Sf: 5
Kapıyı çaldım.
Uzun, ince, kırılgan bir tip göründü, tepeden tırnağa sanatçı kokuyordu. Yaratmak için doğmuştu, büyük eserler vermek için, kaygısızdı, diş ağrısı, kendinden şüphe, kötü talih gibi şeyler yanına uğramazdı.
Dahi görünenlerdendi. Ben bulaşıkçıya benzediğim için bu tiplere sinir oluyorum biraz.
Sf: 16
Geçmişte de “Eski Salon”a yemeğe gider ama bir türlü yiyemezdim. Mönüye bakıp, garsonlara sürekli “henüz değil” der, habire içki söylerdim. Oraya götürdüğüm kadınların bazılarının adı kötüye çıkmıştı, birlikte içerken sık sık yüksek sesle tartışır, küfürleşir, içkilerimizi masaya devirip tekrar içki söylerdik. Genellikle hanımlara taksi parası verip cehenneme gitmelerini söyledikten sonra tek başıma içmeye devam ederdim. Verdiğim paraları taksiye harcadıklarını hiç sanmıyorum. Musso’nun Yeri’nin en iyi yanı, bu tür tatsızlıklardan sonra tekrar oraya gittiğinizde sizi sıcak bir gülümsemeyle karşılamalarıydı. Tuhaf.
Neyse, bara yaslanmıştım ve Yeni Salon doluydu, çoğunluğu turistler oluşturuyor, boyunlarını sağa sola çevirip ölüm ışınları yayıyorlardı. Yeni bir içki ısmarladım ve biri omzuma vurdu.
“Chinaski nasılsın?”
Dönüp baktım. Hiç kimseyi tanıyamam, asla. Sizinle bir gece önce tanışıp, ertesi gün kim olduğunuzu hatırlamayabilirim. Annemi mezarından çıkarsalar kim olduğunu hatırlayamam.
“İyiyim,” dedim. “Sana bir içki ısmarlayabilir miyim?”
“Yo, teşekkürler. Henüz tanışmadık. Ben, Harold Pheasant.”
Sf: 18
Aynaya baktım. Kendimi beğenirdim ama aynadaki görüntümü sevmedim. Ben öyle görünmezdim.
Sf: 19
Para bulma ve filmi destekleme yeteneğine sahip biriyle buluşacaktık orada. Bu adam, Jean-Paul Sanrah, beş parasızdı ama bunun bir önemi yoktu: parkta bir heykele otuz bir çektirse heykelin organından para boşalır, diyorlardı onun için.
Sf: 22 
“Jean-Paul, Jean-Paul… randevun vardı… Jon Pinchot ve senaristiyle…”
“Tamam… siktir… geliyorum… önce bir otuz bir çekeceğim… hayır, hayır daha sonra… bir beklentim olsun bari…”
Sf: 23
“HEPİMİZİN KIÇ DELİKLERİ VAR, DEĞİL Mİ? BU ODADA KIÇ DELİĞİ OLMAYAN BİRİ VAR MI? VARSA HEMEN KONUŞSUN, HEMEN, DUYUYOR MUSUNUZ?”
Jon Pinchot dirseğini mide boşluğuma gömdü: “Gördün mü? Bir dahi o!”
Jean-Paul aynı tempoda dönüp bağırmayı sürdürüyordu:”HEPİNİZİN ARKASINDA BİR YARIK VAR DEĞİL Mİ? AŞAĞIDA, ORTALARDA BİR YERLERDE DEĞİL Mİ? BOK ÇIKAR ORADAN DEĞİL Mİ? VEYA EN AZINDAN ÇIKACAĞINI ÜMİT EDERİZ! BOKLARIMIZ İÇİMİZDE KALIRSA ÖLÜRÜZ! BİR YAŞAM SÜRECİNDE TOPLAM NE KADAR SIÇTIĞIMIZI BİR DÜŞÜNÜN! TOPRAK ŞİMDİLİK BU BOKLARI EMİYOR! AMA DENİZLER VE NEHİRLER BOKLARIMIZI YUTARKEN KENDİ ÖMÜRLERİNİ KUSMA NOKTASINA GELİYORLAR! İĞRENCİZ İĞRENÇ, İĞRENÇ! HEPİMİZDEN NEFRET EDİYORUM! HER KIÇIMI SİLİŞİMDE BİRAZ DAHA NEFRET EDİYORUM!”
Sf: 24
“En sevdiği hikayelerinden biridir,” dedi Sarah. “Onu seviyorum ama bu hikayeyi kaç kez dinlemek zorunda kaldım tahmin edemezsiniz.”
“Ben de seni seviyorum Sarah,” dedim, “ama bazı anıların tekrar tekrar anlatılması onları olmaları gereken hale dönüştürür yavaş yavaş.”
“Peki bağışla.”
“Bak,” dedi Jon-Luc,”senden yeni filmimin alt yazılarını yazmanı istiyorum. Bir de öykülerinden birinin bir bölümünü kullanmama izin vermeni, masanın altında saksafon çaldırırken telefona cevap verip iş görüşmelerini sürdüren adamla ilgili olanı. Anlaştık mı?”
“Anlaştık,” dedim.
Sf: 26
“Alo?”
“Jon, benim, Hank.”
“Hank, nasılsın?”
“İyiyim. Dinle, o on bin doları alacağım.”
“Ama avans alırsam yaratıcılığım etkilenir demiştin.”
“Fikir değiştirdim. Yaratıcılık falan yok zaten.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Kafamda bir şeyler var ama tek kelime yazamıyorum.”
“Kafandaki nedir?
“Bir ayyaş. Sabahtan akşama kadar bir bar taburesinde oturuyor.”
“İnsanların böyle birine ilgi duyabileceklerini düşünüyor musun?”
“Bak Jon, insanların neye ilgi duyduklarına önem verseydim hiçbir şey yazamazdım.”
“Peki. Çekini getireyim mi?”
Sf: 34
65’imi geçmiştim ve ilk evimi arıyordum. Babamın bir ev sahibi olabilmek için neredeyse hayatını ipotek ettirmiş olduğu geldiği aklıma. Şöyle demişti bana: “Bak, ben yaşarken bir ev alırım, ölünce sana kalır, sonra sen bir ev daha alırsın, ölünce oğluna kalır. İki ev etti. Sonra senin oğlun…”
Bu sürecin yavaşlığı karşısında dehşete düşmüştüm: bir ölüm, bir ev. On nesil, on ev. Sonra bir kişi hepsini bir gecede kumarda kaybedebilir veya bir kibrit çakıp her şeyi yakabilirdi, sonunda caddelerde dal taşak koşarak.
