Sf: 12
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
İlk köklü değişim, mekânın işletme mantığında ortaya çıktı. Eskiden meyhanelerde, bira ya da rakı eşliğinde içkiye uygun mezeler tüketilir, fonda hafif bir müzik çalar ve “memleketin nasıl kurtulacağı, evdekilerin dırdırı, çocukların dersleri, hanenin borçları” vb. hakkında uzun uzun sohbet edilirdi. Bu akşamcılık kültüründe asıl önemli olan şey, muhabbet etmekti. Bu muhabbet erkekler arasında olur; zaten işletmeci, çalışanlar ve müşteriler arasında çok istisnai durumlar hariç kadın bulunmazdı. Denilebilir ki, meyhaneler erkeklerin mahrem kamusal alanlarıydı.
Ne var ki, meyhanelerden gazinolara dönüşen işletmelerde, ortama gürültülü bir müzik eşlik ediyor; kimse kimsenin ne dediğini anlamıyor, hatta belki anlamak istemiyor; erkekler, bütün dikkatini masaya oturtulan konsomatris kadına veriyor, kadının masada oturmaya devam etmesi için yüksek miktarda paralar harcıyor ve bu esnada da konsomatris kadınları ayartmaya çalışıyorlardı.
Sf: 17
Teorik satıh
İlk tipoloji olan paralı, gece hayatı terminolojisinde zenginden ziyade, para harcamayı bilen cömert kişi manasında kullanılıyor. Bu tipoloji gece hayatının finansörü olsa da çoğunlukla, uğrunda bütün servetini tükettiği, borç batağına sürüklendiği, rezil ve zelil olduğu kadınla bir gece geçirmek bir kenara, bir öpüşüne bile mazhar olma bahtiyarlığını yaşayamadan iflas edip gece hayatının dışına düşer.
Bu ilişkileri ve ve erkeklikleri belirli başlıklar altında tasnif etmeye çalışırken, piyango satıcılığı yapan ve haliyle geceleri gazino ve meyhaneleri de gezen ve çalıştığım teze karşı her daim meraklı olan dayım Naci Eryılmaz’ın bu ilişkisel tasnif konusunda bana büyük yardımı oldu. Gene mekânlara devam eden erkekler hakkında konuştuğumuz bir akşam bana şöyle dedi, “Bir kadının hayatında üç erkek bulunur: Kadın birincisinin parasını yer, yani kadın bunu siker buna paralı denir, ikincisi kadının parasını yer yani bu kadını siker ona yakışıklı denir, üçüncüsü ise kadının peşinde memleket gezer, kadın kendisini buna korutturur, o kadının her türlü derdini belasını çözer, gerektiğinde ölür, öldürür; ona da belalı denir.”
Sf: 18
Belalı denilen tipoloji ise müşteri değil, daha ziyade bir konsomatrisin peşinde ömrünü tüketen tipoloji ise müşteri değil, daha ziyade bir konsomatrisin peşinde ömrünü tüketen, yerine göre garsonluk, yerine göre fedailik yapan erkektir. Bu erkeklerin hikâyelerini, genel baskın erkeklik (“hegemonic masculinity”) teorisinin en önemli alt başlıklarından birisi olan çilekeşlik yoluyla erginleşmenin bir biçimi olarak değerlendirmeye çalıştım.
Yakışıklının bu sikikliği, sıradanlığı, iddiasızlığı, konsomatris kadının yaşanmamışlıklarını, istediği gibi şekillendirebileceği deneyimsiz bir sübyanda deneyimlemek için büyük bir keyif alanı açıyor. Ta ki yakışıklı da konsomatris kadından “erkek” olmayı öğrenene değin.
Sf: 19
Geleneksel kırsal ailenin çözülmesi, yoksullaşma, borçluluk ve enformelleşme gibi neoliberal dönüşümün yıkıcı etkileri, Türkiye’de yaşanan dönüşümün dolaysız sonuçlarını oluşturmaktadır. Tüm bu süreçler sonucunda, gece hayatı hiç olmadığı kadar çok sayıda yoksul kadını gayri meşru bir şekilde istihdam edebildi. Dolayısıyla, son bölümde, konsomatrisliği, öncelikle yoksulluğa çare kabilinden bir meslek, ardından da sınırları olan bir öznellik olarak değerlendirmeye çalıştım.
Sf: 38
İKİNCİ BÖLÜM
TAŞRA
Edebiyatın taşrası
Taşra sıkıntısı adını verelim buna; taşra sözcüğü yalnızca mekâna ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kastetmeden; onları da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi; bir dışta kalma, bir daralma, bir evde kalma deneyimini, böyle yaşanmış hayatları ifade etmek için. Evde kalmanın, yaşlı bir anneyle paylaşılmak zorunda olunan bir hayatın, hep aynı yatakta istenmeyen bir kocayla birlikte yatmanın, yük olduğunu bile bile bir ağabeyin evinde yenen yemeklerin, akşamdan akşama görülen sert bir babanın huzurunda, uzayıp giden çatal bıçak sesleri eşliğinde, hiç konuşmadan yenen akşam yemeklerinin sıkıntısı… Ancak taşrada bulunmuşların, hayatlarının şu ya da bu aşamasında taşranın darlığını hissetmişlerin, hayatı bir taşra olarak yaşamışların, kendi içlerinde bir şeyin daraldığını, benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığını, giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği bir sıkıntı… Taşrada her gün yaşanan, şehirlilerinse en çok pazar öğleden sonralarından tanıyacağı bir sıkıntı: Başkalık vaat eden hafta sonunun bittiği, bütün gün evde olan sinirli bir babanın gözüne batmadan katlanılmak zorunda olunan, radyoda maç nakleden spikerin sesinden uzayıp giden pazar öğleden sonraları… (Gürbilek, 2010: 55-56)
Sf: 39
Bu sıkıntı hissiyatı, baba ile oğul arasındaki oedipal gerilimle ya da abi ile kardeş arasındaki hiyerarşinin ağırlığıyla ya da karı ile kocanın arasındaki ateşi çoktan küllenmiş cinsel hayat ile iyice katlanılmaz hale gelir.
Sf: 40
Münzevi sıkıntısından buhranın sıkıntısına
Arap ile yapmış olduğumuz mülakat, akrabalık ilişkileri yüzünden, bütün diğer mülakatlarda karşılaştığımız çıkışsızlığı ve kapatılmayı oldukça iyi özetliyor:
Ben burada doğdum, annem de, babam da, dedem de… Dedem, ninem, annem öleli çok oldu, onları buraya gömdük. Babam ölünce onu da buraya gömeceğiz. Buradan bir yere gidemem ben. Hem nereye gidecem, misal Antalya’ya gittim diyelim, acımdan ölürüm ben. Sonra karım, çocuklarım var… Neticede, burada yaşayacağım, mecburum. Sonra burada öleceğim, beni de buraya gömeceksiniz… Madem ben Antalya’ya, İstanbul’a gidemiyorum. Onları buraya getirmeye çalışıyorum. Ölene kadar devam böyle yaşamaya, ben böyle yaşamazsam zaten sıkıntıdan patlar ölürüm. Gece hayatının ışıkları güzel, kadınlar ben sarhoşken çok güzel… (Arap, 2012)
Sf: 42
Sıkıntı: Depresyon mu, yaratıcılık mı?
Günümüzde, beğenmediğimiz şeyler ve içinde bulunmak istemediğimiz durumlar için genelde sıkıcı diyoruz. İstemediğimiz bir yerde bulunduğumuz zaman (örneğin taşrada) sıkılıyoruz. Sıkıntı, bilhassa pek çok Batılı düşünüre göre, günümüzde negatif bir hissiyat. Öte yandan, kimi düşünürlere göre ise sıkıntı insanı varoluşun bir parçası ve ondan kaçmak pek mümkün değil. Örneğin, Kierkegaad’a göre, sıkıntı bakidir:
Şüphesiz ki, dünya âlemi kötüden berbata doğru gidiyor, bütün şeytaniliğin anası sıkıntı arttıkça şeytani olan da artıyor. Bu şeytanileşmenin izlerini dünyanın kuruluşuna kadar götürebiliriz. Tanrılar sıkılınca insanı yarattılar. Âdem sıkılınca bu kez de Havva yaratıldı. Böylelikle sıkıntı hayatımıza girmiş oldu. Ve nüfusun artmasıyla orantılı olarak sıkıntı da arttı. Âdem tek başına sıkılırken, Havva ile birlikte sıkılmaya başladılar, ardından Habil ile Kabil geldi ve ailecek sıkıldılar; ardından insanlığın nüfusu arttı ve kitleler halinde sıkılmaya başladık. Bir ucu göklerdeki cennete ulaşan bir kule yaparak meşgul olma fikrine kendilerini ikna ettiler. Fakat bu fikir de en az kulenin yüksekliği kadar sıkıcıydı ve yalnızca sıkıntının nasıl da görünmez bir el tarafından yönlendirildiğini ispatlayan berbat bir başka kaçış yoluydu. Sonuçta milletler yeryüzüne saçıldılar, tıpkı hâlâ seyahat etmeye devam ettikleri gibi. Ne var ki, hâlâ sıkılmaya devam ediyorlar (Kierkegaard, 1992:258).
Sf: 44
Neyi beklediğimizi bilmediğimiz zamanlarda sıkılırız. Bildiğimiz ya da bildiğimizi düşündüğümüz anlar ise neredeyse tamamıyla ihmalkârlığın ve özensizliğin ifşasıdır. Büyük düşünceler sıkıntıyla kuluçkaya yatar. Öyleyse, sıkıntının diyalektik anti-tezinin ne olduğunu bilmek güzel olabilirdi… (Benjamin, 2002: 103)
Benjamin için sıkıntı olumsuz bir durum değildir, zira ona göre, sıkıntı bir yaratıcılık ocağıdır: “Eğer uyku fiziksel rahatlamanın doruğuysa, sıkıntı da zihinsel rahatlamanın doruğudur. Sıkıntı, deneyimin yumurtasını çatlatan rüya kuşudur, yaprakların arasında bir hışırtıdır uzaklara alıp götüren” (Benjamin, 2002: 149).
Benzer bir şekilde Nietzsche’de sıkıntı ve üretken çalışma arasında bir ilişki kurar: Nietzsche’ye göre, çalışma kişiyi sıkıntıdan koruyan bir kalkan olarak da görülebilir. “İnsan kendisini oyalamak için ya ihtiyaçlarını gidermek için gerekli olandan daha fazla çalışır ya da oyunlar icat eder” (Nietzsche, 2004: 194).
