutmamalı.
İbrahim Fırtına
1943’te Ordu’da doğdu, 1962’de hava harp okulundan mezun oldu, 2003’te hava kuvvetleri komutanı oldu, 2005’te emekli oldu. 2006’da kendisine verilen Fransa’nın en yüksek liyakat nişanını, Fransa’nın sözde Ermeni soykırımını tanımasını protesto için, teslim almadan iade etti. 2009’da Ergenekon iftirasıyla, darbe iddiasıyla gözaltına alındı, bırakıldı, 2010’da bu defa Balyoz iftirasıyla tutuklandı, 3.5 sene hapis yatırıldı, 20 sene hapis cezasına çarptırıldı, Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yargılama kararıyla tahliye edildi, beraat etti.

Sf: 318
Berk
Türkiye’de her şeyin karaborsası olur Hainin olmaz.
Haini en bol ülke Türkiye’dir.
Bakın taze örnekler vereyim.
“Ne malum intihar ettiği?”
“Foyası meydana çıkınca tabii…”
“Amiral gözündeki kara gözlükleri çıkarsın da, öyle konuşsun, asıl kendi niye intihar etmiyor?”
“Pisliğini örtmeye çalışmış…”
“İddia doğru mu, sen onu söyle!”
“Albay sütten çıkmış ak kaşık!”
“Vah vah, Ergenekon’dan çıkmak için intihar etmekten başka çıkar yol bulamamış demek ki!”
Bunun Türkçesi’ne hiç dokunmadım:
“şerefle ne alakası var, herhalde birşey yaptı sonra foyalari ortaya çıkınca intar eddi ondan sonrada ittahar edti.”
“Müslüman olsa, intihar eder mi?”
“Tek tek olmaz, hepsi gidecek!”
“iktidara fitne sokanların haline bak.”
“Komutan katilleri savunuyor.”
“Deniz Feneri’ne iftira atmışlardı.”
“Darbeci ordu bunalıma girdi.”
“Öldü diye mağdur mu oldu yani?”
“TSK’da maneviyat eksik.”
“Ölüm, gerçekleri örtemez.”
“Yayınlanan klipte, kocamı Ergenekon ilişkileriyle tehdit ederim diyordu, şimdi tabut başında Berkçiğim diye ağlıyor. Gözyaşları sahte. Silahların yerini söyle.”
Ne bunlar biliyor musunuz?
Hürriyet, Milliyet, Vatan gazetelerinin internet sitelerinde “eşine iftira atılan albay canına kıydı” haberi yayınlandı… Yukarıdaki satırlar, o haberin altına yapılan yorumlardan bazıları.
Gizli saklı değil, alenen.
Asimetrik psikolojik harekatı filan geçmiştir iş…
TSK, düşman ordusudur.

Sf: 319
Berk Erden
1960 doğumluydu, deniz kurmay albaydı, hassas dönemdeki Güney Deniz Saha Komutanlığı Radar Gözetleme Birimi komutanıydı, amiral olmasına kesin gözüyle bakılıyordu, 2010’da, internete iftira haberleri düşmeye başladı, önce Ergenekoncu olduğu iddia edildi, sonra Poyrazköy silahlarını saklayan kişi olduğu öne sürüldü, sonra bir kadın memurla gönül ilişkisi olduğu yazıldı, hakkında peş peşe yalan haberler yapılıyordu. Yüksek Askeri Şura ya günler kala, eşi hedef alındı, eşinin bir albayla yasak aşk yaşadığı yazıldı, internetten yayılan bu iftiralar aynı gün Akp yandaşı medyada manşet yapılıyor, Akp yandaşı televizyonlardan bangır bangır duyuruluyor, linç kampanyası haline getiriliyordu, dayanamadı, İzmir’deki lojmanında, beylik tabancasıyla canına kıydı, Zincirlikuyu’da toprağa verildi.

Sf: 322
Bedri Baykam
1957’de Ankara’da doğdu, Sorbonne Üniversitesi’nde ekonomi tahsili yaptı, ABD’ye gitti, 1980-84 arasında California College of Arts and Craft’s’da resim eğitimi aldı, 1987’de atölyesini İstanbul’a taşıdı, iki yaşında resim yapmaya başladı, Bern, Cenevre, New York, Washington, Paris, Londra, Roma, Münih, Stockholm, San Fransisco, Berlin, 100’den fazla kişisel sergi açtı, 25 kitap yazdı. 2011 senesinde Tayyip Erdoğan, Kars’taki insanlık Anıtı’na ucube demiş, yıkılmasını emretmişti, Bedri Baykam bu heykelin yıkılmasını protesto eden bir toplantıya katıldı, çıkışta “fikirlerine uyuz oluyorum” diyen biri tarafından bıçaklandı,
ölümden kıl payı kurtuldu.

Sf: 326
Muammer Kaddafi
1942’de Sirte’de doğdu, tam adı Muammer Muhammed Abu Minyar el-Kaddafi’ydi, Libya Üniversitesi tarih bölümünü bitirdi, askeri akademi ye girdi, Özgür Subaylar Hareketi adı altında gizli bir örgüt kurdu, 1969’da yüzbaşı rütbesindeyken, o sırada kaplıca tedavisi için Türkiye’de bulunan Kral İdris’e karşı darbe yaptı, kendisini albaylığa terfi ettirip, ülkenin yönetimini ele geçirdi, Beyaz Saray darbeden yedi gün sonra Kaddafi yönetimini tanıdı, İngiliz üslerini ülkeden çıkardı, petrol şirketlerini ulusallaştırdı, Afrika ve Arap ülkelerindeki sol hareketlere destek oldu, Rusya’yla yakın ilişkiler kurdu, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında tüm gücüyle yanımızdaydı, Libya’yı 42 sene yönetti, 2011’de Arap Baharı ayaklarıyla iç savaş çıkarıldı, rejimi yıkıldı, doğduğu Sirte’de yakalandı, linç edilerek öldürüldü, Sahra çölü’nde henüz dünyaya açıklanmayan bir yerde toprağa verildi.

Sf: 331
Hasan Tahsin
1888 de Selanik’te doğdu, asıl adı Osman Nevres’ti, Sorbone Üniversitesi’nde siyasal bilimler tahsili yaptı. Milli istihbarat Teşkılatı’nın kökeni kabul edilen teşkilat-ı mahsusa’ya katıldı. 1915’te Bükreş’te İngilizlere karşı faaliyet yürütürken tutuklandı, 1916’da serbest kaldı, tanınmamak için Hasan Tahsin adını kullanmaya  başladı. 1918’de İzmir’e yerleşti, Hukuk-u Beşer gazetesini yayımladı, “Yurtsever” isimli köşesinde başyazarlık yaparken, 15 Mayıs 1919’da ilk kurşunu sıktı, şehit oldu, İzmir Harmandalı’da toprağa verildiği rivayet edilir.

Sf: 333
“Eğer sağlığı bu taşeron kafayla yürütmeye devam ederseniz, bunun acı sonuçlarım gün gelir, herkes sevdikleriyle öder. Sağlık denilen kavram, ne ekonomiye benzer, ne siyasete benzer. Unutulmasın… Dünyada sağlıktan, hastalıktan daha demokratik bir şev yoktur. Bu meclis bile hastalıktan daha demokratik değildir.”
(Nedir bu hastalık-demokrasi ilişkisi diye merak ettim. Biraz daha açması için değerli vekil Ceyhun İrgil’i aradım. İzah etti.)
“Dünyada en demokratik kavram, hastalıktır. Etnik köken, mezhep, cinsiyet, zengin-fakir ayırmaz, herkese eşit davranır, kimseye ayrıcalık tanımaz. Akp’linin prostatı da aynıdır, Chp’nin prostatı da… Mhp’linin diabeti de aynıdır, Hdp’linin diabeti de… Bu nedenle, sağlığın siyaseti olmaz. Asla olmamalı. İngiltere kraliçesine hangi ilacı veriyorsan, aynı hastalıktan mustarip Fatma teyzeye de aynı ilacı verirsin. Sağlık hizmetinde lüks olmaz. İnsanlarımız parası olsa da olmasa da ilacını alabilmeli, hekimine ulaşabilmeli. İnsan için daima en iyisi olmalı. Eğer sağlığı bu kafayla yürütmeye devam edersek, bunun acı sonuçlarım gün gelir, herkes sevdikleriyle öder.”
Benim anladığım şu…
Asrın liderimizi başbakan seçtik, cumhurbaşkanı seçtik, neticede turp gibiyiz maşallah… Senede 644 milyon defa doktora gidip, 100 milyon defa acil servise yatıp, 14 milyon defa ameliyat olup, 2 milyar kutu ilaç içiyoruz, sağlık sıhhat afiyetteyiz.
Üstüne başkan seçelim.
Yanaklarımıza renk gelsin.
Ay parçası olalım!

Sf: 334
Ceyhun İrgil
1965’te İzmir’de doğdu, Uludağ Üniversitesi tıp fakültesinden mezun oldu, Bursa onkoloji hastanesinde başhekim yardımcısı oldu, 2007’de Dünya Cerrahi Derneği seçilmiş üyeliğine kabul edildi, Bursa sivil toplum derneği’nde, Bursa fotoğraf sanatı derneği’nde kurucu başkanlık yaptı, CHP’nin ön seçiminde Bursa genelinde en yüksek oyu aldı, Haziran 2015 ve Kasım 2015’te Bursa milletvekili seçildi.


Sf: 336
Ertuğrul
Bazı insanlar 30 yaşında bile yaşlıdır.
Bazıları 80’inde genç kalır.
Yaşım 75…
İnanın, 25 yaşımda bile, beyin, adale, cinsel açıdan böylesine güçlü değildim. Kulaklarım gençken nasıl duyuyorsa, şimdi de öyle duyuyor. Gözlük takmadan gazete okuyabiliyorum.
Size aktaracağım bilgileri daha erken yaşlarda öğrenseydim, bugün daha genç, daha güçlü olurdum. Ticari bir amacım yok. Ortaya canlı bir örnek… Kendimi koyuyorum. Ne doktorum, ne diyetisyenim, ne spor hocasıyım. Başkalarının tecrübelerinden faydalanan, öğrendiklerini kendine uygulayan, kendi kendimin kobay’ıyım.
İnsan 70 yaşına gelince, 10-12 santim civarında boydan kaybediyor. Ben buna mani oldum. 24 yaşımdayken boyum 1.86’ydı, bugün 1.88… Kısalmadım, aksine, 50 yaşından sonra uzattım. Anlatacağım spor ve beslenme yöntemiyle,,sadece gençken değil, boyumuzu her yaşta uzatmamız mümkün.
Cinsel güç, yaşla doğru orantılı bir denklem değildir. Öyle olsaydı, 35-40 yaşındaki insanlar ereksiyon sorunu yaşamazdı. Erkek, 100 yaşında çocuk sahibi olabilir. İşin sırrı, Kafkas halklarının beslenme alışkanlığında… Bütün yiyecekleri afrodizyak özellikler taşıyor. Örneğin, acılı sos bulunmayan sofra göremezsiniz. Çömelin… Fırsat bulduğunuzda, evinizde, iş yerinizde, günde 3’er 5’er dakikadan en az 5-6 kez çömelin. Çömelerek oturduğunuzda cinsel gücünüzle ilgili tüm kaslarınız çalışır, güçlenir. Deneyin… Bir süre sonra, vayy be diyeceksiniz!
Saçlarım dökülmedi. Beyaz yok. Çünkü, haftanın iki günü… İçinde birer tatlı kaşığı taze zencefil suyu, susam yağı ve çörekotu yağı bulunan sızma zeytinyağını saçımın diplerine sürerim. Ovalarım, böylece 2-3 saat bırakırım, sonra yıkarım. Bu formüle borçluyum.

Sf: 337
Kaç yaşında olduğunu bilmeseydin, kaç yaşında olurdun? Kansere karşı neler yemeli? Yemek nasıl pişirilmeli? Cinsel sağlık gıdaları… Evinizde, kendi kendinize nasıl detoks yapabilirsiniz? Gürültü, sağlığımıza alkol ve sigaradan bile zararlı… Kaçıncı çocuk uzun ömürlü olur? Uyku için sekiz altın öğüt… Beş duyu eğitimi nedir? Doğru şekilde nefes alıp verdiğinizden emin misiniz? Eklem sorunları için ne yapmalı? Boyun ve bel fıtığı nasıl önlenir? Hani, bir kitap okudum hayatım değişti derler ya… İşte öyle bir kitap bu: Yaş 75        Yolun Yarısı…
Yazan… Duayen gazeteci Ertuğrul Akbay.
 İddia ediyorum, okuduğunuz andan itibaren tüm yaşam biçiminizi değiştireceksiniz. Ertuğrul ağabeyin, ayaklarından barfikse asılarak çekilmiş fotoğrafını yayımlayayım, varın gerisini siz düşünün!
Ertuğrul Akbay
1938’de İstanbul’da doğdu, gazeteciliğe 1965’te Hürriyet te başladı, Günaydın’ın yurt dışı muhabiri olarak ünlendi, röportaj kavramını Türk basınına getirdi, dünya liderlerinden Hollywood starlarına, atlatma tabir edilen özel haberlere imza attı, Gölge Adam olarak tanındı, Gölge Adam ismiyle gazete çıkardı, efsane mizah dergileri Gırgır ve Fırtı satın aldı, oğlu Burak Akbay da gazete patronu oldu, Sözcü gazetesini kurdu.

Sf: 338
Hulusi
Haftalardır tartışılıyor.
İmralı’ya kim gitsin?
Seçenek seçenek sunuluyor.
Hükümetimiz isim beğenmiyor.
E bi öneride bulunayım bari.
 Anadolu’nun küçücük kasabasından elinde bavuluyla yola çıktığında kendisi de küçücüktü, henüz 14 yaşındaydı. Askeri liseye yazıldı. Harp okulundayken, boks’a başladı, 1979 senesinde, kilosunda Türkiye şampiyonu oldu, defalarca milli takıma girdi. Özel kuvvetler’e seçildi, bordo bereyi taktı. Paraşütçü, kurbağa adam, kar kayakçısı, su altı savunma-taarruz uzmanı, yakın dövüş ve atış hocası oldu.
15 Ağustos 1984, bölücü terör tarihimizde ilk kez vurdu… Bir saat sonra helikopterle Eruh’a indirilen tim’in komutanıydı.
Lübnan, Somali, Bosna, Arnavutluk, Kosova, Gürcistan, Irak’ta özel görevlerde; 28 ülkede bulundu. Somali’deyken, bizzat ABD Genelkurmay Başkanı tarafından “best of the best” sıfatıyla onurlandırıldı, delta force’lara örnek gösterildi. Beyrut’ta askeri ataşelik yaptı; oradayken Beyrut Büyükelçiliğimiz roketle vuruldu, odası isabet aldı, kıl payı kurtuldu. Hayatı boyunca bir kere bile olsun, batı’daki şehirlerimizde görev yapmadı. Yüzlerce operasyona, bütün sınır ötesi harekatlara katıldı, Hakurk, Haftanin, Zeli, Metina, Zap, Avaşin… Kampların hepsine girdi, Kuzey Irak’ta aylarca kaldı.
Gazi…
Bir keresinde, çatışma bölgesine, gece karanlığında paraşütle atladı, kayalıklara inerken son anda ters rüzgâr yedi, çakıldı, boynundan ağır şekilde yaralandı, günlerce hastanede yattı, haber vermedi, ailesinin anca iyileştikten sonra haberi oldu.
İngilizce, Yunanca, Kürtçe biliyor. Zodyak’tan tank’a kadar, operasyonel anlamda kullanabiliyor. Gazi Üniversitesi’nde, silah ve mühimmat kazaları üzerine yüksek lisans yaptı.
Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası var. Sayısız takdir beratı var. inanılmaz kahramanlıkları ve fedakarlıkları sebebiyle, çok az insana nasip olacak şekilde,                      Genelkurmay’dan iki defa para ödülüne layık görüldü. Almadı, iyi mi… Kabul etmedi. Devlet zaten bize maaş veriyor, üstüne niye ekstra para alayım ki, dedi.
Sf: 339
Nerelerde bulunduğunu, kim bilir hangi dağlarda olduğunu eşi bile bilmiyordu. Ama hangi şartlarda olduğunu biliyordu. “70 kilo gönderirdim, 60 kilo dönerdi” diyor. En uzun ayrılık… Sekiz ay görüşemedikleri oldu, sadece telefonlaşabildiler. Oğlu mesela ilkokul birinci sınıf karnesini aldığı gün, velilerin arasında alkışlayan babasını tanımadı. Kızı doğdu, gelemedi, kucağına aldığında dört aylıktı. Babasını kaybetti, gene gelemedi.
Peki ya, onu doğuran ana?
Hakkında “terörist” diye yakalama karan çıktı. Annesi duydu. “O gece” kalp krizi geçirdi. Vefat etti… Ömrünü terörle mücadeleye adayan oğlunun terörist ilan edilmesine dayanamadı ana yüreği.
Evet…
Terörün başladığı gün, Türkiye Cumhuriyeti’nin terörle mücadele etsin diye “ilk gönderdiği subay” hapiste.
Dolayısıyla…
Hâlâ İmralı’ya kim gitsin filan diye kafa yormanın alemi yok. Çıkarın İmralı’dakini kardeşim. Bunları koyun İmralı’ya.
Hulusi Gülbahar
1959 da Malatya Hekimhan’da doğdu. Ömrünü vatana, millete adadı. Hayatı boyunca arazide, sahada, namlunun ucunda yaşadı. ‘İnternet andıcına imza atmış’ gibi uyduruk bir masa başı iftirasıyla. Ergenekon kapsamında hapse tıkıldı. Silivri mahkemesinde ‘benim herhangi bir illegal yapının, herhangi bir terör örgütünün içinde bulunduğumu düşünmek, akıl tutulmasıdır” dedi. Tam iki sene yatırıldı.

