Sf: 5
Ya çok neşeliydi ya da hüzünlü. Arası yoktu.
Sf: 6
”İnsanlar beni güzel olmakla suçluyorlar, gerçekten güzel miyim sence?”
”Güzel sözcüğü yeterli değil.”
Sf: 7
Bar kapanınca kaldığım eve gittik. Bira içip sohbet ettik. Sıcak ve sevecen olduğunu işte o zaman sezmeye başladım. Deyyusun biri günün birinde sonsuza dek mahvedecekti onu.
Kendini vererek ama telaşsız öpüşüyordu. Ellerimi teninde, saçlarında gezdirdim. Birleştik. Sıcak ve dardı. Sevişmeyi uzatmak için ağır bir tempo tutturdum. Gözlerimin içine bakıyordu.
Sf: 8
Bir gece sarhoşluktan ve çevreye rahatsızlık vermekten tutuklandı, kefaletini ödeyip onu çıkarmak zorunda kaldım.
”Orospu çocukları,” dedi, ”bir kaç içki ısmarladıkları için donuna girebileceklerini sanıyorlar.”
”Sana içki ısmarlamalarına izin verdiğin an başına belayı sarıyorsun.”
”Sadece vücudumla değil, benimle de ilgilendiklerini sanıyorum.”
”Ben seninle ve vücudunla ilgileniyorum. Vücudunu aşıp seni keşfedecek erkeklerinin sayısının çok olduğunu sanmıyorum ama.”
”Delisin.”
”Özledim seni,” dedi.
”Başkası var mı?”
”Hayır,sadece sen. Çalışıyorum ama. Ücretim on dolar. Sana bedava.”
Sf: 9
”Güzelliğinle neden uğraşıyorsun? Kabullensene?”
”Başka bir şey gördükleri yok da ondan. Bir bok değil güzellik. Uçar gider. Çirkin olduğun için talihlisin. Biri seninle ilgilendiğinde başka bir şey için olmadığını biliyorsun.”
”Pekala,” dedim. ”Talihliyim.”
”Çirkin olduğunu ima etmek istemedim. Başkaları için çirkin olabilirsin. Harikulade bir yüzün var aslında.”
”Teşekkür ederim.”
Sf: 10
Yine öpüştük. Sessizce ağlıyordu. Gözyaşlarını duydum. Siyah saçları ölüm bayrağı gibi yayılmıştı yatağa.
Kuma uzanıp atıştırdık. Birbirimize sarılıp uyuduk bir süre. Sevişmekten bile güzeldi sanki. Gerilimsiz bir birlikte akış.
Sf: 11
Dışarda g.tün teki klaksonuna basıp duruyordu. Israrla. Şişeyi fırlatıp avazım çıktığı kadar bağırdım. ”ALLAHIN CEZASI OROSPU ÇOCUĞU! KES ARTIK!”
Gece üstüme üstüme geliyordu ve yapabileceğim hiç bir şey yoktu.
Sf: 13
ALTIN ÇOCUK MEZBAHADA
Yükleme bölümüne yürüdüm. Tahta sıraya oturmuş birkaç adam kaçık ya da homoseksüelmişim gibi baktılar bana.
Bende kafamda en horlayıcı, en arka sokak bıçkını bakışı olarak canlandırdığım şekilde onlara baktım.
Sf: 15
George danayı indirmişti. Dünya et pazarı için. Dinlenmiş, kaçık, dedikoducu ev kadınları öğlenin ikisinde üstlerinde önlükleri, dudaklarında ruj boyalı sigaraları ile nerdeyse hiçbir şey hissetmeden önlerine alıp pişirsinler diye.
Sf: 17
Kamyonu park edip motoru stop ettikten sonra bir dakika kadar oturdum o deri koltukta. Sonra kapıyı açıp inmeye yeltendim. Basamağı ya da orada olması gereken allahın cezası şey neyse onu ıskalayıp kurşunlanmış biri gibi yere yuvarlandım. İşçilerin gülerek, sigaralarını yakarak işlerinin başına dönmekte olduklarını gördüm.
Sf: 23
BİR TEKSAS GENELEVİNDE YAŞAM
Ama geniş küfeli zenci hizmetçi döndü ve ağı kaldırdım yine; oturup bira içtik, sohbet ettik.
”Kendinden söz et bana” dedim.
Güldü ve anlattı. Kolay değildi hayatı tabii ki. Ne kadar içtiğimizi bilmiyorum. Sonunda yatağa çıktı ve hayatımın en iyi s.kişlerinden birini yaşattı bana.
Sf: 33
15 SANTİM
Hayatının sonuna yaklaşmışsan hayatın birazı bile çok değerlidir.
Sf: 41
DÜZÜŞ MAKİNESİ
Bir erkeği hiçbir gerçek kadının düzemeyeceği gibi düzen mekanik bir kadın yapmıştı. tampon kullanmıyordu, sıçmıyordu, üstüne üstlük tartışmıyordu.
”Hayatım boyunca böyle bir kadın düşledim,” dedim
Tony güldü. ”her erkek düşler.”
Sf: 42
”Hadi öyleyse,” dedim, ”kırk doları aldın nerde S.KİŞ MAKİNESİ?”
Sf: 45
Von Brashlitz, Kızılderili Mike’a döndü. ”Küçük bir arıza sadece. Bana güven. Birazdan gideririm.”
”Umarım,” dedi Kızılderili Mike, ”yirmi beş santim hazırda bekliyor ve yirmi dolar içerdeyim.”
Sf: 47
Bir gün berberde sıra beklerken seks dergilerinden birini karıştırıyordum. Bir ilan dikkatimi çekti. ”Kendi bebeğini kendin şişir! Sadece 29.95. Dayanıklı lastikten, evladiyelik. Zincir ve kırbaç ilaveli. Ayrıca; bir bikini, sütyen, külot, iki peruk, ruj ve bir küçük kavanoz aşk kremi. Von Brashlitz Limited.”
Sf: 48
Üstüne çıkıp o lastik ağızı öpmeye başladım. Arada sırada o koca memelerden birini tutup emiyordum. Başına sarı peruğu geçirmiş, kamışımı aşk kremi ile sıvamıştım. Fazla krem kullanmam gerekmemişti, bir yıl giderdi o kavanoz.
Sf: 50
CESARET SIKMA MAKİNESİ
Bagley ahizeyi kaldırdı. ”GARANTİLİ YARDIM ŞİRKETİ. Bagley ben.”
Sf: 51
Dinledi. ”Evet, evet. iyi bir muhasebeci var elimizde. maaşı mı? ilk iki hafta için 300 dolar, yani haftalığı 300 dolar. İlk iki haftalığına el koyuyor, sonrası için ya ona haftada 50 dolar veriyoruz ya da kovuyoruz.
Sf: 53
”gece gündüz iki işte birden çalışırken bu lüks hayatı yaşayacak zamanı nereden bulacaksın diyorum?”
”günü gelecektir, efendim. günü gelecektir!”
”peki çocuklarının bir gün büyüyüp senin hıyarın teki olduğunu düşüneceklerinden korkmuyor musun?”
”hayatımı onlar için çalışarak geçirdikten sonra mı? elbette, hayır!”
”mükemmel. birkaç sorum daha var.”
”evet, efendim.”
”bu koşuşturmaca beden ve ruh sağlığına zararlı değil mi sence?”
”sürekli çalışıyor olmasam boş vaktimi içerek, yağlı boya tablolar yaparak, düzüşerek, sirke giderek ya da parktaki ördekleri seyrederek geçiriyor olurdum.”
”parktaki ördekler seyretmek hoş bir şey değil mi sence?”
”hoş ama boş, efendim, para getirmez.”
”tamam. s.ktir git.”
”tamam, Dan. bu hazır. iyi iş yapmışsın. sözleşmesini eline tutuştur, imzalat, küçük puntoları okumayacaktır, bizim iyi insanlar olduğumuzu düşünüyor.
