Hayatı boyunca tiyatro oyunu ve kitaplarını topladığımızda 100.000 sayfayı bulan eşsiz yazar Alexandre Dumas ağbimizi okuduktan sonra en beyendiğim ilk 3 kitap listesi de altüst oldu:
1. Monte Cristo Kontu – Alexandre Dumas
2. Tek Yol – Aziz Nesin
3. Charles Bukowski – Kadınlar
Sf: 15
Dantés bir hareket yaptı. “Bunu senin için söylemiyorum oğlum; sana ödünç para verdim sen de onu bana geri ödedin; iyi komşular arasında olur böyle şeyler, ödeştik.”
“Borcumuz olanlarla hiçbir zaman ödeşemeyiz, çünkü onlara para olarak hiç borcumuz kalmasa bile minnet borcumuz vardır.”
Sf: 21
Fernand duygusuz kalakaldı; Mercédés’in yanaklarından aşağı süzülen gözyaşlarını silmeye çalışmadı; oysa bu gözyaşlarından her biri için kanından bir bardak vermeye hazırdı; ama bu yaşlar bir başkası için akıyordu.
Sf: 26
“Mutlu olmak için hep acelemiz vardır Mösyö Danglars, çünkü insan uzun zaman acı çekerse, mutluluğa bir türlü inanmaz. Beni böyle davranmaya iten sadece bencillik değil: Paris’e gitmem gerekiyor.
Sf: 36
“Beni korkuya salan da işte bu,” dedi Dantés, “bence insan bu kadar kolayca mutlu olmak için yaratılmadı! Mutluluk, büyülü adalarda kapılarını ejderhaların beklediği saraylar gibidir. Onu elde etmek için savaşmak gerekir ve doğrusu ben, Mercédés’in kocası olma mutluluğunu hak etmek için ne yaptığımı bilmiyorum.”
Sf: 37
Herkes bir ağızdan konuşmaya başlamıştı, kimse karşısındakinin ona söylediği şeye yanıt vermeye çalışmıyor, sadece kendi düşünceleriyle ilgileniyordu.
Sf: 42
“Bunu size biraz sonra söyleyeceğim Danglars; Mösyö de Villefort ile görüşmeye ve ondan tutuklu için yardım istemeye çalışacağım. Onun ateşli bir kralcı olduğunu biliyorum, ama Allah kahretsin, her ne kadar kralcı ve krallık savcısı da, o olsa, o da insan ve ben onun kötü biri olduğunu sanmıyorum.”
Sf: 47
Ben hiç ağır ceza mahkemesi görmedim, bunun çok ilginç olduğunu söylüyorlar.”
“Gerçekten de çok ilginçtir matmazel,” dedi savcı yardımcısı; “bu yapay bir trajedi değil, gerçek bir dramdır; yapmacık acılar yerine gerçek acılar vardır. Orada gördüğünüz süngüsü düşmüş adam evine dönmek, ailesi ile yemek yemek ve yeni bir güne başlamak üzere sakin yatağına yatmak yerine, içinde cellat olan bir hapishaneye girecektir.”
“Daha ciddi olunamaz matmazel,” dedi genç savcı yardımcısı, dudaklarında bir gülümsemeyle. “Matmazelin merakını gidermek, benimde kendi tutkumu doyurmak için istediğimiz bu dava ile durum ancak daha kötüleşebilir. Napoléon’un düşmanın üzerine gözü kapalı gitmeye alışmış tüm askerleri kurşun sıkarken ya da ellerinde süngüyle yürürlerken düşünürler mi sanıyorsunuz? Kişisel düşmanları saydıkları insanları öldürürlerken, hiç görmedikleri bir Rus, bir Avusturyalıyı ya da bir Macarı öldürmek için düşündüklerinden daha mı fazla düşüneceklerdir? Zaten gerekli olan da bu, görüyorsunuz; bu olmasa bizim mesleğimizin hiçbir varoluş nedeni de kalmaz. Ben bir sanığın gözlerinde bir öfke parıltısı gördüğümde kendimi daha cesur hissediyorum, kendimden geçiyorum: bu artık bir dava olmaktan çıkıyor bir kavgaya dönüşüyor, ona karşı savaşıyorum, o karşılık veriyor, en dozu artırıyorum ve kavga tüm kavgalarda olduğu gibi ya bir yengi ya da bir yenilgi ile sona eriyor. İşte dava açmak budur! Tehlike güzel konuşmayı doğurur. Ben konuştuktan sonra bana gülümseyen bir sanık kötü konuştuğumu, inandırıcı olmadığımı, yetersiz kaldığımızı düşündürür bana. Krallık savcı yardımcısı sanığın suçluluğuna inanmışsa, onun kanıtların ağırlığı ve konuşmanın çarpıcılığı karşısında sararıp solduğunu, dize geldiğini gördüğünde duyacağı gurur duygusunu düşünün. Bu baş eğilecek ve düşecektir”
Sf: 55
Gerçekten de neredeyse çocuk denebilecek bu sade, doğal, asla bulunmaz bir açık yürekliliğe sahip genç adam mutlu olduğu ve mutluluk kötüleri bile iyi yaptığı için herkese karşı sevgi doluydu.
Sf: 61
Dantés odasına getirildiğinde saat dördü bulmuştu. Daha önce de söylediğimiz gibi günlerden 1 Mart’tı; tutuklu geçmeden kendini gecenin ortasında buldu.
O zaman, görme duyusu azalınca işitme duyusu güçlendi: özgür bırakılacağına inandığı için, ona kadar gelen en küçük gürültüde hızla yerinden kalkıyor ve kapıya doğru bir adım atıyordu; ama daha sonra gürültü azalarak başka bir yöne doğru gidiyordu ve Dantés de taburesinin üstüne çöküyordu.
Sf: 62
Açık havaya çıktığında tutuklunun yaptığı ilk hareket bir mutluluk hareketi olmuştu. Hava özgürlük demekti. Gecenin ve denizin bilinmeyen kokularını taşıyan bu canlı esintiyi derin derin soludu.
Sf: 63
Karanlıklara ve boşluğa alışkın denizci gözüyle gecenin karanlığını delmeye çalışarak, düşünceli ve sessiz bekledi.
Sf: 67
Özellikle bir düşünce onu yerinden sıçratıyor; o da şuydu: Kendisini götürdükleri yeri bilmeden yaptığı deniz yolculuğu sırasında sessiz ve sakin kalmıştı, oysa on kez denize atlayabilir, suya dalar dalmaz da, yüzmedeki ustalığı sayesinde, onu Marsilya’nın en usta dalgıçlarından biri yapan bu alışkanlığı sayesinde suda kaybolabilir, gardiyanlarının elinden kurtulabilir, kıyıya çıkabilir kaçabilir, ıssız bir köyde saklanabilir, bir Ceneviz ya da Katalan gemisini bekleyebilir, İtalya ya da İspanya’ya gidebilir, oradan Mercedes’e yanına gelmesini yazabilirdi Yaşamına gelince, hiçbir ülkede bundan yana bir kaygısı olmazdı: Her yerde iyi denizcilere rastlamak zordu; bir Toscanalı gibi İtalyanca, bir Castilla la Vieja çocuğu gibi İspanyolca konuşuyordu; Mercedes ve babasıyla özgür ve mutlu yaşardı, çünkü babası da onun yanına gelirdi; oysa şimdi babasına ne olduğunu, Mercedes’e ne olduğunu bilmeyen, If Şatosu’na, bu aşılmaz hapishaneye kapatılmış bir tutukluydu ve tüm bunlar Villefort’un sözüne inandığı için olmuştu: B insanı çıldırtan bir şeydi.
Sf: 72
Kimi zaman oturup düşüncelere dalıyor, kimi zaman da demir kafese kapatılmış vahşi bir hayvanın yaptığı gibi hapishanesinin içinde dönüp duruyordu. Ama acı böyle kolayca geriye itilemez. Virgilius’un sözünü ettiği ölümcül çizgi gibi yaralı insan onu kendisiyle birlikte götürür.
Sf: 74
Ama bulunduğu ruh hali içinde duygularını bastırmak için iki şişe çok azdı; başka şarap almaya gitmek için çok fazla sarhoş, sarhoşluğun anılarını yok etmesi için ise yeterince sarhoş olmayan Caderousse.
Sf: 86
“Garip şey!” diye sürdürdü kral, kızgın bir hareketle, “polis, ‘bir cinayet işlendi’ dediği zaman her şeyi söylediğini, ‘suçluların izi üzerindeyiz’ diye eklediğinde de her şeyi yaptığını sanıyor.”
Sf: 91
“Kral! Ben onu, politikada cinayet olmadığını anlayacak kadar filozof sanırdım. Politikada, sevgili oğlum, benim kadar siz de bilirsiniz ki insanlar yoktur düşünceler vardır; duygular yoktur, çıkarlar vardır; politikada bir adam öldürülmez, bir engel ortada kaldırılır, işte hepsi bu.
Sf: 92
“Gerçekten de,” diye yanıt verdi Villefort, babasına şaşkınlıkla bakarak, gerçekten de iyi bilgi toplamışsınız.”
“Eh! Doğrusu her şey çok basit; sizin gibi erki elinde tutanların sadece paranın sağladığı olanakları vardır; bizim gibi erki bekleyenlerinse, özverinin sağladığı olanakları vardır.”
Sf: 94
Noirtier, bu kadar zor bir görüşme süresince bir an bile bırakmadığı sakinliği ile çıktı gitti.
Oda hizmetçisini çağırdı, bir bakışıyla onun binlerce soru sormasını engelledi.
Sf: 102
Gerçekten de müfettiş birbiri arkasından odaları, hücreleri, zindanları geziyordu. Bir çok tutuklu sorguya çekildi: bunlar yumuşaklıkları ya da budalalıkları nedeniyle yönetimin hoşgörüsünü kazanmış olanlardı; müfettiş nasıl beslendiklerini ve isteklerinin neler olduğu sordu.
Hepsi de yiyeceklerin iğrenç olduğunu ve özgürlüklerini istediklerini söylediler.
Bunun üzerine müfettiş onlara söyleyecek başka bir şeyleri olup olmadığını sordu.
Başlarını salladılar. Tutuklular özgürlükten başka ne isteyebilirler ki?
Müfettiş gülümseyerek hapishane müdürüne döndü ve şöyle dedi: “Bize neden bu gereksiz ziyareti yaptıklarını bilmiyorum Bir tutuklu gören yüz tutuklu görmüş demektir; bir tutukluyu dinleyen bir tutukluyu dinlemiş demektir; her zaman aynı şey: kötü yiyorlar ve suçsuzlar. Başka tutuklu var mı?
Sf: 111
Sonunda gururunun en üst noktasından aşağı düştü, Tanrı’ya değil insanlara yalvarıyordu henüz; Tanrı son çaredir. Önce Tanrı’dan yardım dilemesi gereken bir zavallı, tüm diğer umutlarını yitirdikten sonra ondan medet umma noktasına gelir ancak.
Dantés, kendisini hücresinden çıkarıp daha karanlık ve daha kuytu başka bir hücreye koymalarını rica etti. Değişiklik, daha kötü de olsa değişiklikti ve Dantés’e birkaç günlük oyalanma sağlayacaktı. Ona açık hava ve dolaşma hakkı, kitap ve alet vermeleri için yalvardı. Bunlardan hiçbiri ona verilmedi; ama hiç önemi yoktu, o istemeye devam etti. Eski gardiyanından daha sessiz de olsa, sanki olabilirmiş gibi, yeni gardiyan ile konuşmaya alışmıştı; ama biriyle konuşmak, bir dilsizle bile olsa, hala bir zevkti Dantés kendi sesini duymak için konuşuyordu: yalnızken konuşmayı denemişti, ama bu onu korkutuyordu.
Ne kadar sert bir görüntü de çizse, gardiyanın içinde her zaman biraz insanlık kalır.
Sf: 118
Tutuklu, gittikçe daha ağırlaşarak art arda akıp gitmiş, umutla, umutsuzlukla ve dualarla yitirmiş olduğu uzun saatleri bu işe harcamamış olmaktan pişmanlık duydu.
Sf: 120
Ne ödemi vardı, işini bırakması için bu neden olamazdı; eğer komşusu ona gelmiyorsa o komşusuna giderdi.
“Aynı anda hem Tanrı’dan hem de umutsuzluktan söz eden de kim?” diye bir ses duyuldu: bu ses yerin altından geliyormuş gibiydi ve ses geçirmezlik yüzünden boğuk çıkması, genç adamda mezardan geliyormuş duygusu uyandırdı.