Şimdi kalkmış gereksinmediğim bir ev arıyor ve yazmak istemediğim bir senaryo yazıyorum. Kontrolümü kaybetmeye başlamıştım.
Sf: 35
Tek bildiğim şey yazmaktı, o da ara sıra.
Sf: 44
Sarah başını kaldırıp bana baktı.
“Birileri okuman için şiir mi yolladı?”
“Evet, ayda 3-4 kez oluyor bu.”
“Sen yayıncı değilsin ki. Neden yapıyorlar bunu?”
“Benimle sevgi-nefret ilişkisi içindeler.”
“Şiirleri nasıl?”
“Kendini olduğundan iyi görüyor ama hepimiz yeriz bu boku.”
Sf: 47
Kısa boylu, zayıf, suskun, gülümsemeyen adamlar. Çoğunlukla verandanın basamaklarında, atletleriyle, kamburlarını çıkararak otururlar, arada bir de sigara içerlerdi. Kıpırdamadan saatlerce dururlardı öyle. Bazan külüstür bir araba edinip mahallede ağır ağır dolaşırlardı. Ne sigortaları, ne de ehliyetleri vardı, ruhsatlarının da hep süresi geçmiş olurdu. Arabaların frenleri arızalıydı genellikle. Sürücüler kavşaklarda durmaz, kırmızı ışıklarda geçerlerdi, ama pek kaza olmazdı nedense. Birileri onları korurdu.
Arabalar çok geçmeden çalışmaz duruma gelir ama asla terk edilmezlerdi. Kaldırımlara, kapı önlerine park edilirlerdi. Önce motorlarıyla ilgilenilir, kaputları sökülür, bir süre sonra motorları paslanırdı. Sahipleri de lastiklerini söküp takozlara oturturlardı onları. Direksiyonlar, çalınır korkusuyla çıkarılıp evlere götürülürdü.
Benim orada yaşadığım dönemde takoz üstünde duran arabalar iki sıra oluşturuyordu. Adamlar basamaklarda atletleriyle hareketsiz oturmaktan bıkmamışlardı. Onlara merhaba der, el sallardım. Bir kez olsun karşılık alamadım.
Sf: 5
Öylece oturuyordum.Şarap şişesini yarılamıştım. Daha önce hiç yazma sorunum olmamıştı. Yıllardır en ufak bir tıkanıklık yaşamamıştım. Yazmak her zaman kolay olmuştu benim için. Radyo dinleyip içkimi yudumlarken kelimeler geliverirdi.
Sf: 61
“Ne yapar mesela?” diye sordum.
“Hep aynı şey. Bir süre iyi gider, sonra direktiflere uymamaya başlar. ‘Oraya yürüyüp cümleni söyleyeceksin,’ derim. Dediğimi yapmaz. Başka bir yere yürüyüp başka bir cümle söyler. ‘Neden yapıyorsun bunu?’ diye sorarım. ‘Bilmiyorum, hiçbir fikrim yok,’ der. Bir keresinde pantolonunu indirip kameraya kıçını gösterdi. Donsuzdu.”
“Vay canına,” dedim.
“Veya ‘Ölümün doğal akışını hızlandırmalıyız’ yahut ‘Tüm yaşamlar beni eksiltir’ gibi cümleler söyler.”
“Müthiş biri.”
Sf: 63
Ağır ağır gettoya girdik. Herkesin zenci olduğu doğru değildi. Dış bölgelerde İspanyol kökenliler vardı. Eski bir arabaya yaslanmış 7-8 Meksikalı dikkatimi çekti. Bazıları atletliydi, üstü çıplak.
Fazla bakınmadan, çevreyi kollayarak, yavaş yavaş sürüyordum. Adamlar öylece duruyorlardı. Hazır ve beklenti içinde. Aslında canları sıkılıyordu. İyi tiplere benziyorlardı. Dünyaya metelik vermez bir halleri vardı.
Sf:63/64
Sonra zenci bölgesine geldik. Sokaklar çöpten geçilmiyordu: bir ayakkabının sol teki, portakal renginde bir tişört, eski bir çanta… çürümüş bir greyfurt… bir sol tek ayakkabı daha… bir kot pantolon… bir araba lastiği…
Çöplerden kurtulmak için direksiyon sallayıp duruyordum. On bir yaşlarında iki zenci çocuk bisikletlerinin üstünde bizi izliyorlardı. Saf, mükemmel bir nefret vardı bakışlarında. Hissedebiliyordum. Yoksul zenciler nefret doluydular. Yoksul beyazlar da öyle. Zencilerle beyazlar ancak para sahibi olunca dostluk kuruyorlardı. Kimi beyazlar zencileri seviyordu. Ama beyazları seven zenci yok gibiydi. Ödeşmeye çalışıyorlardı hala. Belki de asla ödeşemeyeceklerdi.
Sf: 65
“Fransa’da kumarhanelerin bir tek sıfırı vardır!Burada, Amerika’da bir sıfır, bir de çift sıfır var! İNSANIN İKİ TAŞAĞINI BİRDEN ALIYORLAR BURADA! NİYE? Gelin, size tavukları göstereyim…”
Sf: 67
Senaryo iyi gidiyordu. Yazmak hiçbir zaman zor olmamıştı benim için. Radyoyu açıp klasik müzik bul, bir sigara veya puro yak, şişeyi aç. Gerisini daktilo hallederdi. Benim sadece orada olmam gerekiyordu. Yazmak, hayatın çok az şey sunduğu zamanlarda yaşamaya devam etmemi sağlıyordu.
Sf: 73
Bir de at yarışları için yeni bir sistem geliştirdim. At yarışları benim için önemliydi çünkü onlar sayesinde yazar olduğumu unutuyordum. Yazmak tuhaf bir şeydi. Hem ihtiyaç, hem de bir tür hastalık, uyuşturucu gibi bir şey, müthiş, bir tutku kısacası, gel gelelim kendimi yazar olarak düşünmek hoşuma gitmiyordu.
Sf: 76
Gecenin sonuna doğru bir hikaye anlatıldı, kim anlattı hatırlamıyorum ama sadece soda takılmasına rağmen Mack fena çarpıldı. Kahkahalar attı, yerlerde süründü.
Sf: 82
“Leo Lurocher ne demiş biliyor musun?”
“Kim o?”
“Eski bir beyzbolcu. ‘Şanslı olmayı, iyi olmaya yeğlerim’ demiş.”
“Galiba biz hem şanslı hem iyiyiz.”
