Metal yanığı kokan sanayide iki yüz metrekarelik tamirhanede lpg montajı yapıyoruz.
Beyaz bir Bmw X5 homurtularla havayı yararak içeri girdi.
Yakıt göstergesi çalışmıyordu.
Şoför, açık mavi kot giymiş dar omuzlu, mor dudaklı bir tipti.
Suratında ergenlikten kalma sivilce çukurlarıyla Scarface’teki Omar‘a benziyordu.
Araca binince yan koltuktaki kadını fark ettim.
Gri yakalı siyah bir gömlek giymişti.
Sarı dalgalı saçlarıyla can yakan, ısırıcı bir güzellikti.
Gayriihtiyari adama bakarken çatılmış kaşıyla kadına işaret ettiğini ayrımsadım.
Beni görünce boynunu sağa sola kıvırdı ve havaya iki görünmez yarım ay çizdi.
Kadın sarsak hareketlerle arabadan çıktı ve duvara yaslandı.
Kıskanç ya*şak herkesi utandırmıştı!

Komütatör arızasını çözdüm ve aracı gönderdim.
Elbette kadın bu zımpara surattan binlerce bulabilirdi;
adam ise bu kadınla hayattaki tüm şanslarını kullanmıştı.
Adamda olmayan her şey kadında vardı,
kadında olan hiçbir şey adamda yoktu!

*

Akşamüstü iki kişi çürük kırmızı Desoto’yu ittirerek servise soktular.
Hurdası çıkmış kamyonetten Haydar Abi ve saçları at kuyruğu bir genç indi.
Elli yaşlarında, çoğu siyah kaşlarının arasından balık kılçığını andıran şeffaf beyaz kıllar fışkıran bir adamdı.
Çürük fındık kahverengisi gözlerinin altında belirgin göz çukurları sanki kırk yılda seksen yıl kadar görmüş ve çile çekmiş bir görüntü çiziyordu. Geniş çene kemikleriyle demiri ısırsa kırabilecek gibi görünüyordu. Kirli sakalıyla öyle bakımsızdı ki burun ve kulak kenarlarındaki temizlenmemiş kılları net seçebilirdiniz.
Kağıt toplayarak geçimini sağlardı.
Nefsini terbiye etmiş, mala mülke kıymet vermemiş, eline geçeni de şuna buna dağıtmış bir insandı.
Kamyonetin arızasını çözemedik.
Beni Fakirhane’lerine davet ediyorlardı.
Bir taksi çevirip geçtik.

Şehrin lağımlarının aktığı bir köprü altında, teneke ve kartonlarla örtülü bir yerdi.
Yerde kirli minderler, ağaç yaprakları, pet şişeler vardı.
Ellerimizde biralar ilk aklıma gelen soruyu sordum.

Buraya nasıl düştünüz:
Eski kitaplar bastıkları büyük bir yayın şirketi varmış. Ortakları kazık atınca sokaklara düşmüş.
Bir fotoğraf gösterdi:
Paul & Shark kırmızı tişört, ağzında puro, sol kolunda gri bir Rolex vardı.
– Onlardan öcümü almak için plan yapıyorum. Ama,
Tizi reftar olanın payine damen dolaşır.
Erişir menzil-i maksuduna aheste giden.” dedi.
– ?
– Yani acele etmeden plan yapmalıyız. Sen bu işte var mısın?
İşaret parmağımla kafamda daireler çizdim.
Düşünmek istediğimi anladı…
Anlattığına göre küçüklüğünde tarikat okullarında büyümüş.
Din öğretmeni olmuş, mesleğini bırakmış ve ticarete atılmış biriydi.

Havanın tam kararmadığı ışıkları yaksak da tam aydınlık sağlayamadığımız o belirsizlik anındaydık.
Sonra zamanın normalinden daha yavaş aktığını fark ettim.
Babası öldüğünden beri ihtiyar erkekleri çok seven, onlara acıyan insanlardan mı olmuştum?