Sf: 57
”şu yaşlı hatunlar -West ve Dietrich, hâlâ meme ve bacak sallıyorlar, anlaşılır gibi değil, ben 6 yaşındayken de yapıyorlardı aynı şeyi. nedir bunların sırrı?”
”sır filan yok. korse, pudra, makyaj, vatka, binbir türlü numara var. Anneanneni bile on altı yaşında gösterebilirler.”
”anneannem öldü.”
”olsun, farketmez.”
Sf: 58
”bana güvenmiyor musun?”
”tuhaf ama her zamankinden daha çok.”
”yine de karını senden habersiz düzüyorum.”
”o kadar da önemli değil aslında. onu düzmekten sıkıldım zaten. her erkek karısını düzmekten sıkılır.”
”ama ben karını düzmemi istemeni istemiyorum.”
”umrumda değil ama bunu istediğimden emin değilim.”
Sf: 61
ÜÇ KADIN
McArthur parkının tam karşısındaki otelde kalıyorduk. Linda ve ben, ve bir gece oturmuş içkilerimizi yudumlarken pencerenin önünden bir adam uçtu aşağı. çok tuhaftı, şaka gibi, ama adam kaldırımda patladığında işin şaka yanı kalmadı. ”tanrım,” dedim Linda’ya, ”çürük domates gibi dağıldı! bağırsak, bok ve sümük gibi bir şeylerden yapılmışız! gel bak! bak şuna!” Linda pencereye geldi, banyoya koşup kustu, sonra banyodan çıktı. ona döndüm. ”allah belamı versin, yere dökülmüş bir tencere kıymalı makarnadan farkı yok! kıymalı makarnaya yırtık bir takım elbiseyle gömlek giydirmişler!” Linda banyoya koşup bir daha kustu.
Sf: 62
Linda ile parka gider, banlardan birine oturup ördekleri seyrederdik. Hİçbir endişeleri yoktu ördeklerin -kira, elbise, yemek- ortalıkta dolanıp sıçmak ve vaklamaktı bütün işleri. kibirli halleri ile sürekli yerlerdi. arada sırada otel kiracılarından biri ördeklerden birini öldürür, sonra odasında tüylerini yolup pişirirdi. biz de birkaç kez aklımızdan geçirmiştik, ama yapmadık. ayrıca kolay değildi.
Ama saat bile doğru çalışmıyordu. bir keresinde bozulmuştu, açıp tamir etmeye çalışmıştım. yaylarından biri kopmuştu, tek çare kısaltıp tekrar bağlamaktı. öyle yaptım ve saati kapattım. kısa bir yayın saate ne yaptığını bilmek isterseniz size anlatayım; yay ne kadar kısalırsa akrep ile yelkovan o kadar hızlanır. deli saatin tekiydi bizimki, inanın. sıkıntılarımızı unutmak için düzüşmekten yorgun düştüğümüzde saati seyredip zamanı tahmin etmeye çalışırdık, gerçek zamanı. yelkovanın dönüşünü gözlerinizle görebiliyordunuz -çok gülerdik.
Sf: 63
sonra bir gün – tam bir haftamızı almıştı- saatin her gerçek 12 saatte 30 saat ilerlediğini keşfettik.
saat dokuza geliyordu, otele dönmek bir saatimi aldı. bütün o iyi giyimli, aptal-görünümlü insanların yanından geçtim. Cadillac süren öfkeli bir adam beni eziyordu az kalsın. öfkesinin nedenini bilmiyordum. hava belki. sıcak bir gündü.
Sf: 64
”Linda beni öldürür!”
“bilmeyecek ki!”
üstüne çıktım ve yayların gıcırdamaması için YAVAŞÇA, SESSİZCE, YAVAŞÇA gidip gelmeye başladım. ÇOK YAVAŞ ve boşaldığımda sonu gelmeyecek sandım. hiç böyle boşalmamıştım. Çarşafa silinirken insanlar asırlardır yanlış s.kişiyorlar belki de, diye geçirdim içimden.
Sf: 65
Jeanie ile olduğu gibi uzun ve titretici olmamıştı, pıt pıt ve bitmişti. kalktım üstünden. iskemleme oturduğumda horluyordu. tuhaf -nefes alır gibi s.kişiyordu- büyütülecek bir şey değildi s.kiş. her kadın biraz farklı s.kişiyordu, erkeğin düştüğü tuzak da buydu.
Sf: 69
ÜÇ TAVUK
“kolun kırılmış olamaz,” dedim.
“kırıldı işte, kırıldı, seni otuzbirci orospu çocuğu, kolumu kırdın!”
Sf: 71
asansöre bindim. iyi hissetmiyordum kendimi. dört katlık bir iniş. asansör kafes şeklinde inşa edilmişti ve eski çorap, eski elbise, eski süpürge kokardı. ama bir şekilde güven ve güç duygusu veriyordu bana.
Sf: 73
Margy. değişik adlı bütün o kadınlar; içerek, sıçarak, adet görerek, erkekleri düzerek. duvarlara katlanarak. acayip.
Sf: 74
oturup viski şişesini açtım, iki su bardağını ağzına kadar doldurdum, ayakkabılarımı çoraplarımı pantolonumu gömleğimi çıkardım, sigaralarından bir tane yaktım. şort atlet oturdum karşısına. bunu hep yaparım, vakit kaybetmeden rahat etmeyi severim. hatunun hoşuna gitmezse keyfi bilir. isterse gider. ama hep kalırlar. kendime has bir havam var. bazı hatunlar aslında kral doğmalıymışım diyorlar. başkaları başka şeyler söylüyorlar. s.ktirsinler.
Sf: 75
bir zamanlar çiğ ciğeri uzun su bardağına koyup düzen birini tanımıştım. ben kamışımı kırabilecek ya da keskin bir şeye sokmaktan hoşlanmam. kanlı bir çükle doktora gidip su bardağını düzerken başınıza geldiğini söylediğinizi düşünsenize.
Sf: 78
oturduk, konuştuk ve içtik.
sonra yatağa girdik birlikte. çok yumuşak öpüşüyordu, özür dolu bir hüzün vardı dilinde.
Sf: 79
ON OTUZBİR
bir odada boğuluyorum hissine kapılmadan beş dakikadan fazla kalabileceğim insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Sf: 81
“BİR METRELİK BİR CETVEL ÖLÇÜLECEK NESNENİN BİR METRE UZUNLUĞUNDA OLDUĞUNU SÖYLEMEZ.”
-Ludwig Wittgenstein.
Sf: 83
sonra çıldırtıcı tenini sergileyerek benim yanımdan geçiyor, güneşin kopardığı bir çığ tabakası gibi…
Sf: 87
BİR TÜRLÜ DOĞRU DÜRÜST DÜZÜŞEMEYEN ON İKİ MAYMUN
Pekala, çılgın bir bilim adamı var elimde, maymunlara uçmayı öğretmiş, on bir kanatlı maymunu var. Maymunlar olağanüstü. Bilim adamı yarışmayı bile öğretmiş onlara. Sütunların etrafında uçup yarışıyorlar, evet. Dur bakalım. İyi olmalı bu öykü. Bir öyküyü başından def etmek istiyorsa s.kiş katmalısın, bol miktarda, mümkünse. On iki maymun olsa dahi iyi olacak, altısı erkek, altısı diğer cinsiyetten. Güzel. Hodri meydan. Yarış başladı. İlk sütunun etrafından dönüyorlar. İyi de, nasıl s.kiştireceğim ben bunları.
Sf: 88
Kaçak Jack ve tanıdığım iki tip daha. İkisi oturuyor. Jack bana bir daha evime gelmeme sözü vermişti; ama şaraba vurmuş kendini, verilmiş sözlerin pek anlamı yok. Annesi ile yaşıyor ve ressam ayaklarında. Anneleri ile yaşayan ya da annelerinin maddi desteği ile varolan dört beş kişi tanıyorum, hepsi dahi olduklarını iddia ediyorlar. Ve hepsinin annesi üç aşağı beş yukarı aynı.
