Sf: 9
Şafaklar sarmadan dağları
Işıklarla sular tutuşmadan
Ağları çek, ağları.
Çarpsın karanlıklarla
Dolsun kayıklarımız
Pul pul yanan balıklarla.
Şafaklar sarmadan dağları
Çocuklar çekelim biz ağları [İstanbul, 1929]
Sf: 10
Yeni Sanat
Döndü
Bin bir volt bin bir amperle döndü motör
Kudurmuş bir rüzgâr gibi vantilatör
Koptu avarasından..
Girdi
Çelik yaylı aklımın som kafasından…
Hey
Hey
Yeni sanatın makinalaşan şaheserini
Kuş sütüyle beslenen kuş kafana sığdıramazsın
Eski sanatın kadın kokan şiirlerinde bulamazsın
Üç kat nasır patlatan avuçlarımın zahmetini!
Sen istersen
Okuma, anlama bizi
Yağsız bir şaft yatağı gibi yanan kalbimiz
Biz haykıralım
Sen kes sesini
Açtık yeni sanatın 4’üncü vitesini
Coşuyoruz artık
Şiirimiz bizim
Konstrüktivizm.
[1930/Resimli Ay, Ekim 1930]
Sf: 11
İtirâzname-i Nâzım
Artık bir daha
bir kahkaha
gibi gülmeyecek gözünüzde gözümüz.
Teveccühünüz
mavi bir mücevherdi başımızda.
Başımızdan düşürdük onu,
kaybettik.
Gelemedik, aybettik.
Bizi affedin diyemem.
Zorla değil ya bu,
kim olursa olsun
af dileyemem.
Ve madem ki bu böyledir,
artık bir daha
bir kahkaha
gibi gülmeyecek gözlerimde gözünüz.
Teveccühünüz
mavi bir pırıltı, bir mücevherdir başımda.
Başımdan düşürdüm onu,
kaybettim,
gelemedim aybettim.
[1931]
Sf: 12
Baba!
her yılbaşında
sana söyleyecek
bir tek
sözüm var:
“Seni ne kadar çok seversem
o kadar
çok olsun ömründen geçen yıllar…
Baba!
Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım!
Nu zulüm, ne ölüm, ne korku
başımı eğemez!
Yalnız senin elini öpmek için
eğilir başım.
Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım…
1/1/1932
Sf: 14
Karıma Birinci Mektup
33.10.25
Bursa
Hapishane
Anne:
af olursa
nasip olur
üç güne dek
saçlarını okşayabilmek…
Yavrum!
Uyuyamıyorum!
Görünmez kuşlar ötüyor
üstünde kızıl ağaçların.
Alevli bir duman gibi tütüyor
gözümde saçların!
Saçları altın
dudakları nar
koyu kehribar
gözlü sevgilim!
Çıkacağımdan
emin değilim.
Tutmaz bizleri af!..
Bak ne tuhaf
ne güzel
ne harikulâde ışıldıyor
ay ışığı
pencerenin
demirlerinde!
Elbette ben
böyle demirlerle bölünmeyen
aya
kavgaya
ve sana kavuşacağım
günün birinde…
Sf: 15
Karı!
Kış geldi
gönder benim yün çorapları!
Birimiz dışında demir kapının
içinde birimiz.
Kim bilir
kaç kış daha geçireceğiz?
Üzülme benim için!
Renk gören
ses duyan başımla
ellerini yüreğimde sıktığım
arkadaşımla
saatları gün
günleri ay
ayları yıl edip devirmem kolay!
Ay ışığı pencerenin demirlerinde
kavuşacağız günün birinde…
Düşmanlara gam.
Dostlara selâm.
Kalbimde çocuklarım.
Seni kucaklarım.
Canın sıkıldıysa bu mektuptan beni affet!…
Kocan: Nâzım Hikmet…
Sf: 26
Denizdeki Şişe
Ölü bir lodos vardı;
suyun üstünde dalgalar
tembel, ağır balıklar gibi yuvarlanıyorlardı.
Yuvarlanıyorlardı, dilsiz sağır;
yuvarlanıyorlardı hiçbir yere çarpmadan,
yenilmeden hiçbir şeye,
hiçbir şeyi yenmeden,
çatlayıp köpüklenmeden;
yuvarlanıyorlardı sonsuz
sonsuz bir can sıkıntısı halinde.
Bu kahrolası dalgaların elinde,
Tunus’un şarkında, Malta’nın şimalinde
tahta bir tabut gibi yüzüyordu teknemiz.
Direklerde, iplerde, kaplamalarda gıcırtılar,
bir ölü duası gibi rüyasız bir sayıklama.
Ve tane tane, bir bir
ömrün kısalığına, ihtiyarlığa, beylik, âdi kederlere dair
korkunç kötü şeyler gelirken aklıma
birden bire suyun üstünde gördüm onu.
Bir şişe.
Tek başına, yapayalnız.
Küçücük boynu uzanmış güneşe,
topraktan ve insandan uzak
yüzüyordu duyun üstünde batıp çıkarak.
Ve bu sonsuz
ve bu ölü suların
ağır ağır kımıldanan yığını
çoğaltıyor
büyültüyor
dayanılmaz bir hale getirtiyordu
Sf: 27
Yusuf geçti dümene
yanaştık ona.
Ve uyandırır gibi bir çocuğu korkulu bir uykudan
onu çekip aldık sudan.