Edmond başının üstünde saçlarının diken diken olduğunu hissetti ve dizlerinin üstünde geriledi.
“Ah” diye mırıldandı, “bir insanın konuştuğunu duyuyorum.”
Dört ya da beş yıldır Edmond sadece gardiyanın konuştuğunu duymuştu ve tutuklu için gardiyan bir insan değildir: meşe ağacından kapısına eklenmiş canlı bir kapıdır; demir parmaklıklara eklenmiş etten bir parmaklıktır.
Sf: 122
Ondan sonra Dantés kendini tümüyle mutluluğa bıraktı; artık kesinlikle yalnız olmayacaktı, hatta belki de özgür olacaktı; eğer tutuklu olarak kalırsa, bir arkadaşının olması, kötünün iyisi demekti, çünkü paylaşılmış bir tutukluluk artık sadece yarı tutukluluktur.
Sf: 126
“XVIII. Louis, XVI. Louis’nin kardeşi! Tanrı’nın uyrukları garip ve inanılmaz. Tanrı yükselttiği adamı alçaltarak, alçalttığı adamı yükselterek ne yapmak istiyor?
Sf: 128
Genç adam hiçbir zaman kaçmayı düşünmemişti. Bazı şeyler öylesine olanaksız görünür ki bunları denemeyi bile düşünmez insan ve içgüdüsel olarak bunlardan kaçınır. Toprağın altını elli ayak kazmak, eğer başarıya ulaşılırsa denize dik inen bir uçuruma ulaşmak için bu işe üç yıl emek harcamak; elli, altmış, belki de yüz ayak yükseklikten düşerken eğer nöbetçilerin kurşunları sizi daha önce öldürmemişse kafa üstü kayalara çakılarak parçalanmak için kendinizi aşağı atmak; eğer tüm bu tehlikelerden kurtulabilmişseniz bir fersah yüzmek zorunda olmak, bütün bunlar yazgıya boyun eğmemek için fazlaydı ve Dantés’in yazgıya boyun eğmeyi neredeyse ölüme kadar götürdüğünü gördük.
Genç adam bir an düşündü.
“Sizin aradığınız şeyi buldum,” dedi yaşlı adama.
Faria ürperdi.
“Siz mi?” dedi, eğer Dantés doğruyu söylüyorsa arkadaşının yılgınlığının uzun sürmeyeceğini gösteren bir biçimde başını kaldırarak; “siz bakalım ne buldunuz?”
“Hücrenizden buraya gelmek için kazdığınız koridor dış geçitle aynı yönde ilerliyor değil mi?”
“Evet.”
“Bu koridor oradan sadece on beş adım kadar uzaklıkta olmalı değil mi?”
“En fazla”
“Pekala! koridorun ortasına doğru bir haçın kolu biçiminde bir yol kazalım. Bu kez ölçülerinizi iyi alırsınız. Dış geçidin sonuna varırız. Nöbetçiyi öldürürüz ve kaçarız. Bu planın başarıya ulaşması için sadece cesaret gerek, bu sizde var; güç kuvvet ise bende eksik değil. Sabırdan söz etmiyorum, siz sizinkini kanıtladınız, ben de kendiminkini kanıtlayacağım.”
“Bir dakika,” diye yanıt verdi rahip; “sevgili dostum, siz benim nasıl bir cesarete sahip olduğumu ve gücümü nasıl kullandığımı daha bilmiyorsunuz. Sabra gelince her sabah akşamın işine, her akşam da sabahın işine başlarken yeteri kadar sabırlı olduğumu sanıyorum Bu nedenle beni iyi dinleyin delikanlı, suçsuzken tutuklanmış bir kulunu kurtararak Tanrı’ya hizmet ediyormuşum gibi geliyordu.”
Sf: 129
“Pekala!” diye sordu Dantes, “durum şimdi aynı noktada değil mi?
Bana rastladığınızdan beri kendinizi suçlu görmeye mi başladınız? Söyleyin.”
“Hayır, ama suçlu haline gelmek istemiyorum. Bu zamana kadar sadece cansızlarla işim vardı, oysa şimdi siz bana insanlarla işimiz olacağını söylüyorsunuz. Bir duvarı delebilir, bir merdiveni çökertebilirim, ama bir insanın göğsünü delemem, bir canlıyı yok edemem.”
Dantes şaşırmış gibi hafif bir hareket yaptı.
“Nasıl,” dedi “özgür kalabilecekken böyle bir titizlik mi sizi alıkoyacak?”
“Ama, ya siz,” dedi Faria, “neden bir gece masanın ayağı ile gardiyanınızın başına vurup öldürmediniz, giysilerini giyip kaçmayı denemediniz?”
“Çünkü böyle bir şey hiç aklıma gelmedi,” dedi Dantes.
“Böyle bir cinayet için içinizde büyük bir korku, hiç düşünmediğiniz büyük bir korku duyduğunuz için aklınıza gelmedi,” dedi yaşlı adam; “çünkü basit ve izin verilen şeyler için doğal isteklerimiz doğru çizgimizden sapmamamız konusunda bizi uyarır. Doğası gereği kan döken kaplanın -ki bu onun yaşam biçimidir, görevidir- sadece bir şeye gereksinimi vardır bu da koku alma duyusunun ona erişebileceği yerde bir av olduğunu haber vermesidir. Kaplan hemen bu ava doğru sıçrar, üstüne çıkar ve onu parçalar. Bu onun içgüdüsüdür, ona boyun eğer. Ama insan tam tersine, kandan iğrenir; cinayetten iğrenen hiç de toplumsal yasalar değildir, doğa yasalarıdır.”
Dantes’in kafası karışmıştı: bu aslında o farkında olmadan aklında ya da daha doğrusu ruhunda olup bitenlerin açıklamasıydı çünkü bazı düşünceler akıldan, bazılarıysa, yürekten gelir.
Sf: 130
“Evet, bildiğim sözcüklerle bir sözcük dağarcığı oluşturdum, onları düşüncelerimi dile getirmeme yetebilecek biçimde evirdim çevirdim, düzenledim, sıraladım. Aşağı yukarı bin sözcük biliyorum, sözlüklerde sanırım yüz bin sözcük olmasına karşın, gerektiğinde bu sözcük sayısı bana yeter. Akıcı konuşamayacağım, ama derdimi çok iyi anlatabileceğim, bu da benim için yeterli.”
Sf:134
“Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu rahip gülümseyerek ve Dantes’in kafasının dalgınlığını son derece büyük bir hayranlığa yorarak. “Öncelikle şunu; ulaştığınız amaca varabilmek için harcamanız gereken büyük zekayı düşünüyorum da, özgür olsaydınız neler yapardınız kim bilir?”
“Belki de hiçbir şey: zekamın geri kalanı değersiz işlerle uçup gitti. İnsan zekasının içine gizlenmiş bazı gizemli hâzineleri açığa çıkarmak için mutsuzluk gerek; barutu patlatmak için basınç gerek. Tutukluluk, benim dağılmış tüm yeteneklerimi bir tek noktada topladı; daracık bir boşlukta birbirlerine çarptılar; biliyorsunuz bulutların çarpışmasından elektrik doğar, elektrikten şimşek, şimşekten de ışık.”
“Hayır, ben hiçbir şey bilmiyorum,” dedi Dantes, cahilliğinden utanarak; “ağzınızdan çıkan sözlerin bir kısmı benim için anlamsız sözler; siz bu kadar bilgili olduğunuz için mutlu olmalısınız!”
Sf: 135
“Hadi ama,” dedi rahip, gizli bölmeyi kapatıp, yatağını yerine iterek, “öykünüzü bana anlatın öyleyse.” Dantes, bir kez Hindistan’a, iki ya da üç kez Levant’a yaptığı yolculuklarla sınırlı öyküsünü anlattı; sonra son deniz seferine, Kaptan Leclere’in ölümüne, onun büyük mareşal için kendisine verdiği mektuba, büyük mareşalle görüşmesine, mareşalin verdiği, Mösyö Noirtier’ye yazılmış mektuba geldi sıra; daha sonra da Marsilya’ya varışına, babası ile görüşmesine, Mercedes ile olan aşklarına, nişan yemeğine, tutuklanışına, sorgusuna, adalet sarayındaki geçici tutukluluğuna, en son da İf Şatosu’ndaki kesin tutukluluğuna. Buraya geldikten sonra Dantes artık hiçbir şey bilmez olmuştu, tutuklu olarak kaldığı süreyi bile. Anlatı bitince rahip uzun uzun düşündü, bir süre sonra şöyle dedi:
“Burada çok incelikli ve biraz önce size sözünü ettiğim şeyleri doğrulayan bir hak davası var, insan doğası suçtan iğrenir yeter ki kötü düşünce yanlış yorumlanmış bir düzenlemeyle birlikte doğmuş olmasın. Yine de uygarlık bize gereksinimler, kusurlar, iyi içgüdülerimizi boğacak etkiler yaratan ve bizi kötülüğe götüren yapay istekler vermiştir. Buradan şu özdeyiş çıkmıştır: Suçluyu bulmak istiyorsanız önce işlenen suçun yarar sağlayacağı kişiyi arayın! Sizin yokluğunuz kime yarar sağlıyordu?”
“Hiç kimseye, Tanrım! öyle önemsiz biriydim ki.”
“Böyle yanıt vermeyiniz, çünkü yanıt hem mantıktan hem de felsefeden yoksun; her şey görecelidir sevgili dostum, gelecekteki ardılını tedirgin eden kraldan kadro dışı görevliyi tedirgin eden memura kadar: kral ölürse tacı ardılına miras kalır, memur ölürse kadro dışı memura bin iki yüz Fransız lirası aylık kalır. Bu bin iki yüz lira aylık onun hükümdarlık ödeneğidir; bir kralın yaşaması için on iki milyon ne kadar gerekli ise, onun yaşaması için de bu bin iki yüz lira o kadar gereklidir. Toplum sınıflarının en alt basamağından en üst basamağına kadar her birey kendi çevresinde, Descartes’ın dünyaları gibi, çalkantıları ve sevgi atomları ile küçücük bir çıkar dünyası oluşturur. Sadece bu dünyalar yukarı çıktıkça hep genişlerler. Bu tersine dönmüş ve bir denge oyunuyla nokta üzerinde duran bir sarmaldır. Gelelim sizin dünyanıza. Siz Firavun’un kaptanı olarak atanacaktınız değil mi?” “Evet.”
“Güzel bir genç kızla evlenecektiniz.”
Sf: 136
“Evet.”
“Sizin Firavun’un kaptanı olarak atanmamanızdan çıkan olan biri var mıydı? Mercedes ile evlenmemenizden çıkan olan biri var mıydı? Önce birinci soruya yanıt verin, sıralama tüm soranların anahtarıdır.
Sizin Firavun’un kaptanı olarak atanmamanızdan çıkan olan biri var mıydı?”
“Hayır; gemide çok sevilirdim. Tayfalar bir başkan seçebilselerdi beni seçeceklerinden emindim. Bir tek adamın bana kızmak için nedenleri vardı: bir süre önce onunla kavga etmiştim ve ona düello
önermiştim o da geri çevirmişti.”
“Haydi bakalım! Bu adamın adı neydi?”
“Danglars.”
“Gemide ne iş yapıyordu?”
“Muhasebeciydi. ”
“Eğer kaptan olsaydınız onu görevinde tutar mıydınız?”
“Hayır, eğer bu bana kalsaydı tutmazdım, çünkü hesaplarında bazı hileler saptadığımı sanıyordum.”
“İyi. Sizin Kaptan Leclere ile son görüşmenizde hazır bulunan biri var mıydı?”
“Hayır, yalnızdık.”
“Konuşmanızı birisi duymuş olabilir mi?”
“Evet, çünkü kapı açıktı; hattâ, durun durun… evet, evet, Kaptan Leclere tam bana büyük mareşal için paket verdiği sırada Danglars kapının önünden geçti.”
“İyi,” dedi rahip, “doğru yoldayız. Elbe’de konakladığınızda karaya çıkarken yanınızda biri var mıydı?”
“Hiç kimse.”
“Birisi size mektup mu verdi?”
“Evet, büyük mareşal.”
“Bu mektubu ne yaptınız?”
“Cüzdanımın içine koydum.”
“Demek üzerinizde cüzdanınız vardı. İçinde resmi bir mektup
bulunan bir cüzdan nasıl olur da bir denizcinin cebinde durabilir?”
“Haklısınız, cüzdanım gemide kalmıştı.”
“Demek mektubu cüzdanınızın içine gemideyken yerleştirdiniz.”
“Evet.”
“Porto-Ferrajo’dan gemiye kadar mektubu ne yaptınız?”
“Elimde tuttum.”
