Sf: 6
Yazarın borcu yazarlığınadır sadece. Okuyucuya karşı sorumluluğu yazılarını bastırıp sunmaktan öteye geçmez. Üstelik kapımı çalanların çoğu okurum değiller, benim hakkımda bir şeyler duymuşlardır. En iyi okur ve insan beni yokluğu ile ödüllendirendir.
Sf: 7
Bir tür hastalık olsa gerek. Saroyan bütün parasını at yarışlarında kaybetti. Fante pokerde, Dostoyevski rulette. Ve son meteliğinle oynamıyorsan para değildir asıl mesele. Kumarbaz bir arkadaşım bir keresinde bana, “Kazanmak ya da kaybetmek umurumda değil, tek istediğim oynamak,” demişti. Ben paraya arkadaşımdan daha çok saygı duyarım. Ömrümün büyük kısmı yoksulluk içinde geçti. Bir park bankının, ev sahibesinin kira istemek için kapıyı çalmasının ne demek olduğunu bilirim. Para ancak iki şekilde sorun teşkil eder: çok fazla ya da çok azsa.
Sf: 11
Çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümlerine ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. Olmamalı oysa.
Bir çiçeğin büyümesi bizi ne kadar kederlendiriyorsa, ölüm de o kadar kederlendirmeli. Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanamayan hayatlardır. İnsanlar hayatlarına saygı duymuyorlar.
Sf: 12
İyi de, editörlerimiz olmasa ne yapardık? Hatta, biz olmasak editörlerimiz ne yapardı.
Sf: 13
Bilgisayar bir kez daha tamirden döndü, ama artık imlamı düzeltmiyor. Eski haline getirmek için hayli çabaladım. Muhtemelen tamirciyi arayıp, “Ne yapmam gerekiyor?” diye soracağım ve o da bana, “main diskten hard diske aktar,” gibi bir şey söyleyecek. Ve söylediğini yaparken her şeyi sileceğim.
İçip sarhoş olsam ekranda sözcükleri dans ettireceğimi biliyorum.
Sf: 14
Katlanılması en güç insanlar yazarlardır, hem yazılarında hem de şahsen. Şahsen daha da katlanılmazdırlar.
Sf: 17
21/09/91
21:27
Bir film galasına gittim dün gece. Kırmızı halı. Patlayan flaşlar. Film sonrası parti. İki parti. Konuşulanları pek duyamadım. Çok kalabalıktı. Çok sıcak. Birinci partide yusyuvarlak gözlü, gözlerini hiç kırpmayan bir genç beni barda kıstırdı. Ne aldığını bilmiyorum ama kafası iyiydi. Ya da kötü. Onun gibi çok insan vardı etrafta. Genç adamın yanında oldukça hoş üç hatun vardı ve bana hatunların çük emmeye ne kadar meraklı olduklarını anlatıp duruyordu. Hatunlar gülümseyip, “Evet, evet!” diyerek onayladılar. Muhabbet bundan ibaretti. Çük emmeyi ne severler, ne severler… Benimle kafa bulup bulmadıklarını anlamaya çalışıyordum. Bir süre sonra usandım ama. Adam aynı şeyleri söylüyor, yüzünü yüzüme yaklaştırıp duruyordu. Sonunda gömleğinin yakasına yapışıp sert bir hareketle kendime çektim, orda tuttum ve “Bak koçum, bu kadar insanın önünde yetmiş bir yaşında birinden dayak yemek hiç yakışık almaz, değil mi?” diye sordum. Sonra bıraktım yakasını. Barın öbür ucuna doğru yürüdü. Hatunlar da peşinden gittiler. Bir şey anladıysam arap olayım.
Sf: 19
İnsan ender ya da ilginç biri ile çok seyrek karşılaşıyor.
İyi edebiyatın temel taşlarını okuduktan sonra geriye pek bir şey kalmıyor. Kendimiz yazmalıyız.
Yüzü koyun uyurum. Eski bir alışkanlık. Çok fazla kaçık kadınla birlikte oldum. Takımları sağlama almak gerek.
Sf: 20
Ben insanlara iyi eşlik edemem, konuşmak abes gelir bana. Fikir teatisinde bulunmak istemiyorum.
Bugün Holywood Park’tan Fairplex Park’da koşulan 13 koşuya oynadım. Yedinci koşunun sonunda 72 dolar kazançlıydım. Ne fayda? Kaşlarımdaki beyaz kılları azaltır mı? Beni bir opera sanatçısı yapar mı?
Sf: 21
Çıkıyorum. Asansöre binip otoparka iniyor, arabama biniyor ve gazlıyorum. Saat sadece öğleden sonra dört. Ne güzel. Arabamı sürüyorum. Başkaları da arabalarını sürüyorlar. Bir yaprağı tırmanan sümüklü böceklerden farkımız yok.
Postaya bakıyorum. Gaz faturası. Bir de içinde şiirler olan bir zarf. Aybaşılarından, memelerinden ve göğüslerinden ve düzülmekten söz eden kadınlar. Son derece sıkıcı. Çöpe atıyorum.
Sf: 22
Buharını salarak raylarda ilerleyen taşlı bir şimendiferim ben.
Okumak iki saatimi aldı. Hayli deneyimliyim bu işte. Dizeler akıcı ve söylemelerini istediklerimi söylüyorlar. Etkisinde olduğum yazar kendimim artık.
Sf: 25
Dördüncü kattan yürüyen merdivene bindim. Kim icat etti yürüyen merdiveni? Delilik diye buna derim. Yürüyen merdivenlerde ve asansörlerde çıkıp inen insanlar, araba süren insanlar, garaj kapılarını uzaktan kumanda ile açan insanlar. Sonra yağları eritmek için jimnastik salonlarına gidilir. 4.000 yıl sonra bacaklarımız olmayacak, ördeklere benzeyeceğiz. Bütün türler kendilerini yok ederler. Dinozorların sonu da böyle oldu. Canlı namına ne varsa yediler, sonra birbirlerini yemeye başladılar ve sonunda tek dinozor kaldı ve o orospu çocuğu da açlıktan öldü.