Soğuk, ıslak ve karanlıktı.
İçinden bir kâğıt çıktı.
Okudum:
«Dayanamadık artık!
«1823 senesi 16 Eylülünde,
«Septe boğazı önünde,
«Gömleğimizi grandi gabya çubuğuna,
süvariyi mizana direğine astık.
«Fakat gitgide daraltarak denizi
«Yelkenler kovalıyor peşimizi.
«Kardeşler!
«Bu şişe elinize geçerse eğer,
«Yolumuzu bekliyenlere
«Septe Boğazı’nda batırılan
«Üç direkli İrma fırkateyninden verin haber!»
Yusuf yüzüme baktı
─ Geç kaldık, dedi.
tam bir asır.
─ Hayır geç kalmadık, dedim,
Barselon’a gidiyoruz.
[Mayıs 1937/Her Ay, 20.5.1937]
Sf: 31
Akdeniz’de Dolaşan Hayalet
Akdeniz’de bir hayalet dolaşıyor
bir İtalyan neferinin hayaleti.
Sırtında düğmemeleri koparılmış ceketi,
sırtında delik deşik, parça parça eti
ve terli şakaklarında kan.
Korkarak
boşluğa yuvarlanmaktan,
gündüz güneşe sarılıp
gece yıldızlara
dolaşıyor Akdeniz’de bağıra bağıra.
Tanıyorum onu ben.
O, sağlığında bir kaçaktı;
ve kurşuna dizilmeseydi eğer
daha yıllarca yaşayacaktı.
Tanıyorum onu ben.
O kaçtı Aduva’da cepheden,
kaçtı yangından kaçan bir hayvan gibi.
Kaçtı ne bir fikir
ne bir dâva
ne bir hak için.
Kaçtı sadece, ölmemek
yaşamak için.
Ölümü bilmiyordu.
Ne Hamlet’i okumuştu, ne Dante’den bir şiir.
Ve yoktu en ufak fikri
kitapların muamması ölüme dair.
Sf: 32
Kurşuna dizilirken
birdenbire aklına gelen
bir düğün duası okuyordu.
O, ölümden değil
ölmekten korkuyordu.
Her şeyden üstün
her şeyden önce
yaşamak istiyordu sadece.
Kadınlı
kadınsız,
tok
aç,
herhangi bir ağaç
bir kuş
bir bulut
bir balık
bir bardak su
bir avuç toprak
gibi yaşamak…
Ve bu ölmemek
sadece yaşamak isteyen kaçak
bir sabah bir çiçek
bi dalda açarken
dizildi kurşuna.
[1937/Yedi Gün, 9.6.1937]
Sf: 33
Yaşamak Kasideleri I
Dağıldı birdenbire
alnına düşen saçlar.
Birdenbire toprakta bir şeyler kımıldadı.
Bir şeyler konuşuyor
karanlıkta ağaçlar.
Çıplak kolların üşüyecek.
Uzaklarda
görmediğimiz bir yerde
ay doğuyor demek.
O daha yapraklardan inip
senin omzunu aydınlatarak
gelemdi bize kadar.
Rüzgâr çıkar ay doğarken.
Ağaçlar konuşuyor.
Kolların üşüyecek.
Yukardan
karanlıkta kaybolan dallardan
bir şey düştü ayağının dibine.
Sokuldun bana.
Çıplak etin tüylü bir yemiş kabuğu gibi elimin altında.
Ne bir yürek türküsü, ne «aklı selim»,
ağaçların, kuşların, böceklerin önünde,
karımın eti üstünde
düşünüyor elim.
Bu gece elimin okuyup yazması yok.
Sf: 34
Ne sevgisiz, ne sevgili…
Su başında bir parsın dili
bir asma yaprağı
bir kurt pençesi gibi o.
Kımıldamak, nefes almak, yemek, içmek.
Toprağın altında çatlayan bir çekirdek
gibi elim.
Ne bir yürek türküsü, ne «aklı selim»,
ne sevgisiz, ne sevgili.
Karımın eti üstünde üşünen:
ilk insanın eli.
Toprakta suyu bulan bir kök gibi o
diyor ki bana:
«Yemek, içmek, soğuk, sıcak, kavga, korku,
renk,
ölmek için yaşamak değil,
yaşamak için ölmek...»
Ve şimdi ben
yüzümde dolaşırken dişi kırmızı saçlar,
toprakta bir şeyler kımıldanır
bir şeyler konuşurken karanlıkta ağaçlar
ve uzaklarda
görmediğimiz bir yerde ay doğarken,
elim, karımın eti üstünde,
ağaçların, kuşların, böceklerin önünde,
yaşamak denen şeyin,
su başındaki parsın, çatlayan çekirdeğin,
ilk insanın hakkını istiyorum.
[1937/Yedi Gün, 7.7.1939]
Sf: 35
Güneşte
denizin sonunda mavi bir duman gibi
gözümde tütüyorsun.
Yeşil bir erik dalı yüreğim
sen altın tüylü bir yemiş
sallanıyorsun.
Fakat ben seni böyle bir yemiş ve bir duman gibi görmenin yerine
sahiden görmek istiyorum çıplak ayaklarını
sahiden dokunmak istiyorum uzun parmaklı ellerine!..