– Bir gün Resulullah Efendimiz Mekke’ye giderken yolda bir karıncaya rastlıyor.
Ne yapıyorsun? diye soruyor. Karınca, Mekke yangınına atfen ağzındaki suyu gösteriyor.
Efendimiz, koskoca Mekke yangınını bir damlayla ne kadar söndüreceksin? deyince, Karınca,
“Ne kadar olursa?” diyor. Nasıl bir hikaye?

Şaşırmıştım. Şaka mı yapıyor diye gözlerine baktım.
– Hayatımda duyduğum en iyi hikaye bu olabilir abi! dedim.

İlk sokaklara düştüğünde son parasıyla üç poğaça almış.
Gazetede meteorolojiye göre üç gün yağmur yağacakmış.
Hazreti Musa’nın yerden su fışkırtması gibi şehir sele, suya boğuldu.
Ve ben üç gün o poğaçaları yedim. Kağıt toplamam imkansızdı.

Diğer çocuk arkadaki yırtık süngerde uyukluyordu.
Sonra her kandilde mahalledeki çocuklara püsküğüt dağıttığından söz etti.
Dört aydır kimseyle yatmadığını, 31’i de tasarruf olsun diye haftada bire düşürdüğünü anlattı.
Nefis terbiyesi mi, cimrilik mi, diye soramadım.
– Evimiz burası işte görüyorsun. Düşmanlarım bana kazık attı,
neyse ki büyük oyunu bozduk Allah’ın izniyle. dedi.
– Abi g*tüne göktaşı mı düşecek, ne olacaktı ki? dedim.
– Olsun şükret! Ben pek nazar alırım ama sevenlerimin duası beni korur… dedi.

Üstümüzden gürültülü arabalar geçiyor, sinekler her yerimizi ısırıyor, sokak lambası ışığı gözümüzü alıyordu.
Şehirler güzeldi ama altlarından kanalizasyon akıyordu…

Akşam Berk ile dışarı çıkacaktık.
Aracını yaptırmaya ilk geldiğinde havasını söndürmek için işi yokuşa sürmüştüm.
O alttan aldıkça merhamete geldim. 🙂
Sonra iyi arkadaş olduk ve bir aydır görüşüyorduk.

Her gün farklı bir arabayla geliyordu.
Ne iş yaptığını bilen yoktu.
Benden kısa boylu, zıplayarak yürüyen, neşeli bir tipti.
Sol yanağında iri bir ben, sağ kolunda akrep dövmesi vardı.
Genelde gömlek giyer, ilk iki düğmesini koparırdı.
Boynunda zincir, ucunda pırlanta ay yıldız taşırdı.
Delik kulağında küpe yoktu.
Gri bir X5 kapıya yanaştı. Zamanın en iyi arabasıydı.

Sahilden usul usul akıyorduk.
Güneş, batarken tonlarca şampanya denizi yıkıyordu.
Kızıl mavi perdeler gök kubbeyi serin geceye hazırlıyordu.
Radyoda, Iggy Pop – The Passenger çalıyordu.
Kalabalık bir restorana yanaşıp aracı teslim ettik.
Bizim için hazırlanan köşedeki masaya geçtik.
Yanık çikolatalı puro dumanı, sarımsaklı-yoğurt, mezeler, tereyağlı karides…
Radyoda dans şarkıları, havada alkol kokusu, sağa sola koşuşan garsonların lekeli önlükleri…
Çatal bıçak sesleri, güneş batarken açılan panjur branda, cam kenarına yapışan sokak kedisi…
Yemekle dolu ağızlardan çıkan dudak şapırtıları…
O da ne! Masada birileri vardı…

İki kız bizi bekliyordu. Berk bana sürpriz yapmıştı.
Arkası dönük olan küt saçlı esmer kız…
Eski sevgilimdi!..
Kafamda zikzaklar çizen bu hafif düşünce, tahmininden ağır bir etki yaptı.
Yüzüne baktım, liseli sevgilime nasıl da benziyordu.
Deniz kenarındaki masaya çöktüm.
Berk kulaklıkla telefonla konuşuyordu.
Kızlar beni süzüyordu…

Elimi uzattım. Adım Şeref, ama müşerref oldum.
Gülüştüler…
İsmi: Zelda
Sarışın olan tavus kuşu kuyruğu topuzu yapmıştı.
Saçları toz şekere batırılmış portakal gibi simliydi.
İğde yeşili gözleri parlak griydi.

