Sf: 9
Şafaklar sarmadan dağları
Işıklarla sular tutuşmadan
Ağları çek, ağları.
Çarpsın karanlıklarla
Dolsun kayıklarımız
Pul pul yanan balıklarla.
Şafaklar sarmadan dağları
Çocuklar çekelim biz ağları [İstanbul, 1929]
Sf: 10
Yeni Sanat
Döndü
Bin bir volt bin bir amperle döndü motör
Kudurmuş bir rüzgâr gibi vantilatör
Koptu avarasından..
Girdi
Çelik yaylı aklımın som kafasından…

Hey
Hey
Yeni sanatın makinalaşan şaheserini
Kuş sütüyle beslenen kuş kafana sığdıramazsın
Eski sanatın kadın kokan şiirlerinde bulamazsın
Üç kat nasır patlatan avuçlarımın zahmetini!

Sen istersen
Okuma, anlama bizi
Yağsız bir şaft yatağı gibi yanan kalbimiz
Biz haykıralım
Sen kes sesini
Açtık yeni sanatın 4’üncü vitesini
Coşuyoruz artık
Şiirimiz bizim
Konstrüktivizm.
[1930/Resimli Ay, Ekim 1930]
Sf: 11
İtirâzname-i Nâzım
Artık bir daha
bir kahkaha
gibi gülmeyecek gözünüzde gözümüz.
Teveccühünüz
mavi bir mücevherdi başımızda.
Başımızdan düşürdük onu,
kaybettik.
Gelemedik, aybettik.
Bizi affedin diyemem.
Zorla değil ya bu,
kim olursa olsun
af dileyemem.
Ve madem ki bu böyledir,
artık bir daha
bir kahkaha
gibi gülmeyecek gözlerimde gözünüz.
Teveccühünüz
mavi bir pırıltı, bir mücevherdir başımda.
Başımdan düşürdüm onu,
kaybettim,
gelemedim aybettim.
[1931]
Sf: 12
Baba!
her yılbaşında
sana söyleyecek
bir tek
sözüm var:
“Seni ne kadar çok seversem
o kadar
çok olsun ömründen geçen yıllar…

Baba!
Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım!
Nu zulüm, ne ölüm, ne korku
başımı eğemez!
Yalnız senin elini öpmek için
eğilir başım.
Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım…
1/1/1932
Sf: 14
Karıma Birinci Mektup
33.10.25
Bursa
Hapishane
Anne:
af olursa
nasip olur
üç güne dek
saçlarını okşayabilmek…

Yavrum!
Uyuyamıyorum!
Görünmez kuşlar ötüyor
üstünde kızıl ağaçların.
Alevli bir duman gibi tütüyor
gözümde saçların!

Saçları altın
dudakları nar
koyu kehribar
gözlü sevgilim!
Çıkacağımdan
emin değilim.
Tutmaz bizleri af!..

Bak ne tuhaf
ne güzel
ne harikulâde ışıldıyor
ay ışığı
pencerenin
demirlerinde!

Elbette ben
böyle demirlerle bölünmeyen
aya
kavgaya
ve sana kavuşacağım
günün birinde…

Sf: 15
Karı!
Kış geldi
gönder benim yün çorapları!

Birimiz dışında demir kapının
içinde birimiz.
Kim bilir
kaç kış daha geçireceğiz?
Üzülme benim için!

Renk gören
ses duyan başımla
ellerini yüreğimde sıktığım
arkadaşımla
saatları gün
günleri ay
ayları yıl edip devirmem kolay!
Ay ışığı pencerenin demirlerinde
kavuşacağız günün birinde…

Düşmanlara gam.
Dostlara selâm.
Kalbimde çocuklarım.
Seni kucaklarım.
Canın sıkıldıysa bu mektuptan beni affet!…

Kocan: Nâzım Hikmet…
Sf: 26
Denizdeki Şişe
Ölü bir lodos vardı;
suyun üstünde dalgalar
tembel, ağır balıklar gibi yuvarlanıyorlardı.
Yuvarlanıyorlardı, dilsiz sağır;
yuvarlanıyorlardı hiçbir yere çarpmadan,
yenilmeden hiçbir şeye,
hiçbir şeyi yenmeden,
çatlayıp köpüklenmeden;
yuvarlanıyorlardı sonsuz
sonsuz bir can sıkıntısı halinde.

Bu kahrolası dalgaların elinde,
Tunus’un şarkında, Malta’nın şimalinde
tahta bir tabut gibi yüzüyordu teknemiz.
Direklerde, iplerde, kaplamalarda gıcırtılar,
bir ölü duası gibi rüyasız bir sayıklama.
Ve tane tane, bir bir
ömrün kısalığına, ihtiyarlığa, beylik, âdi kederlere dair
korkunç kötü şeyler gelirken aklıma
birden bire suyun üstünde gördüm onu.
Bir şişe.
Tek başına, yapayalnız.
Küçücük boynu uzanmış güneşe,
topraktan ve insandan uzak
yüzüyordu duyun üstünde batıp çıkarak.
Ve bu sonsuz
ve bu ölü suların
ağır ağır kımıldanan yığını
çoğaltıyor
büyültüyor
dayanılmaz bir hale getirtiyordu
Sf: 27
Yusuf geçti dümene
yanaştık ona.
Ve uyandırır gibi bir çocuğu korkulu bir uykudan
onu çekip aldık sudan.
Soğuk, ıslak ve karanlıktı.
İçinden bir kâğıt çıktı.
Okudum:
«Dayanamadık artık!
«1823 senesi 16 Eylülünde,
«Septe boğazı önünde,
«Gömleğimizi grandi gabya çubuğuna,
süvariyi mizana direğine astık.
«Fakat gitgide daraltarak denizi
«Yelkenler kovalıyor peşimizi.
«Kardeşler!
«Bu şişe elinize geçerse eğer,
«Yolumuzu bekliyenlere
«Septe Boğazı’nda batırılan
«Üç direkli İrma fırkateyninden verin haber!»
Yusuf yüzüme baktı
─ Geç kaldık, dedi.
tam bir asır.
─ Hayır geç kalmadık, dedim,
Barselon’a gidiyoruz.
[Mayıs 1937/Her Ay, 20.5.1937]
Sf: 31
Akdeniz’de Dolaşan Hayalet
Akdeniz’de bir hayalet dolaşıyor
bir İtalyan neferinin hayaleti.
Sırtında düğmemeleri koparılmış ceketi,
sırtında delik deşik, parça parça eti
ve terli şakaklarında kan.

Korkarak
boşluğa yuvarlanmaktan,
gündüz güneşe sarılıp
gece yıldızlara
dolaşıyor Akdeniz’de bağıra bağıra.

Tanıyorum onu ben.
O, sağlığında bir kaçaktı;
ve kurşuna dizilmeseydi eğer
daha yıllarca yaşayacaktı.

Tanıyorum onu ben.
O kaçtı Aduva’da cepheden,
kaçtı yangından kaçan bir hayvan gibi.
Kaçtı ne bir fikir
ne bir dâva
ne bir hak için.
Kaçtı sadece, ölmemek
yaşamak için.

Ölümü bilmiyordu.
Ne Hamlet’i okumuştu, ne Dante’den bir şiir.
Ve yoktu en ufak fikri
kitapların muamması ölüme dair.
Sf: 32
Kurşuna dizilirken
birdenbire aklına gelen
bir düğün duası okuyordu.
O, ölümden değil
ölmekten korkuyordu.
Her şeyden üstün
her şeyden önce
yaşamak istiyordu sadece.

Kadınlı
kadınsız,
tok
aç,
herhangi bir ağaç
bir kuş
bir bulut
bir balık
bir bardak su
bir avuç toprak
gibi yaşamak…

Ve bu ölmemek
sadece yaşamak isteyen kaçak
bir sabah bir çiçek
bi dalda açarken
dizildi kurşuna.
[1937/Yedi Gün, 9.6.1937]
Sf: 33
Yaşamak Kasideleri I
Dağıldı birdenbire
alnına düşen saçlar.
Birdenbire toprakta bir şeyler kımıldadı.
Bir şeyler konuşuyor
karanlıkta ağaçlar.
Çıplak kolların üşüyecek.