Sf: 84
Victor Norman Amerika’nın belki de en tanınmış romancısıydı.
Yazdıklarını her zaman beğenmezdim, ama olsun, kendi yazdıklarımı da her zaman beğenmem.
Victor biraz buruklaştı.
“Yeni bir roman yazmam için bir milyon dolar verdiler. Bir yıl oluyor. Ama henüz tek sayfa yazmadım ve parayı yedim bile.
Sf: 85
“Benim de siyah bir BMW’m var,” dedi. Victor Norman.
“Sert erkekler siyah BMW kullanırlar,” dedim.
Sarah’la ikimiz yerimize yerleştikten sonra garson şarabımızı getirdi. Beyaz şarap. Olsun para ödemiyorduk.
Sf: 86
Şarabımı tazelesin diye ikide bir de garsonu çağırıyordum. Sonunda dolu bir şişe koydu masaya. 
“Bitince yenisini getiririm.”
“Sağ ol dostum…”
Sf: 87
O anda Harry Friedman içeri girdi. Ayağa kalkıp alkışlayanlar oldu. Sıkılmış görünenler de.
Sf: 91
Büyük avukat öksürdü ve konuşmaya başladı: “Özür dilerim ama… mevcut sözleşme…”
Friedman yerinden sıçrayıp,
“SEN ÇENENİ KAPA, UYANIK GÖT!” diye bağırdı.
“Sizinle temasta olacağım,” dedi büyük avukat.
“TABİİ! TEMASTA OL! UYANIK GÖT! BANA VIZ GELİR!”
Sf: 93
François yerine oturdu.
“Korkunç bütün bunlar,” dedi Sarah.
“Farkındayım,” dedi Jon. “Televizyonumuzu çaldılar ama zaten televizyona gerek duymuyoruz burada.”
Sf: 104
“Kim olduğunu bana söylemende bir sakınca var mı?”
“Tabii ki hayır. Hal Edleman. Friedman biliyor zaten.”
Zutnick gözlerini kırpıştırdı. Edleman para demekti adını duymuştu.
“Senaryoyu okudum bana çok… çiğmiş gibi geldi.”
“Bay Chinaski’nin başka bir şeyini okumuş muydun?”
“Hayır. Ama kızım okumuştu. Lağım Düşleri adlı öykü kitabını.”
“Ve?”
“İğrenç bulmuştu.”
Sf: 106 
Atların koştuğu günlerde hiç kötü haber almıyordum çünkü kimse beni evde bulamıyordu.
Sf: 108 
Hector Blackford’un numarasını buldum. Eskiden olduğu gibi telefon rehberinde kayıtlıydı. Hector’u sinema okulundan çıktığı günden beri tanırdım. Acemilik döneminde benimle ilgili bir belgesel çekmiş ve filmin PBS’de gösterildiği gecenin sabahında 50 kişi kanala telefon edip aboneliğini iptal etmişti.
Sf: 110 
Bu tür işlerin onda dokuzu telefonla hallediliyordu, gerisi imza atmaktan ibaretti.
Oturup şiirler yazıyor ve önemsiz dergilere gönderiyordum. Nedense hiç öykü uğramıyordu daktiloma, bundan hoşnut değildim ama kendimi zorlamayı da sevmezdim. Şiirle oyalanıyordum. Şiir benim kurtuluşum ve ziyafetimdi. Belki bir gün öykü de çıkagelirdi. Öyle olmasını umuyordum. 
Sf: 118 
Sonunda Sarah, “Eve gidip kedileri beslememiz gerek,” dedi.
İçki bekleyebilirdi.
Hollywood bekleyebilirdi.
Kediler bekleyemezdi.
Olur dedim.
Sf: 119
İnsan yaşamının ve çabasının boşa harcandığı başka bir yer de hipodromdu. Millet gişelere koşup paralarını küçük kağıt parçalarıyla değiştiriyordu.
Numaraların hemen hepsi değersizdi. Hipodrom da, devlet de her dolardan %18 kesiyordu. En büyük ahmaklar sinemaya ve hipodroma gidenlerdi. Ben hipodroma giden bir koca ahmaktım. Ama kırk yıllık deneyimin bana bir-iki numara öğretmişti hiç değilse. At yarışları hobimdi, paramı hiçbir zaman deli gibi saçmamışımdır. Vaktiyle yoksulluk çekmişseniz paraya saygı duymayı öğrenirdiniz. Bir daha parasız kalmak istemezdiniz. Azizlere ve ahmaklara özgüydü o. Yaşamımın başarılı yanlarından biri, bütün çılgınlıklarıma rağmen normal olmamdı: o çılgınlıkları ben seçmiştim, onlar beni seçmemişti.
Sf: 120
Kendini nasıl hissettiğini biliyordum. Bir keresinde biri bana telefon etmiş ve karımı düzdün, seni öldüreceğim, demişti. Soyadımla hitap edip, birazdan geleceğini söylemişti. Gelmedi. Trafik kazasında ölmüştü herhalde.
Sf: 121
“Çok üzüldüm François… Ne diyeceğimi bilmiyorum… Orası yaşanılabilir bir durumda mı şimdi?”
“Dumanın içinde oturuyorum, dumanın içinde… Sis gibi, sis… Saçlarım bembeyaz… Yaşlı bir adamım.. Sisin içinde oturuyorum.. Şimdi de küçük bir çocuğum, sisin içindeyim… Annemin sesini duyuyorum.. Yoo, hayır! İnliyor! DÜZÜYORLAR onu! Biri korkunç bir şekilde DÜZÜYOR onu! Fransa’ya dönüp anneme yardım etmeliyim, Fransa’ya yardım etmeliyim!”
“François, bizde kalabilirsin.. veya Jon’un fazla bir odası vardır eminim… Sandığın kadar kötü olamaz.. Her kara bulut geçip gider mutlaka..”
“Ona ölüm derler.”
“Hayatın her günü ölümdür! Fransa’ya döneceğim! Oyunculuğa döneceğim!”
“Tavukların ne olacak François? Tavuklarını seviyordun, hatırla?”
“Siktir et tavukları! Tavuklar zencilerin olsun! Siyah et ile beyaz et birleşsin!”
“İyi fikir.”
Sf: 130
Jon Pinchot duvardan duyulabilecek küfürleşmeler üretmemi istemişti ve birkaç sayfa diyalog yazıp vermiştim. Senaryoyu yazmanın en keyifli yanı o olmuştu.