Sf: 28
Kanımca en tuhaf olan, ölmüş birinin ayakkabılarına bakmaktır. Daha hüzün verici bir şey tasavvur edemiyorum. Kişilikleri ayakkabılarında kalmıştır sanki. Giysilerde, hayır. Ayakkabılar. Ya da şapka. Ya da eldiven. Yeni ölmüş birinin yatağına ayakkabılarını, şapkasını ve eldivenlerini koyup bir süre bakın, delirirsiniz. Yapmayın.
Trafiğe girip çıkıyorsun. Fütursuzca değil ama, ustalıkla -mesafe ve hız hesapları. Aptalca işler. Bugün değil ama. Yükseksin ve yüksek kalmalısın. Ne tuhaf. Karşı konmamalı ama. Uzun sürmez nasıl olsa. Yarın boş gün. Atlar koşmuyor.
Harbor güney otobanında beni izleyen polisi bile fark ettim bugün. Tam zamanında. Hızımı 90’a düşürdüm. O da düşürdü hızını, 90’la izledi. Beni 110’la enselemesine ramak kalmıştı. Acuras plakalardan nefret ederler. Kaldım 90’da. Beş dakika. En az 130’la sollayıp gitti sonunda. Güle güle, dostum. Herkes gibi ben de trafik cezası yemekten nefret ederim.
Sf: 29
Radyo berbat çalıyor ama %100’lük bir gün beklemek saflık olur. &51’i yakalamışsan kardasın. Bugün %97’ydi.
Bir başka yazarın tarzını seven yazar yok gibidir.
Ancak öldüklerinde, ya da çoktan ölmüşlerse.
Sf: 31
Mektubunu yanıtlamayacaktım. Yanıtlarsam bir daha yazacaktı.
Haftada iki kez söyleşi önerisi alırım. Söyleyecek o kadar da fazla şey yok. Yazacak şey çok, ama söyleyecek şey az.
Sf: 33
Bahçeye girdim. Kediler etrafa serilmişlerdi, bitkindiler. Bir daha dünyaya gelirsem kedi olmak isterim. Günde yirmi saat uyuyup beslenmeyi beklerim. Oturup kıçımı yalarım. İnsan fazlası ile öfkeli ve sabit fikirli.
Daktilo çamurda yürümektir. Bilgisayar buz pateni. Göz kamaştırıcı bir patlamadır. İçinizde bir şey yoksa bunların bir önemi yoktur elbette. Sonra o düzeltme olanakları, temizlik. Lanet olsun, eskiden her şeyi iki kez yazardım. İlkinde yazmak için, ikincisinde pisliği temizlemek için.
Telefon çaldı.
“Akü bitmiş,” dedi ses. “Yeni bir aküye ihtiyacınız var.”
“Ya ödeyemezsem?”
“Yedek lastiğinizi rehin alırız.”
“Geliyorum.”
Tepeden inmeye başlamıştım ki yaşlı komşumun seslendiğini duydum. Bağırıyordu. Basamakları tırmandım. Altında pijama, üstünde gri renk eski bir kazak vardı. Yanına gidip elini sıktım. 
“Kimsin sen?” diye sordu.
“Komşunuzum. On yıldır komşuyuz.”
“96 yaşındayım,” dedi.
“Biliyorum, Charlie.”
 “Tanrı beni yanına almıyor çünkü işini elinden alacağımdan korkuyor.”
Sf: 36
Bazı insanların o kadar çok paraları var ki, kaç parları olduğunu bile bilmiyorlar.
Sf: 40
Bir keresinde başka birine sordum, “Baksana, bu herif geçimini nasıl sağlar?” Birkaç kez konuştuklarına şahit olmuştum. 
“Borç alarak,” dedi.
“Borç isteyebileceği adamlar bir süre sonra tükenmiyor mu?”
“Yenilerini buluyor.”
Sf: 42
Herkes başkalarının bilmediği bir şeyi bildiğini sanır. Yitik aptal egolar. Ben de onlardan biriyim.
Ben de hastayım aslında. Gerçekle yüzleşemiyorum. İyi de, gerçekle yüzleşmeyi kim ister?
Sf: 43
İflah olmaz bir kumarbaz olan bir arkadaşım bir keresinde bana, “Kazanmak ya da kaybetmek umurumda değil, tek istediğim oynamak,” demişti.
Neyse, Cazgır ertesi gün yine hipodromdaydı. Aynı şey: her koşudan sonra sonucu bağıra çağıra protesto etti. Bir yandan da dahi olduğunu kabullenmek lazım, çünkü birinci gelecek atı hiçbir zaman bulamıyor. Düşünün bunu. Kolay değildir. Hiçbir şey bilmediğinizi var sayalım. Bir numara seçebilirsiniz, herhangi bir numara, 3 mesela. İki-üç gün boyunca sadece 3 numaraya oynayın mutlaka birinde atı bulursunuz. Ama Cazgır bugüne dek bir kez olsun bulamadı atı. Şaşılası bir adam. Atlar hakkında tonla şey biliyor; zamanları, performansları, huyları, sınıfları, vs., ama yine de sadece kaybedenleri seçmeyi beceriyor. Düşünün bunu.
275 dolar kaldırdım bugün. Geç yaşta başladım atlara oynamaya. Otuz beş yaşında. Otuz altı yıldır oynuyorum ve hesabıma göre 5.000 dolar içerdeyim. Tanrılar bana 8 ya da 9 yıl bahşederlerse geri alabilirim belki. 
Sf: 45
Savaş karşıtı eylemciler de böyle, başarılı olabilmek için savaşlara ihtiyaçları var. Savaş karşıtlığı yaparak gül gibi geçinenler var. Savaş olmadığı zaman ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Körfez Savaşı sırasında bir grup yazar ve şair devasa bir gösteri planlamışlardı mesela, şiirler ve söylevler hazırdı. Savaş birden bitti. Gösteri bir hafta sonraya planlanmıştı. İptal etmediler. Yaptılar gösterilerini. Çünkü sahnede olmak istiyorlardı. Buna ihtiyaç duyuyorlardı.