Uzaklarda
görmediğimiz bir yerde
ay doğuyor demek.
O daha yapraklardan inip
senin omzunu aydınlatarak
gelemdi bize kadar.

Rüzgâr çıkar ay doğarken.
Ağaçlar konuşuyor.
Kolların üşüyecek.

Yukardan
karanlıkta kaybolan dallardan
bir şey düştü ayağının dibine.
Sokuldun bana.
Çıplak etin tüylü bir yemiş kabuğu gibi elimin altında.
Ne bir yürek türküsü, ne «aklı selim»,
ağaçların, kuşların, böceklerin önünde,
karımın eti üstünde
düşünüyor elim.
Bu gece elimin okuyup yazması yok.
Sf: 34
Ne sevgisiz, ne sevgili…
Su başında bir parsın dili
bir asma yaprağı
bir kurt pençesi gibi o.
Kımıldamak, nefes almak, yemek, içmek.
Toprağın altında çatlayan bir çekirdek
gibi elim.
Ne bir yürek türküsü, ne «aklı selim»,
ne sevgisiz, ne sevgili.
Karımın eti üstünde üşünen:
ilk insanın eli.
Toprakta suyu bulan bir kök gibi o
diyor ki bana:
«Yemek, içmek, soğuk, sıcak, kavga, korku,
renk,
ölmek için yaşamak değil,
yaşamak için ölmek..

Ve şimdi ben
yüzümde dolaşırken dişi kırmızı saçlar,
toprakta bir şeyler kımıldanır
bir şeyler konuşurken karanlıkta ağaçlar
ve uzaklarda
görmediğimiz bir yerde ay doğarken,
elim, karımın eti üstünde,
ağaçların, kuşların, böceklerin önünde,
yaşamak denen şeyin,
su başındaki parsın, çatlayan çekirdeğin,
ilk insanın hakkını istiyorum.
[1937/Yedi Gün, 7.7.1939]
Sf: 35
Güneşte
denizin sonunda mavi bir duman gibi
gözümde tütüyorsun.
Yeşil bir erik dalı yüreğim
sen altın tüylü bir yemiş
sallanıyorsun.
Fakat ben seni böyle bir yemiş ve bir duman gibi görmenin yerine
sahiden görmek istiyorum çıplak ayaklarını
sahiden dokunmak istiyorum uzun parmaklı ellerine!..
1938-13 İkinciteşrin
İstanbul Tevfikhanesi
Sf: 46
Sol gözü kördür
şef istasyonun;
makasçı topaldır.
Ve tamponları kırıktır makastaki vagonun.
Onları askere almadılar.
Yeşil başörtülü kadın
güldü iki adama.
─ Hangisine?
Belli değil! ─
Onlar onun
gözlerinin nefreti
ve etinin acısıydı.
Kör: kocasıydı
ve gizlice koynuna giriyordu topalın…

Bozkırda üç insandılar.
Makasta unutulan
tahta vagona benziyorlardı.
Kollarını başka topraklara götürmek,
başka güneşler, başka akşamlar görmek,
bir kavuşma hasretiyle yolculuk
kabil
değil…

Erkeklerin gözleri merhametsiz,
parmakları kalın,
çakalın
ve tilkinin işaretleri
vardır âdetlerinde.
Uçsuz bucaksız yatan
ölü toprağı
taşırlar etlerinde.
Sf: 47
Ve etini kanatan
yürekleri
bozkırın
sarı
iri
dikenleri gibidir…
Bozkırın ortasında
belki bir dişiyi
paylaşamadıkları için
değil,
1921 senesi, bu üç kişiyi
dünyadan
ümitten
ve insan sevgisinden uzak
yaşamaya mahkûm ettiği için:
Bir gece iki erkekten biri
damaya sürerken taşı,
alnında kanlı bir delik,
masaya düşecek başı.
 ─ Allah nasibederse ─
yeşil başörtülü kadın
ambarda parmakları birbirinin boğazına gömülü
iki ölü
görecek.
Ve tek taş yüzükle
gümüş kösteği
sandığına koyup
götürecek…
1921 senesi
Kânunusaninin sonu.
Sis vardı.
Sf: 55
Ahmet ─ (onbaşı.)
Balkan Harbinde gitti,
Seferberlikte gitti,
Yunan harbinde gitti.
«Ha dayan hemşerim sonuna vardık!»
sözü meşhurdur.
Sf: 66
─ Bebeleri komşuya koyup geldik.
Harman öylece durur…
─ Babacığım, kardeşim.
Karnında barsağı düğümlenmiş.
─ Çözülmez mi ki?
─ Çözülmez kendiliğinden.
Açacağım karnını
barsağı çözeceğim.
─ Ellerinle mi?
─ Ellerimle.
Gürültüyü duyuyor musun?
Âletleri kaynatıyorlar.
Tertemiz pırıl pırıl.
─ Kurtulur mu ki?
─ Karnını yarmazsak ölür mutlaka.
─ Bir sarı hap.
─ Olmaz!
İstersen hastanı al, geri götür.
Senin iznin olmadan
açamayız karnını.
Sen izin vereceksin
ben bıçağı çalacağım.
Kanun böyle yazıyor.
Bir kâat imzalarsın.
─ Ne kâadı?
─ Razıyım, diye.
Dolaş.
Düşün biraz…
─ Ölür mü ki?
─ Karnını açmak lâzım.
Lâkin mal senin.
Kanun böyle yazıyor.
─ Kurtulur mu ki?
Sf: 67
─ Karnını yararsak belki kurtulur.
Karnını yarmazsak ölür mutlaka.
Şu ahlatın altına otur.
Düşün.
Sonra gel, kâada bas mührünü.
─ Mührüm yok.
─ Parmak basarsın… 
……
……….
─ Bakın Nâzım Bey,
benim adaşa bakın.
Çömeldi oturuyor
Korkuyor sanki
sırtını apaca dayamaktan.
İçerlerden
stepten geldiğine eminim.
Step damgasını vurur adama.
Beni hiç sevmiyor.
Bana düşman.
Ve ümitsiz.
Ben bu büyük yapıdaki efendiyim.
Sarı bir hap verecek yerde
ona inadına kötülük eden insan.
Tapu kâtibi ve ben,
ikimiz de bir…
Parmak basacak.
İnandığı için değil,
ben öyle emrettiğim için.
Beni sevmiyor.
Bana düşman.
Sf: 68
Karısını gördünüz mü?
Bir toprak parçası halinde.
Hastalıktan değil.
Senelerden beri.
Sonra gebe.
İki bebesi de var.
Demek ki hâlâ su ısıtıyor,
hâlâ giriliyor koynuna.
Kafa kâadına baktım.
1321.
Bir yaşında,
bin yaşında olabilir.
Yaşamamış ki…
Meselâ,
ne bileyim,
deniz hakkında fikri yoktur.
Meselâ,
düşünmemiştir bile
mümkün olabildiğini
gün doğarken uyumanın.
Bakmayın yüzüme öyle muhabbetle!
Ben hapiste yatamam.
Malum,
dünyaya bir kere gelir adam,
ve ölüm
birleştirmiyor,
ayırıyor insanları!
Sf: 70
Galip ─ (Şehirlerden birinde doğru.)
(1300 küsur.)
Tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur.

«Kâat helvası yersem her gün,» diye düşündü.
(10 yaşında.)

«Babamın bıçakçı dükkânından
akşam ezanından önce çıksam,» diye düşündü.
(11 yaşında.)
Sf: 71
«Sarı iskarpinlerim olsa,
kızlar bana baksalar,» diye düşündü.
(15 yaşında.)

«Babam neden kapattı dükkânını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına,»
diye düşündü.
(16 yaşında.)