Sf: 45
“Sıkıntı ortaya çıktığı zaman, zaman süner ve depresyon durumu gelişir. Bu hissiyat içinde kişi kendisini kaybolmuş, beyhude ve göçmüş hisseder”. Sıkıntı durumunu yaratan anlar ise geçmek bilmeyen anlardır ve bu anlardan bazıları şunlardır: “İstasyonda tren beklerken, uzun bir dersi dinlerken, danışmanınıza sıkıntı hakkında bir şeyler yazmaya ya da okumaya çalışırken olduğu gibi zaman ona katlanılması gereken bir şey haline geldiğinde” (Heidegger, 1995: 172).
Sf: 50
Avruda’da sıkıntı
Böylelikle tekrar eden sürgit eğlence, bir süre sonra bizzat cezanın kendisi haline gelecek, ister eğlencesini yitirmiş taşrada isterse eğlenmekten usanmış kentlerde olsun, sıkıntı modern insanın asıl duygusu haline gelecektir.
Sf: 45
Modern sıkıntı ve eğlence üzerinden Türkiye taşrasının oluşumu
Mustafa Kemal ve kurmay heyetinin mahrem çevresi, kimi zaman kadınların da icabet edebileceği daha geniş katılımlı eğlenceler düzenlerler. Avrupa’daki baloların taklidi niteliğindeki bu balolarda kadınlar ve erkekler belirli bir muaşeret etrafında dans ederler ve şampanya, şarap tüketirler (Atay, 2009). Cumhuriyeti kuran kadro bu eğlence anlayışını Halkevleri ve Köy Enstitüleri aracılığıyla taşraya da ihraç etmeye çalıştı. Ne var ki, tüm bu çabalara rağmen, taşra içeriden sessiz bir direnç gösterir ve erken Cumhuriyet’in eğlence ve boş zaman örgütlenmesi kabul görmez. Hatta, çok partili dönem popülizmi kendisini en fazla erken Cumhuriyet’in kültürel hamleleri ve bu hamlelere karşı gösterilen direnç üzerine inşaa eder (Karaömerlioğlu, 2001).
Burada çok partili dönem ile birlikte taşranın bir kez daha tanımlandığını söylemeliyiz. Taşra artık ne Kurtuluş Savaşı ve erken Cumhuriyet’in ulusunu mayalayacak asude toprak parçası ne de Tanzimatın sürgün yeridir. Taşra artık 25 yıllık CHP modernizmine cevaz vermeyen, bunun yerine DP popülizminin peşine düşmüş cahil, nankör ve yobaz insanların yaşadığı yerlerdir.
Sf: 55
DP döneminde de aslında, benzer bir durum vardır, kültürel ürünler gene DP ideolojisi ile uyumlu bir şekilde piyasa sunulmuştur ama DP’nin bütün yapılanması dünya kapitalizmine tam entegrasyon ve her şeyin piyasalaştırılması üzerine kurulu olduğundan, kültürel yapılar ve eğlence ürünleri de hızla meta haline gelebilmiştir (Özpazarcık, 1998). Ahmet Oktay bu durumu şöyle karakterize eder:
50’lerle birlikte tüketim genç Cumhuriyet’in sınırlarından içeri sızdı. Radyo kılığında. Aga, RCA, Philca, statü sembolleri lambalı idi artık. Bir Frigidaire sahibi olmak ise neredeyse düşünülemeyecek kadar yukarılarda bir statü idi. 60’larda ise statü sembolleri çeşitlendi çoğaldı. Thunderbird’ler, mustang’ler, loafer’lar, Ankara İstanbul arası trende yataklı vagon, Hİlton, Büyük Efes, Abdullah Efendi’de yemek, Amerikan Pazarlarından alışveriş etmek (Oktay, 1993: 42).
Sf: 56
Bana göre bu dönemin sanatsal karakteristiği 60-70’li yıllar Yeşilçam melodramlarına damgasını vuran Kezban furyasıdır. Kezban ve muadili filmlerde, oldukça basit ama dönemin ruhunu yansıtan bir tema vardır. Kentli, modern ve zengin erkek bir vesile ile taşralı-köylü yoksul bir kızla ilişkiye geçer, hatta değişik bir tat olarak bu kızla bir süre gönül eğlendirir ama vakti gelince şehre döner ve kendi dünyasında, gönül eğlendirdiği taşralı kızı ve onun “sıkıcı” hayatını kolayca unutur. Ne var ki, Kezban bu durumu kabullenemez, onu sosyeteye karşı rezil eden yaşam tarzını değiştirir; kentli gibi oturup kalmayı, yiyip içmeyi, makyaj yapmayı, dans etmeyi, Avrupa gezmeyi öğrenir ve yeni kimliğiyle yalnızca sosyeteyi değil âşık olduğu vefasız sevgilisini de fetheder (Aksoy, 1969 ve 1971). (Burada Menderes’in taşralı bir siyasetçi olarak, iktidara yürüyüşünün keyfini de görmüyor muyuz?)
Sf: 58
Türkiye’de modern eğlence
Eğlence piyasasının Türkiye’de oluşumunun üzerinden görece çok da uzun bir zaman geçmemiş olmasına rağmen, insanlar eğlence biçimlerinden giderek artan bir hızla sıkılıyorlar ve gene aynı hızla eğlence trendleri metropol kentlerde revaçta (”trendy”) oluyor. 1950’lerden sonra bu trendler Avrupa tarafından değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin NATO ve ABD’ye yönelmesinin ve dünyada esen soğuk savaş rüzgarlarının da etkisiyle, ABD ve Hollywood tarafından belirlenmeye başlamıştı. 1950’lerden sonra, geleneksel eğlence formları ya tümden tarihin dışına itildiler ya da Orhan Boran’ın geleneksel meddahlık geleneğini Amerikan Talk Show’ları üzerinden Türkiye’ye özgü yorumlaması örneğinde olduğu gibi, yeni biçimlere dönüştüler. Bu süreçte, Amerikan eğlence tarzının temel taşları olan, çizgi romanlar, Hollywood filmleri, dergiler, eğlence mekânları, gece kulüpleri, şarkılar ve filmler bir bütün olarak Türkiye’nin eğlence pazarına entegre edildi (Özpazarcıklı, 1998).
Nebi Özdemir bu yeni tarzdaki eğlence endüstrisini ve süratli dönüşümü şöyle anlatır:
1933-35 yılları arasında gerçekleştirilen derlemelerden elde edilen ve 1952 yılında Türkiye’de Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi’nin Folklör Sözleri adıyla yayınlanan 6. cildindeki malzemelerin büyük bir bölümü eğlence ile ilgilidir (TDK 1952). Bu sayı adeta, Türk halk eğlenceleri sözlüğü gibidir. Günümüzde bu kelimelerden bazıları, artık kullanılmamaktadır. Yaşam biçimlerinde değişmeler sonucu ”aba atma, arap oyunu, aynu faynu, çerken, danışık yemeği, çıvga, golanka, kızzık, honça, kişi aşı, sıra gezmek, oturak, tolaka oyunu, aşık oyunu, yüzükoyunu, sançmak, yom, sohbet yeme, sıra gezme, şirince”nin yerini ”aqua park, fantasyland, türkü bar, saloon, gameland, active center, internette sörf, chat, televole, Türkstar vb.” almıştır (Özdemir, 2004: 45)
Sf: 60
Taşra eğlencesi
Benjamin (2002) ve Goodstein’in (2005) sıkıntı tanımını bir kez daha hatırlarsak, eğlence, ne kadar eğlenceli olursa olsun, tekerrürden kaynaklı olarak bir süre sonra ritmini kaybeder, sıkıcı olur ve niteliksiz bir deneyime dönüşür. En sonunda, böylelikle, eğlence bizzat tekerrürün kendisi haline gelir, sıradanlaşır ve kendisini tüketmeye başlar.
Tüm bu çalışmalar içerisinde taşra eğlencesi ile biraz da olsa ilgilenen gene yakın dönem Türkiye sineması: ”Vizontele Tuuba” (Erdoğan, 2003), ”Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” (Akar, 2000), ”I Love You” (Midyat, 2010), ”Hükümet Kadın” (Midyat, 2013) ve ”Beynelmilel” (Önder, 2006). Tüm bu filmlerin ortak özelliği nostaljik olmaları ve bir kahramanın çocukluğuna ya da gençliğine odaklanması. Bu bakımdan Asuman Suner’e göre, taşra eğlencesi denilen şeyin sinemadaki temsiliyeti bir tür şamata ve çocukluk yitiminin nostaljik bir duyumsanmasından başka bir şey değil (Suner, 2006).
Sf: 62
Kırsalın geleneksel eğlenceleri
Bir şeyi daha eklemek gerekiyor: Düğünler dışında eğlence denilen aslen erkek eğlencesi anlaşılmalı, kadınların uzun akşam oturmaları dışında nasıl eğlendikleri etnografik olarak bile bilinemiyor.
Sf: 64
Kentlerdeki fazlanın taşraya ihracı
Hatta 80’lerde yılbaşı gecesi saat 12’den sonra yılda bir kez televizyonda dansöz görmek büyük ikramiye kabilinden bir eğlence gibi görünüyor.
80’li yıllar boyunca yaşanan yoksullaşma ile birlikte daha çok kadın eğlence sektöründe konsomatris, dansöz olarak çalışmaya başladı. İthalat trendlerindeki artış müzik endüstrisine de yaradı, enstrüman kullanan insan sayısı hızla arttı vb. Bu artışa paralel olarak, kentler daha iyi müzisyeni, daha iyi işletmeciyi, daha problemsiz badigardı, daha güzel kadını, daha kıvrak dansözü bünyesinde barındırırken, çaptan ve gözden düşmüş olanlarını kentlerin fazlası olarak taşraya göndermeye başladı. Böylelikle giderek artan bir hızla, Emel Sayın, Zeki Müren, hatta Fikret Kızılok, Ruhi Su gibi ünlülerin sahne aldığı gazino konseptini taklit eden gece kulüpleri türemeye başladı.