Sf: 345
Üç tarafımız denizlerle çevrili, kendimize ait “Türk havuzu” denilen bir denizimiz vardı ama… Çaka Bey’den bu yana, bin senelik donanma tarihimizden elimizde kala kala, sadece Yavuz’un direği kalmıştı.
Çünkü… Yavuz 1950 de hizmet dışı bırakıldı, müze yapılabilirdi, elbette yapılmadı, çürümeye terk edildi, 21 sene öylece bekletildi, 1971’de hurdacıya satıldı, tam sökümü başlarken, dönemin deniz kuvvetleri komutanı Kemal Kayacan dayanamadı, bari hatıra kalsın dedi, baş direğini söktürdü, 1973’te Heybeliada Deniz Lisesi’nin iskelesine diktirdi.
O direk… Türk denizcilik tarihinin en önemli gemisinden, Atatürk’ün naaşım taşıyan gemiden geriye kalan tek hatıradır.
Heybeliada Deniz Lisesi’nin kapatılması, Türk donanmasının “evinin direğinin yıkılması”dır.
Kemal Kayacan
1915’te Sinop’ta doğdu, 1972’de deniz kuvvetleri komutanı oldu, Kıbrıs Barış Harekatı’nın kuvvet komutanıydı, 1977-80 arasında CHP Ankara milletvekili olarak TBMM’deydi, 1992’de İstanbul Göztepe’de evinin kapısında Dev-Sol militanları tarafından kurşunlanarak öldürüldü, suikast sonucu katledilen en yüksek rütbeli silahlı kuvvetler mensubu oldu, Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

Sf: 347
Bingür
En derin acılarımızdan birinin adresidir Sarıkamış.
Bu milletin 90 bin evladı mermi sıkmadan, donarak can verdi Allahuekber Dağları’nda.
Dün, televizyon haberlerinde seyrettik…
Sarıkamış Şehitleri Anısı’na bir tören düzenlendi.
Davul zurna eşliğinde halay çekildi
Evet, halay çekildi.
Yağlı güreşler tertiplendi.
Uçurtma yarışması yapıldı.
Koca koca adamlar, avanta dağıtılan uçurtmaları kapabilmek için çocukları ezdi. Cirit oynandı… Belediye başkanı at üzerinde gösteri yaptı. Yemek dağıtıldı, izdiham çıktı, jandarma dipçikle dağıttı kalabalığı.
Bu rezaletin adı ne biliyor musunuz?
“Sarıkamış Şehitleri Anma Şenliği…”
Siz hiç dünyanın herhangi bir ülkesinde 90 bin inşam şehit oldu diye, şenlik düzenlendiğini duydunuz mu?
Duyun…

Sf: 348
Sarıkamış’ta Şehitleri Anma Şenliği yapıldı.
Peki kim bunun sorumlusu?
Kars Valisi’ymiş.
Kars belediye başkanı öyle dedi.
Kars Valisi’ne bir vatandaş olarak soruyorum.
“Şehitlere saygınızı Öğrenmiş olduk.
Bizim merakımız başka.
Babanız yaşıyorsa, Allah uzun ömür versin
Öldüyse eğer…
Ölüm yıl dönümünde halay çekiyor musunuz?”
Yukarıdaki yazıyı 2005’te kaleme almıştım. Sarıkamış’taki anmalar, maalesef bu şekilde yapılıyordu. Bugün eğer Sarıkamış trajedisini hakettiği hüznüyle, hakettiği onuruyla anıyorsak, bunu, Türkiye’nin en ünlü kalp cerrahlarından Profesör Bingür Sönmez’e borçluyuz. Çünkü… Sarıkamış doğumlu olan Bingür Sönmez, Sarıkamış’ı hakettiği şekilde kavrayabilmemiz için adeta hayatını vakfetti, devletin yapmadığını, hükümetlerin yapmadığını yaptı, Sarıkamış Dayanışma Grubu kurdu, her sene Sarıkamış Şehitleri Anma Yürüyüşü düzenledi, Sarıkamış’la ilgili kitaplar yazdı, medyanın dikkatini Sarıkamış’a çekti. Netice… Sarıkamış’ı dünyaya tanıtan Profesör Birgür Sönmez, Sarıkamış’ta, Sarıkamış’ın AKP’li eski belediye başkanı tarafından silahla vuruldu, ölümden kılpayı kurtuldu! Türkiye’de hiçbir iyilik cezasız kalmaz derler… Tam olarak böyleydi. Vefasızlıkta doruk noktaydı. Peki neden vurulmuştu? Bingür Sönmez 2014 yerel seçiminden kısa süre önce bir toplantıda tesadüfen Tayyip Erdoğan’la karşılaşmıştı. Birgür Sönmez’in Sarıkamış’a katkısını bilen Tayyip Erdoğan, mevcut belediye başkanı İlhan İşbilen’i nasıl bulduğunu, yerine kimi önerebileceğini sormuştu. Bingür Sönmez, Göksal Toksoy’un ismini vermiş, Tayyip Erdoğan da Göksal Toksoy’u aday göstermişti.
Eski başkanın Bingür Sönmez’e husumeti buradan kaynaklanıyordu. Bu saçma politik hırs yüzünden, Sarıkamış şehitleri’ni dünyaya tanıtan adam, Sarıkamış’a şehit oluyordu!


Sf: 351
Halil Lütfi, Fethi
Cumhuriyet’in ilk yılları…
Halil Lütfi, Tan Matbaası’nın sahibiydi.
Bab-ı Ali’nin gördüğü “en cimri” patrondu
Bir gün Cemal Kutay’ı köfteciye götürür Halil Lütfi… Kutay’ın ağzı kulaklarında… Kolay değil, cimri patron yemeğe götürüyor. Yerler, içerler. Sonradan gerçeği öğrenir Cemal Kutay… Meğer köfteci, Lütfi’nin kiracısıymış iyi mi… Özel anlaşma yapmış, “hesabın yarısını öderim” diye!
Vala Nureddin anlatıyor…
“Sirkeci’deki Hüdadan Lokantasındayım. Baktım, Halil Lütfi bir masada yemek yiyor. Şaştım tabii… Garsonu çağırdım sordum, nasıl kıyıyor paraya? Garson gülümsedi.. Meğer, lokanta sahibi Halil Lütfi’nin arkadaşıymış. Yemeğini sefer tasıyla getirir, orada ısıttırırmış. Sadece su ve ekmek parası ödermiş.”
Tahir Kutsi Makal da, Halil Lütfi’nin yanında çalışan gazetecilerden… Hokkaya batarmış kalemini, düşünüyor, ne yazayım diye… O sırada Halil Lütfi geliyor, “niçin yazmıyorsun?” diye soruyor. Makal “düşünüyorum efendim” cevabını veriyor. Bu cevabı duyan Halil Lütfi basıyor fırçayı, “önce düşün, sonra kalemi hokkaya batar, bak mürekkep boşuna kuruyor, masrafa yazık!”
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli polis muhabirlerinden Doğan Katırcıoğlu anlatıyor…
Bir yaz günü. Halil Lütfi evinin çatısında tamirat yaptıracak. Usta gelir, anlaşırlar. 5 lira… Usta çalışır, bitirir, parasını almaya gelir. Halil Lütfi “bak evladım” der ustaya… “Bu zarfın içindeki 5 lira senin, ama şimdi değil, kış gelsin, çatı akmazsa, paranı alırsın.”
Cebinde akrep vardı.

Sf: 352
Ama mangal yürekliydi.
Başı “hükümet”le derde girenlere bile kapısını açardı korkmadan biri mesela Aziz Nesin’di, hapisten çıkınca ona iş vermişti.
Pinti adamdı.
Ama harbi adamdı.
Kimseye borçlu gitmedi bu dünyadan göçerken.
Ve, müthiş bir iş yaptı gitmeden…
Malı mülkü çoktu.
Çocuğu yoktu.
Kiracısı bir ailenin oğlunu evlat edindi.
Her şeyini ona bıraktı.
En önemli mirası…
Atatürk sevgisiydi.
Katıksız Atatürkçü’ydü.
O da Selanikli’ydi.
Bir gün gar’da karşılaştı Gazi’yle Dedi ki Gazi…
“Yahu Lütficiğim, bak matbaan var, paran var, zenginsin, neden hâlâ üçüncü mevkide seyahat ediyorsun?” Lütfi cimriliğine yakışır şekilde cevapladı:
“Dördüncü mevki yok ki efendim, ne yapayım…”
Gazi kahkahayı patlattı.
“Senin soyadın Dördüncü olsun” dedi.
Hani şimdi, Selanik’teki Atatürk Evi’nin anı defterine Akp’yi şikayet eden cümleler yazdığı için, Tayyip Erdoğan ve Akp’liler tarafından mahkemeye verilen 82 yaşındaki Fethi dede var ya… İşte o Fethi dede, bu Halil Lütfi’nin evlatlığı, Fethi Dördüncü. Yaşlı diye Necmettin Erbakan’ı özel afla hapisten kurtaranlar, aynı yaştaki adamı içeri tıkmaya çalışıyorlar.
Çağrım bütün Bab-ı Ali’ye…
Fethi Dördüncü, soyadı Mustafa Kemal tarafından konulmuş, onlarca yurtsever gazeteciye iş vermiş, bu kadar cimriyken gariban bir ailenin çocuğunu evlat edinip, tüm servetini ona bırakacak kadar gönlü bonkör, Atatürkçü bir basın patronunun “emaneti”dir bize… Sahip çıkın kardeşim.

Sf: 353
Halil Lütfi, 1893’te Selanik’te doğdu, 1912’de gazeteciliğe başladı, 1972’de vefat etti. Fethi Dördüncü, 1924’te İstanbul’da doğdu, Balkan göçmeni bir ailenin çocuğuydu, babası memurdu, kirada oturdukları ev Halil Lütfi’nin mülküydü, bu şekilde tanıştılar, Halil Lütfi’nin çocuğu yoktu, Fethi’yi nüfusuna geçirdi. Fethi Dördüncü, orman mühendisi oldu, 1978’de İstanbul orman bölge müdürlüğünden emekli oldu. 2006 senesinde, Selanik’teki Atatürk evinin anı defterine “Atam, sen bu ülkeyi kurduğun zaman hiçbir ülke liderinin ayağına gitmedin ama, bu ülkenin başbakanı herkesin ayağına gidiyor, bu ülke bunu haketmiyor, laikliğin kaldırılması için çaba sarfediliyor, şeriat kanunlarıyla idare edilen bir hilafet devleti kurulmak isteniyor diye yazdı. AB Zirvesi için Selanik’e gelen Tayyip Erdoğan, anı defterindeki bu yazıyı gördü, sinirlendi, o sayfayı kopardı, yırttı. 82 yaşındaki Fethi Dördüncü hakkında “hükümeti aşağılama” suçundan dava açıldı, bir sene hapis cezasına çarptırıldı, üç bin lira para cezasına çevrildi. Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği gerekçesiyle dava açıldı, 10 bin lira tazminat ödemesine karar verildi. Dönemin başbakan yardımcısı Cemil Çiçek’de dava açtı, Cemil Çiçek’e de 7 bin 500 lira tazminat ödemesine karar verildi. Sayın basınımız, Akp yalakalığından, gıkını bile çıkarmadı. 2013’te Selanik’teki Atatürk evinde restorasyon yapıldı, anı defteri komple ortadan kaldırıldı.
Mikasa
“Mikasa” denince aklınıza ne gelir?
Voleybol topu.
Adidas, futbol topu.
Mikasa, voleybol topu.
Oysa, bir Mikasa daha var.
Japon Prensi.
Biz ona voleybol topu muamelesi yapıyoruz ama, o bize öyle bakmıyor. Adam Türkiye sevdalısı. Özellikle Kırşehir Kaman’ın hastası… Oraya bir arkeoloji müzesi yaptırmak istiyor. Bunun için 2.5 milyon dolar hibe ediyor.
Küçücük bir şartı var.
“Lütfen bu hibeyi çalmayın” diyor!
“Lütfen ekstra rüşvet istemeyin diyor!
Ortalık ayağa kalktı tabii.
Vay efendim bu bize hakaretmiş…
Batsınmış Japon’un parası falan.
Milletvekillerimiz böyle diyor.
Milletvekillerimiz böyle diyor ama, standart zekaya sahip her Türk vatandaşı bilir ki, Türkiye’de hırsızlık vardır, şakır şakır rüşvet alınır. Zeytinyağı gibi üste çıkıp, şerefsiz Japon demenin manası yoktur.
Peki neden yazıyoruz bu yazıyı?
Şu sorunun cevabını bulmak için:
Japon bize bu parayı neden veriyor?
Anlatıyor Mikasa…
“Japon arkeologlarımızla tam 21 yıldır kazıyoruz Kaman’ı… Beş bin eser çıkardık. Neden dokuz bin kilometre öteden gelip, bu kazıları yapıyoruz? Kaman’da beş bin yıllık geçmiş var. Hitit, Firig, Asur, Pers, Roma, Bizans, Osmanlı yaşamış burada… Örneğin İtalya’da Mısır’da kazı yapsanız, sadece o ülkenin mirasım bulursunuz. Kaman’da kazı yaptığınızda ise, insanlık tarihinin mirasını bulursunuz. Burası, dünyanın tam ortası.”
Böyle diyor Japon.
Ve, bu insanlık mirasının hiç ama hiç farkında olmayan ülkemize para yardımında bulunuyor. Bunun karşılığında “insaniyet namına” şu küçücük ricada bulunuyor, bari çalmayın!
Tomohito Mikasa
1946 doğumluydu, Japon İmparatoru Akihito’nun kuzeniydi, 1926’da babası tarafından kurulan Türkiye- Japonya Dostluk Cemiyeti onun himayesinde faaliyet gösteriyordu, yukarıdaki yazıya konu olan Kırşehir Kaman’daki Kalehöyük Arkeoloji Müzesi, 2010 senesinde onun sağladığı kültürel mirası koruma hibesiyle tamamlandı, açılışını bizzat yaptı, Türkiye ziyaretlerinde Türk bayraklı tişörtler giyerdi, Japon turistlerin Türkiye’ye daha fazla sayıda gelmesi için gönüllü turizm elçiliğimizi yapardı, 2012’de Kanserden vefat etti.
Abdi
Ağca ile röportaj yapmak 5 milyon dolar Film çevirmek 8 milyon dolar.
İtalyanlar böyle diyor.
Makarnacılarda para bol demek ki…
 Halbuki ver bana 500 bin dolar, ben sana Beyoğlu’ndan 50 tane adam bulayım Papa’yı vurmak için!
Hatta üstüne 50 bin dolar daha ver.
Vatikan’ı da kökünden yaksınlar.
Hayır, amacım “Türkiye’de katil ucuzdur” demek değil… Amacım, parayı sorgulamak.
Yani, Ağca ile röportaj yapmak için para verilir mi?
Sayın basınımız sözbirliği etmişçesine “ben vermem” diyor. “Ben veririm” diyen yok. Neden yok? Çünkü katile para ödemek, hayatını rahat sürdürebilmesi için onu desteklemek anlamına geliyor. Mesela… Ağca’ya röportaj için para verirsek, ‘ Ağca’mn bindiği Mercedes’i kim tahsis etti” gibi soruları sormaya hakkımız olmaz. Herife parayı verirsen, Mercedes’e de biner, Ferrari’ye de.
Peki “Ağca’ya Mercedes’i kim tahsis etti” gibi soruları en çok kim soruyor? Milliyet soruyor.
Haklıdır.
Çünkü o kurşunlar hepimize sıkıldı ama, katledilen kişi Milliyet’in Genel Yayın Müdürü ve Başyazarıydı.
İşin doğası gereği, olayı en yakından takip etmek ve Abdi İpekçi’yi vuran Mehmet Ali Ağca’yı afişe etmek, en çok Milliyet’in görevi.
Abdi Bey’e yetişemedim, yaş olarak… Ama Milliyet’te yazı işleri müdürlüğü yaptığım için, bilirim o sorumluluk duygusunu.

Sf: 356
Ve şu anda masamda bir belge var
Bir banka dekontunun faksı…
Üzerinde ne yazıyor?
“Şu şu isimli gazetecinin, Mehmet Ali Ağca’yla şu ceza evinde şu şu tarihinde yapacağı röportajın gerçekleşmesi halinde, şu şu kişiye ödenmesi için 20 bin dolar bloke edilmesi işlemi” yazıyor
Yani diyor ki banka dekontu…
Gazeteci 20 bin doları yatırdı.
Röportaj olursa, parayı alabilirsiniz.
Hadi şunu da yazalım…
Parayı alacak kişi, Ağca’nın ailesinden biri
Peki gazeteci kim?
Şu anda Milliyet’te köşe yazarı.
Abdi İpekçi’nin Milliyet’inde.
Ekstra hazin tarafı şu…
O gazeteci habire “Abdi’yi öldüreni kimler destekliyor” falan diye atıp tutuyor Milliyet’teki köşesinde!
Abdi İpekçi
1929’da İstanbul’da doğdu, Galatasaray Lisesi’ni bitirdi, İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesindeki öğrenimini yarım bıraktı, Yeni Sabah, Yeni İstanbul, İstanbul Ekspres gazetelerinde çalıştı, 1954’te Milliyete yazı işleri müdürü oldu, kısa süre sonra genel yayın müdürü oldu, 1961’den ölümüne kadar başyazardı, döneminin en etkili gazetecisiydi, siyasi çalkantıya son verebilmek için Demirel’le Ecevit arasında ara buluculuk yapıyordu, 1979’da kendisinin kullandığı otomobiliyle Teşvikiye’deki evine gelirken, şimdiki adı Abdi İpekçi Caddesi olan Emlak Caddesi’nde Mehmet Ali Ağca tarafından tabancayla öldürüldü. Ağca’ya kimlerin yardım ettiği, suikast emrini kimin verdiği, muamma olarak kaldı.

Sf: 361
Abdüllatif Şener
1954’te Sivas’ta doğdu, Ankara Üniversitesi siyasal bilgiler fakültesini bitirdi, Gazi Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı, Maliye Bakanlığı’nda çalıştı, 1991’de Refah Partisi’nden Sivas milletvekili seçildi, Refahyol Hükümeti’nde maliye bakanlığı yaptı, Refah kapatılınca Fazilet Partisi’ne geçti, 2001’de Akp’nin kurucuları arasında yer aldı, 2002’de Akp Sivas milletvekili seçildi, 2002- 2007 arasında Abdullah Gül ve birinci Tayyip Erdoğan hükümetlerinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı oldu, 2007’de kendi isteğiyle aday olmadı, Akp’den istifa etti, 2008’de TOBB Ekonomi Teknoloji Üniversitesinde profesör oldu, 2009’da Türkiye Partisi’ni kurdu, 2011’de Sivas’tan bağımsız milletvekili adayı oldu, seçilemedi, 2012’de Türkiye Partisi lağvedildi. 2016 itibariyle… Doğruları söylediği için, Akp’yi eleştirdiği için, yolsuzluklara isyan ettiği için, sadece Halk Tv’ye çıkabiliyordu, üniversitelerde görev yapması bile engelleniyordu.

Sf: 368
Rıfat
Ne ekipti be kardeşim…
Hafize Ana.
Kel Mahmut.
İnek Şaban.
Güdük Necmi.
Tulum Hayri.
Domdom.
Hayta İsmail.
Damat Ferit.
Külyutmaz.
Badi Ekrem.
Hele o delirttikleri müfettiş…
“Türkiye fotoğrafı”ydı.
Adile Naşit gelmiyor bi daha ama, her tarafımız, hatamızla – günahımızla bizi kucaklayan anaç Hafizelerle dolu aslında… Yok mu çevrenizde fırlama Güdük Necmi? Paragöz müdürler de var hâlâ; sert görünen ama, yufka yürekli Kel Mahmutlar da… Bak etrafına, bir sürü inek Şaban… Fast foodçular Domdom kaynıyor. Çık Bağdat Caddesi’ne, kıçının kılları ağardığı halde göbeğini içine çeke çeke motora binmeye çalışan Badi Ekremler dolaşıyor.
O kadar muhteşem harmanlamış ki büyük usta… İstanbul’u merkez alıp, Anadolu’yu öylesine gerçekçi gözlemlemiş, öylesine monte etmiş ki tipleri, içinde hepimizin olduğu kusursuz bir “Türkiye özeti” yaratmış.
O nedenle hepimizin lise yılları Hababam’a benzer.
O nedenle repliklerini bile ezbere biliriz.
O nedenle asla eskimez.
Biziz o çünkü…
Tulum da biziz, Hayta da biziz, Külyutmaz da biziz.

Sf: 369
Hafize Analarımız var. Kel Mahmutlarımız…
İnek Şabanlarımız… Güdük Necmilerimiz var.
Var oğlu var.
İyi de…
Hepimizi anlatan o Türkiye özeti”nde, din-iman tüccarları niye yok? Güzel ülkemin güzel insanlarını “senden-benden” diye bölen, aramıza nifak sokan tipler niye yok?
Koca çınar Rıfat Ilgaz unuttu mu onları özete koymayı?
Türk insanını bu kadar iyi tanıyan, ciğerini bilen birinin bu hatayı yapması mümkün mü?  Bence değil…
Peki nedir?
Yoktu bunlar!
Aramızda yoklardı.
Soru şudur o halde…
Kim ekti bunları aramıza?
Rıfat Ilgaz
1911’de Kastamonu Cide’de doğdu, Kastamonu muallim mektebi’ni bitirdi, ilkokul öğretmeni oldu, 1936’da Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü edebiyat bölümünü bitirdi, 1944’te yazdığı Sınıf isimli şiir kitabı yüzünden altı ay hapse mahkum oldu, öğretmenlik yapması yasaklandı, yazarak geçinmeye çalıştı, şiirden mizah öykülerine, romandan çocuk kitaplarına, 100’den fazla unutulmaz eser bıraktı. 1993’te Sivas Madımak’ta en başta yakın dostu Asım Bezirci olmak üzere, aydınlarımızın yakılarak katledilmesini kaldıramadı, beş gün sonra vefat etti, Zincirlikuyu’da, Asım Bezirci’nin yanına defnedildi.
Osman Ertuğrul
Atv haber’i yönettiğim dönemde Osmanlı soyundan değerli arkadaşım Neslişah Evliyazade’den rica ettim, kırmadı, aracı oldu, Osman Ertuğrul’u canlı yayına çıkardım.