“Firavun’a çıktığınızda herkes elinizde bir mektup tutuğunuzu gördü demek.”
“Evet.”
“Danglars da ötekiler gibi gördü mü?”
“Danglars da ötekiler gibi gördü.”
“Şimdi iyi dinleyin; tüm anılarınızı toplayın: ihbar mektubunun hangi sözcüklerle kaleme alındığını anımsıyor musunuz?”
Sf: 137
“Ah! evet: onu üç kez okudum ve her sözcük belleğime çakıldı.”
“Onu bana yineleyin.”
Dantes bir an düşüncelere daldı.
“İşte,” dedi, “sözcüğü sözcüğüne:”
Sayın krallık başsavcısına, tahtın ve dinin bir dostu olarak, Napoli ve Porto-Ferrajo’ya uğradıktan sonra bu sabah Smyma’dan gelmiş olan Firavun gemisinin ikinci kaptanı Edmond Dantes adlı kişinin Murat tarafından Zorbaya verilmek üzere bir mektup, Zorba tarafından da Paris’teki Bonapartçı komiteye verilmek üzere bir diğer mektup taşımakla görevlendirildiğini bildiririm. Yakalandığında suçunun kanıtı da ele geçirilecektir, çünkü bu mektup ya kendi üzerinde ya. babasında ya da Firavun gemisindeki kamarasında bulunmaktadır.
Rahip omuzlarım kaldırdı.
“Bu gün gibi ortada,” dedi, “bunları en başta düşünemediğiniz için çok saf ve çok iyi bir yüreğinizin olması gerek.”
“Öyle mi sanıyorsunuz?” diye haykırdı Dantes. “Ah! Bu alçakça bir şey!”
“Danglarsın her zamanki yazısı nasıldı?”
“Güzel, işlek bir yazı.”
“İsimsiz mektubun yazısı nasıldı?”
“Sola yatık bir yazı.”
Rahip gülümsedi.
“Eciş bücüş, değil mi?”
“Eciş bücüş olmak için fazla cesur.”
“Bekleyin,” dedi rahip.
Kalem ya da kalem dediği şeyi aldı, mürekkebe batırdı ve sol eliyle, bu amaç için hazırlanmış bir bezin üstüne ihbar mektubunun ilk iki üç satırım yazdı.
Dantes geri çekildi ve neredeyse korku içinde rahibe baktı.
“Ah! bu çok şaşırtıcı,” diye haykırdı, “bu yazı ne kadar da öbürüne benziyor.”
“Bu ihbar mektubunun sol elle yazıldığını gösteriyor. Bir şey gözlemledim,” diye sözlerini sürdürdü rahip.
“Ne?”
“Sağ elle yazılmış tüm yazılar değişiktir oysa sol elle yazılmış tüm yazılar birbirine benzer.”
“Demek her şeyi gördünüz ve gözlemlediniz.”
“Devam edelim.”
“Ah! evet, evet!”
“İkinci soruya geçelim.”
“Dinliyorum.”
“Mercedes ile evlenmemenizde çıkan olan biri var mıydı?”
Sf: 138
“Evet! Onu seven bir genç adamın.”
“Adı neydi?”
“Fernand.”
“Bu bir İspanyol adı mı?”
“Katalandı.”
“Bu kişinin mektubu yazabileceğine inanıyor musunuz?”
“Hayır! Bu adam beni bıçaklardı, yapacağı buydu.”
“Evet, bu İspanyolların doğasında var: bir cinayet, evet, bir kalleşlik, hayır.”
“Zaten ihbar mektubundaki ayrıntıların hiçbirini bilmiyordu,” diye sürdürdü Dantes. “Bu ayrıntıları kimseye vermemiş miydiniz?”
“Hiç kimseye.”
“Nişanlınıza bile mi?”
“Nişanlıma bile.”
“Bu Danglars.”
“Ah! şimdi bundan eminim.”
“Durun… Danglars Fernand’ı tanıyor muydu?”
“Hayır… evet… Anımsıyorum…”
“Neyi?”
“Düğünümden iki gün önce onları Pamphile Baba’nın çardağının altında bir masada beraber otururken gördüm. Danglars dost ve alaycı görünüyordu, Fernand soluk ve heyecanlıydı.”
“Yalnız mıydılar?”
“Hayır, yanlarında benim iyi tanıdığım, kuşkusuz onları tanıştıran üçüncü bir arkadaş, Caderousse adlı bir terzi vardı; ama Caderousse sarhoştu. Durun… durun… Bunu nasıl daha önce anımsayamadım? İçtikleri masanın yakınında bir mürekkep hokkası, kağıtlar ve kalemler vardı”. Dantes elini alnına götürdü. “Ah! alçaklar! Alçaklar!”
“Daha başka bir şey bilmek istiyor musunuz?” dedi rahip gülerek.
“Evet, evet, her şeyi derinlemesine incelediğinize, her şeyi çok açık seçik gördüğünüze göre, neden sadece bir kez sorgulandığımı, neden yargıçların karşısına çıkarılmadığımı, neden hemen mahkum edildiğimi de bilmek istiyorum.”
“Ah! bu,” dedi rahip, “bu biraz daha ciddi bir şey; adaletin, içine girilmesi zor, karanlık ve gizemli bir ilerleyişi vardır. Dostlarınız için buraya kadar yaptıklarımız çocuk oyuncağıydı; bu konuda bana daha kesin bilgiler vermeniz gerekecek.”
“Haydi bana somlar sorun, çünkü aslında benim hayatımda olup bitenleri benden daha açık görüyorsunuz.”
“Sizi kim sorguladı? Krallık savcısı mı, yardımcısı mı, sorgu yargıcı mı?”
“Savcı yardımcısı.”
“Genç mi yaşlı mı?”
“Genç: yirmi yedi ya da yirmi sekiz yaşlarında.”
“İyi. Henüz bozulmamış ama şimdiden hırslı,” dedi rahip. “Size karşı davranışları nasıldı?”
Sf: 139
“Sert olmaktan çok yumuşak.”
“Ona her şeyi anlattınız mı?”
“Her şeyi.”
“Sorgulama sırasında davranışlarında bir değişiklik oldu mu?”
“Bir an, beni suçlayan mektubu okuduğu sırada davranışları değişmişti; benim felaketime çok üzülmüş gibi görünüyordu.”
“Sizin felaketinize mi?”
“Evet.”
“Üzüldüğü şeyin sizin felaketiniz olduğundan emin misiniz?”
“Bana en azından yakınlık duyduğunun kanıtını gösterdi.”
“Hangi kanıt?”
“Beni suçlayabilecek tek belgeyi yaktı.”
“Hangi mektubu? İhbar mektubunu mu?”
“Hayır, mektubu.”
“Bundan emin misiniz?”
“Bu benim önümde oldu.”
“O zaman başka; bu adam sizin sandığınızdan çok daha büyük bir vicdansız olabilir.”
“Beni ürpertiyorsunuz inanın!” dedi Dantes, “dünya kaplanlar ve timsahlarla mı dolu?”
“Evet; sadece iki ayaklı kaplanlar ve timsahlar ötekilerden daha tehlikelidir.”
“Devam edelim, devam edelim.”
“Memnuniyetle; kağıdı yaktığını mı söylüyorsunuz?”
“Evet ve bana şöyle dedi: ‘Görüyorsunuz, size karşı sadece bu kanıt var, ben de onu ortadan kaldırıyorum.'”
“Bu davranış doğal olamayacak kadar soylu.”
“Öyle mi sanıyorsunuz?”
“Eminim. Bu mektup kime yazılmıştı?”
“Paris’te, Coq-Heron sokağı 13 numarada oturan Mösyö Noirtier’ye.”
“Sizin savcı yardımcısının bu kaybolan mektuptan bir yarar sağladığını düşünebilir misiniz?”
“Belki; çünkü benim yararıma olacağını söyleyerek, iki üç kez bu mektup hakkında kimseye bir şey söylememem için bana söz verdirdi ve adreste yazılı adı ağzıma almamam için yemin ettirdi.”
“Noirtier?” diye yineledi rahip… “Noirtier? Eski Etrurie kraliçesinin sarayında bir Noirtier tanımıştım, Devrim sırasında Girondin olan bir Noirtier. Sizin savcı yardımcısının adı neydi?”
“De Villefort.”
Rahip bir kahkaha attı.Dantes ona şaşkınlıkla baktı.
“Neyiniz var?” dedi.
“Şu gün ışığını görüyor musunuz?” diye sordu rahip.
Sf: 140
“Evet.”
“Pekala! şimdi her şey benim için bu saydam ve ışıltılı gün ışığı kadar açık. Zavallı çocuk, zavallı genç adam! Şu yargıç size karşı iyi miydi?”
“Evet.”
“Bu soylu yargıç mektubu yakıp yok etti ha?”
“Evet.”
“Celladın bu dürüst aracısı size Noirtier adını hiçbir zaman söylememeniz için yemin mi ettirdi?”
“Evet.”
“Bu Noirtier, ne kadar da körsünüz, bu Noirtier’nin kim olduğunu biliyor musunuz? Bu Noirtier onun babası!”
Dantes’in ayaklarına bir yıldırım düşüp, önünde, dibi cehenneme açılan bir uçurum yaratsaydı, bu beklenmedik sözlerden daha yavaş, daha az sarsıcı, daha az ezici bir etki yapardı; Dantes sanki patlamasını engellemek ister gibi başını elleri arasına alarak ayağa kalktı.
“Babası! Babası!” diye haykırdı.
“Evet babası, adı Noirtier de Villefort,” dedi rahip.
O zaman şimşek gibi bir ışık geçti tutuklunun beyninden, onun için karanlık kalan her şey o anda parlak bir gün ışığı ile aydınlandı. Sorgulama sırasında Villefort’un kararsızlıkları, yok edilen mektup, edilmesi istenen yemin, savcı yardımcısının tehdit etmek yerine ondan yalvarırcasına bir şey isteyen sesi hepsi aklına geldi; bir çığlık attı, sarhoş bir adam gibi bir an sendeledi; sonra rahibin hücresini kendininkine bağlayan oyuğa doğru atılarak:
“Ah!” dedi, “tüm bunları düşünmek için yalnız olmam gerek.”
Sf: 143
Gardiyanın denetiminde hazır bulunmak için hücrelerine dönmek zorunda kaldıkları saat dışında hiçbir şey onları durduramıyordu. Zaten adam aşağı indiği anda adımlarının çok hafif gürültüsünü seçmeye alışmışlardı, ne biri ne öbürü hazırlıksız yakalanmıyordu. Yeni geçitten dışarı çıkardıkları ve sonunda eski koridoru tıka basa doldurmuş olan toprak ya Dantes’in hücresinin ya da Faria’nın hücresinin iki penceresinin birinden inanılmaz önlemlerle usul usul dışarı atılıyordu: toprağı dikkatle toz haline getiriyorlardı, gece rüzgarı bu tozlan hiç iz bırakmadan uzaklara götürüyordu.
Sf: 157
Bana inanın ve sakinleşin, bu benim için tonlarca altın ve kasalarca elmastan daha değerli, bunlar sabahları denizin üstünde oynaşan ve ana kara sanılan, sonra yaklaştıkça buharlaşan, uçan ve yitip giden bulutlar gibi kesin olmayan şeyler değil mi?
Sf: 159
“Şimdi özellikle şu son anda size söyleyeceklerimi iyi dinleyin: Spadaların hâzinesi gerçek; Tanrı benim için uzaklık ve engeli kaldırdı. Hâzineyi ikinci mağaranın dibinde görüyorum; gözlerim toprağın derinliklerini yarıp geçiyor ve bunca zenginlikten kamaşıyor.
“Ah! kendinizi kandırmayın! Daha az acı çekiyorum, çünkü bende acı çekmek için daha az güç kaldı. Sizin yaşınızda hayata inanılır, inanmak ve umut etmek gençliğin ayrıcalığıdır; ama yaşlılar ölümü daha açık görürler. Ah! İşte… ölüm geliyor… bitti… görme duyum zayıflıyor… aklım gidiyor… Eliniz, Dantes!.. elveda!.. elveda!”
Sf: 160
Yarım saat, bir saat, bir buçuk saat geçti. Bu bir buçuk saatlik kaygılı bekleyiş sırasında Edmond, dostunun üstüne eğilmiş, elini onun kalbinin üstüne koymuş durumda bu bedenin giderek soğuduğunu, bu kalbin atışlarının giderek boğuk ve derinden geldiğini ve sonunda durduğunu hissetti.
Artık hiçbir yaşam belirtisi kalmamıştı; kalbin son titreşimleri de kesildi, yüzü bembeyaz oldu, gözleri açık kaldı ama bakışı donuklaştı.
