Sf: 1
Arthur Schopenhauer
(22 Şubat 1788-21 Eylül 1860)
Alman bir filozof, yazar ve eğitmendir. Aynı zamanda Immanuel Kant’ın en çok değer verdiği öğrencisiydi. Ayrıca Schopenhauer, Nietzsche’nin ilk akıl hocasıdır.
Sf: 2
Genç yaşta kendisinden 11 yaş büyük Karoline ile yaşadığı erotik kargaşa Arthur’u ruhsal anlamda şiddetli bunalımlara soktu.
1809’da Göttingen Üniversitesi’nde tıp öğrenimine başladı fakat hemen sonra lehine olacak bir karar ile felsefeye geçti. 18 Ekim 1813’te Jena Üniversitesi’nden felsefe doktorasını “Yeterli nedensellik cümlesinin dört kat kökü üzerine” adlı çalışmasıyla aldı ve ilk okuyucularından biri de Johann Wolfgang von Goethe’dir.
Sf: 5 
Ve 21 Eylül 1860 tarihinde Frankfurt’da, o 16 numaralı güzel görünümlü apartman dairesinde koltuğunda dışarıya bakarken öldü. 26 Eylül günü de Frankfurt şehir mezarlığında toprağa verildi.
Sf: 8
Hayatın Anlamı
“Hayat, hayat ismiyle anılır, ama gerçekte ölümdür o.” Heraklitos
“İnsan için hiç doğmamış olmak, güneşin kavurucu ışığını hiç görmemiş olmak en iyisi olurdu, ama eğer doğmuşsa olabildiğince çabuk Hades’in kapılarına koşturmalı ve orada yerin altında huzur bulmalıdır.” Theognis.

Sf: 10
Dolayısıyla mutluluk her zaman gelecekte, değilse geçmiştedir ve içinde bulunulan an, rüzgârın güneşli bir vadinin üzerinde sürüklediği küçük kara bir buluta benzetilebilir; bulutun önünde ve arkasında her şey pırıl pırıldır, sadece kendisi her zaman bir gölge düşürür. Bundan dolayı içinde bulunulan an her zaman yetersizdir, ama gelecek belirsiz ve geçmiş geri döndürülemezdir. Saat başı, her gün, haftada, yılda bir meydana gelen küçük büyük talihsizlikleri, bütün hesaplamaları boşa çıkaran aldatıcı umutları ve kazaları ile hayat bizi tiksindirmesi gereken bir şeyin öylesine çık bir şekilde damgasını taşır ki insanın nasıl olup da bunun farkına varamadığını, hayatın şükranla tadının çıkarılması gerektiğine ve insanın mutlu olmak için var olduğuna ikna olabildiğini anlamak güçtür.
 Sf: 12
Kişinin arzularının peşinden koşup durduğu şeyler sürekli olarak onu aldatır, yanlış yola yöneltir ve o sürçüp sendeler, sonunda düşer; neticede bunlar neşe ve coşkudan ziyade sefalet ve ıstırap getirirler.
Sf: 14
Hayat: Istırap ve Sefaleti
Nasıl ki bütün bedenimizin sağlığını değil, fakat sadece ayakkabının vurduğu küçük noktayı hissedersek, tıpkı bunun gibi mükemmelen yolunda giden bütün işlerimizi değil, fakat sadece bizi üzüp rahatsız eden önemsiz, anlamsız, küçük bir işi düşünürüz.
Sahip olduğumuz sürece hayatın en büyük üç saadetini, yani sağlık, gençlik ve özgürlüğü fark etmeyiz, ne zaman ki kaybederiz ancak o zaman ayırdına varırız onların, çünkü onlar da yokluk halidir. Hayatımızın belli günlerinin mutlu olduğu dikkatimizi ancak bunların yerini mutsuz günler aldığında çeker. Zevkler ve hazlar arttıkça bunlara karşı duyarlılığımız azalır; alıştığımız şeyleri artık bir zevk olarak hissetmeyiz. Fakat acıya duyarlılığımız tam da bu şekilde artar; çünkü alıştığımız şeyin kökünün kesilmesini acı biçimde hissederiz.
Sf: 15
Saatler ne kadar hoşça geçirilirse o kadar çabuk tükenir, ne kadar acıyla geçirilirse o ölçüde uzadıkça uzar. Eğlendiğimizde değil, sıkıldığımızda zamanın farkına varırız. Her iki durum da hayatımızın en mutlu anının onun varlığımızın en az farkına vardığım an olduğunu kanıtlar; demek ki ona hiç sahip olmasaydık daha da iyi olacaktı. Bu yüzdendir ki bütün şairler kahramanlarını, buradan tekrar kurtarabilmek için tasa, kaygı ve ıstırap  dolu durumlara sokmak zorundadırlar. Dolayısıyla dramlar ve destanlar genellikle sadece savaşı, ıstırabı, eziyet gören erkek ve kadınları anlatırlar ve hayal gücü mahsulü olan her eser işkenceler içerisindeki insan yüreğinin kasılmalarını ve çırpınmalarını seyrettiğimiz bir gösteri kutusudur.
Herhangi bir sefalet ya da mutsuzluk durumunda en etkin teselli bizden daha da talihsiz durumda olan hemcinslerimize bakmaktadır ve bunu herkes yapabilir. Fakat o zaman bütün insanlık için sonuç nedir?
Sf: 16
Herkes her zaman belli bir tasa, kaygı, endişe, ıstırap ya da sıkıntı terkibine ihtiyaç duyar, nasıl bir gemi sağa sola yalpalamadan dosdoğru yol alabilmek için bir denge ağırlığına ihtiyaç duyarsa.
Sf: 17
Varsayılan insan soyu kaldırılıp her şeyin kendiliğinden gelişip olgunlaştığı, sütlerin balların yerden kaynadığı, yiyeceklerin dallarından koparılmayı beklediği; herkesin gönlünden geçirdiğini hiç vakit kaybetmeksizin önünde bulduğu ve elde etmekte hiç güçlükle karşılaşmadığı Utopia ülkesine götürüldü; o zaman ne yaparlardı bu insanlar? Ya can sıkıntısından ölürlerdi ya da kendilerini asarlardı ya da olmadı birbirine düşer, kavga dövüş birbirlerini boğup öldürürlerdi, böylece kendilerini şimdi tabiatın onlara yazdığından daha büyük bir acı ve ıstıraba uğratırlardı. Dolayısıyla böyle bir insan soyu için başka bir tablo, başka bir hayat uygun değildir.
Sf: 18
Bütün bu duygu ve heyecanların temel sebebi gelecek olan şeyler hakkındaki düşüncesidir.
Tam tersine hayvanların durumunda şimdiki anın acısı, bu acı sayısız kereler tekrar edecek veya daha önce etmiş olsa bile, her defasında ilk defa ki gibi, şimdiki anın acısı olarak kalır, onun bu duyguları toplayıp biriktirecek gücü yoktur. Hayvanların gıpta edilecek sükunetinin (tasasızlığının)  ve durgunluğunun sebebi budur. 
Sf: 19
Sözünü ettiğim şan ve şöhret duygusu ve tutkusudur, daha açık bir söyleyişle, başka insanların kendisi hakkında besledikleri kanaatle ilgili düşündüğü şeydir.
Halbuki can sıkıntısı insanda en büyük belalardan biridir.
Sf: 20
Kendilerini götürüp azap içerisinde kıvrandıran can sıkıntısınız kollarına teslim ettiklerinden bizzat bu servetleri onlar için bir cezaya dönüşmüştür. Çünkü ondan kurtulmak için her yöne saldırırlar, yerlerinde duramazlar, şuraya buraya, her yere seyahat ederler. Bir yere ulaşır ulaşmaz hemen oranın kendilerine sunacağı oyun ve eğlenceleri arayıp sormanın telaşına düşeler, nasıl ki yoksul bir adamın akşam öğününü nerede bulacağının tasası içerisinde koşturup durduğu gibi.
Sf: 21
Hayvanlar var oluştan bizden daha fazla tatmin olurlar; bitkiler bütünüyle tatmin olur, insan ise bönlük yahut bunluk derecesine göre. Dolayısıyla hayvanların hayatı insanın hayatına göre daha az acı ve ıstırap, ama aynı zamanda daha az zevk ihtiva eder. Bunun en başta gelen sebebi onların bir taraftan bütün gaileleriyle birlikte tasa ve kaygıdan azade, ama diğer taraftan gerçek umuttan da yoksun olmalarıdır. 
Sf: 22
Bir tatmini, bir arzunun doyuma ulaşmasını umut edip beklemek suretiyle bir insanın peşinen yaşadığı haz ondan elde edilecek gerçek haz ve mutluluğu alıp götürür.
Sf: 24
Bilgi arttığı ölçüde ıstırap da artar.
Sf: 32
Hapishanenin kötülüklerinden birisi bizim orada karşılaştığımız toplumdur. Eğer o soylu bir yaradılışa sahipse, seçkin bir kimseyse bu dünyada kendisini zaman zaman suçluların hapishanesine kapatılmış, hissedebilir.
Sf: 34
Her insan budalalığını, zafiyetini ve kusurunu şunu aklımızdan çıkarmayarak hoşgörüyle değerlendirmeliyiz çünkü bunlar bizim de mensup olduğumuz insanlığın zaaflarıdır. Dolayısıyla biz kendimizde insanlığın bütün kusurlarını ve zaaflarını taşıyoruz ve bundan ötürü eğer şimdi kızıp öfkeleniyorsak bunun tek sebebi bu belirli anda bunların bizde görünmemesidir. Dolayısıyla şimdi onlar su yüzünde değildir, içimizde derinlerde uyuklamaktadırlar, ama ilk fırsatta başlarını kaldırıp kendilerini göstereceklerdir.
Sf: 53
Hayatın Boşluğu Öğretisi Üzerine 
Eğer varlığımızın en derin katmanlarında sonsuzluğun kaynağından pay aldığımızın ve onunla her zaman hayatı yenileyebileceğimizin gizlice farkında olmamış olsaydık, bu kısa zaman aralığının parmaklarımızın arasından kayıp gitmesini görmek belki de bizi çılgına çevirirdi.
Sf: 54
Tıpkı bir tepeden aşağıya koşan adam gibi, eğer durmaya çalışırsa kaçınılmaz olarak düşecektir ve ancak sürekli koşması halinde ayaklarının üzerinde durabilecektir. 
Devingenlik varoluşunun temel ayırt edici özelliğidir.

Sf: 56
Daha iyi şeylerin beklentisiyle yaşıyorsak çoğu kez geçmişte kalan şeyler için pişmanlık ve özlem de duyarız. Çoğu insan hayatının sonuna gelip de geriye dönüp baktığında tadını çıkarmaksızın bakıp geçtiği bir şeyin hayatın ta kendisi olduğunu görüp şaşıracaktır.
Sf: 60
Geçmişte mutluluk vaat eden fırsatları değerlendirememekten üzülüp pişman olmak budalalıktır! Onlardan geriye elimizde ne kalacaktı? Bir hatıranın gölgesi.
Sf: 65
İntihar Üzerine
Hata ile suç arasında büyük bir fark vardır.
Sf: 66
Büyük bir bedensel acıya uğramışsak ya da bu acı uzun zaman bizden ayrılmayacaksa, diğer bütün sıkıntılara karşı kayıtsızlaşırız; en çok arzu ettiğimiz şey sıhhate kavuşmaktır.
Sf: 68
Rahme düşmesi bir suç, doğumu bir ceza, hayatı bir meşakkat ve ölümü bir gereklilik iken insan nasıl vakur bir varlık olacaktır?
Sf: 70
Akıldan yoksun bir adam çok muhtemeldir ki hainliğini, alçaklığını ve kötülüğünü göstere- çektir; halbuki kurnaz bir adam bu niteliklerinin nasıl gizleneceğini bilir.
Bir insanla diğeri arasındaki farklılık hesaplanamayacak kadar büyüktür ve birçok insan, başkasını kendisini gördüğü (gerçekte olduğu) gibi görmekten dehşete kapılacaktır.
Sf: 98
Üniversiteler ve Felsefe
Platon, Devlet, VII. Kitap
“Dönen değirmen taşlarının takırtısını işitiyoruz, ama öğütülen unu görmüyoruz.”