İsmi: Eliz
Esmer olan buzla kaplı çöl gibiydi.
Pahalı siyah incilere benziyordu.
Çıkık şakakları parlak pembeydi.
Kemikli ve sert suratından garip bir ifade akıyordu.
Misafirlere ilk defa görünen küçük kız kadar ürkekti.
Kırık bir gülücük dudaklarına konuk oldu.

Berk telefonu kapattı.
Şişman garson kız, güneşi bir perde gibi örterek masamıza çöktü.
Tavuk gözlü, pişi suratlı bir tipti.

Tüm yemekleri Berk seçti:
Mahallede topu getiren çocuğun daima oyunun kurallarını belirlemesi gibi…
Köpoğlu, deniz börülcesi, yoğurtlu patlıcan, balık pastırması,
levrek marin, ahtapot marin, birer küçük barbun,
yoğurtlu semizotu, acılı ezme, tekmil fava, turşu…
Soğuk beyaz narenciye şarabı, buzlu çörçil, soda, limon, tuz…

Yılanın büyülediği tavşan gibi Eliz’i izliyordum:
Lacivert gözlerini ufukta bir noktaya dalmış bakıyordu.
Kanlı serum sarısı bir ışık, pembe bulutları ince ince kıyıyordu.

Hain ve zeki bir güzelliği vardı. Bir sokak oro*pusu kadar çekiciydi.
Ama para için değil; hani bir oro*pu canı nasıl istiyorsa öyle yaşar ya
yaşamdan elinden geldiğince zevk almaya çalışır; işte öyle…

Sonra gözlerini gözlerime dikti:
“Ben seni tanıyorum biliyor musun?”
Rüyamda, bastığım zemin ayağımın altından kaymış gibi hissettim.
“Nereden?” dedim.
“Az önce tanıştık ya ayol!” dedi.
Herkes göz olmuş bize bakıyordu. Gülüşmeler…

O zaman karşı masada garson kıza sarkan müşteriyi gördüm.
Pişi garsonla tatlı bir sohbete tutuşmuş şişman bir müşteriydi.
Zaten Türkiye cinsel açlığın Afrika’sı değil miydi?..
Hamile elbisesi satan yerlerde vitrine bakıp demiyorlar mı,
‘Tüh Allah kahretsin, cansız mankeni bile s*kmişler!..’ 🙂

Alkol alınıyor, hava kararıyor, gece serinliyor, masa renkleniyor…
Herkes birbirini daha güzel görmeye başlıyor.
Çok yendiğini görünce:
“Formunuzu korumalısınız. Büyükannem 60 yaşındayken günde 5 km. yürümeye başladı.
Şimdi 97 yaşında ve nerededir bilmiyoruz!” diyorum. 🙂
uzaklardan üçlük denemem masada buz gibi hava estiriyor.
Belki bana öyle geliyor. Belki de daha sarhoşum, bilemiyorum.

Zelda telefonla konuşmak için dışarıya çıktı.
Berk telefonunda porno açmış onu izliyor.
Ülke yavaş yavaş normale dönüyor. 🙂
Eliz, tatlı-mutlu bir şeyler anlatıyor.
Sevinsin diye gözünün içine bakıyorum.
Ama nasıl sarhoş, kadehi güneşe uzatıp içkinin kırılışını izliyor.
Korkuyorum; aklımdan geçenleri okuyacak diye korkuyorum.
Masada tek ayık benim, ama onlardan çok sarhoşum.
Ne anlattığını bile hatırlamıyorum.
Dinlemiyorum ki! Sadece susuyorum.
Susmak dinlemek değildir. Dinlemek de anlamak olamaz.
Peki bu kız neden benim olamaz?