Sf: 370
Kimdi o?

Abdülhamid’in torunuydu.
Saltanat devam etseydi, Dördüncü Osman veya Birinci Ertuğrul adıyla “padişah” olacaktı.
Hem cumhuriyet tarihimizde, hem televizyon tarihimizde ilkti. Türkiye ekrana kilitlenmiş, yayının başlamasını bekliyordu.
Çıktı geldi Osman Ertuğrul.
Yanında zarif eşi, Zeynep Osman.
Son derece mütevazıydılar, öyle şaşaalı özel salonlar falan hazırlamadık, çalışma odama buyur ettik, oturdular. Hoşgeldiniz beşgittiniz filan, ne içerseniz dedik, çay lütfen dedi. Ayıptır söylemesi, bu kardeşinizin padişaha çay ısmarlamışlığı vardır yani… Hatta sohbet uzayınca pek keyiflendi, bir çay daha istedi, kusura bakmayın, burası Dolmabahçe Sarayı değil diyemedik, padişaha demli bi çay daha getirin dedik.
Neyse…
Sohbet bitti, haber saati geldi.
Türkiye tarihinde ilk kez canlı yayma çıkardığımız kişi, Abdülhamid’in torunuydu, şehzade Burhanettin Efendi’nin oğluydu. Annesi, şehzadeden ayrıldıktan sonra Atatürk’ün ilk kabinesinde yer alan maliyeci Cavit bey’le evlenmişti. Cavit bey kim? İzmir suikastına adı karıştığı için idam edilen Cavit beydi. Yani, ekrana çıkardığımız kişinin üvey babası, Atatürk’ü ortadan kaldırayım derken asılmıştı. Üstelik, az önce belirttiğim gibi, saltanat devam etseydi, kendisi resmen padişahımız olacaktı.
Oturdu stüdyoya.
Geçti kameranın karşısına.
Ne dedi biliyor musunuz?
“Ailemiz için çok kötü oldu ama, Türkiye kazandı. Ben Türk olarak doğdum, Türk olarak öleceğim. Atatürk, Türk halkı için çok iyi bir liderdi, muhteşem bir liderdi. Mustafa Kemal olmasaydı, İstanbul olmazdı. Memleketi kurtarmanın şekli, Cumhuriyet’i kurmaktı.”
Kelimesi kelimesine böyle… Saltanat devam etseydi, Fatih Sultan Mehmet’in tahtında oturacak olan kişi dedi ki, “Türk doğdum, Türk öleceğim, Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, İstanbul olmazdı, memleketi kurtarmanın şekli, Cumhuriyet’i kurmaktı.”

Sf: 371
Ne öfke, ne kin.
Sadece minnet duygusu vardı.
Sarayda dünyaya gelen son şehzadeydi. Son Osmanlı’ydı. Hanedan protokolünde kendisine “devletli necabetli Osman Ertuğrul efendi hazretleri” diye hitap ediliyordu. 1933’te babasıyla birlikte ABD’ye yerleşmişti. Türkçesi kusursuzdu, akıcı şekilde İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca konuşuyordu. 1974’te çıkan af kapsamında ilk kez 1992’de Türkiye’ye gelmiş, 2004’te Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuştu. Atv haber’deki canlı yayından üç sene sonra, 2007’de, cnntürk’e röportaj verdi. O röportajında da hiç eğip bükmeden, gayet açık konuştu. “Ben dahil bütün Türkler Atatürk’e borçluyuz, vatanı o kurtardı, Cumhuriyeti kurmakla çok iyi etti, o olmasaydı Allah bilir ne olurdu, padişahlık, monarşi, hilafet, şeriat, hepsi geride kalmıştır, gençler laikliğe ve vatanın bütünlüğüne sahip çıksınlar” dedi.
Dikkat isterim…
Osmanlı hanedanının reisi “laikliğe sahip çıkın” dedi.
Hürriyet’e Milliyet’e Habertürk’e konuştu, hep aynı konunun altını çizdi. “Unutmayın, eğer Mustafa Kemal Paşa olmasaydı, hiçbirimiz olmazdık, yaptığı devrim hanedan için kötü oldu ama, Türkiye onun sayesinde var, siz, ben, hepimiz varlığımızı o’na borçluyuz” dedi.
Atatürk düşmanlığı yapmak için Osmanlı’yı alet eden siyasi din tüccarları, Osmanlı döneminde yaşasalardı, sarayda faytoncu bile olamazlardı… Bunun kanıtı, bizatihi Osman Ertuğrul’du.
 Ve, şimdi asrın liderimiz ne diyor?
“1919’dan başlatılan tarih anlayışını reddediyorum” diyor. Osmanlı’dan bile daha iyi biliyor demek ki!

Sf: 372
Osman Ertuğrul Osmanoğlu
1912 de doğdu, 1924’de Viyana’da tahsilini sürdürürken, hanedanın tüm fertleriyle birlikte Türkiye’den sürgün edildi, 1933’te ABD’ye yerleşti, Manhattan da yaşadı, Kanada merkezli madencilik şirketi kurdu, 1991’de Afgan Kraliyet Ailesi’nden Zeynep Tarzi’yle evlendi, 1994’te Mehmed Orhan Osmanoğlu’nun vefatı üzerine OsmanlI hanedanının reisi oldu, başladığı yerde bitirdi, 2009 da İstanbul’da vefat etti, cenaze namazı Sultanahmet Camisi’nde kılındı, bakanlar kurulu kararıyla 2’nci Mahmud Türbesi ne defnedildi.

Sf: 374
Ömer
Cumhurbaşkanı Gül:
“Türkiye’yi kimse geri götüremez!”
Başbakan Erdoğan:
“Türkiye’yi kimse geri götüremez!”
Meclis Başkanı Toptan:
“Türkiye’yi kimse geri götüremez!”
Ekonomi Bakanı Şimşek:
“Türkiye’yi kimse geri götüremez!”
Ve, haber şöyle:
“Türk sporcu Ömer Aslan, İtalya’da düzenlenen Dünya Geri Geri Koşma Şampiyonası’nda dünya rekoru kırarak, altın madalya kazandı.”

Sf: 375
 Belki gözünüzden kaçmıştır… Çinlilerin uzayda yürüyüş yaptığı güne denk geldi, bu büyük başarımız!
Ülkemiz fevkalade ileri gittiği için, üniversite mezunu olduğu halde iş bulamayıp, pastanede part-time garsonluk yapan şampiyonumuz Ömer Aslan, “Türkiye’de maalesef geri geri koşulacağını kabullenmeyen bir zihniyet var. Sponsor arıyorum,, ‘herkes ileri koşarken, biz geri geri koşana mı destek olacağız’ diyorlar, üzülüyorum bu duruma” dedi.
Gel de kahrolma…
 “Geriden” iyi bir nesil geliyor diyoruz.
Hükümeti bi türlü inandıramıyoruz!
Ömer Aslan
1983’te Konya’da doğdu, Akdeniz Üniversitesi beden eğitimi spor yüksek okulunu bitirdi, 2008’de retro running branşında, 200 metrede dünya şampiyonu oldu. Retro running, 1990’lardan itibaren, özellikle Avrupa’da yaygınlaşmaya başlayan bir spor dalı, meraklıları tarafından olimpik spor kabul edilmesi için uğraşılıyor. Türkiye’de Ömer’den başka retro running sporcusu yoktu, o da 2010’da bıraktı.

Sf: 377
Halil İbrahim Özçimen
Atatürkçü öğretmenin başına gelenlerden yola çıkarak, 2007’de bu yazıyı kaleme aldığımda “mizah” zannedilmişti. Hepsi gerçek oldu! Yazının girişindeki öğretmenimiz, Isparta Selçuklu ilköğretim okulunda görev yapan 27 senelik beden eğitimi öğretmeni Halil İbrahim Özçimen’di. İzmir’deki cumhuriyet mitingine katıldığı ve öğrencilerine Atatürk portresi bulunan tişörtler giydirdiği için hakkında soruşturma açılmış, maaş kesme cezası verilmişti. Halil İbrahim öğretmen geri adım atmadı, hukuk mücadelesi başlattı, maaş kesme cezasının iptali için dava açtı, kazandı. Sonra… Dönemin milli eğitim bakanı Hüseyin Çelik, Isparta milli eğitim müdürü, milli eğitim müdür yardımcısı ve okul müdürü hakkında manevi tazminat davası açtı, her birinden 500 ile bin 500 lira arasında tazminat kazandı, yanlarına bırakmadı.
Halil İbrahim Özçimen, örnek öğretmen, örnek yurttaştı. Herkes bu kadar cesur olabilseydi, herkes haklarına bu kadar sahip çıkabilseydi karşı devrim çok kolay altedilirdi.

Sf: 380
Bu yazıyı, 2013’te, şike davası devam ederken, Fenerbahçe kongresinden hemen önce kaleme almıştım. Fanatik gazetesinde yayımlanan bu yazım,
Aziz Yıldırım’ın ekihi tarafından fotokopi ile çoğaltıldı, kongre salonundaki koltuklara dağıtıldı. Aziz Yıldırın rekor oyla kazandı. Rakibi Mehmet Ali Aydınlar’dı, basın toplantısı düzenledi, beni eleştirdi, “Yılmaz Özdil’e ne oluyor, Fenerbahçeli değil ki” dedi. Fenerbahçeli olmadığım için Fenerbahçe hakkında görüş bildiremeyeceğimi söyledi. Halbuki, yazdıklarımın aslında Aziz Yıldırın şahsıyla, Fenerbahçe kulübüyle filan alakası yoktu, sadece “paralel davalara dikkat çekmek istemiştim, hepsi buydu. Mecburen karşı yazı yazmak zorunda kaldım, “meslekle kurumsal aidiyet gerekiyorsa, Manmet Ali Aydınlar doktor mudur ki, hastanesi var” dedim!
Yazdıklarımızın hepsi doğru çıktı. Şike davasının kumpas davası olduğu kanıtlandı. Ayrıca, 17/25 tapelerinde bu kongrenin Mehmet Ali Aydınlar lehine bitmesi için nasıl manüple edilmeye çalışıldığı da ortaya çıktı. Aziz Yıldırım, 1952’de Diyarbakır’da doğdu, Ankara devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi’nde inşaat mühendisi oldu, 1998’de Fenerbahçe başkanı seçildi, 2016 itibariyle hâlâ başkandı, şike davası kapsamında 2011’de tutuklandı, bir sene hapis yatırıldı. Bu dava, Fenerbahçe camiasını başkan etrafında kenetledi. Aziz Yıldırım tarihin en uzun süreyle görev yapan Fenerbahçe başkanı oldu. Şike davası olmasaydı bu rekoru kırabilmesi muhtemelen imkansızdı.

Sf: 384
Haluk Hepkon
1969 da İstanbul’da doğdu, İstanbul Üniversitesi iletişim fakültesinden mezun oldu, 12 sene aikido sporuyla uğraştı, Marmara Üniversitesi spor akademisinde yüksek lisans yaptı, 2008’de Kırmızı Kedi Yayınevi’ni kurdu, tutuklanma tehdidine rağmen elini taşın altına koydu, Ergenekon-Balyoz kumpas süreçlerinde, okunmasından bile korkulan kitapları bastı, Er Mektubu Görülmüştür bu kitaplardan biriydi, bu kitaptan para kazanmayı boşverin, daha geniş kitleler tarafından okunabilmesi için, kendi cebinden üste para harcadı, 2016 itibariyle, altı sene gibi çok kısa sürede 650’den fazla kitabın yayıncısı olmayı başarmıştı.

Sf: 385
Korcan
Sene 2004.
Londra’daki Madame Tussaud Müzesi’nde Mustafa Kemal’in balmumu heykeli vardı. Ancak, Mustafa Kemal olduğuna bin şahit isterdi. Raşitik bir vücut, alakasız bir surat, ne saçı benziyordu, ne göz rengi tutuyordu. Üstelik, müzede sergilendiği yer adeta kıyıda köşedeydi, büyük devlet adamlarına ayrılan bölümde değildi. Müzeyi her sene bir milyon kişi ziyaret ediyordu, Türk vatandaşları gördükçe kahroluyor, yabancılar ise Atatürk’ü böyle tanıyordu.
Londra ya her giden aynı şikayetle dönüyordu ama, sayın devletimiz, sayın hükümetimiz kılını kıpırdatmıyordu… Mustafa Koç el koydu!
(Madame Tussaud müzesindeki tuhaf heykelden rahatsızlık hissedenlerin başında, varlığıyla onur duyduğumuz Profesör Yılmaz Büyükerşen geliyordu. Kendimiz yapmazsak, elaleme bırakırsak, olacağı bu diye düşünmüş ve sırf bu nedenle balmumu heykel çalışmaya başlamıştı. Büyükerşen’in çabalanndan önce Türkiye’de balmumu heykel yapmak için malzeme bile üretilmiyordu. Dönemin hava kuvvetleri komutanı İbrahim Fırtına, Eskişehir’de görev yaptığı sırada, Profesör Büyükerşen’in çabalarına şahit olmuştu. Bir vesileyle biraraya geldiklerinde Mustafa Koç’a anlattı. Fikri ateşledi. Mustafa Koç, balmumu heykelde en yetkin ismimiz Profesör Büyükerşen’i aradı, projenin başına geçer misiniz diye sordu. Cevap, elbette evetti.)
Koç grubu, Madame Tussaud müzesiyle temas kurdu, resmi teklifini iletti: “Atatürk heykelini değiştirmek istiyoruz, Profesör Yılmaz Büyükerşen’in kontrolünde olacak, gereken neyse yapmaya hazırız.
Müze tarihinde böyle bir değişikliğin örneği yoktu. Mırın kırın ettiler, olmaz öyle şey filan dediler. Koç grubu bastırdı.
Müze yönetimi iki şartla kabul etti. Müzenin başheykeltıraşı,
Profesör Büyükerşen’le birlikte çalışacaktı, Koç grubu tüm masrafları karşılayacak, üstüne 70 bin pound ödeyecekti.
Derhal kabul edildi. İki şarta, iki karşı şartla cevap verildi.

Sf: 386
Müzenin heykeltıraşı öncelikle Ford Kinross’un Atatürk biyografisini okuyacak, ardından Anıtkabir’i görecek, sonra heykele başlayacaktı. Çünkü Atatürk, sadece vücut ölçülerinden, fotoğraflarından ibaret değildi. Atatürk ün dehasını, ışıltısını tanımadan, Türk milletinin Atatürk’e sevgisini, saygısını tanımadan, Atatürk’ü Atatürk’e benzetebilmesi mümkün değildi
Atatürk’ün 50 yaşındaki hali yansıtılacaktı. 10 Kasım 1938 de vefatından hemen sonra alınan ve Anıtkabir de korunan birebir yüz maskı kopyalandı. Vücut ölçülerini ve karizmasını ortaya koyan fotoğraflarını Profesör Büyükerşen verdi.
(Parantez açalım… Bu projeye vesile olan İbrahim Fırtına, asrın iftirasıyla Silivri’ye tıkıldı. Bu projenin, Atatürk’e dair tüm askeri organizasyonunu üstlenen, değerli arkadaşım kurmay albay İsmet Çınkı, asrın iftirasıyla Maltepe’de yatırıldı. Bu memlekette Atatürk’ü sevmenin maalesef ciddi bedeli var… Parantezi kapatalım.)
Bir sene çalışıldı.
Gerçeğe yakışır, muhteşem bir heykel ortaya çıktı.
Ayrıca… Koç Grubu’nun sözleşmesi gereğince, heykelin yeri
değiştirildi. Ana salon tabir edilen, büyük liderlerin sergilendiği bölüme taşındı.
Törenle açılışı yapılacaktı. Gününü Mustafa Koç belirledi
10 Kasım 2005.
Ölüm yıldönümünde, doğacaktı.
O zamanlar atv haber’in başındaydım. Atv de henüz havuz medyası değildi. MadameTussaud müzesinden özel izinle canlı yayın yaptık. Koç Grubu tarafından yenilenen Atatürk’ün balmumu heykelini, açılışından bir saat önce Türkiye’ye gösterme onurunu yaşadık.
(30 dakika yayın yaptık. İzlenme rekoru kırıldı. Telefonlarımız kilitlendi. Yurttaşlar ağlayarak arıyor, tekrarını istiyordu. Ana haber bülteni, o gün ve ertesi gün, üç defa tekrar yayınlandı.)
Mustafa Koç canlı yayınımıza katıldı. Yandaş medyaya biat etmediği için işten çıkarılacak olan değerli arkadaşım Korcan Karar’ın sorularını yanıtladı. Neden bu işe el koyduğunu anlattı.

Sf: 387
“Atamızı aklımızda ve kalbimizde taşıdığımız biçimde, yani gerçek hatlarıyla tanıtmak istedik. Gururluyum, heyecanlıyım. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, fiziken aramızda olmasa da, 20’nci yüzyılın liderleri arasında, peşinden kitleleri sürükleyebilecek karizmaya ve öngörüye sahip… İdealleri halen yaşayan, fikirleri ölümsüz bir başka lider yok. Atatürk Türkiyesi’ni çağdaş uygarlığın ilerisine taşımak, ülkemizi ve tarihimizi uluslararası platforma doğru tanıtmak için, üzerimize düşenleri yapmayı bir borç biliyoruz.
2003’te Koç Holding Yönetim Kurulu Başkam olan Mustafa Koç’un, bu koltukta bizzat gerçekleştirdiği ilk sosyal sorumluluk projesi buydu. İlk imzasını Mustafa Kemal’le atmıştı.
Ailesi ona mübarek bir isim verdi. O da isminin hakkını verdi.
Ve önceki gün, sosyal medyadan hayatının son paylaşımlarını yaptı. Bu defa Havana’da adaşı’nın yanındaydı.
Güle güle Mustafa Koç.
Nur içinde yat.
Seni hep güzel hatırlayacağız. Hep Mustafa’yla hatırlayacağız.
Korcan Karar
1962’de İzmir’de doğdu, Roma Santa Cecilia Konservatuarı’ndan mezun oldu, gazeteciliğe Yeni Asır’ın İtalya muhabiri olarak başladı, Sabah’ta çalıştı, atv’de çalıştı, atv ana haber bültenini sundu. Mustafa Koç röportajı gibi, tarihi canlı yayınlara imza attı, 2006’da İtalya Cumhurbaşkanı Ciampi tarafından onur nişanıyla ödüllendirildi, Show tv’ye geçti, Skytürk 360 kanalında çalıştı, savaş belgeselleri hazırladı, fotoğraf sergileri açtı. Türkiye’nin en başarılı habercilerinden, en yüksek reytingli televizyoncularından biriydi, yakın arkadaş olduğumuzu bildikleri İçin, 2014’te, özellikle Yılmaz Özdil aleyhinde haber yaptırmak istediler, reddetti, istifa etti.