Sf: 92
Conrad’ın canı cehenneme. Hollywood’un loş bir odasında burbonla kola içmeyi yeğlerim.
Sf: 93
YİRMİ BEŞ PEJMÜRDE SEFİL
“şey… ben… köpeğiniz için kemik getirdim.”
elinde bir torba dolusu tavuk kemiği.
“köpeğe tavuk kemiği vermek çocukların elma şekerlerinin içine jilet koymaktan farksızdır. köpeğimi öldürmeye mi çalışıyorsun lan?
“hayır, hayır!”
“kemikleri kıçına sok ve kaybol öyleyse.”
Sf: 95
kalkıp zulama gittim. yüz seksen dolarımız kalmıştı. daha güç durumlara düştüğümüz olmuştu, birçok kez, ama bana fabrikaların ve depoların yolu görünüyor gibiydi bu kez, o da bulabilirsem. bir onluk aldım. köpek hâlâ hoşnuttu benden. kulaklarını çektim. kaç param olduğu ya da olmadığı umurunda değildi. nefis bir köpek. evet. yatak odasından çıktım. Kathy aynanın karşısında dudaklarını boyuyordu. kıçına bir çimdik atıp kulağının arkasını öptüm.
Sf: 96
yanımdaki sefil, “hey, ahbap!” dedi.
“ne var?” dedim.
“ben Fransızım.”
cevap vermedim.
“saksafon ister misin?”
“hayır,” dedim.
“bu sabah hoş bir arsada adamın tekinin başka birinin borusunu üflediğini gördüm, adamın kamışı ince ve uzundu, ötekinin ağzından bel damlıyordu, hâlâ emiyordu. seyrederken fena halde tahrik oldum. canım istiyor. ne dersin?”
“hayır,” dedim, “havasında değilim.”
“sen beni üfle o zaman.”
“s.ktir git!” dedim.
Sf: 98
“Kathy! Kathy!”
“Hank…her şey yolunda mı?”
köpek koşarak yanıma geldi, başını okşadım.
“orospu çocukları bana ne yaptı, tahmin et?”
“ne?”
“gazeteleri dağıtmam için kendi mahallemi verdiler!”
“canım neyse, hoş değil ama kimsenin umursamayacağından eminim.”
“anlamıyor musun?” NAMIM var benim! üç kağıtçı, anasının gözü! sırtımda bok çuvalıyla görünemem!”
“NAMIN filan olduğunu sanmıyorum! sana öyle geliyor.”
“bana baksana, canımı sıkmaya mı çalışıyorsun? ben orada bir sürü borucu ile uğraşırken senin kıçın sıcak yatakta fazla kalmış!”
“celallenme. işemem gerek. bir dakika.”
o uykulu dişi çişini yapmasını bekledim. tanrım, ne kadar YAVAŞTILAR! kadın organı yetersiz bir işeme makinesiydi. kamış beş çekerdi.
Sf: 101
sonradan bir önceki sefil üç dolarını almak için ayağı kalktığında dışarı çıkıp Beverly Caddesi’ne doğru yürümeye başladım. evime varıp elime bir içki aldığımda saat altı olmuştu. çektim kafayı. canım o kadar sıkkındı ki Kathy’ye üç posta kaydım, bir pencere camı kırdım. cam parçasına basıp ayağımı kestim.
Sf: 103
BİR YERALTI GAZETESİNİN DOĞUMU, HAYATI VE ÖLÜMÜ
“Şairim ben.”
“Şiirle düzyazı arasında ne fark var?”
“Şiirler kısa sürede çok şey söyler, düzyazı uzun sürede az.”
“Açık Yarık için bir sütun istiyoruz.”
“Bana bir içki verirsen kabul ederim.”
Verdi. Kabul ettim.
Bir cep viskisi buldum evde, içtim, dört de bira götürdüm, oturup ilk sütunu yazdım. Bir keresinde Philadelphia’da düzdüğüm yüz elli kiloluk fahişeyi anlattım. İyi bir yazıydı. Daktilo hatalarını düzelttim, otuzbir çektim ve uyudum…
Hyans’ın iki katlı kiralık evinin alt katında başladı her şey. Birkaç aciz gönüllü vardı, yeni bir fikirdi ve benden başka herkes çok heyecanlıydı. Hatunlardan birini düzmeye bakıyordum ama hepsi birbirine benziyor, aynı şekilde davranıyordu -hepsi on dokuz yaşında, kirli sarışın, küçük kıçlı, küçük göğüslü, meşgul, uçuk ve bir şekilde nedenini bilmeksizin kibirliydi. Sarhoş ellerimi üstlerine koyduğumda hayli soğukkanlıydılar. Hayli.
“Bak, Dede, senden kaldırmanı istediğimiz tek şey Kuzay Vietnam bayrağı!”
“Bahse girerim ki yarığın iğrenç kokuyordur!”
“Gerçekten pis bir moruksun sen! Gerçekten… iğrençsin!”
Ve o leziz elma yanakları sallayarak uzaklaşırlardı; ellerinde -benim güzelim mor menekşem yerine- polislerin Sunset Trip’te çocukların şekerlemelerine el koyduklarını haber yapan bir çocuk gazetesi. Auden’dan bu yana yaşayan en büyük şairdim, bir köpeği kıçından düzmeyi bile beceremiyordum.
Sf: 105
Ön tarafta boş bir ev buldular. Ev iki katlıydı, bir gece porto şarabımı yudumlarken evin yan tarafındaki kutuyu kırıp beleş paralel hat çekmek için telefon kablolarına bir şeyler yapan Joe için el fenerini tuttum.
Sf: 106
Personel bölümüne çağrılmıştım. Terfi için çağırmadıklarını biliyordum. Mektubu elimden alıp tahta bir bankın üstünde kırk beş dakika serinlettiler beni. Şu malum, senin bağırsakların b.k dolu, bizimki değil, rutini.
Sf: 107
Daha genç, daha yakışıklı, daha havalı, daha zeki ve hınzır görünümlü birini beklediğinden eminim… Yaşla, yorgun, kayıtsız ve akşamdan kalmaydım. Onun saçları hafif kırlaşmıştı, saygın bir görünümü vardı, ne tür bir saygınlıktan söz ettiğimi anlamışsınızdır. Bir grup Meksikalı ile hiç pancar toplamamış ya da ayyaşlar koğuşuna on-on beş kez düşmemişti. Ya da sabahın altısında, saat on ikide sıcaklığın kırk beş derece olacağını bildiği için gömleksiz limon toplamamıştı. Sadece yoksullar biliyordu hayatın anlamını; varsıl ve güvencede olanlar tahmin edebilirlerdi ancak. Tuhaftır, Çinlileri düşünmeye başladım o anda. Rusya yumuşamıştı; belki de aşağıdan yukarı doğru kazarak gelen, b.ktan usanmış Çinliler biliyordu sadece. Ama siyasetim yoktu benim, düzenbazlıktan başka bir şey değildi siyaset: tarih hepimizi düzüyordu sonunda. Ben erken pişmiştim -haşlanmış, düzülmüş, bitmiş.
Sf: 110
“Bu sütunu siz mi yazıyorsunuz? Pis Moruğun Notları?” diye sordu Bay Washington.
“Evet.”
Gazetelerden birini Bay Los Angeles’a uzattı.
“Bunu gördün mü?”
“Hayır, görmedim.”
Sütunun başlığının üst kısmına iki bacak üstünde yürüyen bir kamış çizilmişti. Öyküde bir erkek arkadaşımı sarhoşken kız arkadaşım sanıp yanlışlıkla kıçından nasıl düzdüğümü anlatmıştım. Arkadaşımı gitmeye ikna etmek iki haftamı almıştı. Gerçek bir hikayeydi.