1938-13 İkinciteşrin
İstanbul Tevfikhanesi
Sf: 46
Sol gözü kördür
şef istasyonun;
makasçı topaldır.
Ve tamponları kırıktır makastaki vagonun.
Onları askere almadılar.
Yeşil başörtülü kadın
güldü iki adama.
─ Hangisine?
Belli değil! ─
Onlar onun
gözlerinin nefreti
ve etinin acısıydı.
Kör: kocasıydı
ve gizlice koynuna giriyordu topalın…
Bozkırda üç insandılar.
Makasta unutulan
tahta vagona benziyorlardı.
Kollarını başka topraklara götürmek,
başka güneşler, başka akşamlar görmek,
bir kavuşma hasretiyle yolculuk
kabil
değil…
Erkeklerin gözleri merhametsiz,
parmakları kalın,
çakalın
ve tilkinin işaretleri
vardır âdetlerinde.
Uçsuz bucaksız yatan
ölü toprağı
taşırlar etlerinde.
Sf: 47
Ve etini kanatan
yürekleri
bozkırın
sarı
iri
dikenleri gibidir…
Bozkırın ortasında
belki bir dişiyi
paylaşamadıkları için
değil,
1921 senesi, bu üç kişiyi
dünyadan
ümitten
ve insan sevgisinden uzak
yaşamaya mahkûm ettiği için:
Bir gece iki erkekten biri
damaya sürerken taşı,
alnında kanlı bir delik,
masaya düşecek başı.
─ Allah nasibederse ─
yeşil başörtülü kadın
ambarda parmakları birbirinin boğazına gömülü
iki ölü
görecek.
Ve tek taş yüzükle
gümüş kösteği
sandığına koyup
götürecek…
1921 senesi
Kânunusaninin sonu.
Sis vardı.
Sf: 55
Ahmet ─ (onbaşı.)
Balkan Harbinde gitti,
Seferberlikte gitti,
Yunan harbinde gitti.
«Ha dayan hemşerim sonuna vardık!»
sözü meşhurdur.
Sf: 66
─ Bebeleri komşuya koyup geldik.
Harman öylece durur…
─ Babacığım, kardeşim.
Karnında barsağı düğümlenmiş.
─ Çözülmez mi ki?
─ Çözülmez kendiliğinden.
Açacağım karnını
barsağı çözeceğim.
─ Ellerinle mi?
─ Ellerimle.
Gürültüyü duyuyor musun?
Âletleri kaynatıyorlar.
Tertemiz pırıl pırıl.
─ Kurtulur mu ki?
─ Karnını yarmazsak ölür mutlaka.
─ Bir sarı hap.
─ Olmaz!
İstersen hastanı al, geri götür.
Senin iznin olmadan
açamayız karnını.
Sen izin vereceksin
ben bıçağı çalacağım.
Kanun böyle yazıyor.
Bir kâat imzalarsın.
─ Ne kâadı?
─ Razıyım, diye.
Dolaş.
Düşün biraz…
─ Ölür mü ki?
─ Karnını açmak lâzım.
Lâkin mal senin.
Kanun böyle yazıyor.
─ Kurtulur mu ki?
Sf: 67
─ Karnını yararsak belki kurtulur.
Karnını yarmazsak ölür mutlaka.
Şu ahlatın altına otur.
Düşün.
Sonra gel, kâada bas mührünü.
─ Mührüm yok.
─ Parmak basarsın…
……
……….
─ Bakın Nâzım Bey,
benim adaşa bakın.
Çömeldi oturuyor
Korkuyor sanki
sırtını apaca dayamaktan.
İçerlerden
stepten geldiğine eminim.
Step damgasını vurur adama.
Beni hiç sevmiyor.
Bana düşman.
Ve ümitsiz.
Ben bu büyük yapıdaki efendiyim.
Sarı bir hap verecek yerde
ona inadına kötülük eden insan.
Tapu kâtibi ve ben,
ikimiz de bir…
Parmak basacak.
İnandığı için değil,
ben öyle emrettiğim için.
Beni sevmiyor.
Bana düşman.
Sf: 68
Karısını gördünüz mü?
Bir toprak parçası halinde.
Hastalıktan değil.
Senelerden beri.
Sonra gebe.
İki bebesi de var.
Demek ki hâlâ su ısıtıyor,
hâlâ giriliyor koynuna.
Kafa kâadına baktım.
1321.
Bir yaşında,
bin yaşında olabilir.
Yaşamamış ki…
Meselâ,
ne bileyim,
deniz hakkında fikri yoktur.
Meselâ,
düşünmemiştir bile
mümkün olabildiğini
gün doğarken uyumanın.
Bakmayın yüzüme öyle muhabbetle!
Ben hapiste yatamam.
Malum,
dünyaya bir kere gelir adam,
ve ölüm
birleştirmiyor,
ayırıyor insanları!
Sf: 70
Galip ─ (Şehirlerden birinde doğru.)
(1300 küsur.)
Tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur.
«Kâat helvası yersem her gün,» diye düşündü.
(10 yaşında.)
«Babamın bıçakçı dükkânından
akşam ezanından önce çıksam,» diye düşündü.
(11 yaşında.)
Sf: 71
«Sarı iskarpinlerim olsa,
kızlar bana baksalar,» diye düşündü.
(15 yaşında.)
«Babam neden kapattı dükkânını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına,»
diye düşündü.
(16 yaşında.)