Sf: 389
Geldiği yeri asla unutmadı. Chicago’da umutsuz gençlere fırsat yaratmaya çalışan Lionheart vakfına maddi-manevi destek oluyor. Uyuşturucuyla mücadele için sosyal sorumluluk projelerine katılıyor. “Hangi dikenli yollardan geçtiğimi biliyorum, benim gibi sahipsiz çocukların o yollara sapmalarını engellemek istiyorum” diyor.
Fenerbahçe’ye transfer oldu. Bugüne kadar ortalama paralar kazanıyordu, seneliği altı sıfırlı dolara imza attı.
Adeta yeniden doğmasını sağlayan ülkenin bayrağı altına girdi. Türk vatandaşı oldu!
Ve dün, milli takım kadromuz açıklandı.
Dünyanın en zengin ülkesinde, metruk binanın bodrum katında, merdiven altında, kirli bi havlunun üzerine doğan talihsiz çocuk… Zirveye çıkması için kendisine merdiven olan bu mübarek ülkenin, ay-yıldızlı formasını giymeye hak kazandı.
Ve, milli takım kadrosunun açıklandığı saatlerde, meclisteki tören başlamak üzereydi…    Atatürk Türkiyesi’nin imkanlarıyla, fırsat eşitliği sayesinde milletvekili olmuş bazı tipler, hâlâ, “yemin ederken Türk milleti demek zorunda mıyız, demesek olmaz mı” tartışması yapıyordu.
Boby Dixon
 Futbolda Mehmet Aurelio, atletizmde Elvan Abeylegesse, voleybolda Natalia Hanikoğlu, masa tenisinde Melek Hu, basketbolda Bobby Dixon…
“Devşirme sporcuların yararlı olup olmadığı daima tartışılır. “Kendi çocuklarımız dururken, yabancıların Türk vatandaşı yapılması doğru mu?” filan denilir. Halbuki, aslında sorulması gereken soru şudur: Onlar üç beş kişi bizler 80 milyonuz. Bu 80 milyon kişi arasından basketbolda bir oyuncu kurucu çıkaramıyorsak, takkeyi önümüze koyup düşünmemiz gerekmiyor mu?

Sf: 390
Süleyman
Modem gazeteciliğin kurucularından olan İngiliz yazara “gazetecilik nedir?” diye sormuşlar… “Genel itibariyle Lord Jones’un yaşadığından haberi olmayan insanlara Lord Jones öldü’ demekten ibarettir” demiş.
Demirel, rahmetli Lord Jones’tur.
Çünkü, Türkiye’nin ortanca yaşı 28’dir. Nüfusun yarısı 28 yaşından küçüktür. 12 Eylül darbesi mesela… Bugünkü nüfusun üçte ikisi o tarihte henüz doğmamıştı. Demirel’le Ecevit’in Hacivat-Karagöz oldukları dönemde, şimdiki çocukların anne- babaları bile çocuktu.
Dolayısıyla, gençlerimiz açısından, Süleyman Demirel’in ölmesiyle Kazım Karabekir’in ölmesi arasında pek bi fark yoktur. İsmini duymuşlardır, hepsi odur.
Halbuki…
Hayati derecede önemlidir.
CHP, Ecevit’in mirasçısı.
MHP, Türkeş’in mirasçısı.
Saadet, Erbakan’ın mirasçısı.
AKP desen, Özal’ı sahipleniyor.
Bi tek kimi alan yok?
Baba’yı!
Kasket’i giyen var.
Takke’yi giyen var.
Börk’ü giyen var.
Hatta, fes giyen var, poşu giyen var.
Şapka boşta…
Temel sorun budur.
(“İki koyun güdemeyenlere oy vermeyin” diyenlerin alkışlandığı ülkede… Büyük karizmaydı Çoban Sülü.)
Kenara çekildiğinde yarattığı boşluk, kara delik gibi, Türkiye’yi yuttu.
Takke-kasket, börk-poşu tahterevallisiyle, istersen 100 kere seçim yap. Şapka’yı giyen bulunmazsa, sıklet merkezleri değişmeyecektir.

Sf: 391
Süleyman Demirel
Tam adı, Sami Süleyman Gündoğdu Demirel’di. 1924 te doğdu. İTÜ’de inşaat yüksek mühendisi oldu. Akrabası Nazmiye Şener’le evlendi, çocukları olmadı. 1965-93 arasında yedi defa hükümet kurdu, 10 sene 5 ay başbakanlık yaptı. 12 Eylül 1980 darbesinde gözaltına alındı, Gelibolu Hamzakoy’da ve Çanakkale Zincirbozan’da tutuldu, siyasetten yasaklandı, yedi sene sonra halk oylamasıyla yasağı kaldırıldı. 41 yaşında başbakan olmuştu, 69 yaşında cumhurbaşkanı oldu. “Baba” lakabıyla tanınıyordu, alamet-i farikası fötr şapkasıydı. 2015’te vefat etti, doğduğu yerde, Isparta İslamköy’de anıt mezarda toprağa verildi.
Fatih
Rönesans insanıydı. Entelektüeldi. Arapça, Farsça, Latince, İtalyanca, Rumca, Sırpça, henüz 19 yaşındayken altı lisan konuşurdu. Felsefeye meraklıydı. Milattan önceye ait Yunanca el yazmaları okurdu. Filozofları etrafına toplar, Peripatosçuların, Stoacıların ilkelerini, Platon’u Aristoteles’i tartışırdı. Coğrafyaya düşkündü. Batlamyus olarak tanınan Cladios Ptolemaios’un Geographia’sini incelerdi. Matematiksel coğrafya kavramının miladı kabul edilen Geographia’da bölük pörçük yer alan haritaları, bütün haline getirtip yayımlattı. Akdeniz, Ege ve Adriyatik’in girintilerini çıkıntılarını, derinliklerini, adalarını avucunun içi gibi bilirdi. Mesela, Limni adasını vergi toplamak için almadı, stratejik önemi olduğu için almadı. Peki neden aldı? Tin-i mahtum, yani “mühürlü toprak” adı verilen kırmızı renkli bir toprak türü var, sadece Limni’de bulunuyor, zehirlenmeye, yılan sokmasına karşı deva olduğuna inanılıyor, bezlere sarılıp yıkanıyor, süzme yoğurt gibi ağaçlara asılıyor, toz halinde kurutuluyor, tekrar çamur haline getirilip, bardak yapılıyor, bu bardağa konulan içecekte zehir varsa, bardak çatlıyor iyi mi… Limni’yi işte bu yüzden aldı. Dünyanın henüz dünyadan haberi yokken, doğal kaynakları kullanırdı. Astronomiyle İlgiliydi. Özellikle, matematiksel sentez anlamına gelen ve 13 kitaptan oluşan Almagest’in Latince çevirisine bayılırdı. Matematiğe trigonometri seviyesinde hakimdi. Çünkü, güneş’in ay’m hareketlerini, yörüngeleri, yıldızları, ekinoksları izah eden Almagest’i kavrayabilmen için, trigonometri bilmen gerekirdi. Efsane astronom Ali Kuşçu’nun tee 1438’de hazırladığı yıldız kataloglarını, matematik teorilerini tekrar tekrar okur, adeta yutardı. Bizans’a ait kitapların koleksiyonunu yapardı. Avasofya’ya dair neredeyse yazılmış tüm orijinal eserleri biriktirmişti. Topkapı Sarayı’nda kurduğu kütüphanesinde ilk ciddi araştırma, 1929’da Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle gerçekleştirildi. Latince, Yunanca, İtalyanca, Farsça 587 eser tespit edildi. Bunların dördü el yazması ilyada Destanı’ydı. Bugün tüm dünyadaki kütüphanelerde en iyi korunabilmiş Bizans dönemi İlyada Destanı, onun kütüphanesinden çıkan el yazmalarından biri… İstanbul’un Konstantinopolis dönemine ait en eski şehir haritası, ondaydı. Büyük İskender’in biyografisi olan Anabasis’in  kopyası, kütüphanesindeydi. Homeros’un İlyada’sından o kadar etkilendi ki, kalkıp Truva’ya gitti. Yanından ayırmadığı vakanivüs Kritovulos’un notlarından biliyoruz, kalıntıları gezdi. Akhileus’un, Hektor’un mezarları hakkında bilgi aldı, kahramanlıklarını saygıyla andı. Truva’nın konumunu, denizle- karayla ilişkisinin stratejik yararım irdeledi. Papa II. Pius’a yazdığı mektuptan anlıyoruz ki, İstanbul’un fethini Truva’nın rövanşı gibi görürdü. Hobileri vardı. Denizi çok severdi. Oppianos tarafından kaleme alman ve balıkçılık üzerine yazılmış en eski kitap olan Halieutika’yı okurdu. Balıkçılık gelişsin diye, Pontus’u aldıktan sonra, 60 kadar Rum balıkçıyı aileleriyle birlikte getirdi, Sarıyer’e yerleştirdi. Ezop’un fabllarını okurdu. Merak yelpazesi genişti, Hipokrat’ı, lir sanatını, hayvanların özelliklerini, değerli taşları okurdu. Kültür adamıydı, sanatçılara kol kanat gerer, ödüllendirirdi. Şairdi. “Avni” mahlasıyla şiirler yazardı. Bağda gülden bahseden, yanağını kasdeder / serviden söz açanlar, endamını kasdeder / dilbere vasıl olmak dar-ı dünyadan murad / âşık, aşkın derdi ile dermanını kasdeder… Mimariyi çok önemserdi. Yaşadığı mekanları Alla Turchesca, İran, Karaman, Alla Greca tarzında inşa ettirirdi. Sofu değildi. Hatta dindar olduğu bile pek söylenemez. Galata’daki San Pietro kilisesine gidip, ayin izlerdi. Seremoni sevmezdi, kalabalıklarla dolaşmazdı, inanması güç gelecek ama, seyyahların notlarından okuyoruz, kiliseye giderken yarımda sadece iki koruma olurdu. Yahudi, Rum farketmez, ustalarıyla dostluk kurardı. İtalyan ekolünü beğenirdi. Portresini Italyan ressam Bellini’ye yaptırdı. (Ecdadın torunları olduğunu iddia eden palavracı politikacılarımız sahip çıkmadığı için… En ünlü tablosu, National Gallery koleksiyonuna dahildir, Londra’da Victoria Albert Müzesi’nde sergilenir.) Aslında kendisinde ressamlık yeteneği vardı Topkapı Sarayı’nda bulunan ve Ordinaryüs profesör Süheyl Ünver tarafından gün ışığına çıkarılan defterinden biliyoruz.

Sf: 393
Roma büstlerini andıran insan figürleri, at, leylek, kartal gibi hayvan figürleri, çiçek motifleri çizmişti, ilk altın sikke onun için bastırıldı. Üzerinde “darib’ün nadri sabih-ül-izzi vennasri, filberri velbahri” unvanı bulunuyordu. Yani “izzet sahibi, karaların ve denizlerin hakimi”ydi. Aslına bakarsanız, bu sikkenin öyküsü de, sanat merakından kaynaklanıyordu. Bizans ganimetlerini incelerken, İmparator 8. Palaeologos’un portresinin madalyon üzerine işlenmiş olduğunu gördü. Kendisi için bunun bir benzerini yaptırmak istedi, araştırdı, Constanzo di Moysis isimli sanatçıyı Napoli’de buldurdu, İstanbul’a getirtti. Böylece, madalyona işlenen ilk Müslüman hükümdar oldu. Eğitimine beş yaşında başlandı, çocukluğundan itibaren harp tarihiyle, harp sanatıyla yetiştirildi. Ateşli silahları tasarım yapabilecek seviyede tanırdı. Tarihte ilk havan topunun çizimlerini, bizzat o yaptı, tarihte ilk havan topu İstanbul’un fethinde kullanıldı. Gerçek manada dünya lideriydi.
E bugün bakıyoruz… Fetih yapıyorum filan diye, İstanbul caddelerini fotoğraflarınla doldurmuşsun, tahtadan surlar yaptırmışsın, zabıtalara yeniçeri kıyafeti giydirmişsin, sahnede maket kadırga çektirip, kendi figüranlarına kendini alkışlatacaksın.
Yani hakikaten gazan mübarek olsun, fetih müsamerene limon sıkmak istemem ama… Fatih kim, sen kim be birader.
II. Mehmet
1432’de Edirne’de doğdu, Osmanlı’nın yedinci padişahı oldu, 32 sene hüküm sürdü. 21 yaşındayken İstanbul’u fethetti, bin senelik Bizans İmparatorluğu’na son verdi. Bu fetih, pek çok tarihçi tarafından Orta Çağ’ın sonu, Yeni Çağ’ın başlangıcı kabul edildi. 1481’de vefat etti.

Sf: 396
Zeki
Sene 1953.
10 yaşındaydı.
Babasının işi için Beyrut’taydılar.
İşte ilk o gün gördü.
Bir oyuncakçı dükkanının vitrininde… Çuf çuf dolaşıyordu.
Büyülenmişti.
Seyretti, seyretti, seyretti.
Alamadı maalesef.
Gel zaman git zaman…
Bir alışveriş merkezinde gezerken, çocukluğundaki oyuncak trenin benzerini gördü.        Heyecanla almak istedi. Maalesef satılmıyordu. Alışveriş merkezinin dekoruydu.
Zamanında maddi imkansızlık nedeniyle babasının yapamadığını, bu defa kızı yaptı…      Alışveriş merkezindeki devasa oyuncak trenin nerede satıldığını araştırdı, buldu, doğum gününde hediye etti.
Baba evlada değil…
Evlat babaya oyuncak almıştı.
Sevinçten havalara uçtu. Rayları kurdu, vagonları yerleştirdi, yol kenarlarına istasyonlar, ağaçlar kondurdu. Büyüttü… İlave lokomotifler aldı, ilave hatlar döşedi. Bir odayı komple boşalttı, insanlar evler, otomobiller, tarlalar, hayvanlar, elektrik direkleri, hemzemin geçitler monte etti. Sinyalizasyon sistemi bilgisayara bağlı uzaktan kumandalıydı. Saatlerce oynuyor, kendini kaybediyordu. Odaya sığamaz hale gelmişi, aradaki duvarı yıktırıp, köprülerle, viyadüklerle öbür odaya doğru genişletmeyi planlıyordu.

Sf: 397
72 yaşında çocuktu.
Dön dolaş aynı yere çıkan, hiçbir yere giden oyuncak trenin yolcusuydu. Hepimiz gibi… Bindi, gitti.
Zeki Alasya
1943’te İstanbul’da doğdu. Robert Kolej’den mezun oldu. Metin Akpınar, Haldun Taner ve Ahmet Gülhan’la birlikte Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nun kurucuları arasında yer aldı. Metin Akpınar’la ayrılmaz ikili oldular, 53 sene boyunca aynı sahneyi, aynı film setlerini paylaştılar. Aslan Bacanak, Köyden İndim Şehire, Nereye Bakıyor Bu Adamlar gibi, replikleri ezbere bilinen filmlerde ve çok seyredilen televizyon dizilerinde rol aldı. Yönetmenlik yaptı. 1988’de Devlet Sanatçısı unvanı aldı. 2015’te vefat etti, Zincirlikuyu’ya defnedildi.

Sf: 402
Özcan Purçu
1977’de Aydın Söke’de doğdu. 2015’te CHP’den İzmir milletvekili seçildi. Türkiye’nin ilk, Avrupa’nın üçüncü Roman kökenli milletvekili oldu. “Kırmızı plakayla Roman çadırlarına gideceğim, Roman çocuklarının okuması için uğraşacağım” dedi. Dediğini yaptı. TBMM Başkanlık Divanı katip üyesi seçildi, TBMM kırmızı plakayı taktı, ilk iş, Roman çadırlarına gitti. Özcan Purçu’nun mücadelesi, Türkiye’deki Romanlar açısından milat oldu.

Sf: 404
Çetin Emeç
1935 İstanbul doğumluydu, bana göre Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük gazetecisiydi, haber-tiraj dehasıydı, 1990’da Hürriyetin genel yayın yönetmeniyken, Suadiye’deki evinden çıktığı sırada silahlı saldırıya uğradı, şoförü Sinan Ercan’la birlikte öldürüldü, suikast karanlıkta kaldı.
Necip Hablemitoğlu
1954 Ankara doğumluydu, Ankara Üniversitesi’nde devrim tarihi dersleri veriyordu, 2002’de evinden çıktığı sırada başına kurşun sıkılarak öldürüldü, Alman vakıflarının Türkiye’deki altın madenleriyle ilişkisini ortaya koyan kitaplar yazmıştı, Fethullah Gülen cemaatinin istihbarat dünyasındaki örgütlenmesiyle ilgili kitap hazırlığındaydı. Suikast karanlıkta kaldı.
Eşref Bitlis
1933 Malatya doğumluydu, jandarma genel komutanıydı, ABD’NİN Kürdistan planını ilk teşhis edenlerden biriydi, İncirlik’tekİ ABD güçlerinin PKK’ya yardım ettiğini açıklamıştı, 1993’te kendisini taşıyan askeri uçak Ankara Güvercinlik’ten havalandı, dokuz dakika sonra, Ankara Yenimahalle’ye düştü, üç subay bir astsubayla birlikte şehit oldu, buzlanma denildi, komplo teorileri havada uçuştu, karanlıkta kaldı.

Sf: 408
Müjdat Gezen
29 Ekim’de cumhuriyet bayramında… 29 Ekim 1943’te İstanbul’da dünyaya geldi, Muammer Karaca Tiyatrosu’yla başladı, 1967’de arkadaşlarıyla birlikte Halk Oyuncuları’nı kurdu, 1968’de kendi özel tiyatrosunu açtı. 100’den fazla sinema filminde, binden fazla radyo skecinde-televizyon dizisinde rol aldı. 32 kitap yazdı, şiir albümü çıkardı. Akp’nin en çok mahkemeye verdiği sanatçı oldu!

Sf: 414
Türkiye de sosyal devleti çöküşün eşiğine getiren sebeplerin başında, Allah ile aldatanların yarattığı “sadaka kültürü” ve bu kültürün yarattığı “sömürü merhametçiliği” gelmektedir. AKP iktidarı, bu yıkıcı sebebin saltanat dönemini temsil etmektedir. Allah ile aldatanlar, iane çadırlarıyla yetinecek bir toplum özlemektedir.
BOP’un temel hedefi, Ortadoğu’da İsrail’den daha büyük devlet bırakmamaktır.                Yaşadığımız günlerin ABD ve AB’sinde, Türkiye’yle ilgili ilk hedef, Türk Ordusu’nu etkisizleştirmek olarak dikkat çekiyor. Laikliğe saldırıyı emperyalizmin Haçlı kurmayları kotarıyor. Müslümanlar, burada sadece taşeronluk yapıyor. Türkiye’yi Allah ile aldatma zehrinin panzehiri, ancak, İslam’ın gerçeği içinden çıkarılabilir.

Sf: 415
Nedir bu derseniz… Profesör Yaşar Nuri Öztürk’ün Allah ile Aldatmak isimli kitabından alıntılardır.
Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer, bu kitabı okuduktan sonra Profesör Yaşar Nuri Öztürk’e telefon etmiş ve “bu kitap Cumhuriyet’in manevi manifestosudur” demişti. Aynen katılıyorum… Cumhuriyet’e dair, Nutuk’tan sonra yazılmış en değerli kitaptır.
Ve, hani şimdilerde Tayyip Erdoğan hepimize “şapşal” muamelesi yaparak “aldatıldım” filan diyor ya… Bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum!
Okusun ki… Yaldızlı-süslü laflarla yalan söylemenin, iftira atmanın, milletin parasıyla gezip tozmanın, gösteriş yapmanın, şatafatın, hırsızlığın, yolsuzluğun, koltuk şehvetinin, şahsi çıkar hesaplarının, fakir fukara istismarının, baskı düzeni kurmanın, dini-imanı siyasete alet etmenin, Allah ile aldatma’nın Kuran’a aykırı olduğunu görsün. Okusun ki, aldatılmasın!
Yaşar Nuri Öztürk
1951’de Trabzon’da doğdu, dokuz yaşında hafız oldu, ilkokulu dışardan bitirdi, imam hatip lisesinden sonra, İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun oldu, İslam felsefesi üzerine doktora yaptı, profesör oldu, 1992’de İstanbul Üniversitesi ilahiyat fakültesinin kurucu dekanı oldu. 3 Kasım 2002’de CHP’den İstanbul milletvekili seçildi, CHP’den istifa etti, Halkın Yükselişi Partisi’ni kurdu, 2009’da aktif siyaseti bıraktı. 50’den fazla kitap yazdı. 2016’da 22 Haziran’da, doğduğu gün, vefat etti, doğduğu gün ramazan’dı, gene ramazan ayında rahmetli oldu, Kanlıca’da toprağa verildi.

