Paramız Yok Tatlım, Ama Hiç Olmazsa Yağmurumuz Var
çok kötü karnım ağrıyordu
altında yürüdüğümüz ağaçlar bile
ağaca değil de
ağaçtan başka her şeye
benziyordu

defterimin dürüldüğü, acılarla dolu bir ev.

*

Bukowski’nin “görünmez tavuk” la pişirildiğini söyleyerek dalga geçtiği çorbalar içiyorlardı.

Ağzımı açıp bir cevap veremedim. Aramızda bir mesafe vardı. Çok uzun bir mesafeydi.
Kız, ortadan kaybolmuş, artık orada olmayan, artık yaşamayan biriyle konuşuyor gibiydi.

Çılgın bir duygusallığı vardı, sanki başkalarının bilmediği bir şeyler biliyor gibiydi.

Barbara, kendine bir sevgili buldu ve kocasını, kendine manevi baskı yapmakla suçlayarak boşanma davası açtı. Onun bu suçlaması, hatalarını bilen, ancak her şeye rağmen karısına iyi davranan Bukowski’yi çok kırdı.

*

Ve zengin karısından ayrılırken,
“Banka Çekine Tekmeyi Savurduğum Gün” adlı şiiri yazdı.

Anne babası öldükten sonra, yitirme ve ölüm duygularını tatmış oldu ve daha karamsar, daha gerçekçi eserler üretmeye başladı.

O kadar üzgün bir insan çok az görmüşümdür. Sürekli ağlıyor ve içiyordu, dünyası yıkılmıştı.

Bluzları, etek ve ceketleri… Bedeninin biçim ve hareket kazandırdığı cansız kumaş parçaları.

Hayatı, uzun vadeye yaydığı intihar planının bir parçasıydı.

Ağaçlarda tüneyen kuşları seyrederek geçirdiği kederli günlerden biriydi.

Jane’in sarı bornoz bir çelenk gibi dolap kapısında asılıydı.
Sinekler içeri girmek için penceredeki telde bir delik arıyordu harıl harıl…

Bir silah deposunun alt katında yaşıyor gibiyim. (Alt komşusu, Bukowski’nin daktilosundan bahsediyor.)

Bir şeyler yaz bana. Belki yazacağın bir tek sözcük hayatımı kurtaracak!..

Eserlerinde öykü dışında kullandığı “imgeler dizisi” yöntemi ile aklına geleni satır satır yazıyordu.

Bukowski, aşkını dile getirmekte güçlük çekiyordu. Daha çok olumsuz duyguları konu alan şiirler yazıyordu. Olumlu duygulardan bahsetmek onu gerçekten uyandırıyordu.

FrancEyE kendini hayır işlerine verdi, Bukowski ise tüm bunların zaman kaybı olduğunu düşünüyordu.
Bukowski’ye göre, bütün insanlığı kurtarmaya çalışmasıyla kazanma şansının mümkün olmadığı bir mücadeleye girmişti.

Ona göre kartondan yapılmış tiplerdi.

Ömrünün bir daha böyle güzel bir şey görmeye yetecek kadar uzun olmadığından korkuyordu.

Çalıştığı sırada FrancEyE’dan sessiz olmasını istemezdi, ama bir gürültü duyduğunda da gelir, bağırır çağırırdı.
Bu yüzden FrancEyE, Marina’yı ağlatmamaya çalışır, radyoyu bile açmaya korkardı.

Bukowski, baskı altında şiir yazarsa eserlerinin “gazeteciliğe” dönüşmesinden korkuyordu.

Genç ve tecrübesiz bir insanın kendini savunurken aşırıya kaçıp kendine zarar verecek duruma düşmesi gibiydi.

Kızı Marina:
“Ben her zaman kendimi babama daha yakın hissettim. Davranışları ve sözleriyle beni her şeyden çok sevdiğini daima belli etti. Çocukluğuma ait en büyük mutluluğun bu olduğunu düşündüm hep. Bu o kadar güçlü bir temeldi ki, ilerleyen yıllarda hayatla ilgili her şeyin yoluna girmesini sağladı.”