«Yövmiyem artar mı?» diye düşündü.
(20 yaşında.)
«Babam ellisinde öldü
ben de böyle tez mi öleceğim?»
diye düşündü.
(21 yaşındayken.)
«İşsiz kalırsam,» diye düşündü.
(22 yaşında.)
«İşsiz kalırsam,» diye düşündü.
(23 yaşında.)
«İşsiz kalırsam,» diye düşündü.
(24 yaşında.)
Sf: 72
25 yaşında altı ay işsiz kaldı.
«İşsiz kalırsam,» diye düşündü.
(26 yaşında.)
Hamdi ─ (Çerkeş’in Kavak köyünden.)
Hasretini, yokluğunu, sensizliği
2.
3.
7.
Hepsi birbirinden güzel çıplak kadın resimleri.
13.
15.
20.
21.
22.
24.
26.
32.
Bu koltuk (içinde ben varım)
34.
36.
insanların çoğu gibi akıllıdır.»
Hanım kızınız hakikatten akılsız.
bir eksiklik var
37.
Senin tuzlu balıkları hemen gönderemezsem kusura bakma,
41.
42.
Ve istiyorum ki kendi elimle alayım tozunu yazı masanın,
46.
Gelip bana anlatıyor.
bir insan.
47.
Bu, benim için yeni bir şey.
Belki de yaş meselesi.
Gelip onu öldüreceksin diye korkuyorum adeta.
İçimdeki bu muazzam mahluk
yanlış bir bakışla devrilebilir.
Her şeyden büyük olan insan
tek kurşunla yıkılmıyor mu?
Korkuyorum.
Ellerinden öperim.
Burda yeni peygamberler türedi birden:
ben görmüştüm,
bundan da böyle benim dediklerim çıkacak,» diyorlar.
Nasıl da utanmıyorlar, şaşırıyorum.
Ne böyle bir şey söylemişlerdi,
ne de çıkası gözleri olup biteni görebilir.
Hani bir ayet varmış:
«Biz onların gözlerini perdeledik
bakarlar
fakat göremezler,»
gibi bir söz,
─ böyle bir şey yok da ben mi uyduruyorum, her neyse, ─
işte onlar bu haldeler
ve öyle kalacaklar.
Kızınız şimdi mektepten geldi.
Koşmuş,
kızarmış yanakları,
gözleri güneş dolu.
Anasının çocukluğu gibi güzeldi.
Anası şimdi de güzeldir, diyeceksiniz,
teşekkür ederim.
Dedenizin kütüphanesi önünde yazıyorum bu mektubu.
Karşımda resimleriniz:
adeta burnumun dibinde.
Biri mahzun
benim de sevdiğim canlı olan.
Ve sonra…
Çevirin gözleriniz duvara ─
bana pek çapkın bakıyorsun.
Mektup postaya gidiyor
telaşla ellerinden öperim.
Kestim mektubu.
Avluya indim.
Nefis bir güneş var.
Ah, gözünü sevdiğimin bozkırı,
zerre zerre sıhhat topladığını duyuyor adam.
Arkadaşlarla hep seni konuştuk.
Şu an dünya
iyi insanlarla ağzına kadar dolu gibi geliyor bana.
Pek rahat, hatta mesudum biraz.
Akşam oluyor,
Ne yapalım olsun…»
Ben
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun,
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun,
ki içinde beni görebilesin…
Fedakarlığımı anlıyorsun:
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
şaşırıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar…
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak:
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey:
belki diyor.
18 Şubat 1945
Piraye Nazım Hikmet
Köprüden, emanetçi Nuri Efendiye verip
bir servi sandık yollasa bana memleketim İstanbul,
Ç ı n n n ! diye çıngırağını çınlatıp kapağını açsam:
«İki top şile bezi,
iki çift bürümcük gömlek,
kılaptan işlemeli mermerşahi mendiller,
Edirne sabunları,
tülbent torbalarda lavanta çiçeği
ve SEN» çıksan içinden.
Yatağımın kenarına oturttsam seni,
kurt postumu ayaklarının altına yaysam
ve karşında elpençe divan durup
boyun büküp
valih ü hayran, baksam yüzüne.
Vay, anam, vay, ne kadar güzelsin.
Gülüşünde İstanbul’un abuhavası,
İstanbul’un lezzeti bakışında.
A benim sultanım efendim, izin versen
ve cüret edebilse Nazım Hikmet kulun
koklayıp öpmüş gibi olacak yanağını İstanbul’un.
Fakat sakın
«Gel yanıma» deme bana.
Elim eline değse dayanamam
şakkadak düşer betona
ölürüm gibime geliyor.
………
………
Ne tuhaf şeyler yazıyorum sana sevgilim.
«Seni seviyorum» diye telgraf çekmek varken düpedüz…
Sf: 131
Dizboyu arlı bir gece,
sofradan kaldırılıp,
polis otomobiline bindirilip,
bir tirenle gönderilerek
bir odaya kapatılmakla başladı maceram.
Dokuzuncu yılı biteli üç gün oluyor.
O
Koridorda, sedyede bir adam
yüzünde uzun demirlerin kederi,
açık ağzıyla sırtüstü ölüyor.
Akla yalnızlık geliyor,
– iğrenç ve tam,
delilerin ve ölülerinkine yakın -,
ilki yetmiş altı gün:
sessiz düşmanlığında üstüme kapanan kapının;
sonra, saç bir geminin baş altında yedi hafta.