Lisede kız arkadaşıyla kopya çekerken öğretmenine yakalanmışlar.
Öğretmen “aferin hiç yakalanmadınız” deyip sınıfı geçirmiş.
Gene de teşekkürü bir puanla kaçırmışlar.
Saçma sapan konular…
Şakaysa komik, değilse daha komik. 🙂

Onda en hoşuma giden taraf, neyin hoşuma gittiğini bilemeyişimdi.
Herkes sarhoştu ama ben değildim.
Ayık kafamın neşesi, onların sarhoş halinden fazlaydı.
Yani benim mutlu olmak için bir sevgiliye ihtiyacım yok ki.
Olursa iyi olur, ama olmazsa da kötü olmaz.

Okulda en başarısız öğrenciyken yükselişine geçti.
Sol elini asker selamı yapıp havada diyagonal çizdi.
Öyle tatlıydı ki, bir daha çizse ne olurdu sanki?
Sokak hayvanlarından söz etti.
Sevdiğim konu olunca kulak kesildim.
Hoş dünyanın en saçma konusu olsa ne olacaktı.
Onu dinlemeye yemin etmiştim. Yeter ki mutlu olsundu…
Şarap kadehini hafifçe içti, alt diliyle üst dudağını çizdi.

Masayı bırakıp sokağa çıktık.
Durak önünde kaldırımda ekmekle hıyar turşusu yiyen biçare insanlar vardı.
Sahildeyiz… Elimi omzuna attım.

Başını bana dayadı, şarap kadehi üstümüze döküldü.
“Güzel kokuyorsun” dedim.
Terli papatyaya soğuk çay dökülmüş gibiydi.
Bu nasıl bir utangaçlıktı böyle… iltifat kabul edemiyordu…
Elini belime dolayarak teşekkür etti.

Köpüklü dalgalar, serin denizi, yeşil çimenlere dek uzanarak tül tül seriyordu.
Küçük bir dondurmacıyı geçtik, çingene çakmakçı bizi geçti.
Gürültülü motoruna dans çığlıkları karışan, Arap ezgili bir tur teknesi,
mavi sulara ışıktan fırçasıyla barok desenleri çiziyordu…

Arkasını döndü, işaret parmağını kınından çıkardı ve havayı kesti.
Benden uzaklaşırken yolun ortasında donakaldım.
Telefonda birinin avazı, sanki süremiz bitecek, biri onu benden çalacaktı.
Telaş yapıyorum, kısık bir şeyler söylüyor, dönüyoruz.

Berk ve Zelda masada sohbetteler.
Pudra, ter, papatya ve ruj kokusuyla,
dudaklarının ıslaklığı, lacivert gözlerinin tebessümüyle sofrayı çiçeğe, güle boğarak gitti…

Dönüşte arabayı ben kullanıyorum.
Berk’e anıra anıra onu sevdiğimi söylüyorum.
Yan koltukta sayıklıyor.
Hiç sormuyorum, “Sen bunları nerden tanıyorsun?” diye.
Sizce niye?

*

Dört günüm çalışmak ve Eliz’i düşünmekle geçti.
Beşinci gün Sevgililer Günü’ydü.
Sevgililer günü; hediye şirketlerinin yalnızlar kendini yalnız hissetsin diye bulduğu bir gündür.
Bir sevgilim vardı, fakat haberi yoktu.

Akşamüstü Berk aradı, arabayla beni almaya geliyordu.
Otobüs durağında yoksul insanlar arasında herhangi biriydim.
Siyah X5 durağa yanaşınca herkes önce arabaya sonra bana baktı:
Artık, herkesin arasında gezen önemli birisiydim.

