Hayatı boyunca tiyatro oyunu ve kitaplarını topladığımızda 100.000 sayfayı bulan eşsiz yazar Alexandre Dumas ağbimizi okuduktan sonra en beyendiğim ilk 3 kitap listesi de altüst oldu:
1. Monte Cristo Kontu – Alexandre Dumas
2. Tek Yol – Aziz Nesin
3. Charles Bukowski – Kadınlar


Sf: 15
Dantés bir hareket yaptı. “Bunu senin için söylemiyorum oğlum; sana ödünç para verdim sen de onu bana geri ödedin; iyi komşular arasında olur böyle şeyler, ödeştik.”
“Borcumuz olanlarla hiçbir zaman ödeşemeyiz, çünkü onlara para olarak hiç borcumuz kalmasa bile minnet borcumuz vardır.”
Sf: 21
Fernand duygusuz kalakaldı; Mercédés’in yanaklarından aşağı süzülen gözyaşlarını silmeye çalışmadı; oysa bu gözyaşlarından her biri için kanından bir bardak vermeye hazırdı; ama bu yaşlar bir başkası için akıyordu.
Sf: 26
“Mutlu olmak için hep acelemiz vardır Mösyö Danglars, çünkü insan uzun zaman acı çekerse, mutluluğa bir türlü inanmaz. Beni böyle davranmaya iten sadece bencillik değil: Paris’e gitmem gerekiyor.
Sf: 36
“Beni korkuya salan da işte bu,” dedi Dantés, “bence insan bu kadar kolayca mutlu olmak için yaratılmadı! Mutluluk, büyülü adalarda kapılarını ejderhaların beklediği saraylar gibidir. Onu elde etmek için savaşmak gerekir ve doğrusu ben, Mercédés’in kocası olma mutluluğunu hak etmek için ne yaptığımı bilmiyorum.”
Sf: 37
Herkes bir ağızdan konuşmaya başlamıştı, kimse karşısındakinin ona söylediği şeye yanıt vermeye çalışmıyor, sadece kendi düşünceleriyle ilgileniyordu.
Sf: 42
“Bunu size biraz sonra söyleyeceğim Danglars; Mösyö de Villefort ile görüşmeye ve ondan tutuklu için yardım istemeye çalışacağım. Onun ateşli bir kralcı olduğunu biliyorum, ama Allah kahretsin, her ne kadar kralcı ve krallık savcısı da, o olsa, o da insan ve ben onun kötü biri olduğunu sanmıyorum.”
Sf: 47
Ben hiç ağır ceza mahkemesi görmedim, bunun çok ilginç olduğunu söylüyorlar.”
“Gerçekten de çok ilginçtir matmazel,” dedi savcı yardımcısı; “bu yapay bir trajedi değil, gerçek bir dramdır; yapmacık acılar yerine gerçek acılar vardır. Orada gördüğünüz süngüsü düşmüş adam evine dönmek, ailesi ile yemek yemek ve yeni bir güne başlamak üzere sakin yatağına yatmak yerine, içinde cellat olan bir hapishaneye girecektir.”
“Daha ciddi olunamaz matmazel,” dedi genç savcı yardımcısı, dudaklarında bir gülümsemeyle. “Matmazelin merakını gidermek, benimde kendi tutkumu doyurmak için istediğimiz bu dava ile durum ancak daha kötüleşebilir. Napoléon’un düşmanın üzerine gözü kapalı gitmeye alışmış tüm askerleri kurşun sıkarken ya da ellerinde süngüyle yürürlerken düşünürler mi sanıyorsunuz? Kişisel düşmanları saydıkları insanları öldürürlerken, hiç görmedikleri bir Rus, bir Avusturyalıyı ya da bir Macarı öldürmek için düşündüklerinden daha mı fazla düşüneceklerdir? Zaten gerekli olan da bu, görüyorsunuz; bu olmasa bizim mesleğimizin hiçbir varoluş nedeni de kalmaz. Ben bir sanığın gözlerinde bir öfke parıltısı gördüğümde kendimi daha cesur hissediyorum, kendimden geçiyorum: bu artık bir dava olmaktan çıkıyor bir kavgaya dönüşüyor, ona karşı savaşıyorum, o karşılık veriyor, en dozu artırıyorum ve kavga tüm kavgalarda olduğu gibi ya bir yengi ya da bir yenilgi ile sona eriyor. İşte dava açmak budur! Tehlike güzel konuşmayı doğurur. Ben konuştuktan sonra bana gülümseyen bir sanık kötü konuştuğumu, inandırıcı olmadığımı, yetersiz kaldığımızı düşündürür bana. Krallık savcı yardımcısı sanığın suçluluğuna inanmışsa, onun kanıtların ağırlığı ve konuşmanın çarpıcılığı karşısında sararıp solduğunu, dize geldiğini gördüğünde duyacağı gurur duygusunu düşünün. Bu baş eğilecek ve düşecektir”
Sf: 55
Gerçekten de neredeyse çocuk denebilecek bu sade, doğal, asla bulunmaz bir açık yürekliliğe sahip genç adam mutlu olduğu ve mutluluk kötüleri bile iyi yaptığı için herkese karşı sevgi doluydu.
Sf: 61
Dantés odasına getirildiğinde saat dördü bulmuştu. Daha önce de söylediğimiz gibi günlerden 1 Mart’tı; tutuklu geçmeden kendini gecenin ortasında buldu.
O zaman, görme duyusu azalınca işitme duyusu güçlendi: özgür bırakılacağına inandığı için, ona kadar gelen en küçük gürültüde hızla yerinden kalkıyor ve kapıya doğru bir adım atıyordu; ama daha sonra gürültü azalarak başka bir yöne doğru gidiyordu ve Dantés de taburesinin üstüne çöküyordu.
Sf: 62
Açık havaya çıktığında tutuklunun yaptığı ilk hareket bir mutluluk hareketi olmuştu. Hava özgürlük demekti. Gecenin ve denizin bilinmeyen kokularını taşıyan bu canlı esintiyi derin derin soludu.
Sf: 63
Karanlıklara ve boşluğa alışkın denizci gözüyle gecenin karanlığını delmeye çalışarak, düşünceli ve sessiz bekledi.
Sf: 67
Özellikle bir düşünce onu yerinden sıçratıyor; o da şuydu: Kendisini götürdükleri yeri bilmeden yaptığı deniz yolculuğu sırasında sessiz ve sakin kalmıştı, oysa on kez denize atlayabilir, suya dalar dalmaz da, yüzmedeki ustalığı sayesinde, onu Marsilya’nın en usta dalgıçlarından biri yapan bu alışkanlığı sayesinde suda kaybolabilir, gardiyanlarının elinden kurtulabilir, kıyıya çıkabilir kaçabilir, ıssız bir köyde saklanabilir, bir Ceneviz ya da Katalan gemisini bekleyebilir, İtalya ya da İspanya’ya gidebilir, oradan Mercedes’e yanına gelmesini yazabilirdi Yaşamına gelince, hiçbir ülkede bundan yana bir kaygısı olmazdı: Her yerde iyi denizcilere rastlamak zordu; bir Toscanalı gibi İtalyanca, bir Castilla la Vieja çocuğu gibi İspanyolca konuşuyordu; Mercedes ve babasıyla özgür ve mutlu yaşardı, çünkü babası da onun yanına gelirdi; oysa şimdi babasına ne olduğunu, Mercedes’e ne olduğunu bilmeyen, If Şatosu’na, bu aşılmaz hapishaneye kapatılmış bir tutukluydu ve tüm bunlar Villefort’un sözüne inandığı için olmuştu: B insanı çıldırtan bir şeydi.
Sf: 72
Kimi zaman oturup düşüncelere dalıyor, kimi zaman da demir kafese kapatılmış vahşi bir hayvanın yaptığı gibi hapishanesinin içinde dönüp duruyordu. Ama acı böyle kolayca geriye itilemez. Virgilius’un sözünü ettiği ölümcül çizgi gibi yaralı insan onu kendisiyle birlikte götürür.
Sf: 74
Ama bulunduğu ruh hali içinde duygularını bastırmak için iki şişe çok azdı; başka şarap almaya gitmek için çok fazla sarhoş, sarhoşluğun anılarını yok etmesi için ise yeterince sarhoş olmayan Caderousse.
Sf: 86
“Garip şey!” diye sürdürdü kral, kızgın bir hareketle, “polis, ‘bir cinayet işlendi’ dediği zaman her şeyi söylediğini, ‘suçluların izi üzerindeyiz’ diye eklediğinde de her şeyi yaptığını sanıyor.”
Sf: 91
“Kral! Ben onu, politikada cinayet olmadığını anlayacak kadar filozof sanırdım. Politikada, sevgili oğlum, benim kadar siz de bilirsiniz ki insanlar yoktur düşünceler vardır; duygular yoktur, çıkarlar vardır; politikada bir adam öldürülmez, bir engel ortada kaldırılır, işte hepsi bu.
Sf: 92
“Gerçekten de,” diye yanıt verdi Villefort, babasına şaşkınlıkla bakarak, gerçekten de iyi bilgi toplamışsınız.”
“Eh! Doğrusu her şey çok basit; sizin gibi erki elinde tutanların sadece paranın sağladığı olanakları vardır; bizim gibi erki bekleyenlerinse, özverinin sağladığı olanakları vardır.”
Sf: 94
Noirtier, bu kadar zor bir görüşme süresince bir an bile bırakmadığı sakinliği ile çıktı gitti.
Oda hizmetçisini çağırdı, bir bakışıyla onun binlerce soru sormasını engelledi.
Sf: 102
Gerçekten de müfettiş birbiri arkasından odaları, hücreleri, zindanları geziyordu. Bir çok tutuklu sorguya çekildi: bunlar yumuşaklıkları ya da budalalıkları nedeniyle yönetimin hoşgörüsünü kazanmış olanlardı; müfettiş nasıl beslendiklerini ve isteklerinin neler olduğu sordu.
Hepsi de yiyeceklerin iğrenç olduğunu ve özgürlüklerini istediklerini söylediler.
Bunun üzerine müfettiş onlara söyleyecek başka bir şeyleri olup olmadığını sordu.
Başlarını salladılar. Tutuklular özgürlükten başka ne isteyebilirler ki?
Müfettiş gülümseyerek hapishane müdürüne döndü ve şöyle dedi: “Bize neden bu gereksiz ziyareti yaptıklarını bilmiyorum Bir tutuklu gören yüz tutuklu görmüş demektir; bir tutukluyu dinleyen bir tutukluyu dinlemiş demektir; her zaman aynı şey: kötü yiyorlar ve suçsuzlar. Başka tutuklu var mı?
Sf: 111
Sonunda gururunun en üst noktasından aşağı düştü, Tanrı’ya değil insanlara yalvarıyordu henüz; Tanrı son çaredir. Önce Tanrı’dan yardım dilemesi gereken bir zavallı, tüm diğer umutlarını yitirdikten sonra ondan medet umma noktasına gelir ancak.
Dantés, kendisini hücresinden çıkarıp daha karanlık ve daha kuytu başka bir hücreye koymalarını rica etti. Değişiklik, daha kötü de olsa değişiklikti ve Dantés’e birkaç günlük oyalanma sağlayacaktı. Ona açık hava ve dolaşma hakkı, kitap ve alet vermeleri için yalvardı. Bunlardan hiçbiri ona verilmedi; ama hiç önemi yoktu, o istemeye devam etti. Eski gardiyanından daha sessiz de olsa, sanki olabilirmiş gibi, yeni gardiyan ile konuşmaya alışmıştı; ama biriyle konuşmak, bir dilsizle bile olsa, hala bir zevkti Dantés kendi sesini duymak için konuşuyordu: yalnızken konuşmayı denemişti, ama bu onu korkutuyordu.
Ne kadar sert bir görüntü de çizse, gardiyanın içinde her zaman biraz insanlık kalır.
Sf: 118
Tutuklu, gittikçe daha ağırlaşarak art arda akıp gitmiş, umutla, umutsuzlukla ve dualarla yitirmiş olduğu uzun saatleri bu işe harcamamış olmaktan pişmanlık duydu.
Sf: 120
Ne ödemi vardı, işini bırakması için bu neden olamazdı; eğer komşusu ona gelmiyorsa o komşusuna giderdi.
“Aynı anda hem Tanrı’dan hem de umutsuzluktan söz eden de kim?” diye bir ses duyuldu: bu ses yerin altından geliyormuş gibiydi ve ses geçirmezlik yüzünden boğuk çıkması, genç adamda mezardan geliyormuş duygusu uyandırdı.
Edmond başının üstünde saçlarının diken diken olduğunu hissetti ve dizlerinin üstünde geriledi.
“Ah” diye mırıldandı, “bir insanın konuştuğunu duyuyorum.”
Dört ya da beş yıldır Edmond sadece gardiyanın konuştuğunu duymuştu ve tutuklu için gardiyan bir insan değildir: meşe ağacından kapısına eklenmiş canlı bir kapıdır; demir parmaklıklara eklenmiş etten bir parmaklıktır.
Sf: 122
Ondan sonra Dantés kendini tümüyle mutluluğa bıraktı; artık kesinlikle yalnız olmayacaktı, hatta belki de özgür olacaktı; eğer tutuklu olarak kalırsa, bir arkadaşının olması, kötünün iyisi demekti, çünkü paylaşılmış bir tutukluluk artık sadece yarı tutukluluktur.
Sf: 126
“XVIII. Louis, XVI. Louis’nin kardeşi! Tanrı’nın uyrukları garip ve inanılmaz. Tanrı yükselttiği adamı alçaltarak, alçalttığı adamı yükselterek ne yapmak istiyor?
Sf: 128
Genç adam hiçbir zaman kaçmayı düşünmemişti. Bazı şeyler öylesine olanaksız görünür ki bunları denemeyi bile düşünmez insan ve içgüdüsel olarak bunlardan kaçınır. Toprağın altını elli ayak kazmak, eğer başarıya ulaşılırsa denize dik inen bir uçuruma ulaşmak için bu işe üç yıl emek harcamak; elli, altmış, belki de yüz ayak yükseklikten düşerken eğer nöbetçilerin kurşunları sizi daha önce öldürmemişse kafa üstü kayalara çakılarak parçalanmak için kendinizi aşağı atmak; eğer tüm bu tehlikelerden kurtulabilmişseniz bir fersah yüzmek zorunda olmak, bütün bunlar yazgıya boyun eğmemek için fazlaydı ve Dantés’in yazgıya boyun eğmeyi neredeyse ölüme kadar götürdüğünü gördük.
Genç adam bir an düşündü.
“Sizin aradığınız şeyi buldum,” dedi yaşlı  adama.
Faria ürperdi.
“Siz mi?” dedi, eğer Dantés doğruyu söylüyorsa arkadaşının yılgınlığının uzun sürmeyeceğini gösteren bir biçimde başını kaldırarak; “siz bakalım ne buldunuz?”
“Hücrenizden buraya gelmek için kazdığınız koridor dış geçitle aynı yönde ilerliyor değil mi?”
“Evet.”
“Bu koridor oradan sadece on beş adım kadar uzaklıkta olmalı değil mi?”
“En fazla”
“Pekala! koridorun ortasına doğru bir haçın kolu biçiminde bir yol kazalım. Bu kez ölçülerinizi iyi alırsınız. Dış geçidin sonuna varırız. Nöbetçiyi öldürürüz ve kaçarız. Bu planın başarıya ulaşması için sadece cesaret gerek, bu sizde var; güç kuvvet ise bende eksik değil. Sabırdan söz etmiyorum, siz sizinkini kanıtladınız,  ben de kendiminkini kanıtlayacağım.”
“Bir dakika,” diye yanıt verdi rahip; “sevgili dostum, siz benim nasıl bir cesarete sahip olduğumu ve gücümü nasıl kullandığımı daha bilmiyorsunuz. Sabra gelince her sabah akşamın işine, her akşam da sabahın işine başlarken yeteri kadar sabırlı olduğumu sanıyorum Bu nedenle beni iyi dinleyin delikanlı, suçsuzken tutuklanmış bir kulunu kurtararak Tanrı’ya hizmet ediyormuşum gibi geliyordu.”
Sf: 129
“Pekala!” diye sordu Dantes, “durum şimdi aynı noktada değil mi?
Bana rastladığınızdan beri kendinizi suçlu görmeye mi başladınız? Söyleyin.”
“Hayır, ama suçlu haline gelmek istemiyorum. Bu zamana kadar sadece cansızlarla işim vardı, oysa şimdi siz bana insanlarla işimiz olacağını söylüyorsunuz. Bir duvarı delebilir, bir merdiveni çökertebilirim, ama bir insanın göğsünü delemem, bir canlıyı yok edemem.”
Dantes şaşırmış gibi hafif bir hareket yaptı.
“Nasıl,” dedi “özgür kalabilecekken böyle bir titizlik mi sizi alıkoyacak?”
“Ama, ya siz,” dedi Faria, “neden bir gece masanın ayağı ile gardiyanınızın başına vurup öldürmediniz, giysilerini giyip kaçmayı denemediniz?”
“Çünkü böyle bir şey hiç aklıma gelmedi,” dedi Dantes.
“Böyle bir cinayet için içinizde büyük bir korku, hiç düşünmediğiniz büyük bir  korku duyduğunuz için aklınıza gelmedi,” dedi yaşlı adam; “çünkü basit ve izin verilen şeyler için doğal isteklerimiz doğru çizgimizden sapmamamız konusunda bizi uyarır. Doğası gereği kan döken kaplanın -ki bu onun yaşam biçimidir, görevidir- sadece bir şeye gereksinimi vardır bu da koku alma duyusunun ona erişebileceği yerde bir av olduğunu haber vermesidir. Kaplan hemen bu ava doğru sıçrar, üstüne çıkar ve onu parçalar. Bu onun içgüdüsüdür, ona boyun eğer. Ama insan tam tersine, kandan iğrenir; cinayetten iğrenen hiç de toplumsal yasalar değildir, doğa yasalarıdır.”
Dantes’in kafası karışmıştı: bu aslında o farkında olmadan aklında ya da daha doğrusu ruhunda olup bitenlerin açıklamasıydı çünkü bazı düşünceler akıldan, bazılarıysa, yürekten gelir.
Sf: 130
“Evet, bildiğim sözcüklerle bir sözcük dağarcığı oluşturdum, onları düşüncelerimi dile getirmeme yetebilecek biçimde evirdim çevirdim, düzenledim, sıraladım. Aşağı yukarı bin sözcük biliyorum, sözlüklerde sanırım yüz bin sözcük olmasına karşın, gerektiğinde bu sözcük sayısı bana yeter. Akıcı konuşamayacağım, ama derdimi çok iyi anlatabileceğim, bu da benim için yeterli.”
Sf:134
“Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu rahip gülümseyerek ve Dantes’in kafasının dalgınlığını son derece büyük bir hayranlığa yorarak. “Öncelikle şunu; ulaştığınız amaca varabilmek için harcamanız gereken büyük zekayı düşünüyorum da, özgür olsaydınız neler yapardınız kim bilir?”
“Belki de hiçbir şey: zekamın geri kalanı değersiz işlerle uçup gitti. İnsan zekasının içine gizlenmiş bazı gizemli hâzineleri açığa çıkarmak için mutsuzluk gerek; barutu patlatmak için basınç gerek. Tutukluluk, benim dağılmış tüm yeteneklerimi bir tek noktada topladı; daracık bir boşlukta birbirlerine çarptılar; biliyorsunuz bulutların çarpışmasından elektrik doğar, elektrikten şimşek, şimşekten de ışık.”

“Hayır, ben hiçbir şey bilmiyorum,” dedi Dantes, cahilliğinden utanarak; “ağzınızdan çıkan sözlerin bir kısmı benim için anlamsız sözler; siz bu kadar bilgili olduğunuz için mutlu olmalısınız!”

Sf: 135
“Hadi ama,” dedi rahip, gizli bölmeyi kapatıp, yatağını yerine iterek, “öykünüzü bana anlatın öyleyse.” Dantes, bir kez Hindistan’a, iki ya da üç kez Levant’a yaptığı yolculuklarla sınırlı öyküsünü anlattı; sonra son deniz seferine, Kaptan Leclere’in ölümüne, onun büyük mareşal için kendisine verdiği mektuba, büyük mareşalle görüşmesine, mareşalin verdiği, Mösyö Noirtier’ye yazılmış mektuba geldi sıra; daha sonra da Marsilya’ya varışına, babası ile görüşmesine, Mercedes ile olan aşklarına, nişan yemeğine, tutuklanışına, sorgusuna, adalet sarayındaki geçici tutukluluğuna, en son da İf Şatosu’ndaki kesin tutukluluğuna. Buraya geldikten sonra Dantes artık hiçbir şey bilmez olmuştu, tutuklu olarak kaldığı süreyi bile. Anlatı bitince rahip uzun uzun düşündü, bir süre sonra şöyle dedi:
“Burada çok incelikli ve biraz önce size sözünü ettiğim şeyleri doğrulayan bir hak davası var, insan doğası suçtan iğrenir yeter ki kötü düşünce yanlış yorumlanmış bir düzenlemeyle birlikte doğmuş olmasın. Yine de uygarlık bize gereksinimler, kusurlar, iyi içgüdülerimizi boğacak etkiler yaratan ve bizi kötülüğe götüren yapay istekler vermiştir. Buradan şu özdeyiş çıkmıştır: Suçluyu bulmak istiyorsanız önce işlenen suçun yarar sağlayacağı kişiyi arayın! Sizin yokluğunuz kime yarar sağlıyordu?” 

“Hiç kimseye, Tanrım! öyle önemsiz biriydim ki.”
 “Böyle yanıt vermeyiniz, çünkü yanıt hem mantıktan hem de felsefeden yoksun; her şey görecelidir sevgili dostum, gelecekteki ardılını tedirgin eden kraldan kadro dışı görevliyi tedirgin eden memura kadar: kral ölürse tacı ardılına miras kalır, memur ölürse kadro dışı memura bin iki yüz Fransız lirası aylık kalır. Bu bin iki yüz lira aylık onun hükümdarlık ödeneğidir; bir kralın yaşaması için on iki milyon ne kadar gerekli ise, onun yaşaması için de bu bin iki yüz lira o kadar gereklidir. Toplum sınıflarının en alt basamağından en üst basamağına kadar her birey kendi çevresinde, Descartes’ın dünyaları gibi, çalkantıları ve sevgi atomları ile küçücük bir çıkar dünyası oluşturur. Sadece bu dünyalar yukarı çıktıkça hep genişlerler. Bu tersine dönmüş ve bir denge oyunuyla nokta üzerinde duran bir sarmaldır. Gelelim sizin dünyanıza. Siz Firavun’un kaptanı olarak atanacaktınız değil mi?” “Evet.”

“Güzel bir genç kızla evlenecektiniz.”

Sf: 136
“Evet.”
“Sizin Firavun’un kaptanı olarak atanmamanızdan çıkan olan biri var mıydı? Mercedes ile evlenmemenizden çıkan olan biri var mıydı? Önce birinci soruya yanıt verin, sıralama tüm soranların anahtarıdır.
Sizin Firavun’un kaptanı olarak atanmamanızdan çıkan olan biri var mıydı?”
“Hayır; gemide çok sevilirdim. Tayfalar bir başkan seçebilselerdi beni seçeceklerinden emindim. Bir tek adamın bana kızmak için nedenleri vardı: bir süre önce onunla kavga etmiştim ve ona düello
önermiştim o da geri çevirmişti.”
“Haydi bakalım! Bu adamın adı neydi?”
“Danglars.”
“Gemide ne iş yapıyordu?”
“Muhasebeciydi. ”
“Eğer kaptan olsaydınız onu görevinde tutar mıydınız?”
“Hayır, eğer bu bana kalsaydı tutmazdım, çünkü hesaplarında bazı hileler saptadığımı sanıyordum.”
“İyi. Sizin Kaptan Leclere ile son görüşmenizde hazır bulunan biri var mıydı?”
“Hayır, yalnızdık.”
“Konuşmanızı birisi duymuş olabilir mi?”
“Evet, çünkü kapı açıktı; hattâ, durun durun… evet, evet, Kaptan Leclere tam bana büyük mareşal için paket verdiği sırada Danglars kapının önünden geçti.”
“İyi,” dedi rahip, “doğru yoldayız. Elbe’de konakladığınızda karaya çıkarken yanınızda biri var mıydı?”
“Hiç kimse.”
“Birisi size mektup mu verdi?”
“Evet, büyük mareşal.”
“Bu mektubu ne yaptınız?”
“Cüzdanımın içine koydum.”
“Demek üzerinizde cüzdanınız vardı. İçinde resmi bir mektup
bulunan bir cüzdan nasıl olur da bir denizcinin cebinde durabilir?”
“Haklısınız, cüzdanım gemide kalmıştı.”
“Demek mektubu cüzdanınızın içine gemideyken yerleştirdiniz.”
“Evet.”
“Porto-Ferrajo’dan gemiye kadar mektubu ne yaptınız?”
“Elimde tuttum.”
“Firavun’a çıktığınızda herkes elinizde bir mektup tutuğunuzu gördü demek.”
“Evet.”
“Danglars da ötekiler gibi gördü mü?”
“Danglars da ötekiler gibi gördü.”
“Şimdi iyi dinleyin; tüm anılarınızı toplayın: ihbar mektubunun hangi sözcüklerle kaleme alındığını anımsıyor musunuz?”
Sf: 137
“Ah! evet: onu üç kez okudum ve her sözcük belleğime çakıldı.”
“Onu bana yineleyin.”
Dantes bir an düşüncelere daldı.
“İşte,” dedi, “sözcüğü sözcüğüne:”
Sayın krallık başsavcısına, tahtın ve dinin bir dostu olarak, Napoli ve Porto-Ferrajo’ya uğradıktan sonra bu sabah Smyma’dan gelmiş olan Firavun gemisinin ikinci kaptanı Edmond Dantes adlı kişinin Murat tarafından Zorbaya verilmek üzere bir mektup, Zorba tarafından da Paris’teki Bonapartçı komiteye verilmek üzere bir diğer mektup taşımakla görevlendirildiğini bildiririm. Yakalandığında suçunun kanıtı da ele geçirilecektir, çünkü bu mektup ya kendi üzerinde ya. babasında ya da Firavun gemisindeki kamarasında bulunmaktadır.
Rahip omuzlarım kaldırdı.
“Bu gün gibi ortada,” dedi, “bunları en başta düşünemediğiniz için çok saf ve çok iyi bir yüreğinizin olması gerek.”
“Öyle mi sanıyorsunuz?” diye haykırdı Dantes. “Ah! Bu alçakça bir şey!”
“Danglarsın her zamanki yazısı nasıldı?”
“Güzel, işlek bir yazı.”
“İsimsiz mektubun yazısı nasıldı?”
“Sola yatık bir yazı.”
Rahip gülümsedi.
“Eciş bücüş, değil mi?”
“Eciş bücüş olmak için fazla cesur.”
“Bekleyin,” dedi rahip. 
Kalem ya da kalem dediği şeyi aldı, mürekkebe batırdı ve sol eliyle, bu amaç için hazırlanmış bir bezin üstüne ihbar mektubunun ilk iki üç satırım yazdı.
Dantes geri çekildi ve neredeyse korku içinde rahibe baktı.
“Ah! bu çok şaşırtıcı,” diye haykırdı, “bu yazı ne kadar da öbürüne benziyor.”
“Bu ihbar mektubunun sol elle yazıldığını gösteriyor. Bir şey gözlemledim,” diye sözlerini sürdürdü rahip.
“Ne?”
“Sağ elle yazılmış tüm yazılar değişiktir oysa sol elle yazılmış tüm yazılar birbirine benzer.”
“Demek her şeyi gördünüz ve gözlemlediniz.”
“Devam edelim.”
“Ah! evet, evet!”
“İkinci soruya geçelim.”
“Dinliyorum.”
“Mercedes ile evlenmemenizde çıkan olan biri var mıydı?”
Sf: 138
“Evet! Onu seven bir genç adamın.”
“Adı neydi?”
“Fernand.”
“Bu bir İspanyol adı mı?”
“Katalandı.”
“Bu kişinin mektubu yazabileceğine inanıyor musunuz?”
“Hayır! Bu adam beni bıçaklardı, yapacağı buydu.”
“Evet, bu İspanyolların doğasında var: bir cinayet, evet, bir kalleşlik, hayır.”
“Zaten ihbar mektubundaki ayrıntıların hiçbirini bilmiyordu,” diye sürdürdü Dantes. “Bu ayrıntıları kimseye vermemiş miydiniz?”
“Hiç kimseye.”
“Nişanlınıza bile mi?”
“Nişanlıma bile.”
“Bu Danglars.”
“Ah! şimdi bundan eminim.”
“Durun… Danglars Fernand’ı tanıyor muydu?”
“Hayır… evet… Anımsıyorum…”
“Neyi?”
“Düğünümden iki gün önce onları Pamphile Baba’nın çardağının altında bir masada beraber otururken gördüm. Danglars dost ve alaycı görünüyordu, Fernand soluk ve heyecanlıydı.”
“Yalnız mıydılar?”
“Hayır, yanlarında benim iyi tanıdığım, kuşkusuz onları tanıştıran üçüncü bir arkadaş, Caderousse adlı bir terzi vardı; ama Caderousse sarhoştu. Durun… durun… Bunu nasıl daha önce anımsayamadım? İçtikleri masanın yakınında bir mürekkep hokkası, kağıtlar ve kalemler vardı”. Dantes elini alnına götürdü. “Ah! alçaklar! Alçaklar!”
“Daha başka bir şey bilmek istiyor musunuz?” dedi rahip gülerek.
“Evet, evet, her şeyi derinlemesine incelediğinize, her şeyi çok açık seçik gördüğünüze göre, neden sadece bir kez sorgulandığımı, neden yargıçların karşısına çıkarılmadığımı, neden hemen mahkum edildiğimi de bilmek istiyorum.”
“Ah! bu,” dedi rahip, “bu biraz daha ciddi bir şey; adaletin, içine girilmesi zor, karanlık ve gizemli bir ilerleyişi vardır. Dostlarınız için buraya kadar yaptıklarımız çocuk oyuncağıydı; bu konuda bana daha kesin bilgiler vermeniz gerekecek.”
“Haydi bana somlar sorun, çünkü aslında benim hayatımda olup bitenleri benden daha açık görüyorsunuz.”
“Sizi kim sorguladı? Krallık savcısı mı, yardımcısı mı, sorgu yargıcı mı?”
“Savcı yardımcısı.”
“Genç mi yaşlı mı?”
“Genç: yirmi yedi ya da yirmi sekiz yaşlarında.”
“İyi. Henüz bozulmamış ama şimdiden hırslı,” dedi rahip. “Size karşı davranışları nasıldı?”
Sf: 139
“Sert olmaktan çok yumuşak.”
“Ona her şeyi anlattınız mı?”
“Her şeyi.”
“Sorgulama sırasında davranışlarında bir değişiklik oldu mu?”
“Bir an, beni suçlayan mektubu okuduğu sırada davranışları değişmişti; benim felaketime çok üzülmüş gibi görünüyordu.”
“Sizin felaketinize mi?”
“Evet.”
“Üzüldüğü şeyin sizin felaketiniz olduğundan emin misiniz?”
“Bana en azından yakınlık duyduğunun kanıtını gösterdi.”
“Hangi kanıt?”
“Beni suçlayabilecek tek belgeyi yaktı.”
“Hangi mektubu? İhbar mektubunu mu?”
“Hayır, mektubu.”
“Bundan emin misiniz?”
“Bu benim önümde oldu.”
“O zaman başka; bu adam sizin sandığınızdan çok daha büyük bir vicdansız olabilir.”
“Beni ürpertiyorsunuz inanın!” dedi Dantes, “dünya kaplanlar ve timsahlarla mı dolu?”
“Evet; sadece iki ayaklı kaplanlar ve timsahlar ötekilerden daha tehlikelidir.”
“Devam edelim, devam edelim.”
“Memnuniyetle; kağıdı yaktığını mı söylüyorsunuz?”
“Evet ve bana şöyle dedi: ‘Görüyorsunuz, size karşı sadece bu kanıt var, ben de onu ortadan kaldırıyorum.'”
“Bu davranış doğal olamayacak kadar soylu.”
“Öyle mi sanıyorsunuz?”
“Eminim. Bu mektup kime yazılmıştı?”
“Paris’te, Coq-Heron sokağı 13 numarada oturan Mösyö Noirtier’ye.”
“Sizin savcı yardımcısının bu kaybolan mektuptan bir yarar sağladığını düşünebilir misiniz?”
“Belki; çünkü benim yararıma olacağını söyleyerek, iki üç kez bu mektup hakkında kimseye bir şey söylememem için bana söz verdirdi ve adreste yazılı adı ağzıma almamam için yemin ettirdi.”
“Noirtier?” diye yineledi rahip… “Noirtier? Eski Etrurie kraliçesinin sarayında bir Noirtier tanımıştım, Devrim sırasında Girondin olan bir Noirtier. Sizin savcı yardımcısının adı neydi?”
“De Villefort.”
Rahip bir kahkaha attı.Dantes ona şaşkınlıkla baktı.
“Neyiniz var?” dedi.
“Şu gün ışığını görüyor musunuz?” diye sordu rahip.
Sf: 140
  “Evet.”
“Pekala! şimdi her şey benim için bu saydam ve ışıltılı gün ışığı kadar açık. Zavallı çocuk, zavallı genç adam! Şu yargıç size karşı iyi miydi?”
“Evet.”
“Bu soylu yargıç mektubu yakıp yok etti ha?”
“Evet.”
“Celladın bu dürüst aracısı size Noirtier adını hiçbir zaman söylememeniz için yemin mi ettirdi?”
“Evet.”
“Bu Noirtier, ne kadar da körsünüz, bu Noirtier’nin kim olduğunu biliyor musunuz? Bu Noirtier onun babası!”
Dantes’in ayaklarına bir yıldırım düşüp, önünde, dibi cehenneme açılan bir uçurum yaratsaydı, bu beklenmedik sözlerden daha yavaş, daha az sarsıcı, daha az ezici bir etki yapardı; Dantes sanki patlamasını engellemek ister gibi başını elleri arasına alarak ayağa kalktı.
“Babası! Babası!” diye haykırdı.
“Evet babası, adı Noirtier de Villefort,” dedi rahip.
O zaman şimşek gibi bir ışık geçti tutuklunun beyninden, onun için karanlık kalan her şey o anda parlak bir gün ışığı ile aydınlandı. Sorgulama sırasında Villefort’un kararsızlıkları, yok edilen mektup, edilmesi istenen yemin, savcı yardımcısının tehdit etmek yerine ondan yalvarırcasına bir şey isteyen sesi hepsi aklına geldi; bir çığlık attı, sarhoş bir adam gibi bir an sendeledi; sonra rahibin hücresini kendininkine bağlayan oyuğa doğru atılarak:
“Ah!” dedi, “tüm bunları düşünmek için yalnız olmam gerek.”
Sf: 143
Gardiyanın denetiminde hazır bulunmak için hücrelerine dönmek zorunda kaldıkları saat dışında hiçbir şey onları durduramıyordu. Zaten adam aşağı indiği anda adımlarının çok hafif gürültüsünü seçmeye alışmışlardı, ne biri ne öbürü hazırlıksız yakalanmıyordu. Yeni geçitten dışarı çıkardıkları ve sonunda eski koridoru tıka basa doldurmuş olan toprak ya Dantes’in hücresinin ya da Faria’nın hücresinin iki penceresinin birinden inanılmaz önlemlerle usul usul dışarı atılıyordu: toprağı dikkatle toz haline getiriyorlardı, gece rüzgarı bu tozlan hiç iz bırakmadan uzaklara götürüyordu.
Sf: 157
Bana inanın ve sakinleşin, bu benim için tonlarca altın ve kasalarca elmastan daha değerli, bunlar sabahları denizin üstünde oynaşan ve ana kara sanılan, sonra yaklaştıkça buharlaşan, uçan ve yitip giden bulutlar gibi kesin olmayan şeyler değil mi?
Sf: 159
“Şimdi özellikle şu son anda size söyleyeceklerimi iyi dinleyin: Spadaların hâzinesi gerçek; Tanrı benim için uzaklık ve engeli kaldırdı. Hâzineyi ikinci mağaranın dibinde görüyorum; gözlerim toprağın derinliklerini yarıp geçiyor ve bunca zenginlikten kamaşıyor.
“Ah! kendinizi kandırmayın! Daha az acı çekiyorum, çünkü bende acı çekmek için daha az güç kaldı. Sizin yaşınızda hayata inanılır, inanmak ve umut etmek gençliğin ayrıcalığıdır; ama yaşlılar ölümü daha açık görürler. Ah! İşte… ölüm geliyor… bitti… görme duyum zayıflıyor… aklım gidiyor… Eliniz, Dantes!.. elveda!.. elveda!”
Sf: 160
Yarım saat, bir saat, bir buçuk saat geçti. Bu bir buçuk saatlik kaygılı bekleyiş sırasında Edmond, dostunun üstüne eğilmiş, elini onun kalbinin üstüne koymuş durumda bu bedenin giderek soğuduğunu, bu kalbin atışlarının giderek boğuk ve derinden geldiğini ve sonunda durduğunu hissetti.
Artık hiçbir yaşam belirtisi kalmamıştı; kalbin son titreşimleri de kesildi, yüzü bembeyaz oldu, gözleri açık kaldı ama bakışı donuklaştı.
Saat sabahın akışıydı, güneş doğuyordu, hücreyi dolduran soluk güneş ışığı lambanın ölgün ışığını daha da zayıflatıyordu. Zaman zaman ona yaşıyor görüntüsü veren garip yansımalar geçiyordu ölünün yüzünden. Gece ve gündüzün bu savaşımı sürerken Dantes’in hâlâ kuşkuları vardı; ama gün egemen olunca ölü bir bedenle baş başa olduğunu anladı.
O zaman derin ve karşı koyulmaz bir korku her yanını sardı; yataktan sarkan bu eli sıkmaya artık cesaret edemedi; birçok kez boşu boşuna kapatmaya çalıştığı ama hep yeniden açılan bu sabit ve beyaz gözlere bakmaya cesaret edemedi. Lambayı söndürdü, özenle bir yere sakladı ve döşeme taşını elinden geldiğince iyi bir biçimde başının üstündeki yere yerleştirerek kaçtı.
Sf: 160
Sorular ve yanıtlar Dantes’i tiksindiren bir gevşeklikle değiş tokuş ediliyordu; bu zavallı rahip için kendisinin duyduğu sevginin bir parçasını herkesin duyması gerekiyordu sanki.
Sf: 164
Büyük fırtınalarda olduğu gibi büyük acılarda da dalgaların iki yüksek tepesi arasında bir uçurum açıldığı olur.
Sf: 165
“Ah ah!” diye mırıldandı, “bu düşünce de nereden geldi? Siz mi yolladınız Tanrım? Buradan özgür olarak çıkanlar sadece ölüler olduğuna göre biz de ölülerin yerini alalım.”
Düşüncesine, bu umutsuz karardan geri dönecek zamanı tanımamak ister gibi, bu karardan cayacak kadar zaman yitirmeden iğrenç çuvala doğru eğildi, Faria’nın yaptığı bıçakla onu açtı, ölü bedeni çuvaldan çıkardı, kendi hücresine götürdü, onu kendi yatağına yatırdı, her zaman kendisine yaptığı gibi yırtık bir çamaşırla başını örttü, yorganını üstünü çekti, o buz gibi alnı son kez öptü, düşüncenin yokluğu ile ürkmüş, açık kalmakta ısrar eden isyancı gözlerini yeniden kapatmaya çalıştı, gardiyanın akşam yemeğini getirirken çoğu zaman âdeti olduğu gibi uyuduğunu sanması için başını duvara döndürdü, geçide girdi, yatağı duvara doğru çekti, öbür odaya girdi, dolaptan iğneyi, ipliği aldı, bezin altında çıplak etinin iyice hissedilmesi için yırtık giysilerini attı, ortası yırtılmış çuvalın içine kaydı, ölü bedenin olduğu durumda kendini çuvala yerleştirdi ve içeriden dikişle yeniden kapattı.
O anda, bir talihsizlik eseri, içeri biri girseydi kalbinin atışlarını duyabilirdi.
Sf: 166
Sahte ölü yataktan sedyeye taşındı. Edmond ölü rolünü daha iyi oynamak için kendini katılaştırıyordu.
Sf:167
Yaklaşık elli adım gittiler sonra bir kapıyı açmak için durdular, daha sonra yine yola koyuldular, ilerledikçe üzerine şatonun kurulduğu kayalara çarparak kırılan dalgaların gürültüsü daha belirgin olarak Dantes’in kulağına geliyordu.
“Hava kötü!” dedi taşıyıcılardan biri, “bu gece denizde olmak iyi bir şey değil.”
“Evet, rahip ıslanmak gibi büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacak,” dedi öbürü; kahkahayla güldüler.
Dantes şakayı pek iyi anlamadı ama yine de saçları başının üstünde diken diken oldu.
“Tamam, işte geldik!” dedi birincisi.
“Daha uzağa, daha uzağa,” dedi öbürü, “biliyorsun sonuncusu yarı yolda kalıp kayaların üstünde parçalandı, müdür bey de ertesi gün bize miskin olduğumuzu söyledi.”
Hep yokuş yukarı çıkarak dört beş adım daha gittiler, sonra Dantes başından ve ayaklarından yakalanıp sallandığını hissetti.
“Bir,” dedi mezarcılar.
“İki.”
“Üç!”
Aynı anda Dantes, yaralı bir kuş gibi gökleri kat ederek, yüreğini donduran bir korkuyla sürekli düşerek büyük bir boşluğun içine atıldığını hissetti. Hızlı uçuşunu daha da çabuklaştıran ağır bir şey tarafından aşağı doğru çekilse de bu düşüş ona bir asır sürmüş gibi geldi. Sonunda korkunç bir gürültüyle ok gibi buzlu suya girdi ve bir çığlık attı, çığlığı aynı anda suya gömüldü.
Dantes ayaklarına bağlanmış otuz altılık bir gülle ile, kendisini dibine çeken denize fırlatılmıştı.
Deniz İf Şatosu’nun mezarlığıdır.
Sf: 177
Akdeniz denen bu büyük gölün çevresinde konuşulan tüm dilleri biraz biliyordu; Arapçadan Provence ağzına kadar; bu onu her zaman sıkıcı kimi zaman da boşboğaz insanlar olan çevirmenlerden kurtararak; insanlarla iletişimde büyük kolaylık sağlıyordu.
Sf: 180
Darbeyi alınca Yunan filozof gibi şöyle demişti: “Acı, sen kötülük değilsin.”
Demek ki dünya, ne doktor Panglos’un gördüğü kadar iyi, ne de Dantes’in gördüğü kadar kötüydü.
Sf: 181
Ama bu dünyada bazı tehlikeleri göze almak gerekiyordu.
Hapishane Edmond’u ihtiyatlı yapmıştı, hiçbir şeyi tehlikeye atmak istemiyordu.
Sf: 183
Akşam oldu, akşamla birlikte hareket hazırlıkları da yapıldı. Bu hazırlıklar Dantes’in huzursuzluğunu saklaması için bir yoldu. Yavaş yavaş arkadaşları üzerinde geminin sahibiymiş gibi bir etki yapmaya başlamıştı; emirleri her zaman açık, kesin ve yerine getirilmesi kolay olduğu için arkadaşları onun istediklerini sadece çabucak değil aynı zamanda zevkle yerine getiriyorlardı.
Yaşlı denizci onun dilediğince davranmasına izin veriyordu: o da Dantes’in diğer tayfalara, hattâ kendine karşı üstünlüğünü kabul etmişti. Genç adamı kendi doğal ardılı gibi görüyordu ve Edmond’u büyük bir anlaşmayla bağlamak için bir kızı olmadığına hayıflanıyordu.
Sf: 184
Dantes herkesin yatabileceğini, kendisinin dümenin sorumluluğunu alacağım bildirdi.
Maltalı’nın –Dantes’e böyle deniyordu– böyle bir açıklama yapması yeterliydi, herkes sakin sakin yatmaya gidebilirdi.
Bu ara sıra oluyordu: yalnızlığa bir türlü kavuşamayan Dantes, zaman zaman büyük bir yalnızlık ihtiyacı duyuyordu. Oysa gecenin karanlığı, sonsuzluğun sessizliği içinde Tanrı’nın gözü önünde denizde tek başına yol alan bir geminin hem sonsuz hem şiirsel yalnızlığından daha büyük hangi yalnızlık olabilirdi?
Akşam saat beşe doğru ada tümüyle ortaya çıktı. Havadaki, batmakta olan güneşin yaydığı ışığa özgü duruluk sayesinde en küçük bir ayrıntı bile fark ediliyordu.
Edmond parlak pembeden laciverte kadar alacakaranlığın tüm renklerini aksettiren bu kaya kütlesine yiyecek gibi bakıyordu; zaman zaman yüzünü ateş basıyor, alnı kıpkırmızı oluyor, gözlerinden kızıl bir bulut geçiyordu.
Sf: 189
Ne olduğunu bilmediği, korkuya benzer bir duygu vardı içinde: bu, çölde bile olsa, üzerimizde meraklı bakışların dolaştığı duygusu veren gündüz saatlerinin yarattığı güvensizlik duygusuydu.
Sf: 191
Umutla ferahladıktan sonra rahat bir soluk alan yürek, buz gibi gerçekle karşılaşıp, onun içinde hapsolursa kırılır!
Sf: 195
Bu kez kasılmış iki elini yerinden fırlayacakmış gibi çarpan kalbinin üstüne bastırarak ve sadece Tanrı’nın anlayabileceği bir dua mırıldanarak dizlerinin üstüne düştü.
Az sonra kendini daha sakin ve giderek daha mutlu hissetti, çünkü ancak bu saatten sonra büyük mutluluğuna inanmaya başlıyordu.
Sf: 196
Gerçekten de şimdi işe yaramaz hâzineyi bekleyen ejderha gibi bu altın ve elmasları seyrederek ve Monte Kristo’da kalarak zaman geçirmenin hiç sırası değildi. Şimdi yaşama, insanların arasına dönmek, bu dünyada insan varlığının yararlanabileceği ilk ve en büyük güç olan zenginliğin toplum içinde sağlayacağı bir yer, etki ve erk elde etmek gerekiyordu.
Sf: 197
Dantes şaşılacak bir biçimde işin üstesinden geldi; dümenin yardımıyla ve hiç dümenden ayrılma gereksinimi duymadan gemisine istediği tüm manevraları yaptırdı; gemi verilen en küçük hızı yerine getirmeye hazır zeki bir insan gibiydi ve Dantes Cenovalıların dünyanın bir numaralı gemi yapımcıları olarak ünlerini hak ettiklerini kabul etti.
Sf: 199
İki genç, yüzünde hiçbir kıpırtı olmadan yanaklarından iri gözyaşları dökülen bu sert yüzlü adama şaşkınlıkla bakıyorlardı. Ama her acı yanında kendine saygıyı da getirdiği için yabancıya hiç soru sormadılar; sadece rahatça ağlayabilmesi için arkaya çekildiler, Dantes ayrılırken, istediği zaman gelebileceğini, fakirhanelerinin ona her zaman açık olduğunu söyleyerek onu uğurladılar.