O ucuz pansiyonlarda aç, parasız ve son bir şişe şarapla otururken yapacak bir şey olmazdı çoğu kez. Çıkan vahşi tartışmaları dinlemekten başka. Dünyadan umudunu kesmiş tek insanın siz olmadığını idrak ederdiniz o zaman, deliliğe doğru giden tek insanın siz olmadığını.
Sf: 133
“Bay Chinaski.” demişti ev sahibem, “burda dindar insanlar yaşıyor, çalışan insanlar, çoluk çocuk sahibi insanlar. Öteki kiracılardan duyduğum şikayetleri hayatımda duymamıştım. Ben de seslerinizi işitiyorum zaman zaman, bağırışlar, küfürler…kırılan eşyalar…edepsiz sözler ve kahkahalar… Dün gece sizin odanızdan gelen sesleri duyunca kulaklarıma inanamadım!”
“Peki, çıkıyorum…”
“Teşekkür ederim.”
Delirmiş olmalıydım. Tıraşsız. Sigara yanığı dolu bir fanila. Tek istediğim dolapta birden fazla şişe olmasıydı. Dünya bana göre değildi, ben dünyaya göre değildim, kendime benzeyen insanlar bulmuştum, çoğu kadındı, başka erkeklerin aynı odada bulunmak bile istemeyeceği kadınlar, ama ben onlara tapıyordum, ilham veriyorlardı bana, havalara girerek, oyunculuğumu sergileyerek, küfrederek, çamaşırlarımla hoplayıp zıplayarak onlara ne müthiş biri olduğumu anlatıyor, ama bir tek kendimi inandırıyordum. “Hadi oradan! Biraz daha içki ver!” diye bağırırlardı. Cehennemden gelme kadınlar, cehennemden gelme kadınlar ve ben.
Sf: 140
Körfez yolunda kuzeye, Hollywood park’a doğru ilerliyordum.
30 yıldan fazla olmuştu at yarışlarını keşfedeli. Los Angeles Belediye Hastahanesi’nde feci bir kanama geçirmiştim. Bir kadeh daha içersen ölürsün demişlerdi.
“Ne yapacağım?” diye sormuştum Jane’e.
“Hangi konuda?”
“İçkinin yerini neyle dolduracağım?”
“Ne bileyim, atlara oynayabilirsin…”
“Atlara mı? Nasıl?”
“Para yatırırsın.”
“Para mı? Çok aptalca”
İlk denememde şansım yaver gitti. Sonra da hipodromdan çıkamaz oldum. İçkiye de başladım tekrar. Önce temkinli bir şekilde, az az… Sonra su gibi, Ve ölmedim. Artık hem içkim hem de atlarım vardı. Çifte çengel. O zamanlar pazar günleri yarış olmuyordu, ben de arabaya atlayıp Agua Caliente’ye gidiyor köpek yarışlarına takılıp Caliente barlarını dolaşıyordum. Hiç soyulmadım, hiç dövülmedim, hiç kötü muameleye maruz kalmadım o Meksika barlarında, ki çoğu kez etraftaki tek gringo bendim. Gece geç saatte o yoldan ev dönmek keyifli oluyordu, Jane’in beni bekleyip beklemediğini umursamıyordum. Ona Meksika’nın kadınlar için tehlikeli bir yer olduğunu söylemiştim. Ben döndüğümde evde olmuyordu genellikle. Çok daha tehlikeli bir yerde oluyordu: Alvarado Caddesi’nde. Buzdolabında bana 3-4 şişe bira bırakmışsa önemsemiyordum. Eğer hepsini bitirmişse işte o zaman başı belaya giriyordu.
Atlar gelince; iyi bir öğrenci olmuştum. İki düzineye yakın sistemim vardı. İşe yarıyorlardı ama aynı oyunda hepsini birden kullanamıyordunuz, çünkü her biri ayrı bir faktör üzerine kuruluydu. Tek ortak yanları halkın nasıl oynadığını saptayıp ters yönde girişimde bulunmayı gerektirmeleriydi.
Sf: 141
Cary Grant’e gelince, pavyonda kocaman bir fotoğrafı asılıydı. Modası geçmiş gözlükleri ve o tebessümüyle. Serinkanlı. Ama ne bahisçiydi. Hep iki dolar yatırır ve kaybettiği zaman bağırarak piste koşardı: “BANA BUNU YAPAMAZSINIZ!” Eğer sadece iki dolar yatıracaksanız evde oturup parayı bir cebinizden öbürüne aktarın daha iyi.
Benim en büyük oyunum 20 dolardır. Açgözlülük büyük kayıplara yol açabilir, düşünce mekanizmanızı etkilediği için. İki şey daha. Son koşusunda en büyük hızı yapmış olan ata ve çok sık depara kalkan ata asla oynamayın.
Günüm genellikle iyi geçerdi orda, ama iki yarış arasında yarım saat beklemek zorunda kalmak feci bir şeydi. Zaman ziyan oldukça hayatınız da ufalanırdı sanki. Koltuğunuzda oturup, kim kazanacak, neden kazanacak, tartışmalarını dinlerdiniz. İnsanı hasta eder. Bazen bir tımarhanede olduğunuzu düşünürdünüz. Aslında öyleydi de. Bütün kerizler bir araya toplanmıştı ve her biri diğerinden daha çok şey bildiğini sanıyordu. Ben de aralarında oturuyordum..
Sf: 142
Neyse, akşam 100 dolardan biraz fazla kazanmış olarak geri döndüm. İş çıkışı trafiğinde. Ne berbat bir görüntü. Sıkıntılı, huysuz ve parasız insanlar. Eve gidip düzüşecekleri, televizyon seyredecekleri ve ertesi gün gene aynı şeyleri yapmak üzere erkenden yatacakları anı iple çeken insanlar.
“Güllere dikkat ettin mi?”
“Evet, nefis görünüyorlar. Kırmızılar, beyazlar ve sarılar. Sarı en sevdiğim renk. Sarıyı yemek gelir içimden.”
Sarah, elinde hortum, çeşmeye doğru yürüdü, suyu kesti, beraber eve girdik. Hayat bazen o kadar da kötü değildi.

Sf: 146

“İyi bir yönetmen,” dedi Rick, “ama neden onu seçtiğini bilmek isterdim.”
“O beni seçti..”
“Sahi mi?”
“Evet… Sana onun neden iyi bir yönetmen olduğunu ve ondan neden hoşlandığımı anlatacak bir hikaye anlatabilirim. Ama aramızda kalacak…”
“Anlat.”
“Aramızda kalacak değil mi?”
“Kesinlikle..”
Ona iyice yaklaşıp Jon’la elektrikli testerenin ve serçe parmağının öyküsünü anlattım.