«Yövmiyem artar mı?» diye düşündü.
(20 yaşında.)

«Babam ellisinde öldü
ben de böyle tez mi öleceğim?»
diye düşündü.
(21 yaşındayken.)

«İşsiz kalırsam,» diye düşündü.
(22 yaşında.)

«İşsiz kalırsam,» diye düşündü.
(23 yaşında.)

«İşsiz kalırsam,» diye düşündü.
(24 yaşında.)


Sf:  72
25 yaşında altı ay işsiz kaldı.
๑۞๑*-._.-*๑۞๑ 
«İşsiz kalırsam,» diye düşündü.
(26 yaşında.)
Ve zaman zaman işsiz kalarak
«İşsiz kalırsam, » diye düşündü.
(50 yaşına kadar.)
51’inde «İhtiyarladım!» dedi,
«babamdan 1 yıl fazla yaşadım.»
Şimdi 52 yaşındadır.
Ve saplanıyor kafası geceleri
düşüncelerin en tuhafına:
«Kaç yaşında öleceğim
ve ölürken üzerimde yorgan olacak mı?»
diye düşünüyor.
Sf: 73
Hamdi ─ (Çerkeş’in Kavak köyünden.)
338’de dünyaya geldi.
Tuzladılar.
Yumuşaktı.
Sevindiler oğlan olduğuna.
Kırkı çıkmadan
buğdayın dibinden güneşe baktı.
Öğrendi toprakta yatmasını…
Ev karanlık.
toprak güzeldi.
 Çiçek çıkardı 339’da.
Ellerini bağladılar.
340’da yürüdü.
341’e kadar
dolaştı dünyadaki 26 haneyi
4 sokağı.
Hayvanları ve yağmuru sevdi.
─Yalnız bayramları helva pişiyordu.
Ağlamadı artık 
anası dayak yerken.
Fırtınalı bir kış oldu
1925’e girerken.
( Eski tarih 1342.)
Öküzün bir teki öldü.
Babası gitti askere.
Çok rahmet yağdı.
Çok çok kabak yediler.
Sf: 83
Hasretini, yokluğunu, sensizliği
bir ateş yanığı gibi öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde,
gitgide çoğalarak
gitgide derin işleyerek
öyle dayanılmaz oldu ki bu
seni boğabilirdim senden kurtulmak için
çünkü seni o kadar çok seviyorum.
25-2-43
Sf: 87
2.
Leylâ ile hep seni konuşuyoruz:
«Babam mektubu ne zaman alacak?» diye soruyor hep…
«Bu gece yatacağız, sonra alacak, değil mi?» diyor.
Peynirli pide yaptık.
Hatırladık seni,
bahçede yedik.
Babamız, sizi özledik.
Şimdi Leylâ’nın bir sürü yaramazlığını söylediler.
Onu bir temiz dövmek için mektubu kesiyorum.
Geldi Leylâ.
Azarladım.
Ağlamaya başladı.
Dövemedim.
Koca çınarın altına, iskemleye  oturttum,
bir de batan hırkası vardır
hiç sevmez
giydirdim onu da.
Oturacak minicik burnuyla akşama kadar
yapayalnız.
Şimdi sen fena halde acımışsındır.
Ne yapalım fakat,
adam olması için böyle lâzım, babamız.
Başım ağrıyor.
En iyisi hiç çocuğu olmamak,
bunu diyemiyorum bir türlü.
Seviyorum çocukları bütün eziyetleriyle.
On iki çocuğum olsaydı
dünyanın en bahtiyarı ben olurdum,
düşün:
birinin eksiği ötekinde tamam.
Sf: 88
3.
Hesabettim:
bugün tam
sen içeri gireli üç sene oluyor
ve ben ağabeyimin evindeyim iki senedir.
«Hapiste günler ağır geçer
ama seneler çabuk,» derdin,
hapiste insanı olan için de öyle:
günler ağır
seneler çabuk.
Ellerinden öperim kocacığım,
babacığımız ellerinden öperiz.
Sf: 91
7.
Bir sürü dünya münasebetsizliğiyle uğraşıyorum.
Hepsini alt etmeye ahdettim.
Yine bekledim piyangoyu
çıkmadı.
Yine alacağım, inadettim,
hem de bak görürsün, elli bin vuracak.
Komşumuz Cemilânım her gün bana geliyor,
ama yalnız bana
biraz da anneme.
Bir saat oturur, gider.
Sen onu tanımazsın,
ama o seni seviyor,
sen de onu sev.
Ne harikulâde kadın.
Güzel elâ gözlerinde kuyruklu sürmeler,
küçücük ağzı boyalı,
yaşı altmışa yakın.
Tansiyonu düşük, kalbi var.
İşi gücü, aklı fikri: resim yapmak.
Kızlığından beri yaparmış.
Kocası ölünce on sene evvel
mücevherlerini satıp Roma’ya gidiyor elli yaşında.
Bereket versin ki satmamış burdaki evini
yoksa dönüşünde acından ölecekmiş kadıncağız.
Şimdi geçiniyor alt katı kiraya verip.
Evi bir âlem:
Püsküller, saçaklar, incik boncuklar,
 sonra dağ taş resim:
yağlıboya, pastel.
Sf: 92
Hepsi birbirinden güzel çıplak kadın resimleri.
Bir iki erkek başı da yok değil,
ama onlar da peri padişahının oğlu.
Sonra o ne tatlı, yumuşak renkler:
şarap tortusu, gülkurusu, yavruağzı,
ve karyağdıların, pembelerin çeşidi,
limonküfü, camgöbeği, zümrüt yeşil
ve pırıl pırıl eflâtun.
Sabahtan akşama kadar
haşır neşir boyalarıyla hâtun.
Burnunda gözlüğü,
(onu yalnız resim yaparken takar,
çünkü dehşetli nefreti var ihtiyarlığı hatırlatan şeylere,
gücenip küsüyor ihtiyarlığının ima edilmesine bile,
insana düşman oluyor âdeta),
ne diyordum,
burnunda gözlüğü fırçalar dişlerinin arasında,
(kırmızı saplı, beş kuruşluk küçük tutkal fırçaları,
çünkü ötekiler daha pahalıymış.
Zaten tuvalini bile kendi yapıyor:
patiskayı tutkalla üstübeçleyip),
ne diyordum,
dişlerinin arasında fırçalar
ve sürmeli gözlerini kısıp sürerek
kendini bir kerre kaptırdı mı renklere
dünya yıkılsa farkında olmuyor.
Nitekim farkında olmamış Şahin Paşaların evi yanarken.
Ertesi gün bana:
«Yazık, göremedim, resme dalmışım, kızım,» dedi,
«fakat yangın yerini gördüm demin
yangın yeri çirkin.»