Saat sabahın akışıydı, güneş doğuyordu, hücreyi dolduran soluk güneş ışığı lambanın ölgün ışığını daha da zayıflatıyordu. Zaman zaman ona yaşıyor görüntüsü veren garip yansımalar geçiyordu ölünün yüzünden. Gece ve gündüzün bu savaşımı sürerken Dantes’in hâlâ kuşkuları vardı; ama gün egemen olunca ölü bir bedenle baş başa olduğunu anladı.
O zaman derin ve karşı koyulmaz bir korku her yanını sardı; yataktan sarkan bu eli sıkmaya artık cesaret edemedi; birçok kez boşu boşuna kapatmaya çalıştığı ama hep yeniden açılan bu sabit ve beyaz gözlere bakmaya cesaret edemedi. Lambayı söndürdü, özenle bir yere sakladı ve döşeme taşını elinden geldiğince iyi bir biçimde başının üstündeki yere yerleştirerek kaçtı.
Sf: 160
Sorular ve yanıtlar Dantes’i tiksindiren bir gevşeklikle değiş tokuş ediliyordu; bu zavallı rahip için kendisinin duyduğu sevginin bir parçasını herkesin duyması gerekiyordu sanki.
Sf: 164
Büyük fırtınalarda olduğu gibi büyük acılarda da dalgaların iki yüksek tepesi arasında bir uçurum açıldığı olur.
Sf: 165
“Ah ah!” diye mırıldandı, “bu düşünce de nereden geldi? Siz mi yolladınız Tanrım? Buradan özgür olarak çıkanlar sadece ölüler olduğuna göre biz de ölülerin yerini alalım.”
Düşüncesine, bu umutsuz karardan geri dönecek zamanı tanımamak ister gibi, bu karardan cayacak kadar zaman yitirmeden iğrenç çuvala doğru eğildi, Faria’nın yaptığı bıçakla onu açtı, ölü bedeni çuvaldan çıkardı, kendi hücresine götürdü, onu kendi yatağına yatırdı, her zaman kendisine yaptığı gibi yırtık bir çamaşırla başını örttü, yorganını üstünü çekti, o buz gibi alnı son kez öptü, düşüncenin yokluğu ile ürkmüş, açık kalmakta ısrar eden isyancı gözlerini yeniden kapatmaya çalıştı, gardiyanın akşam yemeğini getirirken çoğu zaman âdeti olduğu gibi uyuduğunu sanması için başını duvara döndürdü, geçide girdi, yatağı duvara doğru çekti, öbür odaya girdi, dolaptan iğneyi, ipliği aldı, bezin altında çıplak etinin iyice hissedilmesi için yırtık giysilerini attı, ortası yırtılmış çuvalın içine kaydı, ölü bedenin olduğu durumda kendini çuvala yerleştirdi ve içeriden dikişle yeniden kapattı.
O anda, bir talihsizlik eseri, içeri biri girseydi kalbinin atışlarını duyabilirdi.
Sf: 166
Sahte ölü yataktan sedyeye taşındı. Edmond ölü rolünü daha iyi oynamak için kendini katılaştırıyordu.
Sf:167
Yaklaşık elli adım gittiler sonra bir kapıyı açmak için durdular, daha sonra yine yola koyuldular, ilerledikçe üzerine şatonun kurulduğu kayalara çarparak kırılan dalgaların gürültüsü daha belirgin olarak Dantes’in kulağına geliyordu.
“Hava kötü!” dedi taşıyıcılardan biri, “bu gece denizde olmak iyi bir şey değil.”
“Evet, rahip ıslanmak gibi büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacak,” dedi öbürü; kahkahayla güldüler.
Dantes şakayı pek iyi anlamadı ama yine de saçları başının üstünde diken diken oldu.
“Tamam, işte geldik!” dedi birincisi.
“Daha uzağa, daha uzağa,” dedi öbürü, “biliyorsun sonuncusu yarı yolda kalıp kayaların üstünde parçalandı, müdür bey de ertesi gün bize miskin olduğumuzu söyledi.”
Hep yokuş yukarı çıkarak dört beş adım daha gittiler, sonra Dantes başından ve ayaklarından yakalanıp sallandığını hissetti.
“Bir,” dedi mezarcılar.
“İki.”
“Üç!”
Aynı anda Dantes, yaralı bir kuş gibi gökleri kat ederek, yüreğini donduran bir korkuyla sürekli düşerek büyük bir boşluğun içine atıldığını hissetti. Hızlı uçuşunu daha da çabuklaştıran ağır bir şey tarafından aşağı doğru çekilse de bu düşüş ona bir asır sürmüş gibi geldi. Sonunda korkunç bir gürültüyle ok gibi buzlu suya girdi ve bir çığlık attı, çığlığı aynı anda suya gömüldü.
Dantes ayaklarına bağlanmış otuz altılık bir gülle ile, kendisini dibine çeken denize fırlatılmıştı.
Deniz İf Şatosu’nun mezarlığıdır.
Sf: 177
Akdeniz denen bu büyük gölün çevresinde konuşulan tüm dilleri biraz biliyordu; Arapçadan Provence ağzına kadar; bu onu her zaman sıkıcı kimi zaman da boşboğaz insanlar olan çevirmenlerden kurtararak; insanlarla iletişimde büyük kolaylık sağlıyordu.
Sf: 180
Darbeyi alınca Yunan filozof gibi şöyle demişti: “Acı, sen kötülük değilsin.”
Demek ki dünya, ne doktor Panglos’un gördüğü kadar iyi, ne de Dantes’in gördüğü kadar kötüydü.
Sf: 181
Ama bu dünyada bazı tehlikeleri göze almak gerekiyordu.
Hapishane Edmond’u ihtiyatlı yapmıştı, hiçbir şeyi tehlikeye atmak istemiyordu.
Sf: 183
Akşam oldu, akşamla birlikte hareket hazırlıkları da yapıldı. Bu hazırlıklar Dantes’in huzursuzluğunu saklaması için bir yoldu. Yavaş yavaş arkadaşları üzerinde geminin sahibiymiş gibi bir etki yapmaya başlamıştı; emirleri her zaman açık, kesin ve yerine getirilmesi kolay olduğu için arkadaşları onun istediklerini sadece çabucak değil aynı zamanda zevkle yerine getiriyorlardı.
Yaşlı denizci onun dilediğince davranmasına izin veriyordu: o da Dantes’in diğer tayfalara, hattâ kendine karşı üstünlüğünü kabul etmişti. Genç adamı kendi doğal ardılı gibi görüyordu ve Edmond’u büyük bir anlaşmayla bağlamak için bir kızı olmadığına hayıflanıyordu.
Sf: 184
Dantes herkesin yatabileceğini, kendisinin dümenin sorumluluğunu alacağım bildirdi.
Maltalı’nın –Dantes’e böyle deniyordu– böyle bir açıklama yapması yeterliydi, herkes sakin sakin yatmaya gidebilirdi.
Bu ara sıra oluyordu: yalnızlığa bir türlü kavuşamayan Dantes, zaman zaman büyük bir yalnızlık ihtiyacı duyuyordu. Oysa gecenin karanlığı, sonsuzluğun sessizliği içinde Tanrı’nın gözü önünde denizde tek başına yol alan bir geminin hem sonsuz hem şiirsel yalnızlığından daha büyük hangi yalnızlık olabilirdi?
Akşam saat beşe doğru ada tümüyle ortaya çıktı. Havadaki, batmakta olan güneşin yaydığı ışığa özgü duruluk sayesinde en küçük bir ayrıntı bile fark ediliyordu.
Edmond parlak pembeden laciverte kadar alacakaranlığın tüm renklerini aksettiren bu kaya kütlesine yiyecek gibi bakıyordu; zaman zaman yüzünü ateş basıyor, alnı kıpkırmızı oluyor, gözlerinden kızıl bir bulut geçiyordu.
Sf: 189
Ne olduğunu bilmediği, korkuya benzer bir duygu vardı içinde: bu, çölde bile olsa, üzerimizde meraklı bakışların dolaştığı duygusu veren gündüz saatlerinin yarattığı güvensizlik duygusuydu.
Sf: 191
Umutla ferahladıktan sonra rahat bir soluk alan yürek, buz gibi gerçekle karşılaşıp, onun içinde hapsolursa kırılır!
Sf: 195
Bu kez kasılmış iki elini yerinden fırlayacakmış gibi çarpan kalbinin üstüne bastırarak ve sadece Tanrı’nın anlayabileceği bir dua mırıldanarak dizlerinin üstüne düştü.
Az sonra kendini daha sakin ve giderek daha mutlu hissetti, çünkü ancak bu saatten sonra büyük mutluluğuna inanmaya başlıyordu.
Sf: 196
Gerçekten de şimdi işe yaramaz hâzineyi bekleyen ejderha gibi bu altın ve elmasları seyrederek ve Monte Kristo’da kalarak zaman geçirmenin hiç sırası değildi. Şimdi yaşama, insanların arasına dönmek, bu dünyada insan varlığının yararlanabileceği ilk ve en büyük güç olan zenginliğin toplum içinde sağlayacağı bir yer, etki ve erk elde etmek gerekiyordu.
Sf: 197
Dantes şaşılacak bir biçimde işin üstesinden geldi; dümenin yardımıyla ve hiç dümenden ayrılma gereksinimi duymadan gemisine istediği tüm manevraları yaptırdı; gemi verilen en küçük hızı yerine getirmeye hazır zeki bir insan gibiydi ve Dantes Cenovalıların dünyanın bir numaralı gemi yapımcıları olarak ünlerini hak ettiklerini kabul etti.
Sf: 199
İki genç, yüzünde hiçbir kıpırtı olmadan yanaklarından iri gözyaşları dökülen bu sert yüzlü adama şaşkınlıkla bakıyorlardı. Ama her acı yanında kendine saygıyı da getirdiği için yabancıya hiç soru sormadılar; sadece rahatça ağlayabilmesi için arkaya çekildiler, Dantes ayrılırken, istediği zaman gelebileceğini, fakirhanelerinin ona her zaman açık olduğunu söyleyerek onu uğurladılar.
İrili ufaklı tüm bu ağaçlar, Provence’ın üç afetinden biri olan karayelin estiği yönde doğal olarak eğilip bükülür; bildiğiniz ya da bilmediğiniz gibi öbür ikisi Durance ve Parlement’dır.
Sf: 210
Sf: 272


Sf: 953
Kış yaklaşıyordu: eskiden evini bekleme odalarından giyinme odalarına kadar ısıtan bin kollu kaloriferi olan Mercedes’in, bu soğuk ve çıplak odada yakacağı yoktu; eskiden yaşadığı daire ateş pahasına çiçeklerle doldurulmuş sıcak bir sera olan Mercedes’in, şimdi küçük bir çiçeği bile yoktu!
Coşku neredeyse bir tür kendinden geçmedir ve insanı dünyadaki nesnelere karşı duyarsız kılar.
Sf: 958
“Sağ olun mösyö,” dedi Albert gülümseyerek, “ama bu felaketin ortasında kimseden yardım istemeyecek kadar zengin kaldık; Paris’i terk ediyoruz ve yol paramız ödendikten sonra elimizde beş bin frank kalıyor.”
Cüzdanında bir milyon olan Debray’nin yüzü kıpkırmızı oldu; bu hesaplı adamın yapısı ne kadar az şiirsel olsa da, biraz önce bu evde iki kadın olduğunu, bu kadınlardan, onuru haklı olarak kırılmış birinin mantosunun kıvrımları arasında bir buçuk milyon frankla fakir olarak gittiğini; onuru haksız olarak kırılmış, ama felaketinin ortasında soyluluğunu koruyan İkincisinin ise birkaç kuruşla kendini zengin gördüğünü düşünmekten kendini alamadı.
Sf: 969
“Size kayınbabam Mösyö de Saint-Meran’ı, kaynanamı, Barrois’yı ve kızım Valentine’i öldürmek için kullandığınız zehiri nereye sakladığınızı soruyorum,” diye devam etti Villefort son derece sakin bir sesle.
“Ah! Mösyö,” diye haykırdı Madam de Villefort ellerini kavuşturarak, “siz neler söylüyorsunuz?”
“Size düşen bana soru sormak değil, yanıt vermek.”
Sf: 970
“Biliyorum… biliyorum,” dedi Villefort, “itiraf ediyorsunuz, ama itiraf yargıçlara yapılır, itiraf son anda yapılır, itiraf artık inkar edilemediği zaman yapılır, bu itiraf suçluya verilen cezayı hiçbir biçimde azaltmaz.”