Şahsen savaşa karşıyım. Savaş karşıtı olmak popüler, ahlaki açıdan doğru ve aydınca bir tavır olmadan önce de karşıydım savaşa.
Sf: 48-49
Londra’dan bir adam yazdı, Soweto’da öğretmenlik yapıyormuş. Öğrencilerine Bukowski okuduğunda çoğu ilgi göstermiş kara derili Afrika’lı çocuklar. Hoşuma gitti. Davulun sesi bana da uzaktan hoş gelir. Aynı adam daha sonra Guardian’da çalıştığını ve gelip benimle söyleşi yapmak istediğini yazdı. Telefon numaramı istiyordu. Ben de mektup yazıp telefon numaramı yolladım. Aradı. Efendi biri izlenimi uyandırdı telefonda. Gün ve saat belirledik. Belirlediğimiz günün gecesi kapıdaydı. Linda ile şarapları açtık, bardakları sehpanın üzerine koyduk ve başladık. Söyleşi fena gitmiyordu ama bir tuhaflık da seziyordum. Sorduğu soruya yanıt veriyordum, sonra soru ve yanıtımla ilgili kendi hayatından bir şeyler anlatmaya başlıyordu. Şişeler boşaldı ve söyleşi bitti. Bir şişe daha açıp içmeye devam ettik. Afrika’dan söz etmeye başladı. Aksanı giderek değişiyor, bayağılaşıyordu. Kendi de hızla aptallaşmaya başlamıştı. Gözlerimizin önünde değişim geçiriyordu. Derken cinsellik konusuna girdi ve bir türlü çıkamadı. Küçük zenci kızlardan hoşlanıyordu. Ona fazla zenci tanımadığımızı ama Linda’nın Meksikalı bir arkadaşı olduğunu söyledim. Buydu duymak istediği. Meksikalı kızlara nasıl bayıldığını anlatmaya başladı. Linda’nın arkadaşı ile mutlaka tanışmalıydı. Mutlaka. Düşünmemiz gerektiğini söyledik. Aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu. Kaliteli şarap içiyorduk ama adam ucuz viski içmiş gibi davranıyordu. Çok geçmeden her şey Meksikalı kıza indirgendi. “Meksikalı kız… Meksikalı kız…” diye söylendi.
“Söyleşinin bir kopyasını gönderirsin bize, değil mi?” diye sordum.
“Elbette, elbette,” dedi. “Meksikalı kız…”
Kapıyı kapattık ve gitmişti.
Onu aklımızdan silip atmak için bir süre daha içmek zorunda kaldık.
Üstünden bir ay geçti. Hala söyleşinin kopyasını bekliyorum. Guardian’la filan ilişiği yoktu adamın. Sahiden Londra’dan arayıp aramadığını da bilmiyorum.
Sf: 53
Benden başka erkek yoktu orada. Sadece kadınlar oturuyordu masalarda, yalnız ya da ikili. Erkekler başka yerlerdeydi. Şikayetçi değildim. Kadınların arasında emniyetteydim. Dinleniyordum. Yaralarım iyileşiyordu.
Sf: 54
Başka bir gün tekrar denemeye kara verdik. Bir kitabevine girdik. Bilgisayar üzerine bir kitaba ihtiyacım vardı. Daha çok bilgi edinmek istiyordum. Kitabı buldum. Kasaya götürdüm. Kasadaki çocuk tuşladı ve kredi kartımla ödedim. “Teşekkür ederim,” dedi, “lütfedip şunu imzalar mısınız?” Son kitabımı uzattı. İşte, ünlüydüm. Aynı günde iki kez fark edilmiştim. İki kez yeterliydi. Üç kez ya da fazlası başın belada demekti. Tanrılar dozu tam istediğim gibi ayarlıyorlardı. Adını sordum, ithaf ettim, imzaladım ve bir skeç çizdim.
Sf: 56
Bir makalede günümüze dek satrançta şah, fil ve kalenin, şah ve iki kaleye eşdeğer kabul edildiğini okudum. Programı 65.536 işlemcisi olan bir Los Alamos bilgisayarına yüklemişler. Bilgisayar mat pozisyonundan geriye saymak sureti ile yüz milyar olasılığı değerlendirmiş ve beş saat sonra problemi çözmüş. Şah, fil ve kale, şah ve iki kaleyi 223 hamlede mat eder. Bu beni büyülüyor. O usandırıcı ve zihin karıştırıcı at bahisçiliğine beş çektiğine şüphe yok.
Sf: 60
Siparişimi vermiş bekliyordum ki adamın teki içeri girdi ve yanımdaki tabureye oturdu. Yirmiye yakın tabure vardı ve hemen yanımdaki tabureye oturmuştu. Çok sevmem ben insanları. Ne kadar uzak olursam o kadar iyi.
Sf: 63
Önemli olan hızın kendisi değil; akış. Sözün aktığı bir nehir ve söz iyiyse bırak aksın. Üstelik karbon kağıtlarına ve temize çekmeye paydos. Eskiden bir gece yazı yazar, bir gece de yaptığım hataları düzeltip temize çekerdim. İmla hatalarını, cümle bozukluklarını artık orijinal kopya üstünde düzeltebiliyorsunuz. Tekrar yazmaya, sağdan soldan oklar çekmeye paydos. Kimse gelişigüzel yazılmış bir kopya okumak istemez, yazar bile.