Sf: 67
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Erkeklik
Güneş batıp akşam ezanı okunduğunda, kadınların uzun gecesi ve sokağa çıkma yasağı başlar. Gündüzün taassubu kadının gecesinde de sürer. Karpuz kesip çekirdek çitlemek ya da sobada çay demleyip mısır patlatmak ve komşunun kocaya kaçan kızı hakkında gıybet etmek, televizyonlara eğlenmek için çıkan azgın adamlar ve kadınlar hakkında yorumlar yapmak, ertesi gün gidilecek bahçeyi, çapalanacak araziyi planlamak gecenin macerasıdır…
Erkeklerin durumu değişiktir. Onlar dindarlığını cumada, esnaflığını dükkânda, memuriyetlerini dairede, işçiliklerini tezgâhta, babalık, evlatlık ve kocalık vazifelerini evde, eşlerini komşuda, tavşan kanı çaylarını sobanın üstünde, samanlıkta serinlemiş karpuzları sofrada ezcümle aile saadetini evde bırakıp geceye karışabilirler… Bir kere, caminin yeri ayrı, meyhanenin yeri ayrıdır. Kul hakkı yemedikten sonra, kimseye değil Allah’a hesap verirler… Üçkâğıtçı bir dindar olmaktansa dürüst bir ayyaş olmak iyidir, yeter ki niyet salih olsun…
Eğer ikindi vakti arabalarda, dere kenarlarında, içilmeye başlanmamışsa önce kahveye gidilir. Isınma turu kabilinden birkaç çay, kahve içilir. Erkekler, masadan masaya birbirlerine göz ederler, el ederler, laf atarlar “duydun mu Cihan’ın oraya yeni kadınlar gelmiş”, ya da “senin eski takıntın Cemil dayının oraya gelmiş” veya “Gölhisar’da ortam süpermiş” ya da “Karamanlı’ya gelen hatunları bi gör, tay gibi maşallah…” “Malatyalı bir ortam kurmuş, yok böyle bir şey…”
Sonra, o ana kadar iskambil ya da tavla oynayan, masadan masaya birbirine işmar eden erkeklerden “âleme” gidecek bölük yavaş yavaş üçerli dörderli ekipler halinde bir araya gelir. Önce bütçe yapılır, kimde ne kadar para var yoklanır, ardından, nereye gidileceğine karar verilir, duruma göre para tedarik edilir ve yol alınır.
Genelde, erkekler yola çıkarken, geceyi olabildiğince ucuza kapatmak üzere bir stratejileri vardır ve bu maksatla, âleme giderken, 2-3 bira ya da onların çakırkeyf olmalarını sağlayacak birkaç duble rakı arabada piizlenir. Erkeklerin işi ucuza kapatmak için, kendilerince aldıkları bu önlem, alkol kullanımının kendisi de bir tür erkeklik yarışı olduğundan dolayı, işgörmek şöyle dursun, onlar için masraflı bir geceyi tetikleyecek bir katalizörden başka bir şey değildir. Ardından genelde çakırkeyf olarak mekâna varılır.
Mekânda bir şantör, aşk acısı anlatan bir şarkıyı bağıra çağıra söylemektedir ya da neşeli bir Angara havasıyla herkesi piste davet etmektedir. Loş ışığın altında, ağır makyajlı, transparan ve dekolte giyimli konsomatrisler illaki her türlü firikiğe müsait elbiseleriyle oturmakta, muhabbetle bakmakta ve huri cennet gibi tebessüm ederek erkeklerin aklını başından almaktadır. Bazı erkekler bazı kadınlarla ortada oynamakta ya da dans etmektedir, sigara yasağına rağmen sigara dumanından göz gözü görmemekte, sigara dumanı loş ışıklı ortamı hepten masalsı ve davetkâr bir hale getirmektedir.
Kadınların bir kısmı çoktan müşterilerini bulmuş, yevmiyelerini yükseltecek içkilerini söylettirmiş ve yarı erotik bir muhabbete başlamışlardır. Müşteri bulamayan daha geçkince kadınlar ise, konsomatrisler masasında telefonlarıyla “aşkım nerdesin?” diye mesaj çekmekte, aperitif bir şeyler içmekte ve önlerindeki çerez tabağından zevksizce bir şeyler atıştırmaktadırlar.
Sf: 71
Erkeklik çalışmalarının kısa bir özeti ve argümanlar
Social Science ansiklopedisinin, “Masculinity”e adanmış bölümünde, Kimmel’den alınmış olan erkeklik tanımlaması, bu amacın hasıl olması için, oldukça iyi bir giriş olabilir. Kimmel’e göre erkeklik cinsiyetten (“sex”) ziyade, toplumsal cinsiyet (“gender”) tarafından kurulan bir şeydir:
Erkeklik, belirli bir zamanda ve verili bir toplumda, erkeklere dayatılan sosyal rollere, davranışlara ve anlam dünyasına tekabül eder. Böylelikle erkeklik, biyolojik cinsiyete ve değişik erkek grupları arasındaki çeşitliliğe değil, toplumsal cinsiyete (gender) vurgu yapar. Biz toplumsal cinsiyeti, kimliğimizin içsel bir öğesi olarak deruhte etmemize rağmen, erkeklik gündelik temaslar üzerinden toplumsal kurumlar tarafından imal edilen bir şeydir (Kimmel, 2008: 1).
Bu tanımla birlikte Kimmel, erkekliğin biyolojik bir doğa kanunu değil, verili toplumun tarihsel kesitindeki sosyal ilişkiler tarafından belirlenmiş ve bu belirlenim üzerinden erkeklere dikte edilmiş bir rol ve anlamlar manzumesi olduğunun altını çizer. Dolayısıyla, erkeklik kültürel bir yapıdır ve zamana, mekana göre farklılık gösterir:
Sf: 72
“Masculinities” yalnızca toplumsal değil aynı zamanda bölgesel olarak da oluşturulan bir şeydir. Başka değişle, her ulus-devletin ve onun yerel yapılarının erkekliği inşa etme ve anlamlandırma biçimleri farklı farklıdır. Örneğin, Japonya’da erkeklik, samuray kültürü ile harmanlanmış bir tür sertlik ve ulusal bilinç parçasıdır. (Roberson ve Suzuki, 2003). Tomsen ve Donaldson’a göre ise, Avustralya erkekliği yerli aborjin kültürüne karşı konumlanmış bir patolojidir (Tomsen ve Donaldson, 2003),
Sf: 74
Aslında erkek hegemonyası denildiğinde akla gelen ilk şey, erkeğin kadın üzerinde hegemonya kurması olmuş olsa da erkeklik hegemonyası, hegemonya ve güç ilişkilerinin diğer biçimlerini de dışarıda bırakmaz, örneğin; beyaz erkeğin, siyah erkek üzerindeki üstünlüğü, büyük kardeşin küçük kardeşi üzerindeki üstünlüğü, zengin erkeğin yoksul erkek üzerindeki üstünlüğü, yöneticinin işçi üzerindeki üstünlüğü. Dolayısıyla erkeklik aynı zamanda, diğer erkeklerin de üzerinde üstünlük kurması, bunun korunması ve sürdürülmesi için de mücadele etmek demektir.
Paralının gece hayatında yaptığı şey, başkalarının harcamaya korktuğu, çekindiği parayı, gece hayatında harcayarak, garsonlar, işletmeciler üzerinde hegemonya kurmak ve bu hegemonya üzerinden mekânlarda konsomatrislik yapan kadınları etkilemek ve diğer erkekleri ezmektir. Ne var ki, mesele bu kadar basit değil. Zira burada, paranın harcanma biçimi, piyasada sürmekte olan piyasa kurallarının tümüyle dışında ve her durumda ya konsomatrisin ya da gazino işletmecisinin kazanan olduğu bir hediyeleşme ritüeli eşliğinde gerçekleşirse harcama sayılabilir. Kadını etkilemek ve onu “satın almak” için genellikle erkek tarafından başlatılan bu hediyeleşme süreci, giderek içerisinde bütün erkeklerin diğerlerine karşı erkekliklerini ispatlamaya çalıştıkları bir erkeklik müzayedesine döner. Ne var ki, bu müzayedenin sonunda, paralı denilen tipoloji genellikle, bir süre sonra iflas eder. Dolayısıyla benim burada anlamaya ve anlatmaya çalıştığım şeylerden birisi, erkeklerin hegemonyalarını sürdürmek uğruna giriştikleri bu müzayedenin hangi veçheler sonunda onları iflasa ve yıkıma sürüklediği ve bu sürecin bir bütün olarak nasıl işlediği oldu. Bu tipolojiyi teorik olarak açıklamaya çalışırken, Bataille’ın (1997) ve Mauss’un (1967) harcama, hediyeleşme ve kurban etme gibi oldukça kadim gelenekler ve ritüelleri açıklamak maksadıyla geliştirdikleri teorik çerçeve, benim için oldukça kullanışlı ve faydalı oldu.
Harcamayla bağlantılı bir şekilde, diğer erkekleri domine etmek için kullanılan bir diğer mekanizma ise hovardalık. Hovardalık bahsinde, ele almayı deneyeceğim şey, burada peşinde koşulan şeyin bedensel bir hazdan ziyade, arzunun sonsuza kadar sürmesine müsaade eden ve heyecanı namütenai hale getiren ve bir sürek avıymışçasına kurgulanan bir baştan çıkarma partisi olduğunu anlatmak olacak.
Sf: 78
Kadın bedeninden erkeklik imal etmek
Kadınlar gece hayatında,eğer, gerçekten para kazanmak istiyorlarsa, ya da bir yer edinmek istiyorlarsa, oraya gelen müşterilerle ya da orada çalışan bir garsonla ya da işletmeciyle romantik bir aşk ilişkisi içerisine girmemeliler. Zira böyle olduğu zaman, yengelik kurumu devreye giriyor ve müşteriler filankesin sevgilisini masaya oturtmaya utanıyorlar ya da oturtturduklarında da başka türlü husumetler çıkabiliyor (Ulan utanmıyor musun yengeni masaya oturtmaya… Hadi, hovardanın piçi yengesine sulandı diyelim, niye mıncıklıyorsun kadını…). Dolayısıyla ben kadının kendisini ortamdan cinsel olarak izole etmesi üzerinden, kadının bedenini ikiye ayırarak değerlendiriyorum: erotik beden ve cinsel beden. Müşteriler ve çalışanlar kadının erotik bedeni ile ilişkilenebilirken, yakışıklı, ki bu bölünme büyük oranda onun sayesinde olur, bu bedensel bölünmenin cinsel tarafında yer alır.