Sf: 417
Yaşar Kemal
Dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Yaşar Kemal’in bütün kitaplarım okuduğunu söyleyince, Yaşar Kemal ne demiş biliyor musunuz… Nah okumuştur!
Özeti budur.
İnce Memed
Yer Demir Gök Bakır
Ölmez Otu
Karıncanın Su İçtiği Binboğalar Efsanesi
Nah okunmuştur.

Sf: 418
Çünkü okusaydık eğer… Memleket böyle mi olurdu?
Aşkı yazdı mesela.
Sevdayı anlattı.
O halde nedir bu kadın infazları?
Fukaralığı haykırdı, insan insanı Anlamış gibi mi görünüyoruz? sömürmesin artık diye çırpındı.
Yoksa, 29 dile çevrilmişken… Anladığımız dilden mi konuşmadı?
Edebiyatın ırgatıydı.
Mazlumların yanındaydı.
Ağalık düzenini tasvir etti.
E boşuna mıydı hepsi…
Haksızlıkları alkışlamamızı, hırsızlarla gurur duymamızı, zalimleri baş tacı etmemizi mi istedi?
“İstedim ki, beni okuyanlar sevgi dolu olsunlar, insana, kurda kuşa, börtü böceğe, tekmil doğaya, bu görkemli kültür toprağına, saygı dolu olsunlar” dedi. Hangi romanından öğrendiniz kindar nesil yetiştirmeyi, nefreti?
Yozlaşmayı anlattı bize. Kokuşmuşluğu tarif etti.
nemin başbakanıyla başladık, dönemin cumhurbaşkanıyla bitirelim bari… Var mı, Tayyip Erdoğan’ın Yaşar Kemal’i okumuş, kavramış gibi bi hali?
Yaşar Kemal
Asıl adı. Kemal Sadık Gökçeli’ydi. 1923’te. bugün Osmaniye sınırları içinde yer alan Gökçedam’da doğdu. Dört yaşındayken kazayla bir gözünü kaybetti, beş yaşındayken babasının camide bıçaklanarak öldürülüşüne şahit oldu, kekeme oldu, 12 yaşına kadar konuşmakta zorlandı, ortaokuldan ayrıldı, pamuk tarlalarında ırgatlık yaparken folklor derlemelerine başladı, ilk kitabı Ağıtlar, 1943’te yayımlandı. Yaşar Kemal adını 1951’de Cumhuriyet gazetesinde kullanmaya başladı. 2015’te vefat etti, cenazesinde Akp’li Abdullah Gül, CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu, Hdp’li Selahattin Demirtaş yan yana saf tuttu, Türkçe-Kürtçe dua edildi, Zincirlikuyu’da toprağa verildi.

Sf: 419
Salih
Profesör Salih Neftçi…
Türkiye’nin uluslararası alanda yetiştirdiği en önemli ekonomistlerden biriydi. “Finans dehası” olarak tanınırdı. Dünya Bankası na, Çin Merkez Bankası’na, Uluslararası Kalkınma Ajansı’na, ABD Dışişleri Bakanlığı’na danışmanlık yapardı. Öngörüleri paha biçilmezdi. ABD, Çin, İsviçre üniversitelerinde ders verirdi.
Tanıdığım en zeki insanlardan biriydi. Teori’yle pratik’in kesiştiği noktaydı. Maalesef çok erken kaybettik. Hakikaten çok arıyorum rahmetliyi… Çünkü, ekonomiye dair tüm bildiklerimi ondan öğrendim. Hayata bambaşka bir perspektifle bakmamı sağlamıştı. Saatlerce sorardım, bıkmadan usanmadan anlatırdı. Gene böyle bir sohbet sırasında, “şu piyasa tabir edilen kavramı, ekonomi tahsili yapmayanların anlayacağı şekilde izah eder misin” dedim. İzah etti.
“Türkiye’nin köklü bankalarından birinin patronu beni aradı, atılım yapmak istediklerini söyledi, yöneticilerine eğitim vermemi istedi. Doğrusu hiç vaktim yoktu ama, neticede memlekettir, geldim. Bir hafta sürecekti. İstanbul’da küçük bir oteli kampa çevirmişlerdi. Bankanın yöneticileri, Anadolu’daki şube müdürleri, hepsi orada kalıyordu. Otelin restoranı, konferans salonu olarak kullanılıyordu. Kürsüye çıktım. Hani bir zamanlar kösele ayakkabının içine beyaz çorap giyme hastalığımız vardı ya… İlk dikkatimi çeken bu oldu. Hemen hepsi beyaz çoraplıydı. İngilizce bilen var mı diye sordum. Bir iki üst düzey yönetici haricinde, yoktu. Ama, istisnasız hepsinin önünde not defterleri vardı. Can kulağıyla dinliyorlardı. Gece çalışıyor, ertesi sabah yeni yeni sorularla geliyorlardı.
Merak ediyorlardı. Her saniyeyi değerlendirmek için, çaba harcıyorlardı.”
“Bu banka. Türkiye’nin en büyük bankalarından biri oldu Elbette çok küçük bir parçasıydım ama, kendime gurur payı çıkarıyordum.

Sf: 420
“Seneler sonra, aynı bankanın patronu beni tekrar aradı, dünyaya açılmak istediklerini söyledi, yöneticilerine eğitim vermemi istedi Tekrar geldim. Bu defa İstanbul’un en büyük otellerinden birinde kamp kurmuşlardı. Kürsüye çıktım. İlk dikkatimi çeken, İtalyan ayakkabılar oldu. Karşımda oturanların, eğitime gelmekten ziyade, kokteyle gider gibi bi halleri vardı. İngilizce bilen var mı diye sordum. Gülümsediler. İstisnasız hepsi biliyordu. Ama, istisnasız, hiçbirinin önünde not defteri yoktu. Gözlerinden ‘biz zaten senin anlatacağın her şeyi biliyoruz’ ifadesi okunuyordu. Nezaketen dinlediler ama, tek soru bile sormadılar. Öğrenmek isteyen, bilgiye aç kadro gitmiş, onların yerine, her şeyi bildiğini düşünen kadro gelmişti.”
“Hayatın sürekli kendini yenilediğini… Bilmekten çok, öğrenmeye devam etmenin daha önemli olduğunu unutmuşlardı.”
“İlk günün sonunda, akşam yemeğinde banka patronuyla buluştum. Bir hafta kalmama gerek yok, ben yarın döneyim dedim. Şaşırdı. Niye diye sordu. Batıyorsunuz dedim! İyice afalladı. Anlamadım dedi. Anlamadığınızı görüyorum, fazla dayanamazsınız, batıyorsunuz dedim. Tatsız bir yemek oldu. Ertesi gün New York’a döndüm.”
Seneye…
Bu banka battı.
Kıssadan hisse…
2.5 lirayı geçti, n’ooluyor bu dolara diye merak ediyorsunuz ya?
Siyasete beyaz çorapla girip, artık hiç kimseyi dinlemeye ihtiyacı olmayan, her şeyi bilen biri tarafından yönetiliyoruz… Kendinizi güvende hissedebilirsiniz!
Salih Neftçi
Kerkük’ün en köklü ailelerinden Neftçizadelere mensuptu, 1947’de Kerkük’te doğdu, 1958’de Irak darbesinde Türkiye’ye göç ettiler, Galatasaray Lisesi’ni ve ODTÜ Ekonomi’yi bitirdi, doktorasını Minnesota üniversitesinde yaptı, profesör oldu, Washington ve Columbia üniversitelerinde ders verdi, fınans üzerine yazdığı kitap Amerikan üniversitelerinde zorunlu ders kitabı oldu, 2009’da Cenevre’de vefat etti, Lozan’da loprağs verildi. Annesi Nermin Çiftçi, 1965 ve 1969’da CHP Muş milletvekiliydi, Sadi Irmak hükümetinde kültür bakanlığı yaptı, TBMM’nin ilk kadın başkan vekiliydi.

Sf: 421
Selahattin Reşit
Mustafa Kemal “sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler halinde geri dönmelisiniz” dedi… Selahattin Reşit Alan, 1925 senesinde, henüz 22 yaşındayken, bir grup seçilmiş arkadaşıyla birlikte Fransa ya eğitime gönderildi. “Tayyare mühendisi” oldu.
Pilot brövesini de aldı, 1931’de yurda döndü. Eskişehir Tayyare Tamirhanesi’nde işbaşı yaptı. Gece gündüz çalıştı. 1932 senesinde “ilk milli uçağımız” olarak ilan edilen “MMV-l”i üretti. Milli Müdafaa Vekaleti, yani Milli Savunma Bakanlığı adını taşıyan uçağımız, saatte 200 kilometre sürat yapıyor, havada 2.5 saat kalabiliyordu.
Genç uçak mühendisi Selahattin Reşit Alan, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin gururu olan uçağına “kağnı” figürü çizmişti.
Bu tarihi fotoğrafa iyi bakın lütfen… Selahattin Reşit Alan, milli uçağının gövdesine işlediği kağnı’yı işte böyle ölümsüzleştirmişti.
Çünkü…
O kağnı olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti var olamazdı.
Dönemin en ileri teknolojisiyle, son model savaş makineleriyle gelen işgal devletleri… Anadolu insanının kağnı’sına yenilmişti.
Milli şuura sahip olan Selahattin Reşit Alan… O kağnı sayesinde eğitim alabildiğini, o kağnı sayesinde teknoloji üretebildiği, o kağnı sayesinde gelişmiş ülkeler seviyesine yükselebileceğimizi biliyordu.
“İthalat”a degil “imalat”a inanıyordu. Bunu asla unutmayalım diye… Zenginliğin sembolü uçağa, yoksulluğun sembolünü kazımıştı.
Ve, bakıyoruz bugün…
TC-DAP,devletimizin VIP uçağı…

Sf: 422
60 milyon dolarcık.
TC-ATA, devletimizin VIP uçağı…
38 milyon dolarcık.
TC -ANA, devletimizin VIP uçağı…
77 milyon dolarcık.
TC-GAP, devletimizin VIP uçağı…
42 milyon dolarcık.
TC-KOP, devletimizin VIP uçağı…
52 milyon dolarcık.
TC-LAA, devletimizin VIP uçağı…
20 milyon dolarcık.
TC-LAB, devletimizin VIP uçağı…
20 milyon dolarcık.
Yetmedi…
TC-TUR satın alındı.
200 milyon dolarcık!
Peki ya, tedavülden kaldırıldıktan sonra bize kakalanan, güya savaş uçağı Fantomlar kaç para… Alt tarafı 2 milyon dolar.
Satmaya kalk, alan yok.
Yedek parça olarak bile kullanılmıyor.
Devlet büyüklerimizin kıçı’nın kıymeti, sıfır kilometre 200 milyon dolar… Savaş pilotlarımızın canı’nın kıymeti, ikinci el 2 milyon dolar.
Ekstra hazin tarafı… “Kendine yeni uçak aldı” dediklerinde, Tayyip Erdoğan ne dedi biliyor musunuz… “Neyle gidecektik, kağnıyla mı?”
Selahattin Reşit Alan
1903’te Makedonya Pirlepe’de doğdu. Türkiye’nin ilk uçak fabrikasını kuran Nuri Demirağ’a ortak mühendis oldu. Tek motorlu ND36’yı ve çift motorlu ND38’i tasarladı. Kendi elleriyle ürettiği uçakların test uçuşlarını da kendisi yapıyordu, 1938 senesinde ND36’yla Eskişehir İnönü meydanı’na inerken çakıldı, şehit oldu.

Sf: 425
1971’den beri sokakta…
O gün bugündür, direniyor.
Google’a girin “Musa Çam eylem” yazın, sonuçlara şaşarsınız. Gezi’de o var, Soma’da o var, Ermenek’te o var, hes’lerde o var. Taşeronla mücadele eder, deniz kirliliğiyle mücadele eder, emekliler için mücadele eder, biber gazı yiyen o, tazyikli su yiyen o… En son dört gün önce laik eğitim yürüyüşünde gözaltına almaya çalıştılar. Nerede emek mücadelesi varsa, insanlarımız nerede eziliyorsa, oradadır. Reklam sevmez, haberini yapsınlar, kendini cilalasınlar diye gazetecilerle suni arkadaşlıklar kurmaz, samimiyetle işini yapar.
Çocuklarını okutabilmek için, eşi şu anda hâlâ fabrikada işçi olarak çalışıyor. Kendisi bizim çocuklarımız için savaşıyor, vücudunu bizim çocuklarımız için siper ediyor.
Yatak odasından para kasaları fışkırırken, bakan çocuklarım savunan akp milletvekilleri, işçi milletvekili Musa Çam’a saldırıyor, kaburgasını kırıyor.
Evet, kaburgasını kırmayı başardılar belki ama… Bu ülkeye dair hayallerimiz, umutlarımız, Musa Çam gibiler sayesinde her zamankinden sapasağlam duruyor.
Musa Çam
2011’de ve 2015’te İzmir’den seçildi. Kelimenin tam manasıyla “milletin vekili”ydi. TBMM’ye girebilmek için genel merkezden icazet almayı reddetti, CHP’de ön seçime girme cesaretini ilk gösterenlerden biriydi. İzmir birinci bölgeden aday oldu, en yüksek oyu aldı. Akp’nin en nefret ettiği, en çok saldırdığı vekillerin başında geliyordu.

Sf: 429
İsmail Hakkı Pekin
İsmail Hakkı Pekin’i anlattığım bu yazı, meslek hayatımın en unutulmaz hatıralarından biridir. Çünkü bu yazı yüzünden “bazı” astsubaylar tarafından hakkımda suç duyurusunda bulunuldu. ‘‘Başçavuş” diyerek hakaret ettiğim öne sürüldü. Savcı ifademi almak için çağırdı, ‘hakaret mi ettin’ diye sordu. ‘Hakan Fidan başçavuştu, kendisine amiral mi deseydim’ dedim, savcı takipsizlik kararıverdi. Aynı yazıyla alakalı olarak başka suç duyurusu daha yapıldı. MİT müsteşarına “Akp yandaşı”diyerek MİT’e hakaret ettiğim öne sürüldü. Aradan kısa süre geçti, Hakan Fidan AKP’den milletvekili adayı olmak için MİT müsteşarlığından istifa etti iyi mi!
Necdet
Sene 1961, temmuz ayı, sıcak, boğucu bi yaz günüydü.
Darbe atmosferi hakimdi, İstanbul’da hâlâ sıkıyönetim vardı.
Çemberlitaş’taki Buğday Bankası’nın önünde 59 model şevrole impala durdu, geniş kanatlı, yeşil renkliydi.

Sf: 430
Direksiyonda oturan siyah gözlüklü adam, motoru çalışı. halde tutarken, esmer, uzun boylu, duglas bıyıklı, siyah gözlüklü, takım elbiseli adam indi, bankaya girdi, çeketinin altına sakladığı sten’i çıkardı, davudi sesiyle “kıpırdamayın’ diye bağırdı!
Necdet Elmas’tı.
Türkiye’nin ilk gangsteri…
Siyah beyaz Amerikan filmlerinden fırlamış gibiydi. Memleket, tarihinde ilk kez silahlı banka soygununa şahit oluyordu.
Cebinden çıkardığı torbayı veznedarın suratına fırlattı, doldur dedi. Veznedar tir tir titreyerek, çekmecesini açtı, 2 bin 900 lirayı torbaya koydu, uzattı. Müşteriler, memurlar donup kalmıştı, adeta nefes bile almıyorlardı ama, kapıya yakın oturan banka müdürünü gözden kaçırmıştı. Müdür dışarı fırladı, yetişiiiin diye haykırdı. Gangster torbayı kaptı, bankadan çıkar çıkmaz havaya ateş etti, yaklaşmayın yakarım diye bağırdı, şevrole’ye atladı, vınn… Kaçmayı başarmıştı.
Ertesi sabah, tüm gazetelerin manşetlerindeydi. Türkiye, görülmemiş olayı, banka soygununu konuşuyordu. Sıkıyönetim komutanlığı madara olmuştu.
Bir ay sonra, 18 Ağustos günü, öğle saatleri… Kazlıçeşme’deki Iş Bankası’nın önünde 59 model şevrole impala durdu, geniş kanatlı, bu defa siyah renkliydi. Direksiyonda oturan siyah gözlüklü adam, motoru çalışır halde tutarken, uzun boylu adam indi, gene takım elbiseliydi, bu defa kafasına kadın çorabı geçirmişti, bankaya girdi, sten’i çıkardı, davudi sesiyle “kıpırdamayın” diye bağırdı!
Cebinden çıkardığı torbayı veznedarın suratına fırlattı, doldur dedi. Bu defa hasılat müthişti. 186 bin 850 lira… Kaptı torbayı, atladı şevrole’ye, vınn.
Ertesi sabah, manşetlere sığmamıştı, gazetelerde tam sayfa halinde yer almıştı. Devlet otoritesiyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan bu gangsterin kim olduğu merak ediliyordu, memleketin bir numaralı mevzusuydu.
Neticede, 15 gün sonra, Darıca’da kıstırıldı. Saklandığı evin etrafı, bir binbaşının komuta ettiği askeri birlik tarafından sarıldı. Teslim ol çağrısı yapıldı. Necdet Elmas, janti adamdı, müsaade edin tıraş olayım bu şekilde çıkmayayım dedi, müsaade ettiler, tıraş oldu, takım elbisesini giydi, teslim oldu.

Sf: 431
Hayatı hem komik, hem trajikti. İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesini ikinci sınıfta terketmişti. Yedi yaşındaki oğlu hastalanmış, yoksulluk yüzünden bakımı yapılamamış, vefat etmişti. O gün yoldan çıkmış, para için gayrimeşru işlere dalmıştı. Sabıkalı otomobil hırsızıydı, şevrole hastasıydı. Yakalanmış 11 ene hapis cezası almış, kalbim sıkıştı ayağıyla hastaneye sevkedilmiş, refakat eden askerleri Emirgan’a içki içmeye götürmüş, tuvalet penceresinden tüymüştü.
Kendisinden 20 yaş küçük, 19 yaşındaki Sabahat’la nişanlıydı. Kızın ailesi damat adayını müteahhit zannediyordu, kendini öyle tanıtmıştı. 770 liralık nişan yüzüğü takmıştı. O günkü parayla, servetti. Kimliği ortaya çıkınca, gazeteciler Sabahat’a koştu, ne düşündüğünü sordular. “Gerekirse onu ömrümün sonuna kadar beklerim” dedi. Sayın basınımızın o zamanlar da magazin merakı vardı, tarihin ilk banka soygunundan aşk hikayesi çıkarılmıştı.
Otomatik tabancayı azılı yankesici İsmet’ten almıştı. Nişanlısı Sabahat’la İsmet’in nişanlısı Melda, mahalleden arkadaştı. Melda da sağlam pabuç değildi. Darıca’dan önce, bir kaç gün Melda’nın Kadıköy’deki evinde saklanmışlardı. Direksiyondaki ortağı ise, adaşıydı, Necdet Sinkil’di. Barbuta takıldığı bitirimhaneden tanıyordu. Darıca’daki evi de ortağı ayarlamıştı, Necdet Sinkil’in akrabasına aitti. Yakalanmasalardı, balıkçı teknesi kiralayıp, Çanakkale’ye kaçacaklardı.
Gel gör ki, yakalanmaları için 100 bin lira ödül konmuştu. Necdet Elmas’ın akrabası Muzaffer, paraya tamah etmiş, ispiyonlamış. Türkiye’nin ilk gangsteri, akrabasının ihbarı üzerine enselenmişti.
Tıraşını oldu, takım elbisesini giydi, hakim önüne çıktı, gayet kibardı. “Mahkemenizi incitecek bir söz söyledimse, bunu haleti ruhiyeme atfetmenizi rica ederim, suç kirdir, ceza banyodur, banyonun dozu kaçırılırsa, fayda değil zarar verir, esas müdafaanın vicdanlarınızda yapılmasını arz ediyorum” dedi.
20 sene yedi. 1974’te genel aftan çıktı. Bir daha vukuatı olmadı. Beşiktaş’ta büfecilik yaptı, bilahare, baba ocağı Konya Ereğli’ye yerleşti.