Sf: 100
“Bize gelince, beyler, başkalarının düşündüklerini uzun uzadıya ve ayrıntılı olarak eleştirmeye alışkınız, ama kendimiz hiç düşünmeyiz.” Voltaire
Sf: 115 
Meyveler yetiştikleri toprağın tadını alırlar.
Sf: 147
Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine
Beyin bir tür asalağa benzetilebilir, insan bedeninin doğrudan iç ekonomisine katkıda bulunmaz, ama onun bir parçası olarak bütün gıdasını ve besinini ondan alır; bedenin en tepesinde güvenli bir şekilde konuk edilir ve burada kendi kendine yeterli ve bağımsız bir hayat sürer.
Sf: 149
Bir dahi, öyle bir insandır ki insanlık ne öğrendiyse çoğunu ondan öğrenmiştir.
Sf: 150
Hangi durumda olursa olsun insanların onun aklından elde edebileceği bir düşünceden fazlası değildir, bu da ancak onun düşüncelerini insanların kendi akıllarıyla düşünmeleri sayesinde mümkün olur. Bunun için her iki tarafın da çabası gereklidir.
Sf: 151
Bilginlere kelimenin gerçek anlamında dâhi denemez, nasıl ki elektrik ileticilerine elektrik üreten cisimler denilemez ise, çünkü bunlar hayatlarını öğrendiklerini başkalarına öğreterek geçirirler, bunun dışında başka bir meziyetleri yoktur. Tam tersine dehanın bilgin diyebileceğimiz kimseler karşısındaki durumu gibidir. Bir bilgin pek çok şey öğrenmiş bir kimsedir; bir dahi insanların kendisinden çok şeyler öğrendiği kimsedir, ama bunları hiç kimseden öğrenmemiştir. Bu yüzden belki yüz milyonda bir tesadüf edebileceğimiz kimselerdir.
Sf: 155
O halde eğer dâhileri çoğu kez çekingen ve kimi zaman sert ve haşin bulursak buna şaşırmalıyız. Bunun için ayıplanacak olan onların cana yakınlıktan nasipsizlikleri veya yabanlıkları değildir; tam tersine bu dünyada onların takip ettikleri yol pırıl pırıl bir yaz sabahı enfes tabiatı bütün tazeliği ve ihtişamı içinde seyretmek için yürüyüşe çıkan birinin yoluna benzer.
Sf: 156
Nasıl ki insanların çoğu, fazlasına değil ancak ihtiyaçlarını karşılayacak  kadar paraya sahipse akıl için de aynı şey söz konusudur; insanların çoğu iradenin hizmetini karşılayacak kadar, yani hangi işle uğraşıyorlarsa onun icaplarını terine getirecek kadar akla sahiptirler. İşin gerekleri yerine getirilip (de karınları doyduğunda) ağızlarını açıp esnemeye başlarlar ya da kendilerini maddi-bedeni zevklerin kucağına, olmadı kağıt veya zar oyunları gibi çocukça eğlencelerin avuntusuna bırakıverirler yahut incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler üzerine çene çalmaya veya giyinip kuşanıp birbirlerine durduk yere saygı göstermeye ve iltifatlarda bulunmaya can atacaklardır.
Sf: 159
Ne var ki insan yeteneğinin her zaman bir sınırı vardır ve belirgin biçimde zayıf bir yanı olmaksızın hiç kimsenin büyük bir dehaya sahip olduğu görülmüş değildir, bu zihinsel bir zayıflık olabileceği gibi, kimi zaman, hatta vasat kabiliyetlere sahip olanların bile daha aşağısında kalan bir nitelik, bir meleke olabilir.
Sf: 161
Bir filozofun düşüncelerini incelemek yerine hayat hikayesini okuyarak omu anlamaya çalışanlar, bir resmin kendisini göz ardı edip çerçevesinin biçim ve üslubuna dikkat kesilenlere, ahşabın iyi oyulup oyulmadığını, yaldızın kaça mal olduğunu tartışanlara benzerler.
Sf: 166
Seçkinlik ve Sıradanlığın Doğası
Sıradan bir insan üçte iki irade üçte bir akıldan ibaretse deha bunun tersine üçte iki akıl üçte bir iradeden müteşekkildir.
Sf: 182
Güzelin nadiren yararlı olanla birleştiğini görürüz. Uzun ve narin ağaçlar meyve vermez, meyve ağaçları ufak tefek, bodur ve çirkindir. Katlı bahçe gülü meyve vermez, fakat küçük vahşi, neredeyse kokusuz güldür onun bağrından çıkarıp sunduğu. En güzel binalar, kullanışlı, işe yarar binalar değildir; bir tapınak barınacak bir mesken değildir. Çoğu sıradan kimselerin yatkın olduğu yararlılıktan başka vasfı bulunmayan işlerde kullanılmaya zorlanan yüksek, nadir zihinsel melekelere sahip bir kimse bir mutfak kabı olarak kullanılan üzeri en güzel resimlerle bezeli değerli bir vazo gibidir ve yararlı adamları dâhilerle karşılaştırmak tuğlaları elmaslarla karşılaştırmak gibidir.
Sf: 184
Yüksek yeteneklere sahip kimselerin önemsiz şeylerle kimi zaman çok değişik türden heyecanlara kapılmalarıdır. Başkaları için böyle heyecanlar anlaşılmazdır, çünkü onlar böylelerini, sıradan insanların kılını bile kıpırdatmayacak şeylerle kedere, neşeye, kaygıya,
korkuya, öfkeye vs. kapılmış kimseler olarak görürler. Bu yüzden deha soğukkanlılıktan ve ağırbaşlılıktan yoksundur, bu etrafımızdaki şeylere baktığımızda, özellikle mümkün hedeflerimiz bakımından, gerçekte bu şeylere ait olanlardan fazlasını görmemize dayanır; bu yüzdendir ki soğukkanlı veya ağırbaşlı bir adam bir dâhi olamaz . Az önce sözü edilen sakıncalara olağanüstü derecede genişlemiş sinir sistemi ve beyin yapısının gerekli kaldığı aşırı duyarlılık da eklenmelidir; esasen bunun istemenin şiddetli ve tutkulu haliyle birleştiğini görürüz ki bu da aynı şekilde dehanın bir koşuludur ve kendisini fiziksel olarak nabız atışının enerjikliğiyle dışa vurur. Bütün bunlardan kolaylıkla mizaç ölçüsüzlüğü, duygu ve heyecanların ateşliliği, baskın melankolinin etkisi altıda ruh halinin çabuk değişkenliği ortaya çıkar ki Goethe bunu bize Tasso’da sunmuştur.
Sf: 185
Bütün bunların beraberinde getirdiği bir sonuç da dehanın esas itibariyle bu dünyada yalnız yaşamasıdır. O bu dünyada kendisine benzeyen birisine rast gelemeyecek kadar nadir bulunur ve geri kalanlardan onları dost edinemeyecek kadar farklı olan birisidir. Onların arasında hakim olan istemedir, onun içinse bilme; bu yüzden onların neşeleri ve zevkleri ona uymaz, onunki de onlara. Onlar sadece ölümlü varlıklardır ve sadece kişisel ilişkiler içerisindedirler; halbuki o aynı zamanda saf akıldır ki, bu hüviyetiyle insanlığın tümüne aittir.
Adımların eşitsizliğinden dolayı serbest akıl başkalarıyla fikir alışverişinde bulunmaya, yani sohbet etmeye elverişli değildir; onlar ondan ve onun ezici üstünlüğünden ne kadar az zevk duyuyorlarsa o da onlardan o kadar az haz edecektir. Bu yüzden onlar emsalleriyle kendilerini daha rahat hissederler, o da kendi dengiyle sohbet etmeyi tercih eder, her ne kadar genellikle bu muhtemelen onların arkasında bıraktıkları eserler aracılığıyla olsa da.
Sf: 199
Seçkinlik ve Sıradanlığın İnsan Çevresindeki Belirtileri
Tersine her insanın çehresi bir hiyerogliftir ki hiç kuşku yok sırrı çözülüp okunmaya elverişlidir hatta onun bütün harflerini hazır halde beraberimizde taşırız. Aslında bir insanın çehresi kural olarak dilinden daha ilginç şeyler ele verir, çünkü bütün düşüncelerinin ve özlemlerinin kaydı yahut sicili olması nedeniyle onun yüzü, söyleyip söyleyebileceği her şeyin özetidir. Ayrıca dil bir insanın sadece düşüncelerini ele verir, oysa çehre tabiatın düşüncesini dışa vurur. Dolayısıyla herkesi dikkatli bir şekilde gözlemlemek zahmete değer bir uğraştır; herkesle konuşmak böyle bir zahmete değmese bile. Her insan teki tabiatın müstesna bir düşüncesi olarak gözlemlenmeye değerdir; bu güzellik için daha da fazla böyledir, çünkü güzellik tabiatın daha yüksek ve daha genel bir tasavvurudur: Güzellik onun bir tür hakkındaki düşüncesidir. Güzellik tarafından bu sebepten ötürü böylesine tutsak alınırız.
Kendi özel hayatlarında insanlar her zaman bir insanın göründüğü gibi olduğu ilkesini düstur edinirler; fakat bu ilkeyi uygulamada güçlükle karşılaşılır. Uygulama kabiliyeti kısmen doğuştan kısmen tecrübe ile kazanılır; fakat hiç kimse onu tam olarak anlayamaz, çünkü bu hususta en tecrübeli olanlar bile yanılabilirler. Ama yine de yanıltan çehre değildir, fakat olmayan şeyi okurken yanılan bizlerizdir. Çehrenin sırrının çözülmesi (hiyeroglifin okunması) kesin büyük ve güç bir sanattır. İlkeleri asla in abstracto öğrenilemez. İlk şartı insana tamamen nesnel bir açıdan bakılması gereğidir, ki uygulanması hiçbir şekilde kolay bir şey değildir. Söz gelimi tiksinti veya hoşlanma yahut korku veya umudun en küçük bir emaresi belirir belirmez ya da gözlem konusu üzerinde bıraktığımız izlenime dair bir düşünce kırıntısı olarak ortaya çıkar çıkmaz sözün kısası öznel niteliğe sahip herhangi bir şey oluşur oluşmaz, sırrını (yahut şifresini) çözmeye çalıştığımız harfler karışır ve değişir.
Sf: 201
Dolayısıyla insanların çoğunun görünümü öyledir ki ilk gördüğümüzde bizi sarsıp irkiltir ve böyle çehrelere ancak zaman içerisinde yavaş yavaş alışırız bir başka ifadeyle bu izlenime artık ondan etkilenmeyecek kadar kayıtsız hale geliriz.
Sf:202
Diğer taraftan ilk görüşte ortaya çıkan sarsıntı hakkında az önce söylenmiş olanlar yukarıdaki açıklama, yani bir çehrenin tam ve doğru izlenimini, ancak ilk görüşte bıraktığı ilkesiyle örtüşür. Dolayısıyla tamamen doğru ve nesnel bir izlenim elde etmek için söz konusu kimse ile hangi türden olursa osun hiçbir ilişki ya da münasebet içerisinde olmamalıyız, hatta eğer mümkünse onunla konuşmamalıyız bile. Çünkü sohbet insanı bir ölçüde dostane bir eğilime sürükler ve bizi belli bir uyuma, karşılıklı, öznel bir ilişkiye sokar ki nesnel bir görüş elde etmemizi derhal engeller. Ayrıca herkes ya saygı ya da dostluk elde etmeye çalıştığı için gözlenmekte olan bir insan, gerçek niyetini gizlemek için derhal her türlü yola ve sanata başvuracaktır ve takındığı tavırlar, ikiyüzlülükler ve dalkavukluklarla kafamızı karıştıracaktır; o kadar ki kısa zamansa ilk izlenim bize açıkça göstermiş olduğu şeyi artık göremez hale geliriz.