“Siz buna yazmak mı diyorsunuz?” diye sordu Bay Washington.
Sf: 111
“Postane hakkında yazmaya devam edecek misiniz?”
Onlar hakkında alçaltıcı olmaktan ziyade mizahi bir sütun yazmıştım -ama benim beynim tuhaf çalışıyordu belki.
Bu sefer ben onları beklettim. Sonra cevabımı verdim: “Siz beni yazmaya zorlamadıkça, hayır.”
Bekletme sırası onlardaydı. Karşındakinin yanlış bir hamle yapmasını beklediğin bir tür satranç oynuyorduk; piyonlarını ye, fillerini ye, atlarını ye, cesaretini ye. (Ve bu arada siz bunu okurken ben işimden olmuş olacağım. Bira ve çelenk parası için yardımlarınızı Charles Bukowski Rehabilitasyon Vakfı’na yollayın.)
Bay Washington ayağa kalktı.
Bay Los Angeles ayağa kalktı.
Bay Charles Bukowski ayağa kalktı.
”Bu görüşme sona ermiştir,” dedi Bay Washington.
Sf: 112
Bölüm Amiri bize doğru geldi, hepsi ona beklediği saygıyı gösterdiler, ama ben, Bukowski, rahat bir tavırla puro yaktım, kibriti zarif bir bilek hareketi ile yere fırlattım, derin ve harikulade düşüncelere dalmışçasına gözlerimi tavana diktim. Numara yapıyordum: zihnim boştu; Bir şişe Grandad ile altı-yedi soğuk biraydı tek istediğim…
A.ına koduğum gazetesi büyüdü, ya da öyle bir hava verildi ve Melrose’da bir binaya taşındı. Yazımı alıp oraya gitmekten nefret ediyordum, çünkü herkes öyle b.k, öyle sünepe ve tuhaftı ki. Hiçbir şey değişmiyordu. İnsan denen canavarın tarihi çok yavaş ilerliyordu.
Sf: 115
Polis bir kez daha bastı gazeteyi. Bu sefer bir kadının cinsel organının fotoğrafını bastıkları için. Hyans’ın kafası karışıktı. Ya ne pahasına olursa olsun gazetenin tirajını artıracak ya da kapatacaktı. Ama artıramadı, bir süre sonra gönüllülerden ve haftada otuz beş dolara çalışanlardan başka kimsenin s.kinde değildi gazete. Ama Hyans genç gönüllü kızlardan birkaçını becermeyi başardı, vaktini tamamen boşa harcamamıştı.
Sf: 117
”Orospu çocuğuna karımdan uzak durmazsa onu öldüreceğimi söylediğim halde eve giriyorum ve kanepemde oturuyor, kendi evimde. Sen olsan ne yaparsın?”
”Bu işi mülkiyet davasına çevirdiğinin, farkında mısın? S.ktir et. Unut gitsin. Çek git. Bırak onları orada.”
”Sen öyle mi yapardın?”
”Otuz yaşından sonra -her zaman. Kırk yaşından sonra daha da kolaylaşıyor. Ama yirmili yaşlarda delirirdim. İlk yanıklar fena acır.”
Sf: 119
Sonra serin ve mavi bir çarşamba gecesi Açık Yarık’ın son sayısını almak için gazete bayiine gittim. En iyi sütunlarımdan birini yazmıştım, basmaya cüret edip etmediklerini merak ediyordum. Sadece geçen haftanın sayısı vardı bayiide. Kokuyu aldım o ölü mavi havada: oyun bitmişti.İki altılık paket büyük Shlitz alıp evime gittim ve requiem niyetine içtim. Sonlara her zaman hazırlıklı biri olarak hazırlıksız yakalanmıştım. Kalkıp duvardaki afişimi yırttım, çöpe attım: ”AÇIK YARIK. LOS ANGELES RÖNESANSININ HAFTALIK ELEŞTİRİSİ.”
Hükümet kaygılanmayacaktı bundan böyle. İyi bir yurttaştım yine. Yirmi bin tiraj. Altmış bine çıkabilseydik -ailevi sorunlar ve polis baskısı olmaksızın- hayatta kalabilirdik. Kalamadık.
Sf: 120
Fakat siyaset yazarı, Barney Palmer geldi. Onu içeri aldım, biraları açtık.
”Hyans silahını ağzına dayadı ve tetiği çekti,” dedi.
”Sonra?”
”Silah tutukluk yaptı. Silahı sattı.”
”Bir kez daha çekebilirdi.”
”Bir kez çekmek bile büyük cesaret ister.”
”Haklısın. Bağışla. Korkunç akşamdan kalmayım.”
Sf: 121
”Olan küçük insanlara oldu, Buk, haftada yirmi beş dolara çalışan, gazete için her şeylerini veren insanlara. Ayakkabılarına mukavva yerleştiren, döşemede uyuyan insanlara.”
Sf: 124
DÜŞKÜNLER KOĞUŞUNDA YAŞAM VE ÖLÜM
Ambulans doluydu ama üstte bir yer buldular bana ve yola koyulduk. Kan kusuyordum, bol miktarda. Altımdakilerin üstüne kusacağımdan korkuyordum. Sireni dinleyerek yol alıyorduk. Çok uzaktan geliyordu sanki sirenin sesi, başka bir ambulanstan. Belediye hastanesine götürüyorlardı bizi, hepimizi. Yoksulduk. Düşkündük. Hepimizin sağlık sorunları vardı ve bazılarımız geri dönmeyecekti. Tek ortak yanımız yoksulluktu, bir de fazla şansımızın olmayışı. İstiflenmiştik. Bir ambulansa bu kadar insanın sığabileceğini tahmin etmezdim.
”Allahım, büyük Allahım,” dedi altımdaki zenci kadın, ”BENİM başıma böyle bir şey gelebileceği hiç aklıma gelmedi! Hiç, büyük Allahım…”
Ben aynı duyguyu taşımıyordum. Uzun süredir oynaşıyordum ölümle. İyi dost olduğumuzu söyleyemem ama tanıyorduk birbirimizi. O gece atik davranıp epey yaklaşmıştı bana. Uyarılar almıştım: mideme kılıç sokuluyormuş gibi ağrılar, kulak asmamıştım ama. Dayanıklı olduğumu sanmıştım, acı talihsizlikti benim için. Önemsememiştim. Çivi çiviyi söker mantığı ile sancılarımın üstüne viski içmiştim. İşim buydu, sarhoş olmak. Viski yüzünden gelmişti bu başıma; şarapla yetinmeliydim.
İçten gelen kan parmak kesiğinden akan berrak kırmızı değildir. Mordur, siyah hatta, ve iğrenç kokar, b.ktan bile daha iğrenç. Bize hayat veren sıvı bira sıçmığından daha berbat kokar.
Kusacak gibi hissettim kendimi yine. Yediğiniz yemeği kusmaktan pek farklı değildi, kan geldiğinde biraz rahatlıyordu insan. Ama bir yanılsamaydı bu sadece… her ağız dolusu Ölüm Baba’ya biraz daha yaklaştırıyordu insanı.
”Allahım, Allahım, hiç aklıma gelmezdi…”
Kan geldi, ağzımda tuttum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bulunduğum yerden aşağıdaki dostlarımı fena ıslatabilirdim. Kanı ağzımda tutup ne yapacağımı düşündüm. Ambulans bir viraj aldı, kan ağzımın kenarından sızmaya başladı. Ölürken bile edepli olmak zorundaydı insan. Kendimi toparlayıp kanı yuttum. İğrençti. Sorunu halletmiştim ama. Bir an önce bir sonrakini sallayabileceğim bir yere varmamız için dua ettim.