Sf: 432
E şimdi bakıyoruz…

Bank Asya’ya girdiler. “Kıpırdamayın” dediler. Hikaye iki cümlede bitiverdi.
Ne kapıda homur homur bekleyen allı silindirli şevrole var, ne artistik siyah gözlükler, ne kafada kadın çorabı, ne de aşk macerası… “İleri demokrasi”de banka vurgunlarının da, banka soygunlarının da tadı tuzu kalmadı!
Necdet Elmas
Burası ABD olsaydı, Hollywood bu gizemli adamın en az yirmi tane filmini yapardı. Türkiye’de maalesef gazetelerin tozlu arşivlerinde kaldı. Türkiye’de silahsız soygunlar (!) sıradanlaştığı için, Necdet Elmas’ın üzerinde kimse durmadı. Hapishanede dine yöneldiği, namaza başladığı iddia edildi, çıktıktan sonra akrabalarına bile izini kaybettirdi, evlendiği, kızı olduğu öne sürüldü, daima esrarengiz, daima muamma olarak yaşadı. Mesela, şarkıcı Nadide Sultan’ın büyük dayısıydı ama, akıbetini Nadide Sultan bile bilmiyordu.
Rennan 
Foça’dayım. 
Cezaevinde. 
Profesör Mehmet Haberal’ı Silivri’de ziyaret ettiğimde, Profesör Tayfun Uzbay’ı Şirinyer askeri cezaevinde ziyaret ettiğimde, yurttaş olarak ne hissettiysem, Profesör Rennan            Pekünlü’yü ziyaret ederken de onu hissediyorum… Utanç. 
Profesörlerini hapse tıkan kafasız bi ülke burası. 
Düşünenlerine pranga vuran, düşünmeyenlerin ülkesi 
(Profesör Rennan Pekünlü, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü’nde öğretim üyesiydi. 

Türbanlı öğrencilerin eğitim özgürlüğünü engellediği iddiasıyla hapse atıldı. Aslında “kumpas davası”ydı. Akp’yle cemaat’in henüz kapışmadığı dönemde, cemaat medyasıyla, yandaş  medyanın ortaklaşa organize ettiği algı operasyonu”ydu. Medyanın geriye kalan bölümü, türbancılarla karşı karşıya gelmemek için sustu. Halbuki, iddialar yalandı, iftiraydı. Rennan Pekünlü üzerinden  tüm akademik camiaya gözdağı verilmek isteniyordu. Türbana karşı çıkan herkesin başına işte bunlar gelir deniyordu. Akademisyenler korktu, sindi. Profesör Rennan Pekünlü linç edildi.) 

R

Sf: 433
Sekiz kişiyle aynı koğuşta kalıyor. Koğuş arkadaşlarının hangi suçlardan yattığını bilmiyor. Hiç sormamış. Umursamadığı için değil kederlerini deşmemek için… Toplam 600 civarında mahkum var, istisnasız, büyük saygı görüyor. Herkes “hocam” diye hitap ediyor.    Arşivde çalışıyor, boşa saat tüketmiyor, madem buradayız bari işe yarayalım diyor.
Eşiyle her sabah kahvaltıdan sonra yaptıkları yürüyüşleri çok özlüyor. Kızının burnunda tüttüğünü görüyorum, kızından da bahsederken sesi kırılıyor.
Nükleer karşıtı aktivist-hekim Helen Caldicott’un kitaplarım okuyor. Nükleer endüstrinin insan sağlığına zararlarına kafa yoruyor. Hapisten çıktıktan sonra, Mersin ve Sinop’a kurulması planlanan nükleer santrallere karşı faaliyet göstereceğini anlatıyor. Vatandaşları bilgilendirmek gerektiğini söylüyor.
“Başınıza dert açmak için yeni bir alan bulmuşsunuz” diyorum. Gülüyor. “ABD’de benim gibilere maverick deniyor” diyor.
Bu İngilizce kelimenin sözlük anlamı “damgalanmamış, sahipsiz dana” demek… Ama aslında “başına buyruk” manasında kullanılıyor.
Hakikaten Profesör Pekünlü’yü en güzel tarif eden kelime, başınabuyruk… Sürü’ye katılmadığı için 12 Eylül de Kenan Evren rejimi tarafından iki defa üniversiteden atılıyor. Sürü’ye katılmadığı için, Akp rejimi tarafından hapse atılıyor. Darbeci Kenan Evren’le ileri demokrasici Tayyip Erdoğan’ın ortak noktalarından biri, Profesör Pekünlü’ye eziyet etmek oluyor.
İleri demokrasiden sohbet ederken, laf dönüyor dolaşıyor, Yalta Konferansına geliyor. Profesör Rennan Pekünlü, Stalinle Churchill arasmda geçtiği rivayet edilen bir anekdotu anlatıyor. Churchill, Staline “duyduğumuz kadarıyla Sovyetler Birliği’nde konuşma özgürlüğü yokmuş” diyor. Stalin “yanlış duymuşsunuz” diye cevap veriyor, “isteyenin istediği kadar konuşma özgürlüğü var, sadece, konuştuktan sonra özgürlük garantisi yok!”
(İyi ki cezaevindeyiz de, böyle alengirli mevzulardan rahat rahat bahsedebiliyoruz. Maazallah bunları dışarda konuşmaya kalksak, içeri atarlar!)
O sırada görevli sesleniyor.
Vakit tamam.
Hapiste geçmek bilmeyen zaman, açık görüşte su gibi akıp gidiyor.
Sarılıyoruz.
Ayrılıyoruz.
“Cezaevi”nden çıkıp, sahte diplomalı bakan yeğenlerinin Tübitak’a yönetici yapıldığı, bilim adamı unvanı taşıyan dekanların el etek öptüğü, Tayyip Erdoğan’a fahri profesör unvanlarının verildiği “Özgür Türkiye”ye geri dönüyorum.
Girişte bıraktığım cep telefonumu teslim alıyorum. Mesaj gelmiş: Çağdaşlık öncülerini, saygın profesörlerini hapse tıkarak geleceğini gömen Türkiye, yobazlık finansörü vahabi kralı için kahrolmuş, üzüntüden yas ilan etmiş.
Yas’ıklar olsun bu ülkeye.
Yas’ıklar olsun.
Esat Rennan Pekünlü
1950’de İzmir’de doğdu. Ege Üniversitesi fen fakültesinden mezun oldu, Ingiltere Leicester Üniversitesinde doktora yaptı, 1980 darbesinde atıldığı Ege Üniversitesi’ne 1990’da geri döndü, profesör oldu, TÜBİTAK Ulusal Gözlem evinde akademik kurul üyesi olarak yer aldı. Türkiye’nin uluslararası platformdaki en değerli bilim insanlarından biri olarak, 4.5 ay hapis yatırıldı, bu kitabın piyasaya çıktığı 2016 itibariyle, tekrar hapse atılması için tekrar yargılanıyordu!

Sf: 435
Abdullah
Dokuz kişiydiler. Biri ekip lideriydi. Biri askeri tabip. İkisi pilot, biri uçak teknisyeni. Diğer dördü silahlı-silahsız saldırı uzmanıydı. Etimesgut askeri havaalanında buluştular. Ekip lideri “arkadaşlar” dedi, “ailelerinize telefon edin, bir süre görüşemeyeceğinizi söyleyin, Tanrı yardımcımız olsun.”
Özel uçağa bindiler. Antalya’ya gittiler. Karpuzkaldıran askeri tesislerine yerleştiler. Uçağın kuyruğundaki Türk Bayrağı ve kimliğini gösteren işaretler kapatıldı. Üç gün sonra, vakit tamam… Tekrar havalandılar.
Ekip lideri pasaportları dağıttı. Fotoğraflar gerçek, geriye kalan tüm bilgiler sahteydi. İş adamı kimliğinde görünüyorlardı.
İyi de, hangi ülkeye gidiyorlar, neyin ticaretini yapıyorlar?
Ekip lideri hariç, hiçbiri bilmiyordu. Sadece “Afrika’ya gittikleri” söylenmişti. Kendi aralarında şakalaşıyorlardı, “muz cumhuriyetinden geldiğimize göre, herhalde muz tüccarıyız” diyorlardı!
Altı saat uçtular, piste tekerlek koydular. Terminal binasında “welcome to Entebbe international airport” yazısını gördüler. Uganda’daydılar. Tee 23 sene evvel Filistinli korsanlar tarafından kaçırılan ve İsrail komandoları tarafından basılan Air France uçağının enkazı hâlâ oradaydı.
Başkent Kampala’da The Windsor Lake Victoria Hotel’e yerleştiler. Beklediler. Dört gün sonra… Ekip lideri odaları tek tek aradı, lobide buluştular. O ana kadar gizlenen görevi açıkladı: “Kenya’ya gidiyoruz, bebek katilini alacağız!”
Entebbe’ye geldiler, tam pasaport kontrolüne girerken, bi telefon… Görev ertelendi. Otele geri döndüler. Sabrın sınırlarını zorlayan bekleyiş başladı. Artık ne yapacaklarını biliyorlardı ama, bu sefer de saatler geçmek bilmiyordu. Ya görev iptal edilirse? Ya bu kadar yakınken elleri boş dönerlerse?
Üç gün, üç sene gibi geçti. Nihayet beklenen an geldi. Bindiler, Nairobi Jomo Kenyatta Havalimanı’na indiler. Uçakta bekleyeceklerdi. Paket, kendi ayağıyla gelecekti. Pilot kuleye bilgi verdi: “İki saat sonra havalanacağız, rota Hollanda.”

Sf: 436
Ekibin Hollandalıya benzeyen sarışın mavi gözlü elemanı merdiven başına çıktı. Pilot, sağ motoru çalıştırdı. Üç otomobillik konvoy, aprona hışımla daldı, uçağın yanında zınk diye durdu. Hollanda’ya gidiyorum zanneden paket, indi. Hollandalı (!) gülümseyerek başıyla selamladı. Paket koşar adım merdivenleri tırmanırken, sol ve kuyruk motorları çalıştırıldı, kapı kapandı.
“Abdullah Öcalan, memlekete hoşgeldin!”
Paket’i Bandırma’da teslim ettiler, tekrar havalandılar, başladıkları yere, Etimesgut’a indiler. MİT müsteşarı hangarda bekliyordu, tek tek kucakladı, duygusal bir konuşma yaptı.    Çankaya Köşkü’ne götürdü. Cumhurbaşkanı Demirel, kahramanları Pembe Köşk’te,         Atatürk’ün makam odasında karşıladı.
“Sizlerle hatıra fotoğrafı çektiremiyorum. Çok gizli bir görevi başarıyla ifa ettiniz. Şartlar, bundan sonra da gizliliğin korunmasını gerektiriyor. Sizleri bir fotoğraf karesinde buluşturmanın sakıncalı olduğunu düşünüyorum” dedi.
Birer kol saati hediye etti.
Saatlerin arkasında “TC Cumhurbaşkanı, 18.2.1999” yazıyordu.
Bu zorunlu gizlilik, tırışkadan efsaneler, köfteden kahramanlar yarattı. Sadece dokuz kişiydiler ama, neredeyse dokuz bin kişi o uçakta bulunduğunu ima etti.
Halbuki kanıt belliydi.
O saatler kimdeyse, uçakta onlar vardı.
Ve, o saatlerden birinin sahibi rahmetli oldu. Gazetelerde haber yapıldığı için, artık yazabiliriz…
“Abdullah Öcalan, memlekete hoşgeldin” diyen ekip lideri, bordo bereli albay Abdullah Soyluoğlu’ydu.
TSK dan MİT e geçmişti. Kıbrıs’tan güneydoğu’ya sayısız kozmik görevde bulunmuş, hiçbirini şahsi ikbali için kullanmamış, sıra dışı hayatına rağmen sıradan kalmayı başarmış bir vatan evladıydı. İki tane mantar tabancası patlatanlar bile 22 tane kitap yazarken…          Gerçek “efsane albay”ın adını, rahmetli oluncaya kadar duyan olmadı.

Sf: 437
Karakterini özetleyebilmek için tek örnek vereyim… Hastalandı. Öğretmen eşi ve iki kızı, tembihliydi. Asla kimseden iltimas istemeyeceklerdi. Herhangi bir emekli vatandaş gibi, devlet hastanesine gittiler. Vaziyet kötüydü, akciğerde, beyinde tümör… İlerlemişti, derhal ameliyat gerekiyordu, yoğun bakımda yer yoktu, Madem subaysınız, Haydarpaşa Gata’ya gidin dediler, gönderdiler.
Gata’ya geldiler, yoğun bakımda yer yoktu!
Cumhuriyet tarihinin en önemli görevlerinden birini gerçekleştirmiş olan efsane albay, acil serviste, bir sedyede yatıyordu. Eşi, kızı çaresizce başında bekliyordu.
Hani hep sallarız ya, “vatan sana minettar” filan…
İşte buydu.
Neyse ki, Gata komutanı tesadüfen acil servise geldi, tesadüfen gördü, yoğun bakımda yer yaratıldı. Ama maalesef, ameliyat edilemeden vefat etti. Çünkü, ailesine bile yük olmak istememişti, hastalığının nereye varacağını biliyordu, üzülmesinler diye son dakikaya kadar ailesine bile söylememişti. Kasım ayında, baba ocağında, Konya Seydişehir’in Gökhüyük köyünde toprağa verildi.
Ondan geriye bir büyük onur mirası, bir de madalya gibi kol saati kaldı.
Ve bugün, Öcalan’ın pazarlığına oturan MİT’in haline bakınca, bakanların koluna takılan saatlere bakınca… Diyorum ki, hakikaten “kahin” gibi adamlarmış.
“Muz cumhuriyetinden geliyoruz” derken, aslında ne kadar da haklılarmış!
Abdullah Soyluoğlu
Ömrü boyunca mütevazı yaşayan 65 yaşındaki kahraman, baba ocağında gayet mütevazı bir törenle toprağa verildi. Devleti temsilen sadece ve sadece Seydişehir kaymakamıyla garnizon komutanı yüzbaşı vardı, hepsi buydu. Ne demişti büyük şair Orhan Veli… Neler yapmadık şu vatan için, kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik!

Sf: 443
Teodor Kasap
1835’te Kayseri’de dünyaya geldi, Rum kökenliydi, kumaşçılıkla ünlü olan Kasapoğulları ailesine mensuptu, İstanbul’da matbaacılık yaptı, Alexander Dumas ve Moliere’in eserlerini Türkçe’ye çevirdi, Pinti Hamit, Sarı Yusuf, İşkilli Memo gibi uyarlama romanlar yazdı, hayatının son döneminde saray kütüphanecisi oldu, 1897’de vefat etti Oğuz Aral. 1936’da İstanbul’da doğdu, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni üçüncü sınıfta terketti, 14 yaşından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde çizmeye başladı, Gırgır’ı 500 bin tiraja ulaştırdı, dünyanın en çok satan üçüncü mizah dergisi yaptı, Avanak Avni, Utanmaz Adam gibi efsane karakterler yarattı, 2004’te vefat etti, Zincirlikuyu’da toprağa verildi.
Tevfik
Türk aydınlanma tarihinin sembol isimlerinden Tevfik Fikret, Galatasaray lisesinde okumuş, birincilikle bitirmiş, öğrencisi olduğu Galatasaray lisesinde öğretmen olmuş, müdür olmuştu. Galatasaray Spor Kulübü’nün koruyucu başkanlığını yapmıştı. Okul-kulüp dayanışması, onun müdürlüğünde başlamıştı.
Edebiyatımızın yapı taşlarından olan Tevfik Fikret’in yaşadığı dönem, memleketin ona buna peşkeş çekildiği, rüşvetin, yolsuzluğun, sansürün, yasakların, istibdat’ın had safhaya ulaştığı dönemdi.

Sf: 444
Kimileri saray soytarısı olmayı tercih ederken, Tevfik Fikret aklı, bilimi rehber edinmiş, bağnazlıkla mücadele etmişti. Dürüst, namuslu, onurlu yaşamı, elbette eserlerine yansıyordu. Mesela, zat-ı şahaneleri padişahımız efendimiz aleyhine şiirler yazdığı için evi basılmış, gözaltına alınmış, korkutulmaya çalışılmıştı.
Mustafa Kemal’e ışık tutan şairdi, düşünce yapısının oluşumunda etkin rolü vardı. En kanlı vuruşmaların siperlerinde bile Tevfik Fikret’i okuyor, notlar alıyor, ilham alıyordu. Öyle ki… “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” lafının kaynağı, Fikret’in dizeleriydi. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” lafı, Fikret’indi.
O nedenle, Mustafa Kemal “ben devrim ruhunu ondan aldım, Tevfik Fikret’i tanıyanlar, benim ne yapmak istediğimi kavrayacak kimselerdir” demişti.
Tevfik Fikret’e hürmeten Galatasaray lisesiyle daima yakından ilgilenmişti. Hatta,              Galatasaray Üniversitesi’nin bulunduğu Ortaköy’deki binayı, Atatürk vermişti.
Sadece fikri manada değil, bugünkü moda tabirle “yaşam gustosu”nda da Tevfik Fikret’ten etkilenmişti. Giyim kuşam zevkini örnek alıyordu. Fikret’in ölümünden sonra evini, yani Aşiyan’ı ziyaret edip, kullandığı eşyayı incelemiş, Aşiyan’da gördüğü bir masanın benzerini yıllar sonra Çankaya Köşkü’ne yaptırmıştı.
E, bugün bakıyoruz…
Tevfik Fikret çıtası, servisçi Abdürrahim Albayrak seviyesine getirilmiş… Padişahlara direnen yaşam tarzıyla Çankaya Köşkü’ne ilham veren Galatasaray, gecekondu statüsündeki kaç’ak saraya süs eşyası yapılmış… Galatasaray’ın Tayyip Erdoğan’ın huzuruna çıkarıldığı gün “mübarek gün” ilan edilmiş.
Üzülüyor tabii insan…
Çünkü ne demişti Tevfik Fikret?
Verir zavallı memleket,
verir ne varsa malını
varlığını, hayatını,
umudunu, hayalini
hemen yutun düşünmeyin,
haramını helalini…
Yiyin efendiler yiyin bu doyumsuz sofra sizin
doyuncaya, tıksırıncaya
çatlayıncaya kadar yiyin.
Tevfik Fikret
1867’de İstanbul’da doğdu. Asıl adı, Mehmet Tevfik’ti. Annesini 12 yaşındayken kaybetti, babası padişah tarafından sürgüne gönderildi, anneannesi tarafından büyütüldü. Galatasaray Lisesi’nde Recaizade Ekrem, Muallim Naci, Muallim Fevzi gibi, döneminin seçkin öğretmenleri tarafından eğitildi. Şiirlerini 1895’ten itibaren Tevfik Fikret adıyla yazdı. 1915’te vefat etti, Eyüp’te aile mezarlığına defnedildi, 1961’de, müze haline getirilen Aşiyan’daki evinin bahçesine nakledildi.

Sf: 447
Çağdaş Cengiz
1987’de dünyaya geldi. Uludağ Üniversitesi halkla ilişkiler bölümünü bitirdi, Arel Üniversitesinde medya üzerine yüksek lisans yaptı. 19 Mayıs 2006’da Türkiye Gençlik Birliğinin kurucuları arasında yer aldı, 2013’te başkanlığına seçildi. TGB’nin 10 senelik tarihinin anlatıldığı Şu Çılgın Gençler kitabını derledi. Bu kitabın piyasaya çıktığı 2016 itibariyle aynı görevde, Türkiye’nin çağdaşlık mücadelesine katkı sağlamaya devam ediyordu.

