Askerden döndükten aylar sonra birkaç başarısız iş denemesinin ardından blendırın (birader) çalıştığı işyerinde işe başlamıştım.

1. Sanayi Sitesi’ndeki lpg montaj servisinde blendır müdürdü. Bense lpg montaj kitleri ve parçaları toptan satış sorumlusuydum. Askerden önce son çalıştığım yerin Ata Sanayi Sitesi’nde ufacık bir tamirhane olduğunu biliyorsak; sıfır bilgi ile şehir dışına giderek ne satıp ne anlatacaktım, doğrusu büyük merak içindeydim.

Yalnız tuhaf olan ne ben, ne de blendırdı. Asıl ilginç olan Aga’ydı. 35 yaşlarında, 1.75 boylarında, hafif kızıl saçlı, belirgin göz çukurlarına sahip, gülüşü surat asışından çirkin, bir itici hayvandı. Aslen Malatya’lı olan patronun kendisine “Aga” denmesinden hoşlandığını biliyorduk. Zaten genelde öyledir; kişi duymaktan zevk aldığı lakabı kendisine takmaları için on takla atar. İnanın bu sefer ben değildim. O işe girdiğimde rumuz benden önce konmuştu.

İş durumları değişince işyerinin Çiğli şubesine müdür olarak yollandım. Öyle disiplinli çalışıyordum ki sabah gecikmediğim gibi akşam da mesai bitimini kaçırmayan, bir saniye dahi mesaiye kalırsa canından can alınacak memur duyarlılığındaydım. Bizim merkez şubemizde geç saatlere kadar çalışan tayfanın bana taktığı lakap ise “Pasha”ydı.İşlerimiz çok yoğun değildi fakat yazıhaneye altı adet telefon hattı bağlıydı. Bir gün şehir dışına müşteri ziyaretine giden Aga beni cep telefonundan aradı ve “Oradaki telefonu bu ay kapatacağız, bir yeri arayacağın zaman ondan ara, ben de seni aradığımda hemen meşgule at ve bana geri dön,” dedi. “Tamam abey,” dedim.

Hat patates hatta çevrilip patlatılacaktı. O sıralarda blendırın “Telsim” hattı vardı. 5 dakika aranmaya bir kontör kazandırıyordu. Akşam iş çıkışı blendırı aradım ve dükkan telefonunu sabaha kadar açık bıraktım. O da cep telefonunu evde şarja bağlı bıraktı. 12 kontör için koskoca 1 saat, 120 kontör için ise sabaha kadar hem dükkan hem cep telefonu açık kalmıştı. Ofis hattına cep telefonu arama bedeli olarak kol böreği gibi fatura giriyordu. İşi abartarak gündüz de blendırı arayarak “Akşam yemekte ne vardı(aynı evde kalıyoruz), şu anda İzmir’de hava nasıl? (aynı kentteyiz), John Toshack’lı Tavşanlı Linyitsipor bu yıl 6. lige yükselir mi,” türünden sorularla belli ki t*şak geçiyorduk.

Bir sabah dizel bir ticari minibüsle 4 adam geldi. Tiplerine ısınamamıştım. Telekom’dan geldiklerini ve borcu ödenmezse hattı keseceklerini söylediler. Yalnızca 1 saat sonra hat kesildi, macera 13 gün sürmüştü.

Ertesi gün Aga rutin ziyaretimize geldi. Hattın kesildiğini söylediğimde “Ne olacak ki, en fazla 400-500 liradır. Ne bu kadar abartı, niye kestiler ki sanki” dedi. “Aynen abi,” dedim. “Abartıyor ibineler.”

Ertesi gün Telekom’u aradığımda 7.400 TL. borç olduğunu öğrendim. Gerçekten de abartmışlardı. Aga Telekom’u arayarak tutarı öğrense gözleri boyoz gibi açılırdı.

Bir sonraki gün “Taylan hikayem”i okuyanların bilecekleri müthiş fikir babası, uzman, filozof Özbey amcam ziyaretime geldi. Durumu anlatarak acilen Aga’ya bir bahane bulmam gerektiğini ilettim.

“Çok basit yegen,” dedi. “Bundan kolay ne var? Bir müşterin ‘bir yere telefon edebilir miyim?’ dedi, sen de izin verdin. İçeri girdi ve aradı, ben o sırada serviste arabalarla ilgileniyordum, bu kadar basit, bana sor…” dedi.