Gerçekten, ölümü düşünmüyordu insan; tek bir şey geçiyordu aklımdan: Bu çok rahatsızlık verici bir durum, olanları denetleyemiyorum. Seçimlerini kısıtlıyor, insanı itip kakıyorlar.+
Ambulans hastaneye vardı nihayet, beni bir masanın üstüne yatırıp sorulara başladılar: Hangi dine mensuptum? Doğum yerim? O hastaneye daha önce gelmiş miydim, borcum var mıydı? Doğum tarihim? Annem ile babam hayatta mıydı? Evli miydim? Bildiğiniz sorular. Aklınız yerindeymiş gibi konuşuyorlardı sizinle; her an ölebileceğiniz endişesini oynamıyorlardı bile? Ve hiç acele etmiyorlardı. İnsanı sakinleştiren bir tavırdı bu, ama sizi sakinleştirmek değildi amaçları. Artık sıkılmışlardı, öldüğün ya da uçtuğun ya da osurduğun umurlarında bile değildi. Hayır, osurmamanı yeğlerlerdi.
Derken bir asansöre soktular beni, kapı karanlık bir bodruma açıldı. Tekerlekli yatağımla dışarı çıkardılar beni. Yatağa yerleştirip gittiler. Hademelerden biri küçük beyaz bir hap verdi bana.
”Al bunu,” dedi. Yuttum hapı, bir bardak su verip kayboldu. Uzun zamandan beri kimse bana bu kadar şefkat göstermemişti. Arkama yaslanıp etrafımı inceledim. 8-10 yatak vardı, hepsinde de erkek Amerikalılar. Komodinlerimizin üstünde bir teneke sürahi su ve bir bardak vardı. Çarşaflar temizdi. Karanlıktı içerisi, ve soğuk, bir apartman dairesinin kileri gibi. Tek bir ampül yanıyordu koğuşta, çıplak. Yanımdaki yatakta iri bir adam yatıyordu, yaşlıydı, elli beşinde belki, ama azmandı; cüssesinin büyük kısmı yağdan oluşuyordu, ama yine de çok heybetli görünüyordu. Yatağına bağlanmıştı. Tavana bakarak kendi kendine konuşmaya başladı.
Sf: 129
Başhemşire geldi.
”Bay Bukowski,” dedi, ”size daha fazla kan veremiyoruz. Kan krediniz yok.”
Gülümsedi. Beni ölüme terk edeceklerini söylemeye gelmişti.
”Peki,” dedim.
”Rahip ister misiniz?”
”Ne için?”
”Kaydınızda Katolik olduğunuz yazıyor.”
”Öylesine söyledim.”
”Neden?”
”Eskiden Katoliktim. Ama ‘dinsiz’ yazınca bir sürü soruyorlar.”
”Kayıtlarımıza göre Katoliksiniz, Bay Bukowski.”
”Bakın, konuşmakta zorlanıyorum. Ölüyorum. Pekala, pekala, Katoliğim, öyle olsun.”
Sf: 133
JAMES THURBER’DAN KONUŞTUĞUNUZ GÜN
Ya talihim dönmüştü ya da yeteneğimi sıfırlamıştım. Yanılmıyorsam Huxley veya onun Ses Sese Karşı romanının karakterlerinden biriydi. ”Yirmi beş yaşında herkes dahi olabilir: ama elli yaşında beceri ister,” diyen. Neyse ben kırk dokuz yaşındaydım, ki elli değildir -bir- kaç ay eksik. Ve resimlerimde satmıyordu. Yakın zamanda bir şiir kitabım çıkmıştı: A.cıkların En Büyüğüdür Gökyüzü. Karşılığında dört ay önce yüz dolar almıştım, şimdi sahaflarda yirmi dolara satılıyordu. Kendi kitabımın bir kopyası bile yoktu elimde. Dostlarımdan biri sarhoşluğumdan istifade edip çalmıştı. Dost mu?
Sf: 136
Kapı çalındı hafifçe, çok hafif, öyle hafif ki susuzluktan ölmek üzere olan bir güvercin bir yudum su istemek için tek kanadı ile çalıyor sanırdınız.
Genellikle samanı andıran s.ktirici sakallı iki ya da üç oğlan olurdu gelenler.
Genellikle erkekti gelenler, ama arada sırada genç kızlar da gelirdi, hayli çekici kızlar, ve gelen kız olduğunda gitmek zorunda olmaktan nefret ederdim. Ama onun inik yirmi santimlik bir kamışı artı ölümsüzlüğü vardı. Rolümü ezberlemiştim.
”Şey, Andre, başım çatlıyor… sahilde biraz yürüyeceğim, temiz hava iyi gelir.”
”Yok, hayır, Charles! Gerçekten, gerek yok.”
Ve daha kapıdan çıkmadan arkama dönüp kız Andre’nin fermuarını açmış olurdu. Ya da fermuarı yoksa bermuda şortu o Fransız bileklerindeydi ve kız inik yirmi beş santimlik bir kamışın biraz tahrik edilince neler yapabileceğini görmek için çalışıyor olurdu. Ve Andre mutlaka kızın eteğini kalçalarına kadar sıyırmış, yeni yıkanmış dar pembe külotun üstünden parmağı ile o deliğin gizemini arıyor olurdu. Hiç boş durmazdı o parmak, ya sözde yeni melodramatik deliği veya kıç deliğini parmaklıyor, ya da eğer o pembe ve dar külotun etrafından dolanıp başını kızın bacaklarının arasına sokabilmişse -yoga uzmanlığını hesaba katın- sadece 18 saatlik istirahat bulabilmiş yarığı yalayarak hazırlıyordu.
Sf: 137
Ben de her seferinde sahilde yürüyüşe çıkardım. Sabahın erken saatleri olduğu için plajlara kıç kıça dizilmiş o mide bulandırıcı et yığını ile karşılaşmazdım. Onları korkunç vücutları ve satılmış hayatları ile yürürken ya da yatarken görmek zorunda değildim -gözleri yoktu, sesleri yoktu, hiçtiler ve farkında bile değillerdi.
Genç bir kızla bir oğlan duruyordu kapıda. Kızın üstünde çok mini bir etek, ayağında topuklular vardı ve naylon çorapları kıçına kadar çıkıyorlardı. Oğlan bir oğlandı işte.
Sf: 138
İki şişe şarap getirmişlerdi. Şarap açacağı ve bardak almak için mutfağa gittim. Şarapları koydum. Orada dikilmiş şarabımı içip elimden geldiğince kızın bacaklarını dikizliyordum ki oğlan eğilip fermuarımı açtı, kamışımı ağzına aldı. Fazla sesli çalışıyordu. Oğlanın başını okşadıktan sonra, “Adın ne?” diye sordum kıza.
İki şişe şarabı da devirdik. Buzdolabında içecek bir şeyler buldum. Onlarla devam ettik. Sonra, bilmiyorum. Delirip kızın elbisesini parçalamaya başladım -küçücük bir şeydi zaten. Külotunu gördüm; sonra elbisenin üst kısmını yırtıp sütyenini parçaladım. Bir meme yakaladım. Dolgundu. Öpüp emdim. Sonra bağırtıncaya kadar sıktım, bağırdığında da ağzımı ağzına yapıştırıp susturdum.
Sf: 139
“Ah, Andre!”
Sonra başından ayağına kadar titredi, sonra bir kez daha, adak masasında bir kurban gibi. Algılarını yitirdiğinin bilincinde, kökleyip bir kanca gibi tuttum kamışı içinde, sonsuza dek zıpkınlanmış çılgın bir balıktı sanki. Yarım yüzyılda birkaç numara öğrenmiştim. Kendinden geçmişti. Sonra geriye çekilip vurdum, vurdum ve vurdum, deli bir kukla gibi başını sallıyordu, ve kıçını, ve ben boşalırken o da bir kez daha boşaldı. İkimizde ölüyorduk az kalsın.