Lakin yenilmedik,
kafam :
ikinci bir insandı yanımda.
O
Çoğunun yüzünü unuttum büsbütün,
yalnız, çok ince, çok uzun bir burundur aklımda kalan,
halbuki kaç kere karşımda oturup dizildiler.
Bir tek kaygıları vardı, hakkımda hüküm okunurken :
heybetli olmak.
D e ğ i l d i l e r.
Sf: 132
İnsandan çok eşyaya benziyorlardı :
duvar saatleri gibi ahmak,
kibirli,
ve kelepçe, zincir filan gibi hazin ve rezildiler.
O
Evsiz ve sokaksız bir şehir.
Tonla ümit, tonla keder.
Mesafeler mikroskobik.
Dört ayaklı mahluklardan yalnız kediler.
Yasaklar dünyasındayım.
Yarın yanağını koklamak :
yasak.
Çocuklarınla yemek yiyebilmek aynı sofrada : yasak.
Yazdığın mektubun kapatmak zarfını
ve zarfı yırtılmamış mektup almak : yasak.
Yatarken lambayı söndürmen : yasak.
Tavla oynaman : yasak.
Ve yasak olmayan değil, yüreğinde gizleyip elde kalabilen şey :
sevmek, düşünmek ve anlamak.
O
Koridorda, sedyede öldü adam.
Götürdüler.
Sf: 133
Artık ne ümit, ne keder.
ne ekmek, ne su,
ne hürriyet, ne hapislik,
ne kadınsızlık, ne gardiyan, ne de tahtakurusu,
ve ne de karşında oturtup yüzüne bakan kediler,
bu iş, bitti, tamam.
Fakat devam ediyor bizimkisi,
sevmek, düşünmek ve anlamakta devam ediyor kafam,
dövüşemeyişimin affetmeyen öfkesi devam ediyor.
ve sabahtan beri karaciğer sancımakta berdevam.
20 Ocak 1946
Sf: 134
İBRAHİMİN RÜYASI
Rüyada gördüm yari,
açılmış memeleri,
şöyle belden yukarı
bulutları arasında ay gibi gider.
O gider, ben giderim,
ben dururum, o durur,
ben ona bakarım, bakar o bana.
Gözyaşı tane tane
dökülür telgıraf tellerine.
Telgıraf teli : haber,
gözyaşı : sevinç.
Yeter ki rüyası hayırlı olsun
İbrahim hapiste daha on sene yatar.
1946
Sf: 136
YİNE DE İYİMSERLİK
Kardeşim
sonu tatlıya bağlama kitaplar yollayın bana
uçak sağ salim inebilsin meydana
doktor gülerek çıksın ameliyattan
kör çocuğun açılsın gözleri
delikanlı kurtarılsın kurşuna dizilirken
birbirine kavuşsun yavuklular
düğün dernek yapılsın hem de
sonsuzluk da suya kavuşsun
ekmek de hürriyete
kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
onların dedikleri çıkacak
eninde de sonunda da…
(1946/1949)
Sf: 139
Yani övünmek gibi olmasın ama,
ben bir çırpıda bir kurşun gibi delip geçtim on yılın esirliğimin.
Ve karaciğer sancısını bırakırsak bir tarafa.
gönül yine o gönül, kafa yine o kafa.
(1947)
telgırafın tellerinde serçeler
telgıraftan habersiz biçareler
bakarkör ettiniz miletimi
yağlı urganlara gelesiceler.
(1947)
Sf: 140
KELAM
Boşlukta çürür kelam
topraktan gelmemişse
toprağa dalmamışsa
kökünü salmamışsa
(1947)
Sf: 139
SULTAN HAMİT DEVRİNDE
Sultan Hamit devrinde, Yemen’de on yıl askerlik etmemiş babam,
yüksek memur sınıfından, paşazadeymiş kendisi.
Ben sınıf değiştirip komünist oldum,
dokuz yıl hapislik ettim
– hem de yalnız bu sefer –
devri dilarayı Cumhuriyet’te.
ve bu vatan hizmeti
daha ne kadar sürer
belli değil.
Sf: 144
HATUNUMUN GÖZLERİ ELADIR DA…
Hatunumun gözleri eladır da,
içinde hareler var yeşil yeşil :
altın varak üstüne yeşil yeşil meneviş.
Kardeşlerim, bu ne biçim iş,
şu dokuz yıldır eli elime değmeden,
ben burda ihtiyarladım,
o orda.
Kalın, beyaz boynu kırışan kızım,
imkansızdır ihtiyarlamamız bizim,
etin gevşemesine bir başka tabir gerek,
zira ki ihtiyarlamak :
kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek.
(1947)
Sf: 145
YATAR BURSA KALESİNDE
Sevdalınız, komünisttir,
on yıldan beri hapistir,
yatar Bursa kalesinde.
Hapis amma, zincirini kırmış yatar,
en ala bir mertebeye ermiş yatar,
yatar Bursa kalesinde.
Memleket toprağındadır kökü,
Bedreddin gibi taşır yükü,
yatar Bursa kalesinde.
Yüreği delinip batmadan,
şarkısı tükenip bitmeden,
cennetini kaybetmeden,
yatar Bursa kalesinde.