Sf: 64
Kötü anılar da var. Bir gece dört saat kadar yazdığımı anımsıyorum. Çok kısmetli bir gece geçirdiğimi düşünüyordum ki yanlış bir tuşa ya da tuşlara dokunmuş olmalıyım, ekranda mavi bir şimşek çaktı ve yazdığım sayfalar kayboldu. Geri getirmek için elimden geleni yaptım ama nafile. Kaybolmuşlardı. Evet, “Save-all”da çalışıyordum, yine de kaybolmuşlardı. Aynı şey birkaç kez daha başıma gelmişti ama zaiyat hiç o denli büyük olmamıştı. Size şu kadarını söyleyeyim, sayfaların birden yok olduklarını fark etmek korkunç bir duygu. Şimdi anımsadım, romanımın dört sayfası da yok olmuştu. Bütün bir bölüm. Oturup allahın cezası bölümü baştan yazmıştım. Ve bunu yaptığında bir şeyler eksilir, küçük pırıltılar geri gelmez. Ama bir şeyler de kazanırsın. Seni çok tatmin etmeyen şeyleri çıkarıp daha iyilerini eklersin. Öyleyse? Uzun bir gece oldu. Kuşlar uyanmış. Karın ve kedilerin aklını kaçırdığını düşünüyor olmalılar.

Şu “mavi şimşek”le ilgili olarak birkaç bilgisayar uzmanına danıştım, ama hiçbiri bir şey söyleyemedi. Çoğu bilgisayar uzmanının çok uzman olmadıklarını fark ettim. 
En kötü gece bilgisayarın başına oturduğum ve aletin tamamen sapıttığı geceydi. Bombalar, tuhaf ve yüksek sesler, kararma anları, ölümcül karanlıklar; uğraştım, çabaladım, işe yaramadı. Sonra ekranda ve beynin yanındaki disket sokulan aralıkta pıhtılaşmış sıvıya benzer bir şey fark ettim. Kedilerimden biri makineye işemişti. Tamirciye götürmek zorunda kaldım.
Teknisyen dışarıdaydı. Tezgahtarlardan biri beynin bir parçasını söktü, beyaz gömleğine sarı bir sıvı döküldü ve geri çekilip, “kedi sidiği,” diye bağırdı. Zavallı adam. Zavallı adam. Neyse, bıraktım bilgisayarı. Beynin büyün parçalarını sökmek zorunda kaldılar.
Bakımı sekiz gün sürdü. O süre boyunca daktiloya döndüm. Daktiloda yazmayı baştan öğrenmek zorunda kaldım. Akışı sağlayabilmek ancak kafayı iyice çektikten sonra mümkün oldu. Ve dediğim gibi; bir gece yazmak için, bir gece temize çekmek için. Ama iyi ki vardı daktilo. Birlikte elli yılımız geçmiş, çok güzel zamanlarımız olmuştu. Bilgisayar geri geldiğinde emektar daktiloyu köşesine koyarken hüzünlenmedim dersem yalan olur. Ama bilgisayarın başına oturdum ve sözcükler çılgın kuşlar gibi uçuştular. Mavi şimşekler çakmıyor, sayfalar kaybolmuyordu artık. Düzelme bile söz konusuydu. Kedi sidiği bazı sorunları gidermişti. Tek fark artık bilgisayarın üstünü büyük bir plaj havlusu ile örtmem.
Evet, en verimli yılım. Şarap doğru yıllanmışsa güzelleşir.
Sf: 67
Ama Sherwood’un sözcükleri mermi gibidirler de. Onu okurken birden yere serilebilirsiniz. Uzun lafın kısası Sherwood işi biliyordu. Sezgileri güçlüydü. Hemingway yazıyı fazla ciddiye almıştı. Onu okurken ne kadar emek sarf ettiğini görebilirsiniz. Anderson ciddi bir şeyden söz ederken gülmeyi de bilirdi. Hemingway hiç bilmedi gülmeyi. Sabahın altısında ayakta yazan birinin mizah duygusu olamaz. Bir şeylerin üstesinden gelmeye çalışıyordur.
Sf: 69
Karayolları insanların ne olduğu hakkında iyi bir fikir verir. Rekabetçi bir toplumuz. Yaradılışımızda var ve bu karayollarında iyice belirginleşiyor. Yavaş sürücüler seni engellemek, hızlı sürücüler ise sollamak isterler. Hızlı sürücüler beni pek rahatsız etmez. Yol verir kurtulurum. Ama yavaş sürücüler can sıkıcıdırlar, sol şeritte seksenle giderler. Ve bazen iki arabanın arasında sıkışıp kalırsın. Önündeki sürücünün başını durumunu okumaya yetecek kadar görürsün. Önündeki sürücünün ruhu uykudadır ve aynı zamanda hayata küs, bayağı, acımasız ve aptaldır.
Bir sesin bana, “Böyle düşündüğün için aptal olan sensin aslında,” dediğini duyar gibi oluyorum.
Toplumdaki geri zekalıların geri zekalı olduklarını idrak edemeyip onları koruyacak birileri daima vardır. Bunu idrak edememelerinin nedeni kendilerinin de geri zekalı olmalarıdır. Geri zekalılar cennetinde yaşıyoruz; bu şekilde yaşayıp birbirlerine bu şekilde davranmalarının nedeni de bu. Onların bileceği iş, beni ilgilendirmez. Ama ne var ki onlarla yaşamak zorundayım.
Sf: 70
Bir keresinde birkaç kişi ile akşam yemeğine çıkmıştım. Yanımızdaki masada bir grup vardı. Yüksek sesle konuşup kahkaha ile gülüyorlardı. Sahte kahkahalar, zorlama. Kesintisiz.
Sonunda masamızdakilere, “Çekilir gibi değil, değil mi?” diye sordum.
İçlerinden biri bana döndü ve tatlı bir tebessümle, “insanları mutlu görmek beni de mutlu eder,” dedi.
Cevap vermedim. İçimde bir kara delik oluşmuştu ama.
Kara yollarında insanlar hakkında bilgi edinirsin. Yemek masalarında insanlar hakkında bilgi edinirsin. Televizyonda insanlar hakkında bilgi edinirsin. Süper marketlerde insanlar hakkında bilgi edinirsin. Listeyi uzatmak mümkün. Edindiğin bilgi hep aynı bilgi. Elden ne gelir? Kıçını kolla ve bardağını doldur. İnsanları mutlu görmek beni de mutlu eder. Ama nerede o mutlu insanlar? Ben göremiyorum.