“Peki amca,” dedim; “Aga Telekom’dan ayrıntılı döküm alsa ve baksa adam demez mi, ‘yahu tamam müşteri telefon etmek için içeriye girdi de geceyi sehpanın altında uyuyarak mı geçirdi be arkadaş?'”

Neyse ki korkulan olmadı ve Aga ayrıntılı fatura istemedi. Ardından 5 hattı da aynı şekilde iç ettik. Daha az konuşma yaptım ve blendırı aradığımda daha mantıklı sorular sordum.

Bunun dışında Aga başka abecikostik işler peşindeydi: örneğin işyerinde 90 model bir araba vardı. Mazda 626. Torpidosundaki ruhsat yaprağının yarısı olmayan, son vize kurallarından sonra tüm araç plakaları yenilenerek “Mavi TR plaka” takması zorunluluğuna pek kulak asmayarak eski tip kara plakayla dolaşan, Aga gibi tuhaf bir araç Mazda. Aracın asıl sahibi kimdir işyerinde gören-eden yoktu.

Ara sıra blendırla o araca binip işten eve, evden işe giderdik. Bir sabah işe giderken ön motor kaputunu tutan dillerden birisi tutukluk yapmış ve kaputu yalnızca ikinci yedek dil tutuyormuş. 120 km hızla giderken kaput aniden açılarak ön cama yapıştı. Filmlerdeki gibiydi. Paniklemeden yan camlardan yol çizgilerini izleyerek sağa çektik ve kaputu kapatıp yolumuza devam ettik. Ön cam kırılmıştı, günlerce de öyle kullanıldı.

Elemanların aracı sağa sola vurarak ufak darbeler aldırması, aracın lastiklerinin eskiyip yemeklik kabak kıvamına gelmesi… gibi nedenlerden dolayı araç hurdahaş olmuştu. Jilet fabrikasına bağışlansa ve bundan sonraki ömrünü tıraş bıçaklarının üretimine adasa daha yararlı olurdu.Bir akşamüstü Aga telefonla aradı ve akşam iş bitince Çiğli’deki servisi kapatıp 1. sanayinin yolunu tuttum. Servise vardığımda beni Aga karşıladı. Üstü brandalı araç bekleme yerine vardığımda şaşkınlıktan beynimi çay kaşığıyla yedim. Bizim Mazda 626’nın tepesine bir eleman tünemiş sigara içiyor, yanındaki eleman da tavanında zıp zıp tepiniyordu. Bu sırada başka bir eleman da bir boydan öbür boya elindeki kör bıçakla arabayı çiziyordu. 

“Abi,” dedim. “Bu ne böyle?”
“Merak etmeeee,” dedi. “Gel anlatırım… gel benle.”

İçerde olayın aslını öğrendim. Aga kullana kullana yıpranan, hurdaya dönen aracı bu hale getirip kaskodan para kopartmak niyetindeydi. Bildiğim kadarıyla hasarlı ya da yıpranmış aracın onarımını yaptırmanın 3 yolu vardı:

1. Aracı parçalayarak satmak ve ardından çalıntı süsü vererek yeni araç beklemek. (Telefonlarımızın dinlenme olasılığını ve sıkı polis takibi risklerini unutmamak gerekir.)

2. Beyan tutarak dilekçe ile aracın hasarını fotoğraflarla destekleyerek kasko şirketine bildirmek.

3. Araçla bir yerden bir yere giderken sözüm ona istemeyerek oldu diyerek bir yere bodoslama girmek ve olaya kaza süsü verdikten sonra tutulan polis raporu ile aracın hasarını kaskodan yaptırmak.

İyi de şimdi aynaları kırılmış, Aşık Oldum filmindeki gibi anteni zikzak burulmuş, her yerinden çizilmiş, tavanında sıkı bi tepinilmiş araca bakınca polis demez mi “Yahu arkadaş, şimdi kaza yapıp direğe vurdun tamam da, aynı direk bu silecekleri eğip, anteni burup, bir de aracın tavanında mı tepindi?”

Aga “Biz onu da düşündük,” dedi. Çok akıllıydı bizim patron. Şimdi sen Ebru’yla Mazda’ya pinip Kadifekale’ye çıkacaksınız. Sevgili, nişanlı gibi görünürseniz daha az şüphe çeker. Arabaya bakıyordum da evet neredeyse hiç şüphe çekecek bir yanı yoktu. Araba komple yürüyen şüpheydi. 