Sf: 201
26 Pont Du Gard Hanı
Fransa’nın güneyini benim gibi yaya gezenler Bellegarde ile Beaucaire arasında, kasabadan kente giden yolun hemen hemen yarısında, ama yine de Beaucaire’e Bellegarde’dan daha yakın bir yerde en hafif rüzgarda gıcırdayan sac bir levhanın üstünde Gard Köprüsü’nün kaba bir resminin asılı durduğu küçük bir ham fark etmiş olabilirler. Rhöne Nehri’nin kıyısındaki bu küçük han yolun sol yanında, sırtı nehre dönük olarak yapılmıştır; yanında Languedoc’ta bahçe adı verilen bir alanı vardır, yani, yolculara açılan kapının bulunduğu cephenin karşısındaki cephe, çitle çevrilmiş, birkaç gelişmemiş zeytin ağacının ve yaprakları tozdan gümüş rengini almış birkaç yabani incir ağacının yayıldığı bir alana bakar; ağaçların aralarında bitki olarak sadece sarımsaklar, biberler ve yaban sarımsakları biter; köşelerinden birinde unutulmuş bir nöbetçi gibi şemsiyeye benzer bir çam ağacı esnek gövdesini hüzünle sallarken, yelpaze gibi açılan tepesi güneşte, otuz derece sıcaklık altında çatırdar.


İrili ufaklı tüm bu ağaçlar, Provence’ın üç afetinden biri olan karayelin estiği yönde doğal olarak eğilip bükülür; bildiğiniz ya da bilmediğiniz gibi öbür ikisi Durance ve Parlement’dır.


Orada burada, büyük bir toz gölüne benzeyen çevredeki ovada, ülkedeki bahçıvanların kuşkusuz merak yüzünden yetiştirdikleri ve her biri, bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde yolunu şaşıran yolcuları sert ve tekdüze sesiyle izleyen bir leyleğe tünek olan birkaç has buğday sapı biter.


Sf: 210

“Bekleyin,” dedi Caderousse, “en ilginç yerinde sözümüzü kesebilirler ve bu hiç hoş olmaz: zaten sizin burada olduğunuzu bilmelerinin hiçbir yaran yok.”

Hanın kapısına gitti, kapıyı kapadı, üstelik önlem olarak gece sürgüsünü de indirdi. Bu sırada rahip rahatça dinleyebilmek için kendine bir yer seçmişti; ışık karşısındakinin tam yüzüne düşerken kendisi karanlıkta kalabilecek biçimde bir köşeye oturmuştu. Başı eğik, elleri kavuşmuş ya da daha çok kasılmış, tüm dikkatiyle dinlemeye hazırlanıyordu.

Caderousse arkalıksız bir sandalyeyi çekti ve onun karşısına oturdu.
“Seni hiçbir şeye zorlamadığımı anımsa!” dedi Carconte’un titreyen sesi, sanki döşemenin aralığından hazırlanmakta olan sahneyi görmüş gibi.

“İyi, iyi,” dedi Caderousse, “artık bundan söz etmeyelim; her şeyin sorumluluğunu üstleniyorum.” Ve başladı.

Sf: 212
“Tüm bunları sahanlıktan dinliyordum, çünkü Mercedes’in ihtiyarı kendisiyle birlikte gitmeye razı etmesini istiyordum; bütün gün başımın üstünde yankılanan bu ayak sesleri beni bir an bile rahat bırakmıyordu.”
“Ama avutmak için yaşlı adamın yanına çıkmıyor muydunuz?” diye sordu rahip.
“Ah! Mösyö!” diye yanıt verdi Caderousse, “avunmak isteyeni avutursunuz, o bunu istemiyordu ki.
“Ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, gördüğünüz gibi, artık size acı veren insanları görmekten vazgeçiyorsunuz.

Sf: 213
Ve göre onun ölümü…”
“Açlıktan… mösyö, açlıktan,” dedi Caderousse; “bizim burada iki Hristiyan olduğumuz ne kadar doğruysa bunun da o kadar doğru olduğuna güvence veririm.” Rahip titreyen eliyle içinde daha yarısına kadar su olan bardağı aldı, bir dikişte boşalttı ve yanakları solgun, gözleri kızarmış olarak yeniden oturdu.
“Bunun büyük bir felaket olduğunu itiraf edin!” dedi boğuk bir sesle.
“Daha da fazla, mösyö, Tanrı’nın burada hiç rolü yok, bunun nedeni sadece insanlar.”
“Şu adamlara geçelim,” dedi rahip; “ama bana her şeyi söylemekle yükümlü olduğunuzu düşünün,” diye devam etti hemen hemen tehdit eder gibi; “bakalım oğlu umutsuzluktan, babayı açlıktan öldüren bu insanlar kimlermiş?”
“Onu kıskanan iki adam mösyö, biri aşkı öbürü hırsı yüzünden: Fernand ve Danglars.”
“Bu kıskançlık nasıl ortaya çıktı, söyleyin.”
“Edmond’u Bonaparte ajanı olarak ihbar ettiler.”
“Ama ikisinden hangisi onu ihbar etti, ikisinden hangisi gerçek suçlu?”
“İkisi de, mösyö, biri mektubu yazdı, öbürü postaya attı.”
“Bu mektup nerede yazılmıştı?”
“Yine Reserve’de, düğünden bir gün önce.”

Sf: 217
“Ya Mercedes?” dedi, “bana onun kesinlikle kaybolduğunu söylediler.”
“Kayboldu,” dedi Caderousse, “evet, güneşin bir gün sonra daha parlak doğmak üzere kaybolması gibi.”

Sf: 225
Ve bir kahkaha attı.
“Ben de,” dedi İngiliz.
Ve o da gülmeye başladı ama ingilizlerin güldüğü gibi, yani zoraki bir gülümsemeyle.

Sf: 228
Gür bir ırmağın suyu ile beslenen bir değirmene sahip bir değirmencinin bu ırmağın sularının bitebileceğini kabul edememesi gibi o da bu düzenliliğin bozulabileceğini, ödemelerin ertelenebileceğini kabul edemiyordu.

Sf: 231
“İş hayatında mösyö,” dedi, “iyi bildiğiniz gibi, hiç dostunuz yoktur, sadece iş yaptığınız insanlar vardır.”

Sf: 232
“Size bir şey söyleyeyim mi mösyö? Belirsizlikte kalmaktan çok üç direklim hakkında haber almaktan korkuyorum. Belirsizlik ne de olsa bir umuttur.”

Sf: 243
Bu not birden genç kızın neşesini kaçırdı. Korkması gerekmiyor muydu? Bu ona hazırlanmış bir tuzak olamaz mıydı? Saflığı onun yaşında bir genç kızın karşılaşabileceği tehlikelerin neler olduğunu bilmesine engeldi, ama korkmak için tehlikeyi bilmeye ihtiyaç yoktur; bir şeyi de belirtmek gerekiyor, en büyük korku uyandıranlar her zaman bilinmeyen tehlikelerdir.

Sf: 245
“Kan onursuzluğu temizler,” dedi Morrel.
Morrel oğlunun dizlerine kapanmak için bir hamle yaptı. Maximilien onu kendine çekti ve bu iki soylu yürek bir an üst üste çarptı.

Sf: 246
Günlerden bir gün, büyük gün, saygınlığa yeniden kavuşulduğu görkemli gün, yine bu odada şöyle diyeceğini düşün: babam öldü, çünkü bugün benim yaptığımı yapamamıştı; ama rahat ve sakin öldü, çünkü ölürken benim bunları yapacağımı biliyordu.”
Yaşarsam en iyi dostlarım evime gelmekten kaçınırlar, ölürsem tüm Marsilya mezarıma kadar ağlayarak beni izler; yaşarsam benim adımdan utanç duyarsın; ölürsem başını kaldır ve şöyle dersin:
“‘Ben verdiği sözü ilk kez tutamadığı için intihar eden bir adamın oğluyum.”

Sf: 249
Morrel ve oğlu dalgakıranın üstünde, bu mucizeye tanık tüm kentin alkışlarıyla birbirlerine sarılırlarken yüzünün yarısı siyah bir sakalla örtülü, nöbetçi kulübesinin arkasına saklanmış bir adam bu sahneyi yüreği sızlayarak seyrediyor ve şu sözcükleri mırıldanıyordu:
“Mutlu ol soylu yürek; yaptığın ve yapacağın tüm iyilikler için sana teşekkürler; senin yaptığın iyilikler gibi benim minnetim de gölgede kalsın.”
“Şimdi,” dedi yabancı adam, “elveda iyilik, insancıllık, minnettarlık… Yürekte açan tüm duygulara elveda!.. İyileri ödüllendirmek için kendimi Tanrı’nın yerine koydum… Kötüleri cezalandırmak için intikam tanrısı yerini bana bıraksın şimdi!”

Sf: 253
Franz tehlikeli bir serüvene atılmayan, ama böyle bir durumla karşılaştığında, mücadele ederken soğukkanlılığını hiç yitirmeyen insanlardandı: hayattaki bir tehlikeye düellodaki bir hasım gibi bakan, hareketlerini hesaplayan, gücünü bilen, yeniden soluklanmaya yetecek, ama korkak görünmeyecek kadar duraklayan, karşısındakilerin üstünlüklerini bir bakışta anlayan, bir vuruşta öldüren sakin iradeli insanlardan biriydi.

Sf: 264
“Pekala! onun ilginç adını aldığı dağa hâkim bitek bir vadide saltanat sürdüğünü biliyorsunuz. Bu ovada Hasan bin Sabbah tarafından yetiştirilmiş çok güzel bahçeler, bu bahçelerde tek tek küçük evler vardı. Seçtiği kişileri bu evlere çağırdığını, her zaman çiçekli bitkilerin, olgun meyvelerin, hep bakire kadınların ortasında, cennete götüren bir otu onlara yedirdiğini yazıyor Marco Polo. Bu nedenle bu mutlu insanların gerçek sandıkları şey bir düştü; ama o kadar tatlı, o kadar baş döndürücü, o kadar şehvetli bir düştü ki kendilerine bu otu verene bedenlerini ve ruhlarını satıyor, onun emirlerine Tanrı buyruğu imiş gibi boyun eğiyor, başlarına gelecek ölümün, sizin önünüze getirilen, onların tadı damaklarında kalmış bu kutsal otun verdiği büyük mutluluklarla dolu hayata yalnızca bir geçiş olduğu düşüncesiyle hiç yakınmadan işkencelere katlanıyor, kendilerine gösterilen kurbanı öldürmeye dünyanın öbür ucuna gidiyorlardı.”

“Öyle ise bu haşhaş!” diye bağırdı Franz. “Evet, bunu, en azından adını biliyorum.”
“Evet, sözcüğü buldunuz, Sinyor Alaaddin, bu haşhaş, İskenderiye’de yapılan en iyi ve en saf haşhaştır, adına, üstünde ‘Herkesin minnettar olduğu mutluluk tüccarı yazılı bir saray yapılması gereken tek adam, büyük düzenbaz, Abougor’un haşhaşıdır.
“Haşhaşın tadına bakınız sevgili konuğum! Tadınız!”
Hepsine yanıt olarak Franz bu harika macundan ev sahibininki kadar bir kaşık aldı ve ağzına götürdü.
“Tüh!” dedi kutsal reçeli yuttuktan sonra, “sonucun sizin anlattığınız kadar hoş olup olmayacağım henüz bilmiyorum, ama bu şey bana sizin söylediğiniz kadar lezzetli görünmedi.”

“Çünkü damağınızdaki sinir uçlan henüz tattıkları maddenin yüceliğine hazır değil. Söyleyin bana: istiridyeyi, çayı, İngiliz birasını, yermantarını, sonradan çok sevdiğiniz her şeyi ilk kez tattığınızda sevmiş miydiniz? Sülünü assa-foetida ile tatlandıran Romalıları, kırlangıç yuvalarını yiyen Çinlileri anlıyor musunuz? Ah! Tanrım, hayır. İşte haşhaş da böyle: sadece arka arkaya sekiz gün bundan yiyin, dünyadaki hiçbir yiyeceğin, bugün size belki de tatsız ve mide bulandırıcı gibi görünen bu tadın seçkinliğine ulaşamayacağını göreceksiniz. Şimdi yandaki odaya, yani sizin odanıza geçelim, Ali bize kahvelerimizi ve pipolarımızı getirecek.”

Sf: 266
Ali kahveyi getirdi.
“Kahveyi nasıl içersiniz?” dedi yabancı: “Fransızlar gibi mi Türkler gibi mi, koyu mu açık mı, şekerli mi şekersiz mi, soğuk mu sıcak mı? Seçim sizin: her biçimde hazırlanabilir.”
“Türkler gibi içeceğim,” diye yanıt verdi Franz.
“Haklısınız,” diye haykırdı ev sahibi; “bu sizin Doğu yaşamına eğiliminiz olduğunu kanıtlıyor. Ah! Doğulular! biliyor musunuz, yaşamayı bilenler sadece bu insanlar! Bana gelince,” diye ekledi genç adamın gözünden kaçmayan o garip gülümsemelerinden biriyle, “Paris’teki işlerimi bitirince Doğu’ya ölmeye gideceğim; eğer beni bulmak isterseniz, Kahire’ye, Bağdat’a ya da İsfahan’a gelmeniz gerekecek.”

Sf: 270
“Ama bu tür bir yardım böyle insanca davranışlarda bulunduğu ülkenin yetkilileriyle arasının bozulmasına yol açabilir,” dedi Franz.

“Eh!” dedi Gaetano gülerek, “yetkililer ona ne yapabilir ki! Bunlar ona vız gelir! Onun peşine düşsünler bakalım. Önce onun yatı gemi değil kuştur, bir firkateyne on iki deniz milinde üç mil fark yapar, hem sonra kendini kıyıya atması yeter, her yerde dostları yok mu?”


Sf: 272

“Buna ne diyorsunuz?” diye sordu Franz..
“Bir şey benim kavrama gücümü aştı mı artık onda direnmeme ve bir başka konuya geçme alışkanlığım olduğunu söylüyorum. Yemek hazır mı patron Pastrini?”
“Evet Ekselansları.
“O zaman önce yemek yiyelim.”
“Ya araba ve atlar?” dedi Franz.
“Sakin olun sevgili dostum, onlar kendi kendilerine gelecekler; söz konusu olan sadece onlara fiyat biçmek.”
Para kesesi şişkin ya da cüzdanı da kabarık olunca hiçbir şeyin olanaksız olmadığına inanan bu hayran olunacak felsefe ile Morcerf akşam yemeğini yedi, yattı, deliksiz bir uyku çekti ve düşünde, altı atlı bir arabanın içinde karnavalda dolaştığını gördü.

Sf: 274
“Ekselansları hâlâ pazara kadar bir araba istiyorlar mı?”
“Elbette!” dedi Albert, “Roma sokaklarında mübaşirler gibi yaya koşacağımızı mı sanıyorsunuz?”
“Harika! İşte konuşma buna denir.”
“Arabayı ne zaman istiyorsunuz?”
“Bir saat sonra.”
“Bir saat sonra araba kapıda olacak.”

Gerçekten de bir saat sonra araba iki genci bekliyordu: bu sıradan bir kupa arabasıydı ama durumun görkemi göz önüne alınarak gezinti arabası düzeyine yükseltilmişti; ama ne kadar orta halli görünse de iki genç son üç gün için böyle bir araç bulmuş olmaktan çok mutluydular.”Ekselansları!” diye bağırdı rehber Franz’ın burnunu cama dayadığını görünce, “saltanat arabasını saraya yaklaştırayım mı?”

İtalyanların abartmasına ne kadar alışık olsa da Franz’ın yaptığı ilk hareket çevresine bakmak oldu; ama bu sözler kendisine söylenmişti.
Ekselansları Franz’dı; saltanat arabası, kupa arabasıydı; saray ise Londra Oteli’ydi.
Ulusun tüm övgü düzme dehası, bu tek cümlede kendini göstermekteydi.
Franz ve Albert aşağı indiler. Saltanat arabası saraya yaklaştı. Ekselansları bacaklarını arabadaki sıraya uzattılar, rehber arkadaki iskemleye oturdu.
“Ekselansları kendilerini nereye götürmemi isterler?”
“Önce San Pietro’ya sonra da Colosseum’a,” dedi Albert gerçek bir Parisli gibi.
Ama Albert bir şeyi bilmiyordu, o da San Pietro’yu görmek için bir gün, incelemek için bir ay gerektiği idi: gün sadece San Pietro’yu görmekle geçti.

Sf: 275
Hemen otelin yolunu tuttular. Kapıda Franz arabacıya saat sekizde hazır olmasını emretti. Albert’e gündüz San Pietro’yu gösterdiği gibi gece de ay ışığında Colosseum’u göstermek istiyordu. Daha önce gördüğünüz eski bir kenti bir dostunuza gösterirken, daha önce âşığı olduğunuz bir kadını gösterirken yaptığınız gibi, aynı beğenilme isteğiyle hareket edersiniz.
“Ekselansları,” dedi, “beğenmeniz beni çok sevindirdi, ama odanıza bunun için gelmedim…”
“Bize bir araba bulduğunuzu söylemeye mi gelmiştiniz yoksa?” diye sordu Albert purosunu yakarken.
“O kadar değil ve hattâ bunu artık hiç düşünmez ve durumu kabul ederseniz iyi olur. Roma’da işler olabilir ya da olamaz. Size olamadığı söylendiğinde bu iş bitmiştir.”
“Paris’te bu çok daha kolaydır: bir şey olmadığında iki katı fiyat ödersiniz ve hemen o anda istediğiniz olur.”
“Bunu tüm Fransızların söylediğini duydum,” dedi patron Pastrini biraz incinmiş gibi, “anlamadığım şey nasıl yolculuk ettikleri.”

Sf: 276
“Tehlikeli mi! Ama neden?”
“Ünlü Luigi Vampa nedeniyle.”
“Önce, sevgili ev sahibim, bu ünlü Luigi Vampa da nedir?” diye sordu Albert; “Roma’da çok ünlü olabilir, ama size onun Paris’te hiç tanınmadığını haber vereyim.”
“Nasıl! Siz onu tanımıyor musunuz?”
“Bu onura erişmedim.”
“Adının geçtiğini hiç duymadınız mı?”
“Hiçbir zaman.”
“Pekala! Bu öyle bir hayduttur ki Decesaris ve Gasparone onun yanında kilise korosundaki çocuklar gibi kalır.”
“Albert size yalancı olduğunuzu söylemedi sevgili Mösyö Pastrini,” dedi Franz, “size inanmayacağını söyledi, hepsi bu. Ama ben size inanacağım, içiniz rahat etsin; söyleyin.”

Sf: 280
Sadece Teresa, kim olursa olsun bir erkeğin elinin altında kırılacak kadar sertleşen, ama bir kadının eli altında eğilen bu kişiliğe’, bir sözle, bir bakışla, bir hareketle, istediğini yaptırıyordu.

Sf: 281
“Üstün insan, bulunduğu her yerde bir hayran kitlesi oluşturur.”

Sf: 284
“Tüm vahşi yapılı insanlar güçlü bir eylemi beğenmeye yatkındırlar.”

Sf: 289
Hepsi bu değil, Teresa çekiciydi, bizim yapmacık ve kırıtkan çekiciliğimizden farklı bir biçimde güçlü, vahşi bir çekiciliği vardı.

Sf: 293
Luigi onun sağ salim olduğundan emin olunca yaralıya doğru döndü.
“Yumruklan sıkılmış, ağzı acıdan kasılmış, saçları can çekişirken terden diken diken olmuş, son nefesini veriyordu.
“Gözleri açık ve tehdit edici idi.

Sf: 302
Albert şu acımasız kanıya varmıştı: İtalyan kadınları sadakatsizliklerine sadık kalma açısından Fransız kadınlarından daha üstündüler en azından.

Sf: 310
“Pekala,” dedi Albert, “bize gerekli arabayı ve istediğimiz öküzleri buldunuz mu?”
“Daha iyisini buldum,” diye yanıt verdi patron, kendinden tamamen hoşnut görünerek. “Ah, sevgili ev sahibimiz, kendinize dikkat edin,” dedi Albert, “daha iyi, iyinin düşmanıdır.”
“Bence,” dedi Franz Albert’e “bu adam eğer otelcimizin bize söylediği kadar nazik biri ise, bize yaptığı daveti bir başka biçimde, bize yazarak ya da…”
O anda kapı çalındı.
“Giriniz,” dedi Franz.
Son derece zarif bir üniforma içinde bir uşak kapının eşiğinde göründü.
“Monte Kristo Kontu tarafından Mösyö Franz d’Epinay ve Mösyö Vikont Albert de Morcerf için,” dedi.
Ve otelciye iki kart verdi, o da bunları gençlere uzattı.
“Mösyö Monte Kristo Kontu,” diye devam etti uşak, “beyefendilerden yarın sabah komşuları olarak kendilerini ziyaret etmesi için izin vermelerini rica ediyorlar; saat kaçta beyefendileri görebileceklerini öğrenmekten onur duyacaklar.”
“Aman tanrım,” dedi Albert Franz’a, “yapılacak bir şey yok, her şey oldu bitti.”
“Konta, asıl bizim kendisini ziyaret etmekten onur duyacağımızı söyleyin,” diye yanıt verdi Franz.
Uşak gitti.
“İşte nezaket yarışma girmek diye buna denir,” dedi Albert; “kesinlikle haklıymışsınız patron Pastrini, sizin Monte Kristo Kontu katıksız bir beyefendi.”

Sf: 314
İki genç saygıyla eğildiler. Franz hâlâ söyleyecek tek söz bulamamıştı; henüz hiçbir karar verememişti ve kontta kendisini tanıdığına ilişkin bir belirti ya da tanınma isteği görmediği için de, bir sözle geçmişi anımsatmasının mı yoksa işi oluruna bırakıp geleceğin ona neler hazırladığını beklemesinin mi gerektiğini bilemiyordu. Zaten, bir gece önce locada bulunanın o olduğundan emindi, ama Colosseum’daki adamın aynı kişi olduğu konusunda kesin bir şey söyleyemiyordu; bu nedenle konta hiçbir şey açıklamadan işleri oluruna bırakmaya karar verdi. Zaten ona karşı bir üstünlüğü vardı, sırrını biliyordu, oysa tam tersine onun saklayacak hiçbir şeyi olmayan Franz’ın üstünde hiçbir bir etkisi olamazdı.

Sf: 316
“En azından görmediğim çok az idam türü vardır,” dedi kont soğuk bir biçimde.
“Bu korkunç gösterilerde hazır bulunmaktan zevk aldınız mı?”
“Birincisinde hissettiğim şey iğrenme idi, İkincisinde kayıtsızlık, üçüncüsünde merak.”
“Merak mı! bu, korkunç bir sözcük biliyor musunuz?”

“Neden? Yaşamda insanın kafasını ciddi bir biçimde kurcalayan tek düşünce vardır, o da ölümdür; o zaman ruhun insan bedeninden çıkabileceği değişik biçimleri, ülkelerin niteliklerine, yapılarına hattâ geleneklerine göre bireylerin varlıktan yokluğa nasıl geçtiklerini incelemek ilginç olmaz mı? Bana gelince, size tek bir yanıt verebilirim, o da şu: ne kadar ölüm görürseniz ölmek size o kadar kolay gelir: bence ölüm belki bir cezadır, ama günahların bir bedeli değildir.”

“Sizi iyi anlayamadım,” dedi Franz; “açıklayabilir misiniz? Çünkü bana söylediklerinizin ne kadar ilgimi çektiğini bilemezsiniz.”

“Dinleyiniz,” dedi kont ve bir başkasının yüzü nasıl kan rengini alırsa onun yüzü de kin ifadesine büründü. “Eğer bir adam görülmemiş işkencelerle, sonu gelmeyen acılar vererek babanızı, annenizi, sevgilinizi öldürmüşse, yüreğinizden söküp çıkardıklarında orada sonsuz bir boşluk, her zaman kanayan bir yara bırakan bu varlıklardan birini öldürmüşse, giyotin katilin art kafa kemiğinin dibi ve yamuk kaslarının arasından geçtiği için, yıllarca sizin ruhunuzu acılar içinde bırakan biri birkaç saniyelik bedensel acı çektiği için, toplumun size ödediği bedelin yeterli olacağını mı sanıyorsunuz?”

“Evet, insanların adaletinin avutmak için yetersiz olduğunu biliyorum,” dedi Franz, “bu adalet kana kanla karşılık verir, hepsi bu; ondan yapabileceği şeyi istemeli, başka bir şey değil.”

Sf: 317
“Ama,” dedi Franz konta, “bu durumda sizi hem yargıç hem cellat yapan kuramınızla sonsuza kadar yasanın gücünden kaçabilmek için önlemler almanız zor olacaktır. Kin kördür, öfke de şaşkın, kendine intikam içkisi dolduran, acı bir içki içme tehlikesi ile karşı karşıyadır.”

Sf: 318
Konta gelince her yemeğe şöyle bir dokunuyordu, konuklarıyla sofraya otururken basit bir nezaket görevini yerine getiriyor, kendisine tuhaf ya da özel bir yemek getirtmek için onların gitmesini bekliyordu sanki.

Sf: 319
“Zaten Paris’te bir şeyi yapmamış olmanız yabancı bir ülkede de yapmamanızı gerektirmez: yolculuk yapmak bilgilenmek içindir, yer değiştirmek görmek içindir. Size ‘Roma’da infaz nasıl yapılıyor?’ diye sorduklarında yüzünüzün ne hal alacağını, ne yanıt vereceğinizi düşününüz: ‘Bilmiyorum,’ diyeceksiniz. Sonra hükümlünün alçak bir rezil olduğu, kendisini oğlu gibi büyütmüş iyi bir piskoposluk kurulu üyesini ocak ızgarasını vurarak öldürdüğü söyleniyor. Tüh! bir kilise adamı öldürüleceği zaman ocak ızgarasından daha iyi bir silah bulunur, üstelik bu kilise adamı belki de babası ise. İspanya’da yolculuk etseydiniz boğa güreşlerini görmeye giderdiniz değil mi? Şimdi de göreceğimiz şeyin bir güreş olduğunu düşününüz; arenalardaki eski Romalıları, üç yüz aslan ile yüzlerce insanın öldürüldüğünü anımsayınız. Ellerini çırpan seksen bin izleyiciyi, kızlarını evlendirmek için oraya götüren yaşlı ve saygıdeğer kadınları,işaret parmaklarını uzatıp ‘haydi bakalım, tembellik yok, yarı ölü şu adamın işini bitirin’ anlamına gelen küçük sevimli bir hareket yapan beyaz elli, güzel vesta rahibelerini anımsayınız.”

“Siz oraya gidiyor musunuz Albert?” dedi Franz.
“Doğrusu, gidiyorum sevgili dostum! Ben de sizin gibiydim, ama kontun güzel konuşması benim kararımı etkiledi.”
“Mademki istiyorsunuz, haydi gidelim,” dedi Franz; “ama Popolo meydanına giderken Cours sokağından geçmek istiyorum; bu olabilir mi sayın kontum?”
“Yaya, olur, arabayla olmaz.”
“O zaman yaya gideceğim.”
“Cours sokağından geçmeniz çok gerekli mi?”
“Evet, görmem gereken bir şey var.”
“Pekala! Cours sokağından geçelim; arabayı, Babuino caddesinden geçip bizi beklemesi için Popolo meydanına göndeririz; zaten verdiğim emirlerin yerine getirilip getirilmediğini görmek için Cours sokağından geçmek benim için de iyi olur.”

“Ekselans,” dedi bir hizmetçi kapıyı açarak, “tarikat üyesi gibi giyinmiş biri sizinle konuşmak istiyor.”
“Ah! evet!” dedi kont, “ne olduğunu biliyorum. Beyler, yine salona geçer misiniz? Orada ortadaki masanın üstünde en iyi Havana sigarlarını bulacaksınız, bir dakika sonra yanınızdayım.”
İki genç kalktılar, bir kapıdan çıktılar, onlardan bir kez daha özür dileyen kont da başka bir kapıdan dışarı çıkıyordu. Purolara çok meraklı olan ve İtalya’da olduğundan bu yana Paris kahvelerinin sigaralarından yoksun olmanın pek de küçümsenecek bir özveri olmadığını düşünen Albert masaya yaklaştı ve gerçek puroları görünce sevinçli bir çığlık attı.
“Söyleyin bakalım,” diye sordu Franz ona, “Monte Kristo Kontu hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Ne mi düşünüyorum!” dedi arkadaşının böyle bir soru sormasına gözle görülür biçimde şaşıran Albert; “bizi evinde çok güzel ağırlayan, çok görmüş, çok araştırmış, çok düşünmüş, Brutus gibi Stoa okulunda ve,” diye ekledi savurduğu bir duman dalgası kıvrıla kıvrıla tavana doğru yükselirken, “ve üstelik kusursuz sigaraları olan sevimli bir adam olduğunu düşünüyorum.”

Sf: 321
Demek kontun söylediği doğruydu: hayatta en ilginç şey ölüm gösterisiydi.

Sf: 322
Birden bu gürültü hiç beklenmedik bir biçimde kesildi, kilisenin kapısı açılmıştı.
Her biri sadece gözleri açıkta bırakan gri çuval gibi giysilere bürünmüş, ellerinde yanmış mumlar tutan tarikat üyelerinden bir grup göründü önce; tarikatın başkanı en önde yürüyordu.

Tarikat üyelerinin arkasından uzun boylu bir adam geliyordu. Bu adam sol yanına kılıfı içinde bir bıçak asılı duran bez bir iç donu dışında çıplaktı; sağ omzunun üstünde ağır, demir bir tokmak taşıyordu. Bu adam cellattı.

Bunun dışında ayaklarında, bacağının alt kısmına iplerle bağlanmış sandaletler vardı.

Celladın arkasında infaz edilecekleri sıraya göre, önce Peppino sonra da Andrea yürüyordu.
Her ikisinin de yanında ikişer papaz vardı.
Ne birinin ne de öbürünün gözleri bağlanmıştı.
Peppino oldukça kararlı adımlarla yürüyordu; kuşkusuz kendisi için hazırlananlar hakkında bilgi edinmişti.
Andrea’nın iki koluna da birer papaz girmişti.
İkisi de zaman zaman günah çıkaran papazın onlara uzattığı haçı öpüyorlardı.
Bunu görür görmez Franz bacaklarının onu taşıyamayacağını hissetti; Albert’e baktı. O, gömleği gibi bembeyazdı, içgüdüsel bir hareketle daha ancak yansını içtiği purosunu uzağa fırlattı.

Sadece kont kayıtsız görünüyordu. Üstelik yanaklarının soluk rengi hafif bir kırmızılığa dönüşür gibiydi.
Burun kanatlan kan koklayan yırtıcı bir hayvanın ki gibi genişliyor, biraz aralanmış dudaklarından bir çakalın dişleri gibi beyaz, küçük ve sivri dişleri görünüyordu.
Yine de tüm bunlara karşın yüzünde Franz’ın hiç görmediği biçimde tatlı bir gülümseme vardı; özellikle siyah gözleri, hoşgörü ve yumuşaklı kifadesiyle güzelleşmişti.
Bu sırada iki hükümlü idam sehpasına doğru yürümeye devam ediyorlardı, onlar ilerledikçe yüzlerinin çizgileri de fark edilebiliyordu. Peppino yirmi dört, yirmi beş yaşlarında, güneşten esmerleşmiş tenli, özgür ve vahşi bakışlı güzel bir delikanlıydı. Başını dik tutuyor ve kurtarıcısının ona hangi yandan geleceğini görmek için havayı kokluyordu sanki.
Andrea şişman ve kısaydı: aşağılık bir acımasızlık okunan yüzü yaşını belli etmiyordu; ama yine de otuz yaşlarında olmalıydı. Hapishanede sakal bırakmıştı. Başı omuzlarından biri üstüne düşüyor, bacakları ağırlığı altında kıvrılıyordu; tüm varlığı iradesinin dışında, istemdışı bir harekete boyun eğer gibiydi.

“Siz bana tek infaz olacağını söylemiştiniz sanırım,” dedi Franz konta.
“Size gerçeği söyledim,” dedi kont soğuk bir biçimde.
“Ama işte iki hükümlü var.”
“Evet, ama bu iki hükümlüden biri ölüme çok yaklaştı, öbürünün önünde yaşayacak çok yılı var.”
“Eğer af gelecekse artık yitirilecek zaman kalmadı sanırım.”
“Öyle, işte geliyor; bakınız,” dedi kont.
Gerçekten de tam Peppino adımını mandala’ya doğru attığı sırada gecikmiş gibi görünen bir tarikat üyesi, askerler tarafından geçişi engellenmeden kordonu yardı ve tarikat başkanına doğru ilerleyerek ona dörde katlanmış bir kağıt verdi. Peppino’nun ateş gibi bakışları bu ayrıntıların hiçbirini kaçırmadı; tarikat başkanı kağıdı açtı, okudu ve elini kaldırdı.
“Tanrıya şükür! Papa cenaplarına şükür!” dedi yüksek ve anlaşılabilir bir sesle.
“Hükümlülerden biri için af var.”
“Af!” diye bağırdı halk hep bir ağızdan; “af var!”
Bu af sözcüğü üzerine Andrea adeta yerinden sıçradı ve başını doğrulttu.
“Kim için af?” diye bağırdı.
Peppino, suskun ve soluk soluğa, hareketsiz durdu.
“Rocca Priori denen Peppino’nun ölüm cezası affedilmiştir,” dedi tarikat başkanı.
Ve kağıdı jandarmalara komutanlık eden yüzbaşıya uzattı, yüzbaşı kağıdı okuduktan sonra geri verdi.

“Peppino için af!” diye bağırdı Andrea, dalmış gibi göründüğü uyuşukluk halinden tümüyle sıyrılarak, “neden ona bağış var da bana yok? Birlikte ölmemiz gerekiyordu; onun benden önce öleceği konusunda bana söz verilmişti, beni tek başıma öldürmeye hakkınız yok; tek başıma ölmek istemiyorum, istemiyorum!”

Ve kıvranarak, uluyarak, kükreyerek ve ellerini bağlayan ipleri koparmak için inanılmaz çabalar harcayarak iki papazın kollarından kurtuldu.

Cellat iki yardımcısına işaret etti, onlar idam sehpasının altına atladılar ve gelip hükümlüyü yakaladılar.
“Ne oldu?” diye sordu Franz konta.
Çünkü tüm bunlar Roma şivesiyle konuşulduğu için Franz çok iyi anlamamıştı.
“Ne mi oldu?” dedi kont, “anlamıyor musunuz? Ölecek olan bu insan denen yaratık, benzeri kendisiyle birlikte ölmeyeceği için öfkeli ve kendisinin yoksun olacağı yaşamdan o yararlanacağı için sevinmek yerine, bıraksalar onu dişleri ve tırnaklarıyla parçalayacak. Ah! İnsanlar, insanlar! Kari Moor’un söylediği gibi, timsah ırkı!” diye bağırdı kont iki yumruğunu kalabalığa doğru uzatarak, “sizi ne kadar iyi tanıyorum, siz kendinize yaraşırsınız!”