Sf: 203
Daha ileri bir tanışıklığın görünürdeki üstünlüğünün bir diğer sebebi, ilk görünümü bizi iten insanın, onunla sohbete başlar başlamaz bize artık gerçek varlığını ve kişiliğini değil, fakat eğitimini bir başka söyleyişle, gerçekte tabiaten ne olduğunu değil, fakat insanlığın ortak servetinden kendisine mi ettiğini göstermesidir. Söylediklerinin dörtte üçü kendisine ait değildir, dışarıdan kazanılmıştır; o kadar ki çoğu zaman böylesine insanca konuşan bir minotaurusu dinlerken şaşırmaktan kendimizi alamayız. “Daha da ileri bir tanışıklıkta çehresinin vaat ettiği “vahşilik” kendisini “bütün ihtişamıyla” gözler önüne serecektir.” Dolayısıyla kendisine keskin bir fizyonomi duygusu bahşedilmiş insan daha ileri bir tanışıklıktan önce gelen ve dolayısıyla daha gerçek ve katışıksız olan bu sese ve onun söylediklerine titizlikle dikkat etmelidir. Çünkü bir insanın çehresi onun ne olduğunu tam olarak dışa vurur ve bu eğer bizi yanıltırsa hatayı başka bir şeyde değil kendimizde aramalıyız.

Sf: 204
Sokrates kabiliyetlerini sınaması için kendisine takdim edilen gence “Konuş ki seni görebileyim” dediği zaman, ancak konuşurken bir insanın çehresinin ve özellikle gözlerinin canlandığı ve zihinsel melekelerinin ve kabiliyetlerinin iz ya da işaretlerini çehresinde bıraktığı doğru olduğu kadarıyla haklıydı: O zaman onun zekasının derecesini ve kapasitesini şimdilik kestirecek bir konumdayızdır, ki bu durumda Sokrates’in hedefi kesinlikle buydu. Fakat diğer taraftan, öncelikle bu kuralın bir insanın daha derinde yatan ahlaki nitelikleri için geçerli olmadığına işaret etmek gerekir; ikinci olarak bir insanın konuşurken çehresinin daha açık gelişimiyle nesnel  bir görüş açısından elde edilen şey öznel bir perspektiften gerisin geri kaybedilir, çünkü bizimle derhal girdiği kişisel ilişki, meydana getirdiği yüzeysel bir büyülenmeyle tarafsız-ön yargısız-gözlemcileri bizlerden uzaklaştırır. Dolayısıyla bu son bakış açısından şöyle demek daha doğru olabilir: “Konuşma ki seni görebileyim”.
Çünkü bir insanın fizyonomisinin saf ve temel kavrayışına ulaşmak için onun yalnız ve kendi halinde iken gözlenmesi gerekir. Bir başkasıyla ne türde olursa olsun bir birliktelik ve sohbet onun üzerine kendisine ait olmayan ve çoğu zaman kendi yararına olan bir yansıma düşürür.
Sf: 205
Belki de bir mankafa, bir budala ile bir dâhi arasındaki fark arkadan bile ayırt edilebilir. Beceriksizlik ve sakarlık bir mankafanın her hareketinin ayırt edici özelliğidir; bönlük yahut budalalık yüzündeki her kıvrıma damgasını-alametini vurmuştur, dâhi ve düşünür bir tabiat için de benzer özellikler geçerlidir. Dolayısıyla La Bruyere’in yorumu vardığı sonuç bakımından yerindedir:
“Bizim hareket tarzımızda hiçbir önemsiz, basit veya algılanamaz şey yoktur ki araya girip bizi ele vermesin: Bir budala hiçbir biçimde akıllı bir adam gibi hareket edemez, herhangi bir yere girip çıkmaz, oturup kalkmaz, diline sahip çıkmaz.”
Sf: 206
Beyin ne kadar büyük ve gelişkin ve ona göre omurga ve sinirler ne kadar ince ise, zekâ da o denli büyüktür, ama sadece zeka değil, aynı zamanda bütün uzuvların esnekliği (hareket kabiliyeti) ve hassasiyeti de (o denli büyüktür); çünkü beyin onlara çok daha doğrudan ve kararlı biçimde hükmeder; dolayısıyla her şey daha fazla tek bir ipliğine bağlıdır ki onun her hareketi amacını kesin bir biçimde açığa vurur.
Sf: 207
“Ne var ki entelektüel nitelikler jest ve hareketlere göre yüzde, alnın biçim ve genişliğinde, çehredeki kıvrımların büzülmesi ve hareketinde ve özellikle gözlerde çok daha kolay ayırt edilirler: Bütün renk ve tonlarıyla, domuzun küçük, sönük, uykulu gözlerinden, bir dehanın ışık saçan, pırıltılı gözlerine kadar. Sağduyulu ve ihtiyatlı birisinin görünüşü, hatta en iyi türü bile, dehanın görünüşünden ayrılır, çünkü birincisi iradeye boyun eğmenin, ikincisi ise ondan özgür olmanın damgasını taşır.”

Petrarca bir gün Visconti’nin sarayında iken ve bir sürü adam ve saray erkanı arasında, Gazleazzo Visconti henüz bir çocuk olan ve daha sonra birinci Milano Dükü olacak oğlundan, orada hazır bulunanlardan en akıllı adamı bulup seçmesini ister. Çocuk kalabalığa bir süre bakıp her birini ayrı ayrı süzdükten sonra, kalabalığın hayran bakışları arasında, Petrarca’nın elinden tutup onu babasına götürür. Çünkü tabiat insanlar arasındaki bu imtiyazlı kimseye vakarının damgasını o kadar açık bir şekilde vurmuştur ki onu bir çocuk bile ayırt edebilir.

Sf: 208
Fakat entelektüel nitelikler için söz konusu olan, insanların ahlaki karakteri için geçerli değildir; onun fizyonomisi çok daha güç algılanır. Çünkü metafizik bir niteliğe sahip olduğundan daha derinlerde kökleşmiştir ve her ne kadar ahlaki karakterin mizaç ile organizma ile irtibatı var ise de, zekâ için söz konusu olduğu gibi, onun yapısının belirli bölümleriyle doğrudan bağlantılı olduğu söylenemez. Dolayısıyla insanlar genellikle haz ve tatmin duydukları bir şey olarak aleni zeka gösterileri yaparken ve zekâlarını önüne çıkan her fırsatta sergilemeye çalışırlarken, ahlaki nitelikler öyle kolay kolay gün ışığına çıkmaz, hatta insanların çoğu onları bilerek gizlemeyi tercih eder ve uzun yılların tatbikatı bu nitelikleri gizlemede onları becerikli hale getirmiştir.
Bir insanın asla ölümsüz bir eser vücuda getiremeyeceğine kolaylıkla hükmedebiliriz, ama asla bir suç işlemeyeceğine güvence verip kefil olamayız.
Sf: 212 
Ölümün Anlamı
Karşılıklı Konuşma Formunda Küçük Bir Başlangıç
Hayatınız zamanda, elbette bu cevap içinde bir çelişki taşır, çünkü hayatınızı zamanda, ölümsüzlüğünüz ise sonsuzluktadır. Bu yüzden ölümsüzlüğünüzün yok edilemeyen ama yine de sürekliliği olmayan bir şey olduğu söylenebilir.

Sf: 219
Ölüm ve Onun Hakiki Varlığımızın Yok Edilmezliğiyle İlişkisi Üzerine
Ölüm felsefenin gerçek ilham perisi veya esinleyici gücüdür ve bu sebepten ötürü Sokrates felsefeyi ölüme hazırlık diye tarif etmişti. Gerçekten de ölüm olmasaydı felsefe yapmak kolay kolay mümkün olmazdı.
Hayvan ölüme dair gerçek bir bilgiye sahip olmaksızın yaşar; dolayısıyla herhangi bir hayvan teki kendisini ancak sonsuz olarak idrak ettiği için türünün mutlak yok olmazlığını ve ölümsüzlüğünü doğrudan tadar. İnsanla ölümün dehşet verici kesinliği zorunlu olarak akıl melekesiyle birlikte ortaya çıktı.
Sf: 221
Doğrusu ölüm korkusu her türlü bilgiden bağımsızdır çünkü hayvanlarda da ölüm korkusu vardır ama ölümü bilmezler. 
Sf: 222

Hatta neşeli ve sevimli Voltaire söylemekten kendini alamaz: “Hayatı seviyoruz, fakat hiçliğin de iyi tarafları var…” ve yine: “Ebedi hayatın ne olduğunu bilmiyorum fakat bu şimdiki hayat berbat bir şaka.” Ayrıca hayat her halükarda çok çabuk sona erecektir, dolayısıyla muhtemelen var olacağımız birkaç yıl artık var olmayacağımız sonsuz zamanın önünde tamamen kayboluverin. O nedenle düşünülecek olursa bu kısacık zaman dilimi üzerine bu kadar çok kaygılanmak, kendimizin veya başkasının hayatı tehlikeye düştüğünde böylesine titremek ve korkunç veçhesi bel hekimliğini oluşturan ölüm korkusundan ibaret olan tragedyalar yazmak hatta gülünç bile görünür.

Sf: 224
Çünkü şurası çürütülemez derecede kesindir ki ölümden sonraki var olmayış ölümden önceki var olmayıştan farklı olamaz ve dolayısıyla ilki diğerinden daha hazin ve acıklı değildir. Bütün bir sonsuzluk henüz biz yok iken kendi mecramda akıp gidiyordu, fakat bu bizi hiçbir surette rahatsız etmez.
Ölümden sonra akıbetimizin ne olacağı sorusu kesinlikle hem sözlü hem yazılı olarak ölümden önceki halimizin ne olduğu sorusundan on bin kez daha fazla ele alınıp tartışılmıştır.
Sf: 225 
Dünyayı kucaklayan ve bölesine harikulade fikirlere sahip olan insan zihninin ait olduğu bedenle birlikte mezara gireceğini düşünmenin ne kadar sarsıcı olacağına dair güzel nutuklarımız vardır. Fakat aynı zihnin bu niteliklerle ortaya çıkmazdan evvel bütün bir sonsuzluğun geçip gitmesini sineye çektiği ve bunca zaman dünyanın onsuz nasıl mihverinde döndüğü hakkında hiçbir şey işitemeyiz. Ancak hiçbir soru kendisini irade tarafından bozulmamış olarak şundan daha doğal biçimde bilgiye yöneltemez: Ben doğmazdan evvel sınırsız bir zaman geçti gitti. Bütün bu zaman etrafında ben neydim? Metafizik bakımından buna belki şöyle bir cevap verilebilir: “Ben her zaman bendim”; yani “Bütün bu zaman boyunca ben diyen herkes bendi”. Fakat şimdi buradan bizim şu bütünüyle tecrübeye dayanan bakış açımıza dönelim ve hiç var olmadığımı var sayalım. Fakat o zaman kendimi gayet alışıldık ve gerçekten çok rahat bir durum olarak henüz var olmadığım sınırsız zamanlı düşünerek ölümümden sonraki var olmayacağım sınırsız zaman için teselli edebilirim. Çünkü bensiz hayattan sonra sonsuzluk bensiz hayattan önce sonsuzluktan daha korkunç olamaz, çünkü bu ikisini birbirinden araya hayat düşü denilen kısacık bir aranın girmesinden başka bir şey ayırmaz. Ölümden sonra varlığımın devam edeceğine dair delillerin tümü pekâlâ hayattan önce de geçerli olabilir ki bu durumda hayattan önceki var oluşu ispat ederler. Bu sebepten ötürü klasik Hindu ve Buda dini mensupları bu varsayımlarıyla oldukça tutarlı olduklarını gösterirler. Bu  muammaları sadece Kant’ın zamanın idealliği öğretisi çözer; fakat bunu şimdi burada ele almayacağız. Ancak şu kadarı söylenmiş olanlardan haydi haydi çıkar: Artık var olmayacağımız zaman için kederlenmek henüz var olmadığımız zaman için kederlenmek kadar saçmadır. Çünkü var oluşumuzun durmadığı zamanın doldurduğu zamanın geçmişinde veya geleceğinde olmasının bir önemi yoktur, hepsi birdir.