“Gerçekten oldu mu bu?”
“Evet. Aramızda…”
“Kesinlikle..”
(Biliyordum anlatılan hiçbir şey iki kişinin arasında kalmazdı.)
Sf: 148
Gidip tanışmamız icabetti. Loeb ile Bonelli kibar davrandılar, ama kendilerini bizden üstün görüyorlarmış gibi bir duygu uyandırdılar bende. Olsun, bende kendimi onlardan üstün görüyordum. Bu işler böyledir. 
Sonra yerlerimize çekildik ve dövüş başladı. Çok sertti. Bizimkilerde vahşet sonlara doğru ortaya çıkardı. Taraflardan biri (genelde ben) çaresiz, öbürü hala saldırganken.
O dövüşlerle ilgili bir şey daha. Barmenin hayranları tarafından dışlanıyorsan ve kaybettiysen, çöp tenekeleriyle farelerin arasında terk edilmiş bulurdun kendini. Bir dolu anım var öyle. Bir sabah gözümü alan farlar ve kulak zarımı patlatan kornalarla uyanmıştım. Çöp kamyonuydu.
“KALK ULAN YERDEN EZİLMENE RAMAK KALDI!”
“Tamam, tamam, afedersiniz…”
Programlarını bozmadan çöplerini almaktan başka bir şey düşünmeyen o sağlıklı zencilerin önünde ayağa kalkmak, başın döner, miden bulanır, her yerin sızlar ve o intihar düşüne yaslanırsın.
Bazen de bir zenci kadın pencereden sarkıp bağırırdı:
“HEY, BEYAZ PİSLİK, SİKTİR GİT ARKA KAPIMDAN!”
“Tamam bayan, afedersiniz bayan…”
Ve ilginç bilinç dalgasıyla, olabilecek en kötü şey olurdu, çöplerin arkasında, kımıldayacak güçten yoksun ama kalkmak zorunda olduğunu bilmekten de kötü bir şey: cüzdanım gitmiştir mutlaka, düşüncesi…
Bir oyun oynardın. Elini sürmeden, kıçını yere bastırarak, cüzdanın orda olup olmadığını anlamaya çalışırdın. Ellerini arkada atmak istemezdin ama atardın. Cüzdan asla orda olmazdı. Sonra ayağa kalkmayı başarır ve bütün ceplerine bakardın: cüzdan yok. İnsanlığa olan inancımı böyle yitirdim ben.
Sf: 149
Dövüş sahnesini tekrar çektiler.
İzledim, o eski düşle iç içeyken gücümün eksildiğini itiraf etmeliyim. Onlardan biri olmak, dövüşmek istedim tekrar. Aptalca bir histi belki ama arkamdaki duvarı yumruklamak geldi içimden. Ölmek için doğarız.
Birer içki daha söyledik, Rick kahve istedi gene.
“Hayatımın en güzel gecelerinden biri bu,” dedi.
“Dalga geçme Rick. Geceleri ne yaparsın sen?”
Fincanının içine bakıp güldü. Masum, harikulade bir adamdı.
Sonra Francine yine not defteriyle çıkageldi.
“Jane nasıl öldü?”
“O sıralar başka biriyle beraberdim. İki yıldır ayrıydık ve bir Noel arifesinde ziyaretine gittim. Bir otelde hizmetçilik yapıyordu ve çok popülerdi. Oteldeki herkesten bir şişe şarap alıp odasındaki tahta rafa dizmişti. 18- 19 şişe duruyordu rafta.
‘Bu kadar şarabı içersen, ki içeceksin biliyorum, yakında ölürsün! Kimse farkında değil mi bunun?’ dedim.
Baktı sadece. ‘Bu lanet şişeleri alacağım buradan,’ dedim. ‘Seni öldürmek mi istiyorlar?’ bir şey söylemeden bakmaya devam etti. O gece orada kalıp şişelerin üçünü ben içtim, 15-16 tane kalmıştı. Sabah çıkarken ‘Lütfen hepsini içme…’ dedim.
Bir buçuk hafta sonra tekrar gittim ziyaretine. Kapısı açıktı. Yatağında büyük bir kan lekesi vardı. Ve rafta tek şişe kalmamıştı. L.A Belediye Hastahanesi’nde buldum onu. Alkol komasındaydı. Uzun zaman oturdum yanında, gözlerine bakarak, dudaklarını suyla ıslatarak, saçlarını okşayarak. Hemşireler bizi yalnız bırakmıştı. Bir ara aniden gözlerini açıp ‘Biliyordum geleceğini,’ dedi. 3 saat sonra da öldü.”
“Gerçek bir kurtuluş fırsatı çıkmamış karşısına,” dedi Francine Bowers.
“Kurtulmak istemiyordu ki. İnsanlıktan benim kadar nefret eden bir onu tanıdım hayatta.”
Francine not defterini kapattı..
Sf: 152
Çocuklar yeni filmler ve makinelerle koşuşturup durdular… Sanırım benzin istasyonunda çalışmaktan daha iyi bir işleri olduğunu düşünüyorlardı.
Sf: 153
Sarah’yla bunu düşünmeye başladık. Sanırım o da bunu düşünüyordu. Ben düşündüğümü biliyorum.
Oyuncular bizden farklıydılar. Kendilerine göre nedenleri vardı bir sürü şey için. Saatlerini, hatta yıllarını başka biri olmaya çalışarak geçirmek insana bir şey yapardı mutlaka. Kendin olmaya çalışmak bile yeterince güçken sen olmayan biri olmak için çaba sarf ettiğini düşün. Sonra sen olmayan başka biri olmak için. Ve sonra başka biri olmak için. Önceleri heyecan verebilirdi insana. Ama bir süre sonra, bir düzine kadar değişik insan olduktan sonra, kim olduğunuzu hatırlamakta güçlük çekebilirdiniz. Hele kendi cümlelerinizle konuşmak zorundaysanız.