Sf: 975
Madam de Villefort burada değil? Onu görmekten çok mutlu olacaktım; bu kadını çok seviyorum.”
“Ben ise nefret ediyorum,” dedi Château-Renaud.
“Neden?”
“Bilmiyorum. İnsan neden sever? Neden nefret eder? Ben ona karşı antipati duyduğum için nefret ediyorum.”
“Ya da her zamanki gibi içgüdüleriniz nedeniyle.”
Sf: 984
Katil bile olsa, zavallı bir insan, ölüme mahkum edildiği sırada orada bulunanlar tarafından ender olarak hakarete uğrar.
İnsanların içgüdüleriyle kavradıkları, ama akıllarıyla açıklayamadıkları durumlar vardır..
Sf: 992
“Siz gitmeden sayın kontum,” dedi Julie, “size şunu söylememe izin verin…”
“Madam,” diye karşılık verdi kont onun ellerini tutarak, “bana tüm söyleyecekleriniz hiçbir zaman gözlerinizde okuduğum, sizin yüreğinizden geçen, benim yüreğimin hissettiği şeylerden daha değerli değildir. Romanlardaki iyilikseverler gibi sizi bir kez daha görmeden gitmeliydim, ama bu erdem benim tüm güçlerimin üstündeydi, çünkü ben zayıf ve kendini beğenmiş bir adamım, çünkü benzerlerimin nemli, sevinçli ve yumuşak bakışları bana iyi geliyor. Şimdi gidiyorum ve bencilliğimi size şunları söylemeye kadar vardırıyorum: ‘beni unutmayın dostlarım, çünkü büyük bir olasılıkla beni bir daha hiç görmeyeceksiniz.”
Sf: 995
“Aman Tanrım!” diye bağırdı Morrel, “Yanılmıyorum! Şapkasıyla selam veren bu genç adam, üniformalı bu genç adam Albert de Morcerf!”
“Evet,” dedi Monte Kristo, “onu fark etmiştim.”
“Nasıl fark ettiniz? Siz karşı yöne bakıyordunuz.”
Kont, yanıt vermek istemediği zaman yaptığı gibi, gülümsedi.
Sf: 998
Ama şunu da gururla söylemeliyim Mercedes, Tanrının bana ihtiyacı vardı ve ben yaşadım.
Sf: 1001
113 Geçmiş
Kont, artık hiçbir biçimde asla göremeyeceği Mercedes’i bıraktığı evden derin bir üzüntü içinde çıktı.
Küçük Edouard’ın ölümünden beri Monte Kristo’da büyük bir değişiklik olmuştu. İzlediği ağır ve dolambaçlı yolla intikamının doruğuna gelince, dağın öte yanında kuşku uçurumunu görmüştü.
Dahası da vardı: Mercedes ile biraz önce yaptığı konuşma kalbinde o kadar çok anıyı uyandırmıştı ki, bu anılarla bile savaşması gerekiyordu.
Kontun yapısında bir erkek, sıradan insanları görünüşte onlara bir özgünlük vererek yaşatabilen, ama üstün ruhları öldüren bu hüznün içinde uzun zaman sürüklenemezdi. Neredeyse kendini kınayacağı noktaya geldiğinde hesaplarında bir yanlışlık olması gerektiğini düşündü.
“Geçmişi yanlış anlıyorum,” dedi, “böyle yanılmış olamam.
“Hay Allah!” diye devam etti, “kendime saptadığım amaç saçma bir amaç mıydı? Yoksa on yıldır yanlış yolda mıydım? Hay Allah! Bir mimarın tüm umutlarını bağladığı yapıtın, olanaksız değilse de en azından kutsallığa saygısızlık yapıtı olduğunu kanıtlaması için bir saat yeter!
“Bu düşünceye alışmak istemiyorum, bu beni deli eder. Bugünkü düşünme biçimimde eksik olan şey, geçmişin tam olarak değerlendirilmesi, çünkü ben bu geçmişi ufkun öbür ucundan gözümde canlandırıyorum. Gerçekten de ilerledikçe, ortasından yürüdüğümüz manzaraya benzeyen geçmiş, biz uzaklaştıkça siliniyor. Düşlerinde yaralanan insanların başına gelen benim de başıma geliyor, onlar, yaralarını görür ve hissederler ve sonra yaralandıklarını anımsamazlar.
“Haydi bakalım yeniden canlanan insan; haydi, zengin serseri; haydi uyanan uykucu; haydi güçlü kaçık; haydi yenilmez milyoner, bir an için bu sefil ve aç yaşamın öldürücü bakış açısından bak; yazgının seni ittiği, felaketin seni götürdüğü, umutsuzluğun seni ele geçirdiği yollardan bir daha geç; Monte Kristo’nun Dantes’e baktığı bu aynanın camları üzerinde bugün bir sürü elmas, altın ve mutluluk parlıyor; bu elmasları sakla, bu altını kirlet, parıltıları sil; zengin, fakiri bulsun, özgür, tutukluyu, dirilen, kadavrayı.”
Sf: 1002
Yol eskiden Dantes’e daha uzun gelmişti. Monte Kristo yolu daha kısa buldu; her kürek darbesi, denizin nemli tozlarıyla birlikte binlerce düşünce ve anıyı da fışkırtıyordu.
Temmuz devriminden bu yana İf Şatosu’nda artık tutuklu kalmamıştı; kaçakçılık yapılmasını engellemeye yönelik bir karakol buranın tek nöbetçisiydi; bir kapıcı şimdi bir merak anıtı olmuş bu korku anıtım meraklılara göstermek için kapıda bekliyordu.
Yine de tüm bu ayrıntıları bilmesine karşın kemerin altına girdiğinde, siyah merdiveni indiğinde, görmek istediği hücrelere götürüldüğünde, soğuk bir solukluk yüzünü kapladı, buz gibi bir ter alnından yüreğine kadar indi.
Kont, Restorasyon zamanından kalmış eski bir kayıt memurunun hâlâ olup olmadığını sordu; hepsi emekli olmuşlar ya da başka görevlere geçmişlerdi.
Sf: 1003
Onu gezdiren kapıcı sadece 1830’dan beri buradaydı.
Onu kendi hücresine götürdü.
Dar hava deliğinden sızan soluk ışığı yeniden gördü; artık kaldırılmış olan yatağın durduğu yeri, yatağın arkasında, kapanmış olmasına karşın yeni taşlarıyla hâlâ fark edilen, Rahip Faria’nın açtığı deliği yeniden gördü.
Monte Kristo bacaklarımın güçsüzleştiğini hissetti; tahta bir tabure aldı ve üstüne oturdu.
“Bu şato hakkında Mirabeau’nun hapsediliş öyküsü dışında başka öyküler de anlatılıyor mu?” diye sordu kont; “canlı bir insanı kapattıklarına inanmakta zorluk çekilen bu iç karartıcı barınaklarla ilgili bir söylence var mı?”
“Evet, mösyö,” dedi kapıcı, “kayıt memuru Antoine bana şu hücre ile ilgili bir söylenceden söz etmişti.”
Monte Kristo ürperdi. Bu kayıt memuru Antoine onun kayıt memuruydu. Adını ve yüzünü neredeyse unutmuştu, ama adı söylenince onu olduğu gibi, sakalının çevrelediği yüzüyle, kahverengi ceketi ve şıngırtılarını hâlâ duyar gibi olduğu anahtar tomarıyla gözünün önüne getirdi.
Kont geri döndü ve kapıcının ellerinde parlayan meşalenin ışığı ile daha da koyulaşan koridorun karanlığında onu görür gibi oldu.
“Mösyö bunu anlatmamı isterler mi?” diye sordu kapıcı.
“Evet,” dedi Monte Kristo, “anlatın.”
Ve kendi öyküsünün anlatıldığını duymaktan ürkmüş, kalbinin şiddetli atışlarını bastırmak için elini göğsüne koymuştu.
“Anlatın,” diye yineledi.
“Bundan çok uzun zaman önce bu hücrede bir tutuklu yaşamıştı,” dedi kapıcı, “görünüşe bakılırsa çok güçlü bir adamdı, güçlü olduğu kadar da becerikliydi, onunla aynı zamanlarda bu şatoda başka bir adam daha yaşıyordu, ama o kötü biri değildi, zavallı deli bir rahipti.”
“Ah! Evet, deli,” diye yineledi Monte Kristo; “deliliği neydi?”
“Onu özgür bırakacak olana milyonlar vereceğini söylüyordu.”
Monte Kristo gözlerini gökyüzüne kaldırdı, ama gökyüzünü göremedi: gökkubbe ile arasında taştan bir perde vardı. Rahip Faria’nın hâzinelerini sunduğu insanların gözleri ile onlara sunduğu hazineler arasında da bundan daha az kaim olmayan bir perde olduğunu düşündü.
“Tutuklular birbirlerini görebiliyorlar mıydı?” diye sordu Monte Kristo.
“Ah! Flayır mösyö, bu kesinlikle yasaktı; ama onlar bir hücreden öbürüne giden bir yeraltı geçidi kazarak bu yasağı deldiler.”
“Bu yeraltı geçidini iki tutukludan hangisi kazdı?”
“Ah! Elbette genç adam,” dedi kapıcı; “genç adam becerikli ve güçlüydü, oysa zavallı rahip yaşlı ve zayıftı; zaten bir şey düşünebilmek için aklı biraz fazla karışıktı.”
“Körler!…” diye mırıldandı Monte Kristo.
Sf: 1004
“Ne olursa olsun,” diye devam etti kapıcı, “genç adam yeraltı geçidini kazdı ama ne ile? Bu konuda hiçbir şey bilinmiyor; ama kazdı, kamtı da izlerin hâlâ ortada olması; bakın, görüyor musunuz?”
Ve meşaleyi duvara yaklaştırdı.
“Ah! Evet doğru,” dedi kont heyecandan boğuklaşan bir sesle.
“Bundan iki tutuklunun bağlantılı oldukları sonucu çıkıyor. Bu bağlantı ne kadar sürdü? Hiç bilinmiyor. Bir gün yaşlı tutuklu hastalandı ve öldü. Gencin ne yaptığını düşünebiliyor musunuz?” dedi kapıcı sözünü yarıda bırakarak.
“Söyleyin.”
“Ölüyü aldı, yüzü duvara dönük olarak kendi yatağına yatırdı, sonra boş hücreye geri geldi, deliği kapadı ve ölünün torbasına girdi. Hiç böyle bir şey gördünüz mü?”
Monte Kristo gözlerini kapadı ve hâlâ cesedin yaydığı soğukluğun izlerini taşıyan kaba kumaş yüzüne değdiğinde duyduğu tüm duyguları yeniden hissetti.
Kayıt memuru devam etti:
“Tasarladığının ne olduğunu anlıyor musunuz? O ölülerin İf Şatosu’na gömüldüklerini sanıyordu ve tutuklular için cenaze harcamalarının yapılmadığını umduğu için toprağı omuzlarıyla yukarı kaldırmayı hesaplıyordu, ama ne yazık ki şatoda onun tasarısını altüst edecek bir uygulama vardı: ölüler gömülmüyordu; onları, ayaklarına bir gülle bağlayıp denize atıyorlardı ve öyle de yaptılar. Adamımız yeraltı geçidinin üstünden suya atıldı; ertesi gün gerçek ölü öbürünün yatağında bulundu ve her şey tahmin edildi, çünkü ölü gömücüler o zamana kadar söylemeye cesaret edemedikleri şeyi söylediler, ölü bedeni boşluğa attıkları anda korkunç bir çığlık duyduklarını, bu çığlığın attıkları adamın suda kaybolduğu anda kesildiğini anlattılar.”
Kont zorlukla soluk aldı, alnından ter boşanıyordu, sıkıntıdan yüreği sıkışıyordu. “Hayır!” diye mırıldandı, “Hayır! Duyduğum bu kuşku unutuşun başlangıcıydı, ama burada yürek yeniden oyuluyor ve intikama susamaya başlıyor.”
“Ya tutuklu,” diye sordu, “ondan bir daha, söz edildiğini duydular mı?”
“Hiçbir zaman, asla; anlıyorsunuz ya, iki şık var, ya karın üstü düştü ve elli ayak yüksekten düştüğüne göre hemen öldü.”
“Ayaklarına bir gülle bağlandığını söylemiştiniz: ayak üstü düşmüş olmalı.”
“Ya da ayak üstü düştü,” dedi kapıcı, “o zaman güllenin ağırlığı onu dibe sürüklemiş ve zavallı adam orada kalmış olmalı.”
“Ona acıyor musunuz?”