*

Küçük Bir Atom Bombası
o, küçük bir atom bombası verin bana
fazla büyük olmasın
küçük bir şey
yoldaki atı öldürecek kadar
ama yolda da at yok ki

peki o zaman vazodaki çiçekleri devirecek kadar bir şey olsun
ama hiç göremiyorum
vazoda çiçek
miçek
peki öyleyse
sevgilimi korkutacak bir şey olsun
ama bir sevgilim de yok ki benim

pekala
bir atom bombası verin o halde
küvetimde silip ovalayabileceğim
kirli ama sevimli bir yumurcak gibi

(küvetim var işte)

küçük bir bomba, sıradan bir şey,
küçük basık burunlu
pembe kulaklı
temmuz ayında kokan
iç çamaşırları gibi

*

Bukowski’nin şiirleri aslında düz yazılarında geçen hikayeleri anlatır.
Bukowski’nin tek yaptığı, “yalın dizeleri birbiri ardına sıralamak” ve içlerine biraz gülmece unsuru katmaktı.
Çünkü, “yaratıcılığın tamamen ciddi olamayacağına, yoksa insanın uykusunu getireceğine” inanıyordu.

*

Kalabalığın Dahisi
cinayet işlemekte en usta olanlar
cinayete karşı olduklarını söyleyenlerdir
ve nefret etmekte en usta olanlar
sevgi’ye övgüler yağdıranlardır
ve nihayet savaşmakta en usta olanlarsa
övgüler yağdırıp duranlardır
barışa

Savaş karşıtı mesajlar yayınlıyorlar ve uyduruk espriler yapıyorlardı. Başkanlık seçimlerine domuzlar da katılsın, diyorlardı. Neresi komikti bunun? Ama onların hoşuna gidiyordu. Bense sıkıntıdan patlıyordum.
Dünya görüşü günlük yaşamla ilgili sorunlarla belirleniyordu. Fakat, sonuçta o da kirasını denkleştirmeye çalışan bir postane işçisiydi; Vietnam’la veya pop müzikle, ip boyasıyla boyanmış tişörtlerle ya da insan hakları hareketleriyle ne ilgisi olabilirdi ki?

Neal hakkında sevimli şeyler yazacaktı:
yerinde duramayan
ufak tefek
sonsuz ışıkla aydınlanmış
içinde hiçbir nefrete yer olmayan
yüreğinden geldiği gibi davranan bir adamdı

Yorumlarında pek iyi davranmıyordu:
Bir işe yaramaz yavrum
veya
Boşversene! gibisinden aşağılayıcı sözler yazıyordu.
Bukowski, hoşuna gitmediği şiirleri sahiplerine postalarken üzerlerine bira döküyor ya da yumurtaya bulayıp öyle zarfa koyuyordu. 🙂

Günler, tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misaliydi…
Postane istifası sonrası:
Kafeste yaşarken kapıyı açmanın bir yolunu buldum ve uçup gittim, gökyüzüne doğru sıkılmış bir kurşun gibi…

Bukowski’nin romanlarındaki başarısının sırrı, çektiği acıları bile alaycı bir dille anlatmış olmasında gizlidir.

Bazen dünyayı yalnızca sen anlayabiliyormuşsun gibi konuşuyorsun. İçindeki acıya müthiş bir ilgi duyuyorsun.

Sürekli canımı sıkıyordu. Kavga etmek onun için bir ihtiyaçtı.

Linda ile kıyaslandığında Jane de dahil hayatındaki bütün kadınların kum tanelerinden farksız olduğunu anlattı.

Senin o çarpık çurpuk aletine bayılıyorum.

*

Sodomi: Anal seks
Avangart: Öncü
Müteveffa: Ölmüş
Şıpınişi: Kolayca ve çabuk yapılan
Şoven: Irkçı
Formel: Biçimsel
Katatoni: Uzun süre hareketsiz kalma; donma, pause
Spiritüel: Ruhsal
Nahif: Hassas
Siymek: İşemek (Kedi, köpek)

*

Hiçbir erkeğin kadınını kıskanma. İlişkilerinin gerisinde bir cehennem yatar!

Bukowski p*çi!
Bana Liza’nın orasını nasıl öptüğünü, onun soluk soluğa kaldığını yazacağını nasıl bildim ama! Beni dinle lağım çukuru kılıklı herif, Liza’nın nasıl titrediğini duymak istemediğimi sana son kez bildiriyorum, ona göre!..

Bekle, birazdan sana mor şalgamımdan vereceğim.

B*ktan bir tekne gezintisi… Kim saçma sapan bir tekne gezintisine çıkmak ister ki?!.

Bence iyi bir yazar ya da sanatçı olmak için toplumdan olabildiğince uzaklaşmak gerekir.
Hem topluma ayak uydurup hem de sıra dışı şeyler söylemeniz olanaksız…

Kocası öldükten sonra kendisine sarkan Bukowski’ye söylüyor:
“Bedeni soğumadı daha, piç herif!”