Sf: 80
Paralı
Hatta, bölgede dişçilik yapan bir hekim, (ki kendisi de gece hayatının önemli aktörlerindendir) bir vesile ile benim işyerime gelerek, seçmiş olduğum tez konusundan ve peşinde koştuğum alan çalışmasından dolayı beni payladı:
-Duyduğuma göre bir tez yazıyormuşsun.
-Evet abi…
-Peki tezin konusu duyduğum gibi mi, yani gece hayatındaki orospular, pezevenkler, bizim Karaköy’ün, Bayır’ın, Kayacık’ın sümüklü ayyaşları mı?
-Evet abi doğrudur.
-Şimdi Osmanım, senin ömrün boş işlerle uğraşmakla geçti, bunların hepsi dangalak, bunlar sana ne anlatabilirler ki gece hayatı hakkında… Sizin gibi okumuş solcular neden böyle oluyor anlamadım. Gece hayatını bana soracaksın. Diyeceksin Doktor Abi anlat, bende seni götüreceğim Antalya’ya, Denizli’ye, nezih bir ortama gireceğiz, fasıl çalacak, etrafımızda nezih insanlar, yiyip içeceğiz, sonra gideceğiz eğer canımız isterse bizim bu dangalakların milyarlar ödeyip öpemedikleri kokanaları bir kenara bırak, 150-200 liraya taş gibi birer Ukuraynalı alacağız, tertemiz, mis gibi. Sonra kaldığımız yerde duşumuzu alıp geleceğiz, sen lokantaya ben muayenehaneye. Ne gerek var âleme reklam olup, milyar hesap ödeyip, sonra salya sümük sarhoş olup bir de üstüne dayak yemeye (Doktor, 2012).
Sf: 85
Hegemonya ve harcama
Zira, paralı dediğimiz kişi de kendisinin ve ailesinin asgari hayatta kalma koşullarını sağladıktan sonra kalan parayı, yani fazlayı, tümüyle gazinolarda, gece hayatında tüketen kimsedir.
Sf: 86
Türkçede, gündelik kullanımda, para harcanır, tüketilir ya da kullanılır, gece hayatında ise ezilir.
Bataille’a göre, paranın bu şekilde tüketilmesi (pahalı saatler, anıtlar, ziynet eşyaları, tapınaklar ve zenginliği göstermekten başka hiçbir şeye yaramayan diğer şeyler) hegemonya ve statüye erişmenin en iyi yoludur.
Sf: 87
Gece hayatında mutana bir isme sahip olanlar, yani “adam gibi adam” denilenler aslında harcama adabını en iyi şekilde bilenlerdir.
Kadının patronu ile hesap gördüğü ana kadar, aslında herhangi bir şekilde kadına para göstermek ya da bir şekilde parayı uluorta sergilemek son derece yersiz ve görgüsüzce değerlendirilen bir davranıştır. Zira gece hayatının özneleri arasında “para ya orospuya ya da orospu çocuğuna gösterilir” ya da “para puşta yakışır” denilmektedir. Öte yandan, parayı hediye formuna sokmak, kadını onurlandırır ve erkeğe de gece hayatında “yol yordam bilen birisi olarak” ağırlık kazandırır. Böylelikle, harcamanın çıtası giderek yükselir.
Sf: 88
Patron eğer isterse, kadına söylenen içkinin parasını ve kendi payına düşen komisyonu aynı anda da tahsil edebilir. Ama burada asıl mesele, kadına söylenen içkinin hediye formuna girerek, gece hayatını sürdürebilir kılmasıdır. Ve mübadele ilişkilerinin bu formda sürmesi, bizzat gece hayatının kendisi tarafından özendirilen ve arzulanan bir şeydir. Bu kural sayesinde, gazino ile genelev arasındaki çizgi derinleştirilir ve ayrıştırılır; zira genelevlerde para peşin alınır, gazinolarda ise kadına hediye verilir. Kendisi de gece hayatına fedai olarak girmiş ve uzun yıllarını gece hayatı işletmeciliğine vermiş olan Adil Abi meseleyi şöyle anlatıyor:
Biz pezevenk miyiz, biz insanları eğlendiririz, hem kadın hem erkek birbiriyle hoşça vakit geçirir burada. Kimi zaman bazı adamlar geliyor, abi kaç paraysa verelim şu kadını benimle çıkart diyor, ben de diyorum aslanım burası gazino paranla yapacaksan kerhaneye gideceksin, ben pezevenk değilim. Israr ederse tabii adamı kaldırıyoruz, dövüyoruz, neticede biz de ekmeğimizin peşindeyiz (Adil Abi, 2012).
Sf: 90
Erkeklik müzayedesi
Dolayısıyla, Baudrillard’a göre, baştan çıkarmanın kurallarını koyan değiş tokuş, basit haz-arzu arayışının daha ötesinde, bilhassa erkeğin bitimsiz mücadelesini ve zafer müzdeleriyle yüklü baştan çıkarma oyunlarını süsleyecek vaatlerle doludur. Bu yüzden, Baudrillard’ a göre, erotizm pornografiden daha önemlidir.
Gözaldatım, gerçek uzamın bir boyutunu yok eder ve onu baştan çıkarıcı hale getirir. Oysa tam tersine porno, cinselin uzamına bir boyut ekleyerek onu gerçek anlamda daha gerçek hale getirir – bu da, pornonun baştan çıkarıcı hiçbir niteliğinin olmamasına yol açar.
Pornonun hangi fantazmalarla (fetişler, sapkınlar, ilkel sahne, vb.) ilgilendiğini aramak boşuna bir gayretten başka bir şey olmayacaktır, çünkü bu fantazmalar “gerçeklik fazlalığı yüzünden” pornoya kapatılmışlardır (Baudrillard, 2005: 39).
Baudrillard’ın yapmış olduğu analizi, “gece hayatı eğlencesi illaki cinsel bir tecrübe ile nihayete ermelidir değilse ahmaklıktır, müsrifliktir” diyenlerin iddiası üzerinden düşünürsek, pornografik denilebilecek bir tür genelevi ya da randevu evi deneyiminin erkekler için neden yeterince tatmin edici olmadığı daha anlaşılır hale gelir. Bu deneyim, aşikârdır ki, onların yalnızca cinsel arzularını tatmin eder; oysa, erkekliğin imkânsız iktidarı ve onun dayandığı erkek boşalma kültürü, hep daha fazlasını talep eder. Bu da ancak diğer erkeklerin ve diğer kadınların aynı sahnede oyuna dahil olmasıyla mümkündür ve tam da bu yüzden, erkekler zaten kafesteki (genelev ya da kendi evlerinde olması fark etmiyor) bir kadından ziyade, daha fazla kadını baştan çıkarmayı arzularlar.
Gazinonun her gece kurulan müzayede sahası tam da bu iş içim biçilmiş kaftandır.
Bu bakımdan, gazino denilen mekân onun için, bir av sahası, diğer erkekler onun rakipleri, diğer kadınlar baştan çıkartmaya çalıştığı kadının değerinin oranlandığı değerlerdir. Bu baştan çıkartma oyununda, niteliği değişen, başka şeylerle nisbi hale getirile, başka şeylere dolayımlanan pek çok şey gibi (örneğin, kadın=av arzusu, mekân=av sahası, erkek arkadaşlar=rakipler), niteliği bir başka şeye dolayımlanan bir başka şey de paradır. Para, kadınla erkeğin oyununda tümüyle dışarıdadır ve hediye formunda soyutlanmalıdır. “Armağan erotiktir. Vermenin zevki cinsel bir zevktir. O bir güçtür. Sahip olun” (Schrift, 1997: 4).
Sf: 93
Avcı ve imkânsız av
Hediye ve yardımlaşma üzerine Nietzche’nin meşhur öğüdü şöyledir: “Büyük borçlar insanı minnettar değil kindar yapar, eğer önemsiz bir yardım unutulmamışsa içten içe giderek kemiren bir kurda dönüşür…” (Schrift, 1997: 4). Nietzsche, hediyenin karşılığının tehlikelerinin tümüyle farkındadır.
Sf: 95
Erkek için boşalma, ister eşiyle, ister sevgilisiyle, isterse bir genelev macerasında olmuş olsun, aslında bir hayli rutin bir deneyimdir. Ne var ki, benim gece hayatında erkeklerin parayı böylesine ezmelerinin sebebini anlamak için sormuş olduğum sorulara verilen yanıtlar bir cinsel deneyimden ziyade, yaban hayatında az yapma fantazilerine dolayımlanmış yanıtlardı.
Örneğin Arap:
Kadın dediğin keklik gibi olacak, bir şu kayaya konacak, bir bu kayaya, sen arkasından koşacaksın, kerhaneye herkesi alıyorlar. Paran varsa sorun yok, ama burada para bir yere kadar, marifet göstereceksin, pusuya yatacaksın, aşkım cicim diyeceksin, tavlayacaksın, avlayacaksın (Arap, 2012).
Sf: 96
Benzer bir şekilde Köroğlu da bu meseleye şöyle yaklaşıyor:
Bu âlemde kadınların peşinden koşmanın tadı, derelerden çıntar (yaban mantarı) toplamak gibi kerane hovardalığı, zaten hovardalık değil, affedersin kadın bacağını kaldırıyor, eşek siker gibi (Köroğlu, 2012).
Bu kovalama ve baştan çıkarma oyunu, ki tümüyle erkeklik raconu tarafından üretilmiş bir pragmatizm olan, “göster ama verme” stratejisini bilen kadınlarla mümkün olur. Konuştuğum kadınlar arasında Zalina ve Gönül Hanım’ın en çok pişman oldukları şey, annelerinin bu “göster ama verme” meselesi üzerine söylediklerini dinlememiş olmalarıydı. Ne var ki, gece hayatına düştükten sonra, annelerinin bu öğüdünün ne kadar kıymetli olduğunu, geç de olsa anladıklarını söylüyorlardı.
Sf: 97
Eskiden pazar akşamları kutunu açayım mı vardı hatırlarsan. Bizimkiler ha bire erkeklere, kutuyu paketledim, kutuyu süsledim, kutuyu tıraşladım bilmem ne diye azdırıcı mesajlar atarlar. Fakat bizim kutunun açtırılması, o hediyenin bulunması, o programdakinden zordur. Onu da yap sonra, bunu da söyle sonra, şunu da al sonra derken adamın anası sikilir.Ha diyeceksin acımıyor musun? Niye acıyayım, ben olmasam bir başkası zaten bu parayı yıyecek niye ben yemeyeyim. Senin anlayacağın, ben annemin sözünü dinlerim: göster ama verme (Arzu Hanım, 2012).