“İnanın evet, ne yapmış olursa olsun.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Bu zavallının, zamanında Bonapartçılık nedeniyle tutuklanmış bir deniz subayı olduğu konusunda söylentiler dolaşıyordu.”
“Ey gerçek,” diye mırıldandı kont, “Tanrı seni dalgaların ve alevlerin üstünde yüzmen için yarattı. Böylece zavallı denizci birkaç anlatıcının anısında yaşıyor; bir ocağın köşesinde korkunç öyküsünü anlatıyorlar ve denizin derinliklerine gömülmek için boşluğu yardığı anda ürperiyorlar.”
Sf: 1005
“Adını hiç öğrenemediler mi?” diye sordu kont yüksek sesle.
“Ah! Evet,” dedi gardiyan, “Neydi o? Ha, o sadece 34 numara olarak biliniyordu.””Villefort! Villefort!” diye mırıldandı Monte Kristo, “benim hayalim uykularını kaçırdığında birçok kez yinelemiş olman gereken şey işte bu.”
“Mösyö gezmeye devam etmek istiyor mu?” diye sordu kapıcı.
“Evet, özellikle zavallı rahibin odasını bana gösterebilirseniz.”
“Ah! 27 numara mı?”
“Evet, 27 numara,” diye yineledi Monte Kristo.
Rahip Faria’ya adını sorduğunda, onun duvarın arkasından bağırarak bu numarayı söyleyen sesini duyar gibi oldu.
“Gelin.”
“Bekleyin,” dedi Monte Kristo, “bu hücrenin her köşesine son bir kez bakmak istiyorum.”
“Bu iyi,” dedi rehber, “çünkü öbür hücrenin anahtarım unutmuşum.”
“Haydi gidip alın.”
“Size meşalemi bırakıyorum.”
“Hayır, onu alm.”
“Ama ışıksız kalacaksınız.”
“Ben geceleri de görürüm.”
“Bakın hele, onun gibi.”
“O kim?”
“34 Numara. Söylenenlere göre o, karanlığa o kadar alışıkmış ki hücresinin en karanlık köşesindeki bir toplu iğneyi görürmüş.”
“Bunu başarabilmesi için on yılını vermesi gerekti,” diye mırıldandı kont.
Rehber meşalesini alarak uzaklaştı.
Kont doğru söylemişti: daha karanlıkta kalalı birkaç saniye olmuştu ki, her şeyi gün ışığında olduğu gibi görmeye başladı.
O zaman çevresine baktı ve o zaman gerçekten hücresini iyice gördü.
“İşte, üzerine oturduğum taş!” dedi, “işte duvarın içinde çukur açan omuzlarımın izi! İşte alnımı duvara vurup kırmak istediğim gün alnımdan akan kanın izi! Ah! Bu rakamlar… bunları anımsıyorum… bu rakamları canlı bulup bulamayacağımı öğrenmek için babamın yaşını hesaplarken, özgür bulup bulamayacağımı öğrenmek için Mercedes’in yaşını hesaplarken yapmıştım… Bu hesabı yaptıktan sonra bir an umutlanmıştım… Açlığı ve sadakatsizliği hesaba katmamıştım!”
Ve kontun ağzından acı bir gülüş çıktı. Bir düşteymiş gibi babasının mezara konduğunu, Mercedes’in nikah masasına doğru yürüdüğünü görüyordu.
Duvarın öteki yüzünde bir yazı gözüne çarptı. Yazı yeşilimsi duvarın üstünde hâlâ beyaz kalmıştı ve belli oluyordu.
“TANRIM!” diye okudu Monte Kristo, “AKLIMI KORU!”
Sf: 1006
“Ah, evet!” diye haykırdı, “işte son günlerimin tek duası. Artık özgürlük istemiyordum, aklımı istiyordum, çıldırmaktan ve unutmaktan korkuyordum. Tanrım! Aklımı benden almadınız ve anımsadım. Şükürler olsun Tanrım, şükürler olsun!”
O anda meşalenin ışığı duvarlara düştü; rehber aşağı iniyordu.
Monte Kristo onu karşılamaya gitti.
“Beni izleyin,” dedi rehber.
Gün ışığına çıkmaya gerek kalmadan onu başka bir girişe götüren bir yeraltı koridoruna götürdü.
Orada Monte Kristo’yu binlerce düşünce sardı.
Gözüne ilk çarpan şey duvarın üstüne çizilmiş meridyen oldu, Rahip Faria bunun yardımıyla saatleri hesaplıyordu, sonra zavallı tutuklunun üzerinde öldüğü yataktan kalanları gördü.
Bunu görünce kontun kendi hücresinde duyduğu iç sıkıntısı yerine tatlı ve yumuşak bir duygu, bir minnettarlık duygusu içini sardı ve iki damla gözyaşı gözlerinden süzüldü.
“İşte deli rahip buradaydı,” dedi rehber, “genç adam onun yanına şuradan geliyordu.” Monte Kristo’ya yeraltı geçidinin bu tarafta açık kalmış girişini gösterdi. “Bir bilgin” diye devam etti, “taşın renginden, iki tutuklunun yaklaşık on yıl birbirlerini gördüklerini anladı. Zavallı insanlar bu on yıl boyunca iyice sıkılmış olmalılar.”
Dantes cebinden birkaç Louis altını aldı ve ikinci kez onu tanımadan ona acıyan bu adama uzattı.
Kapıcı birkaç kuruş bozuk para sanarak bunları kabul etti, ama meşalenin ışığında ziyaretçinin ona verdiği paranın değerini fark etti.
“Mösyö,” dedi, “yanıldınız.”
“Nasıl yanıldım?”
“Bana verdiğiniz altın.”
“Biliyorum.”
“Nasıl! Biliyor musunuz?”
“Evet.”
“Bana bu altım vermek mi istiyorsunuz?”
“Evet.”
“Ve ben de onları rahatça alabilir miyim?”
“Evet.”
Kapıcı Monte Kristo’ya şaşkınlıkla baktı.
“Ve dürüstçe,” dedi kont Hamlet gibi.
“Mösyö,” dedi kapıcı mutluluğuna inanmakta güçlük çekerek, “mösyö, cömertliğinizi anlayamıyorum.”
“Yine de bunu anlamak kolay dostum,” dedi kont: “ben denizciydim ve öykünüz beni başkalarından daha çok etkiledi.”
“O zaman mösyö,” dedi rehber, “bu kadar cömert olduğunuza göre, benim de size bir şey vermem gerekiyor.”
Sf: 1007
“Bana verecek neyin var dostum? Deniz kabuklan mı, hasır işleri mi? Sağol.”
“Hayır, onlar değil mösyö, onlar değil; biraz önceki öyküyle ilgili bir şey.”
“Sahi mi!” diye haykırdı kont canlanarak, “neymiş o?”
“Dinleyin,” dedi kapıcı, “bakın neler oldu: kendi kendime: ‘bir tutuklunun on beş yıl kaldığı bir odada her zaman bir şey bulunur,’ dedim ve duvarlan araştırmaya başladım.”
“Ah!” diye haykırdı Monte Kristo rahibin iki gizli yerini anımsayarak.
“A”Araya araya,” diye devam etti kapıcı, “yatağın başucunda ve şöminenin ocak yerinde boşluk olduğunu keşfettim.”
“Evet,” dedi Monte Kristo, “evet.”
“Taşları kaldırdım ve ne buldum?…”
“Bir ip merdiven ve aletler mi?” diye haykırdı kont.
“Bunu nereden biliyorsunuz?” diye sordu kapıcı şaşırarak.
“Bilmiyorum, tahmin ediyorum,” dedi kont; “tutukluların gizli yerlerinde genellikle bu tür şeyler bulunur.”
“Evet mösyö,” dedi rehber, “bir ip merdiven ve aletler.”
“Onlar hâlâ sende mi?”
“Hayır mösyö, ziyaretçilerin çok ilgisini çeken bazı eşyaları sattım, ama elimde başka bir şey var.”
“Ne var?” diye sordu kont sabırsızlıkla.
“Elimde ince kumaştan şeritler üzerine yazılmış bir tür kitap kaldı.”
“Ah!” diye haykırdı Monte Kristo, “elinde bu kitap mı kaldı?”
“Bunun bir kitap olup olmadığını bilmiyorum,” dedi kapıcı, “ama elimde size söylediğim şey kaldı.”
“Git onu bana getir, haydi,” dedi kont, “ve eğer bu benim tahmin ettiğim şey ise, rahat ol.”
“Getiriyorum mösyö.”
Ve rehber dışarı çıktı.
O zaman Dantes, ölümün onun için bir sunak haline getirdiği bu yatağın kalıntılarının önünde büyük bir sevgi ve saygıyla diz çöktü.
“Ah! İkinci babam,” dedi, “bana özgürlüğü, bilgiyi, zenginliği veren sen; bizlerden çok daha üstün bir doğaya sahip insanlardan olan sen, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu biliyordun, eğer mezarın derinliklerinde yeryüzünde kalan insanların sesiyle ürperen bizlerden bir şeyler kaldıysa, eğer ölü bedenin uğradığı değişiklikte canlı bir şeyler çok sevdiğimiz ya da çok acı çektiğimiz yerlerde dolaşıyorsa, soylu yürek, ulu yaratık, derin ruh, bana gösterdiğin baba sevgisi, benim de sana duyduğum oğul saygısı adına sana yalvarıyorum, bir sözcükle, bir işaretle, herhangi bir açıklama ile, inanca dönüşmemişse pişmanlığa dönüşecek bu kuşkuyu benden al.”
Kont başını eğdi, ellerini kavuşturdu.
“Bakın mösyö,” dedi bir ses arkasından.
Monte Kristo ürperdi ve geri döndü.
Sf: 1007
Kapıcı ona, Rahip Faria’nın, üstünde tüm bilgi hâzinelerini açıkladığı ince kumaştan şeritleri uzatıyordu. Bu el yazması, Rahip Faria’nın, İtalya’da krallık konusundaki büyük yapıtıydı.
Kont aceleyle bunu eline aldı, gözleri önce kitabın başındaki yazılara kaydı, okudu:
Ejderhanın dişlerini sökeceksin, aslanları ayağınla çiğneyeceksin, dedi Tanrı.
“Ah!” diye haykırdı, “işte yanıt! Teşekkür ederim babacığım, teşekkür ederim.”
Cebinden içinde her biri bin franklık on kağıt para bulunan küçük bir cüzdan çıkararak:
“Bak!” dedi, “Bu cüzdanı al.”
“Bunu bana mı veriyorsunuz?”
“Evet, ama içine ben gittikten sonra bakman koşuluyla.”
Bulduğu ve kendisi için en zengin hâzinelerden daha değerli olan kutsal kalıntıyı göğsüne yerleştirerek kendini toprak altından dışarı attı, kayığa bindi:
“Marsilya’ya!” dedi.
Sonra gözlerini karanlık hapishaneye dikerek uzaklaşırken:
“Lanet olsun, beni bu karanlık hapishaneye kapatan ve oraya kapatıldığımı unutanlara,” dedi.
Sf 1009
“Zavallı insanlığın övünçlerinden biridir bu, herkes kendini yanında inleyen ve ağlayan bir başkasından daha mutsuz sanır.”
“Dünyada sevdiği ve istediği tek varlığı yitiren bir insandan daha mutsuz ne olabilir?”
“Dinleyin Morrel,” dedi Monte Kristo, “ve bir an aklınızı size anlatacaklarıma verin. Sizin gibi tüm mutluluk umutlarını bir kadına bağlamış bir adam tamdım. Bu adam gençti, sevdiği yaşlı bir babası, taptığı bir nişanlısı vardı; tam onunla evleneceği sırada birden yazgının, Tanrının kendi iyiliği hakkında kuşku uyandıran oyunlarından biri –ki daha sonra her şeyin onun için Tanrının sonsuz birliğine giden bir yol olduğunu işaret ederek kendini gösterdi– ondan özgürlüğünü, nişanlısını, düşlediği ve kendinin sandığı geleceği aldı –kör olduğun için sadece bugünü okuyabiliyordu– ve onu bir hücrenin dibine attı.”
“Ah!” dedi Morrel, “bir hücreden sekiz gün, bir ay ya da bir yıl sonra çıkılır.”
“O orada on dört yıl kaldı Morrel,” dedi kont elini genç adamın omuzuna koyarak. Maximilien ürperdi.
“On dört yıl!” diye mırıldandı.
“On dört yıl,” diye yineledi kont; “onun da bu on dört yıl boyunca umutsuzluk anları oldu; o da kendini sizin gibi insanların en mutsuzu sanarak kendini öldürmek istedi.”
“Ne oldu?” diye sordu Morrel.