Sf: 146
BİR HASETÇİ ADAM
Ne hasetçi adamsın;
açmış kanatlarını gider,
uçan kuş kıskanılır mı?
Gözünü hırs bürümüş demek;
rüzgarlığa heveslenmek neyse ne,
fakat su olmayı istemek?
Ne hasetçi adamsın,
şairlik yetmez mi ki,
buğday olaydım, dersin?
Sf: 149
DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve adeta mağrur, koşarsın, salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
Sf: 150
ULUDAĞA DAİR
Yedi yıldır Uludağla göz göze bakışıp dururuz.
Ne o kımıldanır yerinden,
ne de ben,
lakin birbirimizi yakından tanırız.
Sf: 153
BEN İÇERİ DÜŞTÜĞÜMDEN BERİ
Ben içeri düştüğümden beri
güneşin etrafında da on kere döndü dünya.
Ona sorarsanız :
«Lafı bile edilmez,
mikroskobik bir zaman.»
Bana sorarsanız :
«On seneni ömrümün.»
Bir kurşun kalemim vardı
ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
Ona sorarsanız :
«Bütün bir hayat.»
Bana sorarsanız :
«Adam sen de, bir iki hafta.»
Katillikten yatan Osman,
ben içeri düştüğümden beri,
yedi buçuğu doldurup çıktı,
dolaştı dışarlarda bir vakit,
sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri,
altı ayı doldurup çıktı tekrar,
dün mektup geldi, evlenmiş,
bir çocuğu doğacakmış baharda.
Şimdi on yaşına bastı,
ben içeri düştüğüm sene,
ana rahmine düşen çocuklar.
Ve o yılın titrek, ince, uzun bacak tayları,
rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.
Sf: 154
Fakat zeytin fidanları hala fidan,
hala çocuktur.
Yeni meyanlar açılmış uzaktaki şehrimde
ben içeri düştüğümden beri.
Ve bizim hane halkı,
bilmediğim bir sokakta
görmediğim bir evde oturuyor.
Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek
ben içeri düştüğüm sene.
Sonra vesikaya bindi,
bizim burda, içerde, birbirini vurdu millet
yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.
Şimdi serbestledi yine,
fakat esmer ve tatsız.
Ben içeri düştüğüm seni
İKİNCİSİ başlamamıştı henüz.
Daşav kampında fırınlar yakılmamış,
atom bombası atılmamıştı Hiroşima’ya.
Boğazlanan bir çocuğun kani gibi aktı zaman.
Sf: 156
BİZ
kulede bir başına bir adam oturur
önünde milyonlarca düğme var
düğmenin birine bastı mıydı
bizlerden biri ya kolunu kaldırır
ya adam öldürür
ya çişini eder
tereci tere satar
biz vatan satarız
biz kurşuna dizeriz düşünceyi
hiçbir şey düşünmiyeceksin
hatta hiçbir şey düşünmediğini bile
bir ilacımız var bizim
şırınga ettik mi insana
istediğimizi söyletiriz
biz insan eti yeriz
pek güzel oluyor nohutlu yahnisi
ucu kurşunlu kırbaca pek meraklıyız
kapıya şapkanı as
gir içeriye
yat karımızla
biz görünce şapkayı
döner gideriz rahatsız olmayın diye
çocuklarımız
kıçlarına etiket yapıştırılır
piçhanelerde yetiştirilir
yatağa yatmadan
yastığın altına bak
oraya girmiş olabilir bizlerden biri
geçenlerde güneş tutuldu ya
bu fesatlığı da biz yaptık
propaganda kuvvetiyle
en iyisi biz asmak
bizi kesmek
hapislere atmak bizi
bizi atomlamaktır.
Sf: 158
her sabah karşıda görünen ufuk
her akşam bırakılmadı mı arkada :
Sf: 154
YAŞAMAYA DAİR
1
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.
1947
Sf: 163
YAŞAMAYA DAİR
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki, hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak.
1948
Sf: 164
YAŞAMAYA DAİR
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
«Yaşadım» diyebilmen için…
Şubat 1948
Sf: 165
ANGİNA PEKTORİS
Yarısı burdaysa kalbimin
yarısı Çin’dedir, doktor.
Sarınehre doğru akan
ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
Yunanistan’da kurşuna diziliyor.
Sonra, bizim burda mahkumlar uykuya varıp
revirden el ayak çekilince
kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır
her gece,
doktor.