Sf: 454
Koray Gürbüz
1973’te Malatya’da dünyaya geldi. Türkiye Gaziler Vakfı ikinci başkanlığını yaptı. Şehit Mektupları adıyla kitap yazdı. 2016 itibariyle Aydınlık gazetesinde köşe yazıyordu. 34 senedir bu ülkede gazetecilik yapan biri olarak yürekten söyleyebilirim ki, gazilerin sorunlarını çözebilmek için, gazilerin sesini topluma duyurabilmek için, Koray Gürbüz kadar çaba harcayan birini görmedim.

Sf: 456
Nazım Hikmet Ran
1902’de Selanik’te doğdu. Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde iktisat okudu. İlk şiiri “Feryad-ı Vatan”ı 12 yaşında yazdı, şiirleri 50 den fazla dile çevrildi. Yaşamı boyunca yazdıkları nedeniyle 11 ayrı davada yargılandı, 12 sene hapis yattı. Sovyetler Birliği’ne yerleşti, 1951’de Türk vatandaşlığından çıkarıldı, büyük dedesi Mustafa Ran Celalleddin Paşa’nın (Konstantin Borzecki) memleketi Polonya’nın vatandaşlığına geçti, Borzecki soyadını aldı. 1963’te öldü, Moskova’da toprağa verildi. 2009’da, ölümünden 46 sene sonra, yeniden Türk vatandaşlığına kabul edildi.

Sf: 458
Emin Çölaşan
1942’de Ankara’da doğdu. ODTÜ idari bilimler fakültesinden mezun oldu. Gazeteciliğe 1977’de Milliyetle başladı, köşe yazarlığına 1989’da Hürriyetle başladı. Önce İnsanım Sonra Gazeteci, Turgut Nereden Koşuyor, Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi gibi çok satan kitaplar yazdı. Akp döneminde işini kaybeden, en çok mahkemeye verilen gazeteciler arasındaydı. 2016 itibariyle Sözcü’de yazıyordu.

Jose
Uruguay eski cumhurbaşkanı Jose Mujica, bir haftadır Türkiye’de, İzmir’i Eskişehir’i İstanbul’u geziyor.
Okumuşsunuzdur mutlaka… Cunta dönemlerinde 14 sene hapis yattı, altı defa vuruldu, iki defa hapisten kaçtı. Cumhurbaşkanlığı sarayında oturmuyordu. Evi yok. Eşine ait köy evinde oturuyordu. Suyu kuyudan çekiyordu. Maaşının yüzde 90’mı yoksullara bağışlıyordu. Makam uçağı kullanmıyordu. 87 model vosvos’u var, ona biniyordu. Şoförünü milletvekili yapmadı, zaten şoförü yoktu. Koruması yoktu. Banka hesabı yok. Kredi kartı yok. Emekli oldu, gezmeye geldi.
Gazetelerimiz şu başlıkları attı:
Saraysız başkan…
En yoksul cumhurbaşkanı…
Çağdaş Robin Hood…
Uçaklı değil, vosvoslu lider…

Sf: 459
Bizim gibi tırışkadan ülkerlerde “zenginlik” denilen kavram “kişisel servet” ten ibaret sanıldığı için… “Sosyal demokrasi denilen kavram “yoksullara bağış yapmak”tan ibaret sanıldığı için… Hep bu tür vurgular yapıldı, saraysız, parasız, vosvoslu filan.
İşin şu tarafıyla kimse ilgilenmedi…
Jose Mujica, hapis yattığı için, sarayı olmadığı için, vosvosa bindiği için mi cumhurbaşkanı seçildi?
Gazetecilerle buluştu.
Üniversitelilerle buluştu.
Siyasetçilerle buluştu.
Hiç kimse merak edip şu soruyu sormadı…
Sizi neden seçtiler?
Banka hesabı olmadığı için mi?
Suyu kuyudan çektiği için mi?
Gerilla olduğu için mi?
Neden?
Çünkü kardeşim… Cumhurbaşkanı seçilmeden önce “tarım ve hayvancılık bakanı”ydı.
Akılcı politikalarıyla, beş sene gibi kısa bir sürede, Uruguay topraklarının yüzde 90’ını tarım yapılabilir hale getirdi. Ülkesini buğday, pirinç, mısır, arpa, yulaf deposu haline getirdi. Canlı hayvan varlığını, sığır, koyun, domuz, kümes, toplam 45 milyona çıkardı. Ülkesindeki canlı hayvan nüfusunu, ülkesindeki insan nüfusunun 13 katına çıkardı. Süt ürünleri sektörünü, beş katına büyüttü. Topraktan elde edilen kazancı, denize döktü, balıkçılık patladı, üç katına çıkardı.
Tarım ve hayvancılık sayesinde, işsizliği azalttı, kişi başına düşen geliri artırdı, maaşları yükseltti, köyden kente göçü durdurdu.
Hırsızlık yapmaması, paraya tamah etmemesi, sarayda oturmaması, vosvosa binmesi, hayat felsefesi, elbette örnek alınması gereken, darısı başımıza dedirten bir davranış biçimidir. Ama ülkenin başına getirilmesinin sebebi bu değildi. Tarım’dı.
Kendi kendine yeten yedi ülkeden biriyken, AKP sayesinde saman ithal eden Türkiye iyi okusun diye yazıyorum…

Sf: 460
Nüfusumuz 80 milyon.
14 milyon ineğimiz var.
Uruguay’ın nüfusu 3.5 milyon.
16 milyon ineği var.
Bu yüzden…
Uruguay’dan inek ithal ediyoruz.
Bu yüzden…
Dünya siyaset tarihinde tarım bakanlığından cumhurbaşkanlığına yükselen ilk ve tek kişidir, Jose Mujica.
Ve, işte bu yüzden…
Üç çocuk değildir marifet.
Üç inek yapmaktır maharet.
Jose Mujica
CHP’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Jose Mujica, “köylü milletin efendisidir” vizyonunun vücut bulmuş haliydi. Atatürk’ün başlattığı tarım hamlesi karşı devrimciler tarafından sekteye uğratılmasaydı, Anadolu’nun bereketli topraklarında neler yapılabilirdi… Bunun kanıtıydı.
Kuddusi
Zart diye tutukladılar, ciğerlerinden hastaydı, Tekirdağ devlet hastanesine sevkedildi, gayet iyisin denildi, cezaevine geri gönderildi, durumu kötüleşti, bunun psikolojisi bozuk denildi, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevkedildi iyi mi… Psikiyatrik muayene neticesinde, böbrek yetmezliği teşhisi konuldu! Cezaevine geri gönderildi, komaya girdi, Yedikule araştırma hastanesine sevkedildi, turp gibisin denildi, cezaevine geri gönderildi, Bayrampaşa devlet hastanesine sevkedildi, oradan Haseki hastanesine havale edildi, maşallahın var denildi, cezaevine geri gönderildi, şuuru kapandı, tekrar Bayrampaşa devlet hastanesine sevkedildi, aslanlar gibisin denildi, cezaevine geri gönderildi, bitkisel hayata girdi, o haldeyken Tekirdağ cezaevine sevkedildi, canlı cenazeydi, Tekirdağ devlet hastanesine sevkedildi, oradan Trakya üniversitesi tıp fakültesi hastanesine sevkedildi, nihayet lütfedip teşhis konuldu, tüh be kansermiş denildi, ne akciğer kalmıştı, ne kemik, ne beyin… Ölüm döşeğinde tahliye ettiler, dört gün geçmedi, son nefesini verdi.
Kuddusi Okkır’dı.
“Ergenekon terör örgütünün kasası” diye tutukladılar, yandaş medyada “zengin işadamı” diye tanıttılar, tedavi imkanı vermediler, hastane hastane süründürdüler, alay eder gibi “sağlıklı” raporları verdiler, ailesi çırpındı, yalvardı, yok kardeşim, ölene kadar bırakmadılar, cenazesini kapının önüne koydular.
Musalla taşındayken hâlâ sanık’tı. Henüz iddianame yazılmadığı için hangi delillerle suçlandığını bilmiyordu. “Kasa” diye tutuklanmıştı, beş kuruşu yoktu, cenaze aracının parasını bile haberi takip eden gazeteciler ödedi, eşine tarifsiz acı ve 19 bin lira vergi borcu bıraktı.
Gel zaman git zaman…
Kuddusi Okkır için kılım kıpırdatmayan asrın liderimiz, makam yetkisini kullanarak, “tedavi olsun” diye “hasta” bir mahkumu affetti. Dolandırıcılıktan 20 sene hüküm giyen hasta mahkum, tahliye edildi. “Hapisteyken tedavi olamıyordum, ilaçlarımı alamıyordum, Allah cumhurbaşkanımızın tuttuğunu altın etsin, ölümcül hastayım, durumum fena, dolandırdığım insanlar haklarını helal etsin dedi.
Bu haberi okuyan herkesin gözleri buğulandı, yüreği insan sevgisiyle dolu, vicdan sahibi asrın liderimize duacı olundu.
Ve dün Asrın liderimiz tarafından affedilen, helallik isteyen dolandırıcı, jandarmanın fuhuş operasyonunda yakalandı! Fuhuşa aracılık etmek, yer temin etmek suçundan enselenen bu arkadaşla birlikte, iki kadın, bir travesti, dokuz müşteri gözaltına alındı.
İnsanın böylesine merhametli, şefkatli, yaratılanı yaradandan ötürü seven, adaletli bi asrın liderinin olması hakikaten çok şahane bi duygu…
Allah memlekete nice hayırlı aflar nasip etsin inşallah, amin!

Sf: 462
Kuddisi Okkır
1948’de Yalova’da doğdu, 2008’de göz göre göre öldürüldü. Yalova’da toprağa verildi. Hayatını kaybedene kadar, bir avuç yurtsever haricinde hiç kimse sesini bile çıkarmadı. Bu kitabın yayımlandığı 2016 itibariyle, tazminat talep eden eşinin hukuk mücadelesi sürüyordu. İnsan hayatını harcarken gayet bonkör olanlar, insan hayatına karşılık bedel ödeme konusunda pek cimriydiler!

Sf: 466
Bu şehrin çocukları… Atatürk aydınlanmasının ne anlama geldiğini, uygulamalı olarak, yaşayarak görüyor. Profesör Yılmaz Büyükerşen gibi vizyoner-yurtsever yönetirse, toplumun nereden nereye sıçrayabileceğini, yaşayarak görüyor. Aynı zamanda… örgütlü cehalet yönetirse, toplumun başına neler gelebildiğini de, yaşayarak görüyor!
Mesleki kariyerimi ortaya koyarak, iddia ediyorum.
Eskişehir’de bugüne değil…
Yarına şahit oluyoruz.
En geç önümüzdeki 10-15 sene içinde, Türkiye’nin geleceğine damga vuracak insanlar, bu donanımlı çocukların arasından, Eskişehir’den çıkacak. Yazın bi kenara… Sanat’ta bilim’de sanayi’de siyaset’te, hayatımıza yön verecek insanlar, bu çocukların arasından yetişecek.
Yıldırım Büyükerşen
1937’de Eskişehir’de doğdu, Eskişehir iktisadi ticari ilimler akademisi’ni bitirdi, profesör oldu, Anadolu Üniversitesi rektörü oldu, 1999’da DSP’den Eskişehir büyükşehir belediye başkanı seçildi, 2004, 2009, 2014’te tekrar seçildi, 2011’de CHP’ye geçti. Çağdaş “halk evleri ve köy enstitüleri modelini Eskişehir’de hayata geçirdi. CHP kulislerini yakından takip eden bir gazeteci olarak şunu açıkça söyleyebilirim ki… 2014’te cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP’nin adayı Yılmaz Büyükerşen olacaktı.
CHP milletvekillerine, il başkanlarına, belediye başkanlarına “adayımız kim olsun” diye soruldu, en çok “Yılmaz Büyükerşen” ismi çıktı. Hatta, genel başkan yardımcılarından ikisi, bizzat Yılmaz Büyükerşen’i telefonla arayarak, adaylığının kesinleştiğini söyledi. Seçime günler kala CHP’nin tüm belediye başkanlar! Eskişehir’de buluştu, bütün medya davet edildi kulaklara fısıldandı, Eskişehir’de canlı yayında, bizzat Kılıçdaroğlu tarafından Büyükerşen’in cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklanacaktı. Herkes buluştu, canlı yayın başladı, nefesler tutuldu… Ve, bitti! Aday maday açıklanmadı. En başta CHP’liler, medya şaşkındı. Ne oluyor demeye kalmadı, ertesi gün Kılıçdaroğlu çıktı “adayımız Ekmeleddin İhsanoğlu” dedi. Ne oldu da Ekmeleddin İhsanoğlu oldu? Bu sorunun cevabı, bu kitabın piyasaya çıktığı 2016 itibariyle hâlâ muammaydı.
 Tek gerçek vardı: Büyükerşen cumhurbaşkanı adayı olacaktı, kazanma ihtimali vardı, en azından Tayyip Erdoğan’ın birinci turda kazanması imkansızdı, Türk siyaseti başka türlü akacaktı.

Sf: 468
Doğu Perinçek
1942’de Gaziantep’te doğdu. Babası Sadık Perinçek, Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nden dört dönem Erzincan milletvekilliği yapmıştı. Ankara Üniversitesi hukuk fakültesini bitirdi, hukuk doktoru oldu. Fikir Kulüpleri Federasyonu başkanı seçildi, 1968 gençlik hareketinin önderlerinden oldu. Aydınlık dergisini, Doğu Perinçek gazetesini kurdu. Türkiye işçi Köylü Partisi’ni kurdu. Sosyalist Parti genel başkanı seçildi, o kapatılınca, işçi Partisi’ne genel başkan oldu, bu partinin ismi 2015’te Vatan Partisi olarak değiştirildi, ömrü boyunca “vatan hainliği türevi” suçlamalarla hapis yatırıldı ama, 2016 itibariyle, Türkiye’nin milli çıkarlarını uluslararası hukuk platformunda savunan tek siyasetçiydi.
Levent
Ölümün üstüne cesaretle yürüyenleri görmüştüm ama, ölümün üstüne kahkahayla yürüyeni, ilk defa Levent ağabeyde gördüm,
Biliyordu öleceğini.
Hatta gününü bile biliyordu, inanmakta güçlük çekeceksiniz…
Son nefesine kadar matraktı.

Vedalaşırken bile espri yaptı.
Güle oynaya, neşeyle gitti.

Sf: 469
Şahane serseriydi.



Son delikanlılardan.



Hiç müdanası yoktu.



Kimseye eyvallahı olmadı. Gözünü budaktan sakınmadı.



Zirveyi de gördü, dibi de…



Villayı da gördü, kirayı da… Nabza göre şerbet vermedi.



Her daim aynı kaldı.



Kardeşliği de gördü, kalleşliği de.. E, olacak o kadar dedi.



Kin gütmedi.



Güldü, geçti.



Ekmeğiyle oynandı.
Ambargo uygulandı.



Yasaklandı.
Devlet sanatçısı unvanı geri alındı Yüzünde kıl oynamadı.



Sahnede selam verirken hariç .. Asla eğilmedi.
Yalakaya, yalaka dedi.


Döneğe, dönek dedi.

Diktatöre, diktatör dedi. Sahiciydi.
Neyine güveniyordu derseniz? “Mizaha” diyordu.
“Zayıfın, güçlüye karşı silahıdır mizah… X-ray cihazından geçerken ötmez. Üzerinizdedir ama, nerenizde olduğunu kimse bilmez. Bütün ölçüm aletlerini atlatır. Şarkı olur, şiir olur, duvar yazısı olur, fıkra olur, illa ki hedefini bulur. Fısıltı olur,  anahtar deliğinden geçer. Su olur kapı altından geçer. Taş olur hapishane duvarından geçer. Gidip vuracağı başı bulur.Yasaklarlar yasaklanmaz. Tutuklarlar, tutuklanmaz. İnadına, baskı altında gelişir. Ezildikçe büyür. Unutmamak lazım ki… Bizler Nasreddin’in torunlarıyız. Türk mizahı diye, bir mizah ardır Dünyada tektir. Halk var oldukça, onun olan mizahı öldürmeye kimsenin gücü yetmez.”
Ve, ilave ediyordu:
“Sadece hayvanlar gülmez.”
Halk varoldukça
Yaşayacak Levent Kırca.
İlelebet, kahkahalarıyla.

Sf: 470
Levet Kırca
1948’de Samsun’da doğdu. İlk kez 1964’te Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahneye çıktı. 1978’de Attınşehir isimli filmle, sinemaya başladı. Türk televizyonculuğu tarihine damga vurdu, 1988’de başlayıp 22 sene sürdürdüğü “Olacak O Kadar” efsanesini yarattı. 2009’da DSP’den Üsküdar belediye başkan adayı oldu, 2014’te İşçi Partisi’nden İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı oldu. Akp iktidarında, sanatının her platformunda ambargoyla, sansürle karşılaştı. 1998’de kendisine verilen Devlet Sanatçısı unvanı, 2015’te geri alındı. 2015’te vefat etti, Zincirlikuyu’ya defnedildi.

Sf: 472
Aydın Doğan
1936 da Gümüşhane Kelkit’te doğdu. İstanbul iktisadi ticari ilimler akademisini bitirdi. 1979’da Milliyeti satın alarak medya sektörüne girdi. Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası Başkanı oldu. 1994’te Hürriyet’i  satın aldı Posta Radikal, Fanatik gazeteleriyle, Kanal D ve CnnTürk ün aralarında bulunduğu 21 televizyon kanalını bünyesine kattı. Eğitim, kültür hizmetleri için Aydın Doğan Vakfı’nı kurdu, özellikle kız çocuklarının çaba harcadı 1999 da Cumhurbaşkanı Demirel’in elinden Türkiye Cumhuriyeti Devlet Üstün Hizmet Madalyası aldı. 2016 itibariyle son 20 senede üç defa Türkiye vergi rekortmeni rekortmeni oldu.

Sf: 474
Mehmet Çıplak
Bodrum’dan İstanköy adasına geçmeye çalışan Suriyeli mültecilerin botu alabora olmuş, iki yaşındaki Aylan bebenin cesedi sahilimize vurmuştu. 18 senelik asker olan 39 yaşındaki astsubay kıdemli üstçavuş Mehmet Çıplak, o anı şöyle anlatmıştı: “Altı yaşında oğlu olan bir babayım, Aylan bebeği ilk gördüğümde aklıma oğlum geldi, yanına gittim, Allahım inşallah yaşıyordur dedim, maalesef nefes almıyordu, hayat belirtisi yoktu, yavrusuna sarılan bir babanın hissedebileceği duygularla Aylan’ı kucakladım, o fotoğrafı gören herkes “bu kadar ağır bir yükü nasıl taşıdın” diye sordu.”

Sf: 477
Osmaniyeli, 32 yaşındaki yüzbaşı Ali Alkan. 2015’te Şırnak’ta şehit olmuş, yarbay ağabeyi Mehmet Alkan, kardeşinin cenaze töreninde tabuta vura vura “bu vatan evladının katili kim” diye feryat etmişti, “düne kadar çözüm diyenler, şimdi ne oldu da savaş diyor, saraylarda 30 tane korumayla geziyor, zırhlı arabalara biniyor, şehit olmak istiyorum diyor, sen git o zaman oraya” diye bağırmıştı. Akp hükümetinin Pkk’yla masaya oturup, çözüm süreci dediği sürecin neticesi buydu. Bu yazı vesilesiyle yarbay Ali Tatar’ın ağabeyi Ahmet Tatar’la konuşmuş ve yukarıdaki yazıyı kaleme almıştım İki ağabeyin duygulan fotokopi gibi, birebir aynıydı. Ankaralı 42 yaşındaki deniz yarbay Ali Tatar. 2009’da Ergenekon-Poyrazköy kumpasında “amirallere suikast yapacak” iftirasıyla tutuklandı, serbest bırakıldı, tekrar tutuklama kararı çıkarılınca hukuksuzluk sürecine hukuk adına saygı gösterilemez” diyerek, canına kıydı, Ankara Karşıyaka mezarlığında toprağa verildi. Ali Tatar’ı ölüme götüren kumpas süreci, aynı zamanda. Akp’nin çözüm sureci dediği süreçti.
Sf: 479
Vedat Yenerer
Yukarıdaki yazıyı Ağustos 2015’te yazmıştım. Bu kitabın yayımlandığı Eylül 2016 itibariyle… Vedat Yenerer’e Ergenekon iftirasından verilen 7.5 sene hapis cezası, Yargıtay tarafından bozulmuştu ama, mahkeme hâlâ devam ediyordu. “Savcılar en geç beş yıla kadar yurt dışına kaçar” dediği için verilen 26 ay hapis cezası, Yargıtay tarafından bozulmuştu ama, mahkeme hâlâ devam ediyordu. İşin ekstra hazin tarafı… En başta Zekeriya Öz, kumpas savcıları yurt dışına kaçmıştı ama, Vedat Yenerer hakkında “yurt dışı çıkış yasağı” vardı iyi mi!