Sf: 73
Hayli sıkıcı bir geceydi, içki yoktu. ŞAİR karşımda oturmuş daha geniş bir zümre tarafından tanınmamasının ne denli büyük bir haksızlık olduğunu anlatıyordu. Editörler ona karşıydı, herkes ona komplo kuruyordu. Parmağını bana doğrulttu: “Sen de,” dedi. “Martin e beni yayınlamamasını söyledin!” Doğru değildi.
Sf: 74
İki yıl geçti ve Fred’in aynı zamanda iki apartman sahibi olduğu ve daha çok kira geliri ile geçindiği ortaya çıktı. Bunu öğrendiğimde kafayı çekip arabama atladım ve Fred’in evine sürdüm. Küçük bir tiyatronun üstünde oturuyordu. Buram buram sanat kokardı bina. Arabamdan fırlayıp zilini çaldım. Açmadı kapıyı. Evde olduğunu biliyordum. Perdenin arkasında gölgesini görmüştüm. Arabama bindim, kornaya bastım ve “Hey, Fred, aşağı in!” diye bağırmaya başladım. Pencerenin camına bir bira şişesi fırlattım. Cama çarpıp camı kırmadan aşağı düştü. İşe yaramıştı ama. Fred küçük balkonuna çıkıp aşağı baktı. “Bukowski, git burdan!”
“Fred, aşağı in de sıçayım ağzına! Seni komünist toprak ağası seni!”
İçeri koştu. Orta oturup aşağı inmesini bekledim. Boşuna. Sonra polisi aradığı hissine kapıldım. Polislere doymuştum. Arabama binip eve döndüm.
Sahilde oturan bir başka şair anımsıyorum. Süper bir ev. Ömründe çalışmamış. Bırakmadım peşini, “Geçimini nasıl sağlıyorsun? Geçimini nasıl sağlıyorsun?” Sonunda pes etti. “Ailemin birkaç gayri menkulü var, kiraları ben topluyorum, bana maaş ödüyorlar.” İyi bir maaşı vardı tahmin ederim. Neyse, o söylemişti hiç olmazsa.
Bazıları hayatta söylemez. Vardı öyle biri. İyi şairdi ama çok az yazardı. Çok hoş bir dairede oturuyordu. Sürekli seyahat ederdi; Hawaii filan. İçlerinde en rahat olan oydu. Üst baş her zaman pırıl pırıl, ayakkabılar yeni, sinekkaydı traşlı, saçı bakımlı, dişler bembeyaz. “Hadi güzelim, söyle, değirmenin suyu nerden?” Tek kelime etmezdi. Gülümsemezdi bile. Yüzüme bakardı sadece.
Bir de sadaka ile yaşayan şair tipi vardır. Bir tanesi için bir şiir yazdım ama hiçbir zaman yayınlatmadım çünkü sonunda ona acımıştım.
Sf: 76
Kaçık bir kadınla yaşamak da bel kemiği güçlendirir. Mengeneden kurtulduktan sonra coşkuyla, özgürlük duygusu ile yazılır, diye düşünüyorum.
Sf: 77-78
Her kim olurlarsa olsunlar, benim için sihirli insanlardı yazarlar. Kapıları farklı açıyorlardı. Sabah kalktıklarında güne sert bir içki ile başlıyorlardı. Hayat onlar için katlanılması güç bir şeydi. Her gün, ıslak betonda yürümekten farksızdı. Kahramanlarım yaptım onları. Beslendim onlardan. Onlara dair kurduğum hayaller bana hiçliğimde destek oldular. Onları düşünmek, onları okumaktan daha güzeldi. D.H.Lawrence örneğin. Ne şeytansı bir adamdı. O kadar çok şey biliyordu ki kafası sürekli bozuktu. Harikulade. Harikulade. Ve Aldous Huxley… beyin gücü fazlalığı vardı adamın. O kadar çok şey biliyordu ki sürekli başı ağrıyordu.
Sf: 79
Şurda oturmuş sigara içiyor, müzik dinliyorum. Sağlığım iyi ve eskisi kadar ya da daha iyi yazdığımı umuyorum. Ama ne zaman elime bir kitap alıp okumaya kalkışsam o kadar… çalışılmış… buluyorum ki, iyi özümsenmiş bir tarz gibi. Çok ve çok uzun zamandır okudum belki de. Bir de elli yıldır yazan biri olarak (ve kamyon yükü ile yazdım) başka bir yazarı okurken nerde numara yaptığını hemen hissettiğime inanıyorum. Yalanlar göze batıyor, cila gıcırdıyor. İyi öğrendikleri bir işi yapıyorlar; damlayan musluğun contasını değiştirmek gibi.
Sf: 81
Ama ben onlardan da uzak durmayı yeğlerim. İnsanlardan uzak durarak kendime avantaj sağladığımı düşünüyorum.
Ölüm endişesi içinde değilim, öleceğim için üzülmüyorum. Yapmak zorunda olduğumuz boktan bir iş işte. Ne zaman? Önümüzdeki Çarşamba gecesi mi? Uykuda mı? Direksiyonda mı? Ve inançsız gidiyorum. Böylesi daha iyi, kafadan dalacağım. Sabah kalktığınızda ayakkabı giymek gibi ölüm de hayatın bir parçasıdır. Yazmayı özleyeceğim ama. Yazmak içmekten de iyidir. İçerek yazmaksa duvarları hoplatır.
Sf: 82
Barlarda hatun tavlamaya çalıştığım günleri hatırlatıyor bana. Aradığım kadın belki budur ümidi. Bir başka rutin. Düzüşürken bile içinden; bu da başka bir rutin, yapmam gerekeni yapıyorum, diye geçirirdim. Kendimi gülünç hisseder, yine de devam ederdim. Başka ne yapabilirdim ki? Durmalıydım. Hatunun üstünden inip, “Bak güzelim, saçmalıyoruz. Doğanın oyuncaklarıyız,” demeliydim.