Sf: 94
Gözlerinden öperim,

hayır, ellerinden.
Son mektuplarımda «Ellerinden öperim» demiyorum galiba.
Bak da, yaz.
İçim burkuldu,
nasıl olur da öyle demem!
12.
Leylâ uyuyor.
Bugünlerde pek iyileşti.
Fakat dün ağzında değnekle iskemleye çıkmış
düşüş.
Değnek battı damağına.
Bu kadarla geçiştirdik.
Gece yatakta benden gizli ağladı hep.
Ölümden çok korkuyor.
«Ölür müyüm?» diye sorar hemen.
Bu kızda bu ölüm korkusu neden?
Hem anlatsana bana:
nasıl oluyor da çıldırmıyoruz
öleceğimizi bildiğimiz halde?
Yoksa, ben ölmem gibi mi geliyor insana.
Dayım söylüyor:
cephede herkes böyle düşünürmüş,
doğru mu?
Yoksa ölmeye de mi alışıyoruz
ihtiyarlamaya alıştığımız gibi.
Bence bunun sebebi şu:
her birimizdeki kısalığına rağmen
yaşamak daha kuvvetli ölümden…
Ellerinden öperim.
Sf: 97
13.
Sana geçen yıl
Hattâ beş gün önce yazsaydım bu hikâyeyi.
Ama şimdi hiçbir şeye gülmek gelmiyor içimden,
benim de öyle.
Bazan ayıp sayıyor gülmeyi insan.
Bugün 1941 yılı 27 Haziran.
14.
Hep aklımda fikrimde senin çıkman.
Çık,
bir hafta sonra ölmeye razıyım.
Seni dışarıda gördükten sonra ölürüm ben,
ziyanı yok.
Sf: 98
15.
Mektubun geldi,
oturdum, okudum, bir güzel ağladım.
Ben artık ağlıyorum.
Senelerdir ağlamadan acı çekmeyi öğrenmiştim.
Şimdi ağlıyorum yine,
bilmem neden?
Sf: 102
20.
Öğrenip bildireyim diye
bir sürü iş havale etmişsin.
Hiçbirini yapmayacağım.
Yeni bir şey öğrenmek istemiyorum.
Sen öğren
ve bildirme bana.
Sf: 104
21.
İki gündür
bahçede toprağın üzerinde kımıldamadan oturup kitap okuyorum.
Kolumu kaldıracak halim yok.
Cemilânım’daki kiracının çocuğu keman çalıyor.
İlk geldiğim sene yeni başmıştı kemana:
do, re, mi, fa, sol
şimdi Çaykovski.
O, bu yıllar içinde bir iş yaptı demek.
Ben ne yaptım, peki?
Yıllarım balıksız bir deniz gibi boş aktı ve akmakta.
Ne için yaşıyorum.
Bahçede annemin kasımpatları açmış renk renk.
Seyrediyorum onları iki gündür.
Kasımpatlarını seyretmek
Ömer Rıza’nın tercümesi bir roman okumak
ve komşunun kemanını dinlemek için yaşamak
kâfi mi?
Hiç olmazsa kasımpatları yetiştiren ben olsaydım…
Sf: 105
22.
Sana çiroz gönderemedim:
bitmiş.
Elbiseni burda satmaya imkân yok,
herkes bir şeylerini satıyor
ve zenginler «bir şeyler» değil,
apartıman satın alıyor.
Sf: 106
24.
Artık burda oturamam.
Hisara gidip ev arayacağım.
Evi tutmam lâzım,
kömür alabilmem için evi tutmam lâzım.
Kendi evleri için dört ton yazılmış birader bey,
bizim ismimizi de katmış içine.
Bu yüzden kömür vermiyorlar bana.
 Ayrı semte tanışırsam alabilirim.
Farkındayım,
bu işlere aklın ermiyor.
Zaten dışardayken de bakkaldan bile bir şey almasını bilmezdin.
Ve gülerek güvenirdin insanlara.
Elbette huyun değişmedi
içeri girdikten sonra.
Sf: 107
26.
Ah şekerim, ah şekerim,
Cemilânım öldü.
Ölürken yanında ben vardım,
gitti.
Öleceği aklıma gelmedi hiç.
Bir otomobil nasıl durursa öyle durdu
ve bitti.
Duvarda kaldı şarabîler, havayi maviler, altın sarıları.
Ne tuhaf,
son nefes derlerdi, anlamazdım,
şimdi ne demek olduğunu biliyorum:
her şeyi bırakıp
bir daha dönememek üzre hiçbir yere, hiçbir şeye, birdenbire gidersin.
Bu ölüm beni ayılttı.
Sucuk pastırma geldi avukattan
gönderiyorum sana da
afiyetle yersin.
Sf: 110
32.
Telgırafını aldım.
Cevap vermedim.
Süleyman’ın mektubu gecikir:
 merak ─
telgıraf,
Niçin biraz daha soğukkanlı değilsin?
Kızma.
Dünyanın bugünkü halinde ölümün ne kıymeti var?
Her gün sürüyle adam ölüyor
ben de ölürsem ne çıkar?
Öyle ya ancak ölürsem sana mektup yazamam.
Bir daha telgıraf çekme,
sinirleniyorum:
kötü bir haber getiriyor gibi geliyor bana.
Üzüntü içindeyim zaten, şekerim ─
Üzüntülerim:
kömür, ekmek,filân gibi şeyler.
Havalar soğudu,
odamda ateş yok.
Bir başıma oturdum
mektup yazıyorum sana.
Odamın neresinde oturduğumu yazsam
bilmezsin,
bu, senin görmediğin üçüncü evimizdir.
Dur resmini yapayım:
Bu iskemle, bu masa, bu pencere,
bunlar çiçekler.
Sf: 111
Bu koltuk (içinde ben varım)
Şurası dolap gibi bir şey:
alabilirsem kömürlerimi koyarım.
Bu gördüğün hem yük, hem mutfak.
Şu da senin dede mirası meşhur kütüphanen.
Duvara iyi bak:
senin resmin
altında benimkisi.
Odam bu kadar geniş değil
ya eşyaları küçük yaptım
ya odam büyük kaçtı biraz.
Biçimsiz oldu velhasıl.
Karınız belki bir gün sahici bir ev yapar
ama resmini yapamaz.
33.
Doktor ne dedi?
Bana iyice yaz.
Ciğerin mi zayıf?
Rontgensiz olmaz.
İhmal etme kuzum.
İyi bak kendine.
Kendin için değil benim için iyi bak.
Gündüzleri yat.
Ayşe benim uyumamı istiyor diye uyu.
Çok üzülüyorum.
Ama sakın üzülüyorum diye beni aldatmaya kalkma.
Bana her şeyin doğrusunu bildir.
Beni küçük felâketler yıkar
 büyük felâketlerde daima cesurum.
Sf: 112
34.
Bana para gönderiyorsun,
teşekkür ederim.
Ama çok üzüldüm:
pek gücüme gidiyor benim için çalışman oralarda.
Nefret ediyorum kendi kendimden.
35.
Seni severim.
Bunu sen de pek iyi bilirsin.
Fakat ilânı aşk etmek bana çok komik gelir:
konuşmak en kolay harekettir.
36.
Leylâ mektebe başladı.
Pek şeker mektepli oldu.
Dün büyük bir ciddiyetle geçti karşıma
ve minicik burnunu havaya kaldırarak:
«Anne,» dedi,
«babamız niye zengin değil?»
«Zengin olmak kolay da ondan,» dedim,
«çalışmak istemez
akıl istemez,
halbuki babamız da çalışıyor insanların çoğu gibi,
insanların çoğu gibi akıllıdır.»
Leylâ düşündü,
sonra her nedense biraz dargın konuştu:
«Öyleyse ben zengin olurum, anne,
sen bana tembel, akılsız, diyorsun ya.»
Sf: 113
Hanım kızınız hakikatten akılsız.
Şimdi mektubu bırakıp ona hesap öğretmeye çalıştım.
Uğraşıp kafam çatlayıncaya kadar,
imkânı yok.
İki elinde on parmak olduğunu bile öğretemedim.
İki kuzuya üç kattık, olmadı,
denize üç taş bir, iki taş bir attık, olmadı, olmadı.
Sersemledik ikimiz de
bıraktık.
Felâket.
Biz bu kızla ne yapacağız?
Yeni bir usul biliyorsan yaz.
Yarın fasulyayla öğretmeye çalışırım.
Bakalım nasıl olur?
Ha,
ben burda dehşetli merak saldım arıcılığa,
iki büyük kitap okudum.
Dayımın kovanları var:
bal aldım kovanlardan.
Korkum yok
okşayabiliyorum sırtını arıların.
Çok meraklı ince bir iş.
Muhakkak arılarım olacak
ve her sabah sen bal süreceksin ekmeğine.
İşte böyle şekerim,
sana birçok şeyler yazdım
hiçbir şey yazmamış gibiyim ama,
bir eksiklik var
nedir, bilmem.
Sf: 114
37.
Her kadın saçmadır sevdiği zaman,
bırak da içimden seveyim seni
açığa vurmadan.
38.
Şekerim,
on dört buçuk lirayı
ve kenarında hasret yazısını aldım
teşekkür ederim.
39.
Senin kafan hasta şekerim.
Ben de hasta olmuştum:
bir ikindiüstü kendimi kuyuya atmak isteyecek kadar
ve kaç kere sabahladım ellerim dizlerimde.
Bende bir sebep vardı, bir de hakikat.
Sende yalnız sebep var:
benden uzaksın
ben İstanbul gibi yerler bir başımayım
ve ihtimallerle yüklüdür hayat.
«Beni anlamadın, bu değil,» diyeceksin.
Geç bir kalem
ben seni bilirim.
Beni her zaman göresin gelirdi, severdin beni her zaman.
Doğru olalım:
Sen beni kıskanıyorsun.
Kafanda bir sürü şeyler yaratıp
her yalnız insan gibi,
yarattıklarına kendinde inanıyorsun.
Sen beni kıskanıyorsun,
ve benim gülmem tutuyor.
Ben aşkı: hürmet
muhabbet
sadakat, diye anlarım,
(Yaşasın hürriyet adalet şarkısına benzedi değil mi, diyorsun
ne dersen de.)
halbuki aşk sadece muhabbet sende.
Ve bizzat sen çok iyi bilirsin, yalnız sen:
ben kabul etmem «bir zaaf ânı» denen şeyi.
Öyle kızıyorum ki sana
sevmiyorum hiç kimseyi,
ne seni, ne kızımı.
Hem biliyorum evhama neden düştüğünü:
ben içerde olsaydım
sen dışarda aldatırdın beni.
İçerde olmama ne lüzum var?
İkimizde dışardayken beni aldatmadın mı?
Sen alçaksın
ve dışarı çıkar çıkmaz
beni yine aldatacaksın.
Sf: 115
Senin tuzlu balıkları hemen gönderemezsem kusura bakma,
çünkü tenekeye konacak
teneke lehimlenecek,
unutma beni dağ başında oturduğumu.
Sf: 116
41.
Mektubunu aldım.
Tam zamanında yetişti imdadıma.
Hayvanın biri:
senin Erzurum’a sürüldüğünü
ve kaçıyor diye yolda arkadan vurulup öldürüldüğünü söylemiş.
Sen de son mektubunda:
«Burdan gidersem,» diyordun.
Deliye döndüm.
Şaşırdım ne yapacağımı.
Gözlerim şişti ağlamaktan.
Neyse uzun sürmedi, akşama mektubun geldi.
Dünyalar benim oldu.
Büyük bir hastalıktan kalkmış gibiyim.
Sf: 117
42.
Dayanmanın ne olduğunu anneler bilir,
bir anne gibi dayanıyor bu şehir.
44.
Evimin içinde ayağının sesini duymak istiyorum,
istiyorum ki kapımı çalasın
sana kendi elimle açayım kapımı.
Fakat kunduralarını taşlıkta çıkar kuzum çamurluysalar,
terliklerin seni bekliyor zaten.
Sana kendi elimle yemek pişirmek istiyorum,
kendi elimle kurmak soframızı.
Yalnız,
bulaşığı yine eskisi gibi beraber yıkarız.
Seninle aynı kitapları okumak istiyorum,
(elbet yine anlatırsın bana anlamadığım yer olursa).
Kendi elimle yıkamak istiyorum çamaşırlarını
ve söküklerini dikmek.
Sf: 118
Ve istiyorum ki kendi elimle alayım tozunu yazı masanın,
(darmadağınıklığı bozmaya kıyamadan).
Fakat artık
sen de minderin üstünde unutmazsın yanar piponu
ve külünü dökmezsin döşemeye.
Çalıştığın yerde seninle yan yana çalışmak istiyorum,
dövüştüğün yerde seninle yan yana dövüşmek,
(ekonomik istiklâl için
ve ev işleri esirliğinden filân kurtulmak için değil)
burnunun dibinden ayrılmamak için.
Ve nihayet
en dehşetli hakkımı
seninle aynı yastıkta uyumak istiyorum
ve çocuk doğurmak sana
en az daha iki tane…
Sf: 119
46.
Dört çocuklu bir kadın var.
Ah şekerim,
bilsen dediklerini.
Kaçıyor çocuklarından:
«Anne, açız,» diye feryadediyorlarmış.
Ona ayda iki buçuk lira veriyorum,
o da bana su taşıdı bütün kış
kolayladı işlerimi.
Fakirler hiçbir şeyin altında kalmak istemez.
Çocukları Millet Bahçesi’ne giriyor geçen gün,
bahçıvanlar izinli,
yalnız bir tanesi orda
kolluyor onu
ve havuzun kırmızı balıklarından tutup
getiriyorlar eve.
Fatma’nın anlatması:
pişirilirken yetişmiş.
Ama ben şüpheliyim,
yarı pişmiş,
yarı diri
bir kısmı çocukların karnına girdikten sonra yetişiyor anneleri
ve kalanları fırlatıyor sokağa.
Balıklar başlayınca toprakta kıvranmaya
alıp küpün içine atıyor.
Sf: 120
Gelip bana anlatıyor.
Çocuklara yemek yolladım
ve istedim balıkları
Fevkalâde şeyler:
üç tane.
En büyükleri çok ağır yaralı,
bir türlü gelemiyor kendine
ölmüyor da.
Öldüreyim diyorum bazan
kurtulsun ıstıraptan,
sonra kıyamıyorum iyi olur diye belki.
Öyle kocaman kırmızı ve yaşamak hırsıyla öyle güzel ki.
Ortancası bu sabah öldü.
Bahçede yanaşma köpek Tomar’a verdim.
Onun da gıdaya ihtiyacı vardı.
Nefes aldığı müddetçe tedavi edeceğim büyüğünü.
Ama sonra
o da ölürse
onu da vereceğim Tomar’a,
bir kutuya koyup bahçeye gömeceğim,
demiyorum,
harp kurtardı insanları züppelikten.
En küçükleri dünyanın en şirin şeyi.
Kulağı ve kuyruğu yırtık
ve pulları dökülmüş sırtıyla kavanozda geziyor.
Şimdi ona bir isim bul,
öyle bir şey olsun ki
Alamanların elinden kurtulsun:
bir şehir
bir gemi

