Birazcık anlatayım: Faruk gittiğimiz yerlere bahşiş bırakmayı asla istemezdi. Bunun için mekanlarda ne yapar eder de buradan bahşişsiz ayrılırım diye türlü planlar üretirdi. Sürekli yapılan hizmetin muhasebesini tutar, nasıl oluyorsa bu tutarı cebindeki bozuk paradan çıkararak sağlamasını yaptığında her zaman kalan koca bir 0’dı. Gıcık olduğu garsonlara vermek üzere yanında her zaman 5 kuruş (En küçük bozuk para) bulundururdu.

Faruk, Karşıyaka’da cep telefonu ve kontör satan bir arkadaştı. Bir gün dükkanda Faruk’un 2-3 tane daha erkek arkadaşı vardı. Sohbet harlanmıştı, Faruk birden anlatmaya başladı: “Ya bu i*ne Mahmut’la o gün iyi ki bi Alsancak’a gittik. Bir şeyler yaşayalım dedik. İnceden bir iki şey de oldu ama sadece yüzeysel. (Nasıl yani!?..) Sonra gelmiş burda bütün esnaflara demiş ki ‘Faruk travestinin ağzına verdi.'”

Anlamamız için makarayı biraz geri sarmamız gerekiyordu:
Mahmut 90 kilo civarı, orta boylu, suratı her an kafa atacak koç ciddiyetinde bir gürbüz oğlandı. Faruk’un elemanıydı. Aynı Mahmut, 6 ay sonra Faruk’un arkadaşlarından “Dükkanı Mahmut’a 50 milyara soktum,” lafını da işitecekti.

Yaz akşamı meşhur Faruk’la çorbacıdaydık. Hafif soğuk algınlığından mütevellit üzerimde kırgınlık vardı. Ölü toprağı serpilmişti zahir. Kordon’da çorba içiyorduk. Faruk hasta olduğumu duyunca kafayı yedi ve elindeki karabiberliği çorbama boşaltmaya başladı. Kötü şans, içindeki biber taneleri bitince garsondan yeni bir karabiber istedi ve onu da bocaladı. “Şimdi burnuna mandal tak, g*tüne de kıskaç ve şunu iç; sabaha eskisinden yeni olursun,” dedi. Herhalde bir doktor bile bu kadar bilgili olamazdı. Tamam, tabii ki doktorluk şamanlıktan gelmeydi ama karabiberin efsunlu gücüne onlar bile bu kerte tapamazdı.

Oradan çıktık. Sıcak yaz gecesi 23:32. Alsancak’ta Kordon’un arka sokaklarında çişli bira kokulu yoldan karşıya geçerken kaldırımda pinekleyen bir “saplı sultan” bağırarak şöyle söyledi:

“Aaa, bunu tanıyorum ben. Pashanet bu, Pashanet.” Beni tanıyordu. Çiğli’nin çıkmaz sokaklarında açtığım kafeden beni tanıyordu. O beni tabii tanır, çünkü ben aynıyım. Fakat o şu anki kılığıyla değil de erkek olarak kafeye geldiği için benim onu tanımam güçtü. Ama bu haksızlık!.. Ona doğru yürümeye başladım ve suratına baktım. Öyle pişkindi ki… Kafedeyken bana abi çeken velet, şu anda bir gecelik de olsa karşı cinsim gibi davranarak benden centilmenlik dilenmekteydi.

Sonra şeyi düşündüm:
Mahallemizde ablası gece kulübünde çalışan şu çocuğu. Getirdiği cd’den fotoğraflarını çıkarırken görmüştüm. Kalantor adamların kucağında kavunlu çatalı ağzına alıyordu. Ve daha fazlasını… Blendır bana şunu demişti: “Abi sence bütün bu oro*pular, peze*enkler nerde yaşıyor? Uzaydan mı iniyorlar? Aslında onlar da aramızda öyle değil mi?”