Sf: 85
Kimseyle yarışmıyorum. Ne ün peşinde koştum, ne de para. Tek istediğim sözü istediğim gibi yazmaktı. Ya yazacak ya da ölümden de kötü bir şeye yenik düşecektim. Sözcükler değerli değil de gerekli şeylermiş gibi yazdım.
Yazma yeteneğimden kuşku duyduğum zaman bir başka yazar okur ve endişe etmek için hiçbir neden olmadığından emin olurum. Tek rakibim kendimim: doğru, güçlü, tesirli, zevk alarak, kumar oynayarak yazmak. Yoksa, unut gitsin.
Sf: 89
Bensiz bir dünya tasavvur etmeye çalıştım geçen gün. Hayat her zamanki gibi sürüyor ve ben içinde değilim. Ne tuhaf, çöp kamyonu gelip çöpü alıyor ve ben orda değilim. Gazete kapının önünde yerde duruyor ve ben eğilip almıyorum çünkü yokum. Olacak iş değil. Daha da kötüsü, ölümümden bir süre sonra gerçekten keşfediliyorum. Sağlığımda benden korkan ya da nefret edenler beni bağırlarına basıyorlar. Sözlerime her yerde rastlanıyor. Fan kulüpler kuruluyor. Hayatım film oluyor. Olduğumdan daha cesur ve yetenekli biri olarak gösteriliyorum. Çok daha cesur ve yetenekli.
Bu gece iyi bir uyku çekersem yarın sabah uyandığımda dudağımın şişi inmiş olur belki. Bu şiş dudaklan gişeciye doğru eğilip, “6 numaraya 20 ganyan,” dediğimi düşünebiliyor musunuz? Elbette. Biliyorum. Farkına bile varmayacak. Karım bana, “senin dudağın hep şiş değil miydi?” diye sordu.
Sf: 96
Hala delirmemek için, bu melun hayatı kendime açıklamak için yazıyordum. Ve bir televizyon kanalında dizi tutsağına düşmek üzereydim. Uğrunda büyük savaş verdiğim her şey kahkaha efektli bir durum komedisi ile gülünç şeyler olup çıkacaklardı. Tanrım. Tanrım.
Soyunup jakuziye girmek için bahçeye çıktım. Televizyon dizisini, geçmişimi, şimdimi ve her şeyi düşünüyordum. Çok dikkatli değildim. Jakuziye yanlış uçtan girdim.
Adımımı atar atmaz farkına vardım. Basamak yoktu. Biraz ilerde oturmak için yapılmış küçük bir platform vardı. Üstüne bastım, kaydım ve dengemi kaybettim.
Başını jakuzinin kenarına çarpacaksın, diye geçirdim içimden.
Düşerken başımı öne doğru eğmeye çalıştım; gerisinin canı cehenneme. Sağ bacağımın üstüne düştüm. Bileğimi burkmuş ama başımı çarpmamıştım. Sağ bacağımın sancısını hissederek kendimi köpüren suya bıraktım. Sağ bacağım ağrıyordu zaten, iyice canına okunmuştu. Aptal gibi hissettim kendimi. Bayılabilirdim. Boğulabilirdim. Linda geldiğinde suyun üstünde yüzen cesedimle karşılaşabilirdi.
ÜNLÜ YAZAR, ESKİ BERDUŞ VE
AYYAŞ, JAKUZİSİNDE ÖLÜ BULUNDU.
HAYATI ÜSTÜNE BİR DİZİ İÇİN
SÖZLEŞME İMZALAMIŞTI.
Onur kırıcı bile olmazdı böyle bir son. Tanrılar tarafından üstüne sıçılmak olurdu.
Sf: 98
Harry çok hızlı içiyordu. Sonra dünyanın halinden ve nedenlerinden söz etmeye başladı. Sık sık tekrarladığı sıkı bir cümlesi vardı. O kadar sıkıydı ki unuttum maalesef. Harry’nin çenesi düşmüştü.
Sf: 99
Ağdan kurtulamamıştım henüz. Bu işten sıyrılmak istiyor, bunu ona nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum. Şaşırtıcıydı; insanları başımdan savmakta hayli tecrübeliyimdir. Projeye emek vermişti; kendimi suçlu hissediyordum. İşin başında benim üstüme kurulmuş bir dizi fikri gururumu okşamıştı. Ama şimdi hiç de cazip gelmiyordu. Canım hayli sıkkındı.
İki gün sonra aktörlerin fotoğrafları geldi. Tercih edilenler halka içine alınmıştı. Her aktörün fotoğrafının yanında ajansının telefon numarası yazılıydı. Çoğu gülümser yüzlere bakmak midemi bulandırmıştı. Anlamsız, boş, çok Hollywood, çok korkunç yüzler.
Fotoğraflarla birlikte bir de not çıkmıştı zarftan.
“…üç haftalık bir tatile çıkıyorum. Döndükten sonra projeyi rayına oturtacağım…”
Yüzler bitirmişti beni. Daha fazla uzatamazdım. Bilgisayarın başına oturup yazmaya başladım.
“…proje hakkında uzun süredir düşünüyorum. Açıkça söylemek gerekirse, yapamayacağım. Yaşadığım ve yaşamak istediğim hayatın sonu olacak, diye düşünüyorum. Varlığıma çok büyük bir müdahale söz konusu. Çok mutsuz olacağım. Bir süredir böyle bir duygu içindeyim, fakat sana nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Geçen akşam Harry Dean’le tartıştığınızda sevinmiş; bitti nihayet, kurtuldum, diye geçirmiştim içimden. Ama aktörlerin listesi ile bir kez daha dikildin karşıma. Ben yokum Joe, yapamayacağım. Daha işin başında böyle bir duyguya kapılmıştım ve bu duygu giderek güçlendi. Senin ilgisi yok, televizyona taze kan pompalamak isteyen genç ve zeki bir yapımcısın -ama bu benim kanım olmasın. Endişemi anlamakta güçlük çekebilirsin, ama inan bana; sahici, çok sahici. Hayatımı kitlelere göstermek istemen beni onurlandırıyor, ama duyduğum korku daha büyük, hayati tehlike varmış gibi. Ben yokum. Geceleri uyuyamıyorum, düşünemiyorum, hiçbir şey yapamaz oldum.”