Sf: 160
Hipodromuma döndüm. Bazen benim burada ne işim var diye düşünürüm. Bazen bilirim. Birincisi, kalabalık bir insan topluluğunu en kötü halinde izleme olanağı buluyordum ki bu bana insanlığın kimlerden müteşekkil olduğunu hatırlatıyordu. Açgözlülüğü, korkuyu, öfkeyi, her şeyi apaçık görüyordum. Her gün, her hipodromda bulunabilecek belli tipler vardır. Ben de başkalarının  gözünde onlardan biriydim ve bundan hoşnut değildim. Görünmez olmayı yeğlerdim. Diğer bahisçilerle fikir alışverişinde bulunmam. Onlarla hiçbir ortak yanım yok bence. Aslında birbirimize karşı oynuyoruz. Hipodrom asla kaybetmez. Hipodrom payını alır, eyalet payını alır ve bu paylar giderek büyür, ki bu da bahisçinin sürekli kazanabilmesi için bir sisteme sahip olmasını gerektirir. Vasat bir bahisçi çift oynar, üçlü oynar, altılı oynar, dokuzlu oynar. Ve elinde hiçbir işe yaramayan kağıt parçalarıyla kalakalır. Çünkü tek geçerli bahis vardır, o da kazanmak için oynanandır. Baskıyı azaltır. Derin hakikatlerin, yazmanın, resim yapmanın sırrı sadeliktir. Hayat sadeliğiyle derindir. Sanırım Hipodrom bendeki bu bilinci canlı tutuyor. 
Ama yarışların bir hastalık yerine konma, kaçış, yüz yüze gelinmesi gereken şeyleri erteleme yönü olduğu da doğru. Hepimizin kaçmaya ihtiyacı var. Saatler uzun, bir şekilde geçirmek gerekiyor onları, ölüm gelinceye dek. Yeterince ihtişam ve heyecan yok ortalıkta. Her şey bir süre sonra eskiyip örgünleşiyor. Sabah uyanınca ayaklarımızı yorganın altından çıkarıp yere koyuyor ve düşünüyoruz, of, Allah kahretsin, şimdi ne olacak? diye.
Yarışlara olan tutkumdan iğrenirim zaman zaman. Gündüz taylara oynayıp akşam yetişkin atların veya arabaların yarışlarında bulurum, hangisi yapılıyorsa. Ve gündüz gördüğüm insanları görürüm orda. Onlar da geceleri takılır. Bir hastalıktır at yarışları.
Sf: 163
Jon Lance’in yanına oturdu, biz de arkaya geçtik. Lance’in utangaç olduğunu ve bu nedenle az konuştuğunu söylüyorlardı. Bense daha çok sikinde olmadığı kanısındaydım. Televizyoncu kadınlardan İtalyan olanı, “O orospu çocuğunun yanında çalıştım bir ara!” demişti. “Onun kadar ucuz birini tanımamışsındır! Hiçbir şeye para vermez. Zarfı bile yoktu. Postadan çıkan mektupların zarflarını kullanırdı. Gelen  mektupları bana verirdi, ben zarfları temizlerdim, o da yeni adresler yazardı üstlerine. Damgalanmamış pulları yırtıp kendi mektuplarına yapıştırırdı. Bir gün oturmuş çalışıyordum, elini eteğimden içeri daldırmasın mı. ‘Bir şey mi arıyorsun?’ diye sordum. ‘Ne demek istiyorsun?’ dedi. ‘Bacağımda ne arıyorsun demek istiyorum. Bir şeyini mi kaybettin, kaybetmediysen çek elini!’ Beni kovdu, tazminat da ödemedi.”
Sf: 164
Dövüş sırasında fazla canım yanmıyordu zaten. Acısı ertesi sabah ortaya çıkıyordu, ama bir şekilde odanıza varmışsanız pek takmıyordunuz.
Sf: 166
O gece ikimiz de görevimizi yerine getiremedik.
Rich bir hafta daha dayandı, sonra kayboldu.
O gittikten sonra Nadine evde anadan doğma gezmeye başladı, çoğunlukla Tully yokken.
“Nedir bu yaptığın? diye sordum sonunda.
“Burası benim evim ve kıçımı serinletmek istiyorsam serinletirim, kimseye hesap vermem.”
“Yok yahu! Canın hindi boynu çekiyor olmasın?”
“Dünyada kalan son erkek sen olsan bile imkansız.”
“Dünyada kalan son erkek ben olsaydım sen şimdi kuyruktaydın.”
“Dua et de Tully’ye söylemeyeyim bunu.”
“Sen de evde dolaşırken kıçını ört öyleyse.”
Sf: 167
Firepower’in halkla ilişkiler departmanı benimle film üstüne söyleşi yapmaları için eve çeşitli dergilerden muhabirler yollayıp duruyordu. Zamanında birkaç katedral camı kırmış olduğumu duyanlar benim oltaya gelecek, aptallık derecesinde sarhoş edilip ağzından aptalca bir laf alınabilecek biri olduğumu sezmişlerdi. Aptal bir gecemde aldılar nitekim. İnsan ve oyuncu olarak takdir ettiğim biri için olumsuz bir şey söyledim. Küçük bir şeydi, o insanın önemsiz bir yönüyle ilgili küçük bir şey. Sonradan karısının bana telefonda dediği gibi: “Doğru olabilir ama söylemen gerekmezdi.” Hem haklıydı, hem değildi. Bize doğrudan bir soru yöneltildiği zaman düşündüğümüzü söylemekte özgür olmalıyız. Gelgelelim üslup meselesi var. Ama bir de fazla üslup meselesi.
Ben yıllardır saldırıya uğruyorum ama bu beni güçlendiriyor. Eleştirmenler her zaman göt oğlanları olmuşlardı benim için. Eğer bu dünya gelecek yüzyıla kadar dayanırsa ben gene var olurum, ama onlar ölmüş, yerlerine yenileri gelmiş olur, yeni götler.
O oyuncuyu incittiğime üzülmüştüm. Belki de oyuncular yazarlardan daha duyarlıydılar. Umarım.
Söyleşilere son verdim böylece.
İlgilenenlere saatimin 1000 dolar olduğunu söylüyordum. İlgileri azalıveriyordu.
Jon Pinchot tekrar aradı Cannes’dan.
“Problemlerimiz var..”
“Ne gibi?”
“Jack Bledsoe basınla görüşmeyi reddediyor, otel odasından çıkmıyor…”
“Bunu anlayabilirim.”
“Dur bir dakika… Nedeni, son filmi hakkında olumsuz şeyler yazanları protesto etmek. Çok az eleştirmen beğendi filmini. Gazeteciler geçen gün saatlerce beklediler ve Jack aşağıya inip, ‘Söyleşi yok, söyleşi yapmıyorum, siz beni anlamıyorsunuz,’ dedi. Bir tanesi elini kaldırıp, ‘Jack, ben son filmin için olumlu şeyler yazdım!’ deyince ‘Öyleyse seninle konuşurum,’ dedi. Sözleştiler. Belli bir saatte, belli bir kafede. Fakat Jack gitmedi.”