Hafızamı zorladım:
İnternet kafeme bir akşam iki kişi gelmişti. Biri kısa boylu başörtülü bir kız ve yanında gene onun boylarda oldukça saygılı yağız bir erkek. Arka masalardan birisini onlar için açtım. Pek huyum değildir ama ekran görüntülerine kendi bilgisayarımdan uzaktan bakmaya başladım. Mirc programında, İzmir kanalında rastgele yazışıyorlardı. 10 dk. sonra ekran görüntüsü aldığımda apışıp kaldım. Karşılarında yazıştıkları çocuk memur olduğunu ve ona indirim yapıp yapamayacaklarını soruyordu. Bunlar da “Zevkin pazarlığı olmaz,” diyorlardı. Çocuk “Tamam,” dedi. Sonra kız regl olduğunu ama arkadan verebileceğini yazdı. Çocuk onu da kabul etti. Kız “Ama yanımda fedaim var, o beklicek bizi sonra beni alıp götürecek,” dedi. Çocuk ona da “Tamam,” dedi. Son olarak kız “İyi o zaman gel de bizi arabanla al,” dedi ve adresi yazdı. Çocuk ona da “Tamam,” dedi. Çocuk elde hazır bekliyor gibiydi. Yani kız çocuğa “Ama sonra biz de seni s*kicez,” dese sanırım çocuk ona da “Tamam ama yavaş s*kin, acıtmayın,” derdi. 

O mor başörtülü motoru ve kısa boylu kekoyu düşününce hayatta pek şaşılacak bir şey olmadığını kabul ettim şüphesiz. Gizli hayranı geride bırakıp bu düşüncelerle ara sokaklara daldım, Faruk da arkamdan geldi.O sırada arkamızdan birisi seslendi. “Faruk, Faruk len…” Döndük. “Naber kız?” dedi Faruk. “Bak bu arkadaşım Tuğçe.” Gözlerimin içine bakarak elini uzattı. Elini sıktım. Tek düşündüğüm en son kıçını hangi eliyle yıkadığıydı. Temiz olma ihtimali yüzde elliydi. Şans gereksinimim olduğunda yüzde elli olasılıkları da benim kazanma ihtimalim nedense her zaman yüzde sıfırdı.

“Merhaba ,”dedim. İlk ismi neydi acaba? Babasının erkek doğduğu için sevinerek taktığı ilk ismi… Uzun boylu, iri vücutlu, siyah saçlıydı; ya saç ekletmişti ya da peruk. Bu kadar güzel saça sahip olması olanaksızdı. Kıçında fırfırlı bir etek vardı. Arabanın başına kadar yürüdük. Sota park yerinde onları arabada baş başa bıraktım ve kaldırıma oturdum…

10 dk böyle geçti. Yalnızca sohbet ediyorlardı. Saat 00:30’a geliyordu. Bu sırada devriye gezen bir ekip arabası beni gördü! Yanımıza yanaştı ve indi 3 zarbo. Bir tanesi “Ne yapıyorsun burda?” dedi. “Hiç abi,” dedim. “Sabah namazını bekliyorum.” Arabaya ilerlediler. Faruk’la Tuğçe bey indiler. Faruk’un ağzında sigara vardı. Tuğçe’nin ağzında hiçbir şey yoktu. Omuzunda kıdem görünen ve yaşı da ileri olan zarbo “He bunlar arabada iş bişiriyo sen de gözcülük ediyon he,” dedi. Adamın şivesi ne hoş idi. “Yok abi,” dedim. “Ben kıbleyi arıyord…” “Sus kimlikleri verin!” Eyvah!!! Tuğçe’nin adı ifşa olacak! Abdulcabbar Çabukatlar gibi komik bir isim çıkması ihtimali beni güldürüyordu.Daha sonra polis üstümüzü aramaya başladı. Faruk stresli olduğunda atlatmak için birçok insanın yaptığı gibi bir sigara yaktı. Dudağının yanına sıkıştırdı, gözünü ekşi erik yer gibi kısarak ellerini kaldırdı ve “Arayın,” dedi. Polis “Sigaranı at adamım,” dedi. “Ben onu atamam o benim aksesuarım, yaşama sebebim,” dedi. Sanki onunla doğmuştu. Polis ısrar edince Tuğçe’ye göz atan Faruk iyice coştu. “Sigarayla arıcaksanız arayın!” dedi. Kıdemli zarbo “Oğlum o sigarayı at, yoksa gelir senin g*tünde söndürürüm,” dedi. Faruk gene atmadı. Adamlar Faruk’u hafif marizledi. Kulağını burmalı çalgılar gibi burdu ve arabaya pindirdi. Yarım saat (yarım kilo zopa) sonra geri getirdiler. Faruk pırıl pırıldı. Ariyelnen yıkanmış gibi pirüpak idi. “İşte şimdi daha iyiyim, açıldım *mına koyiyim be!” diye haykırdı. İlacını bulmuştu.