Sf: 480
Fikret
Milletvekillerini aklımda boyarım.
Koyu yeşil, yobazın teki.
Açık yeşil, tutucu.
Kızılın teki mi?
Hiç karşılaşmadım.
Tatlı kırmızı bir zamanlar olduydu.
Fikret Otyam yazmıştı bunu.
Gazeteci-ressam deniyor.
Bence şairdi.
Çünkü… Edebiyat ikinci defa okunacak, gazetecilik ise, bir defada anlaşılacak şekilde yazma sanatıdır. Bir defada anlamamıza rağmen, adeta ezberlercesine, tekrar tekrar okurduk onun yazılarını… Edebiyatçı mertebesine ulaşmış ender gazetecilerdendi.
Şiir gibi yazar.
Roman gibi çizerdi.
Fotoğraf kareleri, tablo gibiydi.
Diyeceksiniz ki, kıymeti bilindi mi?
Otyamların kıymeti bilinseydi, memleketi bunlar mı yönetirdi?
Daima emeği savundu ama, darbe döneminde mesela, bizzat Kenan Evren tarafından emeği çalındı! Kendini Picasso zanneden Kenan Evren’in “sigara içen ihtiyar” isimli tablosu, Fikret Otyam’ın çektiği “sigara içen ihtiyar” fotoğrafından araklanmıştı. Bir liralık dava açtı. Kazandı. Kenan Evren utanıp, özür dileyeceğine, “tedavülden kalkmış gümüş bir liram var, onu vereceğim” dedi. Halbuki, kendisinden para mara istenmiyordu, bir liralık tazminat davası elbette sembolikti. Peki neydi?
Mübaşir, her duruşma öncesinde “sanık Kenan Evren, sanık Kenan Evren” diye bağırıyordu, bu keyfin bedeli yoktu!
Dünyanın en güzel keçilerini o resmederek. Oğlakken alıp, 12 senedir evladı gibi büyüttüğü keçisine “Nimetçik” adını vermişti. Nimetçik, kelimenin tam manasıyla nimetiydi. “Nimetçik’in tablolarını yaparak para kazandım, evimi bile onun sayesinde aldım” diyordu. İlham kaynağıydı. Bir sabah baktılar ki… Nimetçik ve yavruları yok.

Sf: 481
Darbe döneminde emeği…
Akp döneminde nimeti çalınmıştı.
Ve, bunca hırsızlığa rağmen…
Bize servet miras bıraktı.
Anadolu’yu tuvallerine ekti.
Kitaplarına harmanladı.
Adam gibi adam değil, adamdı… Köylerimizin kara kaşlı, koca gözlü, güzel yüzlü kadınları maalesef farkında değil ama, hepsi öksüz kaldı.
Baba ocağım Aksaray’da dünyaya gelmişti.
İçimde uktedir…
Hasan dağına karşı çilingir sofrası kurup, cigara tüttürerek, Tayyip Erdoğan’ın Ak Saray’ını konuşmak isterdim onunla!
Sizin içinizde ukte kalmasın…
Gidin sahaflara.
Ha Bu Diyar’ı bulun.
Kitapçılarda bulamazsınız.
Mayınlar Çiçek Açmaz’ı arayın.
Ceylanlar Suya İndi’yi okuyun.
Okursanız…
Türkiye’nin kurucusu CHP’nin, kendisini yeni’liyorum zannederken, bağrından çıktığı topraklardan nasıl uzaklaştığını anlarsınız.
Özüne dönmek tek çareyken, kendine ne kadar yabancılaştığını, bunca yalana, bunca talana, bunca acıya rağmen, Anadolu’nun gönlünü neden kazanamadığım anlarsınız.
Çarığın makus talihine ayakkabı olmak varken, beraber yürünen yollara nasıl bu kadar kolayca takunya olduğumuzu kavrarsınız.
Hatta, bu mübarek memlekette neden terör olduğunu, bazılarının neden terörist olduğunu, kin tohumlarının hangi başıboş tarlalara kimler tarafından, hangi müsait iklimlerde ekildiğini görürsünüz.
Yok eğer kitaplarını bulamazsınız, tablolarındaki güzel yüzlü, kara kaşlı kadınların, koca gözlerine bakın… Her şeyi nasıl anlattıklarına, inanamayacaksınız.

Sf: 482
Fikret Otyam
1926 da Aksaray’da doğdu. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümünü bitirdi. Fotoğraf çekmeye ortaokulda, gazeteciliğe üniversitede başladı, Altın Portakal Kültür Sanat Vakfı’nın kurucu üyelerinden oldu. Pir Sultan Abdal Onur Bölgesi, UNESCO Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Onur Belgesi aldı 2015’te vefat etti, Nevşehir Hacıbektaş’ta “İz Bırakan  Aydınlar Gömütlüğüne defnedildi.

Sf: 485
Sefa Köken
Bu yazıyı kaleme aldığımda, özellikle CHP’li okurlardan mesaj yağmıştı. Hep aynı soruyu sormuşlardı: CHP’nin en güçlü olduğu bölge Ege bölgesi, en başta İzmir Büyükşehir olmak üzere, en fazla belediyeye sahip olduğu bölge Ege Bölgesi, hal böyleyken, CHP neden Sefa’ya sahip çıkmadı, en azından bir CHP’lı belediyede iş verilemez miydi? Vermediler kardeşim CHP Sefa’yı yok saydı Çünkü Sefa, Vatan partisi üyesiydi, 2015 genel seçiminde Vatan partisinden İzmir milletvekili adayı oldu. İşte bu nedenle, CHP Sefa’ya vebalı muamelesi yaptı. Yeni CHP denilen partinin Akp’den hiçbir farkı yoktu. Doğruları söylemen yetmiyordu, yeni CHP’nin sana sahip çıkması için illa yeni CHP’li olman gerekiyordu. Eylül 2016 itibariyle, Sefa hâlâ işsizdi.

Sf: 498
Dolayısıyla… Yüksek Askeri Şura kararları açıklanmış, kuvvet komutanı şu olmuş, donanma komutanı bu olmuş, hikayedir.
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları bilsin diye yazıyorum…
Günümüzün Çaka Bey’i, varlığıyla onur duyduğumuz Atilla Kezek’tir.
Atilla Kezek
Deniz kuvvetleri komutanlığını elinin tersiyle iten Atilla Kezek’in 2014’te Gölcük’teki Sessiz Çığlık eyleminde yaptığı konuşmayı unutamıyorum. “Dünü, bugünü, yarını” özetleyen bu konuşmayı, Adam kitabı vesilesiyle bir kez daha kayda geçiriyorum: “Amirallere suikast adı altında ilk kancayı teğmenlerimize attılar, baktılar ki fazla ses çıkmıyor, Poyrazköy davasıyla binbaşılara yarbaylara bulaştılar, baktılar ki hiç tepki yok, Balyoz’u indirip general amiral kuvvet komutanı demeden herkesi un ufak ettiler, jübile ise, sürece yakışır şekilde genelkurmay başkanının tutuklanmasıyla oldu, peki bu süreçte biz ne yaptık, maalesef kurum olarak arkadaşlarımızı bu kumpaslardan koruyamadık, bugün silah arkadaşları için mücadele etmeyenler, yarın Cumhuriyet’in değerleri ve ilkeleri için nasıl mücadele edecek, bilemiyorum.”

Sf: 494
Nail Erdoğan
1961’de Kayseri’de doğdu, 1984’te hava harp okulundan mezun oldu, 8 Ekim 1996’da Balıkesir’den havalandı, şehit düştü. Doğum yeri olan Kayseri Sarıoğlan’a bağlı Karaözü beldesinde bir liseye adı verildi, bahçesine büstü dikildi. Çocukları Evrim ve Evrimsel, 2016 itibariyle babalarının dosyasını yeniden açtırmıştı, hukuk mücadelesini sürdürüyordu.

Sf: 497
Cevat Eyüp Taşman, 1893’te Bolu’da doğdu, Türkiye Jeoloji Kurumu Başkanı oldu, Türkiye’nin ilk kadın petrol jeoloğu Mehlika Taşman Ribnikar’la evlendi, 1956’da vefat etti, Ankara Cebeci’de toprağa verildi, ilhan Telli, 1939’da İstanbul’da doğdu, Anadolu Pop’un öncülerindendi, 1984’te İzmir Seferihisar’a yerleşti, Altın Mikrofon’dan sonra Dario Moreno Ödülü, Tanju Okan Ses Yarışması ödülü kazandı, ömrünün sonuna kadar sahneye çıktı, 2016’da vefat etti, Seferihisar Ürkmez mezarlığına defnedildi. Yukarıdaki yazıyı 2015’te yazmıştım, İlhan Telli okumuş, telefonla aramış ve üzerinde çalıştığı yeni besteleri bana göndermişti, 77 yaşındayken bile müzikten kopmamıştı, 17 yaşındaki heyecana sahipti.
Sf: 500
Aziz Sancar
1946’da Mardin Savur’da doğdu. İstanbul Üniversitesi tıp fakültesini bitirdi, Dallas Texas Üniversitesi’nde moleküler biyoloji doktorası yaptı, Yale Üniversitesi’nde profesör oldu, 33 kitap yayınladı. Biyokimya profesörü Gwen Boles’la evlendi, ABD’de okuyan Türk öğrencilerine yardımcı olabilmek amacıyla Aziz-Gwen Sancar Vakfı’nı kurdu, öğrenciler için misafirhanesi bulunan Kuzey Carolina Türk Evi’ni açtı. 1977’de TÜBİTAK Bilim ödülü, 2007’de Vehbi Koç ödülü aldı. 2015’te, DNA’nın onarılması üzerine yaptığı çalışmalarıyla Nobel Kimya Ödülü’nü kazandı. “Bu ödülü, bu onuru Atatürk’e borçluyuz” dedi, Genelkurmay Başkanlığı’na teslim etti, Aziz Sancar’ın Nobel ödülü 19 Mayıs 2016’dan itibaren Anıtkabir’de sergileniyor. Kuzey Carolina Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevini sürdürüyor.

Sf: 502
İsmail Hakkı Tonguç ilerlemeyi, sürati, hedefe ulaşmayı simgeledikleri için, geçmişten geleceğe gittikleri için ok lan tercih etmişti… Okların aynı kaynaktan çıkıp, yelpaze gibi açılan uçları. Cumhuriyet in kapsayıcılığını, güneş ışınları gibi yayılma şeklini sembolize ediyordu.
Atatürk gördü.
Tebrik ederim dedi.
Tam isabet dedi.
Böylece, amblem kesinleşti.
Fatih’in fethettiği İstanbul’umuzu 6 Ekim 1923’te Mustafa Kemal’in kurtardığını unutturmaya çalışan zırcahil karşı devrimciler… Bu somut gerçekleri okuyunca morarmış olabilir.
Osmanlı’nın sadece sarayına ve altın varaklı koltuklarına özenen Yeni Osmanlıcılarla, günümüzün Ali Kemalleri inanmakta güçlük çekebilir.
Cehape zihniyeti dedikleri partinin amblemi, 40 wattlık ampul değildir. Osmanlı oklarıdır!
İsmail Hakkı Tonguç
1893’te Bulgaristan Silistre’de doğdu. Kastamonu ve İstanbul muallim mekteplerinde okudu. 1936’da köy enstitülerinin öncülü sayılan eğitmen kursu’nu Eskişehir Mahmudiye’de açtı. İlköğretim genel müdürlüğü yaptı, 21 köy enstitüsünü hayata geçirdi, onun döneminde 1500’ü kadın, 17 binden fazla köy enstitülü öğretmen yetiştirildi. 1960’da vefat etti, Ankara Cebeci’de toprağa verildi.

Sf: 503
Mustafa Fehmi
Ocağına incir ağacı dikilen bir kadının, doğup büyüdüğü yuvasını mecburen terkedip, Girit’ten İzmir’e göçeden Zeynep’in oğluydu, ismi. Mustafa Fehmi’ydi. Dokuz Eylül Üniversitesi eğitim fakültesinin nüvesini oluşturan İzmir Erkek Öğretmen Okulu’na gitmiş, Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden olmuştu. Nasıl bir devrimci ruh taşıdığını göstermesi açısından yazıyorum… Soyadı Kanunu çıkmadan tee altı sene evvel, henüz öğrenciyken, Kubilay soyadını almıştı. İzmir Menemen’de asteğmen olarak vatani görevini yaptı.
23 yaşındaydı. Tam bugün, 23 Aralık’ta… “Şeriat isteriz” diye ayaklanan yobazlar tarafından, göğsünden kurşunlandı, yaralı haldeyken testere ağızlı bağ bıçağıyla kafası kesildi, bir sırığın ucuna takıldı, dolaştırıldı. Müdahale etmeye çalışan bekçilerimiz Haşan ve Şevki de şehit edildi.
Menemen olayı. Şeyh Said’den sonra Cumhuriyet’in karşılaştığı ikinci irtica kalkışmasıydı. Bölgede sıkıyönetim ilan edildi, divan-ı harp kuruldu. 105 sanık yargılandı, 28 sanık idama mahkum edildi, TBMM onadı, Kubilay’ın kafasının kesildiği yerde sehpa kuruldu, asıldılar.
Aradan 13 sene geçti, 1943… İkinci dünya savaşı devam ederken, İran sınırımız, bugünkü Suriye sınırımız gibi folofoş durumdaydı. Giren çıkan belli değildi. Gene böyle bir giriş çıkış sırasında, Van Özalp’te 33 kaçakçı öldürüldü. Çatışmada vuruldukları yolunda rapor tutuldu.
Aradan beş sene daha geçti, 1948… Çiçeği burnundaki Demokrat Parti, ilk yaptığı işlerden biri olarak, bu meseleyi meclise taşıdı. Van Özalp’te çatışma olmadığını, 33 kaçakçının 3’üncü Ordu Komutanı’nın emriyle kurşuna dizildiğini öne sürdü. Soruşturma açtırdı.
Aradan bir sene daha geçti, 1949… Demokrat Parti’nin suçladığı ordu komutanı tutuklandı. Ancak, kısa süre sonra serbest bırakıldı.
Aradan bir sene daha geçti, 1950… Demokrat Parti iktidara geldi. 1947’de emekli olan 69 yaşındaki ordu komutanının dosyasını gene açtırdı. Şırrak… İdama mahkum ettirdi.

Sf: 504
Aradan bir sene daha geçti, 1951… Askeri Yargıtay kararı bozdu. Yeniden yargılama kararı verildi. Ancak, 70 yaşına gelen ordu komutanının ömrü yetmedi, tutukluyken, askeri hastanede vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verildi. Dava düştü.
Karşıdevrimci Demokrat Parti’nin “katliamcı” ilan edip, idama mahkum ettirip, demir parmaklıklar ardında kahrından ölene kadar yakasını bırakmadığı ordu komutanı kimdi biliyor musunuz?
Menemen’de Kubilay’ın kafasını kesenleri idama mahkum eden, divan-ı harp başkanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’ydı. Milli mücadele kahramanıydı. Menemen olayı yüzünden, yobazların en nefret ettiği kişiydi. Şeyh Said’in bastırılması ve Dersim harekatında da görev yaptığı için, Demokrat Parti bünyesinde filizlenen bölücü unsurların da hedefindeydi. Yobaz- bölücü koalisyonu, intikam için fırsat kolluyordu. Neticede başarmışlardı.
Aradan 36 sene daha geçti, 1997… Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın itibarı iade edildi. Naaşı, törenle Devlet Mezarlığı’na taşındı.
Harp Akademileri Komutanlığının bahçesine büstü dikildi.
Aradan yedi sene daha geçti, 2004… Van Özalp’te, hudut tabur komutanlığının bulunduğu kışlaya, Mustafa Muğlalı ismi verildi.
Aradan altı sene daha geçti, 2010… Bir taraftan Ergenekon-Balyoz- Casusluk iftiraları süreci başlatılmış, bir taraftan “açılım süreci” başlatılmıştı. TSK imha edilirken, PKK’yla masaya oturulmuştu. BDP milletvekili Fatma Kurtulan, fırsat bu fırsat, Mustafa Muğlalı Kışlası’nı meclis gündemine taşıdı, isminin derhal değiştirilmesi istendi.
İşte tam bu sırada ne oldu biliyor musunuz?
CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Van’da miting yaptı. Aynen şunları söyledi: “Başbakandan rica ediyorum, hükümetsin, başbakansın, 33 köylünün kurşuna dizildiği yerde, bunun ismini kışlaya verme, bu ismi değiştirin, istirham ediyoruz, buradan çağrı yapıyorum, bakalım Recep bey çağrımıza nasıl cevap verecek.”

Sf: 505
E. Recep beyin canına minnetti… Muhalefet partisi muhalefet etmiyor, tam tersine, istirham ediyor, gollük pas veriyordu. Kışlanın ismi değiştirildi. Orgeneral Mustafa Muğlalı tabelası indirildi. Şehit Astsubay Erkan Durukan Kışlası yapıldı.
Aradan dört sene daha geçti, 2014… Suriye’de emperyalist güçlerin paylaşım kavgası başladı. Kimisi kökten dincileri kullanıyordu, kimisi Kürt milliyetçilerini… Kobani’de IŞÎD tarafından öldürülen YPG’li Mahmut Zengin’in cenazesi, Van Özalp’e getirildi. Cenazeyi taşıyan yüzleri maskeli PKK’lılar, Apo posterleri ve PKK bayraklarıyla, Şehit Astsubay Erkan Durukan Kışlası’nın önünde resmi geçit yaptı.
Cumhuriyet tarihinde bir ilk’ti. Asker-polis seyretti. Bu resmi geçidin neden orada yapıldığım elbette herkes biliyordu… Mustafa Muğlalı tabelasını indirtenler, açılım sayesinde siyasi zaferlerini taçlandırmıştı.
Ve, sene 2015… Devrim şehidi Kubilay’m 85 sene evvel çekilmiş siyah beyaz vesikalık fotoğrafındaki gözlerine iyi bakın lütfen.
IŞİD zihniyetinin taa o zamanlarda bu topraklara ekilen tohumlarına, demokrasiyi yok etmek için demokratik yolları kullanan kravatlı yobazlara, Şeyh Said’in manevi torunlarına, Demokrat Parti çizgisiyle HDP çizgisinin nasıl kesiştiğine, devrimin yuvasına yerleşen guguk kuşlarının sinsi marifetlerine… Acı acı gülümsediğini göreceksiniz.
Kubilay
1906’da Adana Kozan’da doğdu, 23 Aralık 1930’da İzmir Menemen’de katledildi, devrim şehidi oldu. Her sene 23 Aralık’ta Yıldıztepe’deki kabri başında anılır. Ve, bu anma törenlerindeki tablo, aslında her şeyi anlatır… En başta CHP, her partiden katılım olur, karşı devrimci, din tüccarı partilerden “asla” katılım olmaz!

Doktrin: “Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil kafayladır.” – Atatürk