Sf: 227
Buna göre bizim için ölümü böylesine korkunç hale getiren şey hayatın sonundan ziyade çünkü bu kimse için özellikle üzülmeye değer bir şey olarak görünmez organizmanın yok oluşudur. Çünkü bu gerçekte kendisini beden olarak gösteren iradeden başka bir şey değildir. Fakat biz bu yok oluşu sadece hastalık veya yaşlılık belalarında gerçekten hissederiz; buna karşılık ölümün kendisi özne için sadece, beynin etkinliğinin sona erdiği, bilincin kaybolduğu ana dayanır. Bunu takiben bu sona ermenin organizmanın diğer bütün parçalarına yayılması aslında ölümden sonra gerçekleşen bir hadisedir. Dolayısıyla ölüm öznel bakımdan sadece bilinci ilgilendirir. Şimdi bu bilinç kaybının keyfiyetini herkes bir ölçüde uykuya dalıştan çıkarabilir; fakat gerçekten bayılan kimse bunu daha da iyi bilir, çünkü burada geçiş uykuda olduğu gibi tedricen ve rüyalar eşliğinde gerçekleşmez, önce bizi bilincimiz henüz tam olarak yerindeyken görme duyusu terk eder, hemen ardından derin bir tam bilinçsizlik hali bunun üzerine biner. Duyu/algı eşlik ettiği kadarıyla bu katiyen nahoş bir şey değildir; ve hiç kuşku yok nasıl ki ölüm uykunun kardeşiyse bayılma nöbeti de onun ikiz kardeşidir. Hatta kaza sonucu ölüm de acı verici bir şey olamaz, çünkü genellikle derin yaralar bile bir zaman geçtikten sonra hissedilmez ve çoğu zaman ancak harici belirtilerinden dikkati çeker. Eğer ölümcül ise bunun anlaşılmasından kısa bir süre önce bilinç kaybolacaktır ve eğer daha sonra ölümle sonuçlanırsa durum diğer hastalıklarımızda nasılsa öyledir. Suda veya kömür dumanıyla ya da asılarak bilincini kaybeden herkes gayet iyi bilindiği üzere bunun acısız sancısız gerçekleştiğini söyler. Ve şimdi son olarak doğal sebeplerle ölüm, yaşlılıkla, ötanazi yoluyla ölüm bile varoluştan hissedilmez bir tarzda tedrici bir kayboluş ve çıkıştır. Yaşlılıkla ihtiraslar ve arzular, nesnelerine duyarlılıkla birlikte yavaş yavaş azalır; duygular artık kendilerini heyecanlandıracak bir şey bulamazlar; çünkü zihnimizde canlanan resimler zayıfladıkça zayıflar, tasavvurlar canlılığını gittikçe kaybeder. İzlenimler artık üzerimize yapışıp kalmaz, herhangi bir iz emare bırakmadan gelir geçer; günler gittikçe hızlanır; olaylar anlamını kaybeder; her şeyi rengi soluklaşır. Yaşlı, yılların yorgunluğuyla iki büklüm, şimdi eski benliğinin bir gölgesinden veya hayaletinden ibaret, ya sendeleyerek dolaşır ya da bir köşede dinlenir. Geriye ölümün yok edeceği daha ne vardır?
Bir gün uyuklaması son uyuklama olur.
Sf: 228
Çoğu ölmüş kimsenin yüzündeki tatlı hoşnutluk ifadesinde belki de bunun bir payı vardır. Genel olarak ölüm anı ağır bir kabustan kalkış anına benzetilebilir.
Sf: 234
Yolunuzun üzerindeki böceği düşünün; farkında olmaksızın ayağınızın hafifçe dönüşü onun hayatı ya da ölümü üzerinde belirleyici olacaktır. Uçacak, kendini savunacak, aldatacak saklanacak hiçbir araca sahip olmayan ve her bakımdan her şeye karşı hazır bir av olan ahşap salyangozuna bakın. Henüz açık ağda başına geleceklerden habersiz oynayan balığa; tembelliği sebebiyle kendisini kurtarabilecek sıçramadan alıkonan kurbağaya; üzerinde süzülen şahinden habersiz kuşa; çalılıktan kurdun gözleyip fırsatını kolladığı koyuna bakın. Üzerinde ihtiyat ve teyakkuzun en küçük emaresini göremediğimiz bütün bu canlılar hayatlarını her an tehdit eden tehlikeler arasında saf saf dolaşmaktalar. Şimdi tabiat böylesi dile söze sığmaz bir maharetle vücuda getirdiği organizmalarını sadece daha güçlü oleinin yırtıcı içgüdüsüne değil fakat aynı zamanda en kör kazaya, her aptalın keyfine, her çocuğun muzırlığına tasasız ihtiyatsız terk ettiği için bu bireylerin yol olmasının olmamasının kendisi için bir olduğunu, bunun kendisine bir zarar vermediğini, dolayısıyla herhangi bir anlam ve öneminin olmadığını ifade etmiş olur.
Sf:238
Doğanın hakiki simgesi her yerde her zaman dairedir, çünkü o yinelenmenin kalıbıdır; esasen bu doğadaki en genel formdur. Çünkü doğa gök cisimlerinin deveranından organik varlıkların doğum ve ölümüne kadar her şeyde onu müessir kılar. Zaman ve onun içindeki her şeyin dur durak bilmeyen akışında ardı arkası kesilmeyen bir varoluş yani doğa ancak böyle mümkün hale gelir. 
Sonbaharda böceklerin ufacık dünyasını gözlemleriz ve uzun bir uykuya, uyuşturucu kış uykusuna yatmak için yataklarını nasıl hazırladıklarını görürüz. Bir başkası kışı bir krizalit olarak geçirmek ve baharda  dinçleşip mükemmelleşmiş olarak uyanmak için bir koza örer. Son olarak onların çoğu ölümün kollarında sükuna kavuşma niyetiyle yumurtalarını bırakmak, böylece bir gün bunlardan yenilenmiş olarak çıkmaları için, uygun bir yeri nasıl da dikkatle ve ihtimamla düzenlerler. 
Bu tabiatın büyük ölümsüzlük öğretişidir.
Sf:239
Şimdi etrafımda vızıldayıp duran sinek akşam uyumaya gidip ertesi sabah tekrar vızıldar mı yoksa akşam ölür de baharda onun yumurtasından çıkan bir başka sinek mi vızıldar, bu kendi başına alındığında aynı şeydir. Fakat o zaman bunları birbirinden temelli farklı şeyler olarak sunan bilgi kayıtsız koşulsuz değil fakat izafi bir bilgidir, kendinde şeyin değil fakat onun tezahürünün bilgisidir. Sabahleyin sinek tekrar var olur; o da baharda tekrar var olur. Zira kışı geceden ne ayırır? Burdach’ın Phyiologie’sinin, C. I, S. 275’inde okuruz: “Sabah saat ona kadar henüz hiç tek hücreli organizmalar sınıfından biri enfüzyonda görülmez ve saat on ikide su onlarla kaynar. Akşam ölürler ve ertesi sabah yenileri hayata gözlerini açarlar. Mitzsche ardı ardına altı gün bunları gözlemlemiştir.”
Sf: 243
“Devasa bir şato ki ön girişinde okunur: “Ben kimseye ait değilim ve ben tüm dünyaya aitim; ona girmezden evvel onun içindeydiniz ve çıkıp gittiğinizde onun hala içinde bulunacaksınız.”
Ebeveynin ayırt edici özelliklerinin tümü çocuklarında yeniden ortaya çıkar ve böylece ölüm aşılmış olur.
Sf: 245
Eğer birini şimdi bahçede oynayan kedinin orada üç yüz yıl önce aynı şekilde hoplayıp zıplayan ve aynı oyunları yapan kedinin aynısı olduğuna ciddi ciddi ikna etmeye çalışsaydım bana çılgın gözüyle bakacağını gayet iyi biliyorum. Fakat şunu da biliyorum ki bugünkü kedinin üç yüz yıl önceki kediden bütünüyle ve temelli olarak farklı olduğuna inanmak çok daha saçmadır.
Sf: 248
İsteyen öleceği zamanı, ama herhalde öyle çok uzakta değil, zihninde canlı bir şekilde canlandırmaya çalışsın. O zaman kendisinin gitmiş olduğunu düşünür fakat dünyanın var olmaya devam ettiğini tasavvur eder; lakin çok geçmeden şaşkınlıkla kendisinin de var olduğunu keşfeder. Çünkü o dünyayı kendisi olmadan zihninde canlandırdığını düşünmüştü; fakat benlik bilinçteki dolaysız unsurdur ki, dünya onun sayesinde ilk kez ortaya çıkmış ve sadece onun için var olmaktadır.
Biz ne kadar dünyanın içindeysek dünya da bizim o kadar içimizdedir.
Sf: 250
Dolayısıyla Theophrastus Paracelsus gayet yerinde olarak söyler (Werke, Strasburg.1603, C.ll, s. 6): “Bendeki ruh bir şeyden geldi, dolayısıyla o hiçe dönmez; çünkü o bir şeyden çıkar”. O doğru ve gerçek sebebi ifade ediyor, fakat insanın doğumunu mutlak başlangıcı olarak gören birisi ölümünü de mutlak sonu olarak görmek zorundadır. Çünkü her ikisi de aynı anlama gelir; dolayısıyla herkes kendini ancak doğmamış olarak düşündüğü kadarıyla ölümsüz olarak ve aynı anlamda düşünebilir.
Sf: 251 
Varoluşunu tesadüften ibaret olarak tasavvur eden kimse kesinlikle onu ölümle kaybetmekten korkacaktır. 
Ancak nasıl ki ışık şuası nüfuz ettiği kasırgadan etkilenmezse varoluşumuz da bundan etkilenmemiş olarak kalır. Eğer zaman bizi kendi imkanlarıyla mutlu bir duruma getirebilseydi biz zaten uzun zaman önce orada olurduk.
Sf:252
Eğer bunu dikkatli bir şekilde düşünürsek gerçekliğin bütün gücüyle bir kere var olanın ebediyen hiç olacağı, sınırsız bir zaman boyunca var olmayacağı akıl alır şey değildir.
Sf: 254
Fakat nasıl ki retina üzerindeki görme sinirinin tam giriş noktası kör, nasıl ki beynin kendisi bütünüyle hissiz, güneşin cismi karanlık ve göz kendisinden başla her şeyi görüyorsa, ben de bilinçteki karanlık noktadır.
Sf: 261
Spinoza’nın “Ölümsüz olduğumuzu hissediyor ve tecrübe ediyoruz”.Zihin ikincil görüngüdür ve varlığını beyne borçludur, dolayısıyla onunla birlikte başlar ve onunla birlikte sona erer.
Sf: 262
Ölümle birlikte bilinç kesinlikle kaybolur fakat bilinci meydana getiren ve ayakta tutan değil; hayat sona erer. 
Sf: 265
Ayna paramparça olduğunda aynadaki suret de onunla birlikte yok olmuş görünüyor.
Sf: 267
Ölüm korkusu büyük bölümü itibariyle benin o zaman yok olacağı ve dünyanın var olmaya devam edeceği yolundaki yanılsamaya dayanır. Bilakis tam tersi, yani o zaman dünyanın yok olacağı doğrudur; buna karşılık benin en iç çekirdeği, dünyanın ancak tasavvurunda var olduğu öznenin taşıyıcısı ve meydana getiricisi baki kalır. Beyinle birlikte zihin söner, zihinle birlikte nesnel dünya, bu zihin safi tasavvuru zeval bulur. Başka beyinlerde önceden olduğu gibi şimdi de benzer bir dünyanın yaşadığı ve deveranını sürdürdüğü o sönen zihin bakımından önemsiz bir meseledir.

Sf: 268
Ölmekte olan bireye diyebiliriz: “Hiç olmamakla çok daha iyi etmiş olacağın bir şeye veda ediyorsun.”
Sf: 269
Her benlik kendine ait ayrı bir bilince sahip.Yalnızca hayat sürem boyunca veya sınırsız bir zaman boyunca var olmuşum gerçekte fark etmeyecektir.
Sf: 278
Aşka ve Kadınlara Dair
Kadınlar, doğaları gereği çocukluk dönemimizin bakıcıları ve terbiye edicileri gibi davranmaya elverişlidirler. Bunun tek nedeni kendilerinin çocuksu ve kısa-dar görüşlü olmalarıdır. Tek kelimeyle onlar bütün hayatları boyunca koca çocuklardır, çocuk ile gerçek anlamda bir insan olan yetişkin erkek arasında bir orta nokta, bir ara merhaledirler. Bakın bir genç kız, bir çocukla nasıl da oynar günler boyunca, nasıl da dans edip şarkı söyler hiç sıkılmaksızın: Sonra bir adam düşünün, dünyada hayal edilebilecek en iyi niyetlerle ne yapardı, onun yerinde olsaydı eğer, elinden ne gelebilirdi?