Sonra, şu on yıldan bu yana
benim, fakir milletime ikram edebildiğim
bir tek elmam var elimde, doktor,
bir kırmızı elma :
kalbim…
Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,
işte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden
bende bu angina pektoris…
Bakıyorum geceye demirlerden
ve iman tahtamın üstündeki baskıya rağmen
kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor…
Nisan 1948
Sf: 166
AŞI
1
tarla hazırdı
koyu esmer eti anadan doğma çırılçıplak
tarla hazırdı
şişkin ıslak dudaklarını açmıştı yarı yarıya
uzun sürmedi bekleyiş
sabah aydınlığında canlı küçük kurtlar gibi yukardan saçılıp aktı tohum
hazla ürperdi toprak
için çekti akanı
açılıp kapanarak
açılıp kapanarak
sonra da mahmur
bir kat daha güzel
terli kabarık
gerindi
ben ölümden kuvvetliyim diyebilirdi
gebeydi artık
2
arılar fırladı güneşe doğru
en önde kızoğlankız yeni beyarı
nazlı bir vızıltıdır zar gibi ince şeffaf kanatları
beli koptu kopacak
altın tüylü süzme karnında da üç kızıl kuşak
yetişip önledi onu erkeklerin en güçlüsü
sonra yukarda boşlukta güneşin orda
dikenli incecik bacaklar karıştı birbirine
bir saniye sürdü aşı
Sf: 167
silkinip kurtuldu dişi
düştü erkek
içinden kopan etleriyle toprağa
3
odalarının penceresi ormana açık
ağır yaz bulutlarının altında orman
bir yumurtalık gibi nemli ılık
erkeğin yüzünde aşağıdan
kadının gözlerinden vuran ışık
ormanın üstüne yağmur boşandı ansızın
yeşil ela gözlerini yumdu kadın
yarı açık ağzında ıslak dişleri berrak duru
içinde taa yüreğinin kökünde sıcak sıcak duydu yağmuru
Sf: 168
ilerleyen aydınlığın içindeyim,
ellerim iştahlı, dünya güzel.
Doyamıyorum gözlerim ağaçlara :
öyle ümitli onlar, öyle yeşil.
Güneşli bir yol gidiyor dutlukların arasından,
hapisane revirinden penceredeyim.
Duymuyorum ilaçların kokusunu,
bir yerlerde karanfiller açmış olacak.
İşte böyle, karıcığım, işte böyle,
mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele…
(Mayıs 1948)
Bu işte insafsız olacaksın, birazcık da kibirli,
ne kahır, ne keder, ne zulüm,
seni ancak ölüm
teslim alabilmeli.
(1948)
Sf: 170
YİNE SANA DAİR
Sende ben, kutba giden bir geminin sergüzeştini,
sende, ben, kumarbaz macerasını keşiflerin,
sende uzaklığı,
sende, ben, imkansızlığı seviyorum.
Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine
ve kan ter içinde, aç ve öfkeli,
ve bir avcı iştihasıyla etini dişlemek senin.
Sende, ben, imkansızlığı seviyorum,
fakat asla ümitsizliği değil…
(1948)
Sf: 173
Haydi güle güle gülüm
haydi güle güle…
Hani ağlamak yoktu?
Ağlama kızım,
gözüne batacak sürmelerin.
Taksiye bindin işte,
işte hapishanesinde yattığın şehrin
geçiyorsun içinden.
Şoför belki ben yaşta bir adam
dikiz aynasından bakıyor sana
anlıyor bu güzel kadının ağlamasını.
Belki onun da içeride yatanı vardır
belki tanır beni, belki kendisi de bizdendir.
Biliyorum :
Demirlerden seyrettiğim bu şehir
kaplıcalar
türbeler
ipek fabrikaları ve kocaman bir çınardır.
Ve sahici insanları
benim insanlarım
nasıl da perişan…
Fakat yüzlerine güneş vurmuş gibi olmuştur
sen gözyaşları arasından
onlara baktığın zaman.
Sen bu şehre bundan önce de geldin demek?
Sen bu şehre gelesin de beni aramayasın!
Öyle mi? Ağla gülüm!
Hem de hüngür hüngür ağlamalısın.
Hayır ağlama, Allah belamı versin benim ağlama!
Etrafına bak :
Ben ve şehir çoktan arkada kaldık.
Sf: 174
Fakat ikindi aydınlığında :
benim aydınlığımda ortalık.
Artık elimden kurtulmanın imkanı var mı!
Senin de böyle bir şey istediğin yok zaten.
İşte seninle ben
işte ikimiz gülüm işte ikimiz
işte ikimiz en güzel şeye
dağlardan denize iniyoruz.
Sf: 175
Sen güneşin altında yeşil gözlerinle
Çırılçıplak yatacaksın
Ben üstüne eğilip senin
Ben kainatın en müthiş hadisesini
Seyreder gibi seyredeceğim seni
Sen kollarını boynuma atacaksın
Boynumda kıvıl kıvıl ağırlığın
Ben ölümsüzlüğü tadacağım
Kıpkırmızı ağzından
(1949)
Mavi gözleri mahmur
lepiska saçları darmadağın,
çıplak ılık teninde bürümcük geceliği,
yani açık saçık,
hatta hayasızca biraz,
çıkar ansızın yatağından
bizim İstanbul’a bahar
(1949)
Sf: 177
Ben bir yolculuk yaptım,
ne senin beyaz dişlerinde ezilen üzümlere doyabildim,
ne de kapalı bir yaz ikindisinde benzeyen yatağına.
Ben bir yolculuk yaptım,
yepyeni yapılar vardı şantiyelerde.
Sf: 178
genç bir çam gibi yemyeşildi ümit,
ve bin metre yerin altında
insanların alnında yanıyordu grizu lambaları.