Gerçekten de Andrea ve celladın iki yardımcısı tozların içinde yuvarlanıyorlardı, hükümlü durmadan bağırıyordu: “O ölmeli, onun ölmesini istiyorum! Beni tek başıma öldürmeye hakkınız yok!”

“Bakın bakın,” dedi kont iki genci de ellerinden tutarak, “bakın, çünkü bu benim için çok ilginç; yazgısına boyun eğmiş, idam sehpasına doğru yürüyen, bir korkak gibi ölmeye giden bir adamdı bu, doğru, ama sonuçta karşı koymadan, acı acı yakınmadan ölecekti: ona bu gücü veren neydi biliyor musunuz? Onu avutan neydi biliyor musunuz? Cezasına sabırla katlanmasını sağlayan neydi biliyor musunuz? Bir başkasının onunla korkusunu paylaşmasıydı; bir başkasının da onun gibi ölecek olmasıydı; bir başkasının ondan önce ölecek olmasıydı. İki koyunu kasaba, iki öküzü mezbahaya götürün ve onlardan birine arkadaşının ölmeyeceğini anlatın, koyun neşeyle meleyecek, öküz zevkten böğürecektir; ama insanın, Tanrı’nın kendine benzeterek yarattığı insanın, Tanrı’nın ilk, tek en yüce yasa olarak insanı sevmeyi benimsetmek istediği insanın, Tanrı’nın, düşüncesini dile getirebilmesi için ses verdiği insanın, arkadaşının kurtulduğunu öğrendiği zaman ilk çığlığı ne olacak? Bir küfür. Doğanın bu başyapıtına, yaradılışın kralına, insana saygılar!”

Ve kont bir kahkaha attı ama böyle gülmeyi başarabilmek için aşırı derecede acı çekmiş olması gerektiğini gösteren ürkütücü bir kahkahaydı bu.

Bu sırada mücadele sürüyordu ve tamk olunması korkunç bir şeydi. İki görevli Andrea’yı idam sehpasına taşıyorlardı; tüm halk ona karşı cephe almıştı ve yirmi bin kişiden tek bir çığlık duyuluyordu: “Ölüm! Ölüm!”

Franz kendini arkaya attı; ama kont yeniden onu kolundan tuttu ve pencerenin önüne getirdi.

“Ne yapıyorsunuz?” dedi ona; “Acıyor musunuz? Bence hak yerini buldu! Kudurmuş bir köpeğin bağırdığını duyarsanız tüfeğinizi alır kendinizi sokağa atar ve hiç acımadan namluyu kafasına yaklaştırır ve sadece başka bir köpek tarafından ısınldığı için, kendisine yapılanı başkasına yapmaya çalıştığı için suçlu sayılan zavallı hayvanı öldürürsünüz: ama şimdi hiç kimsenin ısırmadığı, yine de kendisine iyilik edeni öldürmüş ve artık elleri bağlı olduğu için kimseyi öldüremeyecek olan ve tutukluluk yoldaşının, acı arkadaşının ölümünü görmeyi tüm gücüyle isteyen bir adama acıyorsunuz. Hayır, hayır, bakın.” Öğüdün neredeyse hiç yararı olmamıştı. Franz korkunç gösteriyle büyülenmiş gibiydi, iki görevli hükümlüyü idam sehpasına taşımıştı ve orada tüm çabalarına, ısırmalarına, çığlıklarına karşın ona zorla diz çöktürmüşlerdi. Bu sırada cellat yanda yer almıştı, tokmak hareketsizdi; bir işaretle iki yardımcı uzaklaştılar. Hükümlü doğrulmak istedi, ama buna zaman bulamadan tokmak sol şakağının üstüne indi; boğuk ve sert bir ses duyuldu, hükümlü bir öküz gibi yüzü yere gelerek düştü, sonra geri tepme ile sırt üstü döndü. O zaman cellat tokmağını yere bıraktı, kemerinden bir bıçak çekti ve bir edeni öldürmüş ve artık elleri bağlı olduğu için kimseyi öldüremeyecek olan ve tutukluluk yoldaşının, acı arkadaşının ölümünü görmeyi tüm gücüyle isteyen bir adama acıyorsunuz. Hayır, hayır, bakın.” Öğüdün neredeyse hiç yararı olmamıştı. Franz korkunç gösteriyle büyülenmiş gibiydi, iki görevli hükümlüyü idam sehpasına taşımıştı ve orada tüm çabalarına, ısırmalarına, çığlıklarına karşın ona zorla diz çöktürmüşlerdi. Bu sırada cellat yanda yer almıştı, tokmak hareketsizdi; bir işaretle iki yardımcı uzaklaştılar. Hükümlü doğrulmak istedi, ama buna zaman bulamadan tokmak sol şakağının üstüne indi; boğuk ve sert bir ses duyuldu, hükümlü bir öküz gibi yüzü yere gelerek düştü, sonra geri tepme ile sırt üstü döndü. O zaman cellat tokmağını yere bıraktı, kemerinden bir bıçak çekti ve bir darbede ölenin boğazını kesti. Karnının üstüne çıkarak ayaklarıyla tepinmeye başladı.

Her basınçta hükümlünün boynundan kan fışkırıyordu.

Bu kez Franz kendini daha fazla tutamadı, arkaya doğru atıldı ve yarı baygın, bir koltuğun üstüne bıraktı kendini.

Albert, gözleri kapalı olarak ayakta ama pencerenin perdelerine yapışmış kalakaldı.
Kont kötü melek gibi, ayakta ve muzafferdi.

Sf: 325
“Söyleyin Albert,” diye sordu Franz, “bu çılgınlıklar keyfinizi yerine getirdi mi? Haydi, yanıt verin.”

“Hayır,” dedi Albert, “ama aslında böyle bir şey gördüğüm için rahatladım ve sayın kontun ne demek istediğini anladım: insan bir kez böyle bir gösteriye alışabilirse artık bu heyecan veren tek şey oluyor.”

Sf: 326
“İdam sehpasının ilk basamağında ölüm tüm yaşam boyunca taşıdığınız maskeyi söküp atar ve gerçek yüzünüz ortaya çıkar.

Sf: 332
Canlı renkli uzun giysileriyle eskiden o kadar güzel görünümlü olan Türkler şimdi düğmeli mavi redingotları ve onları kırmızı mühürlü şarap şişelerine benzeten Yunan takkeleriyle itici değiller miydi?

Sf: 346
“Eğer bu zavallı Albert’den başka birinin başına gelseydi çok tuhaf bulduğumu söylerdim,” diye yanıt verdi Franz.

“Eğer beni burada bulamasaydınız bu, arkadaşınıza biraz pahalıya mal olacaktı,” dedi kont, “ama içiniz rahat etsin, korktuğuyla kalacak.”
“Onu aramaya gideceğiz değil mi?” diye sordu Franz.
“Elbette! üstelik çok güzel bir yerde bulunuyor. San-Sebastian gömütlüklerini biliyor musunuz?”
“Hayır, oraya hiç inmedim, ama bir gün inmeyi düşünüyordum.”
“İşte fırsat çıktı ve bundan iyisine rastlamak zordur. Arabanız var mı?”
“Hayır.”
“Zararı yok; benim gece gündüz hayvanları koşulmuş bir arabam vardır.”
“Hayvanları koşulmuş mu?”
“Evet, ben çok kaprisli biriyim; kimi zaman, sabah kalkar kalkmaz, öğle yemeğinden sonra ya da gecenin bir yarısında dünyanın bir ucuna gitme isteği duyduğumu ve çıkıp gittiğimi söylemeliyim.”

Sf: 347
Bir dakika sonra kapının önünde duran bir arabanın sesi duyuldu.
Kont saatine baktı.
“Saat yarım,” dedi; “buradan saat sabah beşte çıkıp tam zamanında oraya varabilirdik; ama bu gecikme belki de arkadaşınızın kötü bir gece geçirmesine neden olurdu, oraya hemen gidip onu imansızların elinden kurtarmamız daha iyi olacak. Benimle gelmeye hâlâ kararlı mısınız?”
“Her zamankinden çok.”
“Öyle ise gelin bakalım.”
Franz ve kont, arkalarında Peppino olduğu halde çıktılar.
Kapıda arabayı buldular. Ali yerine oturmuştu. Franz, Monte Kristo mağarasındaki dilsiz köleyi tanıdı.

Franz ve kont bir fayton olan arabaya bindiler; Peppino Ali’nin yanına oturdu ve dörtnala hareket ettiler. Ali emirleri önceden almıştı çünkü Cours sokağına girdi, Campo Vaccino’yu geçti, San-Gregorio caddesi boyunca ilerledi ve San-Sebastian kapısına geldi; orada kapıcı biraz güçlük çıkarmak istedi, ama Monte Kristo Kontu Roma valisinin vermiş olduğu, gece gündüz her saatte kente girme iznini gösterdi; o zaman sürgü kalktı; kapıcı zahmetinin karşılığı olarak bir Louis altını aldı ve geçtiler.

Sf: 350
“İlerde Büyük Napoleon’un şu sözünü hiç unutmayınız: ‘Beni kötü haberler için uyandırmayınız.”

Sf: 352
Tam o anda bir vals müziği başladı, Albert kolunu kontesin beline doladı ve onunla birlikte dans edenlerin seline karıştı.

Bu sırada Franz, Monte Kristo Kontunun Albert’e elini vermekte bir biçimde zorlandığı anda tüm bedeninden geçen garip ürpermeyi düşünüyordu.

Sf: 353
38 Randevu
Ertesi gün kalkınca Albert’in ilk işi, konta bir ziyaret yapmalarını Franz’a önermek oldu; ona bir gün önce teşekkür etmişti, ama kontun ona yaptığı böyle bir iyiliğin iki teşekkürü hak ettiğine inanıyordu.

Monte Kristo Kontuna karşı korkuyla karışık bir hayranlık duyan Franz onun bu adama yalnız gitmesini istemedi ve onunla birlikte gitti; ikisi de salona alındılar; beş dakika sonra kont göründü.

“Sayın kontum,” dedi Albert ona doğru giderek, “dün iyi dile getiremediğim şeyi bu sabah size yinelememe izin veriniz: Hangi durumda benim yardımıma koştuğunuzu hiç unutmayacağım ve size hayatımı, ya da hemen hemen hayatımı borçlu olduğumu her zaman anımsayacağım.”

“Sevgili komşum,” diye yanıt verdi kont gülerek, “bana karşı gönül borcunuzu abartıyorsunuz. Bana yolculuk için ayırdığınız paranın yirmi bin frank kadarı için şükran duymalısınız, hepsi bu; gördüğünüz gibi bundan söz etmeye değmez. Öte yandan,” diye ekledi, “iltifatlarımı kabul ediniz, çünkü kaygısızlığınız ve her şeyi oluruna bırakmanız takdire değerdi.”

“Ne yaparsınız, kont,” dedi Albert, “başıma kötü bir iş açtığımı, bunu bir düellonun izleyeceğini düşündüm ve bu haydutların bir şeyi anlamasını istedim: Dünyanın her yerinde çarpışıldığını, ama sadece Fransızların gülerek çarpıştığını. Ama size karşı gönül borcum hiç de az olmadığından, benim, arkadaşlarımın ve tanıdıklarımın herhangi bir konuda sizin için yapabileceğimiz bir şey olup olmadığını sormaya geldim. İspanyol kökenli olan babam Kont de Morcerf’in Fransa’da ve İspanya’da çok yüksek bir mevkii vardır, ben ve beni seven tüm insanlar emrinizdeyiz.”

“Pekala!” dedi kont, “önerinizi beklediğimi ve bunu tüm içtenliğimle kabul ettiğimi itiraf ediyorum. Sizden bir şey istemenin hakkım olduğunu sanıyorum.”

“Nasıl bir şey?”
“Paris’e hiç gitmedim! Paris’i tanımıyorum…”
“Gerçekten mi?” diye bağırdı Albert, “bu zamana kadar Paris’i görmeden yaşayabildiniz ha? Bu inanılmaz!”

Sf: 354
“Pekala!” dedi kont, “size üç ay veriyorum; size geniş bir süre tanıdığımı görüyorsunuz.”
“Üç ay sonra,” diye bağırdı Albert neşeyle, “kapımı çalacak mısınız?”
“Günü gününe, saati saatine bir randevu ister misiniz?” dedi kont, “can sıkıcı bir dakikliğim olduğunu size şimdiden söyleyeyim.”
“Günü gününe, saati saatine,” dedi Albert; “bu beni çok sevindirir.”

Sf: 355
Kont not defterini aldı ve yazdı: “Helder sokağı, numara 27, 21 Mayıs, saat sabah on buçuk.”
“Şimdi,” dedi kont not defterini cebine koyarak, “içiniz rahat olsun, saatinizin yelkovanından daha dakik olacağım.”

Sf: 356
“Öyle ise dinleyin.”
O zaman Franz, Monte Kristo Adası’na yaptığı geziyi, aralarında iki Korsikalı haydutun da bulunduğu bir kaçakçı grubuyla karşılaşmasını Albert’e anlattı. Kontun Binbir Gece mağarasında ona gösterdiği olağanüstü konukseverliğin tüm ayrıntılarını, akşam yemeğini, haşhaşı, heykelleri, gerçek ve düşü ve uyandığında tüm bu olayların tek kanıtı ve tek anısı olarak ufukta Porto-Vecchio’ya doğru yelken açan küçük bir yattan başka bir şey kalmadığını anlattı.

“Pekala!” dedi Franz bitirdiğinde, “bunda bu kadar eleştirecek ne görüyorsunuz? Kont bir gezgin, zengin olduğu için kendine ait bir gemisi var. Portsmouth ya da Southampton’a gidin, limanların aynı fantezilere sahip zengin İngilizlere ait yatlarla dolup taştığını göreceksiniz. Gezileri sırasında nerede duracağım bilmek için, beni dört aydan beri, sizi dört yıldan beri zehirleyen bu korkunç yemekleri yememek için, uyumanın olanaksız olduğu bu iğrenç yataklarda yatmamak için, kendine Monte Kristo’da küçük bir yeri dayayıp döşemiş: Bu yer dayanıp döşenince Toscana hükümetinin kendisini buradan çıkaracağından ve harcamalarının boşa gideceğinden korkup adayı satın almış, kendisi de adanın adını almış. Sevgili dostum, belleğinizi kurcalayınız ve tanıdıklarınızdan kaç kişinin hiçbir zaman sahip olmadıkları mülklerin adını aldıklarını bana söyleyiniz.”

Sf: 357
Albert gülerek, “kimse ülkesinde peygamber değildir.”
“İşte bu doğru; kont nereli? Hangi dili konuşuyor? Nasıl yaşıyor? Büyük serveti nereden geliyor? Yaşamının ikinci yarısına karanlık ve insanları reddedici bir yön veren gizemli ve bilinmez ilk yarısında neler oldu? işte sizin yerinize olsaydım bilmek isteyeceğim şeyler bunlar olurdu.”

Sf: 371
“Dakiklik,” dedi Monte Kristo, “kralların nezaketidir, bunu sanırım hükümdarlarımızdan biri söylemiş.

Sf: 373
“Beyler,” dedi kont otururken, “olabilecek tüm yakışıksız söz ve davranışlar için özür yerine geçecek bir itirafla bulunmama izin veriniz: ben yabancıyım, hem o kadar yabancı ki ilk kez Paris’e geliyorum. Fransızların yaşamı benim için son derece yabancı ve bugüne kadar sadece Fransızların iyi geleneklerine çok sevimsiz gelen Doğulu bir yaşam sürdüm. Bende çok Türk, çok fazla Napolili, ya da çok fazla Arap taraflar bulursanız beni bağışlamanızı rica ediyorum. Hepsi bu beyler, yemeğimizi yiyelim.”

“Tüm bunları söylediğine göre bu kesinlikle büyük bir senyör,” diye mırıldandı Beauchamp.
“Büyük bir yabancı senyör,” diye ekledi Debray.
“Tüm ülkelere ait büyük bir senyör, Mösyö Debray,” dedi Château-Renaud.

Sf: 375
Şeker kutusu masayı dolaştı ama konuklar hapları görmek ya da koklamaktan çok bu harika zümrütü incelemek için kutuyu elden ele dolaştırıyorlardı.
“Bu güzel yiyeceği size hazırlayan aşçınız mı?” diye sordu Beauchamp.
“Hayır efendim o değil,” dedi Monte Kristo, “bunun gibi gerçek zevklerimi buna yakışmayan ellere bırakmam. Ben iyi bir kimyacıyım ve haplarımı kendim hazırlarım.”
“Her ne kadar annemin oldukça ilginç aile mücevherleri var ise de bu gördüklerimin en büyüğü ve çok güzel bir zümrüt,” dedi Château-Renaud.
“Bende buna benzer üç tane vardı,” dedi Monte Kristo: “Birini Kral’a verdim, kılıcının üstüne taktırdı; diğerini papa hazretlerine verdim, tacının üstüne, imparator Napoleon tarafından selefi VII. Pius’a verilmiş olan aşağı yukarı benzer, ama daha az güzel bir zümrütün karşısına kakma yaptırdı; üçüncüsünü kendim için sakladım ve içini oydurdum, bu onun değerini yarıya indirdi, ama istediğim gibi kullanmak için daha elverişli hale getirdi.” Hepsi Monte Kristo’ya şaşkınlıkla bakıyordu; o kadar sade bir biçimde konuşuyordu ki kesinlikle ya doğruyu söylüyordu ya da deliydi; elleri arasında duran zümrüt doğal olarak onları birinci varsayıma götürüyordu.

Sf: 377
Size söyleyeceklerim belki garip görünebilir toplumcu, ilerici, insanlıkçı beyler; ama ben insanlıkla hiç ilgilenmiyorum, beni korumayan hattâ genellikle benimle sadece bana zarar vermek için ilgilenmiş olan toplumu korumaya çalışmıyorum hiç; onlara olan saygımı yok ederken ve onlara karşı tarafsızlığımı korurken, toplum ve insanlığın bana hâlâ borçlu olduğunu düşünüyorum.”
“Ha şöyle!” diye bağırdı Château-Renaud, “işte bencilliği dürüstçe ve sertçe salık verdiğini duyduğum ilk yürekli insan: Bu çok güzel! Bravo sayın kont!”
“En azından açık yürekli,”dedi Morrel.”

Sf: 380
“İşte bunda yanılıyorsunuz mösyö, ben tam tersine, onun her şeyi benim zevkime göre seçtiğinden eminim; çünkü bildiğiniz gibi, benim zevkim herkesinkine benzemez. Sekiz gün önce geldi; tek başına ava çıkmış iyi bir köpeğin sezgisiyle tüm kenti dolaşmış; benim kaprislerimi, heveslerimi, ihtiyaçlarımı biliyor; her şeyi benim keyfime göre düzenlemiş. Bugün saat on buçukta geleceğimi biliyordu; saat dokuzdan bu yana Fontainebleau’nun sınırında beni bekliyordu.

Sf: 382
“Çevremde bulunan herkes beni bırakıp gidebilir ve giderken ne bana ne de başkasına gereksinimi olmayacaktır; işte belki de beni bırakıp gitmemelerinin nedeni bu.”

Sf: 388
“Haydi mösyö, konuğumuza yokluğunuzu unutturmaya çalışacağım,” dedi kontes aynı duyarlı ses tonuyla. Ve Monte Kristo’ya dönerek devam etti: “Sayın kont günün geri kalanını bizimle geçirme onurunu bize verirler mi?”
“Teşekkür ederim madam, inanın gördüğünüz gibi önerinize daha fazla sevinemezdim, ama bu sabah yolculuk ettiğim arabamdan kapınızda indim. Paris’te nasıl yerleştiğimi bile, bilmiyorum; nerede oturacağımı az çok biliyorum, o kadar. Bu hafif bir tedirginlik, biliyorum, ama yine de oldukça önemli.”
“Bu zevki bir başka kez bize vereceğinize en azından söz verir misiniz?” diye sordu kontes.
Monte Kristo yanıt vermeden eğildi, ama bu hareket bir onama olarak alınabilirdi.
“O zaman sizi tutmayayım mösyö,” dedi kontes, “çünkü minnettarlığımın saygısızlığa ya da nezaketsizliğe dönüşmesini istemem.”

Sf: 406
Versailles’a tayin edildi; ama biliyorsunuz, düşmanından intikam almaya yemin etmiş bir Korsikalı için uzaklık, diye bir şey yoktur, ne kadar hızlı sürülürse sürülsün arabası onu yaya izleyen benden yarım günlük yoldan fazla uzağa gidemiyordu.

Sf: 407
“İlk yaptığım iş kapıya koşmak oldu; basit bir önlem alarak anahtarı kilidin içinde iki kez çevirmiş ve üstünde bırakmıştı.

“Demek bu yandan kaçmamı hiçbir şey engellemeyecekti. Çevreyi incelemeye başladım. Bahçe dikdörtgen biçimindeydi, ortada ince İngiliz çimlerinden bir çimenlik uzanıyordu, bu çimenliğin köşelerinde, sık yapraklarına sonbahar çiçekleri karışmış yüksek ağaçlar vardı.

“Evden küçük kapıya ya da küçük kapıdan eve gitmek için, ister girişte ister çıkışta Mösyö de Villefort bu yüksek ağaçların yanından geçmek zorundaydı.

“Eylül ayının sonlarıydı; rüzgar sert esiyordu; biraz soluk ve her an gökyüzünde kayan koca bulutlarla örtülen ay, eve giden yolun kumlarını aydınlatıyor, ama içinde bir adamın fark edilmekten korkmadan saklanabileceği sık ağaçların karanlığını delemiyordu.

“Villefort’un en yakınından geçmesi gereken ağaçların arasına saklandım; henüz oraya girmiştim ki ağaçları alnıma kadar eğen rüzgar dalgalarının ortasında inlemeler duyar gibi oldum. Ama biliyorsunuz ya da belki de hiç bilmiyorsunuz sayın kontum, bir cinayet işleyeceği ânı bekleyen biri her zaman boğuk çığlıklar duyduğunu sanır, iki saat geçti, bu süre içinde birçok kez aynı çığlıkları duyduğumu sandım. Saat gece yarısını çaldı.

“Son duyulan ses iç karartıcı yankılarla titreşirken ince bir ışığın, biraz önce indiğimiz gizli merdivenin pencerelerini aydınlattığını fark ettim.

“Kapı açıldı ve paltolu adam yeniden ortaya çıktı. Bu korkunç bir andı; ama o kadar uzun zamandır bu âna hazırlanmıştım ki hiçbir şey cesaretimi kırmadı: Bıçağımı çektim, açtım ve hazır bekledim.

“Paltolu adam bana doğru geldi; ama açık alanda giderek yaklaşınca sağ elinde bir silah tuttuğunu görür gibi oldum: korktum, ama bir çatışmadan değil başaramamaktan korktum. Artık sadece birkaç adım yakınıma geldiğinde benim silah sandığım şeyin bir belden başka bir şey olmadığını anladım.

“Mösyö de Villefort çalılıkların kenarında durup, çevresine bir göz atıp toprakta bir çukur kazmaya başladığında ben onun ne amaçla elinde bir bel tuttuğunu henüz anlayamamıştım. İşte o zaman paltosunun altında bir şey olduğunu, hareketlerinde daha rahat olabilmek için onu çimenlerin üstüne bıraktığını gördüm.

“O zaman, itiraf ediyorum, kinimin içine biraz da merak karıştı: Villefort’un ne yapmak için geldiğini görmek istedim; soluk almadan, kımıldamadan durdum; bekledim.

Sf: 408
“Sonra aklıma bir şey geldi, krallık savcısının paltosundan iki ayak uzunluğunda altı ya da sekiz parmak eninde küçücük bir kasa çıkardığını gördüğümde düşüncem doğrulandı.

“Onun kasayı çukura bırakmasını bekledim, üstünü toprakla örttü sonra gece yaptığı işin izlerini silmek için bu taze toprağın üstüne ayaklarıyla bastı. O zaman onun üstüne atladım ve şunları söyleyerek bıçağımı göğsüne sapladım:

“Ben Giovanni Bertuccio’yum! Ölümün kardeşim için, hâzinen onun dul eşi için: Gördüğün gibi intikamım umduğumdan daha mükemmel oldu.’

“Bu sözleri duyup duymadığını bilmiyorum; ama sanmıyorum, çünkü bir çığlık bile atmadan yere düştü; sıcak kanların ellerime yüzüme sıçradığını hissettim; ama sarhoştum, kendimden geçmiştim; bu kan beni yakacak yerde serinletiyordu. Bir dakikada bel yardımıyla kasayı topraktan çıkardım; sonra onu çaldığım anlaşılmasın diye çukuru doldurdum, beli duvarın üstüne attım, kapıdan fırladım, dışarıdan iki kez kilitledim ve anahtarı aldım.”

“İyi!” dedi Monte Kristo, “gördüğüm kadarıyla bu, hırsızlığın da eklendiği küçük bir cinayet olmuş.”
“Hayır, Ekselans,” dedi Bertuccio, “bu haksızlığın onanldığı bir vendetta idi.”
“Para, yüklü bir şey miydi bari?”
“Bu para değildi.”
“Ah,” evet, anımsıyorum,” dedi Monte Kristo; “bir çocuktan söz etmemiş miydiniz?”
“Doğru Ekselans, nehre kadar koştum, bayıra oturdum, kasanın içinde ne olduğunu öğrenmek için acele ederek kilidi bıçağımla açtım.

“İnce patiskadan kundak bezinin içine yeni doğmuş bir çocuk sarılmıştı; kızarmış suratı, morarmış elleri, boynunun çevresine dolanmış doğal kordonların neden olduğu bir boğulmaya yenik düştüğünü gösteriyordu; yine de henüz soğumadığı için onu ayaklarımın altında akan suya atmakta duraksadım. Gerçekten de kısa bir süre sonra kalbinin olduğu yerde hafif bir atış hisseder gibi oldum; boynunu onu saran kordonlardan kurtardım ve daha önce Bastia hastanesinde hasta bakıcı olduğum için böyle bir durumda bir doktor ne yapabilecekse onu yaptım; yani cesaretle ciğerlerine hava üfledim, bir çeyrek saatlik inanılmaz çabadan sonra onun, soluk aldığını gördüm ve ciğerinden yükselen bir çığlık duydum.

“Bu kez ben bir çığlık attım, ama bir sevinç çığlığı, ‘başkasından aldığım bir yaşamın karşılığında bir inşam yaşama döndürmeme izin verdiğine göre demek Tanrı beni lanetlemedi,’ dedim kendi kendime.”

“Bu çocuğu ne yaptınız?” diye sordu Monte Kristo; “kaçmak zorunda olan bir adam için oldukça can sıkıcı bir yük.”

“Onu bir an bile yanımda tutmayı düşünmedim. Ama Paris’te bu zavallı çocukların kabul edildiği bir öksüzler yurdu olduğunu biliyordum. Parmaklıkları geçerken bu çocuğu sokakta bulduğumu bildirdim ve bilgi edindim. Kasanın varlığı bunu doğruluyordu; patiska kundaklar zengin ana babaya ait olduğunu gösteriyordu; üstümdeki kanlar başka birinden çok çocuğun kanı olabilirdi. Bana hiç karşı çıkan olmadı; Enfer sokağının sonunda bulunan öksüzler evini bana gösterdiler, çocuğun kimliğin belli edecek iki harften biri üstünde kalacak ve çocuğun bedenini sarmaya devam edecek biçimde kundağı ikiye keserek önlem aldıktan sonra yükümü öksüzler evinin küçük dolabının içine bıraktım, kapıyı çaldım ve var gücümle kaçtım. On beş gün sonra Rogliano’ya döndüm ve Assunta’ya şöyle dedim:

“Artık üzülme, kardeşim; Israel öldü, ama intikamını aldım.”
“O zaman benden bu sözleri açıklamamı istedi ve ona tüm olan biteni anlattım. “‘Giovanni,’ dedi bana Assunta, ‘bu çocuğu buraya getirmeliydin, biz onun yitirdiği ana babasının yerini tutardık, adını Benedetto koyardık, Tanrı bu iyi davranışımızı göz önüne alarak bizi gerçekten de kutsardı.’

“Tüm verdiğim yanıt, daha zengin olduğumuzda çocuğu isteyebileceğimizi göstermek amacıyla ona kundağın yanımda sakladığım yarısını uzatmak oldu.”
“Kundağın üstüne hangi harfler yazılmıştı?” diye sordu Monte Kristo.
“Bir baron tacının altında bir H bir de N harfi.”
“Sanırım, Tanrı beni bağışlasın, siz arma terimlerini kullanıyorsunuz Mösyö Bertuccio! Arma çalışmalarınızı nerede yaptınız Tanrı aşkına?”
“Sizin yanınızda her şey öğreniliyor, sayın kontum.”
“Devam edin, iki şeyi öğrenmeyi çok istiyorum.”
“Hangilerini monsenyör?”
“Bu çocuğun ne olduğunu; bana onun küçük bir erkek çocuğu olduğunu söylememiş miydiniz Mösyö Bertuccio?”
“Hayır Ekselans; bundan söz ettiğimi anımsamıyorum.”
“Ah! öyle duyduğumu sanmıştım, yanılmışım.”
“Hayır, yanılmadınız; çünkü o gerçekten de bir erkek çocuğu idi; ama Ekselansları iki şeyi bilmek istiyorlardı: İkincisi neydi?”
“İkincisi günah çıkaran bir papaz istediğinizde ve Rahip Busoni isteğiniz üzerine sizi görmeye Nimes hapishanesine geldiği zaman sizi itham ettikleri suç.”
“Bu öykü belki de çok uzun olacak Ekselans.”
“Ne önemi var? Saat daha on bile olmadı, uyumadığımı biliyorsunuz, size gelince, sizin de uyumayı pek istemediğinizi sanıyorum.”

Sf: 410
Bir kez hayatınızı gözden çıkardınız mı artık öbür insanlarla eşit değilsinizdir ya da daha doğrusu başka insanlar artık sizin eşitiniz değildir, bu kararı veren kişi o anda gücünü ona katladığını ve ufkunun genişlediğini hisseder.”

“Felsefe ha Mösyö Bertuccio!” diye onun sözünü kesti kont, “demek siz hayatınızda her şeyden biraz yaptınız.”
“Ah! beni bağışlayın Ekselans!”
“Hayır, hayır! Yalnızca gecenin on buçuğu felsefe yapmak için biraz geç bir saat. Ama bunu doğru bulduğum için karşı çıkmayacağım, tüm felsefelerle dile getirilemeyecek şeyler bunlar.”

“İşlerim giderek daha genişlemeye, daha kârlı olmaya başladı. Assunta ev kadınıydı, küçük servetimiz çoğalıyordu. Bir gün yine bir iş için giderken:
“Git,’ dedi, ‘döndüğünde sana bir sürprizim olacak.’
“Ona boşu boşuna sorular sordum: Bana hiçbir şey söylemek istemedi, ben de evden çıktım.
“İş yaklaşık altı hafta sürdü; yağ yüklemek için Lucca’ya, İngiliz pamuklusu almak için Livorno’ya gittik; yükü boşalırken hiçbir aksilikle karşılaşmadık, paralarımızı aldık ve neşe içinde geri geldik.

“Eve girdiğimde Assunta’nın odasının en görünen yerinde dairenin geri kalanıyla kıyaslandığında çok şık denecek bir beşiğin içinde yedi sekiz aylık bir çocuk vardı. Sevinçten bir çığlık attım. Krallık savcısını öldürdüğümden beri yaşadığım tek üzüntülü anlar bu çocuğu terk etmemden kaynaklanıyordu. Cinayetten kesinlikle hiçbir pişmanlık duymuyordum.

“Zavallı Assunta her şeyi anlamıştı: Benim yokluğumdan yararlanmış, kundağın yarısını almış, çocuğun öksüzler yurduna bırakıldığı günü ve saati unutmamak için not etmiş ve Paris’e giderek, çocuğu istemişti. Ona hiç karşı çıkılmamış ve çocuk kendisine verilmişti.

“Ah! sayın kontum, beşiğinde uyuyan o zavallı yaratığı görünce gözlerimden yaşlar fışkırdığını itiraf etmeliyim.

“Assunta, sen gerçekten çok soylu bir kadınsın,’ diye bağırdım, ‘Tanrı seni kutsayacak.'”
“Bu, felsefeniz kadar doğru değil,” dedi Monte Kristo, “aslında bu sadece inanç.”
“Ah! Ekselans,” dedi Bertuccio, “haklısınız, Tanrı bana ceza olarak bu çocuğu verdi. Hiçbir zaman bundan daha kötü eğilimli bir karakter bu kadar erken ortaya çıkmamıştır, yine de onun kötü yetiştirildiği söylenemez, çünkü kız kardeşim ona bir prensin oğlu gibi davranıyordu; süt beyazı ile çok iyi uyum gösteren Çin fayanslarının renkleri gibi açık mavi gözleriyle çok sevimli yüzü olan bir çocuktu; yalnız sapsarı saçları yüzüne, bakışlarındaki canlılığı ve gülüşündeki kötücüllüğü artıran garip bir özellik veriyordu. Ne yazık ki, kızıl san saçın ya çok iyi ya çok kötü olduğunu söyleyen bir atasözü vardır; atasözü Benedetto konusunda yalancı çıkmadı ve gençliğinden başlayarak Benedetto çok kötü biri olduğunu gösterdi. Doğrusu annesinin yumuşaklığı onun ilk eğilimlerine cesaret verdi; zavallı kız kardeşimin onun için evden dört ya da beş fersah uzaktaki pazara turfanda meyve ve şekerleme almaya gittiği çocuk, çiti aşarak komşudan çaldığı kestaneleri ya da tavan arasında kuruttuğu elmaları, Palma portakallarına ve Cenova konservelerine yeğliyordu, oysa bahçemizin kestaneleri ve elmaları elinin altındaydı.

Sf: 420
“İçeri girerken mücevherci çevresine araştırır gibi baktı; eğer içinde kuşku yoksa, çevrede bunu doğuracak hiçbir şey yoktu, eğer içinde kuşku varsa bunu doğrulayacak bir şey de yoktu.

“Caderousse hep iki eliyle altınları ve paraları tutuyordu. Carconte elinden geldiği kadar sevimli bir gülümseme ile konuğa bakıyordu.

“Ah! ah!’ dedi mücevherci, ‘hesabınızı iyi yapamamış olmaktan korkup ben gittikten sonra hâzinenizi gözden geçiriyor gibisiniz.’

“Hayır, öyle değil,’ dedi Caderousse; ‘bizi bu paranın sahibi yapan olay o kadar beklenmedik ki inanamıyoruz ve gözümüzün önünde somut bir kanıt olmazsa hâlâ bir düş gördüğümüzü sanıyoruz.”

Sf: 422
“Caderousse ürperdi. Kadın dudaklarını oynattı gibi geldi bana, ya çok alçak sesle konuştu ya da duyularım uykudan öylesine uyuşmuştu ki söylediklerini hiç duymadım. Artık sadece bir sisin ardından görüyordum her şeyi; insanın bir düş görmeye başladığını sandığı, uyku habercisi o belirsizlik anındaydım. Sonunda gözlerim kapandı ve bilincimi yitirdim.

Sf: 426
İntikamımızın tam ve başarılı olmasına çalışan biz insanlardaki kibir beni hayata bağlıyordu; hem belki de sadece hayata duyduğum sevgi beni hayata bağlıyordu.

Sf: 427
‘Her kötülüğün iki ilacı vardır: zaman ve sessizlik.’
Gördüğünüz bu ağaçlar, Mösyö Bertuccio, sadece gölge yaptıkları için, gölgeler de sadece düşlerle ve hayallerle dolu oldukları için göze hoş görünüyorlar. Duvarlarla çevrili basit bir toprak parçası olarak satın aldığımı sandığım bir bahçe birden sözleşmede hiç görünmeyen hayaletlerle dolu bir bahçe oluveriyor. Oysa ben hayaletleri severim; yaşayanların bir günde yaptıkları kötülükleri ölülerin altı bin yılda bile yapabilmelerine imkan yok.

Sf: 430
“Ali!” diye bağırdı, sonra da bakır zilin üstüne bir kez vurdu. Ali göründü. “Bertuccio’yu çağırın,” dedi.
Aynı anda Bertuccio içeri girdi.
“Ekselansları beni mi istemişlerdi?” dedi kahya.
“Evet, mösyö,” dedi kont. “Biraz önce kapımın önünde duran atları gördünüz mü?”
“Elbette Ekselans, çok güzeldiler.”
“Nasıl oluyor da,” dedi Monte Kristo kaşlarını çatarak, “sizden Paris’in en güzel atlarını istediğim halde Paris’te benimkiler kadar güzel başka iki at bulunuyor ve bu atlar benim ahırımda değiller?”
Kaşların çatılması ve sesin sert tonu karşısında Ali başım eğdi.
“Bu senin hatan değil sevgili Ali,” dedi kont Arapça, yüzünde ve sesinde rastlanılması
inanılmaz bir tatlılıkla; “sen İngiliz atlarını tanımazsın. Ali’nin yüzünde yeniden dinginlik belirdi.

“Kont hazretleri,” dedi Bertuccio, “sözünü ettiğiniz atlar satılık değildi.”
Monte Kristo omuz silkti:
“Fiyatını ödemeyi bilen biri için her şeyin satılık olduğunu bilin kahya efendi.”
“Mösyö Danglars bu atlara on altı bin frank ödemiş sayın kontum.”
“İyi ya! Ona otuz iki bin önermek gerekirdi; o bankacıdır ve bir bankacı anaparasını ikiye katlama fırsatını hiç kaçırmaz.”
“Sayın kontum ciddi mi söylüyorlar?” diye sordu Bertuccio.

Monte Kristo kahyaya, kendisine soru sormaya cesaret edilmesine şaşırmış gibi baktı. “Bu akşam,” dedi, “bir ziyaret yapacağım; bu iki atın yeni bir koşum takımıyla arabama koşulmuş olmasını istiyorum.”

Sf: 431
“Mösyö Baptistin,” dedi kont, “bir yıldır benim hizmetimdesiniz; genellikle adamlarımı sınadığım süre bu: siz bana uygunsunuz.”
Baptistin eğildi.
“Benim sizin için uygun olup olmadığımı bilmek kalıyor geriye.”
“Ah sayın kontum!” dedi aceleyle Baptistin.
“Şimdi sonuna kadar dinleyin,” dedi kont. “Yılda bin beş yüz frank yani yaşamım her gün tehlikeye atan iyi ve yiğit bir subayın aylığını kazanıyorsunuz; sizden çok daha fazla uğraşı olan zavallı büro şeflerinin benzerine sahip olmayı isteyecekleri bir masanız var. Sizin çamaşırlarınızın ve eşyalarınızın bakımı ile ilgilenen kendi hizmetçileriniz var. Bin beş yüz franklık hizmetli maaşınızın dışında benim bakımım için yaptığınız harcamalardan yılda yaklaşık olarak benden bin beş yüz frank daha çalıyorsunuz.”
“Ah! Ekselans!”
“Bundan yakınmıyorum Mösyö Baptistin, bu mantıklı; yine de artık bunun burada kesilmesini istiyorum. Hiçbir yerde iyi yazgınızın size verdiği bu işin benzerini bulamayacaksınız. Adamlarımı hiç dövmem, hiç öfkelenmem, hiç küfretmem, bir yanlışı her zaman affederim, ama bir ihmali ya da bir unutmayı asla. Emirlerim genellikle kısadır, ama açık ve kesindir; emirlerimin yanlış anlaşılmasındansa iki hattâ üç kez yinelemeyi yeğlerim. Bilmek istediklerimi öğrenmek için yeteri kadar zenginim ve çok meraklıyım, size haber vereyim. Eğer benim hakkımda iyi ya da kötü konuştuğunuzu, yaptıklarımı yorumladığınızı, davranışlarımı gözetlediğinizi öğrenirsem hemen o anda evimden çıkarsınız. Hizmetçilerimi sadece bir kez uyarırım; işte siz de şimdi uyarıldınız, haydi bakalım!”
Baptistin eğildi ve çekilmek için üç dört adım attı.
“Bu arada,” dedi kont, “size söylemeyi unutuyordum, her yıl adamlarım arasında bölüştürülmek üzere belli bir tutan ayırırım. Kovduklarım bu parayı kesinlikle yitirirler, para kalanların olur ve onlar da benim ölümümden sonra buna hak kazanırlar. Bir yıldır benim hizmetimde olduğunuza göre servetiniz oluşmaya başladı, buna devam edin.”

Fransızca tek sözcük bile anlamadığı için soğukkanlı duran Ali’nin önünde verilen bu kısa söylev Mösyö Baptistin’in üzerinde, Fransız hizmetçinin yüzünü incelemiş olanların anlayacakları bir etki yaptı.

“Her konuda Ekselanslarının isteklerine uymaya çalışacağım,” dedi; “kendime Mösyö Ali’yi örnek alacağım.”