Sf: 98
Abi şimdi diyelim kadın benim yanımda oturuyor, vol söylemezsen kalkar. Kalksa misal ortamda bir sürü orospu çocuğu oturuyor, onlar hele aran birileriyle bozuksa, belki adamın niyeti o değil ama gider oraya oturur diye düşünürsün, kalkmasın dersin. Kadın bunu bilir, garson senin aran kiminle bozuk bunu bilir, zaten garson dediğin adam orospu çocuğunun önde gideni, bir dönem içinde kırk tazı yakalayamaz. Şimdi kadın bir de senin masana oturunca, hele sen iki üç akşam oraya gidip, bir şeyler söylemişsen, yani yatırım yapmışsan, vazgeçemezsin.
Sf: 99
Ben: Sizi hangi erkek etkiler?
Arzu: Beni etkileyecek erkek, benim için bedel ödemeli.
Ben: Bedel derken, yani örneğin kavgaya mı tutuşmalı ya da hapis mi yatmalı?
Arzu: Yok öyle değil. Belki o da olur ama, önce benim için arka arkaya, her gece birkaç bin liralık hesap ödemeli, benim için âlemi coşturmalı. Herkes bana ödenen hesabı konuşmalı, kadınlar bana imrenmeli, erkekler de benim değerimi görmeli. Böyle herkes benim üzerime olunca, mekâncı da bana saygı göstermeli…
Ben: Peki diyelim ki, bir erkek mekânda sizin için onlarca konfeti patlattırdı, binlerce lira hesap ödedi, sizi çok etkiledi, sizin değerli birisi olduğunuzu herkese gösterdi. Sonrasında onunla birlikte olur muydunuz?
Arzu: Yok canım ne alakası var, ben orospu muyum! Aptal mıyım! Altın yumurtlayan tavuğu keser miyim? Beni etkiler, etkilediğiyle kalır, ertesi gün gelsin beni bir daha etkilesin, sonraki gün bir daha, bir daha…
Sf: 100
Sonuç olarak gece hayatının en belirgin erkek tipolojilerinden birisi olan paralının erkekliği, harcama ile edinilmiş bir hegemonya sistemine dayanır. Ne var ki, tüm bu harcama sürecinde değer para formunda değil, hediye formunda mübadele edilir. Zira paralının peşinde olduğu şey, basit bir cinsel boşalma için kadını basit bir şekilde para ile satın almak değil, daha fazla harcayarak ve daha fazla hediye vererek kadınları baştan çıkartmak ve daha fazla kadını baştan çıkartarak diğer erkeklerden üstün olduğunu ispatlamaktır. Tahmin edileceği üzere, bu genelde sonu iflas ile biten tehlikeli bir müzayededir.
Belalı
İnsanlık tarihinin bütün aşamaları boyunca en temel anlatı nesnesi, savaş, din, ticaret ya da maceracılık formuna girmiş olan erkek hikâyeleridir. Bu hikâyeler oluşturulurken anlatının omurgasının en temel taşıyıcısı çile hikâyeleridir. Ölümsüzlüğü aramaya çalışan Gılgamış, Hades’in ölüm ülkesinden ve onun lanetinden binbir meşakkatle kurtulan ilyada, bedenini demircilere dövdüren Şamanlar, kazanlarda kaynayan ehl-i tarik, çivili tahtanın üzerinde uyuyan Brahman, barbarları dize getiren Romalı yiğitler, ejderhalara kafa tutan Pers pehlivanları, bin yıllık köle öfkesini kendi bedeninin anlatısına dönüştüren Spartaküs, Makedonya’dan Hindistan’a kadar yıkılmadık sur bırakmayan İskender, ismini hak etmek için boğayı bir yumrukta yere seren Tirseoğlu Boğaç, aslan avcısı Hazreti Hamza, kefereyi yalın kılıç dize getiren Battal Gazi, girmedik gönül bırakmayan Don Juan, girmedik yatak odası bırakmayan Kazanova, girmedik balta girmemiş orman bırakmayan beyaz adam… Erkeğin bitmeyen çilesi, çileden kahramanlık yapma çabası…
Daha önce de defaten söylendiği üzere, erkeklik mono bir kurgu değil, bilakis pek çok yüzü ve şekli var. Atay’a göre erkeklik yarışma (2004),
Sf: 103
Bir isim edinmek
Türkiye’nin erkeklik rejimi içerisinde ” adam gibi adam” olmak oldukça önemli bir yerde durur. Ve adam gibi adam olabilmenin çile ile yakından alakası vardır; Selek’e göre bu adam olma süreci (Selek, 2011) sünnet ile başlar ve askerlik ile iyice pekiştirilen birtakım süreçlerle hayat boyu devam eder (Selek, 2011; Mater 1999).
Sf: 104
Hayattaki en büyük kavgası hak ettikleri isimlerine ya da gece hayatındaki insanların her vesile ile söylemeyi sevdikleri biçimiyle karakoldaki resimlerine ve âlemdeki isimlerine halel getirmemek üzerinedir.
Sf: 105
Ben: Sana neden Sezon diyorlar?
Sezon: Biliyorsun bizim işin belası boldur, lakin benim ilk zamanlarda bir talihsizliğim oldu. Bu âleme hızlı bir giriş yaptık, biraz acemiyiz, biraz da namımız yürüsün diye hevesliyiz. Haliyle heveskârlık bizi art arda içeri düşürdü. Hep bir kaç ay tutuklu kalıp bırakılıyordum. Sonra gardiyanlar bana dediler ki bir sezon içeridesin bir sezon dışarıda, sonra benim sık sık içeri girmelerimden bana Sezon dediler öyle devam ediyoruz işte (Sezon, 2013).
Ben: Amca sana neden Magirus diyorlar?
Magirus: Valla bu ismi bana, şimdiki Başkan Mustafa Uysal taktı. Biliyorsun Antalya’da Doğu Garaj’ında Magirus dolmuşlar vardı, körüklü kapılı, tısıl tısıl gelir gider bir de kaç kişi atarsan at, götürmem demez, hızlı gitmez ama yük çeker. Bİz de gece hayatının yükünü çok çektik, bir de bana Magiruslar gibi kaç kişi olsa fark etmez, hepsiyle dövüşürüm, bir, üç, beş, on… Dövmüşüm dövülmüşüm fark etmez, allahına girerim. Zaten beni buralarda herkes bilir, benim kavga ettiklerim genelde yabancılardır (Magirus, 2013).
Ben: Molla abi sana niye Molla diyorlar?
Molla: Ben kavgaya başlamadan önce, adamın sülalesini, eşiktekini, beşiktekini, doğuranını, yürüyenini, hastanedekini, kabirdekini, hiç kimsenin hatırını bırakmadan dikine dikine okurum. O yüzden (Molla, 2013).
Sf: 107
Erkeklik performansı
Belanın tüm bu belirli bir kalıbı taklit etme süreci onun öznelliğini de performatif hale getirir, o sanki bir tiyatro ya da sinema sahnesinde kendisini izleyenlerin karşısındaymışçasına hareket eder. Bütün hareketleri teatraldir: Bir kadının yanında oturması, bir erkeğin yanında oturması, düşmanlarının karşısında oturması, arkadaşlarının yanında oturması, içmesi, içmek için seçtiği içecek, dans etmesi/oynaması ya da oynamaması, tesbih çekişi, sigara içişi ve onu elinde tutuşu, kadınlara-erkeklere-arkadaşlarına-müşterilerine ve dostlarına karşı konuşması, neredeyse ezberlenmiş cümlelerin, çalınmış rollerin icra edilmesi gibidir. Onun hayatı, kendi sahnesidir ve onun erkekliği onun hayatının rolüdür. Giydiği kıyafetler kostüm gibidir, kendisine yakışmayan hiçbir şeyi yapmaz, giymez. Tıraşı onun sahne makyajı gibidir: “O ibneler gibi saçını kesemez ve yavşak göt oğlanları gibi perçem bırakamaz” (Molla, 2013). Süslenmez, takı takmaz, eğer illaki takarsa da büyük taşlı ya da Osmanlı tuğralı bir yüzük ya da şövalye kolyesi takar.
Sf: 109
Çakma belalı
Şimdi abi misal ben ortama girdim, bir kadın düşürmem ama nasıl? Herkes bunun peşinde. Şimdi şöyle bir keserim ortalığı, ortamdaki kadınlar neyin peşinde; parayı mı kovalıyorlar, esrar mı arıyorlar, tedirginler mi? Ona göre bir poz takınırım. Gördüğün gibi zaten genelde tıraşsız gezerim, böyle saç sakal bıyık birbirine karışmış, üstüme başıma da pek önem vermem. Dışarıdan beni tanıyan birisi benim aile babası olduğumu pek tahmin edemez. Mekâna vardım mı, yanıma kadın çağırmam hemen, otururum, kimseyle konuşmam, bir noktaya bakarım. Psikopat hesabı. Sonra bir sigara yakarım. Ama sigarayı da sigara gibi değil sanki içi dolu cigaralıkmış gibi, iki parmağımın arasından avucuma gelecek şekilde esrar içermiş gibi içime çeke çeke içerim. Zaten birisi hemen atlar kadınlardan. Bunun içi dolu mu boş mu diye. Sonrası kolay zaten. Onun içi dolu olmaz ama dolusunu bulmaya beraber gideriz, buluruz takılırız (Arap, 2012).
Sf: 110
Bir kadından hoşlandım. Bir rakı söyledim. Ağır abiler rakı içer, rakının yanında da leblebi. Sonra kadını davet ettim. İçiyoruz filan. Sonra garsonu çağırdım, güya garsonun kulağına konuşarak, ama kadının duyacağı şekilde, “Aynasızlar gelirse haber ver, ben arka kapıdan voltamı alayım,” dedim. Kadın, tabii hemen başladı sormaya, hayırdır bir şey mi var filan. Sonra ben dedim ki, “Yok önemli bir şey değil, fakat geçenlerde bir mekânı taradık, aranıyorum.” Halbuki arayan soran yok. Sonra kadın tabii daha yanaştı, bu mekân tarayacak kadar fedakârsa beni de kollar hesabı. Sonra tabii bir süre takıldık, baktım bu işi ilerletmek istiyor. Gece gündüz demiyor arıyor, hanım huysuzlanmaya başladı. Sonra o gidene kadar mekândan ayağımı kestim (Feyzioğlu, 2012).