“Lütfen arama, yazma. Kararımı değiştiremezsin.”
Ertesi gün hipodroma giderken mektubu posta kutusuna attım. Yeniden doğmuş gibi hissettim kendimi. Bu işin yükünü sırtımdan atmak için biraz daha mücadele etmek zorunda kalabilirdim. Gerekirse mahkemeye bile giderdim. Her şeyi yapardım. Joe Singer için biraz üzülüyordum. Ama lanet olsun, özgürdüm!
Otobanda giderken radyoyu açtım, şansıma Mozart çıktı. Hayat bazen güzel olabiliyor. Ama bu biraz da size bağlı.
Sf:101
Geçenlerde bir dergide okuduğum bir yazı geldi aklıma; en çok satan, en etkili ve en çok taklit edilen Amerikan şairi olduğuma dair. Ne tuhaf.
Sf: 102
Sonra koşunun başlamak üzere olduğu duyuruldu. İçeri girip yürüyen merdivene doğru ilerledim. Yukarı çıkarken bana borçlu birinin yanından geçtim. Başını öne eğdi. Görmezden geldim. Önce borcunu ödemiş, sonra yine borçlanmıştı. Bir saat önce de yanıma yaşlı bir adam gelmişti: “Altmış sent verebilir misin?” İki dolarlık bir bahis için altmış senti noksandı; yeni bir düş için altmış sent. Hipodrom allahın cezası kasvet verici bir yerdi ama nerdeyse her yer öyleydi. Gidecek yer yoktu. Vardı aslında; odana gidip kapını örtebilirdin, ama o zaman da karın bunalıma giriyordu.
Sf: 108
Gençken daha iyiydi; arayış içindeydim. Geceleri sokakları dolaşırdım… kaynaşırdım, dövüşürdüm, arardım… Hiçbir şey bulamadım. Kadınlara gelince; her kadın bir ümitti ama çok sürmedi. Durumu hayli çabuk kavrayıp RÜYALARIMIN KADINI’nı aramaktan vazgeçtim; kabus gibi olmayan bir kadın kabulümdü.
İnsanlara gelince; artık hayatta olmayan ölümsüzlerde buldum ne bulduysam -kitaplarda. Klasik müzikte. Güç verdiler bana. Ama sihirli kitapların sayısı sınırlıydı, bir süre sonra tükendiler. Yıkılmaz kalem klasik müzikti. Çoğunu radyoda dinledim. Hala radyoda dinlerim. Ve bugün bile güçlü, yeni, duyulmamış bir şey dinlediğimde şaşarım, ve bu sık olur. Şu an radyoda daha önce dinlemediğim bir şey çalıyor. Yeni bir kan akışı ve anlam arayışı içinde biri gibi tadını çıkarıyorum her notanın. Yüzyıllardır bestelenen olağanüstü müziğin zenginliği beni şaşırtıyor. Eskiden yüce ruhlu insanlar varmış demek. Açıklayamam ama bu büyük şanstı benim için. Bunu hissetmek, bundan beslenmek, bunu kutsamak. Radyoda klasik müzik bulmadan yazmam. İşimin bir parçası gibidir. Belki bir gün biri bana klasik müzikte neden bu kadar mucizevi bir enerji olduğunu açıklar. Ama sanmıyorum. Merakımı gideremeden öleceğim. Neden aynı güce sahip daha çok kitap yok? Neden, Neden? Nedir bu yazarların hali? İyi yazar neden bu kadar az?
Rock müzik bir şey demiyor bana. Bir rock konserine gittim; daha çok karım Linda’yı memnun etmek için. Düşünceliyim, değil mi? Değil mi? Neyse, biletler bedavaydı. Kitaplarımı okuyan rock müzisyeninin davetlisiydik. Protokoldeydik. Seçilmişlerle. Oyunculuktan gelme bir yönetmen gelip bizi aldı. Yanında bir oyuncu vardı. Kendi dallarında başarılı insanlardı ikisi de. İnsan olarak da iyi. Yönetmenin evine gittik, kız arkadaşı evdeydi. Bebeklerini gördük ve limuzine doluştuk. İçki, muhabbet. Konser Dodger Stadyumu’ndaydı. Gecikmiştik. Grup çalmaya başlamıştı. Devasa bir ses. 25.000 kişi. Bir enerji vardı ama uzun sürmedi. Müzik fazlası ile basitti. Anlayabilirsen sözler fena değildi belki. Ahlaktan, bulunmuş ve yitirilmiş aşklardan bahsediyorlardı muhtemelen. İnsanların buna ihtiyacı var -devlete karşı olmak, aileye karşı olmak, bireye karşı olmak. Ama böylesine başarılı milyoner bir grup neden söz ederse etsin KURUMLAŞMIŞTIR.
Bir süre sonra grubun lideri, “Bu konseri Linda ve Charles Bukowski’ye ithaf ediyoruz,” dedi. 25.000 kişi kim olduğumu biliyormuş gibi tezahüratta bulundu. Gülünesidir.
Sf: 113
21/02/93
00:33
Bugün yağmurda hipodroma gittim ve 9 koşudan 7’sini favori atların kazanışını izledim. Bu gerçekleştiğinde kazanmam mümkün değil. Önlerine Yarış Bültenlerini ve gazetelerini açmış insanlar ve katledilen zaman. Bahisçilerin çoğu erken ayrıldı bugün, yürüyen merdivene binip gittiler. (Bunları yazarken dışardan silah sesleri geliyor, hayat normal akışına döndü.) 5. koşudan sonra kalkıp açık tribüne gittim, farklıdır orası. Daha az beyaz, elbette, daha çok yoksul, elbette -Azınlıktım orda. Dolandım biraz, havadaki çaresizliği soludum. İki dolarlık bahisçiler. Favorilere oynamazlar, sürpriz avcılarıdır. Az para ile çok kazanmanın peşindeydiler ve boğuluyorlardı. Yağmurun altında boğuluyorlardı. Kasvet vericiydi. Kendime yeni bir meşgale bulmalıyım.