Bir kadını ayakta alabilmek için ölçülerinin sizin ölçülerinizle uyumlu olması gerekir. Bir gece bir Detroit Otel odasında ölmeme ramak kaldığını hatırlıyorum. Ayakta denedim ve hataydı. Demek istediğim, hatun iki bacağını da yerden kaldırıp belime dolamıştı. Bu da iki bacakla dört kişi taşımaktır. İyi değildi. Vazgeçmek istedim. Sadece iki şeyle taşıyordum hatunu: kıçının altına yerleştirdiğim ellerim ve kamışımla.
Ama hatun sürekli, “Tanrım, ne kadar güçlü bacakların var! Tanrım, bacakların çok güçlü ve harikulade!” deyip duruyordu.
Ki doğrudur. Geri kalanımı çöpe atabilirsiniz, buna beynim de dahil. Ama biri inanılmaz iri ve güçlü bacaklar bahşetmiş bana. Palavra değil. Ama öldürüyordu beni nerdeyse -Detroit otel odasındaki düzüş- çünkü o pozisyonda kamışı ileri geri götürmek özel bir manivela gücü gerektirir. İki vücudun ağırlığını taşıyorsun. Bu yüzden hareketin ağırlığı olduğu gibi belkemiğine biner adamın. Çok güç isteyen öldürücü bir hareketten söz ediyoruz. Sonunda ikimiz de boşalmıştık ve hatunu bir yerlere savurmuştum. Fırlatıp atmıştım.
Ama Andre’nin evindeki bebek ayaklarını yerde tutmuş, bu da bana numara çekme fırsatı tanımıştı -rotasyon, zıpkın, yavaşlama, hızlanma gibi.
Sf: 140
Mutfağa gittim, bir şişe kaliteli Fransız şarabı, ançüez ve doldurulmuş zeytin buldum. Her şeyi getirip dengesiz sehpanın üstüne koydum.
Bardağı ağzına kadar şarap doldurdum. Sonra dünyaya ve okyanusa bakan pencereye gittim. Güzeldi okyanus: yaptığını yapmayı sürdürüyordu. Şarabı içtim, bir tane daha koydum, biraz zeytin yedim, sonra da yorgun hissettim kendimi. Soyunup Andre’nin yatağının ortasına yattım. Güneşe bakıp denizi dinlerken osurdum.
“Teşekkürler, Andre.” dedim yüksek sesle. “O kadar da kötü biri değilmişsin.”
Ve yeteneğim de henüz sıfırlanmamıştı.
Sf: 143
BÜTÜN BÜYÜK YAZARLAR
Tahammül edilemeyecek sıkıcı insanlardı sanatçılar. dar görüşlü. başarılı olmuşlarsa ne kadar kötü olurlarsa olsunlar büyüklüklerine inanıyorlardı. başarılı olamamışlarsa ne kadar kötü olurlarsa olsunlar yine inanıyorlardı büyüklüklerine. başarılı olamamışlarsa suç başkasındaydı. yeteneksiz olabilecekleri hiç gelmiyordu akıllarına; berbat bile olsalar dehalarına güvenleri tamdı. ve her zaman küçük kıçları Şöhret’le verniklenmeden mezarı boylamış bir Van Gogh ya da Mozart ya da bir düzine başka örnekle çıkarlardı karşına. ama her Mozart için berbat işler kusan 50.000 çekilmez geri zekalı vardı. sadece iyiler bırakabiliyordu oyunu -Rimbaud gibi, Rossini gibi.
Sf: 145
Hockley oturdu. sonra yerinden fırladı. bir puro yaktı. eşcinsel olduğundan endişe ediyordu. yani eşcinsel olup olmadığından emin değildi, bu yüzden de puro içiyordu çünkü puro içmeyi erkeksi ve dinamik buluyordu.ama yine de eşcinsel olmadığından emin olamıyordu. kadınlardan hoşlandığını da düşünüyordu. karmaşıktı durumu.
“dinle,” dedi Hockley, “biraz önce ağzımda yirmi santimlik bir kamış vardı! devasa bir kamış!”
“bak, Hockley, burası bir ticarethane. delinin tekinden daha yeni kurtuldum. ne istiyorsun benden?”
“ÇÜKÜNÜ emmek istiyorum! Bu istediğim!”
“ilgilenmiyorum.”
Sf:146
“pekala. yaz. kullanabiliriz sanıyorum.”
Ainsworth bir puro daha yaktı, bir aşağı bir yukarı gezinmeye başladı. “avansa ne dersin?”
“bir yazarımız bize 5 öykü ve 2 roman borçlanmış durumda. girdikçe giriyor. böyle giderse yakında şirketi ele geçirecek.”
“yarım avans öyleyse, anasını satayım. yarım kamış hiç kamıştan iyidir.”
Sf: 147
“bu etek fazlası ile kısa, Francine,” dedi.
kızın bacaklarına bakmayı sürdürdü.
”moda böyle, Bay Mason.”
”bana ‘Henry,’ diyebilirsin. ömrümde bu kadar kısa etek gördüğümü sanmıyorum.”
”kısaldıkça kısalıyorlar.”
”buraya gelen herkesi fena halde tahrik ediyorsun. odama gelip saçmalamaya başlıyorlar.”
”aman, Henry.”
”beni bile fena halde tahrik ediyorsun, Francine.”
kız kıkırdadı.
”hadi, gidip öğle yemeği yiyelim,” dedi Mason.
”ama şimdiye kadar beni hiç öğle yemeğine davet etmedin.”
”başka biri mi var?”
”yo, hayır. saat henüz on buçuk.”
”kimin umurunda? birdenbire acıktım. ölüyorum açlıktan.”
”pekala. bir dakika.”
Francine aynasını çıkarıp bir süre oyalandı. sonra kalkıp asansöre yürüdüler. onlardan başka kimse yoktu asansörde. inerken Francine’ı tutup öptü. ağız kokusu ile karışık çilek tadı geldi ağzına. kalçalarından birini bile ellemişti. kız onu hafifçe itip gönüllü bir direnç gösterdi.
”Henry! sana ne olduğunu anlayamıyorum!” diye kıkırdadı.
”ben de bir erkeğim sonuçta.”
Sf: 148
”öyle mi? çok teşekkür ederim! bir düzine daha buna benzer bir elbisem var.”
”öyle mi?”
”hı hım.”
Francine’in iskemlesini çekti ve kız otururken bacaklarını seyretti. sonra kendi oturdu. ”tanrım, kurt gibi acıktım. istiridye hep aklıma, neden acaba?”
”beni s.kmek istiyorsun sanırım.”
”hı?”
”izin vereceğim. senin çok hoş bir adam olduğunu düşünüyorum, gerçekten hoş.”
garson geldi ve elindeki menü kartları ile dumanı dağıttı. bir tane Francine’e uzattı. bir tane Mason’a. ve bekledi. ve sertleşti. nasıl oluyordu da otuzbir çekerken bazı herifler böyle bebekleri görüyorlardı? garson siparişi aldı, not etti, mutfak kapısından girip siparişi aşçıya iletti.
”hey,” dedi aşçı, ”o önündeki ne?”
”nasıl yani?”
”çadır kurmuşsun lan! bana yaklaşma onunla!”
”bir şey değil.”
”bir şey değil mi? yahu birini öldürebilirsin onunla! git üstüne soğuk su serp biraz! bu şekilde dolaşamazsın!”
garson erkekler tuvaletine girdi. bazı herifler ne biçim karı götürüyorlardı. o bir yazardı. bir sandık dolusu metin vardı elinde. 4 roman, 40 öykü, 500 şiir, ama hiç yayımlanmamıştı. berbat bir dünyada yaşıyorduk. yetenek fark edilmiyordu. yeteneğin önü kesiliyordu. torpilin yoksa şansın yoktu. a.cık ağızlılar. sabahtan akşama kadar aptal insanlara hizmet et.
garson kamışını çıkardı, musluğu açtı ve kamışına soğuk su serpmeye başladı.