bir insan.

Sf: 121
47.
Şimdiye olmadığı kadar aşığım sana.
Bu, benim için yeni bir şey.
Belki de yaş meselesi.
Gelip onu öldüreceksin diye korkuyorum adeta.
İçimdeki bu muazzam mahluk
yanlış bir bakışla devrilebilir.
Her şeyden büyük olan insan
tek kurşunla yıkılmıyor mu?
Korkuyorum.
Ellerinden öperim.

Sf: 122
Burda yeni peygamberler türedi birden:
«Ben demiştim,
ben görmüştüm,
bundan da böyle benim dediklerim çıkacak,» diyorlar.
Nasıl da utanmıyorlar, şaşırıyorum.
Ne böyle bir şey söylemişlerdi,
ne de çıkası gözleri olup biteni görebilir.
Hani bir ayet varmış:
«Biz onların gözlerini perdeledik
bakarlar

fakat göremezler,»
gibi bir söz,
─ böyle bir şey yok da ben mi uyduruyorum, her neyse, 
işte onlar bu haldeler        
ve öyle kalacaklar.

Kızınız şimdi mektepten geldi.
Koşmuş,
kızarmış yanakları,
gözleri güneş dolu.
Anasının çocukluğu gibi güzeldi.
Anası şimdi de güzeldir, diyeceksiniz,
teşekkür ederim.

Dedenizin kütüphanesi önünde yazıyorum bu mektubu.
Karşımda resimleriniz: 
adeta burnumun dibinde.

Sf: 123
Biri mahzun
biri gayet canlı,
benim de sevdiğim canlı olan.
Ve sonra…
Çevirin gözleriniz duvara 
bana pek çapkın bakıyorsun.
Mektup postaya gidiyor
telaşla ellerinden öperim.