Sf: 170
Ve Jon gala gecesini ayarladı, nasıl bilmiyorum. Beyaz Limuzin kaldırıma yanaştığında Sarah giyiniyordu. Mahalledeki veletler limuzini görüp toplandılar. Dışarı çıkıp şoförün park etmesine yardımcı oldum.
“Sen ünlü müsün Hank?” diye sordu çocuklardan biri.
“Ünlü mü? Ya evet…”
“Biz de gelebilir miyiz Hank?”
“Sıkılırsınız.”
“Hiç de sıkılmayız!”
Şoför kontağı kapatıp indi.
El sıkıştık.
“Ben Frank,” dedi.
“Ben de Hank,” dedim.
“Yazarsınız değil mi?”
“Evet. Kitaplarımı okudun mu?”
“Hayır.”
“İyi, ben de seni araba kullanırken görmedim.”
“Hayır, gördünüz efendim. Park yerine girerken gördünüz.”
“Doğru söze ne denir? Dinle, karım daha hazır değil. Birazdan çıkarız ama.”
“Ne yazıyorsunuz efendim?”
“Nasıl yani?”
“Dediğim gibi efendim. Ne yazıyorsunuz?”
Adam kafamı bozmaya başlamıştı. Şoförlere alışkın değilim.
Sf: 173
“Tamam,” dedim, “yağmur başladı.” Bütün arabalar duracaktı şimdi. California şoförleri yağmurda araba kullanmayı bilmezdi. Ya çok hızlı ya çok yavaş giderler. Çoğunluk çok yavaş. 
Sonra yağmur iyice bastırdı. Ekspres yoldaki diğer sürücüler dehşete kapılmışlardı. İnip çıkan sileceklerinin arasından, küçük ve ruhsuz gözleriyle bakmaya çalışıyorlardı. Silecekleri olduğuna şükretmeliydi götoşlar. Bir zamanlar silecekleri olmayan eski bir arabam vardı. Zorda kalınca nasıl araba sürüldüğünü öğrenmek istiyorsanız sileceksiz araba kullanmayı deneyin. Yağmurlu havalarda dilimlenmiş patates taşırdım yanımda. Arabayı durdurup camı patates ile silip, yoluma devam ederdim. Nasıl yapılacağını bilmeniz gerekirdi: çok bastırmadan, hafifçe.
Sf:174
Ama şoförün hakkını yememeliyim. Profesyoneldi. Hangi şeridin yavaşlayıp, hangi şeridin hızlanacağını biliyordu sanki. O limuzini, o kocaman limuzini bir şeritten diğerine kaydırarak trafiğin akışından en iyi şekilde faydalanıyordu. Okurlarımdan olmamasını bağışladım. Yapmaları gereken şeyleri yapabilen profesyonelleri severim. Enderdirler.
“Yetişeceğiz galiba,” dedim.
“Mümkün,” dedi.
“En sevdiğin yazar kim?”
“Shakespeare.”
“Yetişirsek seni bağışlarım.”
“Yetişirsek ben kendimi bağışlarım.”
Bu herifle muhabbet etmek imkansızdı. Her seferinde lafımı ağzıma tıkıyordu.
Başımı çevirdim ve bizi bekleyen 4-5 şemsiyeli adam gördüm. Alışveriş merkezinin üstü açık bir bölümündeydik, yağmur içeri giriyordu. Şemsiyeli adamlar bize doğru koştular, belki ıslanırız diye kaygılanarak.
Güldüm. “Bu çok saçma!”
“Hoşuma gidiyor!” dedi Sarah gülerek.
Birbirimize doğru koştuk. Sonra binanın içinde ilerledik. Flaşlar patlıyordu. Yırtmıştım. Park bankaları mazide kalmıştı.
Sf: 178
Erkekler tuvaletine girdim. Ayakta zor duran bir ayyaş vardı yanımda. Bana baktı.
“Hey, Henry Chinaski değil misin sen?”
“Hayır, ben kardeşiyim, Donny.”
Olduğu yerde sallanarak işemeye devam etti. 
“Chinaski kardeşinden söz etmiyordu hiç yazdıklarında.”
“Benden nefret eder de ondan.”
“Niye?”
“benden 60-70 kere sopa yemiştir çünkü.”
Ayyaş ne diyeceğini bilemedi. İşeyip sallanmaya devam etti. Lavaboya gidip ellerimi yıkadım ve çıktım.
Sf: 179
Girişe, patlayan flaşlara doğru yürüdük. Kimin fotoğraflarını çektiklerini bilmiyorlardı bence. Gelenin bir limuzinden iniyor olması yeterliydi.
Sarah’yla şaraplarımızı alıp durduk öylece. Şarap çok yavandı. Ucuz kırmızı şaraptan daha kötü olan tek içki, ısınmış ucuz beyaz şaraptır.
Sf: 183
“İyi görünüyorsun koçum,” dedim.
“Sen de 25 yıl önceki halinden daha iyi görünüyorsun,” dedi.
“Kaliteli içki,” dedim.
“Sağlıklı beslenme ve vitaminler” dedi Sarah. “Kırmızı et yok, tuz yok, şeker yok.”
“Eğer bu duyulursa kitaplarımın satışı sıfıra iner, John” dedim.
“Senin yazdıkların her zaman satar Hank. Çocuklar bile okuyabilir onları.”
Koca John. Hey gidi hey, az mı kurtarmıştı hayatımı! Postanede çalışırken gidip karnımı doyurmaz, yatıp uyumaz, yapmam gereken şeyleri yapmaz onun evine giderdim. Koca John her zaman oradaydı. Bir kadının himayesinde yaşıyordu. Hep kadınların himayesine yaşardı. “Çalıştığım zaman mutlu olmuyorum Hank,” derdi, “mutlu olmak istiyorum.”
Aramızdaki sehpanın üstünde, ağzına kadar dolu bir çanak dururdu. “Al biraz.”
Ağzıma bir avuç atıp şeker gibi çiğner. “Bu iğrenç şeyler senin beynini yiyip bitirecek.” derdim. “Her insan farklıdır Hank, birini mahveden diğerini etkilemez,” derdi.
harikulade abuk sabuk geceler. Yanımda biramı götürür onun haplarından yutardım. John tanıdığım en kültürlü insanlardan biriydi ama bilgiçlik taslamazdı. Ama tuhaftı. Belki haplardan.
Bazen sabahın 3’ünde veya 4’ünde çöp kutularını ve bahçeleri yağmalama isteği duyardı. Ben de onunla giderdim. “Şunu alacağım.” “Siktir John, kim bilir kimin fırlatıp attığı bir çift çizmenin sol teki o.” “Alacağım.”