Sf: 432
“Ah! hiç de değil,” dedi kont bir mermer soğukluğuyla. “Ali’nin iyi niteliklerinin yanında birçok yanlışı da vardır; onu örnek almayın, çünkü Ali bir istisnadır; onun hizmetçi maaşı yoktur, o bir hizmetçi değildir, o benim kölemdir, köpeğimdir; eğer görevini yapmazsa onu kovmam, öldürürüm.”
Baptistin’in gözleri faltaşı gibi açıldı.
“Bundan kuşkunuz mu var?” dedi Monte Kristo.
Ve Baptistin’e Fransızca söylediği sözleri Ali’ye Arapça yineledi.
Ali dinledi, gülümsedi, efendisine yaklaştı, bir dizini yere koydu ve onun elini saygıyla öptü.
Kahya içeri girdi.
“Atlarım!” dedi Monte Kristo.
“Atlar arabada koşulu Ekselans,” yanıtını verdi Bertuccio. “Kont hazretleri ile birlikte geleyim mi?”
“Hayır, arabacı, Baptistin ve Ali, o kadar.”
Kont aşağı indi, sabah Danglars’ın arabasında hayran olduğu atların arabasına koşulmuş olduğunu gördü.
Yanlarından geçerken atlara bir göz attı.
“Gerçekten de güzeller,” dedi, “onları satın almakla iyi ettiniz, sadece biraz geç kaldınız.”
“Ekselans,” dedi Bertuccio, “onları elde etmem zor oldu, çok pahalıya mal oldular.”
“Atlar bu nedenle daha az mı güzeller?” diye sordu kont omuz silkerek.
“Ekselansları hoşnutsa her şey yolunda,” dedi Bertuccio. “Ekselanslan nereye gidiyorlar?”

Sf: 434
“Hattâ sizden bazı açıklamalar istemek için evinize uğramak onuruna ermiştim.”
“Söyleyiniz mösyö, işte buradayım, dinliyorum, sizi dinlemeye hazırım.”
“Bu mektup,” dedi Danglars, sanırım yanımda,” –ceplerini karıştırdı– “Evet işte: Bu mektup Mösyö Monte Kristo Kontuna benim firmamda sınırsız kredi açıyor.”
“Pekala sayın baronum, bunda anlaşılmayacak ne var?”
“Hiçbir şey, mösyö; sadece şu sınırsız sözcüğü…”
“Pekala! Bu sözcük Fransızca değil mi?.. Anlamışsınızdır, bunu yazanlar İngiliz-Alman firmasından.”
“Ah! Evet mösyö, söz dizimi olarak söyleyecek bir şey yok, ama muhasebe açısından aynı şey değil.”

Sf: 435
“Sınırsız olacak kadar, değil mi?” dedi Monte Kristo.
“Söylemek istediğim de tam olarak bu. Belirsizlik kuşkudur ve bilge adamın dediği gibi kuşkudan kaçınmalıdır.”
“Bu da şu anlama geliyor,” dedi Monte Kristo, “Thomson ve French firması çılgınlıklar yapmaya hazır olabilir, ama Danglars firması onun gibi çılgınlık yapmayacaktır.”
“Bu da ne demek sayın kont?”
“Evet, kuşkusuz; Thomson ve French işlerini rakamlar olmadan yürütüyor; ama Mösyö Danglars’ın işlerinde bir sınır var; biraz önce söylediği gibi o bilge bir adam.”
“Mösyö,” diye yanıt verdi bankacı kibirli bir tavırla, “hiç kimse bugüne kadar kasamdan kuşku duymamıştır.”
“O zaman,” dedi Monte Kristo soğuk bir biçimde, “görünüşe bakılırsa bunu ilk yapan ben olacağım.”
“Bunu da nereden çıkarıyorsunuz?”
“Benden istediğiniz ve kararsızlığa çok benzeyen açıklamalardan mösyö…”
Danglars dudaklarını ısırdı; ikinci kez hem de kendi alanında, bu adam tarafından altediliyordu. Alaycı kibarlığı sadece yapmacıktı ve küstahlığa çok benzeyen bir aşmlığa kaçıyordu.

Monte Kristo’nun ise yüzünde tam tersine son derece sevimli bir gülümseme vardı ve istediği zaman ona büyük bir üstünlük sağlayan doğal bir görüntü sergiliyordu.

“Neyse mösyö,” dedi Danglars bir anlık sessizlikten sonra, “benden almayı düşündüğünüz tutarı sizin saptamanızı rica edersem belki kendimi anlatmış olurum.”

“Ama mösyö,” dedi Monte Kristo, tartışmada bir adım bile gerilememeye kararlı bir biçimde, “sizden sınırsız bir kredi istiyorsam, bu gerçekten ne kadar bir tutara gereksinimim olduğunu bilmememdendir.”

Bankacı sonunda üstünlük sağlayacağı ânın geldiğini düşündü; koltuğuna yaslandı ve ciddi ve kibirli bir gülümsemeyle:

“Ah! Mösyö,” dedi, “istemekten çekinmeyiniz; Danglars bankasının, rakamları ne kadar sınırlı olursa olsun, en geniş taleplere yanıt verebileceğine inanınız, bir milyon ister miydiniz…”

“Efendim?” dedi Monte Kristo.
“Bir milyon dedim,” diye yineledi Danglars budalaca bir küstahlıkla.
“Bir milyonla ne yapabilirim?” dedi kont. “Aman Tanrım! Mösyö, bana bir milyon gerekseydi böyle önemsiz bir şey için kredi açtırır mıydım? Bir milyon mu? Benim cüzdanımda ya da yolculuk çantamda her zaman bir milyon vardır.”

Ve Monte Kristo kartvizitlerinin durduğu küçük bir cep defterinden, getirene ödenecek.her biri beş yüz bin franklık iki bono çıkardı.

Danglars gibi bir adamı incitmek değil bunaltmak gerekiyordu. Beklenmedik darbe hedefini bulmuştu: Bankacı sendeledi ve başı döndü; Monte Kristo’ya gözbebekleri yuvalarından fırlamış, şaşkın bakışlarla baktı.

“Bana Thomson ve French bankasına güvenmediğinizi itiraf edin artık mösyö,” dedi Monte Kristo. “Aman Tanrım! Bu çok basit; durumu önceden tahmin ettim ve her ne kadar işlere çok yabancı olsam da önlemlerimi aldım. İşte size yazılmış olan mektuba benzer iki mektup daha; biri Viyana’daki Arestein ve Eskoles bankasından Mösyö Baron de Rothschild’e, öbürü, Londra’daki Baring bankasından Mösyö Laffitte’e. Tek bir söz söyleyin mösyö, bu iki bankadan birine kendimi tanıtarak sizi bu sıkıntıdan kurtarayım.” Danglars mahvolmuş, yenilmişti; gözle görülür bir titremeyle, kontun parmaklarının ucuyla ona uzattığı Londra’dan gelen mektubu açtı, bankacının şaşkınlığını göz önüne almasa Monte Kristo için onur kırıcı olacak bir titizlikle imzaların aslına uygun olup olmadığını inceledi.

“Ah! Mösyö, işte milyonlar değerinde üç imza,” dedi Danglars, karşısındaki adamda altının kişileşmiş gücünü selamlamak için ayağa kalkarak, “bankalarımızda sınırsız üç kredi! Beni bağışlayınız sayın kont, ama insan güvensizliği bir kenara bıraksa bile, yine şaşırmaktan kendini alamıyor.”

“Sizinki gibi bir banka böyle şaşırmaz,” dedi Monte Kristo tüm nezaketiyle; “bana bir miktar para göndereceksiniz değil mi?”

“Söyleyiniz sayın kont; emrinizdeyim.”
“Pekala!” dedi Monte Kristo, “artık anlaştığımıza göre… anlaşıyoruz değil mi?” Danglars başıyla olumlu bir işaret yaptı.

“Artık hiçbir güvensizlik duymuyorsunuz değil mi?” diye devam etti Monte Kristo. “Ah! sayın kont!” diye bağırdı bankacı, “hiçbir zaman kuşkum olmadı.”

“Hayır; bir kanıt istiyordunuz, hepsi bu. Pekala,” diye yineledi kont, “artık anlaştığımıza ve şimdi artık hiçbir kuşkunuz olmadığına göre, isterseniz ilk yıl için bir tutar saptayalım: Örneğin altı milyon.”

“Altı milyon, öyle olsun!” dedi Danglars, soluğu kesilmiş.
“Eğer bana daha fazlası gerekirse,” diye makine gibi devam etti Monte Kristo, “üstüne ekleriz; ama Fransa’da sadece bir yıl kalmayı düşünüyorum ve bu bir yıl içinde bu rakamı geçeceğimi sanmıyorum… neyse göreceğiz… Başlangıç için yann bana beş yüz bin frank gönderebilir misiniz, yarın öğleye kadar evde olacağım, zâten evde olmazsam kahyama bir makbuz bırakırım.”

“Para yarın sabah onda elinizde olacak sayın kont,” diye yanıt verdi Danglars. “Altın mı, kağıt para mı yoksa gümüş mü istersiniz?”

“Yarısı altın yarısı kağıt para olsun lütfen.”
Ve kont ayağa kalktı.

Sf: 440
“Atlara meraklı mısınız sayın kont?”
“Hayatımın bir bölümünü Doğuda geçirdim madam ve Doğulular, bildiğiniz gibi dünyada iki şeye değer verirler: Atlarının soyluluğuna ve kadınlarının güzelliğine.”
“Ah! sayın kont,” dedi barones, “kadınlan ilk sıralara koyma inceliğini göstermelisiniz.”

Sf: 442
“Görüyorsunuz ya,” dedi ona, “kadınlar ne kadar nankör: Sizin gösterdiğiniz incelik baronesi bir an bile etkilemedi; nankör doğru sözcük değil, çılgın demem gerekirdi. Ama ne yaparsınız, her zaman zarar veren şeyler sevilir; işin kolayı, inanın bana sevgili baron, her zaman onları kafalarından geçeni yapmakta özgür bırakmaktır; eğer kafalarını kırarlarsa, en azından bundan sadece kendileri sorumlu olurlar.”

Sf: 444
“Madam,” diye yanıt verdi Monte Kristo, “sizden benim Ali’yi ne övgülerle ne de ödüllerle şımartmamanızı rica ediyorum: Bunlar edinmesini istemediğim alışkanlıklar. Ali benim kölemdir; sizi kurtarırken bana hizmet ediyordu, bana hizmet etmek”de onun görevidir.”

“Ama hayatını tehlikeye attı,” dedi bu üstünlük ifadesi ses tonunun garip bir biçimde etkilediği Madam de Villefort.

Sf: 445
“Ben onun hayatım kurtardım madam,” diye yanıt verdi Monte Kristo, “bu nedenle de onun hayatı bana ait.”

Madam de Villefort sustu: Belki de daha ilk anda insanların üstünde bu kadar derin etki yaratan bu adamı düşünüyordu.

Sf: 449
Monte Kristo kendisine ne kadar hâkim olsa da onun selamına karşılık verirken gözle görünür bir merakla yargıcı inceledi, her zamanki alışkanlığıyla güvensiz ve özellikle toplumsal mucizeler konusunda pek saf olmayan yargıç, soylu yabancının –Monte Kristo şimdiden böyle anılıyordu– kişiliğinde bir Papalık prensini ya da Binbir Gece Masalları’ndaki bir sultanı görmek yerine, yeni bir tiyatro kurmaya gelen bir dolandırıcıyı ya da tüm bağlarını koparmış kötücül birini görmeye daha yatkındı.

“Mösyö,” dedi Villefort, yargıçların mahkemede iddianamelerini okudukları sırada kullandıkları ve konuştukları zaman da değiştiremedikleri ya da değiştirmek istemedikleri yapmacık tiz bir tonda, “mösyö, dün karıma ve oğluma yaptığınız, üzerinde önemle durulması gereken hizmet nedeniyle size teşekkür etmeyi bir görev biliyorum. Bu görevi yerine getirmek ve tüm minnettarlığımı size bildirmek için geldim.”

Bu sözleri söylerken savcının sert bakışları her zamanki küstahlığından hiçbir şey yitirmemişti. Söylediği sözleri başsavcının sesiyle, daha önce yinelediğimiz gibi yağcılarına onun için yasaların canlı yontusu dedirten, boynunun ve omuzlarının eğilmez dik duruşuyla, tane tane söylemişti.

“Mösyö,” diye yanıt verdi kont buz gibi bir soğuklukla, “bir annenin çocuğunu yitirmesine engel olabildiğim için çok mutluyum, çünkü analık duygusunun tüm duyguların en kutsalı olduğu söylenir ve benim hissettiğim bu mutluluğu, yerine getirilmesi beni kuşkusuz onurlandıran bir görevi yerine getiren siz duyamazsınız çünkü, Mösyö de Villefort’un bana gösterdiği bu lütfü herkese göstermediğinin farkındayım; ama bu lütuf ne kadar değerli olursa olsun, bende gerçek bir hoşnutluk duygusu uyandıramaz.”

Sf: 450
Villefort bu hiç beklemediği çıkış karşısında şaşırmıştı, zırhın üstünden aldığı darbeyi hisseden bir asker gibi titredi, küçümser dudaklarının bir kıvrımı daha ilk bakışta Monte Kristo Kontunu uygar bir centilmen olarak görmediğine işaret ediyordu.

Villefort, kesilen ve kesilirken de bitmiş gibi görünen konuşmayı yeniden başlatmak için bir şeyler bulma amacıyla çevresine bir göz attı.

İçeri girdiği sırada Monte Kristo’nun incelediği haritayı gördü ve konuşmaya başladı: “Coğrafyayla mı ilgileniyorsunuz mösyö? Bu çok zengin bir konudur, özellikle söylenenlere göre bu atlasın üzerine çizilmiş birçok ülkeyi görmüş olan sizin için.”

“Evet mösyö,” diye yanıt verdi kont, “sizin her gün istisnalar üzerinde uyguladığınızı ben toplu halde insan türü üstünde yapmak istedim yani fizyolojik bir inceleme. Tümdengelimin benim için tümevarımdan daha kolay olacağını düşündüm. Bu bilinmeyenden bilinene değil bilinenden bilinmeyene varılmasını gerektiren bir cebir aksiyomudur. Ama oturunuz mösyö, rica ederim…”
Ve Monte Kristo eliyle krallık savcısına bir koltuk gösterdi, o da birkaç adım atma zahmetine katlanmak zorunda kaldı; oysa ki kont, krallık savcısı içeri girdiğinde üstüne dizlerini koymuş olduğu koltuğa bırakıverdi kendini; böylece kont ziyaretçisine yarı dönmüş, sırtını pencereye vermiş, dirseğini o anda konuşmanın konusu olan coğrafya haritasına dayamış durumdaydı ve konuşma, Morcerflerde ve Danglarslarda olduğu gibi, duruma değilse bile en azından kişilere tümüyle uygun bir gelişme gösteriyordu.

“Ah! felsefe yapıyorsunuz,” dedi Villefort zorlu bir hasımla karşılaştığında güç toplamak isteyen bir atlet gibi bir an sessiz kaldıktan sonra. “Ama mösyö inanın, eğer sizin gibi yapacak hiçbir işim olmasaydı daha az hüzünlü bir uğraş seçerdim.”

“Doğru, mösyö,” dedi Monte Kristo, “insan, onu güneşin mikroskobunda inceleyen biri için çirkin bir tırtıldır. Ama sizin de söylediğiniz gibi sanırım yapacak hiçbir işim yok. Ama acaba siz yapacak bir işiniz olduğunu düşünüyor olabilir misiniz mösyö? Ya da daha açık konuşursak, yaptığınız işin ona bir ad verme zahmetine değeceğini mi sanıyorsunuz?”

Villefort’un şaşkınlığı, bu garip hasmın bu kadar sert bir biçimde vurduğu ikinci darbeyle iki katma çıktı; yargıç uzun zamandır bu kadar büyük bir aykırılığın dile getirilişini duymamıştı ya da daha doğrusu ilk kez böyle bir şey işitiyordu.

Krallık savcısı yanıt vermek için seferber oldu.
“Mösyö,” dedi, “siz yabancısınız, bunu kendiniz de söylüyorsunuz, sanırım hayatınızın bir bölümü Doğu ülkelerinde geçti; bu barbar yörelerde hemen uygulanan insan adaletinin bizde sabırlı ve ölçülü olduğunu bu nedenle bilmiyorsunuz.”

“Evet, mösyö, evet; bu ilkçağın pede claudo’su. Tüm bunları biliyorum, çünkü özellikle ilgilendiğim şey tüm ülkelerdeki adalet; doğanın adaletiyle kıyasladığım şey ise tüm ulusların suçları yargılama usûlü oldu ve şunu söylemeliyim ki mösyö, Tanrı’nın isteğine en uygun bulduğum yasa, ilkel halkların yasası yani kısasa kısas yasasıdır.”.

Sf: 451
“Eğer bu yasa benimsenseydi mösyö,” dedi krallık savcısı, “bizim yasalarımızı çok sadeleştirirdi ve böylece yargıçlarımızın, biraz önce söylemiş olduğunuz gibi, artık yapacakları çok fazla bir şey olmazdı.”

“Belki bir gün bu da olur,” dedi Monte Kristo; “insanların buluşlarının karmaşıktan basite doğru gittiğini, basitin de kusursuz olduğunu biliyorsunuz.”

“Bu arada mösyö,” dedi yargıç, “yasalarımız Galya âdetlerinden, Roma yasalarından, Frank geleneklerinden alınmış çelişik maddeleri içerir; oysa bildiğiniz gibi tüm bu yasalar konusunda bilgi edinmek uzun çalışmalar ister ve bu bilgiye ulaşmak için uzun bir tahsil ve bir kez ulaşınca unutmamak için de büyük bir zeka gerekir.”

“Ben de bu kanıdayım mösyö; ama sizin Fransız yasaları hakkında bildiğiniz her şeyi ben de biliyorum, hem de sadece bu yasalar hakkında değil tüm ulusların yasaları hakkında her şeyi biliyorum: İngiliz, Türk, Japon, Hindu yasaları benim için Fransız yasaları kadar tanıdık; bu nedenle göreceli olarak –her şeyin göreceli olduğunu biliyorsunuz mösyö– benim tüm yaptıklarıma bakarsak sizin yapacak çok az şeyiniz var, öğrendiğim şeylere oranla sizin öğreneceğiniz daha pek çok şey var.”

“Ama tüm bunları ne amaçla öğrendiniz?” dedi Villefort şaşırarak.
Monte Kristo gülümsedi.
“Pekala mösyö,” dedi; “kendini büyük gören bir insan olarak ün yapmış olmanıza karşın toplumda insanla başlayıp insanla biten her şeyi özdeksel ve basit açıdan yani insan zekasının benimseyebileceği en kısıtlı ve en dar açıdan gördüğünüzü anlıyorum.”

“Açıklar mısınız mösyö,” dedi Villefort gitgide daha da şaşırarak, “sizi pek iyi anlayamadım.”
“Gözlerinizi ulusların toplumsal düzenlemesi üzerine dikmiş olup sadece makinenin zembereklerini gördüğünüzü, ama onu harekete geçiren soylu işçiyi görmediğinizi söylüyorum; sadece önünüzde ve çevrenizde unvanları bakanlar ya da krallar tarafından imzalanmış mevki sahiplerini gördüğünüzü, oysa Tanrı’nın bazı insanlara bu mevkileri doldurmak yerine yürütecekleri bir görev vererek onlara bakanların, kralların üstünde yer verdiğini söylüyorum; bu insanları sınırlı görüş açınızla göremediğinizi söylüyorum. Organları güçsüz ve eksik olan insanın zayıflığı buradadır işte. Tobit kendisinin yeniden görmesini sağlamak için gelen meleği sıradan bir genç adam sanıyordu. Uluslar kendilerini yok edecek olan Attila’yı tüm fatihler gibi bir fatih sanıyorlardı ve her ikisinin de ne olduklarının anlaşılması için tanrısal görevlerini açığa vurmaları gerekti; her ikisinin kutsal özlerinin açığa çıkması için birinin: ‘Ben Tanrının meleğiyim,’ öbürünün: ‘Ben Tanrı’nın çekiciyim,’ demesi gerekti.”

“O zaman,” dedi gitgide daha çok şaşırmış, bir meczup ya da bir deli ile konuştuğunu sanan Villefort, “siz kendinizi de biraz önce sözünü ettiğiniz olağanüstü varlıklardan biri gibi mi görüyorsunuz?”

“Neden olmasın?” dedi Monte Kristo soğuk bir biçimde.
“Bağışlayın mösyö,” dedi Villefort, allak bullak olmuş bir halde, “ama evinize gelirken bilgisi ve düşüncesi insanların alışılmış bilgi ve düşüncesini çok aşan bir insanla karşılaşacağımı bilmediğim için özür dilerim. Uygarlığın bozduğu bizim gibi zavallılarda bu hiç de lışılmış bir şey değildir, sizin gibi büyük bir servetin sahibi olan, en azından öyle olduğu sanılan kibar beyler, sorgulamadığıma, sadece yinelediğime, alışılmamış dediğime dikkat ediniz, zenginlik ayrıcalığına sahip kişiler, olsa olsa yazgının yeryüzünün nimetlerinden yoksun bıraktığı kişileri avutmak için oluşturulmuş toplumsal kurgularla, felsefesel düşüncelerle zamanlarını yitirirler.”

Sf: 452
“Eh! Mösyö,” dedi kont, “sahip olduğunuz yüksek konuma istisnaların olabileceğini hiç düşünmeden ve hattâ bu istisnalarla hiç karşılaşmadan mı geldiniz? O kadar inceliğe ve güvene gereksinimi olan dikkatinizi karşınıza çıkan adamı bir bakışta değerlendirmek için hiç kullanmadınız mı? Bir yargıcın, yasanın en iyi uygulayıcısı, hileli davaların karanlıklarının en kurnaz yorumcusu değil, kalpleri anlamak için çelik bir sonda, her ruhun her zaman az ya da çok alaşımı olan altını sınamak için bir denek taşı olması gerekmez mi?”

“Mösyö,” dedi Villefort, “inanın beni utandırıyorsunuz, şimdiye kadar kimsenin sizin gibi konuştuğunu duymadım.”

“Bu sizin sürekli olarak yüksek mevkiler çemberi içine tıkılıp kalmanızdan ve hiçbir zaman Tanrı’nın görünmez ya da ayrıcalıklı varlıklarla doldurduğu üst çevrelere kanat açıp yükselmeye cesaret edemeyişinizdendir.”

“Bu çevrelerin var olduğuna, ayrıcalıklı ve görünmez varlıkların aramıza karıştıklarına inanıyor musunuz mösyö?”

“Neden olmasın? Soluk aldığınız ve o olmasa yaşayamayacağınız havayı görüyor musunuz?”

“O zaman biz sözünü ettiğiniz varlıkları görmüyoruz, öyle mi?”

“Görüyoruz, Tanrı somutlaşmalarına izin verdiğinde onları görüyorsunuz, onlara dokunuyorsunuz, dirsek dirseğe geliyorsunuz, onlara bir şeyler söylüyorsunuz, onlar da size yanıt veriyorlar.”

“Ah!” dedi Villefort gülümseyerek, “bu varlıklardan biri benimle bağlantı kuracak olduğunda, bunu önceden bilmek istediğimi itiraf ediyorum.”

“İsteğiniz yerine getirildi mösyö; çünkü biraz önce size bildirildi, şimdi de ben size bildiriyorum.”
“Siz mi?”
“Ben bu ayrıcalıklı varlıklardan biriyim, evet mösyö ve sanırım bugüne kadar hiç kimse benimkine benzer bir durumda bulunmadı. Kralların krallıkları dağlarla, nehirlerle, törelerin değişmesiyle, dillerin dönüşümüyle sınırlıdır. Benim krallığım dünya kadar büyüktür, çünkü ben ne İtalyanım, ne Fransız, ne Hindu, ne Amerikalı ne de İspanyol: Ben evrendeşim. Hiçbir ülke beni doğarken gördüğünü söyleyemez. Benim ölümümü hangi ülkenin göreceğini Tanrı bilir. Tüm âdetleri benimserim, tüm dilleri konuşurum. Siz benim Fransız olduğumu sanıyorsunuz değil mi? Çünkü Fransızcayı sizin kadar kolaylıkla ve sizin kadar temiz konuşuyorum. Örneğin benim Sudanlı Ali beni Arap sanıyor; kahyam Bertuccio Romalı, kölem Haydee de Yunan olduğuma inanıyor. Hiçbir ülkeden olmadığım, hiçbir hükümetten korunmak istemediğim, kimseyi kardeşim olarak tanımadığım için güçlüleri durduran kuruntuların ya da zayıfları felce uğratan engellerin birinin bile beni durdurmadığını ya da felce uğratmadığını anlıyor olmalısınız. Benim sadece iki hasmım var: iki yengin diyemeyeceğim, çünkü direnerek onlara boyun eğdiriyorum: bunlar uzaklık ve zaman. Üçüncüsü ve en ürkütücü olanı benim ölümlü bir insan olma durumum. Yürüdüğüm yolda ve amacıma ulaşamadan beni durdurabilecek tek şey bu: Geriye kalan her şeyi hesapladım. İnsanların yazgının şansları dedikleri şeyi, yani yıkım, değişme, olasılıklar, bunların hepsini önceden düşündüm, bunlardan biri başıma gelse bile hiçbiri beni deviremez. Ölmedikçe her zaman olduğum gibi kalacağım; bu nedenle size hiçbir zaman, krallardan bile duymadığınız şeyleri söylüyorum, çünkü kralların size ihtiyacı var, öbür insanlar ise sizden korkuyorlar. Bizimki gibi gülünç bir biçimde düzenlenmiş bir toplumda kim, “Belki bir gün krallık savcısına işim düşer!’ diye düşünmez ki?”

Sf: 453
“Peki siz bunu söyleyebilir misiniz mösyö? Çünkü Fransa’da oturduğunuza göre doğal olarak Fransız yasalarına uymak zorundasınız.”
“Biliyorum mösyö,” diye yanıt verdi Monte Kristo; “bir ülkeye gitmek zorunda olduğum zaman kendime özgü yöntemlerle bir şeyler beklemek ya da korkmak zorunda kalabileceğim tüm insanları incelemeye başlarım, onları kendileri kadar hattâ belki de kendilerinden iyi tanımayı başarırım. Bu da, kim olursa olsun, kime işim düşerse düşsün kralın savcısının kesinlikle benden daha zor durumda kalacağı sonucunu doğurur.”

“Bu da şu anlama geliyor,” dedi Villefort duraksayarak, “insanın doğası zayıf olduğu için size göre her insan yanlışlar yapmıştır.”

“Yanlışlar yapmıştır ya da… suç işlemiştir,” diye kayıtsızca yanıt verdi Monte Kristo. “Kardeşleriniz olarak tanımadığınız bu insanlar arasında, bunu siz söylemiştiniz,” dedi Villefort hafif bozuk bir sesle, “sadece siz mi kusursuzsunuz?”

 “Hayır, hiç de kusursuz değilim,” diye yanıt verdi kont; “anlaşılması zor biriyim, hepsi bu. Ama konuşma hoşunuza gitmiyorsa konuyu kapatalım mösyö; sizin adaletinizden, sizin benim altıncı duyumdan korktuğunuzdan daha fazla korkmuyorum.”

“Hayır, hayır mösyö,” dedi Villefort sertçe, kuşkusuz geri adım atmış gibi görünmekten korkarak, “hayır! Parlak ve neredeyse soylu konuşmanızla beni alışılmış düzeylerin üstüne çıkardınız; artık konuşmuyoruz, bir konuda açıklamalar yapıyoruz. Bildiğiniz gibi kim bilir kaç din bilgini Sorbonne’daki kürsüsünde ya da kaç felsefeci tartışmaları sırasında zaman zaman birbirlerine korkunç gerçeklerden söz ediyorlar: Toplumsal din bilgisi ya da din felsefesi yaptığımızı düşünelim, ne kadar katı olursa olsun size şunu söyleyeceğim: Kardeşim, kibri bir yana bırakın; siz başkalarının üstündesiniz, ama sizin üstünüzde Tanrı var.”

“Herkesin üstünde, mösyö!” diye Monte Kristo öyle derinden gelen bir sesle yanıt verdi ki Villefort elinde olmadan ürperdi. “Ben, kendilerini ezmeden önüne geçen birine karşı her zaman dikleşmeye hazır yılanlara, yani insanlara karşı kibirliyim. Ama bu kibri, beni bugünkü ben yapmak için hiçlikten çekip çıkaran Tanrı’nın önünde bu kibri bırakırım.”

Sf: 454
“O zaman size hayranım sayın kont,” dedi, bu garip konuşma sırasında o zamana kadar mösyö dediği yabancıya karşı bu aristokrat kalıbı ilk kez kullanan Villefort. “Evet, söylediğim gibi, eğer gerçekten güçlüyseniz, gerçekten üstünseniz gerçekten aziz ya da nüfuz edilmezseniz, ki bunların aynı anlama geldiği konusunda haklısınız, kibirli olun mösyö; bu egemenlikler yasasıdır. Ama yine de bir tutkunuz var mı?”

“Bir tutkum oldu mösyö.”
“Hangi tutku?”
“Herkesin hayatında bir kez başına gelen şey benim de başıma geldi, şeytan tarafından yeryüzünün en yüksek tepesine kaçırıldım; oraya varınca şeytan bana tüm dünyayı gösterdi ve daha önce İsa’ya söylediği gibi bana da şöyle dedi: ‘Söyle bakalım insanoğlu, bana tapmak için ne istersin?’ O zaman uzun uzun düşündüm, çünkü uzun süredir korkunç bir tutku içimi kemiriyordu; sonra ona yanıt verdim: ‘Dinle, her zaman Yazgı’dan söz edildiğini duydum, ama ne onu ne de ona benzeyen hiçbir şey görmedim, bu da bana onun var olmadığını düşündürdü; Yazgı olmak istiyorum, çünkü dünyada en güzel, en büyük ve en yüce bildiğim şey ödüllendirmek ve cezalandırmak.’ Şeytan başını eğdi ve içini çekti. ‘Yanılıyorsun,’ dedi, ‘Yazgı vardır; sadece sen onu görmüyorsun, çünkü Tanrı’nın kızı olan Yazgı da babası gibi görünmezdir. Ona benzeyen hiçbir şey görmedin, çünkü Yazgı görünmez güçlerle hareket eder ve karanlık yollarda yürür; senin için tüm yapabileceğim seni bu Yazgı’nın görevlilerinden biri kılmak.’ Pazarlık yapılmıştı; burada belki ruhumu yitirecektim, ama ne önemi vardı,” dedi Monte Kristo, “pazarlık yeniden yapılacak olsaydı yine böyle davranırdım.”

Villefort büyük bir şaşkınlıkla Monte Kristo’ya bakıyordu.
“Sayın kont,” dedi, “ana babanız var mı?”
“Hayır, mösyö, dünyada tek başımayım.”
“Yazık!”
“Neden?” diye sordu Monte Kristo.
“Çünkü kibirinizi paramparça edecek bir gösteriye tanık olabilirdiniz. Sadece ölümden korktuğunuzu söylemiştiniz değil mi?”
“Korktuğumu söylemedim, sadece ölümün beni durdurabileceğini söyledim.”
“Ya yaşlılık?”
“Ben yaşlanmadan görevim sona erecek.”
“Ya delilik?”
“Az kalsın deliriyordum, şu özdeyişi biliyorsunuz: ‘non bis in idem. Bu ceza yasası ile ilgili bir özdeyiştir ve bu nedenle sizin yetki alanınıza girer.”
“Mösyö,” dedi Villefort, “ölümden, yaşlılıktan, delilikten başka korkulacak şeyler de vardır: Örneğin beyin kanaması, sizi öldürmeden vuran ve yine de her şeyin sona erdiği beklenmedik bir felaket. Hâlâ sizsinizdir ama yine de artık siz değilsinizdir; Ariel gibi bir meleğe benzeyen siz artık Caliban gibi canavar, devinimsiz bir kitlesisinizdir yalnızca; buna sadece, size söylediğim gibi insanların dilinde, beyin kanaması deniyor. Sayın kont, lütfen sizi anlayabilecek, sizin yanlışlarınızı ortaya koyabilecek bir hasımla karşılaşmayı istediğiniz gün bu konuşmayı sürdürmek için benim evime geliniz, size babamı, Mösyö Noirtier de Villefort’u, Fransız Devrimi’nin en ateşli devrimcilerinden birini, yani en sağlam örgütünün hizmetine girmiş en parlak yüreğini göstereceğim, belki sizin gibi yeryüzünün tüm krallıklarını görmemiş ama en güçlülerinden birinin altüst edilmesine yardımcı olmuş bir adamı, sizin gibi Tanrı’nın değil Yüce Varlık’ın, Yazgının değil alın yazısının gönderdiklerinden biri olduğunu savlayan bir adamı; işte mösyö, beynin bir lobundaki bir kan damarının kopması, bir günde değil, bir saatte değil bir saniyede her şeyi mahvetti. Bir gün önce eski Jakoben, eski senatör, eski carbonaro olan, giyotine gülen, topa gülen, hançere gülen Mösyö Noirtier, devrimlerle oynayan Mösyö Noirtier, Fransa’yı, kralın mat olması amacıyla sadece piyonların, atların ve kraliçenin ortadan kalkması gereken geniş bir satranç tahtası gibi gören Mösyö Noirtier, bu kadar korkutucu olan Mösyö Noirtier ertesi gün şu zavallı Mösyö Noirtier’ye, devinimsiz ihtiyara dönüştü, evin en zayıf varlığının, yani torunu Valentine’in isteklerine teslim edildi; sarsıntısızca tümüyle çürüyene kadar acı çekmeden yaşayacak dilsiz ve buz gibi bir kadavra.”

Sf: 455
“Heyhat! Mösyö,” dedi Monte Kristo, “bu görüntü benim ne gözlerime ne de düşüncelerime uzak; benim biraz doktorluğum vardır ve meslektaşlarım gibi birçok kez canlı maddede ya da ölü maddede ruh aradım; ve Yazgı gibi ruhu da her ne kadar yüreğimle görsem de gözlerimle göremedim. Sokrates’ten, Seneca’dan, Augustinus’tan, Gall’den bu yana yüz yazar sizin biraz önce kurduğunuz benzerliği düzyazı ya da şiirle gösterdi. Ama yine de bir babanın acılarının oğlunun ruhunda çok büyük değişiklikler yapabileceğini kabul ediyorum. Geleceğim mösyö, mademki benim bunu yapmamı istiyorsunuz, alçakgönüllülüğüme yararı olması için, evinizi hüzne boğmuş olması gereken o korkunç görünümü seyretmeye geleceğim.”

“Tanrı bana büyük bir ödünlemede bulunmamış olsaydı kuşkusuz öyle olacaktı. Mezara doğru sürüklenerek inen ihtiyara karşılık yaşama yeni başlayan iki çocuk var: İlk evliliğimi yaptığım Matmazel de Saint-Meran’dan olan kızım Valentine ve yaşamını kurtardığınız oğlum Edouard.”

“Bu ödünlemeden nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz mösyö?” diye sordu Monte Kristo. “Şu sonucu çıkarıyorum mösyö,” diye yanıt verdi Villefort, “tutkularına kapılıp yolunu şaşıran babam insan adaletinin eline düşmeden, ama Tanrı adaletinden de kaçamadan bazı yanlışlar yaptı ve bir tek kişiyi cezalandırmak isteyen Tanrı da sadece onu vurdu.” Monte Kristo, dudaklarında bir gülümseme ile, yüreğinin derinliklerinden, duyabilseydi Villefort’u kaçıracak bir çığlık attı.

“Hoşçakalın mösyö,” dedi, epey zamandır kalkmış ve ayakta konuşmakta olan savcı; “sizden çok değerli, beni daha iyi tanıdığınızda umarım size de hoş gelebilecek bir anı ile ayrılıyorum, çünkü ben hiç de sıradan bir adam değilim, tam tersine. Zaten sonsuza kadar Madam de Villefort’un dostluğunu kazandınız.”

Kont selam verdi ve Villefort’u sadece çalışma odasının kapısına kadar geçirmekle yetindi, Villefort arkasında iki uşak olduğu halde arabasına gitti, efendilerinin işareti üzerine uşaklar ona kapıyı açmak için acele ediyorlardı.

Krallık savcısı gözden kaybolduktan sonra, sıkışmış göğsünden zorlukla bir soluk alan Monte Kristo, “Haydi bakalım,” dedi, “bu kadar derinliklerinden, duyabilseydi Villefort’u kaçıracak bir çığlık attı.

“Hoşçakalın mösyö,” dedi, epey zamandır kalkmış ve ayakta konuşmakta olan savcı; “sizden çok değerli, beni daha iyi tanıdığınızda umarım size de hoş gelebilecek bir anı ile ayrılıyorum, çünkü ben hiç de sıradan bir adam değilim, tam tersine. Zaten sonsuza kadar Madam de Villefort’un dostluğunu kazandınız.”

Kont selam verdi ve Villefort’u sadece çalışma odasının kapısına kadar geçirmekle yetindi, Villefort arkasında iki uşak olduğu halde arabasına gitti, efendilerinin işareti üzerine uşaklar ona kapıyı açmak için acele ediyorlardı.

Sf: 456
Krallık savcısı gözden kaybolduktan sonra, sıkışmış göğsünden zorlukla bir soluk alan Monte Kristo, “Haydi bakalım,” dedi, “bu kadar zehir yeter, şimdi yüreğim zehirle dolu olduğuna göre panzehiri aramaya gidelim.”

Çınlayan zile bir kez vurarak:
“Ben hanımefendinin yanına çıkıyorum,” dedi Ali’ye; “yarım saat sonra araba hazır olsun!”

Sf: 457
49 Haydée
Yeni ya da daha doğrusu Monte Kristo Kontunun Meslay sokağında oturan eski tanıdıklarını anımsıyoruz: bunlar Maximilien, Julie ve Emmanuel idi.

Yapacağı bu güzel ziyaretin, geçireceği birkaç mutlu dakikanın, isteyerek kendim attığı cehennemin içine sızan bu cennet pırıltısının umudu, Villefort’u gözden yitirdiği andan başlayarak kontun yüzüne en sevimli dinginliği yaymıştı ve zilin sesine koşan Ali, çok ender rastlanan bir neşeyle parlayan yüzü görünce, efendisinin çevresinde uçuşurken gördüğünü sandığı güzel düşünceleri ürkütmemek için parmaklarının ucuna basarak, soluğunu tutarak dışarı çıkmıştı.

Öğle olmuştu: Kont Haydee’yi görmek için kendine bir saat ayırmıştı; o kadar uzun zaman acı çekmiş bu ruhun bir anda neşeyle dolması çok zordu; başka ruhların şiddetli heyecanlara hazırlanmaya ihtiyaçları olduğu gibi, onun da tatlı heyecanlara hazırlanmaya ihtiyacı vardı sanki. ‘

Genç Yunan kadın, dediğimiz gibi, kontun dairesinden tümüyle ayn bir dairedeydi. Bu daire baştan başa Doğu tarzında döşenmişti; yani, döşemeler kalın Türk halılarıyla kaplanmış, brokar kumaşlar duvarlar boyunca aşağı inmiş, her odaya odayı çepeçevre saran geniş bir divan konmuş, üstüne de kullananın isteğine göre yerlerini değiştirebileceği bir dizi yastık yerleştirilmişti.

Haydee’nin üç Fransız, bir Yunan hizmetçisi vardı. Üç Fransız kadın ilk odada, küçük altın bir zilin sesini duyunca koşmaya ve hanımının isteklerini üç hizmetçisine aktaracak kadar Fransızca bilen Rum kölenin emirlerini yerine getirmeye hazır bekliyorlardı, Monte Kristo onlara, Haydee’ye bir kraliçeye gösterilecek saygıyı göstermelerini öğütlemişti.

Genç kız dairesinin en arka odasındaydı; sadece yukardan aydınlatılmış, güneşin yalnızca pembe pencere camlarından içeri girdiği bir tür yuvarlak giyinme odasıydı burası. Yere, gümüş işlemeli mavi atlastan minderlerin üzerine uzanmış, divana yaslanmış, gevşek bir biçimde konmuş, üstüne de kullananın isteğine göre yerlerini değiştirebileceği bir dizi yastık yerleştirilmişti.

Haydee’nin üç Fransız, bir Yunan hizmetçisi vardı. Üç Fransız kadın ilk odada, küçük altın bir zilin sesini duyunca koşmaya ve hanımının isteklerini üç hizmetçisine aktaracak kadar Fransızca bilen Rum kölenin emirlerini yerine getirmeye hazır bekliyorlardı, Monte Kristo onlara, Haydee’ye bir kraliçeye gösterilecek saygıyı göstermelerini öğütlemişti.

Genç kız dairesinin en arka odasındaydı; sadece yukarıdan aydınlatılmış, güneşin yalnızca pembe pencere camlarından içeri girdiği bir tür yuvarlak giyinme odasıydı burası. Yere, gümüş işlemeli mavi atlastan minderlerin üzerine uzanmış, divana yaslanmış, gevşek bir biçimde kıvırdığı sağ kolunu başına dolamış, sol kolu ile bir nargilenin mercan marpucunu dudaklarının arasına sıkıştırmıştı; marpuç, hafifçe içine çektiğinde aselbent suyundan geçirdiği kokulu buharı ağzına ulaştıran esnek hortumunun ucuna takılmıştı.