Hipodrom değişmişti. Kırk yıl önce neşe eksik olmazdı; kaybedenlerin arasında bile. Barlar dolup taşardı. Farklı bir ahaliydi şimdiki, farklı bir kent, farklı bir dünya. Eğlence için saçılacak para yoktu ortada. Adam-sen-de parası, yarın-yine-oynarız parası yoktu. Dünyanın sonuydu. Üst baş dökülüyor. Yüzler ekşi ve buruşuk.
Kira parası ile oynuyorlardı. Saati beş dolar işlerde çalışarak kazanılmış para ile oynuyorlardı. İşsizlik sigortası, kaçak göçmen parası, yankesici parası, mirastan mahrum edilmişlerin parası. Hava çok ağırdı açık tribünde. Kuyruklar uzun. Yoksulları uzun kuyruklarda bekletiyorlardı. Düşlerinin parçalanışını görmek için o uzun kuyruklara giriyor ve bekliyorlardı.
Sf: 114
Yürürken bir gencin bana doğru koştuğunu gördüm. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Önümü kesti.
“Afedersiniz,” dedi. “Siz Charles Bukowski misiniz?”
“Charles Darwin,” dedim ve yanından geçip yürüdüm.
Söyleyeceklerini duymak istemiyordum, her ne olursa olsun.
Koşuyu izledim ve atım ikinci geldi, favorilerden birine geçilmişti. Bozuk ya da çamurlu pistlerde koşuların çoğunu favori atlar kazanır. Nedenini bilmiyorum ama böyledir.
Sf: 115
Şiirlere göz attım. Fena değil, ama olağanüstü de değil.
Yarın söyleşi yapmak için Japon’lar gelecekti. Kitaplarımdan biri Japonca’ya çevrilmişti, ikincisi yoldaydı. Ne diyecektim Japon’lara? Atlardan mı söz etsem? Açık tribünün kasvet verici karanlığında insanın gırtlağına sarılan hayattan mı? Hazır sorularla geleceklerdi belki. Doğrusu da budur. Ben yazarım, değil mi? Çok tuhaftı ama herkes bir şey olmak zorundaydı. Evsiz, ünlü, eşcinsel, deli, vs. Bir daha 9 koşunun 7’sini favoriler götürürse yeni bir meşgale bulacağım kendime. Koşmak belki. Ya da müzeler. Ya da satranç. Hepsi at yarışları kadar aptalca nasıl olsa.
Sf: 117
İlginç insanların sayısı neden bu kadar az? Milyonlarca insanın içinde neden sadece birkaç kişi? Bu kasvet verici ve cansız türle yaşamaktan başka çare yok mu? 
Sorun onlarla etkileşim içinde olmanın kaçınılmazlığında. Evime elektrik istiyorsam, bilgisayarım bozulmuşsa, arabama yeni lastik lazımsa, diş çektirmem ya da ameliyat olmam gerekiyorsa onlara muhtacım.
Örneğin her gün hipodroma giderken müzik arayışı, iyi müzik arayışı ile tuşa basıp duruyorum. Bütün frekanslarda kötü, tekdüze, ruhsuz, ezgisiz, huzursuz bir müzik çalıyor. Üstelik bu bestelerin bazıları milyonlarca satıyor ve bestecileri kendilerini gerçek Sanatçı addediyorlar. Genç beyinlere akan iğrenç bir salya bu müzik. Tapıyorlar bu müziğe. Tanrım. Onlara bok ver, yalayıp yutarlar. Ayırt edemiyorlar mı? Duyamıyorlar mı? Sulandırılmışlığı, bayağılığı hissedemiyorlar mı?
Sf: 118
Hiçbir şey olmadığına inanamıyorum. Farklı frekanslar deneyip duruyorum. Arabamı alalı daha bir sene olmadı ama frekans değiştirme tuşunun siyah boyası soyuldu. Beyaz, fildişi gibi, sırıtıyor.
İnsanların çok fazla film seyrettiklerine inanıyorum. Eleştirmenler, şüphesiz. Bir filmi müthiş bulduklarında bunu gördükleri filmlere kıyasla söylüyorlar. Bakış açılarını yitirmişler.
Ve bir yazar olarak… öyle miyim? Neyse. Bir yazar olarak başka yazarları okumakta zorlanıyorum. Sıkılıyorum. Bir kere cümleyi, paragrafı oturtmayı bilmiyorlar. Sayfaya şöyle uzaktan bakmak bile insana kasvet veriyor. Ve okumaya başladığınızda sıkılmaktan beter oluyorsunuz. Tempo yok. Şaşırtıcı ya da taze bir şey yok. Kumar yok, ateş yok, lezzet yok. Ne yapıyorlar? Çok çalıştıkları belli. Çoğu yazarın yazarken acı çektiklerini söylemelerine şaşmıyorum. Anlayabiliyorum.
Sf: 119
Bir keresinde adamın birinden Shakespeare sevmediğimi yazmaya hakkım olmadığını anlatan uzun ve öfke dolu bir mektup almıştım. Gençler bana kanıp Shakespeare okuma zahmetine bile girmeyeceklerdi. Böyle bir konum almaya hakkım yoktu. Sayfalarca bunu söyleyip durmuştu. Cevaplamadım. Ama burda cevaplayacağım.
Siktir git lan.

Doktrin: “14 yaşındayken, karnımı doyurmak için bir parça ekmek çaldım. Bu yüzden beni zindana attılar, 6 ay bedava ekmek verdiler. Hayatın adaleti budur işte.” – Victor Hugo