Sf: 124
Kestim mektubu.
Saatler geçti.
Avluya indim.
Nefis bir güneş var.
Ah, gözünü sevdiğimin bozkırı,
zerre zerre sıhhat topladığını duyuyor adam.
Arkadaşlarla hep seni konuştuk.
Şu an dünya
iyi insanlarla ağzına kadar dolu gibi geliyor bana.
Pek rahat, hatta mesudum biraz.
Akşam oluyor,
Ne yapalım olsun…»

Sf: 125
Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun,
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun,
ki içinde beni görebilesin…
Fedakarlığımı anlıyorsun:
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
şaşırıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar…
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize

atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.

Sf: 126
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak:
biri sen

biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey:
belki diyor.   
18 Şubat 1945
Piraye Nazım Hikmet

Sf: 127
Köprüden, emanetçi Nuri Efendiye verip

bir servi sandık yollasa bana memleketim İstanbul,

bir gelin sandığı.
Ç ı n n n ! diye çıngırağını çınlatıp kapağını açsam:
«İki top şile bezi,
iki çift bürümcük gömlek,
kılaptan işlemeli mermerşahi mendiller,
Edirne sabunları,
tülbent torbalarda lavanta çiçeği
ve SEN» çıksan içinden.
Yatağımın kenarına oturttsam seni,
kurt postumu ayaklarının altına yaysam
ve karşında elpençe divan durup
boyun büküp
valih ü hayran, baksam yüzüne.

Vay, anam, vay, ne kadar güzelsin.
Gülüşünde İstanbul’un abuhavası,
İstanbul’un lezzeti bakışında.

A benim sultanım efendim, izin versen
ve cüret edebilse Nazım Hikmet kulun
koklayıp öpmüş gibi olacak yanağını İstanbul’un.

Fakat sakın
«Gel yanıma» deme bana.
Elim eline değse dayanamam
şakkadak düşer betona
ölürüm gibime geliyor.
………
………
Ne tuhaf şeyler yazıyorum sana sevgilim.
«Seni seviyorum» diye telgraf çekmek varken düpedüz…
Sf: 131
Dizboyu arlı bir gece,
sofradan kaldırılıp,
polis otomobiline bindirilip,
bir tirenle gönderilerek
bir odaya kapatılmakla başladı maceram.
Dokuzuncu yılı biteli üç gün oluyor.

O
Koridorda, sedyede bir adam
yüzünde uzun demirlerin kederi,
açık ağzıyla sırtüstü ölüyor.

Akla yalnızlık geliyor,
– iğrenç ve tam,
delilerin ve ölülerinkine yakın -,
ilki yetmiş altı gün:
sessiz düşmanlığında üstüme kapanan kapının;
sonra, saç bir geminin baş altında yedi hafta.
Lakin yenilmedik,
kafam :
ikinci bir insandı yanımda.

O
Çoğunun yüzünü unuttum büsbütün,
yalnız, çok ince, çok uzun bir burundur aklımda kalan,
halbuki kaç kere karşımda oturup dizildiler.
Bir tek kaygıları vardı, hakkımda hüküm okunurken :
heybetli olmak.
D e ğ i l d i l e r.

Sf: 132
İnsandan çok eşyaya benziyorlardı :
duvar saatleri gibi ahmak,
kibirli,
ve kelepçe, zincir filan gibi hazin ve rezildiler.

O
Evsiz ve sokaksız bir şehir.
Tonla ümit, tonla keder.
Mesafeler mikroskobik.
Dört ayaklı mahluklardan yalnız kediler.

Yasaklar dünyasındayım.
Yarın yanağını koklamak :
yasak.
Çocuklarınla yemek yiyebilmek aynı sofrada : yasak.
Yazdığın mektubun kapatmak zarfını
ve zarfı yırtılmamış mektup almak : yasak.
Yatarken lambayı söndürmen : yasak.
Tavla oynaman : yasak.
Ve yasak olmayan değil, yüreğinde gizleyip elde kalabilen şey :
sevmek, düşünmek ve anlamak.

O
Koridorda, sedyede öldü adam.
Götürdüler.

Sf: 133
Artık ne ümit, ne keder.
ne ekmek, ne su,
ne hürriyet, ne hapislik,
ne kadınsızlık, ne gardiyan, ne de tahtakurusu,
ve ne de karşında oturtup yüzüne bakan kediler,
bu iş, bitti, tamam.

Fakat devam ediyor bizimkisi,
sevmek, düşünmek ve anlamakta devam ediyor kafam,
dövüşemeyişimin affetmeyen öfkesi devam ediyor.
ve sabahtan beri karaciğer sancımakta berdevam.  
20 Ocak 1946
Sf: 134
İBRAHİMİN RÜYASI
Rüyada gördüm yari,
açılmış memeleri,
şöyle belden yukarı
bulutları arasında ay gibi gider.
O gider, ben giderim,
ben dururum, o durur,
ben ona bakarım, bakar o bana.
Gözyaşı tane tane
dökülür telgıraf tellerine.
Telgıraf teli : haber,
gözyaşı : sevinç.
Yeter ki rüyası hayırlı olsun
İbrahim hapiste daha on sene yatar.
1946

Sf: 136
YİNE DE İYİMSERLİK
Kardeşim
sonu tatlıya bağlama kitaplar yollayın bana

uçak sağ salim inebilsin meydana

doktor gülerek çıksın ameliyattan
kör çocuğun açılsın gözleri

delikanlı kurtarılsın kurşuna dizilirken

birbirine kavuşsun yavuklular
düğün dernek yapılsın hem de

sonsuzluk da suya kavuşsun
ekmek de hürriyete

kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
onların dedikleri çıkacak
eninde de sonunda da…
(1946/1949)

Sf: 139
Yani övünmek gibi olmasın ama,
ben bir çırpıda bir kurşun gibi delip geçtim on yılın esirliğimin.
Ve karaciğer sancısını bırakırsak bir tarafa.
gönül yine o gönül, kafa yine o kafa.
(1947)

telgırafın tellerinde serçeler
telgıraftan habersiz biçareler
bakarkör ettiniz miletimi
yağlı urganlara gelesiceler.
(1947)
Sf: 140
KELAM
Boşlukta çürür kelam

topraktan gelmemişse
toprağa dalmamışsa
kökünü salmamışsa
(1947)

Sf: 139
SULTAN HAMİT DEVRİNDE
Sultan Hamit devrinde, Yemen’de on yıl askerlik etmemiş babam,

yüksek memur sınıfından, paşazadeymiş kendisi.
Ben sınıf değiştirip komünist oldum,
dokuz yıl hapislik ettim
– hem de yalnız bu sefer – 
devri dilarayı Cumhuriyet’te.

ve bu vatan hizmeti
daha ne kadar sürer
belli değil.
Sf: 144
 HATUNUMUN GÖZLERİ ELADIR DA…
Hatunumun gözleri eladır da,
içinde hareler var yeşil yeşil :
altın varak üstüne yeşil yeşil meneviş.
Kardeşlerim, bu ne biçim iş,
şu dokuz yıldır eli elime değmeden,
ben burda ihtiyarladım,
o orda.

Kalın, beyaz boynu kırışan kızım,
imkansızdır ihtiyarlamamız bizim,
etin gevşemesine bir başka tabir gerek,
zira ki ihtiyarlamak :
kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek.
(1947)
Sf: 145
YATAR BURSA KALESİNDE
Sevdalınız, komünisttir,

on yıldan beri hapistir,
yatar Bursa kalesinde.
      
Hapis amma, zincirini kırmış yatar,
en ala bir mertebeye ermiş yatar,
yatar Bursa kalesinde.
     
Memleket toprağındadır kökü,
Bedreddin gibi taşır yükü,
yatar Bursa kalesinde.
     
Yüreği delinip batmadan,
şarkısı tükenip bitmeden,
cennetini kaybetmeden,
yatar Bursa kalesinde.