Doğulu bir kadın için çok doğal olan duruşu bir Fransız kadını için belki de biraz yapmacık bir işveydi.

Giyim kuşamına gelince Epeiroslu kadınlarınki gibiydi, yani altın ve incilerle işlenmiş burnu kıvrık iki küçük sandaletin içinde hareket ettikleri görülmese Paros mermerinden yapılmış sanılacak iki çocuk ayağını açıkta bırakan pembe çiçekler işlenmiş beyaz atlastan bir şalvar, mavi ve beyaz uzun çizgili, yırtmaçlı geniş kollu, gümüş ilikli, inci düğmeli bir ceket ve yürek biçimindeki açılmış kesimi boynunu ve göğsünün tüm üst bölümünü açıkta bırakan, göğsün altında üç elmas düğme ile iliklenen bir tür korse vardı üzerinde. Korsenin alt ve şalvarın üst kısmına gelince, bunlar Parisli zarif kadınlarımızı kıskandıracak rengarenk uzun ipek saçaklı kemerlerden birinin içinde kayboluyorlardı.

Sf: 458
Başında yana yatmış, incilerle işlenmiş küçük altın bir başlık vardı, başlığın yana yatmış tarafına sıkıştırılmış lal rengi güzel bir doğal gül simsiyah saçların arasında mavi gibi görünüyordu.

Yüzünün güzelliğine gelince, kadife gibi iri siyah gözleri, düz burnu, mercan dudakları ve inci gibi dişleri ile tipinin kusursuzluğu içinde tam bir Yunan güzeliydi.

Bu sevimli bütünlüğün üzerine, gençlik çağının tüm pırıltısı ve tüm kokusu sinmişti; Haydee on dokuz ya da yirmi yaşlarında olmalıydı.

Monte Kristo Yunan hizmetçiyi çağırdı ve Haydee’ye yanına girip giremeyeceğim sormasını istedi.

Yanıt olarak Haydee hizmetçiye kapının önünde asılı duran halıyı kaldırmasını işaret etti, kare biçimindeki kapı pervazı, uzanmış genç kızı güzel bir tablo gibi çerçeve içine aldı. Monte Kristo ilerledi.

Haydee nargileyi tutan kolunun dirseği üzerinde doğruldu ve konta elini uzatarak onu bir gülümsemeyle karşıladı:

“Neden,” dedi, Sparta ve Atina kızlarının çınlayan sesiyle, “neden benden içeri girmek için izin istiyorsun? Artık benim efendim değil misin? Ben artık senin kölen değil miyim?” Bu kez de Monte Kristo gülümsedi.
“Haydee,” dedi, “biliyorsunuz …”
“Neden bana her zamanki gibi sen demiyorsun?” diye onun sözünü kesti Yunan genç kız; “bir yanlış mı yaptım? O zaman beni cezalandır, ama siz diyerek değil.”
“Haydee,” dedi kont, “biliyorsun ki Fransa’dayız ve bu nedenle de özgürsün.”
“Ne yapmak için özgür?” diye sordu genç kız.
“Beni bırakıp gitmek için.”
“Seni bırakıp gitmek! Seni neden bırakıp gideyim?”
“Ne bileyim ben? İnsanların arasına karışacağız.”
“Ben kimseyi görmek istemiyorum.”
“Karşına çıkacak güzel delikanlılar arasında hoşuna gidecek birini bulursan, ben çok haksızlık etmiş…”
“Şimdiye kadar senden güzel erkek görmedim ve sadece babamı ve seni sevdim.”
“Zavallı çocuk,” dedi Monte Kristo, “bu sadece babandan ve benden başka kimseyle konuşmadığından.”
“İyi ya! neden başkalarıyla konuşmaya ihtiyacım olsun? Babam bana neşem, derdi, sen bana aşkım diyorsun, ikiniz de bana çocuğum diyorsunuz.”

Sf: 459
“Babam anımsıyor musun Haydee?”
Genç kız gülümsedi.
“O burada ve burada,” dedi elini gözlerinin ve kalbinin üzerine koyarak.
“Ya ben neredeyim?” diye sordu Monte Kristo gülümseyerek.
“Sen,” dedi “sen her yerdesin.”
Monte Kristo öpmek için Haydee’nin elini tuttu, ama saf çocuk elini çekti ve alnını uzattı.
“Şimdi Haydee,” dedi Monte Kristo, “özgür olduğunu, kendinin efendisi olduğunu ve kraliçe olduğunu biliyorsun; giysinle kalabilir ya da onu istediğin gibi değiştirebilirsin; burada istediğin sürece kal, dışarı çıkmak istediğin zaman çık; senin için her zaman atları koşulmuş bir araba hazır bekleyecek; Ali ve Myrto her yere seninle birlikte gelecekler ve senin emrinde olacaklar; senden sadece tek bir şey rica edeceğim.”

“Söyle.”
“Doğumun konusundaki sırn gizli tut, geçmişin hakkında tek söz etme; hiçbir zaman ne ünlü babanın ne de zavallı ananın adını an.”
“Bunu sana daha önce de söylemiştim efendim, kimseyi görmeyeceğim.”
“Dinle Haydee; belki de tamamen Doğu’ya özgü bu her şeyden elini eteğini çekmek Paris’te olanaksız hale gelecek: Roma’da, Floransa’da, Milano’da ve Madrid’de olduğu gibi Kuzey ülkelerimizin yaşamını öğrenmeye devam et; ister burada yaşamaya devam et ister Doğu’ya geri dön, bu her zaman işine yarayacaktır.”
Genç kız nemli gözlerini konta doğru kaldırdı ve yanıt verdi:
“İster Doğu’ya geri dönelim, demek istiyorsun değil mi efendim?”
“Evet kızım,” dedi Monte Kristo; “benim seni hiçbir zaman bırakıp gitmeyeceğimi iyi biliyorsun. Ağaç hiçbir zaman çiçeğini bırakıp gitmez, ağacı bırakıp giden her zaman çiçektir.”
“Seni asla bırakmayacağım efendim,” dedi Haydee, “çünkü sensiz yaşayamayacağımdan eminim.”
“Zavallı çocuk! On yıl sonra ben ihtiyar olacağım, on yıl. sonra sen hâlâ genç olacaksın.”
“Babamın uzun beyaz sakalı vardı, bu benim onu sevmemi hiç de engellemedi; babam altmış yaşındaydı ve bana gördüğüm tüm delikanlılardan daha güzel görünüyordu.”
“Peki, söyle bana, buraya alışabileceğine inanıyor musun?”
“Seni görecek miyim?”
“Her gün.”
“Öyleyse daha ne isterim ki, efendim!”
“Senin canının sıkılmasından korkuyorum.”
“Hayır efendim, çünkü sabahları senin geleceğini düşüneceğim, akşamları senin gelmiş olduğunu anımsayacağım; zaten yalnız kaldığımda anılarım var, uzaklardaki Olympos ve Pindos ile geniş ufukları, çok büyük manzaraları yeniden görüyorum; sonra yüreğimde insanın hiç sıkılmayacağı üç duygu var: Hüzün, aşk ve minnet.”

Sf: 460
“Sen Epeiroslu soylu bir kızsın Haydee, iyi yürekli ve şiirselsin, ülkende doğmuş tanrıçaların ailesinden geldiğin çok açık. İçin rahat olsun kızım, gençliğinin boşa gitmemesi için çalışacağım, çünkü sen beni nasıl baban gibi seviyorsan, ben de seni çocuğum gibi seviyorum.”

“Yanılıyorsun efendim; babamı hiç de seni sevdiğim gibi sevmiyordum; sana olan aşkım başka türlü bir aşk: Babam öldü, ama ben ölmedim; oysa sen ölürsen ben de ölürüm.”

Kont genç kıza büyük bir sevgiyle gülümseyerek elini uzattı; her zamanki gibi Haydee dudaklarını eline değdirdi.

Ve kont, Morrel ve ailesi ile yapacağı görüşmeye hazır halde, Pindaros’un şu dizelerini mırıldanarak dışarı çıktı:

“Gençlik bir çiçek, aşk da onun meyvesidir… Bu meyvenin yavaş yavaş olgunlaştığını gördükten sonra onu toplayan bahçıvana ne mutlu.”

Emrettiği gibi araba hazırdı. Bindi ve araba her zamanki gibi dörtnala yola çıktı.

Sf: 464
“Gerçekten de çok mutluyuz mösyö,” diye yanıt verdi Julie; “o kadar uzun zaman acı çektik ki, çok az kişi mutluluğu bizim kadar pahalıya satın almıştır.”

“Tanrı herkese yaptığı gibi, acılarınızı avutacak bir şey yaptı mı?” diye sordu Monte Kristo.

“Evet sayın kontum,” dedi Julie; “bunu yaptığını söyleyebiliriz, çünkü bizim için ancak seçkin kullarına yapacağı şeyi yaptı; bize meleklerinden birini gönderdi.”

Kont yanaklarına kadar kızardı, heyecanını saklamak için mendilini ağzına götürerek öksürdü.

Sf: 466
“O zaman bu İngiliz, babanıza, onun bile unuttuğu bir iyiliğin karşılığı olarak, böyle bir bahaneyle yardım eden bir adam olamaz mı?”
“Her şey olabilir mösyö, böyle bir durumda mucize bile olabilir.”
“Adı neydi?” diye sordu Monte Kristo. 
“Pusulanın altına attığı imzadakinden başka bir ad bırakmadı: Denizci Simbad,” diye yanıt verdi konta büyük bir dikkatle bakan Julie.
“Bu kuşkusuz bir ad değil, bir takma ad.”
Sonra Julie ona daha büyük bir dikkatle baktığı ve sesinin tınısından bir şeyler çıkarmaya ve anlamaya çalıştığı için:

“Acaba,” diye devam etti, “bu aşağı yukarı benim boyumda, belki biraz daha uzun, biraz daha ince, boynuna dolanmış kaim bir kravatı olan düğmeli, korse gibi daracık giysili, elinde hep bir kalem olan bir adam değil mi?”
“Ah! onu tanıyor musunuz?” diye bağırdı Julie gözleri sevinçten parlayarak.
“Hayır,” dedi Monte Kristo, “sadece tahmin ediyorum. Lord WiImore adında birini tanımıştım,” böyle cömertlikler saçardı.
“Ama kendini açığa vurmadan, herhalde.”
“Minnettarlığa inanmayan garip bir adamdı.”
“Ah!” diye bağırdı Julie, ellerini kavuşturup soylu bir vurguyla, “neye inanıyordu o zaman zavallı?”

“En azından onu tanıdığım dönemde,” dedi Monte Kristo, “buna inanmıyordu, ruhun derinliklerinden gelen bu sesin insanın duygularını altüst edeceğine inanmıyordu; ama o zamandan bu yana belki de minnettarlığın var olduğunun bir kanıtını görmüştür.”

“Siz bu adamı tanıyor musunuz?” diye sordu Emmanuel.
“Ah! eğer onu tanıyorsanız mösyö,” diye bağırdı Julie, “söyleyiniz, söyleyiniz, bizi ona götürebilir misiniz? Bize onu gösterebilir misiniz? Nerede olduğunu söyleyebilir misiniz? Söyle Maximilien, söyle Emmanuel; eğer onu bir gün bulsaydık yüreğin bir belleği olduğuna inanırdı.”

Sf: 467
Monte Kristo ürperdi.
“Babanız… Mösyö Morrel… size bunu mu söylüyordu?”
“Babam, bu olayda bir mucize görüyordu. Babam bizim için mezarından çıkmış iyiliksever birinin varlığına inanıyordu. Ah! dokunaklı boş inanç, mösyö, ben bunlara hiç inanmamakla beraber o soylu yürekteki bu inancı yıkmayı hiç istemedim. Birçok kez alçak sesle çok sevgili bir dostun adını, yitirilmiş bir dostun adını söyleyerek düşlere daldı; ölmek üzereyken, sonsuzluğa yaklaşmak akima mezardan esinler getirdiğinde, o zamana dek sadece kuşku olarak kalmış bu düşünce bir kanı haline geldi ve ölürken söylediği son sözler şunlar oldu: ‘Maximilien, o Edmond Dantes’ti!”

Kontun birkaç dakikadan beri artan solgunluğu bu sözler üzerine ürkütücü bir hal aldı. Tüm kam kalbine hücum etmişti, konuşamıyordu; saatin kaç olduğunu unutmuş gibi saatine baktı, şapkasını aldı, Madam Herbault’ya ani ve rahatsız bir biçimde saygılannı sundu ve Emmanuel ve Maximilien’in elini sıkarak:

“Madam,” dedi, “ara sıra size saygılarımı sunmak için gelmeme izin veriniz. Evinizi seviyorum ve beni kabul ettiğiniz için size minnettarım, çünkü uzun yıllardır ilk kez kendimi unuttum.”

Ve acele adımlarla çıktı gitti.
“Bu Monte Kristo Kontu tuhaf bir adam,” dedi Emmanuel.
“Evet,” diye yanıt verdi Maximilien, “ama sanırım çok iyi bir yüreği var ve bizi sevdiğinden eminim.”

“Ya ben!” dedi Julie, “sesi yüreğime işledi, iki üç kez sanki sesini daha önce duymuşum gibi geldi bana.”

Sf: 478
Anlatının hızına kapılıp okuyucularımıza betimlemeden tanıttığımız Valentine on dokuz yaşında, uzun boylu, dal gibi, açık kestane rengi saçlı, lacivert gözlü, sakin yürüyüşlü ve annesinin özelliği olan eşsiz zerafetin izlerini taşıyan bir genç kızdı; beyaz ve uzun parmaklı elleri, sedef gibi parlak boynu, mermer gibi hareli renkli yanakları ile, görünüşleri, son derece şiirsel bir yaklaşımla, kendini hayranlıkla seyreden kuğulara benzetilen güzel İngiliz kızlarından birini andırıyordu ilk bakışta.

İçeri girdi, annesinin yanında o kadar söz edildiğini duyduğu yabancıyı görünce, genç kızlara özgü cilvelerden hiçbirini yapmadan, gözlerini kaçırmadan kontun dikkatini daha da çok çeken bir zerafetle onu selamladı.

Sf: 484
Adelmonte de Taormine’nin dediği gibi, işte size sanatla ve tüm kurallara uygun olarak öldürülmüş bir adam ve burada adaletin yapabileceği bir şey yoktur.”

“Bu ürkütücü, ama hayranlık uyandırıcı,” dedi genç kadın dikkat kesilmiş; “tüm bu öykülerin, itiraf edeyim, ortaçağa ait olduğunu sanıyordum.”

“Evet, kuşkusuz, ama günümüzde geliştirilmişlerdir. Zaman, yüreklendirmeler, madalyalar, nişanlar, Montyon ödülleri toplumu en büyük olgunluğa taşımak için değilse ne işe yarar dersiniz? Oysa insan Tanrı gibi yaratmayı ve yok etmeyi bildiğinde ancak kusursuz olacaktır; zaten yok etmeyi biliyor, bu da yolun yarısı eder.”

“Yani,” diye yeniden söze başladı Madam de Villefort hiç sekmeden kendi amacına dönerek, “modern dramın ve romamn çok kullandığı Borgiaların, Medicislerin, Renelerin, Ruggierilerin, daha sonra belki de Baron de Trenk’in zehirleri gibi…”

“Bunlar sanat nesneleridir, madam, başka bir şey değil,” diye yanıt verdi kont. “Gerçek bilginin bayağı bir biçimde bireye mi seslendiğini sanıyorsunuz? Hayır, ona seslenmez. Bilim, doğruyu söylemek gerekirse, sekmeleri, el çabukluklarını, fanteziyi sever. Örneğin biraz önce size sözünü ettiğim rahip Adelmonte bu konuda şaşırtıcı deneyler yapmıştır.”

“Öyle mi?”
“Evet, size sadece bir tanesini anlatayım. Sebze, meyve ve çiçek dolu çok güzel bir bahçesi vardı; bu sebzelerin içinden en sadesini, örneğin bir lahanayı seçiyordu. Üç gün boyunca bu lahanayı arsenik eriyiği ile suluyordu; üçüncü gün lahana hastalanıyor ve sararıyordu, bu onu kesme zamanıydı; bu lahana herkese olgunlaşmış gibi görünüyor ve doğal görünüşünü koruyordu: sadece Rahip Adelmonte onun zehirli olduğunu biliyordu. O zaman rahip bir tavşan alıyordu –Rahip delmonte’nin sebze, çiçek ve meyve koleksiyonundan hiç de aşağı kalmayan bir tavşan, kedi ve hintdomuzu koleksiyonu vardı– işte Rahip Adelmonte bir tavşan alıyordu, ona lahana yapraklarını yediriyordu ve tavşan ölüyordu. Hangi sorgu yargıcı bunda bir kusur bulmaya cesaret edebilir, hangi krallık savcısı Mösyö Magendie ya da Mösyö Flourens’a karşı öldürdükleri tavşanlar, hintdomuzlan ve kediler hakkında bir soruşturma başlatmayı akimdan geçirebilir? Hiçbiri. İşte adaletin soruşturamayacağı ölü bir tavşan. Tavşan ölünce Rahip Adelmonte onun içini aşçısına boşalttırıyor ve bağırsaklarını bir gübrenin üstüne atıyor. Bu gübrenin üstünde bir tavuk duruyor, tavuk bu bağırsakları gagalıyor, o da hastalanıyor ve ertesi gün ölüyor. Tavuk can çekişip kıvranırken oradan bir akbaba geçiyor –Adelmonte’nin ülkesinde çok akbaba vardır– akbaba kadavraya saldmyor, onu bir kayanın üzerine taşıyor ve orada yiyor. Üç gün geçince, bu yemekten sonra kendini sürekli rahatsız hisseden zavallı akbaba bulutların en tepesinde bir baş dönmesi hissediyor; boşlukta yalpalıyor ve gülle gibi canlı balık havuzunuza düşüyor; tumabalığı, yılanbalığı ve müren bildiğiniz gibi oburdurlar, işte bu balıklar akbabayı parçalayıp yiyorlar. Diyelim ertesi gün konuğunuza sofranızda, dördüncü kuşak olarak zehirlenmiş bu tumabalığı, yılanbalığı ya da müren sunuluyor, o da beşinci kuşak olarak zehirleniyor ve sekizinci ya da onuncu günün sonunda bağırsak hastalığından, kalp sektesinden, pilor iltihabından ölüyor. Otopsi yapılıyor ve doktorlar şöyle diyor:

“Hasta, bir karaciğer urundan ya da tifodan ölmüştür.”

“Ama,” dedi Madam de Villefort, “art arda sıraladığınız tüm bu durumlar küçük bir aksilik yüzünden yarıda kesilebilir; akbaba tam o sırada geçmeyebilir ya da canlı balık havuzunuzun elli metre ötesine düşebilir.”

“İşte sanat da tam burada ortaya çıkıyor: Doğu’da büyük bir kimyacı olmak için yazgıyı yönlendirmek gerekir; o zaman amaca ulaşılır.”

Madam de Villefort dalgındı ve dinliyordu.

“Ama,” dedi, “arsenik zamanla yok olmaz; nasıl emilirse emilsin, ölüme neden olacak yeterli miktarda girdiği andan başlayarak insan bedeninde bulunacaktır.”

“Güzel!” dedi Monte Kristo, “Güzel! İşte benim de sevgili Adelmonte’ye söylediğim buydu.

“Düşündü, gülümsedi ve bana bir Sicilya atasözü ile, ama sanırım bu aynı zamanda bir Fransız atasözü, yanıt verdi: ‘Evladım, dünya bir günde değil yedi günde kuruldu; pazar günü geliniz.’

“Pazar günü yine gittim; bu kez lahanasını arsenik yerine esas maddesi striknin olan, bilginlerin strydınos colubrina dedikleri bir eriyikle sulamıştı. Bu kez lahananın hiç de hasta hali yoktu; tavşan da hiçbir şeyden kuşkulanmadı; yine de tavşan beş dakika sonra ölmüştü; tavuk tavşanı yedi, ertesi gün o da ölmüştü. O zaman biz de akbaba yerine tavuğu oradan aldık ve içini açtık. Bu kez tüm özel belirtiler yok olmuştu, sadece genel belirttiler kalmıştı. Hiçbir organda hiçbir özel belirti yoktu; sadece sinir sistemi zedelenmişti, hepsi buydu, beyin kanamasıydı söz konusu olan, başka bir şey değil; tavuk zehirlenmemişti, beyin kanamasından ölmüştü. Bu, tavuklarda ender rastlanan bir durumdur, biliyorum ama insanlarda çok rastlanır.”

Madam de Villefort giderek daha dalgınlaşmıştı.
“İyi ki böyle maddeler sadece kimyacılar tarafından hazırlanabiliyor,” dedi, “çünkü gerçekten de dünyadaki insanların yarısı öbür yarısını zehirlerdi.”

“Kimyacılar ya da kimya ile ilgilenenler tarafından,” dedi Monte Kristo kayıtsızlıkla.
“Hem sonra,” dedi Madam de Villefort, düşüncelerini uzaklaştırmak için çaba harcayarak, “ne kadar ustaca hazırlanmış olursa olsun cinayet her zaman cinayettir: İnsanların gözünden kaçar, ama Tanrı’nın gözünden kaçamaz. Bilinç konusunda Doğulular bizden daha güçlüler, cehennemi bizden daha ihtiyatlı bir biçimde ortadan kaldırmışlar, hepsi bu.”

Sf: 487
“Ah! ona pek güvenmeyiniz madam,” dedi Monte Kristo, “o iksirden bir damla, ölmekte olan o çocuğu yaşama döndürmeye yetti, ama üç damla onun kanım ciğerlerine doldurur ve çarpıntı yapardı; altı damla soluğunu keser ve onu içinde bulunduğu durumdan çok daha ciddi bir baygınlığa sürüklerdi; nihayet on damla onu bir anda öldürürdü. Onu ihtiyatsızlıkla dokunduğu şişelerden hemen nasıl uzaklaştırdığımı biliyorsunuz madam.”

“Korkunç bir zehir öyleyse?”
“Ah! Tanrım, hayır! Önce, zehirlerin en şiddetlileri tıpta yerine göre çok yararlı ilaçlar olarak kullanıldıklarına göre zehir diye bir sözcüğün olmadığını kabul edelim.”
Monte Kristo genç kadının ona gösterdiği kabuktan kutuyu açtı ve bu karışıma değer biçebilecek bir meraklı olarak pastillerin kokusunu içine çekti.
“Bunlar çok hoş,” dedi, “ama çoğu zaman bayılmış bir kişinin yerine getirmesi olanaksız olan bir eyleme, yutma gerekliliğine dayalı pastiller. Ben kendi özgül ilacımı yeğlerim.”
“Ben de kuşkusuz etkilerini gördükten sonra onu yeğlerim, ama bu herhalde bir sır ve sizden bunu isteyecek kadar saygısız değilim.”
“Ben de, madam,” dedi Monte Kristo ayağa kalkarak, “size bunu sunacak kadar nazik biriyim.”
“Ah! Mösyö.”
“Sadece bir şeyi anımsayınız: Küçük bir doz ilaçtır, güçlü bir doz zehirdir. Bir damlası, gördüğünüz gibi, hayat verir; beş ya da altı damlası kesinlikle öldürür, çok daha korkunç olan, bir bardak şarabın içinde bu damlalar hiçbir tat değişikliği yapmaz. Ama artık bir şey söylememeliyim madam, neredeyse size bunu salık veriyor gibiyim.”

Sf: 494
“Hayır,” dedi kontes, “ben kimseyi görmedim; demek,” diye sürdürdü sözlerini ilk konuşma konusuna dönerek, “ödülü kazananın sizin Monte Kristo Kontunuz olduğunu sanıyorsunuz, öyle mi?”
“Bundan eminim.”
“Kupayı gönderen de mi o?”
“Hiç kuşkusuz.”
“Ama ben onu tanımıyorum,” dedi kontes, “ve bu kupayı ona geri göndermeyi çok istiyorum.”
“Ah! Hiçbir şey yapmayın; size safirden yontulmuş ya da yakutun içine oyulmuş başka bir tane gönderir. Bunlar onun yapabileceği şeyler; elden ne gelir? Onu olduğu gibi kabul etmek gerek.”
“Sizi görecek miyim?” diye sordu kontes.”
“Aralarda izin verirseniz, Paris’te sizin için neler yapabileceğimi öğrenmek için geleceğim.”

Sf: 496
“Ah! Tam bir sanatçı. Bakınız,” dedi Madam Danglars, “onun nasıl heyecanlandığını görüyor musunuz?”

Sf: 497
“Bu sizin Doğulularınızın sağduyulu insanlar olmasından ve sadece görmeye değecek şeylere bakmalarından; ama inanın bana, Ali, size ait olduğu için bu kadar ilgi çekiyor, çünkü siz şu anda gözde bir kişisiniz.”
“Sahi mi? Bu lütfü kime borçluyum?”
“Tüh! Kendinize elbet. Bin Louis değerindeki koşu atlarınızı veriyorsunuz; krallık savcısının karısının hayatım kurtarıyorsunuz; saf kan atlarla ve ipek maymun büyüklüğünde binicilerle, Binbaşı Black adı altında yarışlara katılıyorsunuz; sonunda altın kupalar kazanıyorsunuz ve bunları güzel kadınlara gönderiyorsunuz.”
“Tüm bu çılgınlıkları size kim anlattı?”
“Doğrusu, ilk olarak, sizi locasında görmek ya da onun locasına götürülmeniz için can atan Madam Danglars; İkincisi, Beauchamp’ın gazetesi, üçüncüsü de benim kendi imgelemim. Kimliğinizi gizlemek istiyorsanız neden atınızın adını Vampa koydunuz?”
“Ah! Doğru!” dedi kont, “bu bir ihtiyatsızlık. Ama söyleyin bana, Kont de Morcerf arada sırada Opera’ya gelmez mi? Gözlerimle onu aradım, ama hiçbir yerde göremedim.”

Sf: 498
Kont bir salonu ayağa kaldıracak adamlardan değildi; gelişini, yerini aldığı locadakilerden başka kimse fark etmedi.

Sf: 502
“Doğrusu bu biraz az,” dedi kont, “özellikle de Paris’te; ama dünyada her şey para değildir, iyi bir isim ve yüksek bir toplumsal konum da iyi bir şeydir. Adınız ünlü, konumunuz kusursuz, hem sonra Kont de Morcerf bir asker, insanlar Bayard’ın dürüstlüğü ile Duguesclin’in fakirliğinin bağdaştığını görmekten hoşlanırlar; çıkar gözetmeme soylu bir kılıcı parlatabilecek en güzel güneş ışığıdır.

Sf: 503
“İyi ama siz de özgür olun o zaman; size kim engel olabilir, soruyorum.”
“Ah! Matmazel Danglars ile evlenmezsem bu babam için çok büyük düş kırıklığı olur.”
“O zaman, evlenin,” dedi kont garip bir omuz hareketi yaparak.
“Evet,” dedi Morcerf; “ama annem için bu düş kırıklığı değil, büyük bir üzüntü olacak.”
“O zaman evlenmeyin,” dedi kont.

Sf: 505
En azından insanları inandıracak bir bahane düşünün ve daha önceden verilmiş bir sözünüz olduğunu bana bir pusula ile bildirmeyi unutmayın. Bildiğiniz gibi bankacılar için geçerli olan tek şey yazılı metinlerdir.”

“Bundan iyisini yapacağım sayın kontum,” dedi Albert. “Annem deniz havası almak istiyor. Yemek için hangi tarihi belirlediniz?”

“Cumartesiyi.”
“Bugün salı; yarın akşam gideriz; yarından sonra Treport’da oluruz. Biliyor musunuz, sayın kontum, siz insanları rahatlatan çok hoş bir insansınız.”

“Ben mi? Aslında bana olduğumdan daha çok değer veriyorsunuz; size karşı nazik olmak istiyorum, hepsi bu.”

Sf: 507
Sanki herhangi biriyle bir saat yaşamayı bilen uygar bir insan art düşüncesini bir kenara bırakabilirmiş gibi!

Bu arada, Franz’dan haber aldım.”
“Sahi mi!” dedi Monte Kristo, “İtalya’dan hâlâ hoşlanıyor mu?”
“Sanırım evet; yine de orada sizi özlüyor. Sizin Roma’nın güneşi olduğunuzu, siz olmadan orada havanın gri olduğunu söylüyor.”

“Dostunuz Franz benim hakkımdaki düşüncesini değiştirdi mi?”
“Tam tersine, sizin son derece masalsı olduğunuz inancım sürdürüyor, işte bunun için sizi özlüyor.”
“Sevimli genç!” dedi Monte Kristo.

Sf: 509
“Sayın kontumun memnun olması için elimden geleni yapacağım; sayın kontum akşam yemeği için ne istediklerini söylerlerse içim daha rahat edecek.”
“Aslında, sevgili Mösyö Bertuccio,” dedi kont, “Paris’e geldiğinizden beri sizi tedirgin, korkak görüyorum; artık beni tanımıyor musunuz yoksa?”
“Ekselansları kimleri konuk ettiklerini bana söyleyecekler mi?”
“Henüz bilmiyorum, sizin de bilmenize hiç gerek yok. Lucullus, Lucullus’un evinde akşam yemeği yiyor, işte bu.”
Bertuccio eğildi ve çıktı.

Sf: 517
“Ve paraya ihtiyacınız var… çok doğru, sevgili Mösyö Cavalcanti. Buyrun, işte şimdilik bin franklık sekiz banknot.”

Binbaşının gözleri kızıl yakutlar gibi parladı.
“Size daha kırk bin frank borçluyum,” dedi Monte Kristo.
“Ekselansları makbuz isterler mi?” dedi binbaşı, banknotları ceketinin iç cebine yerleştirirken.
“Ne için?” dedi kont.
“Rahip Busoni’ye karşı kanıtınız olması için.”
“O zaman son kırk bin frankı aldığınızda bana toptan bir makbuz verirsiniz. Onurlu insanlar arasında bu gibi önlemler gereksizdir.”
“Ah! Evet, doğru,” dedi binbaşı, “onurlu insanlar arasında.”

Sf: 528
“Resmi giyinmek mi gerek?” diye sordu binbaşı alçak sesle.
“Evet, resmi giyinin: üniforma, haç nişanı, kısa külot pantolon.”
“Ya ben?” diye sordu Andrea.
“Ah! Siz çok sade giyinin: siyah pantolon, cilalı çizmeler, beyaz yelek, siyah ya da mavi takım, uzun kravat; giyinmek için Blin ya da Veronique’e gidin. Adreslerini bilmiyorsanız Baptistin size verir. Bu kadar zengin olduğunuz halde giyiminizde ne kadar az iddialı olursanız o kadar iyi etki yaparsınız. Eğer at satın alacaksanız Devedeux’ye, fayton satın alacaksanız Baptiste’e gidin.”

“Saat kaçta gelmemiz gerekiyor?” diye sordu genç adam.
“Saat altı buçuğa doğru.”
“İyi, o saatte orada olacağız,” dedi binbaşı elini şapkasına götürerek.
İki Cavalcanti konta selam verip çıktılar.
Kont pencereye yaklaştı ve onların kol kola avluyu geçtiklerini gördü.
“İşte iki sefil insan!” dedi, “Gerçekten baba oğul olmamaları ne büyük şanssızlık!”
Bir an kara kara düşündükten sonra:
“Haydi şimdi Morrellere gidelim,” dedi; “sanırım iğrenme duygusu kinden daha fazla midemi bulandırıyor.”

Sf: 530
“Her bakımdan harikasınız Valentine, ve sizde Matmazel Danglars’ın hiçbir zaman sahip olamayacağı bir şey var, o da bir kadına özgü bu benzersiz çekicilik, tıpkı çiçekteki koku, meyvedeki tat gibi, çünkü bir çiçek olmak için sadece güzel olmak yetmez, sadece güzel olmak da bir meyve olmak için yeterli değildir.”

Sf: 533
“Bir dosta mı?” dedi. “Aman Tanrım! Maximilien, böyle konuşmanızdan bile ürperiyorum! Bir dosta mı? Kim bu dost?”

“Bakın Valentine: bir insanı ilk kez gördüğünüzde ona, karşı koyulmaz bir yakınlık duyduğunuz, onu uzun zamandır tanıdığınızı sandığınız, kendi kendinize onu nerede ve ne zaman görmüş olduğunuzu sorduğunuz, ne yeri ne zamanı anımsayamadığımız da bunun önceki yaşamınızda olabileceğine inanmaya başladığınız ve bu yakınlığın sadece ortaya çıkan bir anı olduğunu hissettiğiniz olmadı mı?”
“Evet.”
“İşte, ben de bu olağanüstü adamı ilk kez gördüğümde, bunları hissettim.”

Sf: 534
“Pekala sevgili Valentine, eğer durum sizin söylediğiniz gibiyse, onun varlığının etkilerini şimdiye kadar hissetmiş olmalısınız ya da yakında hissedeceksiniz. İtalya’da Albert de Morcerfe rastlıyor, sonra onu haydutların elinden çekip kurtarıyor; Madam Danglars’ı görüyor, sonra ona eşsiz bir armağan veriyor; üvey anneniz ve erkek kardeşiniz onun kapısının önünden geçerlerken, Sudanlı kölesi onların hayatını kurtarıyor. Bu adam kuşkusuz olayları etkileme gücüne sahip. Ben hiçbir zaman bu kadar büyük görkemle bağdaşan, bu kadar sade beğenilere rastlamadım. Bana bir şey söylerken gülüşü o kadar tatlı ki başkalarının onun gülüşünü nasıl olup da acı bulduklarını unutuyorum. Ah! söyleyin bana Valentine, size hiç öyle güldü mü? Bir gülse, bundan büyük mutluluk duyarsınız.”

“Ben mi?” dedi genç kız, “Ah! Tanrım! Maximilien, sadece bana bakmamakla kalmıyor, eğer beklenmedik bir biçimde oradan geçersem, bakışlarını benden kaçırıyor. Ah! o hiç de cömert değil aslında! Ya da kalplerin içini okuyan ve sizin onda gördüğünüzü sandığınız derin bakışları yok; çünkü eğer cömert olsaydı, evdeki tüm insanların ortasında beni yalnız ve üzgün gördüğünde gücüyle beni korurdu, sizin ileri sürdüğünüz gibi güneş rolü oynasaydı, ışınlarından biri ile yüreğimi ısıtırdı. Sizi sevdiğini söylüyorsunuz Maximilien. Ah! Tanrım, bunu nereden biliyorsunuz? İnsanlar sizin gibi beş ayak altı parmak boyunda, uzun bıyıklan ve büyük bir kılıcı olan büyük bir subaya karşı iyiliksever görünürler, ama ağlayan zavallı bir kızı korkmadan ezebileceklerini sanırlar.”

Sf: 535
“Kontun benim için ne yaptığını sorarak beni çok zor bir duruma soktuğunuzu itiraf etmeliyim Valentine. Görünürde hiçbir şey, bunu iyi biliyorum. Hattâ size daha önce de söylediğim gibi, ona karşı duyduğum sevgi tümüyle içgüdüsel, bunda akılcı hiçbir yan yok. Güneş benim için bir şey mi yaptı? Hayır; beni ısıtıyor ve onun ışığında sizi görüyorum, işte hepsi bu. Şu ya da bu parfümün bana bir yararı mı var? Hayır; kokusu duyularımdan birini çok hoş bir biçimde uyarıyor. O parfümü neden övdüğümü bana sorduklarında söyleyebileceğim başka bir şey yok, benim konta karşı duyduğum dostluk da onun bana karşı duyduğu dostluk kadar tuhaf.

Sf: 536
Mösyö Debray ve tanımadığınız hattâ adını bile bilmediğiniz için mutlu olmanız gereken başka beş ya da altı kötü kişi daha iskambil oynamamızı önerdiler; ben hiç oyun oynamam çünkü ne yitirmek için yeterince zenginim, ne de kazanmayı isteyecek kadar fakir.

“Tam masaya otururken, Mösyö de Monte Kristo geldi. Yerini aldı, oynadık ve ben kazandım. Size bunu itiraf etmeye cesaret edemiyorum Valentine, ama beş bin frank kazandım. Gece yarısı dağıldık. Kendimi tutamadım, bir fayton tuttum ve at satıcısına gitmesini söyledim. Yüreğim çarparak, heyecan içinde kapıyı çaldım. Bana kapıp açmaya gelen beni deli sanmış olmalı. Aceleyle yarı aralık kapıdan içeri girdim. Ahıra gittim, yemliğe baktım. Ah! ne mutluluk! Medeah kuru otlarını yiyordu. Bir eyer yakaladım; hayvanın sırtına eyeri kendim yerleştirdim, dizginlerini geçirdim, Medeah bu işlemlere son derece iyi niyetle katlanıyordu. Şaşkın satıcının eline dört bin beş yüz frankı bıraktıktan sonra geri geldim, daha doğrusu geceyi Champs-Elysees’yi dolaşarak geçirdim. Geçerken kontun penceresinde ışık gördüm, perdelerin arkasından gölgesini fark eder gibi oldum. Şimdi Valentine, yemin ederim kont benim bu atı istediğimi biliyordu ve benim kazanmam için özellikle oyunda kaybetti.”

Sf: 553
“Bakışlarının yardımıyla; gözleri yaşamaya devam ediyor ve gördüğünüz gibi bu gözler öldürüyor.”

“Madam,” diye yeniden söze başladı Villefort, “babama her zaman saygı gösterdiğimi söyleyebilirim, çünkü aynı soydan gelmenin doğal duygusu bende ahlâk üstünlüğü bilinciyle birleşir; çünkü sonuçta bir baba iki açıdan kutsaldır.