Sonra öyle bir sokağa girdik ki… Solumuzda sıralı taş binaların balkonlarından sarkan kevaşeler laf atarak bizi evlerine davet ediyorlardı. Yanık asfaltta, patinaj çeken ucuz arabalardan, dışarı sarkan kıllı ellerde, dibi görünen bira şişeleri sallanıyordu. Yürüdükçe açılıyorduk. İşte buralarda da bir hayat vardı. Kimsenin kabul etmediği toplumun hep dışladığı bu insanların en az bizler kadar hayatı yaşamaya hakları olduğu gerçeği vardı buralarda…

Başımı sola çevirdiğimde park halindeki tüp kamyonunun yanında tepe lambası kapalı polis otosunda travestinin biri şoföre sakso çekiyordu. İkisi de kendini ritmik hareketlere öyle kaptırmıştı ki aracın sallandığından belli ki haberleri yoktu. G*türü usulü işlettiği dükkanı teftiş edilen bu travesti, kesilen cezanın faturasını “Resmi Hizmete Mahsus” bu aracın içinde kendine has trampa yöntemiyle ödüyordu.

Bu ne gürültü böyle! Ortalık bayram yeri gibiydi. Doğurganlığın sembolü iri kıçlı kızlar yanımızdan geçiyorlardı. Şekerli meyve kokulu çakma parfümlü yosmalar gecenin o saatinde afrodizyak sözünün isim annesi Afrodit kesilirdi. Hormonlar tavan, arzular şelaleydi bu gece..

Sağımızda sarı peruklu seksi bir cici iki azgın ergenle sohbet ediyordu. Sarışının 47 numara topuklusunun biri kaldırımda, diğeri kazırcasına dökük duvardaki bir delikte saplıydı. Ucuz arabalar asfaltta patinaj çekerek yaktıkları lastikleri, ertesi gün bakıma sokacakları serviste aynı çocukların tamir edeceğini nereden bilebilirdi. Öyle ya; biz kabul etsek de etmesek de onlar aramızdaydı. Gündüz bir yerlerde normal birey gibi çalışıyor, gece olunca Batman gibi karanlığa karışıyorlardı…Gotham’a gerçek bir kahraman lazım.
“Hayır.”
“Ya bir kahraman olarak ölürsün ya da yeterince uzun yaşayıp haine dönüştüğünü görürsün.”
“Ben bunları yapabilirim çünkü Dent gibi bir kahraman değilim. O insanları ben öldürdüm.
Bunu yapabilirim.”
“Hayır, yapamazsın. Kötü değilsin.”
“Gotham’ın ihtiyacı neyse, ben oyum.”

Onlara böyle söyle:
Bir kahraman.
Hak ettiğimiz değil.
İhtiyacımız olan bir kahraman.
Zırhı parlayan bir şövalyeden farkı yoktu.
“Peşine düşecekler.”
“Sen peşime düşecek beni lanetleyecek üzerime köpekler salacaksın. Çünkü olması gereken bu. Çünkü bazen gerçek yeterince iyi değildir. Bazen insanlar fazlasını hak eder. Bazen insanlar, inançlarının ödülünü alır.

“Batman! Batman!”

“Neden kaçıyor, baba?”
“Çünkü onu kovalamalıyız.”
“Tamam, içeri giriyoruz. Hadi hadi. Hadi.”
“Yanlış bir şey yapmadı.”
“Çünkü o, Gotham’ın hak ettiği kahraman fakat şu anda ihtiyacı olan değil. Onu kovalayacağız, çünkü buna dayanabiliyor.

Çünkü o bir kahraman değil. Suskun bir nöbetçi, dikkatli bir koruma.
O Kara Şövalye.”
Doktrin: “Kimi gittiği yeri mutlu eder, kimi terk ettiği yeri.” – Oscar Wilde