Abi bu kadınlar yaralı erkek hastasıdır. Bir yerin yaralıysa, hem şefkati kabarık, hem de işte bunda bir iş var derler. Gece hayatı sever böyle şeyleri. Bİliyorsun, daha önce de konuştuk, ben sıkıştım mı bugün doğum günüm derim, yarın hapse gidecem geceyi beraber geçirsek ya derim; bazen de eczaneden bir tentürdiyot alırım, elime güzelce boca eder üzerini de yalandan sararım. Sonra mekânda dertli dertli, rakı sigara pozu kesmeye başlayınca, kadınlar benim için deli divane olurlar… Böyle poz kestiğim gecelerde kesin bir kadın götürmüşümdür, hatta bir kere kadınlar benim için kavga bile ettiler (Arap, 2012).
Sf: 111
Çok beğendiğim bir kadını etkilemek için, tuvalete gidip, kolumu çizdim, sonra gelip kesmiş gibi poz yaptım ve gecenin sonunun mutlu bitmesini sağladım. Ama günlerce kolum çok acıdı, üstelikte bu durumu karıma açıklamakta güçlük çektim ve bundan dolayı bir daha böyle bir şey yapmadım (Erbay Abi, 2012)
Çakma belalılar, rol ve yara çalmakla kalmazlar bazen memleket ve etnik aidiyet de çalarlar. Zira özellikle Kürtler gece hayatında daha belalı Kürt vilayetleri de kavgacılıklarıyla meşhur olduklarından, esmer Türkmenler, anında gırtlaktan Kürt lehçesi yapıp kendilerini Kürt olarak tanıtmaya başlarlar: “Yavru mekâna yeni düşmüşse, beni tanımıyorsa, kendimi Dİyarbakırlı olarak tanıtırım…” (Arap, 2012).
Ya da tüm bunların ötesinde, işi iyice abartıp hepten işi animasyona da dökenler vardır:
Bir keresinde arkadaşlar yalandan sivil polis ayağıyla gezmeye gittiğimiz yerde kimlik kontrolü yapmak istediler, kalktım ayağı bastım bunlara şamarı siz benim yanımdaki kadınlara nasıl kimlik sorarsınız diye. Sonra bizim polisler “Abi özür dileriz seni bir an tanıyamadık” deyip gittiler (Aslan, 2012)
Sf: 113
Yakışıklı
Yakışıklının yakışıklı olması onun fit bir vücuda, “baby face” bir yüze, jön karizmasına sahip olmasıyla ilgili değil. Yani onun yakışıklılığı moda, sinema, spor ve sanat dünyasının belirlediği yakışıklı-karizmatik erkek modeline uymasıyla ilgili değil. Ona yakışıklı denmesinin sebebi, erişilemez kadın bedenine erişebilir olmasından kaynaklı olarak kazandığı istisna hali’nin ona eklediği fazlalık.
Sf: 121
Yakışıklı: Kuruculuktan yıkıcılığa
Örneğin bu konuda konuştuğumuz Japon, zengin müşterileriyle neden dışarıda takılmadığını sorduğumda şöyle diyor: “Bana beş vol ısmarladı diye, beni köle etmeye çalışıyorlar. Neden onlara takılayım, çok para ödüyormuş, ödemesin, ben de onların koca göbeklerini, pis ağız kokularını çekiyorum. Sağımı solumu elleyip, sapık sapık konuşuyorlar. Ayrıca ben kimseye seninle yatacağım demiyorum.”
Erkekler parayı ödeyen kişi olmanın özgüveniyle, kadına her şeyi yapmak istiyorlar. Yapamayınca da küfür, hakaret ve aşağılama başlıyor. Kadınların en fazla yakındıkları şeylerin başında, masada müşterilerinden uğradıkları tacizler ve hakaret geliyor. Bu konuda Gönül Hanım şöyle diyor: “Bağ benim belletirim… benim elletirim… Adam ayı gibi, kadın ruhundan anlamaz, bir vol ısmarladım diye kapatması olmamı bekliyor, bekledikleri olmayınca da başlıyor orospu, yalancı, kahpe bilmem ne demeye. Aslında adamın ağzını burnunu kırdırırım ama sonuçta esnafız, yakışık almaz…”
Mesela Japon biz konuştuğumuzda, oldukça sakin ve mazbut görünümlü bir taksici genç ile takılıyordu. Onu neden tercih ettiğini sorduğumda şöyle izah etti: “Efendi, yakışıklı bir çocuk, arabasına bindiğim zamanlarda bana insan gibi davranıyordu, benimle konuşurken yüzü kızarıyordu, bir de düşündüm gariban çocuk, hayrım olsun dedim (gülerek) verdim gitti…”
Herkese açıkmış görünen ama herkesten itinayla sakladıkları cinsel dünyalarını, en hak edene sunmak istiyorlar. Bu sunu bir yanıyla onun kıymetini bilecek insana bir ödül olarak tasarlanırken, bir yanıyla da onu basitçe satın almaya çalışanlardan bir intikam olmalı. Erkeklerin, konsomatris kadınlardan genellikle “nankör, yalancı, orospu” gibi sıfatlarla bahsetmelerine bakılırsa bu intikam yerini bulmuş gibi görünüyor.
Sf: 123
Kadın alanının yıkılması
Kadının mekân dışından yapmış olduğu yakışıklı genelde yoksul ve mazbut bir genç oluyor. Kadın gözü açılmamış bu genci kendi kafasına göre yetiştirip, kendisine göre bir sevgili haline getirmeye çalışıyor. Deyim yerindeyse gözü açılmamış bu genci, kendi hayalindeki sevgili kalıbına uygun bir şekilde biçimlendirmeye çalışıyor. Dolayısıyla, yakışıklı, konsomatris kadınlar için öncelikle bir proje.
Bunun için bu gence kendisine çeki düzen vermesi için para veriliyor, kıyafetler, hediyeler alınıyor, kredi kartları teslim ediliyor, gerekli durumlarda kefil olunuyor, hatta kimi zaman motosiklet, otomobil ve ev bile alındığı oluyor. Konsomatrisin sevgi dediği şeyin ikinci bağlamı, yakışıklı projesinin şımartılması manasına geliyor.
Sf: 124
Bunun en önemli sebebi, konsomatrislerin yoksul arka planlı kadınlar olmalarından dolayı arkalarında illaki bir eksik kalmış aşk hikâyeleri olması. Şımarttıkları yakışıklıyla yalnızca gece hayatının erkeklerinden değil, yoksul ergenliklerinden de intikam almayı amaçlıyorlar. Proje sevgiliyle, ergenliklerinde eksik kalmış aşkı tamamına erdirmeye çalışıyorlar. Bunun için, yakışıklıyı mazideki sevgiliye benzetmeye çalışıyorlar, hatta kimi zaman onlara o sevgilinin adını veriyorlar, ev döşeyip hiç giremedikleri dünyaevinin kapılarını o evden açmak istiyorlar vb. Dolayısıyla, sevginin onlar için en iyi gösterilme biçimi olan “her şeyi vermek” yalnızca güncel bir proje değil, geçmişte yarım kalmış birtakım projelerin tamamlanması anlamına geliyor.
Aslında konsomatrisin yakışıklıya karşı beslediğini iddia ettiği sevgi, ilk bakışta oldukça sevgi doluymuş gibi görünüyor. Ne var ki, konsomatrisin sevgi dediği şey, aslında oldukça sert bir iktidar alanı. Bu iktidar alanının davranış kalıpları da onun paralıdan öğrenmiş olduğu hediyeleşme etiğinden başka bir şey değil.
Proje sevgiliden maço erkeğe
Ne var ki, erkeğin içinde bulunduğu durumu anlaması ve standart bir erkeğe dönüşmesi çok uzun zaman almıyor. Birincisi bu sikik erkek, kadın ve onun çevresi sayesinde zaten yatkınlığı olan erkekliğinin farkına varıyor. Toplumsal cinsiyet kurallarını hızla idrak ediyor ve kendisine “her şeyini” veren kadını sömürmesinin bu kurallar çerçevesinde bir tür “mecburiyet” olduğunun farkına varıyor.
Sf: 125
Genç, önce lükse ardından da kumara hovardalığa alışıyor. İcra etmekte olduğu bir iş varsa onu bırakıyor, tümüyle lümpen bir hayat yaşamaya başlıyor. Ve daha da önemlisi, konsomatris kadından daha “genç ve güzel” bir başka kadını kendisine sevgili ediniyor ve kadından elde ettiği paranın kumardan ve sefahatten artanını bu kadına yedirmeye başlıyor.
Yakışıklının, konsomatrise meydan okuduğu yer işte tam da kendisine bir başka sevgili edinip, konsomatristen öğrendiği tabilik kurallarını ona uygulamaya çalıştığı yer oluyor. Böylelikle o da artık gece hayatının diğer aktörleri gibi erkekleşmiş bir maço haline geliyor ve kadının projesiyle birlikte genellikle mali durumu, ama her durumda kendisi için mutlak bir özgürlük ve iktidar alanı olarak tasarladığı sevgili projesi de çökmüş oluyor.
Sf: 140
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KONSOMATRİS
Yoksulluğun neoliberal hali – enformelleşme ve borçluluk
Borçluluk üzerine oldukça ciddi çalışmalar yapmış olan Lazzarato’ya göre, neoliberal kapitalizmin güncel durumu borçluluktur (Lazzarato, 2012: 20). Bu borçluluğun neoliberal kapitalizmin yeni amiral gemisi olmasının asıl sebebi piyasa lehine tüketimin körüklenmesi ve kredi kartı kullanımının yaygınlaşmasıdır (Lazzarato, 2012: 7). Lazzarato’ya göre , kredi kartı borçlanmayı sonsuz ve otomatik bir hale getirmiştir. Kredi kartı sayesinde, haneler daima gelirlerinden daha fazla bir borç döngüsü içerisinde tutulmaktadır (Lazzarato, 2012: 18-19).
Bu borçlanma öyle büyük boyutlardadır ki, Lazzarato’nun verilerine göre, yalnızca, çalışanlar, memurlar, esnaflar, işsizler ve yoksullar değil, henüz doğmamış çocuklar bile ciddi bir borç batağının içinde görünmektedirler (Lazzarato, 2012: 32).