Sf: 279
Birkaç yıl boyunca genç bir adamın hayal gücünü kendilerine esir edebilirler. Ve bu esaret erkekleri, yaşamları boyunca onların bakım ve gözetimini şu veya bu şekilde üstlenmeyi onurlu bir iş bilerek peşlerinden koşturup duracak boyutlara dayanır. Eğer genç adam sadece aklıyla ve düşünüp taşınarak hareket etmiş olsaydı, bu onu öyle bir adım atmaya sürüklemeye yetecek kadar uygun bir güvenceyi temin eder görünmezdi. Dolayısıyla tabiat, kadınları bütün yaratıklara yaptığı gibi, hayatlarının korunması için -ne az ne çok- hizmetinde olacakları zaman müddetince, gerekli olan silah ve gereçlerle donatmıştır. Başka her yerde olduğu gibi burada da tabiat o hep bilinen tavrıyla, yani aşırı tutumlulukla hareket etmiştir. Nasıl ki dişi karınca birleşmeden sonra üreme amaçları için artık lüzumsuz, hatta tehlikeli hale gelmiş olan kanatlarını kaybeder, bir kadın da bir veya iki çocuk doğurduktan sonra güzelliğini büyük ölçüde kaybeder.
Bir şey ne kadar asil ve mükemmel ise, onun olgunluğa erişmesi de o kadar geç ve yavaştır. Erkeğin akli melekesinin ve ruhi yeteneklerinin olgunluğuna yirmi sekizinden önce ulaşması çok sık değildir; kadınlar ise, henüz on sekiz yaşlarında ulaşırlar… Fakat kadınların durumunda bu çok zayıf ve dar sınırlar dahilinde gerçekleşir. Bu nedenden dolayıdır ki kadınlar, bütün hayatları boyunca çocuk kalırlar, çünkü her zaman içinde bulundukları zamana sıkı sıkıya bağlı kalarak sadece kendilerine en yakın olanı, olmak üzere olanı görürler, gerçek yerine bir şeyin dış görünüşüne teslim olurlar ve en önemli işlere karşı önemsiz şeyleri tercih ederler.
Sf: 280
Erkek, akli yetisinin ve ruhi yeteneklerinin sayesinde, hayvanlar gibi sadece içinde bulunduğu anda yaşamaz, fakat geçmiş ve geleceği hep göz önünde bulundurur ve değerlendirmelerini buna göre yapar ve tedbir, temkin ve bu denli sık karşılaştığımız tasa, endişe ve tedirginlik buradan kaynaklanır.
“Kadınlar yapıları gereği ölçüsüz ve savurgandırlar”. Kadınlar içten içe, mümkünse kocalarının sağlığında, ama her halükarda ölümlerinden sonra, istedikleri gibi harcayıp rahatça yaşayabilmeleri için, erkeklerin para kazanmak için yaratıldıklarını düşünürler. Kocalarının, kazandıklarını evi idare etmeleri için kendilerine teslim etmeleri onların bu inançlarını güçlendirir.
Sf:282
Kadınlar adalet, dürüstlük ve vicdanla ilgili meselelerde erkeklerden daha aşağıdır. 
Onlar bu durumları gereği kuvvete değil ama kurnazlığa bağımlıdırlar. Bu yüzdendir ki içgüdüsel olarak hile ve kurnazlığa yatkındırlar ve yalan söylemeye karşı onanamaz bir yönsemeye sahiptirler. Zira nasıl ki aslanlar pençeler ve dişleri, filler ve domuzlar azı dişeri, boğalar boynuzları, mürekkep balığı suya karartan mürekkebe benzeyen sıvı ile donatılmışsa tabiat, kadınları da kendilerini korumaları ve savunmaları için ikiyüzlülük yahut riyakarlık yetkisiyle donatmıştır. Tabiat, erkeklere fiziki güç ve akli yeti biçiminde sunduğu kabiliyetin tamamını kadınlara bu şekilde bağışlamıştır.
Sf: 283
Bu sebeple, ikiyüzlülük yahut riyakârlık kadınlarda doğuştandır ve neredeyse kurnaz kadının olduğu kadar budalaların da ayırt edici özelliğidir. Bundan ötürü, saldırıya uğradıklarında savunma silahlarına müracaat eden hayvanlar için bu durum ne kadar doğal ise, kadınların da her fırsatta ve vesileyle bundan yararlanmaları o kadar tabiidir ve bundan faydalanırlarken belli ölçüde haklarını kullanmaktan başka bir şey yapmadıkları düşüncesi içerisindedirler. Bu nedenle kusursuz olarak dürüst ve güvenilir, ikiyüzlülüğe yahut riyakarlığa yüz vermeyecek bir kadın belki de tasavvur edilemez ve yine aynı sebepten ötürü başkalarındaki ikiyüzlülük yahut riyakarlığı bu kadar çabuk görüp fark ediverirler. Bu yüzden bu konuda onlarla uğraşmak tavsiye edilemez. İfade edilen bu temel kusur ve onun beraberinde getirdiği her şeyden, sahtelik, sadakatsizlik, hainlik, değer bilmezlik ve benzeri gibi nitelikler sadır olur. Bir adalet mahkemesinde kadınlar, erkeklerden çok daha fazla yalan yere yeminden suçlu bulunurlar.
Sf: 285
Ve iki kadının tanışırken birbirlerine, iki erkeğin benzer bir durumda göstereceğinden daha büyük tedbir ve riyakârlıkla davranmaları biline bir husustur. Bu yüzdendir ki iki kadın arasında iltifat ve takdir ifadelerinin değiş-tokuşu iki erkek arasındakinden çok daha gülünçtür. Ayrıca bir erkek kural olarak başkalarına, hatta kendisinden aşağıda olanlara bile, belli bir saygıyla ve insancıl hitap ederken, yüksek tabakadan bir hanımın kendisinden daha aşağıda konumda olan birisine ( sözünü ettiğim onun hizmetinde olan biri değil) hitap ederken, genellikle takındığı kibir ve tiksinme ifadesi tek kelimeyle katlanılmaz bir durumdur.
Sf: 286
Bir erkek, nesneler üzerinde ya onları anlayarak yahut zorlayarak doğrudan hakimiyet kurmaya çalışır. Fakat bir kadın, her zaman ve her yerde dolaylı, yani bir erkek aracılığıyla hakimiyete sevk edilir; onun bütün doğrudan hakimiyeti sadece erkekle sınırlıdır. Dolayısıyla, kadınların mizacında, doğalarının en derinlerinde her şeyi erkeği elde etme aracı olarak görme temayülü kökleşmiştir ve başka herhangi bir şeye alakası her zaman asılsız, taklidi bir alakadır, esasen amaçlarına eriştirecek, fettanlık, yapmacık ve kandırmacadan oluşan dolambaçlı bir yoldan başka bir şey değildir. Nitekim Rousseau bile: “Genel olarak  kadınlarda herhangi bir herhangi bir sanata dönük bir sevgiye rastlanmaz; herhangi bir şey hakkında doğru ve gerçek bir bilgi sahibi değillerdir; dahilikten yoksundurlar” demiştir.
Sf: 287 
Şayet bütün kadın cinsinin en seçkinlerinin güzel sanatlarda asla gerçekten büyük, hakiki, özgün ve sahici olan hiç bir şey başaramadıkları ya da hangi türden olursa olsun dünyaya kalıcı değere sahip hiçbir eser vermedikleri akılda tutulursa, kadınlardan farklı hiçbir şey beklenilmemesi gerektiği kendiliğinden anlaşılır. Fakat bu teknik, bizim olduğu gibi onların da yetenek sınırları içinde olan resim alanında en çarpıcı biçimde ortadadır ve bu yüzdendir ki resimde çok çalışkan ve gayretlidirler. Bu durumdayken, yine de görülmeye değer tek bir büyük resim ortaya koymuş değillerdir.

Sf: 288
Kadınlar derin bir zekaya erişemezler ve onları belli bir beceriksizlik havası içinde sadece önemsiz ve basit şeyler üzerinde çene çalarken görürüz ve benzeri. Münferit yahut kısmı istisnalar kuralı değiştirmez; kadınlar, bir bütün olarak alınacak olursa, en su katılmamış ve en tedavi edilemez dar kafalılardır ve öyle kalacaklardır.
Chamfort, çok doğru ve haklı biçimde şunları söyler: “Onlar bizim zayıflıklarımız ve budalalıklarımızdan, fakat aklımızdan değil, yararlanmak için yaratılmıştır. Kadınlarla erkekler arasındaki aynı duyguları paylaşma tende kalır, ruh yahut hissiyat veya karaktere pek ilişmez.” Onlar “ikinci cinstirler”, birinciye göre her bakımdan daha aşağıdırlar; zayıflıklarından sakınılmalıdır, fakat kadınlara karşı aşırı bir saygı ile davranmak tek kelimeyle gülünçtür ve böyle bir şey bizi onların gözünde küçük düşürür. Tabiat, insan soyunu iki parçaya böldüğünde, çizgiyi tam ortadan çekmemiştir. Müspet ve menfi kutuplar arasındaki ayrım, sadece niteliksel değil, ama aynı zamanda nicelikseldir de.
Sf: 290
Evlenmek demek hakları bölüşmek, görev yahut sorumlulukları ise ikiye katlamaktır. Şimdi, kanunlar kadınlara erkeklere eşit hakları sunduğunda onlara aynı zamanda erkeklere özgü bir akıl gücü de kazandırmış olmalıydı.
Sf: 294 
Gerçek tek eşlilik tarafları nerededir? Hepimiz en azından bir müddet, çoğumuz ise her zaman çok eşli yaşarız. Dolayısıyla, her erkek çok kadına ihtiyaç duyduğundan, ona bu konuda izin vermekten, hatta çok kadın bulmayı ona yerine getirilmesi gereken bir vecibe olarak yüklemekten daha doğru bir şey yoktur. Bu suretle kadın boyun eğen bir varlık olarak eski doğru ve doğal konumuna geri döndürülecektir.
Sf: 296
“Kadınlar doğaları gereği ölçüsüz ve savurgandırlar.”
Erkekler için büyüklenme çoğunlukla akıl, anlayış, öğrenim, bilgi, cesaret ve benzeri maddi olmayan üstünlükler istikametinde gelişir.
Sf: 297
Kadının fıtraten itaat etmek için yaratılmış olması, hiç vakit kaybetmeden kendisini öyle veya böyle denetilip yönetileceği bir erkeğe bağlamasından anlaşılmalıdır. Bunun nedeni, onun bir efendiye ihtiyaç duymasıdır. Şayet genç ise bu erkek; bir aşık ihtiyar ise günah çıkarıcı bir rahiptir.
Çok az karşılaşılan istisnalar dışında bütün kadınlar savurganlığa meyyaldir, dolayısıyla mevcut her servet onların ahmaklığından korunmalıdır; bu serveti kendilerinin kazandığı ender durumlar hariç elbette.
Sf: 299 
Bir hukuk mahkemesinde bir kadının tanıklığı, diğer şeylerin eşit olması durumunda bir erkeğin tanıklığından daha az muteber olmalıdır, dolayısıyla söz gelimi iki erkek tanık üç hatta dört kadın tanıkla aynı ağırlığa sahip olmalıdır. Çünkü bu bütün olarak alındığında kadın cinsi bir günde erkek cinsinden üç kat daha fazla yalan uydurur ve ayrıca erkek cinsinin takatinin ötesinde olan bir inandırıcılık ve dürüstlük gösterisiyle uydurur. Elbette Müslümanlar öteki doğrultuda çok ileri giderler. Bir zamanlar eğitimli bir genç Türk bana şunları söylemişti: “Biz kadınları tohumun ekildiği toprak olarak görürüz yalnızca.”
Sf: 303
Cinsel Aşkın Metafiziği
Bu arada yeri gelmişken, bugün türkülerle şarkılarla yüceltip idealleştirdikleri yaratığın, eğer on sekiz yıl önce doğmuş olsaydı, kendileri tarafından neredeyse tamamen göz ardı edileceğini bunların nazarı dikkatlerine sunalım. 