*

“Bugünü yalnız geçirmene gönlüm el vermedi.
Haydi masaja gidiyoruz.”
“Eliz aradı mı?” diyorum.
Eliyle “sonra anlatırım” makamında bir işaret yapıyor.

Banliyöde, kalabalık bir getto mahallesine giriyoruz.
Atletsiz çocuklar aracın etrafını sarıyor; ellerinde ekmek domates.
Balkonlu geceler olur hani, çingene çocuklarının ıslıkları…
Sokağı eksen gibi boydan boya kesen ipte asılı çamaşırlar…

Köhne taş bir evin alçak ön kapısından kafamızı eğip giriyoruz.
Ballı hanımeli kokan loş bir avluya çıkıyoruz.
Kanatlı kapıdan bizi ihtişamlı bir ÇAÇA alıyor.
Çocukken şirin, gençken güzel, şimdi durgun bir güzel.
Mor ışıkların boyadığı koltuklara çöküyoruz.
İçerisi ıslak yağlı ter, baharat, kadın deodorantı kokuyor.
Dört tane kadın gösteriyorlar.
Kısa kömür saçlı, orta şiş göğüslü, sıkı kahverengi elbiseliyi alıyorum.
Berk, esmer, buğday gözlü, siyah saçlı olanı seçiyor.
Uzun boylu olan, yürüyüşü, endamı ve edası ile etrafında hava uyandıran kadınlardandı.
Sigara içmeye çıkıyoruz.
Balkonun köşesinde tekerlekli sandalyede bir babaanne,
nasıl bakarsa bir koltuk duvara, mahalleye öyle kayıtsız bakıyor.

Mahalle, fokurdayan reçel tenceresi gibi kaynıyor.
Karadut Sokağı’nda bir adam hayasızca duvara işiyor.
Bakkal, bardağa soğuk ayran aktarır gibi rakıyı bölüyor.
Yürüyen sevgilinin saçından düşen gül, karanlıkta zamanı bölüyor.
Karşı balkondan atılan aşk mektubu usulca çocuğun önüne düşüyor.

Balkonda hasır sandalyelere çöktük.
Küçük sevgilim gülen dişleriyle sigara dumanını lezzetle içine çekiyor.
Bazı insanların kaderi başından o kadar belli ki…
Uzun kız, Fenerbahçe’nin şampiyonluğu tek puanla kaçırdığına kahroluyordu.
Bense futboldan hiç anlamazdım. Zaten futbol konuşulacak son yerdi.
Kısa kıza göreyse Beşiktaş, şükür ki doğru transferleri yapmıştı.

Uzun kız bir hafta önce ölen anneannesinden söz açtı.
Yıkanırken “gassal”a yardım etmek istediğini, annesinin izin vermediğini anlattı.
Berk,
– Babam ateist diye öldüğünde yıkamadılar. Kuru temizlemeci yıkadı, dedi. 🙂
Babası ateist olan bendim.
Kızların yanında dikkat çekmek istiyordu.
Ama bunlar benim sözcüklerimdi.
– Uzun kız, anneannem sık sık hastalanırdı, dedi.
– Berk, André Gide de sık hastalanırmış biliyor musunuz? dedi.
Birdenbire bilgisini gösterdiği için utandı.
Öğrendiği şeyleri lafa sokarak herkesin konuşmasını imkansızlaştırıyordu.
– Berk, André Gide’i sever misiniz? dedi.
– O da futbolcu mudur? dedi kısa kız.
Acıyla gülümsedim…

Karanlık bir tavan arasından odalara geçiyoruz.
Herkesle aşk yaşayacak kıvamdayım.
Tahta yatağın süngerle kaplı gri yüzeyine uzandım.
Ucuz Hindistan cevizli yağ buharı tavanı sarmıştı bile!
Dişlerini tek tek dilimle emdim.
Ağzının içinde porselen serinliği vardı.
Yıkanmış ağız kokusu ağzımı uyuşturuyordu.
Yavaşça soydum, leopar desenli deri bir külot giymişti.