Sf: 563
“Telgrafı öğrenmek çok zaman alır mı mösyö?” diye sordu Monte Kristo.
“Öğrenmesi uzun sürmez, bu kadro dışı bir görevdir.”
“Ne kadar maaş almıyor?”
“Bin frank mösyö.”
“Bu bir şey değil.”
“Hayır, ama gördüğünüz gibi konut veriliyor.”
Monte Kristo odaya baktı.
“Konutuna çok önem vermese bari,” diye mırıldandı.
Üçüncü kata çıktılar: burası telgraf makinesinin bulunduğu odaydı. Monte Kristo görevlinin makineyi hareket ettirmekte kullandığı iki demir kulpa teker teker baktı.
“Bu çok ilginç,” dedi “ama bu işi uzun süre devam ettirdiğinizde sizin için biraz can sıkıcı bir yaşam olmayacak mı?”
“Evet, başlangıçta baka baka insanın boynu tutuluyor, ama birinci ya da ikinci yılın sonunda alışılıyor; sonra ara verdiğimiz saatler ve tatil günlerimiz var.”
“Tatil günleriniz mi?”
“Evet.”
“Hangileri?”
“Sis olduğu günler.”
“Ah! Doğru.”
“O günler benim bayram günlerimdir; o günler bahçeye inerim, ekerim, biçerim, budarım, tırtılları temizlerim: böylece zaman geçer.”
“Ne kadar zamandır buradasınız?”
“On yıldır, beş de kadro dışı, etti on beş.”
“Yaşınız…?”
“Elli beş.”
“Emekli olabilmek için kaç yıl çalışmanız gerekiyor?”
“Ah! mösyö, yirmi beş.”
“Emekli maaşınız ne kadar olacak?”
“Yüz ekü.”
“Zavallı insanlar!” diye mırıldandı Monte Kristo.
“Ne dediniz mösyö?…” diye sordu memur.
“Bunun çok ilginç olduğunu söylüyordum.”
“Neyin?”
“Bana tüm gösterdiklerinizin… Verdiğiniz işaretlerden kesinlikle bir şey anlamıyor musunuz?”
“Kesinlikle hiçbir şey.”
“Hiç anlamaya çalışmadınız mı?”
“Hiç; neden anlamaya çalışayım ki?”
“Yine de doğrudan size gönderilen işaretler vardır.”
“Kuşkusuz.”
“Peki bunları anlıyor musunuz?”
“Bunlar hep aynı işaretlerdir.”
“Ne derler?”
“Yeni bir şey yok… bir saatiniz var… ya da yarın görüşürüz..”
“İşte tümüyle zararsız şeyler,” dedi kont; “ama bakın bakın, haberleştiğiniz kişi hareket etmeye başlamadı mı?”
“Ah! Doğru; sağ olun efendim.”
“Size ne söylüyor? Anladığınız bir şey mi?”
“Evet; bana hazır olup olmadığımı soruyor.”
“Siz ona ne yanıt veriyorsunuz?”
“Sağdaki habercime hazır olduğumu, soldaki habercime hazırlanmasını bildiren bir işaret veriyorum.”
“Bu çok ustaca,” dedi kont.
“Göreceksiniz,” dedi yaşlı adam gururla, “beş dakika sonra konuşacak.”
“O zaman beş dakikam var,” dedi Monte Kristo, “bu bana yetecek kadar bir zaman. Sevgili mösyö,” dedi, “size bir soru sormama izin verin.”
“Sorun.”
“Bahçe ile uğraşmayı seviyor musunuz?”
“Hem de çok.”
“İki ayaklık bir teras yerine iki dönüm bir bahçeniz olsa mutlu olur musunuz?”
“Mösyö, orayı bir yeryüzü cenneti yaparım.”
“Bin frankınızla kötü mü yaşıyorsunuz?”
“Oldukça kötü; ama sonuçta yaşıyorum.”
“Evet ama yalnızca kötü bir bahçeniz var.”
“Doğru, bahçe büyük değil.”
“Ve bu haliyle her şeyi yiyen yedi uyuklayanlarla dolu.”
“Evet, bu benim için bir felaket.”
“Söyleyin bana, sağdaki haberciniz çalışmaya başladığında başınızı çevirirseniz ne olur?”
“Onu görmem.”
“O zaman ne olur?”
“İşaretleri yineleyemem.”
“Ya sonra?”
“İhmal yüzünden onları yineleyemediğim için ceza yerim.”
“Ne kadar?”
“Yüz frank.”
“Gelirinizin onda biri; güzel!”
“Ah!” dedi memur.
“Bu hiç başınıza geldi mi?” dedi Monte Kristo.
“Bir kez, efendim, bir kez, bir fındık fidanını aşılıyordum.”
“Güzel. Şimdi, eğer işaretlerde bir şey değiştirmeye ya da başka bir işaret aktarmaya kalkarsanız?”
“O zaman farklı, kovulurum ve emeklilik hakkımı yitiririm.”
“Üç yüz frank mı?”
“Yüz ekü, evet, mösyö, ama böyle bir şeyi asla yapmayacağımı anlıyorsunuzdur.”
“On beş yıllık maaşınız karşılığında olsa bile mi? Bu düşünmeye değer değil mi?”
“On beş bin frank için mi?”
“Evet.”
“Mösyö, beni ürkütüyorsunuz.”
“Hah!”
“Mösyö, beni sınıyor musunuz?”
“Evet! On beş bin frank, anlıyor musunuz?”
“Mösyö, bırakın sağdaki habercime bakayım!”
“Jam tersine, ona bakmayın, buna bakın.”
“Bu nedir?”
“Nasıl! Bu küçük kağıtları tanımıyor musunuz?”
“Kağıt paralar!”
“Kare biçiminde; on beş tane.”
“Bunlar kimin?”
“İsterseniz sizin.”
“Benim mi!” diye haykırdı memur boğulur gibi.
“Ah! Tanrım, evet! Sizin, hepsi sizin.”
“Mösyö, işte sağdaki habercim çalışmaya başladı.”
“Bırakın çalışsın.”
“Mösyö, beni oyaladınız, ceza yiyeceğim.”
“Bu size yüz franka malolacak; gördüğünüz gibi benim kağıt paralarımı almakta çok çıkarınız var.”
“Mösyö, sağdaki haberci sabırsızlanıyor, işaretlerini çoğalttı.”
“Bırakın yapsın, siz bunları alın.”
Kont paketi memurun eline koydu.
“Şimdi,” dedi, “hepsi bu değil: on beş bin frankınızla yaşayamazsınız.”
“İşimi kaybetmiyorum ki.”
“Hayır, işinizi kaybedeceksiniz; çünkü habercinizin verdiğinden başka bir işaret vereceksiniz.”
“Ah! Mösyö, bana ne öneriyorsunuz?”
“Çocukça bir şey.”
“Mösyö, en azından buna zorlanmıyorum sanırım…”
“Gerçekten de sizi buna zorlamayı düşünüyorum.”
Ve Monte Kristo cebinden başka bir paket çıkardı.
“İşte on bin frank daha,” dedi, “cebinizdeki on beş binle birlikte yirmi beş bin yapar. Beş bin frankla küçük güzel bir ev ve iki dönüm toprak satın alırsınız; geriye kalan yirmi binle kendinize bin franklık bir gelir sağlarsınız.”
“İki dönümlük bir bahçe mi?”
“Ve bin franklık da bir gelir.”
“Aman Tanrım! Aman Tanrım!”
“Alın o zaman.”
Monte Kristo zorla memurun eline on bin frank sıkıştırdı.
“Ne yapmam gerekiyor?”
“Zor bir şey değil.”
“Ama ne?”
“Şu işaretleri yinelemek.”

Monte Kristo cebinden bir kağıt çıkardı, bu kağıdın üzerinde çizilmiş üç işaret ve bu işaretlerin hangi sıraya göre yapılacağını gösteren numaralar vardı.
“Gördüğünüz gibi çok uzun sürmeyecek.”
“Evet, ama…”
“Bu, şeftalilerinizden elde edecekleriniz ve gerisi için yapacağınız bir hareket.” Hareket yapıldı; heyecandan kıpkırmızı, iri iri ter döken yaşlı adam kontun verdiği üç işareti art arda gerçekleştirdi, bu değişiklikten hiçbir şey anlamayıp aklı karışan sağdaki haberci şeftalici adamın delirdiğini düşünmeye başladı.

Soldaki haberciye gelince, o, bilinçli bir biçimde aynı işaretleri yineledi, içişleri bakanlığı da bu haberleri hemen aldı.
“İşte şimdi zenginsiniz,” dedi Monte Kristo.
“Evet,” diye karşılık verdi memur, “ama ne pahasına!”
“Dinleyin dostum,” dedi Monte Kristo, “pişmanlık duymanızı istemem; bana inanın, çünkü, size yemin ederim, kimseye haksızlık etmediniz ve Tanrının isteklerine hizmet ettiniz.” Memur kağıt paralara bakıyor, onlara dokunuyor, sayıyordu; bir sararıp bir kızarıyordu, sonunda bir bardak su içmek için odasına doğru attı kendini, ama çeşmeye kadar gidecek zamanı olmadı, kuru fasulyelerinin ortasında bayıldı.

Telgraf haberi bakanlığa geldikten beş dakika sonra, Debray kupa arabasına atları koştu ve hızla Danglarsların evine koştu.
“Kocanızın İspanyol istikraz kuponları var mı?” diye sordu baronese.
“Sanırım var! Altı milyonluk kadar.”
“Kaça olursa olsun onları satsın.”
“Neden?”
“Çünkü Don Carlos Bourges’dan kaçmış ve İspanya’ya girmiş.”
“Bunu nasıl öğrendiniz?”
“Tüh,” dedi Debray omuz silkerek, “haberleri nasıl öğreniyorsam öyle.”
Sf: 567
Barones iki kez yineletmedi: Kocasına koştu, kocası kendi borsacısına koştu ve kaça olursa o kuponları satmasını söyledi.

İnsanlar Mösyö Danglars’ın sattığını görünce İspanyol fonlarının değeri düştü. Danglars bunda beş yüz bin frank yitirdi, ama tüm kuponlarından da kurtuldu.

Akşam Le Messagefde şöyle yazıyordu:
Telgraf haberi.
“Kral Don Carlos gözaltında bulundurulduğu Bourges’dan kaçtı ve Katalan sınırından İspanya’ya girdi. Barselona sevinçten ayağa kalktı.”

Bütün gece kuponlarını satan Danglars’ın öngörüşlülüğünden, böyle bir darbede sadece beş yüz bin frank yitiren borsa oyuncusunun başarısından söz edildi.

Kuponlarını saklayan ya da Danglars’ınkileri satın alanlar, kendilerini iflas etmiş gibi gördüler ve çok kötü bir gece geçirdiler.

Ertesi gün Le Moniteur’de şöyle yazıyordu:
“Le Messagef nin dün Don Carlos’un kaçışı ve Barselona’nın başkaldırısı ile ilgili verdiği haber hiçbir temele dayanmamaktadır.
“Kral Don Carlos Bourges’dan ayrılmamıştır ve Iber Yarımadası büyük bir huzur içindedir.
“Sis yüzünden kötü yorumlanan bir telgraf işareti bu yanlışlığa yol açmıştır.”

Fonlar indikleri rakamın iki katma yükseldi.
Yitirdikleri ve kazanamadıkları hesaba katılırsa bu, Danglars’a bir milyona maloldu.
Bütün gece kuponlarını satan Danglars’ın öngörüşlülüğünden, böyle bir darbede sadece beş yüz bin frank yitiren borsa oyuncusunun başarısından söz edildi.

Kuponlarını saklayan ya da Danglars’ınkileri satın alanlar, kendilerini iflas etmiş gibi gördüler ve çok kötü bir gece geçirdiler.

Ertesi gün Le Moniteur’de şöyle yazıyordu:
“Le Messagef nin dün Don Carlos’un kaçışı ve Barselona’nın başkaldırısı ile ilgili verdiği haber hiçbir temele dayanmamaktadır.
“Kral Don Carlos Bourges’dan ayrılmamıştır ve Iber Yarımadası büyük bir huzur içindedir.
“Sis yüzünden kötü yorumlanan bir telgraf işareti bu yanlışlığa yol açmıştır.”
Fonlar indikleri rakamın iki katma yükseldi.
Yitirdikleri ve kazanamadıkları hesaba katılırsa bu, Danglars’a bir milyona maloldu.

Monte Kristo, Danglars’ın kurbanı olduğu borsanın garip yön değiştirmesinin haber verildiği sırada evinde bulunan Morrel’e “iyi,” dedi, “yüz bin yerine yirmi beş bin franka bir keşifte bulundum.”

“Ne keşfettiniz?” diye sordu Maximilien.
“Bir bahçıvanı şeftalilerini yiyen yedi uyuklayanlardan kurtarmanın yolunu keşfettim.”

Sf: 568
Kahyanın hizmet etmekteki çok büyük becerisini ve efendisinin kendisine hizmet ettirmedeki derin bilgisini gösteren şeyler şunlardı: yirmi yıldır bomboş, bir gün öncesine kadar karanlık, bir o kadar da hüzünlü olan, zamanın kokusu denebilecek bu tatsız kokunun her yanına işlemiş olduğu bu ev bir günde yaşamla dolmuş, sahibinin en çok sevdiği kokulara, en sevdiği aydınlığa kavuşmuştu; kont buraya geldiğinde kitapları ve silahları elinin altında, en sevdiği tablolar gözünün önündeydi; bekleme odalarında okşamayı sevdiği köpekler, ötüşlerini sevdiği kuşlar vardı; uyuyan güzelin sarayı gibi uzun süren uykusundan uyanmış olan tüm ev, uzun zamandır sevdiğimiz ve terk ettiğimizde içinde istemeyerek ruhumuzun bir parçasını bıraktığımız evler gibi ışıl ışıldı.

Sf: 569
Monte Kristo avluya indi, bütün evi dolaştı, beğendiğini ya da beğenmediğini belirtmeden, sessizce bahçede bir tur attı.
Sadece, kapalı odanın karşısında bulunan yatak odasına girerken, ilk yolculuğunda seçtiği gül ağacından küçük mobilyanın çekmecesine doğru elini uzattı ve şöyle dedi:
“Bu ancak eldiven koymaya yarayabilir.”
“Gerçekten de,.Ekselansları,” diye karşılık verdi Bertuccio çok mutlu bir biçimde, “açınız, orada eldivenleri bulacaksınız.”
Kont başka mobilyaların içinde de bulmayı düşündüğü şişe, sigar, mücevher gibi şeyler buldu.
“İyi!” dedi yine.
Mösyö Bertuccio içi mutlulukla dolu dışarı çıktı, işte bu adamın çevresi üzerindeki etkisi bu kadar büyük, güçlü ve gerçekti.

Sf: 576
Monte Kristo herkesin şaşkınlığını gördü ve yüksek sesle şaka yapmaya koyuldu.
“Beyler,” dedi, “şunu herhalde kabul edersiniz, insanın serveti belli bir düzeye gelince, artık gerekli değil sadece gereksiz şeyler vardır, tıpkı kadınların coşkunluk belli bir düzeye geldiğinde artık gerçek değil sadece ideal olduğunu kabul etmeleri gibi. Akıl yürütmeye devam edersek, doğaüstü nedir? Anlamadığımız şeydir. Gerçekten istediğimiz şey nedir? Sahip olmadığımız şeydir. Anlamadığım şeyleri anlamak, kendime sahip olunması olanaksız şeyler sağlamak, işte tüm hayatım bunlarla geçti. Bunu iki şekilde başarıyorum: para ve irade. Bir fantezimin peşine düşerken, örneğin Mösyö Danglars, sizin bir demir yolu hattı kurmakta, mösyö de Villefort, sizin bir adamı ölüme mahkum etmekte, Mösyö Debray, sizin bir krallığı rahatlatmakta, Mösyö Château-Renaud, sizin bir kadının hoşuna gitmekte, Morrel, sizin, hiç kimsenin binemediği bir atı eğitmekte gösterdiğiniz sebatı gösteriyorum. Böylece, örneğin şu iki balığı görüyorsunuz, biri Sen-Petersburg’dan elli fersah uzakta, öbürü Napoli’den beş fersah uzakta doğmuş: bunları aynı masada bir araya getirmek eğlenceli değil mi?”

Bu iki balık hangi balıklar?” diye sordu Danglars.
“Rusya’da oturmuş olan Mösyö de Château-Renaud size birinin adını, İtalyan olan Mösyö binbaşı Cavalcanti de öbürünün adını söyleyecektir.”
“Şu, sanırım bir çığa,” dedi Château-Renaud.
“Çok güzel.”
“Şu, yanılmıyorsam,” dedi Cavalcanti, “bir bufa balığı.”
“Doğru: Şimdi Mösyö Danglars, bu iki beyefendiye bu iki balığın nerede tutulduğunu sorun.”
“Ama,” dedi Château-Renaud, “çığalar sadece Volga’da tutulabilir.”
“Ama,” dedi Cavalcanti, “bildiğim kadarıyla bu boyda bufa balığı sadece Fusaro Gölü’nde yetişir.”
“Pekala! İşte biri Volga’dan, öbürü Fusaro Gölü’nden geliyor.”
“Olanaksız!” diye haykırdı tüm konuklar hep bir ağızdan.
“İşte beni eğlendiren de bu,” dedi Monte Kristo. “Ben Neron gibiyim: cupitor impossibilium; şu anda sizi eğlendiren de bu; işte belki de aslında tatlı su levreği ve somon kadar değerli olmayan bu balıkların biraz önce size çok lezzetli gelen eti, zihninizde elde, edilmesi olanaksız bir şeydi, oysa işte şimdi karşınızda.”

“Bu iki balığı Paris’e getirebilmek için ne yaptınız?”
“Ah! Tanrım! Bundan kolay ne var? Bu iki balıktan her biri büyük bir fıçının içine, biri nehir otları ve sazlarıyla, öbürü göl bitkileri ve göl sazlarıyla birlikte yerleştirildi; bunlar özel olarak yapılmış bir yük vagonuna kondu; böylece çığa balığı on iki gün, bufa balığı da sekiz gün yaşadı, aşçım birini sütün, öbürünü şarabın içinde öldürmek için aldığında, ikisi de capcanlıydılar. Buna inanmıyor musunuz Mösyö Danglars?”

“En azından kuşkuluyum,” diye yanıt verdi Danglars o kaba gülüşü ile gülümseyerek. “Baptistin!” dedi Monte Kristo, “Öbür çığa balığı ile öbür bufa balığını getirtiniz; biliyorsunuz,
 diğer fıçılarda yaşayan ve hâlâ canlı olanları.”
Danglars gözlerini şaşkınlıkla açtı; topluluk el çırpıyordu.
Dört hizmetçi deniz bitkileriyle süslenmiş iki fıçı getirdi, bunların her birinde sofraya getirilenlere benzeyen birer balık çırpınıp duruyordu.

“Ama neden her birinden iki tane?” diye sordu Danglars.
“Çünkü birisi ölebilirdi,” diye kısaca yanıt verdi Monte Kristo.
“Siz gerçekten olağanüstü bir insansınız,” dedi Danglars, “filozoflar boşuna zengin olmak harika bir şeydir dememişler.”

“Özellikle de ilginç düşüncelere sahip olmak,” dedi Madam Danglars.
“Ah! Beni böyle onurlandırmayın madam; Romalılarda bu çok modaydı; Plinius, mulus adını verdiği ve yaptığı tanıma göre mercan balığı olması gereken balıkların Ostia’dan Roma’ya gönderildiğini, bunların esirlerin başlarının üstünde nöbetleşe taşındığını anlatıyor. Balığa canlı canlı sahip olmak bir lüks, öldürüldüğünü görmek çok eğlendirici bir gösteriydi, çünkü balık ölürken üç ya da dört kez renk değiştiriyordu ve buharlaşan bir gökkuşağı gibi prizmanın tüm renklerine bürünüyor, neden sonra mutfağa gönderiliyordu. Can çekişmesi balığın değerini artırıyordu. Eğer balık canlı iken örülmemişse, ölüsü küçümseniyordu.”

“Evet,” dedi Debray; “ama Ostia ile Roma’nın arası ancak yedi ya da sekiz fersahtır.”
“Ah! Bu doğru,” dedi Monte Kristo; “ama Lucullus’tan bin sekiz yüz yıl sonra ondan daha iyisi yapılmazsa bunun ne önemi kalır?”

İki Cavalcanti’nin gözleri faltaşı gibi açılmıştı, tek sözcük söylememe akıllılığını gösterdiler.
“Tüm bunlar çok hoş,” dedi Château-Renaud; “yine de en çok hayran olduğum şey, itiraf edeyim, size verilen hizmetteki hayran olunacak çabukluk. Bu evi daha beş, altı gün önce almadınız mı sayın kontum?”
“İnanın, daha fazla değil,” dedi Monte Kristo.
“Eminim sekiz günde bu ev büyük bir değişikliğe uğradı, çünkü yanılmıyorsam bundan daha başka bir girişi vardı, avlu, kaldırım taşı döşeli ve boştu, oysa bugün avluda yüz yıllık gibi görünen ağaçların çevrelediği olağanüstü bir çimenlik var.”

“Ne yaparsınız? Yeşilliği ve gölgeyi severim,” dedi Monte Kristo.
“Gerçekten de,” dedi Madam de Villefort, “eskiden sokağa açılan bir kapıdan içeri girilirdi. Mucize gibi kurtulduğum gün, beni sokaktan alıp içeri götürdüğünüzü anımsıyorum.”
“Evet, madam,” dedi Monte Kristo; “sonradan parmaklıkların arasından Boulogne ormanım görmemi sağlayan bir girişi yeğledim.”

Sf: 587
“İçinden çıktığın şu prensin evinde nasıl bir akşam yemeği yemiş olmalısın!”
“O bir prens değil, sadece bir kont.”
“Bir kont mu? Bir zengin ha?”
“Evet, ama sakın buna bel bağlama, bu adam kolay birine benzemiyor.”

Sf: 593
“İlerleme gösterdiğinizi biliyor musunuz mösyö?” dedi barones istifini bozmadan, “genelde sadece kabasınızdır ama bu akşam hoyratsınız da.”

“Bu akşam her zamankinden daha keyifsiz olduğum içindir,” diye yanıt verdi Danglars. Hermine bankacıya büyük bir küçümseme ile baktı. Genelde böyle bakışlar gururlu Danglars’ı çileden çıkarırdı; ama bu akşam buna sanki önem vermiyor gibiydi.

“Sizin keyifsizliğinizden bana ne?” diye yanıt verdi barones, kocasının duyarsızlığına sinirlenerek, “böyle şeyler beni ilgilendirir mi? Keyifsizliğinizi kendinize saklayın ya da büronuzda bırakın, para ödediğiniz memurlarımız olduğuna göre hıncınızı onlardan çıkarın!”

“Hayır, öyle yapmayacağım,” diye yanıt verdi Danglars, “siz öğütlerinizde yanılıyorsunuz madam, ben onları izlemeyeceğim. Benim bürolarım, sanırım Mösyö Desmoutiers’nin dediği gibi, benim gelir kaynağımdır ve onların akışım bozmak ve dinginliğini zedelemek istemem. Memurlarım bana servetimi kazandıran ve kazandırdıklarına bakıldığında hak ettiklerinin çok altında ücret verdiğim dürüst insanlardır; bu nedenle onlara kızamam, kızacaklarını benim yemeğimi yiyen, atlarımı yoran ve kasamı boşaltanlardır.”
“Kasanızı boşaltanlar kimlermiş bakalım? Rica ederim daha açık konuşun mösyö.”

Sf: 600
“Elbette öyle!” diye yanıt verdi Danglars.
“Sonuçta, bu kez olduğu gibi altı ay sonu geçirdiğinizde,” diye devam etti Monte Kristo soğukkanlılıkla, “üçüncü sınıf bir banka can çekişecek.”

“Evet,” dedi Danglars çok soluk bir gülümsemeyle, “dediğiniz gibi.”
“Yedi ay diyelim,” diye karşılık verdi Monte Kristo aynı ses tonuyla. “Söyleyin bana, yedi kere bir milyon yedi yüz bin frankın on iki milyon ya da yaklaşık on iki milyon ettiğini hiç düşündünüz mü?… Hayır mı? Pekala! Haklısınız çünkü uygar insan için derisi ne ise, tüccar için de anaparası odur ve böyle düşüncelerle anaparalar işletilemez. Az çok şatafatlı giysilerimiz var, bunlar bize kredi sağlar, ama insan ölünce üstünde sadece derisi kalır; işlerden ayrılınca da öyledir, elinizde sadece, olsa olsa beş altı milyonluk, gerçek servetiniz kalır; çünkü üçüncü sınıf servetler göründüklerinin yalnızca üçte ya da dörtte biri kadardır, tıpkı bir tren yolundaki lokomotif gibi, o da kendisini saran ve büyük gösteren dumanların ortasında her zaman daha çok ya da daha az güçlü gibi görünür. Pekala! Sizin gerçekten elinizde bulunan ve alacağınız olan beş milyondan yaklaşık ikisini kaybettiniz; bu da sizin servetinizi ya da kredinizi azaltıyor, yani sevgili Mösyö Danglars, deriniz kan vermek için açıldı, bu dört kez yapılırsa beraberinde ölümü de getirecektir. Eh! Dikkatli olun sevgili Mösyö Danglars. Paraya ihtiyacınız var mı? Size borç vermemi ister misiniz?”
“Çok iyi, çok iyi! Ama yara izi kalır, ilk kayıpta yara yeniden açılır.”

Sf: 601
“Hayır, çünkü kesin olan şeyler üzerinde ilerliyorum,” diye sözlerini sürdürdü Danglars kredisini övmek zorunda olan bir şarlatanın bayağı ve kolay konuşmasıyla, “beni devirmek için üç hükümetin çökmesi gerek.”
“Demeyin! Bu daha önce görüldü.”
“Toprakta ürünün bitmesi gerek!”
“Yedi semirmiş inekle yedi zayıf ineği anımsayınız.”
“Ya da denizin suyunun çekilmesi gerek, Firavunların zamanında olduğu gibi; daha birçok deniz var ve gemiler kervan oluştursalar da bu zor durumdan kurtulacaklar.”

“Çok iyi, bin kez daha iyi sevgili Mösyö Danglars,” dedi Monte Kristo,” yanıldığımı görüyorum, siz ikinci sınıf servetler kategorisine giriyorsunuz.”

“Bu onuru yürekten isteyebilirim sanırım,” dedi Danglars, yüzünde, Monte Kristo’nun üzerinde kötü ressamların yıkıntı resimleri çizerken kullanmayı pek sevdikleri yapış yapış ay ışığını görmüş gibi bir etki bırakan basmakalıp gülümsemelerinden biriyle; “ama işten söz edeceğimize göre.

Sf: 607
“Demek yaşamdaki tüm adımlarımız bir sürüngenin kum üzerindeki yürüyüşüne benziyor, uzun bir iz bırakıyor! Ne yazık! Birçokları için bu iz gözyaşlarının izi oluyor.”

Sf: 612
Madam Danglars korkunç bir çığlık attı ve Villefort’un elini tutarak:
“Çocuğum canlıydı!” dedi, “siz benim çocuğumu diri diri gömdünüz mösyö! Çocuğumun öldüğünden emin değildiniz ve onu gömdünüz! Ah!…”

Madam Danglars yerinden kalkmıştı, krallık savcısının karşısında onun ellerini zarif ellerinin arasına almış, neredeyse tehdit eder gibi ayakta duruyordu.

“Ne bileyim ben? Bunu size herhangi bir şey anlatır gibi anlatıyorum,” diye yanıt verdi Villefort. Bu kadar güçlü bir adam umutsuzluk ve delilik sınırında imiş gibi gözlerini bir noktaya dikmişti.

“Ah! Çocuğum, zavallı yavrum!” diye haykırdı barones sandalyeye çöküp hıçkırıklarını mendili ile boğmaya çalışarak.

Villefort ona doğru geldi ve üstünde toplanan annelik fırtınasının yönünü değiştirmek için, kendisinin hissettiği korkuyu Madam Danglars’a da duyurmak gerektiğini anladı. Bu kez kendisi ayağa kalktı ve ona yaklaşıp alçak sesle:

“Anlayacağınız gibi, eğer durum böyleyse,” dedi, “o zaman mahvolduk: bu çocuk yaşıyor ve birisi onun yaşadığını biliyor, birisi sırrımızı biliyor; ve Monte Kristo bizim karşımızda topraktan çıkarılmış bir çocuktan söz ettiğine, bu çocuk da artık orada olmadığına göre sırrımızı bilen o.”

Korsikalının bu çocuğu ne yapmış olabileceğini sordum: bir çocuk bir kaçağa ayak bağı olur; belki de onun sağ olduğunu görünce nehre atmıştır.”

“Ah! Bu olamaz!” diye haykırdı Madam Danglars; “Bir adam intikam hırsıyla öldürülebilir ama bir çocuk soğukkanlılıkla suda boğulamaz.”

“Belki de,” diye devam etti Villefort, “belki de onu Bulunmuş çocuklar evine bırakmıştır.”“Ah!” Evet, evet!” diye haykırdı barones, “çocuğum orada mösyö!”
“Hemen öksüzler yurduna koştum ve aynı gece, 20 Eylül gecesi bir çocuğun kuleye bırakıldığını öğrendim; ince bir kumaştan, yarısı bilerek kesilmiş bir kundağın öbür yarısına sanlı bir çocukmuş. Bu kundağın yansında bir baron tacının yarısı ve H harfi varmış.”

“Bu o, bu o!” diye haykırdı Madam Danglars, “tüm çamaşırlarımda bu marka vardı; Mösyö de Nargonne barondu, benim adım da Hermine. Tanrıya şükür! Yavrum ölmemiş!”
“Hayır ölmemiş!”
“Siz bana bunu söylüyorsunuz! Siz bunu bana beni sevinçten öldürmekten korkmadan söylüyorsunuz ha! O nerede? Yavrum nerede?”

Villefort omuz silkti.
“Bunu biliyor muyum?” dedi; “Eğer bunu bilseydim bir dram yazarı ya da bir romancı gibi sizi tüm bu aşamalardan geçirir miydim sanıyorsunuz? Ne yazık ki hayır! Bunu bilmiyorum. Benim oraya gitmemden yaklaşık altı ay önce bir kadın kundağın öbür yarısı ile çocuğu istemeye gelmiş. Bu kadında yasaların gerektirdiği tüm güvenceler varmış ve çocuk ona teslim edilmiş.”

“Ama bu kadın hakkında bilgi edinmeliydiniz, onu bulmak gerekiyordu.”
“Benim ne ile uğraşmış olduğumu sanıyorsunuz madam? Bir cinayet soruşturması açtım, en usta polisleri, en becerikli ajanları onu araştırmakla görevlendirdim. Chalon’a kadar izlerini buldular ama Chalon’da izler kayboldu.”

“Kayboldu mu?”
“Evet, kayboldu; sonsuza kadar kayboldu.”
Madam Danglars bu öyküyü her aşamasında içini çekerek, gözyaşı dökerek ve çığlıklarla dinledi.
“Hepsi bu mu?” dedi, “bununla yetindiniz mi?”
“Ah! Hayır,” dedi Villefort, “hiçbir zaman aramaktan, bilgi toplamaktan, soruşturmaktan vazgeçmedim. Yine de iki, üç yıldır işi biraz gevşek tutmuştum. Ama bugün artık her zamankinden daha çok direnerek, canla başla yeniden başlayacağım; göreceksiniz başaracağım; çünkü artık beni buna iten vicdan değil korku.”

“Ama,” dedi Madam Danglars, “Monte Kristo Kontu hiçbir şey bilmiyor; bir şey bilmeyince de, bana öyle geliyor ki, bizi araştıramaz.”
“Ah! İnsanların kötülükleri çok derinlere iner,” dedi Villefort, “Tanrının iyiliğinden daha derinde bulunur. Bizimle konuşurken bu adamın gözlerini fark ettiniz mi?”
“Hayır.”
“Arada sırada ona dikkatle bakmadınız mı?”
“Elbette. Biraz garip o kadar. Benim ilgimi çeken şey, bize verdiği kusursuz yemeklerden hiçbirine dokunmaması, hiçbir yemekten payına düşeni almak istememesi.”
“Evet, evet,” dedi Villefort, “bunu ben de fark ettim. Eğer şimdi bildiklerimi o zaman da bilseydim, ben de hiçbirine dokunmazdım; bizi zehirlemek istediğini düşünürdüm.”
“Ve aldanırdınız, gördüğünüz gibi.”
“Evet, kuşkusuz; ama inanın bana bu adamın başka tasarıları var. İşte bunun için sizi görmek istedim, sizinle konuşmak istedim, herkese karşı sizi uyarmak istedim, ama özellikle ona karşı. Söyleyin bana,” diye devam etti Villefort, o zamana dek yapmadığı gibi gözlerini uzun uzun baronese dikerek, “ilişkimizden kimseye söz ettiniz mi?”

“Asla, hiç kimseye.”
“Beni anlıyorsunuz,” dedi sevgiyle Villefort, “kimseye dediğim zaman, üstelememi bağışlayın, dünyada hiç kimseye demek istiyorum.”
“Ah! Evet, evet, çok iyi anlıyorum,” dedi barones kızararak; “asla! Size yemin ederim.”
“Sabah olanları akşamları yazma alışkanlığınız yok değil mi? Günlük tutmuyor musunuz?”
“Hayır! Ne yazık ki hayatım öyle önemsiz şeylerle geçiyor ki ben bile unutuyorum.”
“Yüksek sesle sayıklayıp sayıklamadığınızı biliyor musunuz?”
“Çocuk gibi mışıl mışıl uyurum, anımsamıyor musunuz?”

Baronesin yüzü pembeleşti, Villefort’unki soldu.
O kadar alçak sesle “Doğru!” dedi ki zor duyuldu.
“Şimdi?” diye sordu barones.
“Şimdi, artık ne yapmam gerektiğini anlıyorum,” dedi Villefort. “Sekiz güne varmamdan, Mösyö de Monte Kristo’nun ne olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini, neden bize bahçesinde topraktan çıkarılan çocuklardan söz ettiğini öğreneceğim.”

Villefort bu sözleri, kontun duysa ürpereceği bir ses tonuyla söyledi.
Sonra baronesin ona vermekten iğrendiği elini tuttu ve onu kapıya kadar saygıyla götürdü.
Madam Danglars başka bir fayton tuttu, bu onu geçide kadar götürdü, geçidin öbür yanında arabasını ve arabacısını buldu. Arabacı onu beklerken koltuğunda derin derin uyuyordu.

Sf: 615
Monte Kristo’nun evine gitti.
Kont onu her zamanki gülümseyişiyle karşıladı. Bu garip bir şeydi: hiçbir zaman bu adamın düşüncelerinin ya da duygularının bir adım önüne geçilemiyordu sanki. Onun içtenlik duvarını aşmak isteyenler karşılarında sanki bir duvar buluyorlardı.

Sf: 617
Marle’nin ya da Fossin’in vitrininde parlayan elmas bizim elmasımız olduğunda çok daha güzel görünür; ama eğer gerçekten daha saf bir elmasın olduğunu öğrenir ve sonsuza kadar bu elmastan daha kötü bir elmas takmaya mahkum olduğunuzu bilirseniz, ne kadar acı çekeceğinizi anlıyor musunuz?”

Franz bana soğukkanlılıkla şöyle yanıt verdi: ‘ben tuhafım, doğru; ama tuhaflığım, verdiğim sözden dönmeye kadar varmaz.'”

“İşte dostluk özverisi diye buna derim: kendisine sadece metres olarak düşündüğü kadını bir başkasına vermek.”

Sf: 618
“Ah! İşte kibirli ve bencil bir yaratılış! Hele şükür, başkasının öz saygısını baltayla delmek isteyen, ama kendisininkine iğne batırıldığında bağıran insanoğlunu yeniden buldum.”

Sf: 624
Rahip bu sözler üzerine abajura doğru eğildi, onu karşı tarafa doğru döndürdü, öyle ki yabancının yüzü tümüyle aydınlanırken kendi yüzü karanlıkta kaldı.

Sf: 626
Prenslere ya da devletlere yaptığı hizmetler nedeniyle aldığı beş, altı tane madalyası vardır.”
“Onları takar mı?”
“Hayır, ama onlarla gurur duyar: insanları yok edenlere verilen ödüller yerine, insanlığa iyilik yapanlara verilen ödülleri yeğlediğini söyler.”
“Dostları var mıdır?”
“Evet, çünkü onu tanıyan herkes onun dostudur.”
“Ama birkaç düşmanı vardır herhalde.”
“Bir tek.”
“Onun adı nedir?”
“Lord Wilmore.”

Sf: 627
Rahip onu kapıya kadar geçirdi.
“Çok büyük yardımlar yapıyorsunuz,” dedi ziyaretçi, “sizin zengin olduğunuz söyleniyor ise de, fakirler için size bir şeyler vermek istiyorum, benim armağanlarımı kabul etmek lütfunda bulunur musunuz?”

“Teşekkür ederim mösyö, dünyada tek bir konuda titizimdir, bu da yaptığım iyiliğin benden gelmesidir.”
“Ama yine de…”
“Bu değişmez bir karardır. Ama arayın mösyö, bulursunuz: ne yazık ki her zengin adamın yolu üzerinde yanından sürtünerek geçtiği yoksullar vardır.”

Sf: 633
Bu yanıt, özellikle de yanıtın verildiği ses tonu zavallı Morrel’in yüreğini sıkıştırdı, ama ona bir ödül hazırlanmıştı: arkasını dönünce kapının köşesinde, iri mavi gözleriyle belli etmeden ona bakan ve o sırada bir demet unutmabeni çiçeğini yavaşça dudaklarına götüren güzel ve beyaz bir yüz gördü.

Daha önce söylediğimiz gibi, kont gerek doğal gerek yapay saygınlığı nedeniyle göründüğü her yerde dikkatleri çekiyordu; dikkatleri çeken, kesimi gerçekten kusursuz ama sade ve süssüz siyah giysisi, hiç işlemesiz beyaz yeleği, son derece zarif bir biçimde üzerine oturmuş pantolonu değildi, dikkatleri çeken, mat teni, siyah dalgalı saçları, dingin ve saf yüzü, derin ve hüzünlü bakan gözleri, harika bir özenle çizilmiş gibi olan ve kolayca tepeden bakan bir ifadeye bürünen ağzıydı ve bunlar tüm bakışları onun üstünde topluyordu.

Daha güzel erkekler olabilirdi, ama ondan daha anlamlı ve böyle bir ifade taşıyan biri kesinlikle yoktu: kontta her şeyin bir anlamı ve değeri vardı; çünkü yararlı düşünme alışkanlığı yüz çizgilerine, yüzünün ifadesine ve hareketlerinin anlamına benzersiz bir esneklik ve kararlılık vermişti.

Ayrıca, bizim Paris çevremiz o kadar tuhaftır ki, eğer bunların arkasında büyük bir servetle yaldızlanmış gizemli bir öykü olmasaydı tüm bunlara belki de hiç dikkat etmeyecekti.

Ne olursa olsun kont bakışların ağırlığı altında, sağla solla selâmlaşarak, çiçeklerle süslenmiş bir şöminenin önünde ayakta duran ve kapının karşısındaki aynadan onun geldiğini görüp onu karşılamaya hazırlanan Madam de Morcerf e kadar ilerledi.

Madam de Morcerf neredeyse kont onun önünde eğildiği anda ağırbaşlı bir gülümsemeyle ona doğru döndü.

Kuşkusuz kontun kendisine bir şey söyleyeceğini sandı, öte yandan kuşkusuz kont da onun kendisine bir şey söyleyeceğim sandı; ama her iki taraf da sessiz kaldı, böyle bir bayağılığın her ikisi için de hiçbir değeri yoktu sanki.

Sf: 635
“Bravo, vikont!” dedi Monte Kristo gülerek, “siz çok iyi bir rehbersiniz; şimdi bana bir iyilik yapar mısınız?”
“Nasıl bir iyilik?”
“Beni bu beylere tanıtmayınız, eğer benimle tanışmak isterlerse bana haber veriniz.”

Sf: 636
“Evet, ama benim evimde öğle yemeği yemeyi kabul etti ve bu yemekle Paris çevresine ilk kez girdi.”
“Sizin eviniz kontun evi değil,” diye mırıldandı Mercedes, “ve buraya geldiğinden beri onu inceliyorum.”
“Peki ne oldu?”
“Henüz hiçbir şey yemedi;”
“Kont çok azla yetinen bir insandır.”
Mercedes hüzünle gülümsedi.
“Onun yanına gidin,” dedi Mercedes, “ve ilk gelen tepsiden bir şey alması için ısrar edin.”
“Bunu neden yapayım anneciğim?”
“Bunu benim için yapın Albert,” dedi Mercedes.

Albert annesinin elini öptü ve kontun yanına gitti. Öncekiler gibi dopdolu bir başka tepsi geçti; Mercedes Albert’in konta ısrar ettiğini, hattâ bir dondurma alıp ona verdiğini ama kontun inatla reddettiğini gördü.
Albert annesinin yanına geldi; kontes bembeyaz olmuştu.
“İşte gördünüz,” dedi oğluna, “reddetti.”
“Evet, ama bu neden sizi bu kadar kaygılandırıyor?”
“Biliyorsunuz Albert, kadınlar gariptir. Bir nar tanesi bile olsa kontun benim evimde bir şeyler yemesinden çok memnun olurdum. Belki de Fransız geleneklerine uyamıyordur, belki de
 tercih ettiği şeyler vardır.”

“Tanrım, öyle bir şey yok! Onun İtalya’da her şeyi yediğini gördüm; bu gece kuşkusuz biraz keyifsiz.”

“Sonra,” dedi kontes “hep çok sıcak iklimlerde yaşadığı için, sıcağa karşı belki de başkalarından daha az duyarlıdır.”

“Sanmam, çünkü havasızlıktan boğulduğundan yakmıyordu, pencereler açık olduğu halde neden panjurların da açılmadığını soruyordu.”

“Aslında,” dedi Mercedes, “bu bir şey yememenin özellikle yapılıp yapılmadığını kesinlikle öğrenmenin bir yolu var.”

Ve salondan çıktı:
Bir dakika sonra panjurlar açıldı, pencereleri süsleyen yaseminlerin ve filbaharların arasından fenerlerle aydınlatılmış bütün bahçe ile tentenin altında hazırlanmış sofra göründü.

Dans eden kadın ve erkekler, kağıt oynayanlar ve gevezelik edenler bir sevinç çığlığı attılar: tüm havasız kalmış ciğerler dalgalar halinde giren havayı zevkle içlerine çekiyordu.

O anda, dışarı çıktığından daha solgun bir halde Mercedes göründü, yüzünde bazı durumlarda görülen kararlılık vardı. Dosdoğru ortalarında kocasının bulunduğu gruba gitti: “Bu beyleri buraya zincirlemeyiniz, sayın kontum,” dedi, “bu beyler oyun oynamadıkları zaman, bahçede soluk almayı da burada havasız kalmak kadar severler.”

“Ah! Madam,” dedi, 1809’da Suriye’ye giderken şarkısını söylemiş olan çok çapkın yaşlı bir general, “bahçeye yalnız gitmeyiz.”
“Öyle olsun,” dedi Mercedes, “o zaman ben örnek olayım.”

Ve Monte Kristo’ya doğru dönerek:
“Sayın kont,” dedi, “kolunuzu bana verme nezaketini gösterir misiniz?”
Bu basit sözleri duyan kont yerinde sallandı sanki; sonra bir an Mercedes’e baktı. Bu bakış şimşek kadar kısa sürdü, ama Monte Kristo bu bir tek bakışa o kadar çok düşünce sığdırmıştı ki, kontese bu bir an, bir yüzyıl gibi geldi.

Kont kolunu kontese uzattı; kontes ona dayandı ya da daha doğrusu ona küçük elleriyle hafifçe dokundu, ikisi birlikte iki yanında rhododendronlar ve kamelyalar bulunan sekinin merdivenlerinin birinden aşağı indiler.

Arkalarında, başka bir merdivenden, gezinti yapmak isteyen yirmi kadar davetli neşeli çığlıklar atarak kendilerini bahçeye attılar.