Ne var ki her türlü aşk bütünüyle cinsiyet güdüsünden kaynaklanır.

Sf: 306
Aslında kendisini böyle bir durumda bulması üzerine birçok insan canına kıymıştır. Diğer taraftan, diyelim ki bir insan aşk ateşiyle yanıp tutuşmaktadır, eğer o aşkına karşılık göremiyorsa sevdiğine sahip olmak onu avutur. Zoraki evlilikler ve baştan çıkarma vakaları, bunu teyit eder çünkü aşkı karşılık görmeyen bir insan çoğu kez bir kadına, onun -hoşlanmamasına karşın- teveccühünü kazanabilmek için güzel ve çekici hediyeler sunmada yahut başka fedakârlıklarda bulunmada teselli bulur.
Sf: 307
İki sevgilinin giderek artan muhabbeti gerçekte ileride ebeveynleri olacakları bu yeni varlığın yaşama iradesidir; arzu dolu bakışlarının buluşmasında yeni bir varlığın hayat kıvılcımı tutuşur, kendisini geleceğin iyi ve uyumlu bir şekilde teşekkül etmiş ferdiyeti olarak duyurur. Sevgililer gerçek bir birleşme ve yeni bir varlığı vücuda getirme için yanıp tutuşurlar; hayatlarının kalanını bu şekilde yaşamayı arzu ederler ve bu arzu her ikisinden tevarüs edilmiş niteliklerin, ama tek bir varlıkta toplanmış ve birleşmiş olarak yok olmaktan kurtulacağı, doğacak çocuklarında tahakkuk eder.
Sf: 308
Arzu dolu bakışlarının buluşmasıyla yeni bir varlığın ilk tohumu atılmış olur. 
Sf: 310
Bunun tam tersi bir durumda, yani iki kişi arasında mizaç, kişilik, düşünme tarzı ve zihni yeterlilik bakımından uygunluğun bulunmadığı, bilakis bunlardan ötürü birbirlerine karşı bir tiksintinin, hatta düşmanlığın bahis konusu olduğu durumda, bir aşkın doğması da pekâlâ
mümkündür. Böyle bir aşk, onları her şeye karşı körleştirir ve eğer bir evlilikle neticelenirse bu ziyadesiyle mutsuz bir evlilik olur.
Sf: 312
Bundan dolayı herkes öncelikle en güzel olanı, başka bir deyişle türün karakterinin en saf manada dışa vurulduğu kimseleri kesinlikle tercih eder ve onu hararetle arzu eder. İkinci olarak, herkes bir başka kimsede kendisinin mahrum olduğu mükemmeliyetleri arzu eder ve kendisininkinin tersi olan kusurları güzellik olarak düşünür. Bu sebepten ötürüdür ki söz gelimi çelimsiz adamlar iri kadınları tercih eder, sarışınlar esmerlerden hoşlanır. Güzel bir kadın gördüğünde bir erkeğin içine dolan ve onunla birleşmenin en büyük mutluluk olduğunu düşündüren aldatıcı coşkunluk, türün duyuşundan başka bir şey değildir.
Sf: 313
Bir böceğin, belli bir çiçeği, meyveyi ya da bir et parçasını seçerken gösterdiği özen, tırtır sineğinin yumurtalarını başka bir yere değil sadece oraya bırakabilmek için yabancı bir sineğin larvasını ararken takip ettiği yol ve onu korumak için ne zahmetten ne zahmetten ne tehlikeden çekinmesi aşikar ki bir erkeğin bireysel olarak kendisine uygun olan belirli bir doğaya sahip bir kadını seçerken gösterdiği dikkat ve ihtimama çok benzer. O da, onun için öylesine büyük bir gayret ve hararetle mücadele eder ki amacına erişmek için çok kere bütün aklına rağmen, budalaca bir evlilikle servetine, şöhretine, itibarına ve hayatına mal olan bir aşk serüveni ile hatta zina yahut tecavüz nev’inden suç ve cürümler işlemek suretiyle hayattaki bütün mutluluğunu feda eder. Ve bütün bunlar, onun türe en etkin ve verimli bir şekilde hizmet edebilmesi için her yerde hüküm süren doğanın iradesiyle uyum içerisindedir, her ne kadar o bu hizmeti gerçekleştirirken kendisi bu uğurda harcanıyorsa da.
Sf: 314
Her aşık, sonunda eriştiği hazzın ardından fevkalade büyük bir düş kırıklığına uğrayacak ve böylesine büyük bir arzuyla istediği şeyin diğer bütün cinsi tatminlerden hiç de farklı bir tarafının olmadığına hayret edecektir, böylelikle onun kendisinden yararlandığını anlamayacaktır.
Sf: 315
Çünkü türünün bir aldatma aracı olarak kullanılmış olan vehim yahut yanılsama, artık ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, Platon gayet doğru bir şekilde şöyle der: “Hiçbir şey şehvet kadar yanıltıcı değildir.” Philebos, 319.
Sf: 316
Öncelikle aşık olan bir erkek, tabiatı gereği hercai; buna mukabil bir kadın, vefakâr olmaya eğilimlidir. Bir erkeğin aşkı belli bir dönemden, yani tatminine eriştikten sonra hissedilebilir derecede azalır; neredeyse başka her kadın onu sahip olduğundan daha fazla cezbeder, değişikliği arzular, halbuki bir kadının aşkı karşılık gördüğü andan itibaren artar. Bunun sebebi, tabiatın türün korunmasını ve olabildiği kadar büyük bir çoğalmayı hedeflemesidir. Erkek, kolaylıkla bir yılda yüzden fazla çocuk yapabilir, halbuki kadın, ne kadar fazla erkekle sevişirse sevişsin yılda-bir batında birden fazla çocuk dünyaya getirme durumunu saymazsak – ancak bir çocuk dünyaya getirebilir. Bu sebepten ötürüdür ki bir erkek her zaman başka kadınları arzularken, bir kadın her zaman tek bir erkeğe bağlı kalır. Zira doğa onu içgüdüsel olarak ve farkında olmaksızın doğacak çocuğu bakıp koruyacak olan erkeğin bakımıyla meşgul olmaya zorlar. Bu nedenle evliliğe sadakat, erkek bakımından suni fakat bir kadın için doğaldır. Dolayısıyla, evlilikte sadakatsizlik erkek için tabii, kadın için gayrı tabiidir ki kadın bakımından zina, doğacak sonuçlarından ötürü hem nesnel olarak hem de gayrı tabiiliğinden ötürü öznel olarak, erkek için olduğundan çok daha bağışlanmazdır.
Sf: 318
Müzmin bir hastalık, beden ya da akıl zayıflığı bizi uzaklaştıran bir etkendir, çünkü bunlar soya çekim yoluyla çocuklara geçebilecektir. 
Üçüncü mülahaza kemiklerin yapısıdır ki beden yapısı türün ayırt edici biçiminin temelidir. Yaşlılık ve hastalıktan sonra hiçbir şey bizi bozuk bir beden yapısı kadar tiksindirmez, hatta en güzel çehre bile bu kusuru telafi edemez, esasen onun yanında, en çirkin çehre eğer iyi gelişmiş bir beden yapısına sahipse son derece tercihe şayandır. Ayrıca kemik yapısının her türlü kusurlu gelişimine karşı oldukça hassas bir yapıya sahibizdir. Söz gelimi, gelişmemiş, kısa, bodur bir beden yapısı ve benzeri ya da sonradan geçirilmiş bir kaza sonucu olmayan bir topallık hemen dikkatimizi çeker. Buna mukabil belirgin biçimde güzel bir beden her kusuru telafi eder: Bizi kendimizden geçirir. Ve bir de küçük ayaklara atfedilen büyük önem!
Bunun nedeni ayağın büyüklüğünün türün temel ayırt edici özelliklerinden biri olmasıdır. Zira hiçbir hayvan insanın ki kadar küçük bir bilek ve ayak tarağı birleşimine sahip değildir; yürüyüşündeki dikliğin sebebi budur. Oysaki o ayakları üzerinde yürüyen bir hayvandır. İsa ben Sirak da:” İnce vücutlu ve güzel ayaklı bir kadın gümüş oyukların içindeki altın sütunlar gibidir” der. Dişler de önemlidir, çünkü beslenme için elzemdirler ve soya çekim yoluyla çocuklara aktarılırlar.

Sf: 319
Dördüncü mülahaza belli bir tombulluktur, bir başka deyişle, bitkisel işlevin esnekliğin fazlalığı da seçimimizde önemli bir yer tutar. Nitekim, bu özellik cenine bol besin sağlanabileceğinin bir işaretidir. Bu yüzden aşırı sıskalık, çarpıcı biçimde bizi uzaklaştırır. Tam gelişmiş bir kadın göğsü erkekler üzerinde fevkalade bir tesir icra eder; üremenin dişil işlevleriyle doğrudan bir münasebet içerisinde bulunduğundan yeni doğan çocuğun zengin biçimde beslenebileceğinin habercisidir. Beri taraftan, çok şişman kadınlar da tiksintimizi uyandırır ki bunun sebebi, rahmin dumura uğramış olduğuna ve kısırlığa işaret etmesidir. Bu, kafayla değil, fakat içgüdüyle bilinir. 
Seçimimizi etkileyen son mülahaza güzel bir çehredir. Burada da kemik parçaları, sair her şeyden önce nazarı itibara alınır. O kadar ki neredeyse her şey güzel bir buruna bağlıdır; kısa basık bir burun her şeyi bozar. Burnun hafifçe yukarı yahut aşağı eğikliği çoğu kez birçok genç kızın hayat boyu mutluluğunu belirler ve bu sebepsiz değildir, çünkü tehlikede olan türün tipidir. Küçük bir çene kemiği sayesinde küçük bir ağız, hayvanların ağızlarından farklı olarak insan çehresinin kendine özgü ayırt edici özelliği olduğu için çok önemlidir. Çekik, deyiş yerinde ise, kesilmiş bir çene özellikle iticidir, çünkü belirgin çene özellikle türümüze özgü ayırt edici bir özelliktir. Son olarak güzel gözlerin ve güzel alnın seçimimizde oynadığı role geliyoruz; bunlar anadan tevarüs edilmiş olan ve ruhi ve özellikle zihni niteliklere dayanır.
Sf: 320
Diğer taraftan seçimlerinde farkında olmaksızın kadınları etkileyen nitelikler, doğal olarak bu kadar kesin bir şekilde belirlenemez. Bununla beraber, kadınların tercih ettikleri yaşın otuz ila otuz beş olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaşlardaki erkeği, aslında insan güzelliğinin en yüksek formu olan delikanlılara tercih ederler. Bunun nedeni kadınları zevkin değil, bu belirli çağda üreme gücünün zirve noktasını görüp tanıyan içgüdünün yönlendirmesidir. Genellikle kadınlar güzelliğe, özellikle yüz güzelliğine pek fazla dikkat etmezler; çocuğa güzelliğini verme işini sadece kendi üzerlerine almış gibidirler . Onları en başta cezbeden bir erkeğin gücü ve onunla at başı giden cesaretidir, çünkü bunların her ikisi de güçlü çocukların dünyaya gelmesinin ve aynı zamanda onlar için güçlü bir koruyucunun habercisidir. Bir erkekteki her fiziksel kusuru, tipin ayırt edici özelliklerinden herhangi bir sapmayı bir kadın, çocuk söz konusu olduğunda eğer kendisi bu bakımlardan kusursuz ise ya da zıt yönde bunları gölgeleyebilecek kadar mükemmel ise, ortadan kaldırabilir.Bunun tek istisnası münhasıran erkeklere özgü dolayısıyla bir annenin çocuğuna bahşedemeyeceği niteliklerdir.  Bunlar erkeklere özgü kemik yapısı, omuz genişliği, dar kalçalar, düzgün bacaklar, kas gücü, cesaret, sakal ve benzeri şeyleri içerir. İşte bu yüzden, bir kadın çoğu kez çirkin bir erkeği sevebilir, oysaki kusurlarını kendisi gideremeyeceği veya telafi edemeyeceği için erkeksi olmayan bir erkeği asla sevmez.