Aga anlatmaya devam etti. “Şimdi sen Ebru’yla Kadifekale’de aracı park etmek istediniz. Sonra serseriler sizden park parası istediler. Siz de vermeyince geldiğinizde aracı bu halde bulduğunuz. Nasıl dahiyane değil mi?..” “Dehşetli abi,” dedim. “Şeytanın aklına gelmez.” Verdiğim aragaz ve benzin miktarlarından iyice coşup şımaran Aga “peki sen olsan bu durumda başka ne yapardın bu arabaya,” diye sordu. “‘ANANI S*KEYİM!’ yazardım,” dedim. “Güzel fikir, getirin siyah sprey boya çabuk,” diye gürledi.

Elemanlardan iriyarı Şeref Abi spreyle yandan kelimeleri yazmaya başladı. Ancak eski tip tabelalarda ayrılan yeri iyi hesaplayamayan usta, bitime doğru sığmayacak korkusuyla panikleyip nasıl ki sondaki harfleri küçülterek yazarsa bu da aynısını yaptı. “ANANI S*” büyük “keyim” güççücük oldu. Bize dönüp “Araba hazır,” diyen Şeref Abi iri bir adam olsa da soğan cücüğü kadar beyin taşımadığını o an belli etti.

Mazda’yla birlikte iki araba Kadifekale’ye doğru yol aldık. Zor yürüyen haşat Mazda’yı Şeref abi kullandı. Biz Aga’nın “AG” plakalı Sonata’sına bindik. Kadifekale’ye dağın başına park ettik. Aracın dibinde yarım saat aramızda plan tasarlarken Şeref abi bir düşmandan hıncını alırcasına lastikleri pıçaklıyordu. Hatta hızını alamayıp tekini kavun doğrar gibi doğradı. Sağ ön tekere de tornavida taktı ve dedi ki: “işte şimdi daha inandırıcı oldu.” Sanki araba o haliyle zaten yeterince inandırıcı değilmiş gibi…

Güle eylene durumu bildirmek ve şikayetçi olmak için karakola gittik. O da ne; Aga’nın Güdük Necmi’ye tıpatıp benzeyen avukatı Ahmet abi de oradaydı. Daha sonra öğrendiğime göre komiserin kankasıymış. Öylesine o gün uğramış dümeniyle işi pekiştirmek için bu bir önlemmiş. Çok akıllı adam bu Aga pes doğrusu; “Keskin zeka keramete kıç attırır,” dedikleri bu olsa gerek. Yanımıza bir memur vererek bizi aracın başına yolladılar. Adam patika yol üzerindeki aracı uzaktan görür görmez haykırdı: “Bu arabanın hali ne yaw.” Haklıydı tabii; şaşırmamak elde değildi. Neyden sonra birden şüphelendi ve elini kaputa koydu. “Kaç saat önce park ettiniz.” dedi. Aga adamın arkasından zıplaya zıplaya zafer işareti yapıyordu. Böylesi sağcı bir adamdan bu işaret.

“2 saat,” dedim. Kağıtları doldurmaya devam etti. Atlatmıştık. Karakola döndük. İfadeler alındı. Evraklar imzalandı. Düşündüğümüzden kolay olmuştu. Biz güle oynaya karakoldan çıkarken avukatla komiserin önlerinde çikolatalar püskevitler, birbirlerine ikram ediyorlar, birbirleriyle yiyorlar; şakalaşıyorlardı.

Mazda çekiciye yüklendi ve biz de evin yolunu tuttuk. Ne maceraydı ama… Buraya kadar tamam. Sonunu merak ediyorsunuz değil mi? İster inanın, ister inanmayın… Aga ertesi gün kaskoyu aradığında şok oldu. Uzun süre ödenmeyen taksitlerin ardından Aga’yı bilgilendirmek istemişler. Yeni değişen telefon numarasından ona ulaşamadıklarından dolayı kaskonun bir ay önce iptal edildiğini söylediler…

Aga sonra Mazda’yı sanayide köhne bir tamirhanede yaptırmak zorunda kaldı. Önce arabayı Alaşehir tımarı bir güzel boyattı. Ardından eksik tüm parçalarını yan sanayi veya çıkma olarak en ölü fiyata taktırdı. Bazılarını elden düşme hurdacılardan topladı. Son olarak da aracı yarı fiyatına safsalağın tekine sattı. Alan ne şanslı bir adamdı. Keşke yanında hediye olarak bir kutu gül aromalı vazelin edinseydi…
Doktrin: “Çölde su arasam ütü bulurum, voltranı oluştursam g*tü olurum.” – Bilinmeyen