Evi çöp doluydu. Her taraf. Kanepeye oturabilmek için üstündeki yığını boşaltmak gerekirdi. Duvarlar baştan aşağı yazılarla, gazetelerden kesilmiş manşetlerle kaplıydı. Yazıların hepsi çizgi dışıydı. Dünyanın son manyağı son manyağının son sözleri gibi. Evinin bodrumunda binlerce kitap vardı, şişmiş, ıslanmış, çürümüş kitaplar. Hepsini okumuş ve sindirmişti. Hayatta kalabilmek için sadece ayakkabı bağına ihtiyacı vardı, onunla satranç oynamamalı, ölümüne kapışmamalıydınız. Müthiş biriydi. O günlerde kendime acıyordum. Onun sayesinde idrak ettim bunu.  Birlikte iyi vakit geçirirdik genellikle. Etrafta hiçbir şey yokken, John Galt’la beslenmiştim. O da yazardı. Sonradan benim şansım oldu, onun olmadı. Çok güçlü şiirler yazabilirdi, ama uzun süre boş boş dolaştıktan sonra. Açıklamıştı bana: “Ünlü olmak istemiyorum.” Çok güzel şiir okurdu, kendisinin olsun, başkasının olsun. Güzel adamdı. Şansım döndükten sonra ondan kime söz etsem hep aynı tepkiyle karşılaştım: “Chinaski o kendini beğenmiş herifte ne bulur anlamam.” Beni ve yazılarımı kabullenenler onu ve yazılarını kabullenemediler, bu nedenle acaba ben ahmaklara mı hitap ediyorum diye düşündüğüm olmuştur. Ama yazmadan duramıyordum. Kuş uçar, yılan kıvrılır, bense daktilo şeridi değiştiririm.
Sonuç olarak John Galt’la tekrar karşılaşmak beni mutlu etmişti.
Sf: 186
Benim hayata bakışımı belirleyen şey ise, insanlardan mümkün olduğunca uzak durmaktı. Ne kadar az insan görürsem kendimi o kadar iyi hissederim. Bu konuda benim gibi düşünen bir kişi daha tanımıştım, Pezevenk Sam. Doğu Hollywood’ta komşuyduk.
“Hank,” demişti bir keresinde “içerdeyken başım sık sık belaya giriyordu. Hücreye tıkılıyordum. Ama seviyordum hücreyi. Bir gün gardiyan gelip kapağı kaldırdı, içeri baktı ve sordu, ‘YETTİ Mİ ÇIKMAK İSTİYOR MUSUN?’ Bokumdan bir parça alıp fırlattım, tam yüzünün ortasına isabet etti. Ve orda kaldım. Gardiyan ikinci gelişinde kapağı yarım kaldırdı. ‘YETTİ Mİ?’ ‘YETMEDİ!’ diye bağırdım. Sonunda herif çıkardı beni. ‘İÇERDE KEYİF ÇATIYOR,’ dedi öbür gardiyanlara. “ÇIKARIN ONU ORADAN!”

Sam harika bir herifti ama kumara dadandı. Kirasını ödemezdi, kumarhanedeydi sürekli, oranın helasında uyuyor, uyanır uyanmaz tekrar başlıyordu. Sonunda evinden atıldı. Kore mahallesinde küçük bir odada buldum onu bir gün. Köşeye çömelmişti.
“Hank, bir tek süt içebiliyorum ama o da geri geliyor. Doktorlar hiçbir şeyim olmadığını söylüyorlar.”
İki hafta sonra öldü. İnsanlarla ilgili felsefemi paylaşan adam.
Sf: 188
O günlerde tuhaf şeylere tanık oldum. Bir gece Sarah aşağıdan seslendi: “Jim Beam’in Dansı’nı eleştiriyorlar!”
Kablo yayınlarından birinde Wexler ile Selby’nin programı başlamıştı. Merdivenlerden inerken Jack Bledsoe’nun Francine Bowers’ın elbiselerini pencereden aşağı attığı sahne ilişti gözüme. Sonra kestiler. 
Selby başını sallayarak bir bilek hareketiyle silip attı filmi: “KORKUNÇ! DEHŞET! Yılın en kötü filmi bu olmalı! Karşımızda bir berduş… düşük pantolonlu! Pis, bakımsız… sinir bozucu! Tek derdi barmeni dövmek! Arada sırada da yırtık kağıt parçalarına şiirler yazıyor! Ama bu sümük torbasını çoğunlukla… bir şarap şişesine yumulmuş vaziyette veya barda içki dilenirken görüyoruz! Bir sahnede iki kadın onun için ölümüne kavgaya tutuşuyorlar. Mümkün değil! KİMSE, HİÇ KİMSE sevemez bu herifi! İmkan var mı? Filmleri birle on arasında bir sayıya değerlendiriyoruz. Buna eksi bir vermenin bir yolu var mı?”
Gerçekten de ekranda “eksi bir” belirdi!
Sonra Wexler başladı. “Eleştirilerine katılıyorum ama ben iki vereceğim. Bir sahnesini çok komik buldum, hani köpekle beraber banyo yapıyor ya…”
“Oh, hayır,” dedi Selby, “çok aptalcaydı…”
Sf: 189
Ve fragmanlar bitti, Jim Baem’in Dansı başladı. Jenerik. Ardından film. Videoda 3-4 kere seyretmiş neredeyse ezberlemiştim. O benim hikayemdi. Başka kim hayatını milletin kafasına kakabilirdi böyle? Aslında ben-merkezci olmaktan kaçmıştım. Bazı ayyaşların ne kadar çaresiz ve tuhaf yaşantıları olduğunu anlatmak istemiştim, gel gelelim en iyi tanıdığım ayyaş kendimdim.
Sf: 190
Film devam etti. Bir ara yakası açılmadık bir küfür geçti ve önümüzdeki kız geriye çekilip, “Off,” dedi.
“Yok bir şey Darlene,” dedi erkek arkadaşı.
Darlene toparlandı, sonra bardaki kadının şehirde benim gibi çük emen yok diye övündüğü bölüm geldi. “Kimse benim gibi lapa yutamaz!” diyordu kadın.
Darlene yüzünü elleriyle örtüp, “İnanamıyorum..” dedi.
“Yok bir şey tatlım,” dedi uzun boylu genç.
Film boyunca Darlene sık sık yüzüne örttü ama ne o ne de erkek arkadaşı terk etti salonu.

Doktrin: “Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir, neden kiraz vermiyor diye incir ağacını hiç azarladığın oldu mu? Öyleyse sus!” – Nikos Kazancakis