Sf: 141
Fethiye de Metro yazıhanesinde çalışıyorum. Bilet kesiyorum, patrona çay dağıtıyorum filan. Maaşım, asgari ücretten az, sigorta yatıyor, yatmıyor. Sanırım 500 tl civarında bir para alıyorum, yıl 2004. Bu para, yeme içme ve yol parasına tam geliyor. Tabii geçlik var, bazen arkadaşlarla dışarıya çıkıyoruz, sinemaya gidiyoruz,bir yerlere yemeğe gidiyoruz. Yetmeyen yerini kredi kartımdan geçiyorum. Başlarda iyiydi, idare ediyordum. Sonra döndürememeye başladım. Babamdan para istedim, kredi kartımı yatıracağım dedim. O da “siktir git, nasıl yediysen öyle yatır” dedi. Parayı yatırmasam eve haciz gelecek, para verecek kimse yok. Bazen kızına baktığım bir kons kadın vardı, o hep derdi gençliğin güzelliğin var gel sen bu işe gir, parayı kırarsın diye. Tabii ki reddediyordum, fakat çok sıkışınca çaresiz kaldım ve girdim. O zaman niyetim, bir kaç ay kalıp borçlarımı ödeyip âlemi terk etmekti ama, gördüğün gibi aradan yedi yıl geçmiş hâlâ buradayım.
Sf: 142
Öznelliğin inşası
Japonun bu anlatısı yalnızca borçluluğun genç bir kadını gece hayatına nasıl ittiğini anlatmakla kalmıyor; bundan öte, neoliberal kapitalizmin toplumu hane üzerinden değil, tek tek bireyler üzerinden iflasa ve borçluluğa sürüklemesini, üstelik baba-kız arasındaki bütün kutsal akrabalık ve etik ilişkilerini ayaklar altına alarak nasıl ilerlediğini de gözler önüne seriyor. Diğer anlatılarda da sıkça karşılaştığımız üzere, artık borcun muhatabı aile reisi değil, herkes kendi borcuna ve kendi başının çaresine bakmaya çalışıyor.
Sf: 143
Kadınlar gece hayatına alışsalar da ”bu hayattan kopmayı denedikleri” bir dönem hep oluyor. Benim konuştuğum kadınlar içerisinde, ya kendi işini kurmayı deneyerek, ya da evlenerek ya da her iki yöntemi birden zorlayarak, gece hayatından çıkmaya çalışmamış bir kadın bile yok. Hepsi bir şekilde bunu denemişler. Fakat sonra tekrar geri gelmişler. Örneğin Zalina, “Konsomatrislik yaparken, bir adam beni evimin kadını yapmasına rağmen, evde huzur battı. Bu gürültüyü, bu loş ışıkları, bu dünyayı deli gibi özledim ve geri döndüm,” diyor. Gece hayatının loş ışıklarından sızan ölgün hikâyelerden anlaşılan, kadınlar bütün tehlikelerine rağmen öncelikle gece hayatında kendilerini “kıymetli” hissediyorlar. Para kazanmaları onların özgüvenlerini pekiştiriyor ve böylelikle modernitenin onlara vaat edip gerçekleştiremediği “ekonomik özgürlük” anlatısına bağlanmış oluyorlar. Erkeklerin hikâyesinde de gördüğümüz üzere, gece hayatındaki yarıkları kendi lehlerine çeviriyorlar vb. Dolayısıyla, gece hayatı, borçluluğun ve yoksulluğun mağduru olan kadınlar için bütün etik mülahazaların ötesinde yalnızca “ekmek kapısı” değil, aynı zamanda özne olma imkânı.
Sf: 144
Senaryolar
Sıradan yoksul insanlar da değişik biçimlerde kapitalist üretkenliğin ve modernliğin nimetlerinden para ödemeden, onun açıklarından sızarak faydalanmanın yollarını bulurlar.
Sf: 146
Kadınlar ise gece hayatının kaçak avcılarıdır, onları avlamaya gelen erkeklerin avını imkânsız kılmaya çalışan sıradan kadınlardır.
Burada açık senaryo, erkeğin senaryosudur ve strateji kadını yatağa atmaktır. Gizli senaryo, kadının senaryosudur ve kendini yatağa atmadan, erkeğin parasını alıp onu ahmak yerine koymaktır. Bunun için ilk çarpışma hikâyeler üzerinden verilir. Daha önce bahsettiğimiz üzere, erkek ile kadın arasında sıradanmış gibi görünen ama erotik bir alt metni olan gündelik bir konuşma başlar. Genelde gündelik konular üzerinden sürüyormuş gibi görünen konuşma çoğunlukla erkek tarafından yönlendirilir. Erkek çiftçi ise ekinlerden, hasattan, mevsimin kurak ya da sulak geçmesinden, elde ettiği gelirden; memursa daireden, üstleriyle yaşadığı sorunlardan; esnaf ise piyasanın durumundan, dolardan, marktan bahseder. Lakin konuşma ilerledikçe, cinsellik yüklü vurgular ve mimikler konuşmaya yeni bir katman ekler ve sohbeti erotik bir hale sokar. Örneğin çiftçiler dirgenin SAP’ından sırıtarak bahsederler, kadınlar ise saman yığınında ÇALIŞMA’nın ne kadar da güzel olduğundan dem vururlar. Dolayısıyla, konuşma gündelik bir konuşma alanından tarafların birbirlerini ilişkiye davet ettikleri bir fantezi alanına dönüşür. İşte temelde kuralları erkekler tarafından oluşturulmuş fantezi alanı, bu alana çoktan razıymış gibi görünen kadının davete icabetiyle, görünmez bir savaş alanına dönüşür, taraflar birbirlerini tartarak ilerlemeye başlar. Kadın erkeğin avını, ona kendi bedenini teslim etmeden, onu avlayabileceği bir kaçak av seansına dönüştürmeye çalışır. Kadının bu denge diskurundan galip çıkabilmesi için, sohbeti fantezi alanında tutması gerekir ve erkek daha ileri gidip niyetini açık ederse, kadın onun en büyük silahı olan trajik hikâyesini devreye sokar.
Sf: 147
Erkeğin niyetini açık etme biçimi, gündelik işlerden aile hayatına ya da sevgilisi ile ilişkisine atladığı yer oluyor. Karısının çirkinliğinden ve “işi bilmemesinden” yakınıyor. Bir yandan alttan alta karısının ya da sevgilisinin özellikle yatak ve kadınlık maharetlerini kötülerken, öte yandan, konsomatrisin dişiliğini ve seksiliğini öne çıkartmaya çalışan komplimanlar konuşmaya eşlik ediyor. Örneğin, konsomatrise kur yapan birisi şöyle diyor: “Benim karım soğan gibidir, cücüğüne erişinceye kadar sabah olur. Zaten donlarını, çoraplarını soymaya çalışırken iştahın gider, yorulur uykuya dalarsın.”
Bu hikâyenin göndermesi son derece açık, benim karımda/sevgilimde iş yok… Bu hikâyeler, konsomatris kadının gururunu okşamakla kalmaz, onun seksi dişiliğini ön plana çıkartır ve erkek bu hikâye aracılığıyla, aslında onun sohbetinden ziyade, onun bu tarafıyla ilgilendiğini açık etmiş olur.
Konsomatris kadın buna karşı hazırlıklıdır. O da buna karşılık sohbetin arasına onun erkekliğinden ziyade insanlığına seslenen trajik hikâyeler sıkıştırır.. Kocası tarafından zulme uğraması, ağabeyleri tarafından satılması, babası tarafından tecavüze uğraması vb. Böylelikle o erkeği seksi bir bedenle değil, zulme ve haksızlığa uğramış, ilgiye ve sevgiye muhtaç yaralı bir ruh ile muhatap etmek ister. Erkeğin bedenini değil, ruhunu ve vicdanını çağırır. Cinselliğe değil, sevgiye aç olduğunu ima eder ve ilişkiyi söylemsel düzeyde fantezilerle süslese de (böylelikle ticaretini sürdürebilir çünkü), gerçekte yaralı bedenini cinselliğe müsaade etmeyen bir Yeşilçam melodramı düzeyinde tutmak ister.
Sf: 148
Alkol savaşı
Kadınların bu mağduriyet hikâyeleri gece hayatında o kadar çok kullanılmış ve anlatılmıştır ki, gerçekten böyle bir şey yaşamış olanlar varsa bile artık tümüyle inanırlığını yitirmiş durumdadır. Benim şahit olduğum durumlarda erkekler bu hikâyeler anlatıldıktan sonra genelde, bu hikâyeyi onlarca defadır dinlemiş olduklarını söyleyip ya kadını masadan kaldırıyorlar ya da bir başka yöntemle kadını yatağa atma stratejisini sürdürüyorlar.
Bu noktadan itibaren erkekler vicdan yapmamışlarsa (ki genelde vicdan olmadığı gibi, bu durumu onların yalancı orospuluklarına vehmedenler çok) kadını yatağa atmak için daha da hırslanıyorlar ve kadını sarhoş etmeye çalışıyorlar. Bunun için açık vol söylemek yerine, kadına kapalı şişe söyleyip yüksek hesap ödemeyi göze alıyorlar. Bu aslında kadınları köşeye sıkıştıran bir şey, çünkü benim konuştuğum kadınların neredeyse tümü alkole karşı dayanıksız olduklarını ve iki biradan sonra saçmaladıklarını söylüyorlar. Bu yüzden kadınlar alkol meselesinden sıyrılmak için iki yol kullanıyorlar, ya erkeğin içeceğine onu bozacak bir hap atıyorlar ya da hızlıca alkolü tüketip, tuvalette gırtlağa parmak atarak kusuyorlar.
Sf: 149
Bu durumun kendileri için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışan Gül Hanım, bizim kendisiyle mülakat yaptığımız zamanda henüz yeni sayılabilecek bir film olan ve bir sınır karakolunda uyanık ve teyakkuz halinde kalmak zorunda olan askerleri anlatan ” Nefes” filminin sloganını kullanıyor: “Hani o filde diyorlar ya, uyursan ölürsün, bizde de sarhoş olursan ölürsün.”
Hatırlamak
Kadınları aslında asıl zorlayan şey, ne alkol ne de erkeklerle giriştikleri diskur savaşı. Onları asıl zorlayan şey, masasına oturdukları erkeğe bir şeyler hissetme tehlikesi.
Erkekler bahsinde anlattığımız üzere, bir kadın mekâna takılan bir adamla ilişki kurarsa bu onun öncelikle iktisadı, ikinci olarak da sosyal bakımdan yıkımı demek olur. Kadınlar bu duruma düşmemek için, ne kadar sarhoş olurlarsa olsunlar kendilerini ayık halde tutacak bir mekanizma kurmaya çalışıyorlar. Bu uyarı mekanizmasını devreye sokan objeler ya da izler değişik değişik.