Sf: 152
”Tabii. N’olmuş?”
”Hata ettik galiba ama artık çok geç.”
”Çok geç.” diye tekrarladı Bill.
”Başımıza kaldığına göre ,” dedi Tony bardağına şarap koyarken, ”bir göz atabiliriz.”
”Göz atmak mı?”
”Evet. Bakalım.”
”Cesaret edebilir misin?’
”Bilmiyorum. Bu tür durumlar için özel bir eğitimden geçmedim,” dedi Tony.
”Peki. Çarşafı sen açıyorsun,” dedi Bill. ”Ama önce bardağımı doldur. Bardağımı doldur, sonra da çarşafı aç.”
”Kabul,” dedi Tony.
Bill’in bardağına şarap koydu ve cesedin yanına gitti.
”Peki,” dedi Tony, ”AÇIYORUM!”
Tek bir hareketle açtı çarşafı. Gözleri kapalıydı.
”AMAN ALLAHIM!” dedi Bill. ”Kadın. Genç bir kadın!”
Tony gözlerini açtı. ”Evet. GENÇMİŞ. Tanrım, saçlarının uzunluğuna bak, kıçına kadar iniyor. Ama ÖLÜ! Korkunç ve kesin bir biçimde, sonsuza dek. Yazık! Anlaşılır gibi değil.”
”Kaç yaşındaymış sence?”
”Ölü gibi görünmüyor bana,” dedi Bill.
”Ölü.”
”Ama şu göğüslere bak! Kalçalara! Yarığa! hala canlı sanki!”
”Yarık ilk gelir, son gidermiş. Öyle derler.”
Tony gidip yarığı elledi. Sonra o ölü göğüslerden birini kaldırıp öptü. ”Çok hüzün verici, her şey o kadar hüzün verici ki -geri zekalılar gibi yaşayıp sonunda ölmemiz.”
”Cesede dokunmamalısın.”
”Çok güzel,” dedi Tony. ”Ölüsü bile harikulade.”
”Evet, ama yaşıyor olsaydı senin gibi bir serseriye iki kez bakmazdı. Bunu biliyorsun, değil mi”
”Tabii ki. Mesele de orada zaten! Şimdi ‘HAYIR’ diyemez.”
”Ne zırvalıyorsun sen?”
”Demek istediğim şu ki, sertleştim,” dedi Tony. ”TAŞ GİBİ OLDUM!”
Sf: 153
Tony gidip kendine şarap koydu. Dikti.
Sonra yatağa gidip göğüsleri öpmeye başladı, bir yandan da o uzun saçları okşuyordu. Ve sonunda o ölü ağzı öptü, canlıdan ölüye bir buse. Sonra da girdi.
GÜZELDİ. Gidip gelmeye başladı. Böylesini yaşamamıştı! Boşaldı. Sonra doğrulup çarşafa silindi.
Bill lambanın loş ışığında şarap testisine yumularak baştan sona izlemişti.
”Tanrım, Bill! Müthişti, müthiş!”
”Çıldırmışsın sen! Ölü bir kadını düzdün az önce!”
”Ve sen ömrün boyunca ölü kadınlar düzdün -ruhları ve yarıkları ölmüş ölü kadınlar- ama bunun farkında değildin! Kusura bakma, Bill, olağanüstüydü. Utanmıyorum.”
”O kadar mı iyiydi?”
”İnanamazsın.”
Tony işemek için helaya gitti.
Döndüğünde Bill cesedin üstündeydi. Kaptırmıştı. Arada sırada inliyordu. Sonra uzanıp o ölü ağzı öptü ve boşaldı.
Bill doğruldu, çarşafın ucunu bulup silindi.
”Haklıymışsın, hayatımın s.kişiydi.!”
Koltuklarına oturup cesedi seyrettiler.
”Adı neydi acaba?” diye sordu Tony. ”Aşık oldum.”
Bill güldü. ”Sarhoş olduğuna eminim artık! Canlı bir kadına aşık olmak sadece ahmaklara mahsustur ve sen ölü bir kadına aşık oldun.”
”İtiraf ediyorum, tutuldum,” dedi Tony.
”İyi tutuldun,” dedi Bill. ”Şimdi ne olacak?”
”Çıkaracağız onu buradan!” diye yanıtladı Tony.
”Nasıl?”
”Nasıl getirdiysek öyle -merdivenden.”
”Sonra?”
”Sonra senin arabaya koyup Venice kumsalına götüreceğiz ve okyanusa bırakacağız.”
”Su soğuktur.”
”Çükünü hissettiğinden daha fazla hissetmeyecek suyun soğukluğunu.”
”Ya senin çükünü?” diye sordu Bill.
Sf: 169
SİYASET KEDİYİ ARKADAN DÜZMEYE BENZER
”Sevgili Bay Bukowski:
Neden hiç siyaset veya dünya meseleleri üstüne yazmıyorsunuz?
M.K.
”Sevgili M.K.:
Ne diye? Yani, yeni bir şey mi var? -yemeğin altının yandığını herkes biliyor.”
Sf: 171
İnsanlar akıllarını çok iyi olmayan bir şeye taktıklarında ne yaparsın? kolay, akıllarını başka yere kanalize edersin. akıllarını aynı anda iki şeye takamazlar nasıl olsa. 23 Ocak 1968’deki gazete haberi örneğin: HİDROJEN BOMBASI YÜKLÜ B-52 İZLANDA AÇIKLARINDA DÜŞTÜ. DANİMARKA RAHATSIZ. Danimarka rahatsız mı? hay allah!
neyse, birden, 24 Ocak tarihli bir haber: KUZEY KORE AMERİKAN DONANMASINA AİT GEMİYE EL KOYDU.
milliyetçilik tırmanır! vay orospu çocukları! ben o savaşın bittiğini sanıyordum! ha, anladım -KIZILLAR! Koreli kuklalar!
ABD’ye gemi uluslararası sulardaydı; Kore’ye göre kendi sularındaydı. ülkelerden biri yalan söylüyor, biri söylemiyor.
insan sormadan edemiyor, uluslararası sularda bir casus gemisi ne işe yarar? güneşli bir günde yağmurluk giymek gibi bir şey.
Sf: 173
KOCA GÖTLÜ ANNEM
İki iyi kızdılar, Tito ve Baby, ikisi de altmış gösteriyorlardı ama kırklarındaydılar. şarap ve tasa. ben yirmi dokuz yaşındaydım, elli gösteriyordum. şarap ve tasa. daireyi önce ben tutmuştum, sonra onlar taşınmışlardı. yönetici hoşnut değildi, biraz gürültü oldu mu polis çağırıyordu. tedirgindik. klozetin ortasına işemeye korkar olmuştum.
en güzeli AYNA’ydı, kendimi seyrediyordum, göbeklenmiş, Baby ve Tito ile, günlerce sarhoş ve hasta, hepimiz, ucuz radyo çalıp duruyordu, tüpleri yıpranmış, eski halının üstünde, ve AYNA, seyrediyordum.
”Tito, şimdi büzüğündeyim, hissedebiliyor musun?”
”oh, evet, oh -VUR! Hey! nereye GİTTİN?”
”Baby, şimdi de senin yarığındayım, hımmm? hissettin mi? kocaman mor bir baş, aryalar söyleyen bir kobra! hissediyor musun beni aşkım?”
”oooh, sevgilim. Galiba geli… HEY! NERDESİN?”
”Tito, arka koltuğundayım yine, ikiye bölüyorum seni. hiç şansın yok!”
”oooh, tanrım, oooh, HEY, nereye gittin yine? hemen dön!”
”bilemiyorum.”
”neyi bilemiyorsun?”