Sf: 321
Cinsel sevginin  temelinde yer alan mülahazaların  ikinci kümesi manevi niteliklere dayananlardır. Burada, bir kadının evrensel olarak  bir erkeğin ruhunun yahut kişiliğinin özelliklerince etkilediğini görürüz, bunların her ikisi de babadan tevarüs edilir. Kadınlar, irade sağlamlığı, kararlılık, cesaret ve belki de dürüstlük ve iyi kalplilikten büyülenirler.
Sf: 323
Her bir insan kendisinde eksik ve noksan gördüğü  şeyi sever.
Sf: 325
Sarışınlar, kara yağız ya da esmer kimselerden hoşlanır; fakat bu sonuncular evvelkileri nadiren tercih ederler. Bunun sebebi şudur: Sarı saç ve mavi göz, tür tipinden bir sapmadır ve tıpkı beyaz fare  veya kır at gibi neredeyse bir anormallik oluşturur. Bunlar, Avrupa dışında dünyanın herhangi bir parçasının, hatta kutup bölgelerinin bile doğal sakinleri değillerdir ve açık ki İskandinav kökenlidirler. Yeri gelmişken beyaz derinin, insan için doğal olmadığını, tabi olarak insanın tıpkı Hindu  atalarımız gibi ya kara ya da esmer bir deriye sahip olduğunu, dolayısıyla beyaz insanın köken itibariyle hiçbir surette tabiatın sperm yatağından çıkmadığını, hakkında çok söz edilse de beyaz insan diye bir şey olmadığını ve her beyaz  insanın solmuş veya beyazlamış bir deriye sahip olduğunu ifade etmeliyim. İnsan, kışın sıcak bir yer arayışı içinde ancak egzotik bir bitki gibi yaşayabildiği yabancı bir dünyaya sürülünce asırlar içerisinde beyazlaşmıştır.
Sf: 326
En sonunda herkes, vücudunun  belli kısımlarındaki kusurlarını ve aksaklıklarını düzeltmenin yolunu bulmaya çalışır ve kusur ne kadar belirgin ise onu düzeltme yolundaki azim de o kadar büyüktür. Küt ve ucu kalkık burunlu kimseler, bu yüzden gaga burunlu ya da papağan çehreli kimselerden böylesine tarif edilmez biçimde hoşlanırlar, aynı şey vücudun diğer bütün kısımları için de geçerlidir. Aşırı derecede uzun ve ince bir beden yapısına sahip kimseler, bodur denecek kadar kısa kimselerin bedenlerinde güzellik bulma eğilimindedirler. Mizaçla ilgili mülahazalar da bu konuda insanların seçimlerinde benzer bir rol oynarlar. Herkes, kendisinin tersi olan bir mizaca sahip insanı tercih eder. Ancak istenmeyen mizaç özelliği ne kadar belirginse, bunun tersini isteme o ölçüde fazladır.
Bir yönden kendisi gayet mükemmel olan kimse, bu bakımdan kusurlu olanı arzu edip peşine düşmez, ama onunla başka bir kimseden daha kolay bağdaşabilir, çünkü kendisi, doğacak çocuğu bu bakımdan kusurlu olmaktan koruyacaktır.  Sözgelimi beyaz tenli bir kimse, sarı derililerden nefret etmez, ama buna mukabil sarımtırak bir ten rengine sahip  kimse  göz kamaştıracak kadar beyaz derili bir kimsede tanrısal bir güzellik bulur. Bir erkeğin, belirgin biçimde çirkin olan bir kadına aşık olması az rastlanır bir durumdur, fakat aşık olura bunun sebebi aralarında mevcut cinsiyet derecesi bakımından  tam bir uyumun gerçekleşmesi ve kadındaki bütün anormalliklerin, kendisinin tam zıttı bir başka söyleyişle  kendisininkileri düzeltici unsurları taşımasıdır. 
Sf: 327
Kişi, burada farkında olmaksızın daha yüksek bir şeyin yani türün çıkarına göre hareket eder. Kişinin başka türlü hiç önemsemeyeceği şeylere böylesine önem atfetmesinin sebebi işte budur. Farklı cinsten iki genç insanın ilk kez karşılaştıklarında, birbirlerini farkında olmaksızın  ciddi ve eleştirel biçimde bakıp süzmelerinde, birbirlerine atfettikleri araştırıcı ve nüfuz edici (derinlere işleyici) nazarlarda ve sahip oldukları çeşitli özelliklerin maruz kaldığı dikkatli yoklamalarda ilginç ve özel bir şey vardır. Bu araştırma ve çözümlemenin temsil ettiği şey, bu iki kişi ve onların özelliklerinin harmanlanması sayesinde mümkün olacak yeni varlığı, türün koruyucu ruhunun düşünmesinden başka bir şey değildir.
Sf: 329
Kendi başına safi cinsel içgüdü iğrenç ve bayağı bir şeydir: Bireyselleşmediği için önüne çıkan herkese yönelmiştir ve türü, niteliği pek dikkate almaksızın sadece safi bir nicelik bağlamında  korumaya çalışır. Tek bir kişi üzerinde yoğunlaşmış yani bireyselleşmiş şiddetli bir aşk tutkusu öylesine yüksek bir noktaya erişebilir ki tatmin edilmedikçe bu dünyanın bütün güzel şeyleri , hatta hayatın kendisi bile tadını ve önemini kaybeder. Bu durumda aşkın şiddet ve harareti, başka bir şeyinkine benzemeyen bir arzu haline gelir; dolayısıyla her türlü fedakârlıkta bulunacak ve eğer tatmini hiçbir türlü mümkün görünmez ise, çılgınlığa hatta intihara bile götürebilecektir.
Sf: 330
Aslında aşk, bir başka benzeri olmayan bir yanılsamadır ki insanın dünyada sahip olduğu her şeyi gerçekten kendisini başka herhangi birisinden daha fazla tatmin  etmeyecek bir kadını elde etmek uğruna feda etmesine neden olur. Burada asıl göz önünde bulundurulanın, bu sahip olma olduğu, tıpkı diğerleri gibi bu yüce duygunun da  peşinde olduğu şeyi elde etmesiyle birlikte elde etmiş olanların büyük şaşkınlığı karşısında kaybolmasından anlaşılır.
Sf: 331
Sevilen kimseye duyulan bu sınırsız hissiyat ve hayranlık, hangi türden olursa olsun ondaki manevi kusursuzluklara ya da genel anlamda gerçek nitelik ve üstünlüklere dayandırılamaz. Çünkü seven kimse, Petrarca’nın durumunda olduğu gibi, çok kere sevdiğini yeteri kadar tanımaz.
Sf: 332
Bu bakımdan Mateo Aleman’ın iki yüz elli yıldan beri tanınan Ouzmann de Alfarache  isimli romanındaki şu bölüm yeteri kadar ilgi çekicidir: “İnsanın birine aşık olması için  uzunca bir  zamanın geçmesi, derin derin düşünüp bir seçim yapması gerekli değildir, her iki tarafta da daha ilk bakışta belli bir yakınlık ve uyuşmanın hissedilmesi ya da günlük hayatta kanın kaynaması denilen ve genellikle yıldızların özel bir tesirinin yol açtığı şeyin gerçekleşmesi yeterlidir.”(III. Kitap, II. Bölüm, c.5, a.g.e.) Bundan dolayı ortaya çıkan bir rakiple veya vuku bulan bir ölümle sevilen  kimsenin kaybı, tutkulu bir aşkla seven bir aşık için bütün diğerlerini gölgede bırakan en büyük  keder ve acıdır, çünkü bu, onu bir kişi olarak etkilemeyip , essentia aeternası içinde yani burda özel iradesine ve hizmetine çağrıldığı türün hayatı içinde, üzerine hücum ettiğinden böylesine aşkın ve sınırsız tabiata sahiptir. Kıskançlık bu yüzden bu kadar acı ve azap vericidir ve bu nedenle sevilen kimseyi bir başkasına bırakmak zorunda kalmak fedakârlıkların en büyüğüdür.
Bir kahraman, hangi türden olursa olsun duygularını belli ederek zayıflığını göstermekten utanır, bunun tek istisnası aşkı için hissiyatını belli ederek ağlayıp sızlamasıdır, çünkü burada sızlayıp yakaran o değil türün kendisidir.
Sf: 334
Kökü aynı derecede yerine yatan sebeplerden ötürü, tutkulu aşkın amaçları söz konusu olduğunda insan hiç gözünü kırpmadan her türlü tehlikeye atılır, başka durumlarda yüreksiz olanlar bile  burada aslan kesilirler. Keza oyunlarda ve romanlarda aşlarının yani türün çıkarının savaşını veren iki genç aşığın , sadece bireyin gönenç ve mutluluğunu göz önünde bulunduran yaşlılara karşı zafer kazanmasını aynı duyguları yürekten paylaşarak okuruz. “Çünkü aşık bir çiftin mücadelesi, tür bireyden daha önemli olduğu için bize başka her şeyden çok daha önemli, zevk ve heyecan verici, dolayısıyla çok daha haklı ve meşru görünür.”
Sf: 335
Bir insanın aşkı, çok kere komik zaman zaman da trajik malzemeler sunar; çünkü aşık bu durumda tür ruhunun etkisi altında olduğundan hem onun tarafından yönlendirilir, hem de artık kendi kendisine ait değildir. Bu yüzden onun hareket tarzı, sıradan insanın davranışlarıyla uyumlu değildir.
Sf: 337
Çoğu zaman fevkalade akıllı ve üstün niteliklere sahip kimselerin şirret ve iblis kadınlarla evlendiklerini görür ve böyle bir seçimde bulunmanın onlar için nasıl olup da mümkün olduğunu anlayamayız, işte bunun izahı burada yatar. Ve bundan dolayıdır ki eskiler, aşkın gözünün kör olduğunu söylemişlerdir.
Sf: 338
İnsan, tutkulu bir aşk ile sevdiği kimseye aynı zamanda nefretin en koyusunu da duyabilir.
Sevilen kimseye duyulan nefret, zaman zaman o kadar ileri bir noktaya varabilir ki  aşık önce sevdiğini öldürür, ardından da kendi canına kıyar.
Sf: 340
“Kendinde akıl bulunmayanı akılla yönetemezsin.” (Terentius, Eunuchus, v. 57-58.)
Sf: 351
Din Üzerine
Bir Diyalog
İnanca yatkınlığın en güçlü olduğu dönem çocukluktur; bu yüzden insanlar öncelikle ve en fazla bu nazik dönemi ele geçirmek için her yolu denerler.İnanç öğretileri mucize hikayelerinden ve korkutmalarından çok daha fazla bu şekilde kök salarlar.
Sf: 356
Dinin ve onun inanç esaslarının yardımı olmaksızın devlet, adalet ve hukuk ayakta tutulamaz, adalet ve kolluk gücü hukuk ve düzenin tesisi ve idamesi için zorunlu tamamlayıcıları olarak dine ihtiyaç duyarlar: bu yanlıştır. Yüz kere de tekrarlansa yine  yanlıştır. Çünkü eskiler, özellikle Örekler bize vakalara dayalı çarpıcı ve etkileyici bir zıt örnek sunarlar, nitekim onlar bizim bugün din dediğimiz şeyin en küçük  bir parçasına bile sahip değillerdi. Kutsal metinleri yoktu, öğrenilip bellenecek, kabulü herkesten beklenen, ilkeleri genç yaşlarda belleklere kazınan dogmaları yoktu.
Sf: 363
İnsanların büyük çoğunluğu ister istemez, tüm insan soyunun ihtiyaç duyduğu sayısız şeylerin elde edilmesi için kaçınılmaz olarak gerekli olan ağır bedeni işlerde çalışmak zorundadır. Bu onlara eğitim, öğrenim veya düşünme için zaman bırakmamakla kalmaz, fakat salt bedensel ve zihinsel nitelikler arasındaki sert çatışma yüzünden, aşırı bedensel çalışma anlayış gücünü köreltir ve onu battal, atıl ve hantal hale getirir, dolayısıyla gayet basit ve somut meseleler dışında herhangi bir şeyi kavramasını imkansızlaştırır. İnsan soyunun en az onda dokuzu bu sınıfa dahildir.
Sf: 364
Tuhaf masalların, garip merasimlerin en kaba örtüsü altında küçük bir hakikat kıvılcımı nasıl da inatla ısrarla belli belirsiz ışıldamayı sürdürür, insanın aklı almaz. Bunun kaldırılması, her ne olursa olsun bir şeye bulaşması için bir kez değmesi yeterli olan, sonra onu artık bir daha kolay kolay bırakmayan misk kokusunu kaldırmak kadar zordur.