Yan odadan Berk’le uzun kızın sesleri geliyordu.
Yatak sarsıntısı, somya gıcırtısı duvarlara çarpıyordu.
– Berk, faşizme karşı bacak omuza! diye bağırdı. 🙂
Karıyı s*ke s*ke öldürmek üzereydi.

Benim kız öyle çok ıslanıyordu ki duşun altında 31 çekmek gibiydi.
Tırtıklı kondomla öyle çok gidip gelmiştim ki, içerisi zımparaya tutulmuş gibiydi.
Öpüşürken dudaklarında kraker kalıntıları vardı
Vajina ve kalça kokusu odayı sarmıştı; ahırda gezdirilmiş gül suyunu andırıyordu.
Sonra çıkarıp ağzına verdim. İnek irisi gözleriyle bana bakarak kötü emiyordu.
Gümüş rengi tozlu ay ışığı tuhaf açılardan saçlarına yansıyordu.
Etkileyici bir manzaraydı…
Bacak aramda kuş gözlü bir küçük kız, arkada dikilmiş titreyen kalçalar…
Aniden onu çok başka türlü sevdim. Hala ne olduğunu bilemediğim bir şey.
O kız sanki benim ömrümde hiç unutamayacağım bir şey oldu.
Eliz’in keskin yüzü yüreğime hançer gibi saplandı…

Sait Faik’in dediği gibi: “Ufak bir pişmanlık, iyi bir uyku…
Sabaha yepyeni bir adam olursun…
İğrenç ama zannettiğin kadar değil…

*

Bir Hafta Sonra…
Israrlarım sonucu Berk, Eliz’le bir randevu ayarlıyor.
Sahil şeridi, deniz kıyısında bir kahve evinde onu bekliyorum.
Akşam güneşi kafenin balkonunda ince ince kemiklerimi ısıtıyor.
Beyaz elbisesi ve pembe gözlükleriyle çıkageliyor.
O an yüzüne vuran güneş tekneye dolan su gibi balkona giriyor.
Sarıldığımda tatlı şeftali kokusu alıyorum.

– O gün erken kalktığım için özür dilerim… diyor.
– Sorun değil… Seni gördüğümde eski bir tanıdığımı görmüş gibi oluyorum.
– İnsan insana benzer. Aslında sana bir şey söylemeye geldim… diyor.

Gözlerinin içine ağlamaklı bakıyorum…
Beyaz gül yaprağı yüzünde ince çizikler var…
Ahhh yapma… Hadi benim küçük sevgilim ol!..
Dudağının sol altına taşmış pembe rujuna gözüm takılıyor.

– Senden sakladığım bir şey var… diyor.
– Zaten seni tanımıyorum ki… diyorum.
– Seni tanıyorum, ama kim olduğunu bilmiyorum. Ve Ben evliyim!.. diyor.

Birdenbire yer gece gök gündüz oluveriyor…
Sinir tellerim yırtılıp parçalara ayrılıyor…
Denizde sıcak kumları çiğniyorum…
Şehirler birbiri ardına yıkılıyor…

Belki beni bırakınca her şeyini kaybetmiş olmadı; fakat hiçbir şey de kazanamadı!
Uzaktan “gel” diye sallanan eli, kötü bakış açısıyla “git” diye anlamak da mümkün.
Boşaltılmış bir dağ köyünde bozkırda kalan son bayır gülü…
Onun için her şeyi yapardım, oysa hiçbir şey yapmamı istemiyor…

Hayatı gerçekleştirmeme ramak kalmıştı…
Sen hiçbir şey kaybetmedin, ama ben hazinemi yitirdim…
Ve sen, istediklerimi gerçekleştirmek için son fırsattın…
Aslında beni özgür bıraktın… Çünkü zaten senin esirindim!..

Doktrin: “Gerçeği biliyorsan yalanları dinlemek güzeldir.” – Shaw