”hanginize patlatmak istediğimi bilemiyorum. ne yapabilirim? ikinizi de istiyorum, ama ikinize birden BOŞALAMAM! ve karar vermeye çalışırken kendimi tutabilmek için bir tür ölüm ve ıstırap dehşeti yaşıyorum! kimse farkında değil mi çektiğim acının?”
”bana ver, bitsin!”
”hayır, bana, bana!”
Sf: 176
dört gün öncenin gazetesini aldım elime. karikatürlere bir göz attıktan sonra spor sayfasına geçtim. okuyordum. Tito yanıma gelip halıya oturdu. çalışmaya başladı. tıkalı lavaboları açmak için kullanılan pompalardan farksızdı ağzı.
Sf: 181
Sabah uyandığımda tabii ki başım çatlıyordu ve mutfaktan tabak çanak sesleri geliyordu, ama aklı başında her insanın yapacağı gibi kafamı takmamaya çalıştım. Televizyonu açtı, sabah haberleri. Mutfaktaki kahvaltı masasının üstünde duruyordu televizyonu. Sonra kahve kokusu geldi burnuma, güzel kokuyordu ama pastırmalı ve patatesli yumurtanın kokusunu sevmedim, sabah haberlerini de, ve işemek istiyordum ve susamıştım, ama Marie’nin uyandığımı bilmesini istemediğim için bekledim, biraz öfkeli (haha, evet), ama evde yalnız kalma, eve sahip olma isteği ile, ve o sürekli bir şeylerle oyalanıp duruyordu ve nihayet yatağımın yanından geçtiğini duydum…
‘‘Gitmem gerek,” dedi, ”geç kaldım.”
”Güle güle, Marie,” dedim.
Kapı kapanır kapanmaz yataktan fırlayıp helaya gittim, işedim, sıçtım ve evimden uzak öylece oturdum, neresiyse evim. Sonra köşede durmuş bana bakan bir örümcek gördüm. O örümcek benden çok daha eskiydi o evde, bunu biliyordum. Öldürmeyi düşündüm önce. Ama öyle iri ve mutlu ve çirkindi ki, oranın sahibiydi. Bir süre beklemem gerekecekti, uygun oluncaya kadar. Kalktım, kıçımı sildim ve sifonu çektim. Çıkarken örümcek göz kırptı bana.
Sf: 190
”Kendimi zengin hissetmeye başladım bile.”
”Bir şekilde ben de.”
”Tek bir fırsat yetebilir insana hayatta,” dedi Duke, ”ondan sonra beyefendi olursun.”
”Evet.”
”Seni vuracağımdan korkmuyorsun, değil mi?”
”Bu konuyu neden açıp duruyorsun? Ben de seni vurabilirim.”
”Tanrım, işin o yanını hiç düşünmemiştim. Dostunu vurmazsın, değil mi?”
”Dost muyuz?”
”Evet, tabii. Bence dostuz, Harry.”
Sf: 194
Arabaların farlarını ve stop lambalarını seyretti. Birileri aceleyle bir istikamette giderken başkalarının aksi istikamette gitmesi matraktı.
Sf: 197
Madge’in altı doları üç koşu sonunda tükenmişti, ona başka para vermedim. Kazanmanın çok zor olduğunun farkındaydım. Hangi atı seçersen seç bir başka at kazanıyordu.
Sf: 199
”Allah aşkına, Madge,” dedim, çoraplarını yukarı çek. Çamaşırcı kadınlara benziyorsun.”
”Hay Allah! Afedersin, sevgilim.”
Çoraplarını çekmek için eğildiğinde ona bakıp içimden, yakında kendime daha iyi birini bulacak kadar param olacak, diye geçirdim.
Sf: 200
Nerdeyse mahvıma neden olmuş bir kadınla ilişkimi yeni bitirmiştim. Yeni bir ilişki istemiyor, boşluğu at yarışları, otuzbir ve içki ile dolduruyordum. Samimiyetle söylüyorum, böyle takıldığımda hep daha mutlu olmuş, kadınlara son vermeyi düşünmüşümdür. Tövbe, demişimdir. Ama biri çıkıverirdi birden -avlar-dı seni, ne kadar ilgisiz olursan ol. Kadınlar ilgisiz olduğunu hissettiklerinde yapışırlardı yakana, seni bunalıma sokmak için. Kadınlar yapar bunu; erkek ne kadar güçlü olursa olsun bunu başarırlar.
Sf: 201
”Felaket akşamdan kalmasın evlat,” dedim ona bir sabah.
”Başka yolu yok,” dedi, ”unutmak gerek.”
”Haklısın galiba,” dedim, ”akşamdan kalmak akıl hastanesine düşmekten iyidir.”
Sf: 203
Her gece yine sarhoş oluyorduk. Yoksul adam içmez de ne yapar? Kızlar alelade işçilerle ilgilenmezler; doktorlar, bilim adamları, avukatlar, iş adamlarıdır onların avları. Ancak onlar işlerini bitirdikten sonra sıra bize geliyordu – kullanılmış, deforme, hasta ve kaçıklar düşüyordu payımıza.
Jeff’in sorunu içtiği zaman kavga çıkarmaktan hoşlanmasaydı. Bana bulaşmıyordu neyse ki. Sıkı dövüşürdü, kendini korumayı biliyordu ve çok güçlüydü, o güne kadar tanıdığım en güçlü adamdı belki de. Kabadayı filan değildi, ama içince sapıtıyordu. Bir gece üç kişiyi hakladığına şahit oldum. Arka sokakta yere serdiği üç kişiye bakıp ellerini ceplerine sokmuş, sonra bana dönüp, ”Hadi, gidip bir şeyler içelim,”demişti.
Kasılmamıştı.
Sf: 210
Hem göğüslerden başka şeyler de vardı. Amerika’da böylesini görmemiştim. Amerika’da böylesini zengin piçleri kapardı elbette, cılkı çıkıncaya kadar kendilerine saklar, sonra sıra bizim gibilere gelirdi.
Sonra göğüslerdeydim, önce birini sonra diğerini emdim. Bir bebek gibi hissettim kendimi. Bir bebeğin kendini hissedeceğini sandığım gibi en azından. O göğüsleri sonsuza dek emebilirmişim gibi geldi bana. Kız şikayetçi değildi. O kadar güzeldi ki bir damla yaş aktı gözümden! Dingin bir sevinç damlası. Yelkenlerim şişmişti, süzülüyordum. Tanrım, öğrenmenin sonu yoktu! Ben bacak hastasıyımdır, gözüm ilk bacaklara gider. Arabadan inen bir kadın görünce elim ayağıma dolanır. Ne yapacağımı bilemem. Arabadan inen bir kadın getirin gözünüzün önüne! BACAKLARI açılmış! KALÇASINA KADAR! Dayanılmaz! Naylon çoraplar, jartiyer… MERHAMET! Bir baltayla yere serin beni! -evet, bacaklara hiç dayanamam. Şimdi de göğüs emiyordum. Güzel.
Sf: 216
“Teşekkür ederim. Beyaz peruğun beni tahrik ediyor de ondan. Sapığım ben: yaşlı kadınlara öykünen genç kızlar ve genç kızlara öykünen yaşlı kadınlar beni tahrik eder. Jartiyer severim, topuklu ayakkabı severim, şeffaf pembe külot severim, bütün bayağı tuzakları severim.”
“Yarığımı beyaza boyadığım bir numaram var.”
“Mükemmel.”
Doktrin: “Öykülerdeki yolunu kaybetmiş gezgin şövalyeler gibi, kavşaklarda tereddüt ediyordum. Sağa gidersen atını kaybedeceksin, ama kendin kurtulacaksın. Sola gidersen atın kurtulacak ama sen öleceksin. Öne doğru gidersen herkes seni terk edecek. Geriye dönmek… ki o da imkansız.” – Aleksandr Herzen
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (29)
- english (8)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (149)
- kitap (156)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)