Sf: 372
Nihayet Avrupa dediğimiz şey bir Hristiyan devletler konfederasyonudur; Hristiyanlık üyelerinin her birinin temeli ve hepsinin ortak bağıdır. Bundan dolayıdır ki Türkiye, her ne kadar aynı coğrafi alan içinde yer alsa da, gerçekte Avrupa’nın bir parçası olarak kabul edilmez.
Sf: 373
İnanç  ve bilginin bir terazinin iki kefesine benzediğini, dolayısıyla biri yükselirken diğerinin alçaldığını her zaman gözlemleyebilirsiniz.
Sf: 380
Philalethes: Bir istatistikçi çıksa da bize önce her yıl ne kadar suçun dini, ne kadarının da başka güdülerle önlendiğini söyleyebilseydi keşke; ilkinin hanesine çok az bir şey yazılırdı herhalde.
Eğer bir kimse yoldan çıkıp da bir suç işlemeye meyletse aklına gelecek ilk şeyin(ceza kanunlarında) onun için belirlenmiş ceza ve askerlerce yakalanma ihtimali olduğu kesindir. Düşüneceği ikinci nokta saygınlığının karşı karşıya kaldığı tehlikedir; eğer yanılmıyorsam, dini mülahazalardan herhangi birisi aklının köşesinden bile geçmezden evvel, saatlerce bu iki engel üzerine düşünecektir. Onu suça karşı koruya bu iki  duvardan yakasını kurtarmayı gözüne  kestirirse eğer, tek başına dinin onu bu suçu işlemekten nadiren alıkoyabileceği görüşündeyim.
Sf: 381
Kişiyi suç işlemekten alıkoyan şey suçtan etkilenecek kimseye duyduğu yakınlık veya merhamettir ve bu onun yaradılışına bağlanmalıdır. Hakiki ahlaki saik ya da dürtü  budur ve bu hüviyetiyle o bütün dinlerden  bağımsızdır.
Sf: 383
“Bir an için, bütün ceza yasalarının halka ilan edilerek birden kaldırıldığını düşünün, öyle zannediyorum ki ne siz ne ben tek başına dini güdülerin koruması altında, hatta buradan, eve gidecek cesarete sahip olurduk. Buna karşılık benzer şekilde  bütün dinlerin asılsız olduğu ilan edilmiş olsaydı önceden olduğu gibi, korkularımızda ve güvenlik önlemlerimizde özel bir artış olmaksızın, tek başına  yasaların koruması altında yaşamayı sürdürürdük.”
Sf: 386
Elbette dinlerin tahtlar için payanda olarak faydasını düşünecek olursak bu tamamen farklı bir meseledir; çünkü Tanrı’nın lütfuyla bahşedildiği kadarıyla taht ve sunağın birbiriyle yakından irtibatlı olduğu açıktır. Dolayısıyla tahtını ve ailesini seven her akıllı kral halkının başında her zaman gerçek dini hissiyatın mücessem ve mükemmel örneği olarak görünecektir.  Nitekim Machiavelli, kitabının 18. Bölüm’ünde hükümdarlara dini hissiyatı desteklemelerini hararetle tavsiye eder.
Sf: 388
İnanç Ve Bilgi
Bilgi, inançtan çok daha sert ve sağlamdır, dolayısıyla eğer bu ikisi çarpışacak olursa inanç parçalanır.
Sf: 389
Vahiy
İnsanın payına düşen pek çok zor ve acı verici şey arasında nereden gelip nereye ve ne amaçla gittiğini bilmeksizin var olmak kolay hazmedilir şey değildir.
Sf: 390
Fakat her kim insan olmayan varlıklara varoluşla, soyumuzun ve dünyanın amacıyla ilgili özel bilgi verildiğini ciddi bir şekilde düşünebiliyorsa henüz koca birer çocuktan başka bir şey değildir.
Ne var ki genellikle insanlar zayıftır ve kendi akıllarına güvenmektense doğaüstü kaynaklara sahip olduklarını iddia eden başkalarına güvenmeyi tercih ederler.
Sf: 403
Hıristiyanlık Üzerine
Güvenilir bir kaynaktan işitmiştim, bir cemiyet hayvanların insanların vahşilik ve gaddarlıklarına karşı korunması için vaaz talebinde bulunması üzerine bir Protestan din adamı şu cevabı vermiş: dünyadaki en büyük iyi niyet ve en iyi iradeyle bile bu konuda bir şey yapamam, çünkü bu konuda din buna hiçbir destek sunmuyor. Adam dürüst ve haklıydı.27 Kasım  1852 tarihli bir genelgede Münih’te hayvanlara sağladığı koruma nedeniyle övgüye değer bir cemiyetse, gayet iyi niyetle, Kitabı Mukaddes’ten “hayvanlara saygıyı buyuran düsturları” iktibas etmeye çalışmış ve şunları zikretmiştir: Meseller, 12:10; Vaiz 7: 24; Mezmurlar 147: 9; 104: 14; Eyüp 38:41; Matta 10: 29. Takat bu, bizim sayfalan açıp bakmayacağımıza güvenen sofuca bir hilekarlıktan başka bir şey değil; ilk sırada zikredilen pek iyi bilinen pasaj, her ne kadar zayıfsa da, konuyla ilgili bir şeyler söyler. Diğerleri, doğru, hayvanlardan söz eder, ama onlara saygıdan değil. Bu ilk pasaj ne söylüyor? “Doğru kişi hayvanının hayatını gözetir.” “Hayatı gözetir!” Ne ifade ama? Günahkâr ya da suçlu birine karşı merhametli, fakat çoğu kez  efendisinin sayesinde ekmeğini kazandığı ve karşılığında da samandan başka bir şey görmeyen günahsız sadık bir hayvana karşı  değil. Gerçekten merhametli!
Sf: 404
Bu yüzden hayvanların korunması kolluk güçlerine ve bu amaçla kurulmuş olan cemiyetlere kalmaktadır, fakat ağızları dilleri olmayan ve  yüzlerce vahşet tablosundan zar zor birinin gün ışığına çıktığı, ayak takımının bu yaygın vahşiliğine karşı, özellikle cezalar da çok hafif olduğu için, bunların elinden çok az şey gelmektedir. İngiltere’de kırbaçlama yakınlarda  telaffuz  edilebilmiştir  ve bu ceza bana gayet uygun bir cezalandırma yöntemi olarak görünmektedir. 
Sf: 406
Dünya bir makine parçası, hayvanlar da bizim kullanımımız için üretilmiş eşya değildir.
Her ne kadar İngiltere’de de vejetaryenler var ise de, hayvani gıdaya ihtiyaç duyduğu ne yazık ki doğrudur. Fakat yediğimiz hayvanların ölümü kloroformla bayıltmak suretiyle ve ölümcül noktadan en hızlı ve keskin darbeyle olabildiğince acısız gerçekleştirilmelidir.
Sf: 407
Ne yazık ki teşrih için en sık alınan hayvan ahlaken bütün hayvanların en soylusu ve ayrıca yüksek derecede  gelişmiş  sistemi nedeniyle acıya en fazla duyarlı hale gelmiş olanı, yani köpektir.
Sf: 410
Akılcılık
Hıristiyanlık böylelikle kendisinin kötümser olduğunu gösterir ve dolayısıyla Yahudiliğe ve onun  hakiki mirasçısı olan İslam’a taban tabana zıttır; buna karşılık Brahman dini ve Budacılık ile yakından ilişkilidir.
Sf: 412
Dinler cehaletin çocuklarıdır ve analarından uzun ömürlü olmaları beklenemez. İskenderiye kütüphanesini yaktırdığında Halife Ömer aslında  bunu anlamıştı ve o aman bunun için şu savunmayı yapmıştı: kitapların içindekiler ya Kuran’da zaten mevcuttur ve dolayısıyla fuzulidirler, ya yoktur, bu sefer de lüzumsuzdurlar. Bu gerekçenin budalaca olduğu kabul edilir. Demek istediği şuydu: Eğer bilimler Kuran’ın ötesindeyse dinlerin düşmanlarıdır ve bu yüzden müsamaha gösterilmemelidir. Şayet Hıristiyan yöneticiler Halife Ömer kadar zeki oluş olsaydılar Hıristiyanlık için çok daha iyi olurdu. Ne var ki insanları Ortaçağ’da bulundaları noktaya geri götürmek için vakit  artık çok geçtir; bunun için bütün kitaplar yakılsa, akademiler lağvedilse, pro ratione voluntas üniversitelerin iliğine işlense de boştur.  Çünkü bir avuç gerici ile hiçbir şey yapılamaz; bugün bunlar bize hırsızlık yapmak için ışıkları söndürenlere benzer görünüyor. Çünkü inkar edilemez derecede aşikar ki milletler yavaş yavaş akıllarından inancın boyunduruğunu silkip atmayı geçiriyor; bunun belirtileri her  yerde görülmektedir, her ne kadar bunlar her bir ülkede farklı bir kılığa bürünmüş ise de. Bunun nedeni aralarında yayılan bilginin çokluğudur. Her gün artan ve her doğrultuda gittikçe daha geniş bir alana yayılan her türden bilgi bulunduğu yere veya duruma  göre herkesin ufkunu genişletmektedir ve bu sonunda ister istemez öyle bir büyüklüğe erişecek ki Hıristiyanlığın iskeletini oluşturan mitoslar ürküp sinecekler, dolayısıyla inanç artık onlara tutunamaz olacaktır. Din insanlığa tıpkı çocukluk elbiseleri gibi küçük geliyor; onu durdurmanın yolu yoktur; elbiseler sökülüp patlamaktadır. Aynı kafada inanç ve bilgi birbiriyle uyuşmaz; onlar tıpkı bir sürü içindeki kurt ve koyun gibidir ve kuşkusuz bilgi komşusunu yemekle tehdit eden kurttur. Dinin can çekişirken kendisini anası olarak göstermek istediği ahlaka sıkı sıkıya tutunduğunu görüyoruz; fakat bunun da faydası olmayacaktır. Hakiki ahlak ve ahlaklılık dine bağlı bir şey değildir, her ne kadar her din bunları yaptırım gücüyle pekiştirip güçlen diriyorsa da. Başlangıçta orta sınıfların zorlaması ile ortaya çıkan Hıristiyanlık bir toplantı kurumu olarak  göründüğü en alt sınıflara ve  bir siyasi mesele olduğu üst sınıflara sığınmaktadır; fakat burada Goethe’nin sözünün geçerli olduğunu  aklımızdan çıkarmayalım. “Maksat sezilir ve düzen bozulur.”
Sf: 414
Greklerin ve Romalıların, bu dünya güçlerinin dinlerinin yerinde bugün yeller esmektedir. Ama buna karşılık bu aşağılık küçük Yahudi soyunun dini korunmuştur ve benzer şekilde Zend kavminin dini de Zerdüştiler arasında korunmaktadır. Halbuki Keltlerin, İskandinavların ve Eski Almanların dinleri kaybolmuştur. Ne var ki gerek Brahman  gerekse Budi dini varlığını  ve gelişmesini sürdürmektedir; bunlar bütün dinlerin en eskisidir ve her birinin tam ve tafsilatlı metinleri vardır.
Sf: 423
Panteizm Üzerine
İlk ve tarafsız bir noktadan bakıldığında bu dünyayı bir Tanrı olarak görmek asla kimsenin aklına gelmeyecektir.
Çıplak bendenlerinde günde ortalama altmış milyon kırbaç şaklaması duyulan altı milyon zenci köle, açlık ve yoksulluğa katlanan ya da havasız bodrumlarda, tavan aralarında yahut sıkıcı ve kasvetli imalathanelerde dermansız takatsiz, kuru ve anlamsız bir hayat süren üç milyon Avrupalı dokuma işçisi biçiminde ve daha pek çok başka formda bu sefalete tanık oluyoruz söz gelimi. Bir tanrı olarak tamamen farklı bir şeye alışmış olması gereken bir varlık için ne eğlence ama!

Doktrin: “Gerçeğin, gerçek olmaktan gelen bir gücü vardır.” – Arthur Schopenhauer