“Ne mi oldu? Ölüm anında Tanrı ona insan aracılığıyla göründü; çünkü Tanrı hiç mucize yaratmaz; ilk önce belki Tanrının bu sonsuz merhametini anlamadı –çünkü göz yaşlarıyla kapanmış gözlerin tümüyle açılması için zaman gerek– ama sonunda sabretti ve bekledi. Bir gün mucize gibi mezarından çıktı, değişmişti, güçlüydü, neredeyse Tanrı gibiydi; ilk çığlığı babası için oldu: babası ölmüştü!”
“Benim de babam öldü,” dedi Morrel.
“Evet, ama babanız sizin kollarınızda, sevilerek, mutlu, onurlu, zengin ve ileri yaşta öldü; onun babası yoksul, umutsuz, Tanrıdan kuşku duyarak öldü; ölümünden on yıl sonra oğlu mezarım aradı, mezarı bile kaybolmuştu, kimse ona: ‘seni bu kadar sevmiş olan kalp Tanrının kollarında burada yatıyor,’ diyemedi.””Ah!” dedi Morrel.
“Yani o sizden daha mutsuz bir oğuldu Morrel, çünkü o babasının mezarını nerede bulacağını bile bilmiyordu.”
“Ama ona hiç olmazsa sevdiği kadın kalmıştı,” dedi Morrel.
“Yanılıyorsunuz Morrel, bu kadın…”
Sf:1010
“Ölmüş müydü?” diye haykırdı Morrel.
“Bundan daha kötüsü: o sadık kalmamıştı; nişanlısına işkence edenlerden biri ile evlenmişti. Bu adamın sizden daha mutsuz bir âşık olduğunu görüyorsunuz Morrel!”
“Bu adama Tanrı avunacak bir şey verdi mi?”
“Ona en azından dinginlik verdi.”
“Bu adam bir gün mutlu olabilecek mi?”
“Bunu umut ediyor Maximilien.”
Genç adam başım onun göğsüne bıraktı.
“Sözümü tutacağım,” dedi bir an sessizlikten sonra elini Monte Kristo’ya uzatarak: “sadece hatırlayın…”
“5 Ekim’de sizi Monte Kristo Adası’nda bekleyeceğim Morrel. Ayın 4’ünde bir yat sizi Bastia limanında bekleyecek; bu yatın adı Eurus; sizi bana getirecek olan kaptana adınızı vereceksiniz. Söz değil mi Maximilien?”
“Söz, kont, söylediğiniz şeyi yapacağım, ama unutmayın ki 5 Ekim’de…”
“Bir erkeğin sözünün ne olduğunu henüz bilmeyen çocuk… O gün hâlâ ölmek isterseniz, size yardım edeceğimi yirmi kez söyledim Morrel. Hoşçakalın.”
“Beni bırakıyor musunuz?”
“Evet, İtalya’da yapılacak işim var; sizi tek başınıza, mutsuzlukla savaşmak için tek başınıza, Tanrının, seçkin kullarını ayaklarının dibine getirmesi için gönderdiği, güçlü kanatları olan kartalın karşısında tek başınıza bırakıyorum; Ganymedes’in öyküsü bir fabl değildir Maximilien, bir alegoridir.”
“Ne zaman gidiyorsunuz?”
“Hemen şimdi; buharlı gemi beni bekliyor, bir saat sonra sizden çok uzaklarda olacağım; limana kadar benimle gelir misiniz Morrel?”
“Emrinizdeyim kont.”Sarılın bana.”
Morrel limana kadar kontla birlikte gitti; büyük bir sorguca benzeyen duman, onu gökyüzüne salan siyah borudan çıkmaya başlamıştı bile. Az sonra gemi hareket etti, bir saat sonra, Monte Kristo’nun dediği gibi beyazımsı dumandan sorguç, gecenin ilk sisleriyle kararmış zar zor görünen doğu ufkunda izler bırakıyordu.
Sf: 1015
Danglars, on dakika Paris’te yalnız kalan karısını, on dakika da Matmazel d’Armilly ile dünyayı dolaşan kızını düşündü; başka bir on dakika alacaklılarını ve onların parasını nasıl kullanacağını düşündü, sonra düşünecek bir şey kalmayınca gözlerini kapadı ve uyudu.
Zaman zaman araba daha fazla sarsıldığında Danglars bir an gözlerini açıyordu; o zaman kendini, koşarken taş kesilmiş granit devlere benzeyen kırık su kemerlerinin her tarafa saçıldığı Roma kırlarında, hep aynı hızla gidiyormuş gibi hissediyordu. Ama gece soğuk, karanlık, yağışlıydı ve koltuğuna gömülmüş, gözleri kapalı, yarı yarıya uyuşmuş olarak oturmak, “non capisco” demekten başka bir şey bilmeyen arabacıya nerede olduklarını sormak için, başını arabanın kapısından çıkarmaktan iyiydi.
Danglars, kendi kendine konaklama yerinde nasılsa uyanacağım söyleyerek, uyumaya devam etti.
Araba durdu; Danglars sonunda bu kadar çok istediği amacına ulaştığını düşündü.
Gözlerini açtı, bir kentin ortasında ya da en azından bir kasabada olduklarını düşünerek camdan dışarı baktı, ama tek başına kalmış bir yıkıntıdan ve gölge gibi gidip gelen üç dört adamdan başka bir şey görmedi.
Danglars bir an vardiyasını tamamlayan arabacının yol parasını istemek için gelmesini bekledi; bu fırsattan yararlanarak yeni sürücüden bazı bilgiler almayı hesaplıyordu, ama kimse yolcudan para istemeye gelmeden atlar koşumdan çıkarılmış ve yerine başkaları koşulmuştu. Şaşıran Danglars arabanın kapısını açtı, ama güçlü bir el kapıyı itti ve araba hareket etti.
İyice şaşıran baron tam olarak uyandı.
“Hey!” dedi arabacıya, “Hey! Mio Caro!”
Bu yine kızı Prens Cavalcanti ile düet yaparken aklında kalan romans İtalyancasıydı.
Ama, mio car o hiç yanıt vermedi.
Sf: 1016
Danglars pencereyi açmakla yetindi.
“Hey! Dostum! Nereye gidiyoruz?” dedi başını pencerenin açıklığından dışarı çıkararak.
“Derıtro la testa!” diye bağırdı ciddi ve buyurgan bir ses, tehdit edici bir hareketle.
Danglars dentro la testa’nın “başınızı içeri sokun” demek olduğunu anladı. Gördüğünüz gibi İtalyancası çabuk ilerliyordu.
Biraz kaygılı, isteneni yaptı; dakikalar geçtikçe bu kaygı arttığı için, bir süre sonra yola çıktığı sırada söylediğimiz gibi rahat olan ve uyumasını sağlayan kafası, bir yolcunun, özellikle Danglars’ın durumunda olan bir yolcunun dikkatini uyanık tutan birbirinden önemli bir sürü düşünceyle doldu.
Gözleri karanlığın içinde önceleri büyük telaşını açığa vuran o kurnaz bakışla doldu; daha sonra alıştığı için sakinleşti, insanlar korku duymadan önce doğru görürler, korkarken çift görürler, korktuktan sonra bulanık görürler.
Sf: 1017
Danglars iki tehlike arasında kalmış ve korkunun cesaret verdiği her insan gibi söyleneni yaptı.
Sf: 1020
Danglars’ın bir Breguet başyapıtı olan ve bir gün önce yola çıkmadan özenle kurduğu saati sabahın beş buçuğunu çaldı. O olmasaydı, hücreye gün ışığı girmediği için, Danglars tümüyle zamandan habersiz kalacaktı.
Sf: 1021
O sırada gardiyanı, bir canavar olmadığını kanıtlamak ister gibi hücre kapısının karşısına oturdu, heybesinden siyah ekmek, soğan ve peynir çıkardı ve hemen oburcasına yemeye başladı.
“Böyle pislikleri nasıl olup da yiyebildiklerini anlıyorsam Arap olayım,” dedi Danglars kapının aralıklarından haydutun öğle yemeğine bir göz atınca.
Gidip kendisine birinci nöbetçinin rakı kokusunu anımsatan keçi derilerinin üstüne oturdu.
Ama Danglars boşuna bekliyordu, doğanın sırları anlaşılmazdır, en kaba maddelerin aç midelere gönderdiği bazı maddesel çağrıların anlamı .vardır. Danglars birden midesinin o anda bomboş olduğunu hissetti: nöbetçiyi daha az çirkin, ekmeği daha az siyah, peyniri daha taze gördü.
Ama vahşilerin korkunç besini olan çiğ soğanlar ona, “Mösyö Deniseau, bana bugün basit bir yemek hazırlayın,” dediğinde aşçısının hazırladığı bazı Robert soslarını ve harika bir biçimde yaptığı soğanlı et yahnilerini anımsattı.
Sf: 1026
116 Bağışlama
Ertesi gün Danglars yine acıktı; bu mağaranın havası hiç de iştah açıcı değildi; tutuklu o gün artık hiçbir harcama yapmayacağını sandı: tutumlu bir adam olarak pilicinin yarısını ve ekmeğinin bir parçasım hücresinin bir köşesine saklamıştı.
Ama insan acıkmasa da susar: işte bunu hesaplamamıştı.
Dili damağına yapışmcaya kadar susuzlukla savaştı.
Sonunda içini saran ateşe dayanamayıp seslendi.
Nöbetçi kapıyı açtı; bu yeni bir yüzdü.
Eski tanıdığıyla iş yapmanın onun için daha iyi olacağını düşündü. Peppino’yu çağırdı. “İşte geldim Ekselans,” dedi haydut, Danglars’a iyi bir belirti gibi gelen bir acelecilikle ortaya çıkarak, “ne istiyorsunuz?”
“Bir şey içmek,” dedi tutuklu.
“Ekselans,” dedi Peppino, “Roma civarında şarabın fiyatın içinde olmadığını biliyorsunuz.”
“O zaman bana su verin,” dedi Danglars çizmesini parlatmaya çalışarak.
“Ah! Ekselans, su şaraptan daha zor bulunuyor; o kadar büyük bir kuraklık oldu ki!”
“Anlaşılan yeniden başlıyoruz,” dedi Danglars.
Zavallı, şaka yapıyormuş gibi görünmek için gülümserken, şakaklarının terden sırılsıklam olduğunu hissediyordu.
“Haydi dostum,” dedi Danglars, Peppino’nun aldırmaz bir tavırla durduğunu görerek, “sizden bir bardak şarap istiyorum, beni geri mi çeviriyorsunuz?”
“Size daha önce de söyledim Ekselans,” diye yanıt verdi Peppino ciddi bir biçimde, “perakende satmıyoruz.”
“O zaman bana bir şişe şarap verin.”
“Hangisinden?”
“En ucuzundan.”
“Hepsinin fiyatı aynıdır.”
“Kaça?”
“Şişesi yirmi beş bin frank.”
“Ne diyorsunuz!” diye haykırdı Danglars acıyla, ancak Harpagon bunun insan sesinin hangi perdesinden çıktığını saptayabilirdi, “benim derimi mi yüzmek istiyorsunuz?
Sf: 1027
Bu beni parça parça yemekten daha kolay galiba.”
“Olabilir,” dedi Peppino, “belki de efendimizin niyeti budur.”
“Efendiniz mi? O da kim?”
“Sizi önceki gün yanına götürdüğümüz kişi.”
“Nerede?”
“Burada.”
“Onu görmem gerek.”
“Bu kolay.”
Bir saniye sonra Luigi Vampa, Danglars’ın karşısındaydı.
“Beni mi çağırdınız?” diye sordu tutukluya.
“Beni buraya getirenlerin reisi siz misiniz mösyö?”
“Evet Ekselans.”
“Benden haraç olarak ne istiyorsunuz?”
“Sadece üzerinizdeki beş milyonu.”
Danglars korkunç bir krampın yüreğini sıktığını hissetti.
“Dünyada elimde kalan sadece bu mösyö, büyük bir servetin kalıntısı bu para: onu benden alacağınıza canımı alın daha iyi.”
“Kan dökmemiz yasak Ekselans.”
“Bunu size kim yasakladı?”
“Boyun eğdiğimiz kişi.”
“Siz birine boyun eğiyor musunuz?”
“Evet, bir şefe.”
“Ben sizin şef olduğunuzu sanıyordum.”
“Ben bu adamların şefiyim, ama bir başkası da benim şefim.”
“Bu şef de birine boyun eğiyor mu?”
“Evet.”
“Kime?”
“Tanrıya.”
Danglars bir an düşündü.
“Sizi anlayamıyorum,” dedi.