Marina (Kızı):
“Beni anlayan ve her şeyi anlatabileceğim biri olduğunu bilmek ve onun da beni çok iyi anladığını hissedebilmek çok güzeldi. Yanındayken kendimi mutlu ve güvende hissediyordum.”

Bukowski, Linda’nın kızı Clarissa ile iyi geçinemiyordu.
Clarissa:
“Senden nefret ediyorum. Defolup gitmelisin. Sen çok çirkinsin ve kocaman kırmızı bir burnun var.” diyordu.
Bukowski:
“Bu çocuğa bayılıyorum. çevremde gördüğüm en dürüst insan.” demişti.

Ayık olduğu zaman çok kibardı. Ama sarhoş olduğunda içine şeytan giriyor ve kumandayı eline alıyordu.

Hayranlarından aldığı mektupların bazıları, onun seks ve ilişkiler hakkında bu kadar dürüst davranmasından etkilenen kadınlardan geliyordu.

Farkındaydı…
Birinin hakkında bir şey yazıyorsun, ve yazdığın kişi ölüyor. Bu bir sorumluluktur.

Aydınlığı bile gölgede bırakacak, iki bin yıllık bilgeliğe sahip gerçek bir dahi geliyor ve bu piç kurularına aldırmıyor bile.

Burada oturup böyle b*ktan sorulara cevap vermek zorunda mıyım? Ben komedyen ya da palyaço muyum?

Rolling Stones rock konserini yorumlaması gereken bu yazısında at yarışlarına geniş yer ayırmış ve Beethoven dinlemenin Mick Jagger’ı dinlemekten çok daha keyif verici olduğunu belirtmişti.

*

Bukowski, böyle bir öykü yazmış olmasını (çocuk tecavüzü hayali), bir tecavüzcünün zihnine girmeye çalışmak ve erkeklere, akıllarına bile getirmek istemedikleri bir yönlerini hatırlatmak olduğunu söylemişti.

Çoğu kez yazmak için aklına bir şey gelmediğinde başka bir kaynaktan ödünç alıyor ya da çalıyordu.

Kızlardan biri köpek balığı gibi seksi ve alımlı, diğeri sevimliydi. Keşke senin karakterini alıp onun vücuduna sokabilseydim, dedi.

Hank’e bağlanmamın asıl nedeni kendime bir baba aramamdı.

Onu her gördüğümde daha da güzelleşmiş buluyordum.

Aramızda gerçekten bir aşk ilişkisi vardı. Ama sonra araya başka kadınların girmesiyle yavaş yavaş azaldı ve sonunda geriye hiçbir şey kalmadı.

*

zafer o kadar yakındı
zafer hemen oradaydı

derken sabah uyandım
ve gidip tuvalete kustum
ve ardından tıraş oldum…

görüyor musun, senin yazdıklarını ben de yazabiliyorum, hatta daha iyilerini.
Cupcakes

*

Kızıl saçlarının çevrelediği başının altından türlü şeytanlıklar çıkıyordu.

Kitabı tozlanıp, sayfa kenarlarının kıvrılacağına aldırmadan bir köşeye attı.

Telefonun her çalışında bahse girdiği atın finiş çizgisine yaklaştığı sırada duyduğu heyecanın aynısını duyuyordu. Ama bir türlü birinci gelmiyordu o at!

Verandada Hollandalı, sarışın, on sekiz yaşlarında, blucin ve atlet giymiş iki kız oturuyordu. Yapraklara yeni düşmüş çiy taneleri gibiydiler. Görseniz, daha önce ağızlarından bir tek kötü sözcük çıkmamış sanırdınız. Hank’i sordum, uyuduğunu söylediler. Orada ne yaptıklarını sorduğumda, onunla yatmak için beklediklerini öğrendim. Sanki Disneyland’daki makinelere binmek için sıra bekliyor gibiydiler.

İpteki bir maymun gibi oynuyordu onunla.
Kendimizi en eski ve en heyecan verici oyuna kaptırmış gidiyorduk.

“Çinli fahişe elbisesi” adını taktığı elbisesini giyecekti. Elbise buruşuktu ve ütü istiyordu. Ama evde ne ütü ne de ütü tahtası vardı. Kızartma tavasını ısıtmaya karar verdi.
“Böyle bir şeyi ilk kez görüyorum,” dedi, Bukowski, Amber giysiyi yakıp ilk deliği açtığında…

Bukowski, buraya pek çok kadınla birlikte geldiğini, garsonun kendisini p*zevenk sandığından şüphelendiğini söyledi.