Sf: 438
71 Ekmek ve Tuz
Madam de Morcerf yanındakiyle birlikte yeşilliklerden oluşmuş kubbenin altına girdi: bu kubbe bir seraya kadar uzanan ıhlamur ağaçları arasında bir yoldu.
“Salonda hava çok fazla sıcaktı, değil mi sayın kont?” dedi kontes.
“Evet madam; kapıları ve panjurları açtırmanız harika bir fikirdi.”
Sözlerini bitirdiğinde kont Mercedes’in elinin titrediğini fark etti.
“Ama siz bu ince giysiniz ve boynunuza sardığınız bu tül eşarptan başka koruyucu bir şey olmadan üşümeyecek misiniz?” dedi.
“Sizi nereye götürdüğümü biliyor musunuz?” dedi kontes, Monte Kristo’nun sorusuna yanıt vermeden.
“Hayır madam,” diye yanıt verdi kont; “ama görüyorsunuz karşı koymuyorum.”
“Seraya, ileride gördüğünüz, izlediğimiz yolun ulaştığı seraya.”

Kont sorar gibi Mercedes’e baktı; ama o hiçbir şey söylemeden yoluna devam etti, öte yandan Monte Kristo da sessiz kaldı.

Fransa’da her zaman olmayan güneş ısısının yerine, hesaplanmış bir sıcaklıkla ısıtılan ve temmuz başından başlayarak olgunlaşan harika meyvelerle dolu yapıya geldiler.

Kontes kontun kolunu bıraktı ve bir salkım misket üzümü koparmak için bağ kütüğüne gitti.

“Bakın sayın kont,” dedi bir gülümseme ile, ama gülüşü o kadar hüzünlüydü ki gözlerinin kenarında göz yaşlarını belirdiği görülebilirdi, “bakın, bizim Fransa’nın üzümlerinin Sicilya’nın ve Kıbrıs’ın üzümleriyle kıyaslanamayacağını biliyorum, ama bizim zavallı Kuzey güneşimize karşı biraz hoşgörülü olun.”

Kont eğildi ve geriye doğru bir adım attı.
“Beni geri mi çeviriyorsunuz?” dedi Mercedes titreyen bir sesle.
“Madam,” diye yanıt verdi Monte Kristo, “hoşgörünüze sığınarak sizden beni bağışlamanızı rica ediyorum, ama ben hiç misket üzümü yemem.”

Mercedes içini çekerek salkımı yere bıraktı. Yanda, seranın yapay sıcaklığında asma kütüğü gibi ısınmış bir sıra ağaçtan çok güzel bir şeftali sarkıyordu. Mercedes kadife gibi meyvenin yanına gitti ve onu kopardı.
“Bu şeftaliyi alın o zaman,” dedi.

Kont aynı biçimde geri çevirdi.
“Ah! Yine mi,” dedi kontes ve bunu öyle bir ses tonu ile söyledi ki hıçkırığım boğmaya çalıştığı hissediliyordu; “gerçekten de çok üzgünüm.”

Bu olayın arkasından uzun bir sessizlik oldu; üzüm salkımı gibi şeftali de kumların üzerinde yuvarlanıp gitmişti.

“Sayın kont,” dedi sonunda Mercedes yalvaran gözlerle Monte Kristo’ya bakarak, “aynı çatı altında ekmeği ve tuzu paylaşanları sonsuza kadar dost kılan dokunaklı bir Arap geleneği vardır.”

“Bunu biliyorum madam,” diye yanıt verdi kont, “ama biz Fransa’dayız, Arabistan’da değil ve Fransa’da ekmeğin ve suyun paylaşıldığı süreden daha uzun süren dostluklar yok.”

“Ama yine de,” dedi kontes kalbi çarparak, gözlerini Monte Kristo’nun gözlerine dikerek ve onun kolunu iki eliyle neredeyse istem dışı sıkarak, “dostuz değil mi?”

Kontun kalbine kan hücum etti, kont ölü gibi bembeyaz kesildi, sonra kan kalbinden boğazına yükseldi, yanaklarını kapladı, bakışları gözü kararan bir insanınkiler gibi birkaç saniye kararsızlık içinde kaldı.

“Elbette dostuz madam,” diye karşılık verdi; “zaten neden dost olmayalım ki?”
Bu ses tonu Madam de Morcerf’in beklediğinden o kadar uzaktı ki, bir iniltiye benzeyen iç çekişini gizlemek için sırtını döndü.
“Teşekkür ederim,” dedi.

Ve yürümeye başladı. Tek söz etmeden böylece bahçede bir tur attılar.
“Mösyö,” dedi birden kontes sessizlik içinde geçen on dakikalık bir gezintiden sonra, “o kadar çok şey gördüğünüz, o kadar yolculuk yaptığınız, o kadar acı çektiğiniz doğru mu?”
“Evet madam, çok acı çektim,” diye yanıt verdi Monte Kristo.
“Ama şimdi mutlu musunuz?”
“Kuşkusuz,” diye yanıtladı kont, “kimse benim yakındığımı duymadığına göre.”
“Şimdiki mutluluğunuz ruhunuzu yumuşatıyor mu?”
“Şimdiki mutluluğum geçmişteki mutsuzluğuma eşittir,” dedi kont.
“Hiç evlenmediniz mi?” diye sordu kontes.
“Ben ve evlilik,” diye yanıt verdi Monte Kristo yüreği titreyerek, “bunu size kim söyleyebildi?”
“Bana böyle bir şey söylenmedi, ama birçok kez sizin operaya genç ve güzel biriyle geldiğinizi görmüşler.”
“O, Constantinopolis’te satın aldığım bir esirdir, madam, bir prensin kızıdır, dünyada hiç kimsesi olmadığı için onu evlat edindim.”
“Yani yalnız mı yaşıyorsunuz?”
“Yalnız yaşıyorum.”
“Kız kardeşiniz… oğlunuz… babanız… yok mu?”
“Kimsem yok.”
“Sizi yaşama bağlayan hiçbir şey olmadan, böyle nasıl yaşayabiliyorsunuz?”

“Bu benim hatam değil madam. Malta’da genç bir kızı sevmiştim ve savaş gelip bir kasırga gibi beni ondan uzaklara attığında onunla evlenmek üzereydim. Beni hep bekleyecek kadar, hattâ mezarıma sadık kalacak kadar sevdiğine inanmıştım. Geri döndüğümde evlenmişti. Bu, yirmi yaşındaki her erkeğin başından geçebilecek bir öykü. Benim yüreğim başkalarından daha zayıftı belki, ben onların çekebileceğinden daha fazla acı çektim, hepsi bu.”

Kontes soluk almak için yardıma ihtiyacı varmış gibi bir an durdu.
“Evet,” dedi “ve bu aşk sizin kalbinize gömülü kaldı… İnsan sadece bir kez sever… Bu kadını bir daha gördünüz mü?”
“Hiçbir zaman.”
“Demek hiçbir zaman!”
“Onun bulunduğu ülkeye bir daha hiç gitmedim.”
“Malta’ya mı?”
“Evet, Malta’ya.”
“O şimdi Malta’da mı?”
“Sanırım.”
“Size çektirdiği acılar nedeniyle onu bağışladınız mı?”
“Onu, evet.”
“Ama sadece onu; sizi ondan ayıranlara karşı kin duymaya devam ediyor musunuz?” 

Kontes Monte Kristo’nun tam karşısında durdu; elinde hâlâ kokulu üzüm salkımından bir parça tutuyordu.
“Alın,” dedi.
“Hiç misket yemem madam,” diye yanıt verdi Monte Kristo, sanki aralarında bu konuda hiçbir sorun olmamış gibi.

Kontes umutsuz bir hareketle salkımı en yakın ağaçların arasına attı.
“Acımasız!” diye mırıldandı.
Monte Kristo, bu sitem ona hiç yapılmamış gibi soğukkanlılığını korudu.

Sf: 641
Birkaç adım öne yürüdü.
Monte Kristo ona o kadar garip, o kadar dalgın ve hayranlık dolu bir sevgiyle baktı ki Mercedes geri döndü.

Bir eliyle oğlunun elini sıkarken, öbür eliyle de kontun elini avucuna aldı ve ikisini birleştirerek:
“Dostuz, değil mi?” dedi.
“Dostunuz mu, madam, o kadarına cesaret edemem, ama ne olursa olsun sizin saygılı bir köleniz olacağım.”

Kontes kalbi anlatılmaz bir biçimde sıkışarak oradan ayrıldı ve daha on adım gitmeden kont onun mendilini gözlerine götürdüğünü gördü.
“Siz ve annem anlaşamıyor musunuz?” diye sordu Albert şaşkınlıkla.
“Tam tersine,” diye yanıt verdi kont, “sizin önünüzde dost olduğumuzu söylediğine göre!”
Valentine’in ve Madam de Villefort’un biraz önce ayrılmış oldukları salona geri döndüler.

Mercedes geri döndü. Bir eliyle oğlunun elini sıkarken, öbür eliyle de kontun elini avucuna aldı ve ikisini birleştirerek:
“Dostuz, değil mi?” dedi.
“Dostunuz mu, madam, o kadarına cesaret edemem, ama ne olursa olsun sizin saygılı bir köleniz olacağım.”

Kontes kalbi anlatılmaz bir biçimde sıkışarak oradan ayrıldı ve daha on adım gitmeden kont onun mendilini gözlerine götürdüğünü gördü.
“Siz ve annem anlaşamıyor musunuz?” diye sordu Albert şaşkınlıkla.
“Tam tersine,” diye yanıt verdi kont, “sizin önünüzde dost olduğumuzu söylediğine göre!”

Sf: 642
“Hayır,” diye mırıldandı, “bu düşmanlardan hiçbiri bu sırlar nedeniyle gelip beni mahvetmek amacıyla içinde bulunduğumuz güne kadar sabırla ve yılmadan beklemezdi. Kimi zaman Hamlet’in dediği gibi yere çok derin gömülmüş şeylerin bile gürültüsü topraktan çıkar ve fosforun ışıkları gibi havada delice dolaşır; ama bunlar bir an parlayıp dağılan alevlerdir. Bu öykü Korsikalı tarafından bir rahibe anlatılmış olmalı, o da başkasına anlatmıştır. Mösyö de Monte Kristo da bunu öğrenmiş ve anlayabilmek için…”

“Ama anlaması neye yarayacak?” dedi Villefort bir an düşündükten sonra. “Fransa’ya ilk kez gelen Mösyö de Monte Kristo, Mösyö Zaccone, Maltalı bir armatörün oğlu, Teselya’da bir gümüş madeninin işletmecisi, bunun gibi karanlık, gizemli ve yararsız bir olayı anlayıp da ne yapacak? Şu Rahip Busoni ve şu Lord Wilmore, yani bir dost ve bir düşman tarafından bana verilen birbiri ile bağlantılı olmayan bilgiler arasında çok açık, kesin ve gözüme çarpan tek bir şey var: o da hiçbir zaman, hiçbir durumda, hiçbir koşulda onunla benim aramda en küçük bir bağlantının olmadığı.”

Ama Villefort bunları, kendisi bile söylediklerine inanmadan söylüyordu. Onun için en korkunç olan şey bu açıklama değildi, çünkü bunu yadsıyabilir, hattâ yanıt verebilirdi; birdenbire duvarın üstüne kanla yazılmış olarak ortaya çıkan Mane, Thecel, Phares’ten çok az kaygılanıyordu; ama onu asıl kaygılandıran bu yakıları yazan elin ait olduğu bedeni tanımaktı.

Sf: 644
“Tanrı bana sonuna kadar güç verdi; zaten sevgili marki benim onun için yaptığımı benim için kesinlikle yapardı. Doğrusu onu orada bıraktığımdan bu yana sanırım delirdim. Artık ağlayamıyorum; benim yaşımdaki bir insanda artık gözyaşı kalmadığını söyledikleri doğru; yine de bana öyle geliyor ki insan acı çektiği sürece ağlayabilmeli.

Villefort onu kadınların ellerine bıraktı, o sırada yaşlı Barrois ürkmüş bir halde efendisinin odasına çıkıyordu; çünkü hiçbir şey yaşlıları, yanı başlarındaki ölümün bir başka yaşlıyı vurmak için bir an yanlarından ayrılması kadar ürkütmez.

Sf: 645
Genç kız ince ruhuyla, bu saatte kendisine özellikle ihtiyacı olanın Madam de Saint-Meran olduğunu anlamıştı. Valentine anneannesini yatakta buldu; sessiz okşamalar, yüreğin o kadar acıyla kabarması, kesik kesik iç çekmeler, yakıcı göz yaşları, işte Madam de Villefortun en azından görünürde, zavallı dul için saygı dolu bir biçimde kocasının koluna girmiş olarak katıldığı görüşmenin anlatılabilir birkaç ayrıntısı bunlardı.

Sf: 647
“Bir üvey anne hiçbir zaman bir anne değildir,mösyö! Ama konumuz bu değil, konumuz Valentine; ölüleri rahat bırakalım.”

“Madam,” dedi Villefort, “neredeyse deliliğe varan bu taşkın düşünceleri atın kafanızdan. Ölüler bir kez mezarlarına girdiler mi, bir daha asla kalkmadan uyurlar.”

Sf: 656
“Beni dinleyin, sevgilim, taptığım Valentine,” dedi ciddi ve kulağa hoş gelen sesiyle, “bizim gibi, hiç kimsenin karşısında, ana babalarının karşısında, Tanrının önünde yüzlerini kızartacak hiçbir düşüncesi olmamış insanlar, bizim gibi insanlar birbirlerinin kalbini açık bir kitap gibi okurlar. Ben hiç roman yazmadım, kötümser bir kahraman değilim, kendimi ne Manfred ne de Antony yerine koydum: ama hiçbir şey söylemeden, hiç karşı çıkmadan, hiç yeminsiz hayatımı size adadım; sizi elimden kaçırıyorum ve siz böyle hareket etmekte haklısınız, bunu size söyledim, şimdi yineliyorum da; ama elimden gidiyorsunuz ve benim hayatım bitti. Benden uzaklaştığınız anda Valentine, dünyada tek başıma kalacağım. Kız kardeşim kocasının yanında mutlu; kocası benim sadece eniştem, yani sadece toplumsal sözleşmelerin bana bağladığı bir insan; yani yeryüzünde varlığımın yarar sağlayacağı, bana ihtiyacı olan hiç kimse yok. İşte yapacağım şey şu: sizin evli olacağınız son âna kadar bekleyeceğim, çünkü kimi zaman rastlantıların bize sakladığı beklenmedik şanslardan birinin gölgesini bile yitirmek istemem, çünkü o zamana dek Mösyö Franz d’Epinay ölebilir; siz ona yaklaştığınız anda sunağın üstüne yıldırım düşebilir: bir ölüm mahkumuna her şey olabilir gibi gelir, kurtuluşu söz konusu olduğunda, mucizeler onun için olabilecek şeyler sınıfına girer. Bu nedenle son âna kadar bekleyeceğim diyorum ve felaketim kesinleştiğinde, çaresiz, umutsuz kaldığımda, enişteme gizli bir mektup, emniyet müdürlüğüne ne yapmak niyetinde olduğumu bildiren bir başka mektup yazacağım, sonra da bir ormanın köşesinde, bir çukurun kenarında, bir nehrin kıyısında, Fransa’da bugüne kadar yaşamış en onurlu insanın oğlu olarak beynimi dağıtacağım.”

Sf: 658
Valentine parmaklığa yaklaşmıştı ya da dudaklarını yaklaştırmıştı, sözleri güzel kokan soluğuyla öte tarafta ağzını soğuk ve sert çite dayamış Morrel’in dudaklarına kadar kayıyordu.
“Hoşçakalm,” dedi Valentine, kendim bu mutluluktan kopararak, “hoşçakalın.”
“Sizden mektup alacak mıyım?”
“Evet.”
“Teşekkür ederim karıcığım! Hoşçakalın.”

Masum ve uzaktan gelen bir öpücüğün sesi yankılandı ve Valentine ıhlamurların altına doğru kaçtı.

Morrel, Valentine’in elbisesinin gürgenli çite hafifçe dokunurken çıkardığı sesi, ayaklarının altında gıcırdayan kumun sesini dinledi, böyle sevilmesini sağlayan Tanrıya teşekkür etmek için, sözle anlatılamaz bir gülüşle gözlerini gökyüzüne kaldırdı ve o da gözden kayboldu.

Genç adam evine döndü, gecenin geri kalanında bekledi, ertesi gün akşama kadar da bekledi, ama hiçbir haber almadı. Ancak bir gün sonra, sabah saat ona doğru, tam noter Mösyö Deschamps’a gitmek için yola çıkarken, postadan yazısını hiç tanımadığı halde Valentine’den geldiğini anladığı küçük bir not aldı.
Şöyle yazılmıştı:
“Göz yaşları, yalvarmalar, dualar hiçbir işe yaramadı. Dün iki saat boyunca Saint-Philippe du Roule kilisesindeydim, iki saat boyunca yüreğimin derinliklerinden Tanrıya dua ettim; Tanrı da insanlar gibi duyarsız, sözleşme bu gece saat dokuzda imzalanacak.

Tek bir kalbim olduğu gibi tek bir sözüm vardır Morrel ve bu sözü size verdim: bu kalp sizindir.

Bu nedenle bu akşam saat dokuza çeyrek kala parmaklığın önünde.
Karınız, 
VALENTİNE de VİLLEFORT
“Not: Zavallı büyük annem gitgide kötüleşiyor; dün, taşkınlığı kendinden geçmeye vardı; bugün kendinden geçmesi neredeyse deliliğe dönüştü.

Onu bu durumda bırakıp gittiğimi bana unutturacak kadar beni seviyorsunuz, değil mi Morrel?
Büyük baba Noirtier’den sözleşmenin bu gece imzalanacağı saklanıyor sanırım.”

Sf: 660
Sonunda saat yaklaştı.
Bu kadar âşık hiçbir erkek saati kendi başına çalışmaya bırakmaz; Morrel kendi saatini o kadar kurcaladı ki saat altıda sekiz buçuğu gösterdi. Genç adam, gitme zamanının geldiğini, saat dokuzun aslında sözleşmeyi imzalama saati olduğunu, ama her olasılığa karşı Valentine’in bu gereksiz imzayı beklemeyeceğini söyledi kendi kendine; bu nedenle de saati sekiz buçuğu vurduğunda, Morrel Meslay sokağından ayrılarak, çitle çevrili alana girdi, o sırada Saint-Philippe de Roule’da saat sekizi vuruyordu.

“Ah!” diye mırıldandı Maximilien korkuyla, “Bir sözleşme imzasının bu kadar uzun sürmesi olanaksız, meğerki beklenmedik bir şey olsun; tüm olasılıkları tarttım, tüm formalitelerin sürebileceği zamanı hesap ettim, kesinlikle bir şeyler oldu.”

Sf: 664
“Ah!” diye bu kez Mösyö d’Avrigny haykırdı, “Sevgili dostum, umarım birini suçladığımı düşünmezsiniz, çünkü ben sadece bir kazadan, anlıyor musunuz, bir yanlışlıktan söz ediyorum. Ama kaza olsun yanlışlık olsun, gerçek şu ki benim vicdanıma alçak sesle söylenen şeyi size yüksek sesle yinelemek istemem. Siz de bilgi edinin.”
“Kimden? Nasıl? Ne konuda?”
“Örneğin yaşlı uşak Barrois yanılmış olamaz mı? Efendisi için hazırlanmış bir ilacı Madam de Saint-Meran’a vermiş olamaz mı?”
“Babam için mi?”
“Evet.”
“Ama nasıl olur da Mösyö Noirtier için hazırlanmış bir ilaç, Madam de Saint-Meran’ı zehirleyebilir?”

“Bu çok basit: biliyorsunuz bazı hastalıklarda zehirler bir ilaç olur; felç bu tür hastalıklardan biridir. Aşağı yukarı üç aydan beri Mösyö Noirtier’ ye hareket ve konuşma yetisini kazandırmak için her şeyi yaptıktan sonra, onun için son bir yolu denemeye karar verdim; üç aydan beri, ona brüsin tedavisi uyguluyorum; böylece onun için istediğim son ilacın içinde altı santigram brüsin vardı; altı gramın Mösyö Noirtier’nin organlarına bir zararı olmaz, zaten o art arda verilen dozlar nedeniyle buna alışık, ama altı santigram ondan başka birini öldürmeye yeter.”

Sf: 667
Valentine onu gördü, ama hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermedi. Büyük bir umutsuzlukla dolu yüreklerde artık başka heyecana yer yoktur.

Sf: 670
Görünüşte yararsız bir yük olan bu ihtiyarın, yaşamına giren bu genç ve güzel, güçlü iki âşığın tek dayanağı, tek koruyucusu olduğunu görmek oldukça saygı uyandıran bir sahneydi.

Sf: 671
Valentine’in beni sevdiğini, benden başkasını sevemeyeceğini kanıtladıktan sonra, tüm öncelikleri ona bırakarak onunla dövüşeceğim, ya onu öldüreceğim, ya da o beni öldürecek; eğer onu öldürürsem Valentine ile evlenemeyecek, eğer o beni öldürürse Valentine’in onunla evlenmeyeceğinden emin olacağım.”

Noirtier, bu soylu ve içten yüzü anlatılmaz bir hazla seyrediyordu; konuşurken açıkladığı tüm duygular yüzünden belli oluyor, renkler sağlam ve doğru bir resme ne katıyorsa bu ifade de bu güzel yüze öyle bir katkıda bulunuyordu.

Sf: 675
“Düşünceler ölmez haşmetmeap, kimi zaman uykuya çekilirler, ama uyumadan öncekinden daha güçlü uyanırlar.”

Sf: 688
‘General,’ dedi meclis başkanı soylu bir biçimde, ‘tek bir adamın her zaman elli kişiye hakaret etmeye hakkı vardır: bu zayıfın ayrıcalığıdır. Ama zayıf bu hakkını fazla kullanırsa haksızlık eder.

Sf: 695
“Ama biliyorsunuz; Mösyö de Saint-Meran’ı yola çıktığından üç dört gün sonra yitirdiler, markiz buraya geldi, üç dört gün sonra onu da yitirdiler.”

“Ah! Doğru,” dedi Monte Kristo, “bunu duymuştum; ama Clodius’un Hamlet’e söylediği gibi, bu bir doğa yasası: insanların babaları kendilerinden önce ölür, insanlar da onlara ağlarlar; onlar da oğullarından önce ölürler, oğulları da onlara ağlar.”

Sf: 702
“Sevgili kontum, kocalar her yerde aynıdır; herhangi bir yerde bir bireyi incelediğinizde o ırkı da tanırsınız.”

Sf: 703
“Gerçekten de,” dedi Morcerf, “sizde hayran olduğum şey, sevgili kontum, zenginliğiniz değil, belki sizden zengin insanlar da vardır; esprileriniz değil, Beaumarchais’de daha fazlası olmasa da bu kadarı vardır; size hizmet edilme biçimi, bir söz söylemeden, o dakikada, o saniyede, önceden biliniyormuş gibi, çıngırağı çalış biçiminizden ne istediğinizin bilinmesi ve isteyeceğiniz şeyin her zaman hazır olması.”

“Söyledikleriniz biraz doğru. Benim alışkanlıklarımı bilirler. Örneğin siz de göreceksiniz; çayınızı içerken bir şey ister misiniz?”
“Tütün isterim.”

Monte Kristo çıngırağa yaklaştı ve bir kez çaldı.
Bir saniye sonra özel bir kapı açıldı ve Ali en iyi Lazkiye tütünü ile doldurulmuş çubuklarla göründü.
“Bu harika,” dedi Morcerf.
“Hayır, bu çok basit,” dedi Monte Kristo; “Ali benim kahve ya da çay içerken her zaman tütün istediğimi bilir: çay istediğimi biliyor, sizinle birlikte geldiğimi biliyor, onu çağırdığımı duyuyor ve nedenini düşünüyor, konukseverliğin özellikle pipoyla gösterildiği bir ülkeden geldiği için de, bir çubuk yerine iki çubuk getiriyor.”
“Deli!” dedi kont, “bu kadar yüksek sesle şaka yapmayın, Haydee sizi duyabilir.”
“Ve kızar mı?”
“Hayır kızmaz,” dedi kont tepeden bakarak.
“İyi bir insan mı?” diye sordu Albert.
“Bu iyilik değildir, görevdir: bir köle efendisine kızmaz.”
“Haydi haydi! Kendinizle dalga geçmeyin. Artık kölelik kaldı mı?”
“Elbette, Haydee benim kölem olduğuna göre.”
“Gerçekten de hiçbir şey yapmıyorsunuz, kimseye benzemiyorsunuz siz. Monte Kristo Kontunun kölesi! Bu Fransa’da bir konumdur. Sizin altınla oynama biçiminize göre bu yılda yüz bin ekü değerinde olması gereken bir yerdir.”

Sf: 712
“Yaklaşıyorlar,’ dedi, ‘keşke barış ve yaşam getirseler.’
“Neden korkuyorsun Vasiliki?’ dedi Selim, hem tatlı hem gururlu sesiyle, ‘eğer onlar barış getirmiyorlarsa biz onlara ölüm vereceğiz.”

Sf: 726
“Size hiç dövüşmemeniz gerektiğini söylemiyorum, sadece bir düellonun ciddi bir şey olduğunu ve düşünülmesi gerektiğini söylüyorum.”
“O benim babama hakaret ederken düşündü mü?”
“Düşünmediyse ve bunu size itiraf ederse ona kızmamak gerek.”
“Ah! Sevgili kontum, siz çok bağışlayıcısınız.”

Sf: 731
“Pekala sevgili mösyö, sizin boynumu kesmenize razı oluyorum ama üç hafta istiyorum; üç hafta sonra size şunları söyleyeceğim: ‘Evet, olay yanlış, bunu siliyorum, ya da ‘Evet, olay doğru’, ve kılıçları kınından çıkaracağız ya da tabancaları kutularından, nasıl isterseniz.”

“Üç hafta!” diye haykırdı Albert, “ama bu onursuz geçireceğim üç yüzyıl demektir.”
“Eğer hâlâ dostum olsaydınız size: “sabır, dostum derdim, ama siz kendinizi benim düşmanım yaptınız, bu nedenle size: ‘Bana vız gelir mösyö!’ diyorum.”
“Pekala, üç hafta sonra olsun,” dedi Morcerf. “Ama üç hafta sonra ne başka süre olacak, ne de kaçabileceğiniz bir kurnazlık…”

“Mösyö Albert de Morcerf,” dedi Beauchamp bu kez ayağa kalkarak, “üç hafta sonra, yani yirmi dört gün sonra sizi pencereden fırlatabilirim, sizin de o zaman beni bir vuruşta ikiye bölmeye hakkınız olur. Bugün Ağustos ayının 29’u, Eylül ayının 21’inde göreceğiz. O zamana dek, inanın bana, size dürüst bir insan olarak bir öğüt veriyorum, birbirine uzak zincirlenmiş iki köpek gibi havlamayı bırakalım.”

Sf: 732
Yaşları ve ilgileri böylesine farklı iki erkek bir üçgenin iki kenarına benziyorlardı: tabanda ayrı olup tepede birleşiyorlardı.

Sf: 740
“Hiç iz bırakmadan öldüren bir zehir vardır. Ben bu zehiri çok iyi bilirim: bu zehiri getirdiği tüm bozukluklarda, ortaya çıkardığı tüm olaylarda inceledim. Bu zehiri biraz önce zavallı Barois’da da saptadım, tıpkı Madam de Saint-Meran’da saptadığım gibi. Bu zehirin varlığını tanımanın bir yolu vardır: bir asitle kırmızılaşmış turnusol kağıdını mavi renge boyar, menekşe şurubunu yeşile boyar. Turnusol kağıdımız yok, ama bakın istediğim menekşe şurubunu getiriyorlar.”

“Bakın,” dedi kalbi neredeyse duyulacak kadar hızlı çarpan krallık savcısına, “işte bu fincanda menekşe şurubu, bu sürahide Mösyö Noirtier’nin ve Barrois’nın bir bölümünü içtikleri limonatadan artan var. Eğer limonata saf ve zararsız ise şurup kendi rengini koruyacak, eğer limonata zehirli ise şurubun rengi yeşil olacak. Bakın!”

Doktor fincanın içine yavaş yavaş sürahideki limonatadan birkaç damla boşalttı ve hemen o anda fincanın dibinde bir bulut oluştuğunu gördüler; bu bulut önce mavi tonuna dönüştü, sonra gök yakut rengini, daha sonra da opal rengini aldı, opalden de zümrüt yeşiline döndü.

Bu son renkte kaldı, yani deney hiçbir kuşkuya yer bırakmamıştı.
“Zavallı Barrois, ya yalancı angustura ile ya da Saint-Ignace cevizi ile zehirlenmiş,” dedi d’Avrigny, “şimdi Tanrının ve insanların önünde bu konuda güvence veririm.”

Villefort hiçbir şey söylemedi, ama kollarını gökyüzüne doğru kaldırdı, gözlerini şaşkın şaşkın açtı ve yıldırım çarpmış gibi bir koltuğa yığıldı.

Sf: 742
Villefort bir çığlık attı, ellerini kavuşturdu ve doktora yalvaran bir hareket yaparak baktı.
Ama doktor acımasızlığını sürdürdü:
“Cinayetten kimin yarar sağlayacağına bak, diye bir söz vardır hukukta…”
“Ah! İnsanoğlu!” diye mırıldandı d’Avrigny; “tüm hayvanların en bencili, tüm yaratıkların en bencili insan, her zaman dünyanın sadece kendi çevresinde döndüğüne, güneşin sadece kendisi için parladığına, ölümün sadece ona geleceğine inanır; bir tutam otun tepesinden Tanrıyı lanetleyen karınca! Yaşamlarını yitirenler, onlar hiçbir şey yitirmediler mi?

“Doktor, bir kadından doğma her insan acı çekmek ve ölmek için doğmuştur; doktor, acı çekeceğim ve ölümü bekleyeceğim.”

Sf: 745
Valentine ağlıyordu.
Garip şey! Bu göz yaşlarının onda uyandırdığı heyecan arasında Madam de Villefort’a da baktı, onun dudaklarından, tıpkı iki bulut arasından kayıp fırtınalı bir göğün derinliklerine giden uğursuz bir göktaşı gibi, kaçak ve karanlık bir gülümsemenin geçtiğini görür gibi oldu.

Sf: 746
“Bana kalırsa sadece babalar kızlarının mutluluğu için uygun biçimde davranmayı bilirler, bu önemli bir pazarlıktır.”

Sf: 747
Danglars tıpkı yitirilmiş bir hâzineyi bulan cimri gibi, ya da boğulmak üzere olan bir adamın ayağının altında içine gömüleceği boşluk yerine sağlam toprağa rastlaması gibi, bir tür neşeden boğulma hissi duydu.

Sf: 749
“Küçük bir yosmayla işim olacak, ona ne unvanımı ne durumumu bildirmek istemiyorum. Üniformanı bana ver, belgelerini getir de gerekirse geceyi bir handa geçirebileyim.”

Sf: 752
“Ah! Caderousse,” dedi Andrea, “ne kadar çok şey istiyorsun! İki ay önce açlıktan ölüyordun.”

“İştah yerken gelir,” dedi Caderousse, gülen bir maymun ya da homurdanan bir kaplan gibi dişlerini göstererek. “Hem,” diye ekledi yaşına karşın bembeyaz ve sipsivri dişleriyle büyük bir lokma ekmek kopararak, “ben bir plan yaptım.”

Caderousse’un planlan Andrea’yı onun düşüncelerinden daha fazla dehşete düşürürdü, düşünceler birer tohumdu, planlar ise bunların gerçekleştirilmesiydi.

Sf: 756
“Evet, panjurlar var, ama onları hiç kullanmıyorlar. Monte Kristo Kontu garip bir adam, gece bile gökyüzünü görmek istiyor.”

Sf: 757
“Dün konta şöyle dedim: ‘bu sizin açınızdan ihtiyatsızlık sayın kont, çünkü Auteuil’e gittiğinizde ve oraya hizmetçilerinizi de götürdüğünüzde ev boş kalıyor.”
“Pekala! Ne olur diye sormadı mı sana?”
“Günün birinde sizi soyarlar, dedim.”
“Ne yanıt verdi?”
“Ne yanıt mı verdi?”
“Evet.”
“Şöyle dedi: ‘Beni soysalar ne olur?”
“Kontu soymuyorlar mı?”
“Hayır, hizmetindeki insanlar ona çok sadık.”

Sf: 763
Son vuruş duyulmaz olduğunda kont soyunma odasının bulunduğu taraftan hafif bir gürültü duyar gibi oldu, ilk gürültüyü, bu ilk gıcırtıyı İkincisi izledi, sonra da üçüncüsü, dördüncüsünde kont ne yapacağını çok iyi biliyordu. Becerikli ve alışkın bir el bir elmasla camın dört bir yanını kesmeye çalışıyordu.

Kont kalbinin daha hızlı çarpmaya başladığını hissetti, insanlar tehlikelere karşı ne kadar katılaşırlarsa katılaşsınlar, tehlikeye karşı ne kadar uyarılmış olurlarsa olsunlar, her zaman, kalplerinin ve vücutlarının ürpermesinden düşle gerçek arasında, planlanan ile gerçekleştirilen arasında var olan büyük farkı anlarlar.

Sf: 776
Kont adamın ölüme adım adım yaklaştığını izlemekten vazgeçmemişti. Bu yaşam hamlesinin sonuncu olduğunu anladı; can çekişen adama yaklaştı, ona hem sakin hem üzgün bakışlarını dikerek:
“Ben…” dedi onun kulağına, “ben…”

Sf: 782
İki arkadaş yürüyerek dolaşmaya çıktılar, bulvar boyunca gittiler, Madelaine’e gelince: “Bakın,” dedi Beauchamp, “yola çıktığımıza göre gidip biraz Mösyö de Monte Kristo’yu görelim, bu sizi oyalar, o hiç soru sormadığı için aklımızı başımıza getirecek en uygun kişi, zaten bence soru sormayan insanlar en usta avutuculardır.”
“Doğru,” dedi Albert, “haydi ona gidelim, ben onu seviyorum.”

Sf: 785
“Eh, görünüşe göre bu bir Provencelı. Mösyö de Villefort Marsilya’dayken ondan söz edildiğini duymuş, Mösyö Danglars onu görmüş olduğunu anımsıyor. Sonuçta sayın krallık savcısı, emniyet müdürlüğünü son derece ilgilendiriyor gibi görünen bu işi çok önemsiyor, artık hiç de minnet duymadığım bu ilgi sayesinde on beş günden beri Paris’te ve banliyölerinde bulabildikleri tüm haydutları Mösyö Caderousse’un katilleri diye buraya gönderiyorlar; üç ay daha böyle sürerse bu güzel Fransa krallığında evimin planını ezbere bilmeyen tek bir hırsız tek bir katil kalmayacak, ben de evimi tümüyle onlara bırakıp yeryüzünün beni götürebileceği en uzak yere gitmeyi yeğliyorum. Benimle gelin vikont, sizi de götüreyim.”

“Seve seve.”
“O zaman anlaştık mı?”
“Evet, ama nereye gidiyoruz?”
“Size söylediğim gibi, havanın en temiz olduğu, gürültünün duyulmadığı yere, ne kadar kibirli olursak olalım kendimizi alçak gönüllü hissedeceğimiz, kendimizi küçücük göreceğimiz yere. Augustus gibi evrenin efendisi olmak anlamına gelen bu bile bile düşkün yaşamayı seviyorum.”
“Peki nereye gidiyorsunuz?”
“Denize, vikont, denize. Biliyorsunuz ben bir denizciyim, küçücükken yaşlı okyanusun kollarında, güzel Amphitrite’in göğsünde sallanarak uyudum, birinin yeşil paltosuyla öbürünün mavi giysisiyle oynadım, ben denizi bir metresi sever gibi severim, onu uzun süre görmezsem özlerim.”
“Gidelim, kont, gidelim!”
“Denize mi?”
“Evet.”
“Kabul ediyor musunuz?”
“Kabul ediyorum.”
“Sizi de götüreyim.”
“Sağolun, ben denizden geliyorum.”
“Nasıl! Denizden mi geliyorsunuz?”
“Evet ya da aşağı yukarı. Borromees Adaları’na küçük bir yolculuk yaptım.”
“Ne önemi var! Yine de gelin,” dedi Albert.
“Hayır, sevgili Morcerf, bir şeyi reddettiğimde bunun olanaksız olduğunu anlamalısınız. Zaten,” sesini alçaltarak ekledi, “benim Paris’te kalmam gazetenin yazılarını gözden geçirmem açısından önemli.”

Sf: 786
“Kadınlar sık sık değişir, demiş I. François, kadın dalgadır, demiş Shakespeare: biri büyük bir kraldı, öbürü büyük bir ozan, ikisi de kadınları iyi tanıyor olmalı.”
“Zavallı bir yabancının dilinizin tüm inceliklerini pek anlayamamasını hoş görünüz.
“Annemin duygularında çok cimri olduğunu, ama bir kez de birine karşı bu duyguları hissetti mi bunun sonsuza kadar sürdüğünü söylemek istiyorum.”

Sf: 787
Albert tam saatinde geldi. Başlangıçta iç karartıcı olan yolculuk, hızın somut etkisi ile hemen aydınlandı. Morcerf böyle bir hızı hiç düşünmemişti.

“Gerçekten de,” dedi Monte Kristo, “sizin saatte iki fersah yapan posta arabanızla, bir yolcunun izin almadan önündeki yolcuyu geçmesini yasaklayan ve böylece hasta ya da inatçı bir yolcuya arkasında acelesi olan ya da sağlıklı yolcuların yolunu tıkama hakkı veren o aptal yasayla, bir yerden bir yere gitme olanağı yok; ben kendi arabamla ve kendi atlarımla yolculuk yaparak bu sakıncayı ortadan kaldırıyorum, değil mi Ali?”

Ve kont başını kapıdan uzatarak atlara kanat takan küçük bir uyarı çığlığı attı, atlar artık koşmuyor, uçuyordu. Araba bu krallara yaraşır yolda yıldırım gibi gidiyordu ve herkes bu ışıklı göktaşının geçişini görmek için yolunu değiştiriyordu. Ali bu çığlığı yineliyor, güzel yeleleri rüzgarda savrulan atlan yönlendiriyor, köpüklenen dizginleri güçlü elleriyle sıkıyor, beyaz dişlerini göstererek gülümsüyordu; çöl çocuğu Ali hoşlandığı çevrede bulunuyordu, siyah yüzü, pırıl pırıl gözleri, kolsuz, başlıklı beyaz yeleği ile yerden kaldırdığı tozların ortasında sam yelinin perisine, Kasırga Tanrısına benziyordu.

“İşte,” dedi Morcerf, “tanımadığım bir zevk, hız zevki.”
Yüzündeki son bulutlar da dağılıyor, sanki yarıp geçtiği hava kendisiyle birlikte bu bulutları da götürüyordu.

“Tanrı aşkına böyle atları nereden buluyorsunuz?” diye sordu Albert, “bunları özel olarak mı yetiştirtiyorsunuz?”

“Elbette,” dedi kont. “Altı yıl önce Macaristan’da hızıyla ünlü çok güzel bir damızlık aygır buldum, onu satın aldım, şimdi kaça olduğunu bilmiyorum, parasını Bertuccio ödedi. Aynı yıl otuz iki yavrusu oldu. Karşılaşacaklarımızın hepsi aynı babanın yavrularıdır, hepsi aynıdır, alındaki bir yıldız dışında hepsi beneksiz ve siyahtır, çünkü tıpkı paşalara seçilen gözdeler gibi, haranın bu ayrıcalıklı atına da kısraklar seçildi.”
“Bu çok güzel!… ama söyleyin bana kont, tüm bu atları ne yapıyorsunuz?”
“Görüyorsunuz, onlarla yolculuk yapıyorum.”
“Ama her zaman yolculuk yapmıyorsunuz ya?”
“Artık ihtiyacım kalmadığında Bertuccio onları satacak, atlardan otuz ya da kırk bin frank kazanacağını düşünüyor.”
“Ama Avrupa’da onları sizden satın alacak kadar zengin bir kral olmayacak.”
“O zaman onları Doğu’da bu parayı ödemek için hâzinesini boşaltacak ve yeniden doldurmak için uyruklarının tabanlarına sopalar indirtecek herhangi bir vezire satar.”
“Kont, size şimdi aklıma gelen bir şey söyleyeyim mi?”
“Söyleyin.”
“Bertuccio sizden sonra Avrupa’nın en zengin adamı olacak.”
“İşte bunda yanılıyorsunuz vikont. Eğer Bertuccio’nun ceplerini ters çevirirseniz onun beş parasız olduğunu göreceğinizden eminim.”

“Neden?” diye sordu genç adam, “Mösyö Bertuccio tuhaf bir adam mı? Ah, sevgili kont, beni gerçeküstü olaylara çok fazla katmayın ya da size haber veriyorum, artık size inanmayacağım.”