Sf: 188
BİR NEHRE ATILAN CENAZE
Hapisliğimin on ikinci yılındaydım
üç aydan beri de
canlı cenaze halindeydim
cenaze olan ben
serilmiş yatıyordu
canlı olan ben
onu ibretle seyrediyordu
başka bir şey de gelmiyordu elinden
cenaze yiyordu kendi kendini
yapyalnızdı bütün cenazeler gibi de
ihtiyar bir kadın gelip durdu kapıda
annem
ana oğul cenazeyi kaldırdık
ben ayaklarından tuttum o başucundan
ağır ağır indirdik
artık Yang-tse nehrine
kuzeyden akıyordu ışıl ışıl ordular
(1949)
Sf: 189
TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Mesela bir barikatta dövüşerek
mesela kuzey kutbunu keşfe giderken
mesela denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin ama bu onun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da sen sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahrliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Sf: 190
HAPİSTE YATACAK OLANA BAZI ÖĞÜTLER
Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin.
yaşamakta ayak direyeceksin.
Belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.
İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin
kuyunun dibindeki taş gibi
fakat öbür tarafın
öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına
sen ürpermelisin içerde
dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.
İçerde mektup beklemek
yanık türküler söylemek bir de
bir de gözünü tavana dikip sabahlamak
tatlıdır ama tehlikelidir.
Tıraştan tıraşa yüzüne bak
unut yaşını
koru kendini bitten
bir de bahar akşamlarından.
Sf: 191
bir de ekmeği
son lokmasına dek yemeyi
bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.
Bir de kim bilir
sevdiğin kadın seni sevmez olur
ufak iş deme
yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir
içerdeki adama.
İçerde gülü bahçeyi düşünmek fena
dağları deryaları düşünmek iyi
durup dinlenmeden okumayı yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.
Yani içerde on yıl on beş yıl
daha da fazlası hatta
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.
(Mayıs 1949)
Sf: 194
Bu dünya öküzün boynuzunda değil,
bu dünya ellerinizin üstünde duruyor.
Sf: 196
İBRAHİM BALABAN’IN «MAPUSANE KAPISI TABLOSU» ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
beşi toprağa oturmuş, ayakta biri,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
besbelli henüz öğrenememişler gülmeyi.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Ayakları sabırlı, ellerinde keder,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,cin bakıyor kundaktakiler.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
sımsıkı gizlemişler saçlarını,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
biri kavuşturmuş avuçlarını.
Bir jandarma vardı demir kapının önünde,
ne dost, ne düşman, nöbet uzun, hava sıcak.
Bir beygir vardı demir kapının önünde,
nerdeyse ağlayacak.
bir köpek vardı demir kapının önünde,
burnu kara, tüyü sarı,
kamış sepetlerde yeşil biber vardı,
torbalarda kömür, heybelerde soğan sarmısak.
Altı kadın vardı demir kapının önünde
ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim;
altı kadından biri sen değildin, ama
beş yüz erkekten biri bendim.
28.12.1949
Bursa Hapisane
Sf: 202
HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA
1 – Uyanış
Uyandın.
Nerdesin?
Evinde.
Alışamadın hala
uyanır – uyanmaz
evinde olmaya.
On üç yıl hapiste kalmanın
sersemliklerinden biri de bu.
Yanında yatan kim?
Yalnızlık değil, karın.
Uyuyor melekler gibi mışıl mışıl.
Yaraştı hatuna gebelik.
Saat kaç?
Sekiz.
Demek akşama kadar emniyettesiniz.
Çünkü teamüldendir polis ev basmaz güpegündüz.
Sf: 204
Kızarıyor yüzün
öfkeden ve utançtan
ve umumiyetle flan değil,
sırf sana ait
ve eli kolu bağlı bir hüzün.
Karını aradan itip yere yuvarlamışlar da
düşürmüş gibi çocuğunu,
yahut yine hapisteymişsin de
karakolda yine dövülüyormuş gibi
köylü jandarmalara köylüler.
Ansızın bastırdı gece.
Bitti akşam gezintisi.
Bir polis jipi saptı sizin sokağa,
karın fısıldadı :
– Bizim eve mi?
Sf: 205
yavrum düşmesin istiyorum hapislere
güzelden, haklıdan, barıştan yana diye.
Sf: 206
Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,
babaları kurşuna dizilmiş.
Bu dünyada ilk görülecek şey diye
demir parmaklığı gördüler.
Benim oğlan
benim yaşıma bastığı zaman,
ben bu dünyada olmayacağım,
ama harikulade bir beşik olacak dünya,
siyah,
beyaz,
sarı,
bütün çocukları
sallayan
mavi atlas döşekli bir beşik.
Sf: 207
GENÇLİK MARŞI
Yenilmez bayrağıyız ilerinin
Güzel yurdumuzda halktan yanayız
Düşmanıyız karanlığın gerinin
Dünyada barıştan halktan yanayız
Halk için gerçekten hürriyet için
İleri ferah bir memleket için
Çelik bir imanla yürüyelim biz
Biz su katılmamış yurtseverleriz
Halka açılmalı ardına kadar
Bilimi hapseden altın kapılar
Büyük Türk halkının hakkıdır bilgi
İçtiği su yediği ekmek gibi
Halk için gerçekten hürriyet için
İleri ferah bir memleket için
Çelik bir imanla yürüyelim biz
Biz su katılmamış yurtseverlerizİstanbul, 1950
Sf: 209
Aldanmazsak varız : varız!
Aldanırsak : yok!
Sf: 210
Büyük hürriyetinle bir çukuru doldurabilrsin,
meçhul asker olmak hürriyetiyle,
hürsün!
Sf: 211
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil
insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetiyle,
hürsün!
Doktrin: “Müzeyi gezmek iyi de, müzelik olmak fena!” – Nazım Hikmet
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)