Ay ışığında yaşlı suratını kadının bacak arasına soktu.

Topuklu ayakkabıyı pantolonunun önüne bastırdı ve dans ederek onunla sevişmeye başladı.
Kaltak, beni sevmiyorsun, deyip ayakkabıyı odanın ortasına fırlattığında jane kahkahalara boğuldu.
Her gün yapacak bir komiklik buluyordu. İçinde sonsuz bir yaşama sevinci vardı, neşeliydi.
Her zaman komik görünmeye, yorumlar yapmaya bayılıyordu. Tam bir komedyendi.

Tavrı şöyleydi:
Bir şeylerin sözcülüğünü yapmak yerine kendini ve başından geçenleri anlatmayı seviyordu.

Yarattığı izlenimi sürdürmek onun için çok önemliydi.

Salak orospu çocuğu, ne bok soracağını da bilmiyor musun?!
(Heyecandan konuşamayan hayranına…)

Yüzlerce dinleyici karşımdaydı, beni görmeye, dinlemeye gelen bütün o insanlar…
Bir mucize görmek istiyorlardı, sihirli bir şey. Kendimi zayıf hissettim. Keşke şimdi bir yarışa gitmiş olsaydım; ya da evimde uzanmış içkimi içiyor, radyo dinliyor ya da kedimi besliyor olsaydım…
Yani başka bir şey olsun da ne olursa olsun… Uyumak, arabamın benzinini doldurmak, hatta dişçime gitmiş olmaya bile razıydım. Linda’nın elini tuttum… korkuyordum!..

Dinleyiciler arasında sanki bir zeka özrü varmış gibi sürekli bağırıp çağıran bir adam vardı.
Bukowski böyleleri ile nasıl uğraşacağını iyi biliyordu:
“Sen daha burada mısın? Annen biberonunu ısıtmış evde seni bekliyor.”
Kahkahalar koptu. 🙂

A. koyduğum, dedi bana, işe ihtiyacın yok ki senin!
A. koyduğum, dedim ben de, paraya ihtiyacım var ama!

Ama Bukowski’yi bağışlamıştı. Öyküyü daha ilginç hale getirmek için üzerinde oynaması gerektiğini biliyordu.
Ne anlatacaktı ki, iki medeni insan gibi oturup gayet aklı başında konulardan bahsettiğimizi mi?

Bana onun dışında tüm insanlar kum tanelerinden farksız geliyordu.

Çöplükte altın bulmuş gibiydim.
(Toza Sor – John Fante kitabıyla kütüphanede ilk karşılaşması…)

Komşuları her sabah işe gidip çalışırken onun meyve ağaçlarının altında yatması çok hoştu.
Postanede geçirdiği gecelerden, hamam böceği dolu evlerde kaldıktan sonra böyle bir evde oturacağı kimin aklına gelirdi?

Bukowski’nin çıkışının komik olduğunu ve bu olayın sonunda güçlenen tarafın kendisi olduğunu düşünüyor.

Bukowski’ye göre Gazzara, kabız olmuş ve klozette içini boşaltmayı bekleyen biri gibi ıstırap dolu gözlere sahipti.

Bir garsona bomboş bir suratı olduğunu söyledi.

*

Deniz Kızı
5 ya da 8 yaşında bir kız gibi göründün gözüme
suyun içinde nasıl da keyifliydin
Linda Lee.
sadece o anın değil
o ana dek yaşadığım bütün anların özüydün sen
fildişi küvette banyo yapıyordun keyifle
ama söyleyecek hiçbir şey bulamadım
o an sana.

*

Ne kadar üretken olursa olsun, gece gündüz durmadan yazamayacağına göre, at yarışlarına gitmek onun vakit geçirmek için izlediği bir tür eğlenceydi.

Kaybeden atlara “salam” adını takıyorlar, biletleri ya konfeti gibi ufak ufak yırtıyor, hatta o kağıt parçalarını yiyorlardı bile.

Genelde öykülerini yazarken Beethoven dinliyordu.

Porno dergilere çok garip öyküler yazıyordu. Üç adamın bir domuzla cinsel ilişkiye girdiği öyküsü hustler tarafından bile sert bulunup reddedildi.

Kötü hissediyorsanız ve birisi de hiçbir şeyin kötü olmadığını söylüyorsa, kendinizi daha da berbat hissediyorsunuz.