“Olabilir.”
“Bana böyle davranmanızı size bu şef mi söyledi?”
“Evet.”
“Amacı nedir?”
“Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum.”
“Ama param bitecek.”
“Olabilir.”
“Haydi,” dedi Danglars, “bir milyon ister misiniz?”
“Hayır.”
“İki milyon?”
Sf: 1028
“Hayır.”
“Üç milyon?… Dört?… Haydi haydi dört olsun mu? Beni bırakmanız koşuluyla bunu size veririm.”
“Neden bize beş milyon değerindeki bir şey için dört milyon veriyorsunuz?” dedi Vampa; “bu
tefecilik sinyor bankacı, ya da ben bir şey bilmiyorum.”
“Hepsini alın! Hepsini alın diyorum size!” diye haykırdı Danglars, “öldürün beni!”
“Haydi haydi, sakin olun Ekselans, sinirleneceksiniz, bu da günde bir milyonluk yemek yemek için iştahınızı kabartacak, tüh, daha tutumlu olun!”
“Ya size ödeyecek param kalmadığında ne olacak?”
“O zaman aç kalacaksınız.”
“Aç mı kalacağım?” dedi Danglars benzi atarak.
“Olabilir,” diye yanıt verdi Vampa soğukkanlılıkla.
“Ama beni öldürmek istemediğinizi söylememiş miydiniz?”
“Bu aynı şey değil.”
“Pekala! Sefiller!” diye haykırdı Danglars, “Sizin iğrenç hesaplarınızı altüst edeceğim, ölmekse ölmek, bunun hemen olmasını ne kadar isterdim; bana acı çektirin, işkence edin bana, öldürün, ama artık benden imza alamayacaksınız!”
“Nasıl isterseniz Ekselans,” dedi Vampa.
Ve hücreden çıktı.
Danglars kükreyerek kendini keçi postlarının üstüne attı.
Bu adamlar kimlerdi? Bu görünmeyen şef kimdi? Onunla ilgili ne gibi tasarıları vardı? Herkes kendini kurtarırken neden sadece o bunu yapamıyordu?
Ah! Kuşkusuz ölüm, şiddetli ve çabuk bir ölüm, ondan anlaşılmaz bir intikam almak istiyor gibi görünen zorlu düşmanlarını aldatmak için iyi bir yoldu.
Evet, ama ölmek!
Danglars, uzun meslek hayatı boyunca belki de ilk kez hem onu isteyip hem ondan korkarak ölümü düşünüyordu; ama artık insanların içinde yaşayan ve kalbin her atışında ona “Öleceksin!” diyen acımasız hayaleti görmekten vazgeçmenin zamanı gelmişti.
Danglars, avın canlandırdığı, sonra umutsuzluğa düşürdüğü, sonra da umutsuz kala kala kimi zaman kurtulmayı başaran vahşi hayvanlara benziyordu.
Danglars kaçmayı düşündü:
Ama duvarlar da kayaydı; hücrenin dışına giden tek çıkışta bir adam kitap okuyordu, bu adamın arkasında silahlı gölgelerin gelip geçtiği görülüyordu.
İmza atmama kararı iki gün sürdü, sonra yiyecek istedi ve bir milyon verdi.
Ona harika bir yemek getirdiler ve bir milyonunu aldılar.
Ondan sonra zavallı tutuklunun yaşamı sürekli saçmalıklarla geçti. O kadar acı çekmişti ki, artık acı çekme tehlikesiyle karşı karşıya kalmak istemiyordu ve istenen her şeye razı oluyordu; on ikinci günün sonunda, bir öğleden sonra, servetinin doruğunda olduğu günlerdeki gibi iyi bir akşam yemeği yedikten sonra hesaplarını yaptı ve hamiline ödenmek üzere verdiği onca senetten sonra kendisine sadece elli bin frank kaldığını fark etti.
Sf: 1040
“Ah! Valentine, onu sevip sevmediğimi soruyor! Valentine, ona Maximilien’i sevip sevmediğini söyle!”
Kont göğsünün ferahladığını, kalbinin rahatladığını hissetti; kollarını açtı, Haydee bir çığlık atarak onun kollarına atıldı.
“Ah! Evet, seni seviyorum!” dedi, “seni babamı, erkek kardeşimi, kocamı sever gibi seviyorum! Seni hayatı sever gibi seviyorum, Tanrıyı sever gibi seviyorum, çünkü sen benim için en güzelsin, en iyisin, insanların en büyüğüsün!”
“Öyleyse, her şey senin istediğin gibi olsun sevgili meleğim!” dedi kont; “karşıma düşmanlarımı çıkaran, onları yenmemi sağlayan Tanrı, anlıyorum ki zaferimin sonunda bana pişmanlık duyurmak istemiyor; ben kendimi cezalandırmak istiyordum, Tanrı beni bağışlamak istiyor. Sev beni öyleyse Haydee! Kimbilir? Aşkın belki de bana unutmak istediklerimi unutturur.”
“Ama sen neler söylüyorsun efendim?” diye sordu genç kız.
“Senin bir tek sözünün bana, benim yirmi yıllık bilgilerimden daha fazla ışık tuttuğunu söylüyorum Haydee; dünyada artık senden başka kimsem yok Haydee; seninle hayata bağlanıyorum, seninle acı çekebilir, seninle mutlu olabilirim.”
“Onu duyuyor musun Valentine?” diye haykırdı Haydee; “benimle, onun için hayatımı vereceğim halde, benimle acı çekebileceğini söylüyor!”
Kont bir an derin düşüncelere daldı.
“Gerçeği görebildim mi?” dedi, “Ah Tanrım! Ne önemi var! Ödül ya da ceza, bu yazgıyı kabul ediyorum. Gel Haydee, gel…”
Ve kolunu Haydee’nin beline doladı, Valentine’in elini sıktı ve gitti.
Yaklaşık bir saat geçti, bu sırada Valentine, soluk almadan, ses çıkarmadan, gözlerini Morrel’e dikerek onun yanında bekledi. Sonunda onun kalbinin attığını hissetti, belli belirsiz bir soluk dudaklarını araladı, yaşama dönüşü haber veren bu hafif ürperti genç adamın tüm bedenini dolaştı.
Sonunda gözlerini yeniden açtı, ama önce sabit ve duyarsız gibiydi bu gözler, sonra gözleri kesin ve gerçek olarak görmeye başladı, kesin ve gerçek görme; görme ile birlikte duygu, duyguyla birlikte acı.
“Ah!” diye haykırdı umutsuz bir sesle, “hâlâ yaşıyorum! Kont beni aldattı!”
Elini masaya doğru uzattı ve bir bıçak yakaladı.
“Dostum,” dedi Valentine o harika gülüşüyle, “uyan haydi ve bana bak.”
Morrel büyük bir çığlık attı, sayıklayarak, kuşkuyla dolu, olağanüstü bir şey görmüş gibi şaşkın, dizlerinin üstüne düştü…
Ertesi gün, güneş yeni doğarken Morrel ve Valentine kol kola deniz kıyısında geziniyorlardı. Valentine Morrel’e Monte Kristo’nun nasıl birdenbire odasında belirdiğini, olanların sırrını nasıl anlattığını, kendi eliyle kendini nasıl zehirlettiğini, son olarak da, herkesi onun öldüğüne inandırarak, onu mucize gibi nasıl ölümden kurtardığını anlattı.
Mağaranın kapısını açık bulmuşlar ve dışarı çıkmışlardı; gökyüzü sabahın maviliği içinde gecenin son yıldızlarını aydınlatıyordu.
Sf: 1042
O zaman Morrel bir kaya kümesinin gölgesinde, gelmek için işaret bekleyen bir adam gördü; adamı Valentine’e gösterdi.
“Ah! Bu Jacopo,” dedi Valentine, “yatın kaptanı.”
Ve bir işaretle onu yanlarına çağırdı.
“Bize bir şey mi söylemek istiyordunuz?” diye sordu Maximilien.
“Size konttan bir mektup vardı.”
“Konttan mı?” diye mırıldandı iki genç.
“Evet, okuyun.”
Morrel mektubu açtı ve okudu:
Sevgili Maximilien,
Koyda sizin için bir filika var. Jacopo sizi Livomo’ya götürecek, orada Valentine sizinle evlenmeden önce onu dualarıyla uğurlamak isteyen Mösyö Noirtier torununu bekliyor. Bu mağarada olan her şey, dostum, Champs-Elysees’deki evim ve Treport’daki küçük şatom, Edmond Dantes’in, patronu Morrel’in oğluna düğün armağanıdır. Matmazel de Villefort lütfen bunların yarısını alsın, çünkü ona çıldıran babasından ve geçen eylül üvey annesiyle birlikte ölen kardeşinden kalan tüm serveti, Paris’teki yoksullara vermesini rica ediyorum.
Yaşamınızda hep yanınızda olacak olan meleğe, ara sıra, kendisini Şeytan gibi bir an için Tanrı’ya denk sanan, ama sonra bir Hristiyanın tüm alçak gönüllüğü ile yüce gücün ve sonsuz bilgeliğin sadece Tanrının elinde olduğunu kabul eden bir adam için dua etmesini söyleyin. Bu dualar belki onun yüreğinin derinliklerindeki pişmanlıkları hafifletecektir.
Size gelince Morrel, size karşı davranışımdaki tüm sırrı açıklıyorum: bu dünyada ne mutluluk vardır, ne de mutsuzluk, sadece bir durumun öbürüyle kıyaslanması vardır, hepsi bu. Sonsuz mutluluğu hissetmeyi sağlayan da sonsuz acıyı çektiren de sadece budur, yaşamanın ne kadar güzel olduğunu öğrenebilmek için ölmeyi istemiş olmak gerekir Maximilien.
Bu nedenle yaşayın ve mutlu olun yüreğimle sevdiğim çocuklarım ve Tanrı insana geleceğini açıklamaya karar vereceği güne kadar tüm insan bilgeliğinin şu iki sözcükte saklı olduğunu hiç unutmayın:
Beklemek ve umut etmek!
Dostunuz, Edmond Dantes,
Monte Kristo Kontu
Babasının çıldırdığını, erkek kardeşinin öldüğünü, bilmediği bu ölümü ve bu çıldırmayı ona öğreten mektubun okunuşu sırasında Valentine sarardı, göğsünden acı bir inleme yükseldi, sessiz durmaktan daha az dokunaklı olmayan gözyaşıları yanaklarından süzüldü; mutluluğu ona pahalıya mal olmuştu.
Morrel çevresine kaygıyla baktı.
Sf: 1042
“Ama,” dedi, “kont cömertliğini abartıyor; Valentine benim küçük servetimle yetinecekti. Kont nerede dostum? Beni ona götürün.”
Jacopo elini ufka doğru uzattı.
“Ne! Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu Valentine. “Kont nerede? Haydee nerede?”
“Bakın,” dedi Jacopo.
İki gencin gözleri denizcinin işaret ettiği noktaya takıldı. Ufukta Akdeniz göğünü denizden ayıran koyu mavi çizgi üzerinde iri bir martının kanadı gibi büyük beyaz bir yelkenli gördüler.
“Gitti!” diye haykırdı Morrel, “Gitti! Elveda dostum, babam!”
“Gitti!” diye mırıldandı Valentine, “Elveda dostum, elveda kız kardeşim!”
“Bir daha onları görüp göremeyeceğimizi kim bilir?” dedi Morrel bir damla gözyaşını silerek.
“Dostum,” dedi Valentine, “kont biraz önce bize insan bilgeliğinin tümüyle şu iki sözcükte saklı olduğunu söylemedi mi?
“Beklemek ve umut etmek!”
Dumas klask romanın kilometre taşlarından biri olan bu yapıtında, Doğu’ya, klasik mitolojiye ve insan psikolojisine duyduğu tutkulu ilgili coşkun bir anlatıda, ustalıklı diliyle harmanlıyor.
“Dumas bir sanat zirvesiydi…. Hiç kimse Dumas’nın romanları ve oyunlarından daha iyisini yapamadı yapmadı ya da yapamayacak.” – George Bernard Shaw
Doktrin: “Tüm sınırlamalar kişiyi mutlu kılar. Görme, etki ve temas alanımız ne denli dar ise o denli mutlu oluruz; ne denli geniş ise o denli sıklıkta kendimizi azap içinde ya da ürkütülmüş duyumsarız. Çünkü bu alanla birlikte kaygılar, istekler, ürkünç şeyler de çoğalır ve büyür…” – Arthur Schopenhauer
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (76)
- ★★★★★ şaheser (25)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- hayat kanunları (18)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (381)
- röportaj (3)
- tefrika (19)