Sf: 146
BİR HASETÇİ ADAM
Ne hasetçi adamsın;
açmış kanatlarını gider,
uçan kuş kıskanılır mı?
Gözünü hırs bürümüş demek;
rüzgarlığa heveslenmek neyse ne,
fakat su olmayı istemek?
Ne hasetçi adamsın,
şairlik yetmez mi ki,
buğday olaydım, dersin?

Sf: 149
DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve adeta mağrur, koşarsın, salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
 senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Sf: 150
ULUDAĞA DAİR
Yedi yıldır Uludağla göz göze bakışıp dururuz.
Ne o kımıldanır yerinden,
ne de ben,
lakin birbirimizi yakından tanırız.

Sf: 153
BEN İÇERİ DÜŞTÜĞÜMDEN BERİ
Ben içeri düştüğümden beri
güneşin etrafında da on kere döndü dünya.
Ona sorarsanız :
«Lafı bile edilmez,
mikroskobik bir zaman.»
Bana sorarsanız :
«On seneni ömrümün.»
Bir kurşun kalemim vardı
ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
Ona sorarsanız :
«Bütün bir hayat.»
Bana sorarsanız :
«Adam sen de, bir iki hafta.»
Katillikten yatan Osman,
ben içeri düştüğümden beri,
yedi buçuğu doldurup çıktı,
dolaştı dışarlarda bir vakit,
sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri,
altı ayı doldurup çıktı tekrar,
dün mektup geldi, evlenmiş,
bir çocuğu doğacakmış baharda.
Şimdi on yaşına bastı,
ben içeri düştüğüm sene,
ana rahmine düşen çocuklar.
Ve o yılın titrek, ince, uzun bacak tayları,
rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.
Sf: 154
Fakat zeytin fidanları hala fidan,
hala çocuktur.
Yeni meyanlar açılmış uzaktaki şehrimde
ben içeri düştüğümden beri.
Ve bizim hane halkı,
bilmediğim bir sokakta
görmediğim bir evde oturuyor.
Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek
ben içeri düştüğüm sene.
Sonra vesikaya bindi,
bizim burda, içerde, birbirini vurdu millet
yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.
Şimdi serbestledi yine,
fakat esmer ve tatsız.
Ben içeri düştüğüm seni
İKİNCİSİ başlamamıştı henüz.
Daşav kampında fırınlar yakılmamış,
atom bombası atılmamıştı Hiroşima’ya.
Boğazlanan bir çocuğun kani gibi aktı zaman.

Sf: 156
BİZ
kulede bir başına bir adam oturur
önünde milyonlarca düğme var
düğmenin birine bastı mıydı
bizlerden biri ya kolunu kaldırır
ya adam öldürür
ya çişini eder

tereci tere satar
biz vatan satarız

biz kurşuna dizeriz düşünceyi
hiçbir şey düşünmiyeceksin
hatta hiçbir şey düşünmediğini bile

bir ilacımız var bizim
şırınga ettik mi insana
istediğimizi söyletiriz

biz insan eti yeriz
pek güzel oluyor nohutlu yahnisi

ucu kurşunlu kırbaca pek meraklıyız

kapıya şapkanı as
gir içeriye
yat karımızla
biz görünce şapkayı
döner gideriz rahatsız olmayın diye
çocuklarımız


kıçlarına etiket yapıştırılır
piçhanelerde yetiştirilir

yatağa yatmadan
yastığın altına bak
oraya girmiş olabilir bizlerden biri
geçenlerde güneş tutuldu ya
bu fesatlığı da biz yaptık
propaganda kuvvetiyle

en iyisi biz asmak
bizi kesmek
hapislere atmak bizi
bizi atomlamaktır.

Sf: 158
her sabah karşıda görünen ufuk
her akşam bırakılmadı mı arkada :
Sf: 154
YAŞAMAYA DAİR
1
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.
1947

Sf: 163
YAŞAMAYA DAİR
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
 diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki, hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak.
1948

Sf: 164
YAŞAMAYA DAİR
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
«Yaşadım» diyebilmen için…
Şubat 1948
Sf: 165
ANGİNA PEKTORİS
Yarısı burdaysa kalbimin
yarısı Çin’dedir, doktor.
Sarınehre doğru akan
ordunun içindedir.

Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
Yunanistan’da kurşuna diziliyor.

Sonra, bizim burda mahkumlar uykuya varıp
revirden el ayak çekilince 
kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır
her gece,
doktor.

Sonra, şu on yıldan bu yana
benim, fakir milletime ikram edebildiğim
bir tek elmam var elimde, doktor,                  
bir kırmızı elma :
kalbim…

Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,
işte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden
bende bu angina pektoris…

Bakıyorum geceye demirlerden
ve iman tahtamın üstündeki baskıya rağmen
kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor…
Nisan 1948
Sf: 166
AŞI
1
tarla hazırdı
koyu esmer eti anadan doğma çırılçıplak
tarla hazırdı
şişkin ıslak dudaklarını açmıştı yarı yarıya
uzun sürmedi bekleyiş
sabah aydınlığında canlı küçük kurtlar gibi yukardan saçılıp aktı tohum
hazla ürperdi toprak
için çekti akanı
açılıp kapanarak
açılıp kapanarak
sonra da mahmur
bir kat daha güzel
terli kabarık
gerindi
ben ölümden kuvvetliyim diyebilirdi
gebeydi artık
2
arılar fırladı güneşe doğru
en önde kızoğlankız yeni beyarı
nazlı bir vızıltıdır zar gibi ince şeffaf kanatları
beli koptu kopacak
altın tüylü süzme karnında da üç kızıl kuşak
yetişip önledi onu erkeklerin en güçlüsü
sonra yukarda boşlukta güneşin orda 
dikenli incecik bacaklar karıştı birbirine
bir saniye sürdü aşı
Sf: 167
silkinip kurtuldu dişi
düştü erkek
içinden kopan etleriyle toprağa

3
odalarının penceresi ormana açık
ağır yaz bulutlarının altında orman
bir yumurtalık gibi nemli ılık
erkeğin yüzünde aşağıdan
kadının gözlerinden vuran ışık
ormanın üstüne yağmur boşandı ansızın
yeşil ela gözlerini yumdu kadın
yarı açık ağzında ıslak dişleri berrak duru
içinde taa yüreğinin kökünde sıcak sıcak duydu yağmuru
Sf: 168
ilerleyen aydınlığın içindeyim,
ellerim iştahlı, dünya güzel.

Doyamıyorum gözlerim ağaçlara :
öyle ümitli onlar, öyle yeşil.
Güneşli bir yol gidiyor dutlukların arasından,
hapisane revirinden penceredeyim.

Duymuyorum ilaçların kokusunu,
bir yerlerde karanfiller açmış olacak.

İşte böyle, karıcığım, işte böyle,
mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele…
(Mayıs 1948)

Bu işte insafsız olacaksın, birazcık da kibirli,
ne kahır, ne keder, ne zulüm,
seni ancak ölüm
teslim alabilmeli.
(1948)
Sf: 170
YİNE SANA DAİR
Sende ben, kutba giden bir geminin sergüzeştini,
sende, ben, kumarbaz macerasını keşiflerin,
sende uzaklığı,
sende, ben, imkansızlığı seviyorum.

Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine
ve kan ter içinde, aç ve öfkeli,
ve bir avcı iştihasıyla etini dişlemek senin.