Gould; Bukowski’nin, tanıştığı ünlü kişilere tamamen normal kimselermiş gibi davrandığını söylüyor.
Bukowski, film yıldızlarıyla tanıştığında fazla heyecanlanmıyordu. Çünkü, aslında onların yaptığı işe pek değer vermiyordu.

Mickey Rourke,
“Bukowski’nin çok garip bir konuşma tarzı vardı, sanki kendi kendine konuşuyor ve başkalarının ne dediğini anlayıp anlamadığına zerre kadar önem vermediği bilinsin istiyordu.”

İnsanın kendini olduğu gibi görmesi bazen acı vericidir.

Altmış yaşındaydı ve bütün bunlara rağmen sağlığı altmış yaşındaki bir adamın sağlığından daha kötü durumda değildi.

Şişeyi elime almak bile gelmiyordu içimden. İçki içmek istemiyordum. O yüzden içkiyi bırakmak benim için büyük bir fedakarlık olmadı.

Bukowski, Apple Macintosh hediyesini görünce…
Kızı Marina:
“Tam beklediğim gibi… beni dinliyor görünüyor, ama makineyi kurcalamak, nasıl çalıştığını kendi başına öğrenmek için can atıyordu.”

Her zaman üretken bir yazar olmuş, yirmi yıl içinde kırktan fazla kitap yazıp tamamlamıştı.

Bukowski, en iyi şairlerin çok kısa, en kötülerininse yazabildiğince çok şiir yazmış olduklarına dikkat çekiyor, ama mükemmel olmaya çalışırsa da tıkanıp kalacağını düşünüyordu. Yapması gereken şey durmadan yazmak ve elemeyi başkalarına bırakmaktı.

Pek çok kez beş parasız kaldım, uzun bir süre aç dolaştım ve paranın değerini anladım. Çok değerli bir şey, para. Bir büyü!.. Alabileceğimin hepsini alırım. Umarım bir daha yemek bulamayacak kadar parasız kalmam!..

Bu insanlar onun kitaplarını okuduklarını söyleseler de yazdıklarından hiçbir şey anlamamış oldukları ortadaydı.

Geçirdiği en iyi noel Philadelphia’daydı. Kimseyi görmemiş, kepenkleri indirmiş, kafayı vurup yatmıştı.

Bir akyuvar değişime (metamorfoz-başkalaşım) uğrayıp bölünerek çoğalmış ve hastalığı vücudunun her tarafını sarmıştı. Hastalığın diğer adı adı kanserdi.

Bukowski, kanserin azalmaya başlamasının verdiği hevesle alkolü tamamen bıraktı ve yalnızca bitki çayı ve soda içmeye başladı. Canının hiç içki çekmediğini fark etti. Sonra sigarayı da bıraktı.

Pulp kitabındaki dedektifin konuşması ve davranışları elbette benim. Bunlardan kurtulamadım.

Ardından, daha fazla yazacak gücü kalmadı. Bunu görmek korkunçtu; deha karşımızdaydı, ama bedeni iflas ettiği için hiçbir şey yapamıyordu!

Ölüm haberini duyan yayınevi sahibi John Martin:
“O an bir insanın öldüğüne inanmıyorsunuz. Elimde, o öldükten sonra bile beni birkaç yıl idare edecek kadar malzeme vardı, ama aynı şey değildi. Bir daha onunla asla her gün konuşamayacaktım.” diyordu.

Marina’nın babasıyla arasındaki bağlar çok güçlüydü.
“Bir derdim olduğunda ne yapacağımı iyi biliyordum. Mutlaka bir çare bulacağından emin olduğum için hemen ona gidiyordum.
Yetişkin hayatımda yıllardır sorunlarımla kendim başa çıkabildiğim ve her şeyi çok iyi başardığım halde ölümünün ardından onu özlemeye başladığım zaman bir şeyin de farkına vardım:
Zihnimin her köşesine yerleşmiş olan güven duygusunu yitirmiştim!
Her şeyin yolunda gideceğinden emindim, ama onu arayıp yardım alabilseydim hayat çok daha güzel olacaktı.”

*

Yeni Bir Savaş
düşünüyorum da ben gittikten sonra
başkaları için daha başka günler olacak,
daha başka geceler.
köpekler gezinecek, ağaçlar salınacak
rüzgarda.

benden geriye çok bir şey kalmayacak.
okunacak birkaç şey belki.

yol kenarında bitmiş bir yabani
soğan.

karanlıkta Paris

Doktrin: “Sevmeyi falan değil, yalnızlığı öğren! Çünkü en çok ona ihtiyacın olacak.” – Charles Bukowski