Örneğin Gönül Hanım parmağındaki yüzüğü gösteriyor, “Birisine karşı bir şeyler hissetmeye başladım mı bu yüzüğe bakarım. Bu yüzüğü bana alan orospu çocuğunun beni ne kadar kandırdığını hatırlar ve bütün erkeklerin öyle orospu çocukları olduğunu kendime hatırlatırım. “Japon ise âleme ilk girdiği zamanlarda birisine âşık olmuş ve adamın adının baş harfini (S. Ç.) yüzük parmağına yazdırmış. “Kendimi kaptırmaya başladım mı, yüzük parmağımla oynarım ve beni perişan eden adamı hatırlarım. Sonra karşımdaki adamı donuna kadar soyarım, hiç acımam. Gitsin evinde karısıyla otursun.” Simge Hanım ise benzer bir kapılma tehlikesinde “Kolumdaki façalara bakarım, o moddan çıkmaya çalışırım,” diyor.
Sf: 150
Patronaj ve cömertlik
Kadınlar yaptıkları işlere rağmen ailelerinin sevinci ve gururu (Japon, Gönül Hanım, Magda). Konsomatrislerin adına bereketsizlik dediği bu sistem sayesinde, aileler kızlarının kendilerine söyledikleri yalanlara inanıyor gibi görünüyorlar, onların gayri meşru çocuklarını sahipleniyorlar ve onların uzak memleketlerde, “bir patronla çalışıp, iyi ve ahlak sahibi patronu sayesinde çok para kazanmasına” çok seviniyorlar. Konsomatrisler, ailelerinin gözünde bu noktaya onların hayallerine sponsor olarak erişiyorlar. Erkek kardeşe yarış motoru ya da modifiye bir araba (Zalina), babaya-anneye takma diş (Nazire) ve duruma göre kaloriferli bir ev (Japon), kız kardeşe yaz tatili (Gönül), aile büyüklerine umre, komşulara mevlit (Japon) ve para geldiği müddetçe de aile çocuklarının ne iş yaptığını pek kurcalamıyor.
Sf: 154
İmitasyon beden ve konsomatris öznelliğin sınırları
Bu sağlıksız ve ahlaksız ortam ikisini birden sembolize eden pis koku meselesi üzerinden üretiliyor. Memurlar bu kadınların pis kokusunun sindiği lokantalarda aynı takımlarla yemek yemek istemiyorlar, kadınlar aynı kuaförde bu kadınlara da kullanılan makyaj ve ağda takımlarını bedenlerine temas ederken hayal bile edemiyorlar, pazarlamacılar ve lokal işletmeciler onların kaldıkları ve sabaha kadar sevişerek kirlettikleri pis nevresimlerde uyumak istemiyorlar.
Konsomatrislerin gezgin hayatları, çoğunun çamaşırlarını yıkayıp ütüleyebilecekleri bir ev ortamından yoksun olmaları ve bu kadınlar izbe ve rutubetli ortamlara mecbur edilmiş olmaları, kimi durumlarda bu koku meselesini doğrulasa da kötü koku-kötü ahlak üzerinden duyarlı hale getirilen asıl şey, taşranın kendi sınırlarını canlı tutmak için geliştirdiği bir söylemden başka bir şey değil.
Sonuç olarak, konsomatrisler kendilerini doktorlar, hâkimler, milletvekilleri gibi kudretli mevkilerle karşılaştırsa da onun öznelliğinin kudreti, gece hayatı ve onun periferisindeki iş yerleriyle (genelde metruk bir sokağa sıkışmış bir kumarhane, izbe bir kafeterya, yalnızca gece hayatına hizmet eden bir kuaför, “ailelere uygun olmayan” bir otel, gazinonun iaşesini sağlayan tekel dükkânı) sınırlıdır, toplumun geri kalanına erişimi yoktur. Toplumun kalanıyla onun arasında çok keskin sınırlar vardır ve bu sınırlar, zührevi-medikal-ahlaki korkular ve bedensel kokularla daha da duyarlı hale getirilir. Dolayısıyla onun öznelliğinin mekânı, onun ahlakını, onun bedenini ve onun kokularını yaratan gece hayatı tarafı kadardır.
Sf: 155
Öznelliğin miadı
Kadın çalışmaya akşam sekiz civarlarında başlasa da bunun hazırlığı genelde öyleden sonra iki gibi başlar. Otelden kalkıp bir kafede bir şeyler atıştırdıktan sonra kuaföre gider ve burada yaklaşık olarak üç dört saat geçirir. Kazancının ve mesaisinin ciddi bir kısmını burada tüketir.
Büyük bir itinayla saçlarını yaptırır, eğer boyanma zamanı gelmişse tercihen platin rengine ya da kızıla boyatır, manikür-pedikür yaptırır, el ve ayak tırnaklarına itinayla oje sürdürür, genelde ağır bir makyajla özellikle yanaklarını ve dudaklarını belirginleştirir.
Kadın 365 günün neredeyse tamamında bu hazırlığı tecrübe eder. Öncelikle bu ağır makyaj ve bakım süreçleri kadının saçlarını döker, cildini deforme eder.
Sf: 156
Kadın mesleği icabı sürekli olarak içmek, kusmak, geç uyumak, geç uyanmak, genelde fast-food ile dengesiz beslenmek, uyanmaya yardımcı olması için sert kahve tüketmek, stresi bastırmak için daha çok sigara içmek, yerine göre enerji için enerji içeceği, ecstasy türü haplar ve kafayı yükseltmek için esrar kullanmak durumunda kalır.
Yaralanmalar, kendini kesmeler, sürekli kürtaj, dengesiz lohusalık kadın bedenini hepten deforme eder. Bir zamanlar onları seksi gösteren façalar artık uzun kollu giyeceklerle saklanması gereken yara izlerine dönüşür; vücutlarını daha erotik hale getiren dövmeler genişleyen basenler ve büyüyen göğüslerle birlikte “güzel normu”nu daha da amorf hale getiren şekiller oluverir. Tüm bunlar, kadının bedeninin pırıltısını alır, bir zamanlar kentlerde taşraya gönderilmiş bir hediye paketi gibi parlayan kadınlar giderek bir yara kabuğuna döner. Erkeklerin değimiyle bu kadınların artık sucukluk olma evresidir. Güzelliği, arzulanırlığıyla birlikte öznelliği de tükenir, dökülen dişleriyle birlikte artık bir arzu makinesi değil, iştah kaçıran bir fazlalığa dönüşür.
Ona statü ve gelir sağlayan güzelliği, arzulanırlığı tükendikten sonra, ne konsomatris olma şansı kalır ne de para ve güzelliğiyle edinebildiği statüye dayalı öznelliği, çok nadiren para biriktirenler ve şansı yaver gidenler köşelerine çekilirler ve gazino patronluğu ya da kuaför dükkânlığı gibi gece hayatının periferisindeki işleri yaparlar; bazıları bir zamanlar birlikte çalıştıkları vefakâr konsomatris arkadaşlarının yardımıyla hayatlarını sürdürür, bazıları gazinolarda bulaşıkçılık yaparlar; bu şansların hiçbirisine ulaşamayanlar, hayatta kaldıklarına dua ederek, yalnızca hayatta kalabilecek kadar para kazanmak için izbe otellerde fahişelik yapabilmek için müşteri beklerler.
Sf: 162
BEŞİNCİ BÖLÜM
SONUÇ
Teorik satıh alan çalışmasına karşı
Gece hayatında erkeğin ne kadar içtiği önemli değildir, ama eğlencenin asıl unsuru olan kadının neyi ne kadar zamanda içeceği dakikalarla belirlenmiştir. Erkek kadınla daha fazla vakit geçirmek istiyorsa, ona daha fazla içecek ısmarlamalı ve kontör satın alır gibi, kadının zamanını satın almalıdır.
Erkekler arası müzayedenin artırımları, işte kadının zamanı metalaştıran “sohbetine” kimin talip ve sahip olacağı üzerinden yürütülür. Bu süreç gece hayatına takılan erkeklerin neredeyse tamamına iflasa sürükler. Ben bu süreci paralının hikâyesi (iflası) ile sınırladım. Fakat burada daha derin ve çalışılmayı bekleyen bir başka mesele daha var: Paralı dediğimiz insanlar her zaman kendi paralarını harcayan ya da ailelerinin servetlerini tüketen hayırsız evlatlar değil, bazen de yöneticisi oldukları kurumun parasını yolsuzlukla zimmetine geçirip, gece hayatında tüketen ve kendisine emanet edilmiş kurumu da iflas ettiren insanlar.
Sf: 164
Çalışmaya başladıktan sonra tümüyle yanıldığımı anladığım bir başka konu da konsomatris kadınların aileleri ile ilişkileri oldu. Çalışmaya başladığımda, kadınların bu işi ailelerinden gizli bir şekilde yürüttüklerini, yaptıkları iş duyulursa namus cinayetleri yaşanabileceğini düşünüp buna göre kendimce, çalışma boyunca kimi etik önlemler almaya çalışıyordum. Fakat saha çalışması esnasında gördüm ki, aslında neredeyse bütün kadınların aileleri, kızlarının ne iş yaptıklarını biliyorlar. Ya açıktan onlara lojistik destek sağlıyorlar (çocuklarına bakmak vb.) ya da yaptıkları işi bilmiyormuş gibi görünüp, kızlarından değişik mazeretlerle para sızdırıp bol paranın keyfini sürüyorlar.
Sf: 167
Feleğin çemberinden geçmiş bu kadınlar, bir kere gece hayatına düştükten sonra, kısa sürede burada kendilerini var etmek ve gece hayatının entrikalarına katılabilmek için, kadınlıklarından gelen güçlerini kullanmayı öğreniyorlar ve bunu kullanabildikleri oranda, mekânlarda özne olup erkeklerin “kellesini kopartıyorlar”. Fakat bir kere güzellikleri, gençlikleri elden gidince, onları tekrardan büyük bir yoksulluk bekliyor.
Doktrin: “Seks kadının evlilik için ödediği bedeldir, evlilik ise erkeğin seks için ödediği bedel!” – Allan&Barbara Pease
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (76)
- ★★★★★ şaheser (25)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- hayat kanunları (18)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (381)
- röportaj (3)
- tefrika (19)