Sende, ben, imkansızlığı seviyorum,
fakat asla ümitsizliği değil…
(1948)
Sf: 173
Haydi güle güle gülüm
haydi güle güle…
Hani ağlamak yoktu?
Ağlama kızım,
gözüne batacak sürmelerin.
Taksiye bindin işte,
işte hapishanesinde yattığın şehrin
geçiyorsun içinden.
Şoför belki ben yaşta bir adam
dikiz aynasından bakıyor sana
anlıyor bu güzel kadının ağlamasını.
Belki onun da içeride yatanı vardır
belki tanır beni, belki kendisi de bizdendir.
Biliyorum :
Demirlerden seyrettiğim bu şehir
kaplıcalar
türbeler
ipek fabrikaları ve kocaman bir çınardır.
Ve sahici insanları
benim insanlarım
nasıl da perişan…
Fakat yüzlerine güneş vurmuş gibi olmuştur
sen gözyaşları arasından
onlara baktığın zaman.
Sen bu şehre bundan önce de geldin demek?
Sen bu şehre gelesin de beni aramayasın!
Öyle mi? Ağla gülüm!
Hem de hüngür hüngür ağlamalısın.
Hayır ağlama, Allah belamı versin benim ağlama!
Etrafına bak :
Ben ve şehir çoktan arkada kaldık.
Sf: 174
Fakat ikindi aydınlığında :
benim aydınlığımda ortalık.
Artık elimden kurtulmanın imkanı var mı!
Senin de böyle bir şey istediğin yok zaten.
İşte seninle ben
işte ikimiz gülüm işte ikimiz
işte ikimiz en güzel şeye
dağlardan denize iniyoruz.
Sf: 175
Sen güneşin altında yeşil gözlerinle
Çırılçıplak yatacaksın
Ben üstüne eğilip senin
Ben kainatın en müthiş hadisesini
Seyreder gibi seyredeceğim seni
Sen kollarını boynuma atacaksın
Boynumda kıvıl kıvıl ağırlığın
Ben ölümsüzlüğü tadacağım
Kıpkırmızı ağzından
(1949)

Mavi gözleri mahmur
lepiska saçları darmadağın,
çıplak ılık teninde bürümcük geceliği,
yani açık saçık,
hatta hayasızca biraz,
çıkar ansızın yatağından
bizim İstanbul’a bahar
(1949)
Sf: 177
Ben bir yolculuk yaptım,
ne senin beyaz dişlerinde ezilen üzümlere doyabildim,
ne de kapalı bir yaz ikindisinde benzeyen yatağına.

Ben bir yolculuk yaptım,
yepyeni yapılar vardı şantiyelerde.
Sf: 178
genç bir çam gibi yemyeşildi ümit,
ve bin metre yerin altında
insanların alnında yanıyordu grizu lambaları.
Sf: 188
BİR NEHRE ATILAN CENAZE
Hapisliğimin on ikinci yılındaydım
üç aydan beri de
canlı cenaze halindeydim
cenaze olan ben
serilmiş yatıyordu
canlı olan ben
onu ibretle seyrediyordu
başka bir şey de gelmiyordu elinden
cenaze yiyordu kendi kendini
yapyalnızdı bütün cenazeler gibi de
ihtiyar bir kadın gelip durdu kapıda
annem
ana oğul cenazeyi kaldırdık
ben ayaklarından tuttum o başucundan
ağır ağır indirdik
artık Yang-tse nehrine
kuzeyden akıyordu ışıl ışıl ordular
(1949)
Sf: 189
TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Mesela bir barikatta dövüşerek
mesela kuzey kutbunu keşfe giderken
mesela denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin ama bu onun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da sen sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahrliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Sf: 190
HAPİSTE YATACAK OLANA BAZI ÖĞÜTLER
Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin.
yaşamakta ayak direyeceksin.

Belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.

İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin
kuyunun dibindeki taş gibi
fakat öbür tarafın
öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına
sen ürpermelisin içerde
dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.

İçerde mektup beklemek
yanık türküler söylemek bir de
bir de gözünü tavana dikip sabahlamak
tatlıdır ama tehlikelidir.

Tıraştan tıraşa yüzüne bak
unut yaşını
koru kendini bitten
bir de bahar akşamlarından.
Sf: 191
bir de ekmeği
son lokmasına dek yemeyi
bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.

Bir de kim bilir
sevdiğin kadın seni sevmez olur
ufak iş deme
yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir
içerdeki adama.

İçerde gülü bahçeyi düşünmek fena
dağları deryaları düşünmek iyi
durup dinlenmeden okumayı yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.

Yani içerde on yıl on beş yıl
daha da fazlası hatta
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.
(Mayıs 1949)
Sf: 194
Bu dünya öküzün boynuzunda değil,
bu dünya ellerinizin üstünde duruyor.
Sf: 196
İBRAHİM BALABAN’IN «MAPUSANE KAPISI TABLOSU» ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
beşi toprağa oturmuş, ayakta biri,

sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
besbelli henüz öğrenememişler gülmeyi.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Ayakları sabırlı, ellerinde keder,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,cin bakıyor kundaktakiler.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
sımsıkı gizlemişler saçlarını,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
biri kavuşturmuş avuçlarını.

Bir jandarma vardı demir kapının önünde,
ne dost, ne düşman, nöbet uzun, hava sıcak.

Bir beygir vardı demir kapının önünde,
nerdeyse ağlayacak.

bir köpek vardı demir kapının önünde,
burnu kara, tüyü sarı,

kamış sepetlerde yeşil biber vardı,
torbalarda kömür, heybelerde soğan sarmısak.

Altı kadın vardı demir kapının önünde
ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim;
altı kadından biri sen değildin, ama
beş yüz erkekten biri bendim.
28.12.1949
Bursa Hapisane
Sf: 202
HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA
1 – Uyanış
Uyandın.
Nerdesin?
Evinde.
Alışamadın hala
uyanır – uyanmaz
evinde olmaya.
On üç yıl hapiste kalmanın
sersemliklerinden biri de bu.
Yanında yatan kim?
Yalnızlık değil, karın.
Uyuyor melekler gibi mışıl mışıl.
Yaraştı hatuna gebelik.
Saat kaç?
Sekiz.
Demek akşama kadar emniyettesiniz.
Çünkü teamüldendir polis ev basmaz güpegündüz.
Sf: 204
Kızarıyor yüzün
öfkeden ve utançtan
ve umumiyetle flan değil,
sırf sana ait
ve eli kolu bağlı bir hüzün.
Karını aradan itip yere yuvarlamışlar da
düşürmüş gibi çocuğunu,
yahut yine hapisteymişsin de
karakolda yine dövülüyormuş gibi
köylü jandarmalara köylüler.
Ansızın bastırdı gece.
Bitti akşam gezintisi.
 Bir polis jipi saptı sizin sokağa,
karın fısıldadı :
– Bizim eve mi?
Sf: 205
yavrum düşmesin istiyorum hapislere
güzelden, haklıdan, barıştan yana diye.
Sf: 206
Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,
babaları kurşuna dizilmiş.
Bu dünyada ilk görülecek şey diye
demir parmaklığı gördüler.
Benim oğlan
benim yaşıma bastığı zaman,
ben bu dünyada olmayacağım,
ama harikulade bir beşik olacak dünya,
siyah,
beyaz,
sarı,
bütün çocukları
sallayan
mavi atlas döşekli bir beşik.
Sf: 207
GENÇLİK MARŞI
Yenilmez bayrağıyız ilerinin
Güzel yurdumuzda halktan yanayız
Düşmanıyız karanlığın gerinin
Dünyada barıştan halktan yanayız

Halk için gerçekten hürriyet için
İleri ferah bir memleket için
Çelik bir imanla yürüyelim biz
Biz su katılmamış yurtseverleriz

Halka açılmalı ardına kadar
Bilimi hapseden altın kapılar
Büyük Türk halkının hakkıdır bilgi
İçtiği su yediği ekmek gibi

Halk için gerçekten hürriyet için
İleri ferah bir memleket için
Çelik bir imanla yürüyelim biz
Biz su katılmamış yurtseverlerizİstanbul, 1950
Sf: 209
 Aldanmazsak varız : varız!
Aldanırsak : yok!
Sf: 210
Büyük hürriyetinle bir çukuru doldurabilrsin,
meçhul asker olmak hürriyetiyle,
hürsün!
Sf: 211
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil
insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetiyle,
hürsün!

Doktrin: “Müzeyi gezmek iyi de, müzelik olmak fena!” – Nazım Hikmet