“Benimle hiçbir şey gerçeküstü değildir Albert, sadece rakamlar Ve akıl, hepsi bu. Şu ikilemi dinleyin: bir kahya çalar, ama neden çalar?”
“Tüh! Çünkü bu doğasında vardır bana kalırsa,” dedi Albert, “çalmak için çalar.”
“İşte burada yanılıyorsunuz: çalar, çünkü bir karısı, çocukları, kendisi ve ailesi için tutkulu istekleri vardır; çalar, çünkü ömür boyu efendisi ile olacağından emin değildir ve kendine bir gelecek hazırlamak ister, işte, Mösyö Bertuccio dünyada yapayalnızdır, bana hesap vermeden paramı harcar, benden hiç ayrılmayacağından emindir.”

“Neden?”
“Çünkü ben daha iyisini bulamam.”
“Siz bir kısırdöngü içindesiniz, olasılıklar döngüsü.”
“Hayır, öyle değil, ben kesinlikler içindeyim. Benim için iyi hizmetkar, yaşamı üzerinde hakkım olan kişidir.”
“Bertuccio’nun yaşamı üzerinde böyle bir hakkınız mı var?”
“Evet,” diye yanıt verdi kont soğuk bir biçimde.
Konuşmayı demir bir kapı gibi kapatan sözler vardır. Kontun evet’i bu sözlerden biriydi.

Sf: 794
Ruhtaki yaraların şöyle bir özelliği vardır, gizlenirler, ama kapanmazlar, her zaman acı verirler, her zaman dokunulduğunda kanamaya hazırdırlar, her zaman yürekte canlı ve açık kalırlar.

Morcerf bu büyük ve beklenmedik yıkım karşısında öylesine bunalmıştı ki, şaşkın gözlerle meslektaşlarına bakarak anlaşılmaz’birkaç sözcük söyleyebildi ancak. Suçlu birinin utancı olduğu kadar suçsuz birinin şaşkınlığı olarak da yorumlanabilecek bu çekingenlik ona karşı birkaç kişide sevgi uyandırdı. Gerçekten yüce gönüllü insanlar, düşmanlarının mutsuzluğu, kinlerinin sınırlarını aştığında her zaman onlara karşı merhamet duyarlar.

Sf: 795
Sadece onun anlattıklarının bizimkine göre üstünlüğü vardı, bu da, yaşayan şeylerin canlılığının, ölmüş şeylerin soğukluğuna olan üstünlüğü idi.
Kendini güçlü hissetti, çünkü heyecanını enerji sanıyordu.

Sf: 801
“O zaman tüm Meclis üyeleri bir tür korkuyla birbirlerine baktılar. Kontun güçlü ve sinirli yapısını biliyorlardı.

Sf: 802
“Kont çevresine bir göz attı, bu bakışlardaki umutsuz ifade kaplanları duygulandırabilirdi, ama yargıçları yumuşatamadı, sonra gözlerini salonun kubbeli tavanına doğru kaldırdı, ama sanki kubbenin açılmasından ve oradan gökyüzü adlı ikinci bir mahkeme, adı Tanrı olan bir başka yargıç çıkmasından korkarmış gibi gözlerini hemen başka tarafa çevirdi.

“Sonra sert bir hareketle onu boğan kapalı giysisinin düğmelerini kopardı ve zavallı bir deli gibi salondan çıktı, bir an ayak sesleri kubbenin altında acı acı çınladı, hemen sonra da onu hızla götüren bir arabanın tekerlek gürültüleri Floransa tarzı binanın kapısını sarstı.

“Beyler,” dedi başkan yeniden sessizlik olunca, ‘Mösyö Kont de Morcerf’in nankörlüğüne, ihanetine ve alçaklığına inanıyor musunuz?’
“Evet!’ diye yanıt verdi soruşturma komisyonunun tüm üyeleri hep bir ağızdan.
“Haydee oturumun sonuna kadar beklemişti, kont hakkında verilen kararın açıklandığını duyduğunda, yüzünün çizgilerinde sevindiğini ya da acıdığını gösteren tek bir belirti bile olmadı.
“Sonra peçesini yüzüne indirdi, komisyon üyelerini saygıyla selamladı ve Veirgilius’un Tanrıçaların yürüdüğünü gördüğü adımlarla çıkıp gitti.”

Sf: 810
“Dostum,” dedi Mercedes, “kontun konumunda olan insanların hiç farkında olmadıkları düşmanları vardır. Zaten, bilinen düşmanlar bildiğiniz gibi en tehlikeli olanlar değildir.”
“Bana bunu neden söylüyorsunuz?”
“Çünkü, örneğin evimizde verdiğimiz balo akşamı Mösyö de Monte Kristo’nun bizde hiçbir şey yemediğini fark etmiştiniz.”

Mercedes ateşten yanan kolunun üstünde titreye titreye doğrularak:
“Mösyö de Monte Kristo!” diye haykırdı, “bunun bana sorduğunuz soruyla ne ilgisi var?”
“Bildiğiniz gibi anneciğim, Mösyö de Monte Kristo neredeyse Doğulu bir adam ve Doğulular intikam alma özgürlüklerini koruyabilmek için düşmanlarının evinde ne yerler ne de içerler.”

Sf: 814
Monte Kristo dürbününü aldı, sanki olağanüstü hiçbir şey olmamış gibi sağa sola bakmaya başladı.

Bu adamın demir gibi bir kalbi, mermerden bir yüzü vardı.
“Belki de,” dedi Monte Kristo her zamanki soğukkanlılığıyla.
“Peki onu ne yapacaksınız?”
“Kimi?”
“Albert’i.”
“Albert’i mi?” dedi Monte Kristo aynı ses tonuyla, “ne yapacağım biliyor musunuz Maximilien? Sizin burada olmanız, elinizi sıkmam ne kadar gerçek ise, onu yarın sabah saat ondan önce öldüreceğim de o kadar gerçek. İşte yapacağım şey.”

Bu kez Morrel Monte Kristo’nun elini avuçlarına aldı, bu sakin ve buz gibi eli sıkarken ürperdi.
“Ah! Kont,” dedi, “babası onu o kadar seviyor ki!”
“Bana böyle şeyler söylemeyin!” diye haykırdı Monte Kristo ilk kez duymuş gibi göründüğü öfkeyle bir hareket yaparak; “ona acı çektireceğim!”

Sf: 818
“Neden siz Tanrının yerine geçiyorsunuz?” diye haykırdı Mercedes. “Neden onun unuttuğu şeyi anımsıyorsunuz? Yanya ve onun vezirinden size ne?
“Ama neden yoktum? Neden yalnız kaldınız?” diye haykırdı Monte Kristo.
“Çünkü sizi tutukladılar Edmond, çünkü siz hapisteydiniz.”
“Neden tutuklandım? Neden hapisteydim?”
“Bunu bilmiyorum,” dedi Mercedes.
“Evet, bunu bilmiyorsunuz madam, en azından ben öyle umuyorum. Pekala! Size bunu söyleyeceğim. Tutuklandım, hapse atıldım, çünkü Reserve’deki çardağın altında, sizinle evleneceğim günden bir gün önce, Danglars adlı bir adam bu mektubu yazdı, balıkçı Fernand da bu mektubu postaya atmak görevini yüklendi.”

Ve Monte Kristo yazı masasına giderek bir çekmeceyi açtı, oradan rengi solmuş bir kağıt aldı, kağıdın üzerindeki mürekkep pas rengini almıştı, mektubu Mercedes’in önüne koydu.

Bu kağıt, Danglars’ın krallık savcısına yazdığı, Monte Kristo Kontunun Thomson ve French bankasının elçisi kılığında Mösyö de Boville’e iki yüz bin frank ödediği gün, Edmond Dantes’in dosyasından çekip aldığı mektuptu.

Mercedes aşağıdaki satırları büyük bir korkuyla okudu.
Sayın krallık başsavcısına, tahtın ve dinin bir dostu olarak, Napoli ve Porto-Ferrajo’ya uğradıktan sonra bu sabah Smyrna’dan gelmiş olan Firavun gemisinin ikinci kaptanı Edmond Dantes adlı kişinin, Murat tarafından Zorbaya verilmek üzere, Zorba tarafından da Paris’teki Bonapartçı komiteye verilmek üzere bir diğer mektup taşımakla görevlendirildiğini bildiririm.

Sayın krallık başsavcısına, tahtın ve dinin bir dostu olarak, Napoli ve Porto-Ferrajo’ya uğradıktan sonra bu sabah Smyrna’dan gelmiş olan Firavun gemisinin ikinci kaptanı Edmond Dantes adlı kişinin, Murat tarafından Zorbaya verilmek üzere, Zorba tarafından da Paris’teki Bonapartçı komiteye verilmek üzere bir diğer mektup taşımakla görevlendirildiğini bildiririm.

Yakalandığında suçunun kanıtı da ele geçirilecektir, çünkü bu mektup ya kendi üzerinde ya babasında ya da Firavun gemisindeki kamarasında bulunmaktadır.

“Aman Tanrım!” dedi Mercedes elini ter içinde kalmış alnına götürerek, “bu mektup…”
“Bu mektubu iki yüz bin franka satın aldım madam,” dedi Monte Kristo, “ama beni bugün sizin gözünüzde akladığı için yine de ucuz.”
“Bu mektup ne sonuç doğurdu?”
“Bunu biliyorsunuz madam, bunun sonucu olarak tutuklandım, ama sizin bilmediğiniz, bu tutuklanmanın ne kadar sürdüğü. Sizin bilmediğiniz, sizden çeyrek fersah ötede, İf Şatosu’nun bir hücresinde on dört yıl kaldığım. Sizin bilmediğiniz, bu on dört yıl boyunca her gün ilk ettiğim intikam yeminimi yinelemiş olmam, üstelik beni ele veren Fernand’ın sizinle evlendiğini, babamın öldüğünü, hem de açlıktan öldüğünü bilmiyordum!”

“Hak bilir Tanrım!” diye haykırdı Mercedes sendeleyerek.
“İşte on dört yıl zindanda kaldıktan sonra dışarı çıktığımda öğrendiklerim ve yaşayan Mercedes ve ölmüş olan babamın üzerine Fernand’dan intikam alacağıma yemin ettim… ve intikamımı alıyorum.”

Ama ihanet edilmiş ve öldürülmüş, bir mezara atılmış olan ben, Tanrının yardımıyla bu mezardan çıktım ve Tanrıya intikam borcum var, beni bunun için gönderdi ve işte buradayım.”

Sf: 820
“Mercedes,” diye yineledi Monte Kristo, “Mercedes! Pekala! Evet, haklısınız, bu adı söylemek bana hâlâ güzel geliyor, işte çok uzun zamandır ilk kez bu ad dudaklarımdan bu kadar açık seçik yankılanıyor. Ah! Mercedes, adınız, adınızı hüzünlü iç çekişlerle, acı inlemelerle, umutsuz hırıltılarla söyledim; adınızı soğuktan buz keserken, hücremdeki samanların üstüne diz çökmüşken söyledim; adınızı sıcaktan tükenmişken, hücremin döşemesinde yuvarlanırken söyledim. Mercedes, intikam almam gerek, çünkü on dört yıl acı çektim, on dört yıl ağladım, lanet okudum, şimdi size söylüyorum, intikam almam gerek!”

Ve kont o kadar sevdiği kadının ricalarına kendini bırakma korkusuyla titreyerek anılarını nefretinin yardımına çağırıyordu.

“İntikamınızı alın Edmond,” diye haykırdı zavallı ana, “ama suçlulardan alın, ondan intikam alın, benden alın, ama oğlumdan almayın!”

“Kutsal kitapta şöyle yazıyor,” diye yanıt verdi Monte Kristo: ‘Babaların günahını üçüncü ve dördüncü kuşağa kadar çocuklar çeker.’ Tanrı bu sözleri peygamberine söylettiğine göre, ben neden Tanrıdan daha iyi olayım?”

“Çünkü Tanrının zamanı ve sonsuzluğu var, bu iki şey insanlarda yoktur.”
Monte Kristo kükrer gibi içini çekti ve elleriyle güzel saçlarını kavradı.
“Edmond,” diye devam etti Mercedes kollarını konta doğru uzatarak:

“Edmond, sizi tanıdığımdan beri adınızı çok sevdim, anınıza saygı gösterdim. Edmond, dostum, yüreğimin aynasına her zaman yansıyan bu soylu ve temiz görüntüyü lekelemeye zorlamayın beni. Edmond, sizin yaşadığınızı umut ettikçe ve öldüğünüze, ah evet öldüğünüze inandıktan sonra sizin için Tanrıya ettiğim tüm duaları bir bilseniz! Ölü bedeninizin karanlık bir kulenin dibine gömüldüğünü sanıyordum; bedeninizin zindancıların ölen mahkumları fırlatıp attıkları o uçurumlardan birinin dibine atıldığını sanıyor ve ağlıyordum! Ben sizin için dua etmekten ve ağlamaktan başka ne yapabilirdim Edmond? Beni dinleyin; on yıl boyunca her gece aynı düşü gördüm. Sizin kaçmak istediğinizi, başka bir mahkumun yerini aldığınızı, bir ölünün kefenine sarındığınızı, ölünün İf Şatosu’nun tepesinden aşağı atıldığınızı söylediler; kayaların üstünde parçalanırken attığınız çığlık celladınız olan mezarcılara yer değiştirdiğinizi gösteren tek açıklamaydı. İşte Edmond, kendisi için size yalvardığım oğlumun başı üzerine yemin ederim Edmond, on yıl boyunca her gece bir kayanın tepesinden bilinmeyen şekilsiz bir şeyi sallayan insanlar gördüm; on yıl boyunca her gece beni titretip dondurarak uyandıran o korkunç çığlığı duydum. Ben de Edmond, ah inanın bana, ne kadar suçlu olursam olayım, evet, ben de çok acı çektim.”

“Siz yokken babanızın öldüğünü hissettiniz mi?” diye haykırdı Monte Kristo ellerini saçlarına geçirerek; “siz uçurumun dibinde ölüm hırıltıları çıkarırken sevdiğiniz kadının elini hasmınıza uzattığını gördünüz mü?…”

“Hayır,” diye onun sözünü kesti Mercedes, “ama sevdiğim kişinin oğlumun katili olmaya hazırlandığını gördüm!”

Mercedes bu sözleri öyle büyük bir acıyla, öyle umutsuz bir sesle söylemişti ki, bu sözleri ve bu sesi duyan kontun boğazından bir çığlık koptu.

Aslan evcilleştirilmişti, intikam almak isteyen yenilmişti.
“Ne istiyorsunuz?” diye sordu, “oğlunuzun yaşamasını mı? Öyle ise yaşayacak!” Mercedes öyle bir çığlık attı ki Monte Kristo’nun gözlerinden iki damla yaş fışkırdı, ama bu iki damla gözyaşı hemen kurudu, çünkü Tanrı, Guzarate’nin ve Ophir’in incilerinden çok daha değerli olan bu göz yaşlarını toplamak için kuşkusuz bir meleğini göndermişti.

“Ah!” diye haykırdı Mercedes kontun elini yakalayıp dudaklarına götürerek, “ah! Teşekkür ederim, teşekkür ederim Edmond! İşte seni hep düşlediğim gibi, hep sevdiğim gibisin. Ah! Şimdi bunu söyleyebilirim.”

“Zavallı Edmond’un artık sizin tarafınızdan daha fazla sevilecek zamanı olmayacak. Ölü, mezarına girecek, hayalet karanlıklara.”
“Ne diyorsunuz Edmond?”
“Siz istediğinize göre ölmek gerektiğini söylüyorum Mercedes.”
“Ölmek mi! Kim böyle bir şey söyledi? Kim ölmekten söz etti? Aklınıza bu ölüm düşüncesi de nereden geldi?”

“Herkesin önünde, tüm salonun karşısında, dostlarınızın ve oğlunuzun dostlarının yanında bir çocuk tarafından kışkırtıldıktan sonra, oğlunuz benim bağışlamamla bir zafer kazanmış gibi övünecektir, bundan sonra benim bir an bile yaşamak istemeyeceğimi düşünemiyor musunuz? Sizden sonra en çok kendimi sevdim Mercedes, soyluluğumu, beni başkalarına üstün kılan gücümü sevdim, bu güç benim hayatım. Bir sözcükle onu paramparça ediyorsunuz. Ölüyorum.”

“Bağışladığınıza göre bu düello olmayacak Edmond.”
“Olacak madam,” dedi resmi bir biçimde Monte Kristo, “sadece, toprağın içmesi gereken oğlunuzun kanı olacağına, o toprağa akan benim kanım olacak.”

Mercedes büyük bir çığlık attı ve Monte Kristo’ya doğru atıldı, ama birden durdu. “Edmond,” dedi, “hepimizin üstünde Tanrı var, mademki yaşıyorsunuz, mademki sizi yeniden gördüm, Tanrıya yürekten inanıyorum. Onun desteğim beklerken sizin sözünüze güveniyorum. Oğlumun yaşayacağını söylediniz, yaşayacak değil mi?”

“Evet, yaşayacak madam,” dedi Monte Kristo, Mercedes’in hiç haykırmadan, hiç şaşkinlik göstermeden onun için yaptığı kahramanca özveriyi kabul edişine şaşırarak.
Mercedes elini konta uzattı.
“Edmond,” dedi, konuştuğu kişiye bakarken gözleri yaşlarla ıslanmıştı, “bu sizin açınızdan ne kadar güzel bir şey, şimdi yaptığınız ne kadar büyük bir şey, umutlarına karşı tüm şansı siz olan zavallı bir kadına acımanız ne kadar yüce bir şey! Ne yazık ki ben yaştan çok acılarla ihtiyarladım, bu nedenle Edmond’uma, seyrederek saatler geçirdiği eski Mercedes’i bir gülümseme, bir bakışla bile anımsatamam. Ah! İnanın bana Edmond, size söylediğim gibi ben de acı çektim; size bunu yineliyorum, insanın bir tek mutluluğu anımsamadan, tek umudu olmadan yaşamının geçtiğini görmesi çok acı; ama bu yeryüzünde her şeyin daha bitmediğini kanıtlıyor. Hayır! Her şey bitmedi, hâlâ yüreğimde kalanları hissediyorum. Ah! Bunu size yineliyorum, Edmond, biraz önce yaptığınız gibi bağışlamak çok güzel, çok büyük, çok yüce bir şey!”

“Böyle söylüyorsunuz Mercedes, ya sizin için yaptığım özverinin büyüklüğünü bilseniz ne söyleyeceksiniz? Ulu Tanrının, dünyayı yarattıktan, kaosu verimli kıldıktan sonra, yaratılışın üçte birini tamamladığında, bir gün bizim işleyeceğimiz suçların onun ölümsüz gözlerinden akıtacağı yaşlardan bir meleği bağışık tutmak için durduğunu düşünün; her şeyi hazırladıktan, hamur gibi yoğurduktan, verimli hale getirdikten sonra yapıtına hayranlıkla bakacağı anda Tanrının güneşi söndürdüğünü, ayağı ile dünyayı ebedi sonsuzluğa ittiğini düşünün, o zaman belki bu konuda bir kanıya varabilirsiniz ya da hayır, hayır, şu anda hayatımı yitirirken neler yitirdiğimi yine de anlayamazsınız.”

Mercedes konta hem şaşkınlık, hem hayranlık, hem de minnet dolu gözlerle baktı.
Monte Kristo alnını, sanki düşüncelerinin ağırlığını tek başına taşıyamıyormuş gibi, alev alev yanan ellerine dayadı.
“Edmond,” dedi Mercedes, “size artık tek bir söz söyleyebilirim.”
Kont acı acı gülümsedi.

“Edmond,” diye devam etti Mercedes, “her ne kadar yüzüm solmuşsa, gözlerimin feri söndüyse, güzelliğim yok olduysa ve yüz çizgilerim artık eskisine benzemiyorsa da yüreğimin hep aynı kaldığını göreceksiniz!… Elveda Edmond; artık Tanrıdan hiçbir şey istemiyorum… Sizi eskisi kadar soylu ve büyük gördüm. Elveda Edmond! Elveda ve teşekkürler!”

Ama kont hiç yanıt vermedi.
Mercedes çalışma odasının kapısını açtı, kont yitip giden intikamının onu soktuğu derin ve acı dolu düşten uyanmadan Mercedes çıkıp gitmişti.

Araba Madam de Morcerf’i Champs-Elysees’nin sokaklarında götürürken Invalides’in saati biri vurdu ve Monte Kristo Kontu başını kaldırdı.

“İntikam almaya karar verdiğim gün, kalbimi yerinden söküp atmadığım için çılgın olmalıyım,” dedi.

Sf: 823
Üzüldüğüm, bedenin ölümü değil: yaşamsal ilkenin yok olması.

Sf: 825
Sonra sessizce odasına döndü ve ilk satırların altına şunları ekledi:
Eski patronum Marsilyalı amatör Pierre Morrel’in oğlu ve sipahilerin başı Maximilien Morrel’e yirmi milyonluk bir tutan vasiyetimle bırakıyorum, bunun bir bölümünü, fazla paranın mutluluklarına zarar vermeyeceğine inanırsa, kız kardeşi Julie ve eniştesi Emmanuel’e verecektir. u yirmi milyon Monte Cnsto’daki mağaramda toprağa gömülüdür, Bertuccio bu sırrı bilmektedir.

Eğer kalbi boşsa ve Yanya Paşası Ali’nin kızı, benim de bir baba sevgisiyle yetiştirdiğim ve bana karşı bir kızın babasına duyduğu sevgiyi duyan Haydee ile evlenmek isterse, son isteğimi değil, son dileğimi yerine getirmiş olacaktır.

Bu vasiyetname Haydee’yi topraklarımın, Ingiltere, Avusturya ve Hollanda’daki gelirlerimin, çeşitli saray ve evlerdeki mobilyalarımı da içine alan geri kalan tüm senetimin mirasçısı yapmaktadır, bu servet, yirmi milyon ve uşaklarıma bıraktığım çeşitli miras çıkarıldıktan sonra altmış milyona kadar yükselebilir.

Tam son satın yazmayı bitirirken arkasında bir çığlık duydu ve kalemi elinden düşürdü.
“Haydee,” dedi, “okudunuz mu?”

Gerçekten de genç kız gözlerine güneş vurunca uyanmış, ayağa kalkmış ve hafif ayak sesleri halıda boğulduğu için hiç duyurmadan kontun yanına yaklaşmıştı.

“Ah! Efendim,” dedi ellerini kavuşturarak, “neden bu saatte bir şeyler yazıyorsunuz? Neden bana tüm servetinizi bırakıyorsunuz efendim? Beni terk mi ediyorsunuz?”

“Bir yolculuğa çıkıyorum meleğim,” dedi Monte Kristo büyük bir hüzün ve sevgi ifadesiyle, “eğer başıma kötü bir şey gelirse…”
Kont durdu.
“Evet?…” diye sordu genç kız kontun hiç duymadığı ve onu ürperten sert bir sesle.
“İşte, başıma kötü bir şey gelirse,” dedi Monte Kristo, “kızımın mutlu olmasını istiyorum.”
Haydee başım sallayarak gülümsedi.
“Öleceğinizi mi düşünüyorsunuz efendim?”
“Bu yararlı bir düşüncedir, demiş bir bilge.”
“Pekala, eğer siz ölürseniz,” dedi genç kadın, “mirasınızı başkalarına bırakın, çünkü siz ölürseniz… benim artık hiçbir şeye ihtiyacım kalmayacak.”

Ve kağıdı alarak parça parça etti ve salonun ortasına attı. Sonra bir esirde az rastlanan bu enerji ile gücü tükendi, bu kez uyumadı, bayılıp döşemenin üstüne düştü.

Monte Kristo ona doğru eğildi, kollarına alıp kaldırdı, bu güzel solgun teni, bu kapalı güzel gözleri, kendini bırakmış bu kımıltısız bedeni görünce ilk kez onun kendisini belki de bir kızın babasını sevmesinden farklı bir biçimde sevdiği aklına geldi.
“Ne kadar yazık!” diye mırıldandı büyük bir bezginlikle, “belki de hâlâ mutlu olabilirdim!”

Sf: 827
“Kont,” dedi, “Tanrı aşkına Albert’i öldürmeyin! Zavallının bir annesi var.”
“Bu doğru,” dedi Monte Kristo, “benim annem yok.”

Sf: 835
Bir ressam bu iki yüzdeki ifadeyi çizebilseydi ortaya kuşkusuz çok güzel bir tablo çıkardı.

Sf: 839
Morrel gülümsedi ve başını salladı.
“Sizin de hep başka bir yerde yemek yemeniz gerekiyor.”
“Ya aç değilsem?” dedi genç adam.
“Ah!” dedi kont, “açlığı kesen iki duygu biliyorum: acı –ama sizi iyi ki çok neşeli görüyorum, demek neden bu değil– ve aşk. Kalbiniz konusunda bana dediklerinize bakarak bunu düşünmekte sakınca görmüyorum…”

“Pekala!” diye devam etti Morrel, “bu kalp artık Vincennes ormanında sizinle birlikte değil, başka bir yerde, ben de gidip onu bulacağım.”

“Haydi öyleyse,” dedi kont yavaşça, “gidin dostum, ama lütfen bazı engellerle karşılaşırsanız bu dünyada bir gücüm olduğunu, bu gücümü sevdiğim insanlar yararına kullanmaktan mutlu olduğumu ve sizi sevdiğimi anımsayın Morrel.”

“Güzel,” dedi genç adam, “bunu bencil çocukların ihtiyaçları olduğunda ana babalarını anımsadıkları gibi anımsayacağım. Size ihtiyacım olduğunda, belki o an bir gün gelecek, size geleceğim kont.”

Sf: 840
Kuşkusuz daha az açığa vursa da Monte Kristo’nun neşesi de ondan aşağı kalmıyordu; güneşin kuruttuğu topraklar için çiy ne ise, uzun süre acı çekmiş kalpler için de neşe odur; kalp ve toprak, üzerlerine düşen bu iyilikçi yağmuru içlerine çekerler, dışarıdan hiçbir şey belli olmaz. Birkaç günden beri Monte Kristo uzun zamandır inanmaya cesaret edemediği bir şeyi anlamıştı, bu da dünyada iki Mercedfes’in olduğü idi, bu da hâlâ mutlu olabileceği anlamına geliyordu.

“Ah! Ama yine de bu sefil adam…”
“Bu adam bana hiçbir şey yapamaz Haydee,” dedi Monte Kristo, “oğluyla işim olduğunda korkulabilirdi.”
“O kadar acı çektim ki,” dedi genç kız, “bunu asla bilemezsin efendim.”

Monte Kristo gülümsedi.
“Sana babamın mezarı üzerine yemin ederim ki, eğer bir felaket olursa, bu benim başıma gelmeyecek,” dedi Monte Kristo elini genç kızın başı üzerine uzatarak.

“Sanki Tanrı konuşuyormuş gibi sana inanıyorum efendim,” dedi genç kız alnını konta uzatarak.

Monte Kristo bu alnı öyle saf ve öyle güzel öptü ki iki yürek birden, biri şiddetle, öbürü boğuk boğuk attı.

“Ah! Tanrım!” diye mırıldandı kont, “yeniden sevebilmeme izin verecek misiniz!… Mösyö Kont de MorcerPi salona alm,” dedi Baptistin’e, Yunan güzeli gizli merdivene doğru götürürken.

Sf: 842
“Tüm bunlarda benden daha suçlu bir insanın bulunduğuna olan inancına belki de.”
“Bu adam kim?”
“Babası.”
“Öyle mi?” dedi kont rengi atarak, “ama bildiğiniz gibi suçlular suçu üzerlerine almaktan hoşlanmazlar.”
“Biliyorum… Şu anda ne olacağını da merak ediyorum.”

Sf: 883
“Mösyö,” diye soğuk bir biçimde karşılık verdi Monte Kristo, “buraya bana küçük aile sorunlarınızı anlatmaya geldiğinizi sanmıyorum. Bunu Mösyö Albert’e anlatın, size ne yanıt vereceğini belki o bilir.”

“Ah! Hayır, hayır,” diye karşılık verdi general görünür görünmez yok olan bir gülümsemeyle, “hayır, haklısınız, buraya bunun için gelmedim! Buraya benim de sizi bir düşman gibi gördüğümü söylemeye geldim! Buraya size derinden bir kin duyduğumu söylemeye geldim! Sizi eskiden beri tanıyormuşum ve sizden hep nefret ediyormuşum gibi hissettiğimi söylemeye geldim! Ve bu yüzyılın gençleri dövüşmediğine göre dövüşmek bize düşer demeye geldim… Siz de böyle mi düşünüyorsunuz mösyö?”

“Elbette. Zaten başıma gelecekleri beklediğimi söylerken ziyaretinizden söz etmiştim.”
“Daha iyi ya… o zaman hazırlıklarınızı yaptınız mı?”
“Ben her zaman hazırımdır mösyö.”
“İkimizden biri ölünceye kadar dövüşeceğimizi biliyorsunuz değil mi?” dedi general öfkeden dişlerini sıkarak.
“İkimizden biri ölünceye kadar,” diye yineledi Monte Kristo Kontu başını hafifçe aşağı yukarı sallayarak.
“O zaman gidelim, tanığa ihtiyacımız yok.”
“Doğru,” dedi Monte Kristo, “bunun bir yararı yok. Birbirimizi o kadar iyi tanıyoruz ki!”
“Tam tersine,” dedi kont, “birbirimizi tanımıyoruz.”
“Bakın hele!” dedi Monte Kristo aynı umut kırıcı soğuklukla, “bakalım biraz. Siz Waterloo Savaşı’ndan bir gün önce kaçıp giden asker Fernand değil misiniz? Siz İspanya’da Fransız ordularına hem rehberlik hem de gizli ajanlık yapan Teğmen Fernand değil misiniz? Siz kendisine iyilik eden Ali’ye ihanet eden, onu satan, öldüren Albay Fernand değil misiniz? Tüm bu Fernand’lar bir araya gelip Fransa Yüksek Meclisi üyesi Tümgeneral Kont de Morcerf olmadı mı?

“Ah!” diye haykırdı bu sözleri duyunca kızgın bir demirle dağlanmış gibi olan general, “Ah! Belki de beni öldüreceği anda utancımı yüzüme vuran sefil, hayır, benim için yabancı olduğunu hiç söylemedim; senin, geçmişin karanlığına girdiğini, orada bilmem nasıl zayıf bir ışık altında hayatımın her sayfasını okuduğunu çok iyi biliyorum şeytan! Belki de ben bu büyük utancım ile senin dış görünüşündeki görkeminden daha fazla onurluyumdur. Hayır, hayır, sen beni tanıyorsun, biliyorum, ben ise para babası olan seni tanımıyorum! Paris’te kendine Monte Kristo Kontu dedirtiyorsun, İtalya’da Denizci Simbad, Malta’da, ne bileyim ben? Unuttum işte. Sana gerçek adını soruyorum, dövüş alanında kılıcımı kalbine saplayacağım anda söyleyebilmek için yüzlercesinin arasında gerçek adını öğrenmek istiyorum.”

Monte Kristo Kontu korkunç bir biçimde sarardı; vahşi gözleri yakıcı bir ateşle tutuşmuş gibiydi; bir sıçrayışta odasına bitişik çalışma odasına girdi, yarım dakika geçmeden kravatını, redingotunu ve yeleğini çıkararak küçük bir denizci ceketini sırtına geçirdi, başına bir denizci şapkası taktı, şapkanın altından uzun siyah saçları dökülüyordu

“Fernand!” diye haykırdı ona, “seni yıldırım çarpmışa döndürmek için benim yüz adımdan sadece birini sana söylemem yeter, ama sen bu adı tahmin ediyorsun ya da anımsıyorsun değil mi? Çünkü tüm acılanma, çektiğim tüm işkencelere karşın, sana bugün intikam mutluluğunun gençleştirdiği bir yüzü, Mercedes ile, nişanlımla evlendiğinden beri sık sık düşlerinde görmüş olduğun bir yüzü gösteriyorum!”

General, başı arkaya devrilmiş, elleri ileriye uzanmış, bakışları sabitleşmiş bir halde bu korkunç gösteriyi sindirmeye çalışıyordu, sonra duvarda bir dayanak noktası arayarak yavaşça kapıya kadar ilerledi ve geri geri giderek kapıdan çıktı, arkasında iç karartıcı, içler acısı, yürek paralayıcı tek bir çığlık bıraktı:

“Edmond Dantes!”
Sözler duyulmaz oldu, ayak sesleri uzaklaştı.
General kasılmış elleriyle tutunduğu damaskolu perdeden ayrılıp doğruldu; hem karısı hem de oğlu tarafından terk edilmiş bir babanın göğsünden o güne dek hiç çıkmamış korkunç bir hıçkırığı tutmaya çalışıyordu…

Biraz sonra faytonun demir kapısının kapandığını, arabacının sesini duydu, sonra da ağır arabanın tekerlek sesleri camları titretti; o zaman bu dünyada sevdiği her şeyi bir kez daha görmek için yatak odasına koştu, ama Mercedes’in ya da Albert’in başı terk edilmiş eve, terk edilmiş babaya ve kocaya son bir bakış, bir veda, bir özlemle, yani bağışlama ile bakmak için arabanın kapısında son bir kez görünmeden fayton hareket etti.

Daha faytonun tekerlekleri kemerin altındaki taşlan sarstığı sırada bir tabanca sesi yankılandı, yatak odasının patlamanın gücüyle kırılmış pencere camlarından birinden koyu bir duman çıktı.

Sf: 848
Noirtier elindekilerin hepsini bir taşa oynayan bir oyuncu gibi gözlerini göğe kaldırdı.
Sonra hemen ihtiyarın gözleri kapıya dikildi ve bir daha oradan ayrılmadı.

Sf: 849
Aynı toplumun insanları arasında davranışlarda küçük bir farklılık bile hemen hissedilir.

Sf: 855
“Ha!” dedi Monte Kristo genç adama gözlerini dikerek ve koltuğunu kendisi karanlıkta kalacak biçimde belli belirsiz bir hareketle döndürerek; o sırada gün ışığı Maximilien’in yüzüne vuruyordu.
“Evet,” diye devam etti Morrel, “ölüm bir ayda iki kez bu eve girmişti.”
“Ya doktor ne yanıt veriyordu?” diye sordu Monte Kristo.
“O… bu ölümün hiç de doğal olmadığı ve bunun nedeninin …”
“Ne olduğunu söyledi?”
“Zehir olduğunu!”
“Sahi mi?” dedi Monte Kristo hafif bir öksürükle, bu öksürük çok heyecanlı olduğu anlarda ya kızarmasını, ya sararmasını ya da nasıl bir dikkatle dinlediğini gizlemeye yarıyordu; “sahi mi Maximilien, bunları duydunuz mu?”

“Evet, sevgili kontum, hepsini duydum, ayrıca doktor, eğer böyle bir durum yeniden ortaya çıkarsa, yargıya başvurmak zorunda kalacağını da sözlerine ekledi.”

Monte Kristo son derece sakin dinliyor ya da dinler görünüyordu.
“İşte şimdi,” dedi Maximilien, “ölüm üçüncü bir kez vurdu, ne ev sahibi ne de doktor hiçbir şey söylemedi, ölüm belki de dördüncü kez vuracak. Kont, bu sırrı bilmemin bana nasıl bir yükümlülük getirdiğini düşünüyorsunuz?”

“Sevgili dostum,” dedi Monte Kristo, “bana herkesin ezbere bildiği bir serüveni anlatıyormuşsunuz gibi geliyor. Bunları duyduğunuz evi ben biliyorum, ya da en azından buna benzer bir ev biliyorum; bir bahçesi, bir aile babası, bir doktoru olan bir ev, garip ve beklenmedik üç ölüm olan bir ev. Pekala! Bana bakm, işin iç yüzünü hiç bilmeyen ben, yine de tüm bunları sizin kadar iyi biliyorum, hiç vicdanımda bir rahatsızlık hissediyor muyum? Hayır, bu beni ilgilendirmez. Siz bir ölüm meleğinin bu eve Tanrının gazabım çektiğini söylüyorsunuz; pekala! Kim size bu varsayımınızın bir gerçek olmadığını söylüyor? Bunları görmeleri gerekenlerin görmek istemedikleri şeyleri siz de görmeyin. Eğer bu evde dolaşan Tanrının gazabı değil de adalet ise Maximilien, başınızı çevirin ve Tanrının adaletinin yerini bulmasını bekleyin.”

Morrel ürperdi. Kontun sesinde hem iç karartıcı, hem çok ciddi, hem de korkunç bir şey vardı.

Sf: 856
Eh! Sevgili dostum, uyuyorlarsa bırakın uyusunlar, eğer uykusuzluk çekiyorlarsa bırakın çeksinler, ama siz, uyumanızı engelleyen hiçbir pişmanlığınız olmayan siz, Tanrı aşkına gidin uyuyun.”

Sf: 857
“Bakın,” dedi biraz değişmiş bir sesle, “bakın sevgili dostum, Tanrı en soğuk ve en sahte kahramanları onlara verdiği korkunç görüntüler karşısındaki kayıtsızlıkları nedeniyle cezalandırmayı çok iyi bilir. Bu iç daraltıcı trajedinin gelişmesini seyreden, ona duygusuz ve merakla bakan ben, insanların yaptıkları kötülüklere bir sırrın ardına saklanıp –ki bu sırrı saklamak zenginler ve güçlüler için kolaydır– gülen, kötü bir meleğe benzeyen ben, işte bu kez kıvrım kıvrım ilerleyişini seyrettiğim bu yılan tarafından ısırıldığımı, yüreğimden ısırıldığımı hissediyorum!”

Morrel boğuk bir inilti çıkardı,
“Haydi, haydi,” diye devam etti kont, “yeteri kadar inlediniz, erkek gibi olun, güçlü olun, umutlu olun, çünkü ben buradayım ve size göz kulak oluyorum.”

Morrel üzgün üzgün başını salladı,
“Size umut etmekten söz ediyorum! Beni anlıyor musunuz?” diye haykırdı Monte Kristo. “Asla yalan söylemediğimi ve asla yanılmadığımı bilin. Saat öğlen on iki oldu Maximilien, bu akşam ya da yarın sabah yerine bugün öğlen buraya geldiğiniz için Tanrıya şükredin. Size söyleyeceklerimi dinleyin Morrel: saat on iki; eğer Valentine bu saatte ölmemişse, artık ölmeyecek.”

“Ah! Tanrım! Tanrım!” diye haykırdı Morrel, “onu ölmek üzere iken bıraktım!”
Monte Kristo bir elini alnına bastırdı.
Korkunç sırlarla ağırlaşmış bu kafadan neler geçiyordu?
Hem acımasız hem insancıl olan bu insana aydınlıklar meleği ya da karanlıklar meleği neler söylüyordu?
Bunu sadece Tanrı bilir!
Monte Kristo bir kez daha başını kaldırdı, bu kez uyanan bir çocuk gibi sakindi.

“Maximilien,” dedi, “sakin sakin evinize dönün; size bir adım atmamanızı, hiçbir davranışta bulunmamanızı, yüzünüze bir düşüncenin gölgesinin düşmesine izin vermemenizi emrediyorum, size haberleri ulaştıracağım, haydi gidin.”

“Tanrım! Tanrım!” dedi Morrel, “soğukkanlılığınızla beni korkutuyorsunuz kont. Ölüme karşı bir şey yapabilir misiniz? Siz insanüstü bir varlık mısınız? Bir melek misiniz? Bir Tanrı mısınız?”

Hiçbir tehlikenin bir adım bile geriletemediği genç adam, dile gelmez büyük bir korkuyla Monte Kristo’nun önünde geriliyordu.

Ama Monte Kristo, ona hem o kadar hüzünlü, hem de o kadar tatlı baktı ki, Maximilien gözlerinin yaşla dolduğunu hissetti.

Sf: 860
“Evet.”
“Genç kız da ölecek mi?” diye sordu d’Avrigny derin bakışlarını Noirtier’ye dikerek. “Hayır,” diye yanıt verdi ihtiyar en usta bilicilerin tüm tahminlerini altüst edebilecek bir zafer duygusuyla.
“Öyle mi umut ediyorsunuz?” dedi d’Avrigny şaşkınlıkla.
“Evet.”
“Ne umut ediyorsunuz?” ihtiyar gözleriyle, sorulara konuşarak yanıt veremeyeceğini anlattı.
“Ah! Evet, doğru,” diye mırıldandı d’Avrigny.
Sonra Noirtier’ye dönerek:
“Katilin vazgeçeceğini umut ediyor musunuz?” dedi.
“Hayır.”
“O zaman zehirin Valentine’in üzerinde etkisiz kalacağını mı umut ediyorsunuz?”
“Evet.”
“Ben size onu zehirlemeye çalıştıklarını söylerken yeni bir şey öğretmiyorum değil mi?” diye ekledi d’Avrigny.
İhtiyar bu konuda hiçbir kuşkusunun olmadığını gözleriyle işaret etti.
“O zaman Valentine’in kurtulacağını nasıl umut edebiliyorsunuz?”

Noirtier gözlerini inatla hep aynı noktaya dikti; d’Avrigny gözlerinin yönünü izledi ve o
 gözlerin, ihtiyara her sabah getirilen şerbetin bulunduğu şişeye dikildiğini gördü.

“Ah! Ah!” dedi d’Avrigny, birden akima gelen düşünceye şaşarak, “Yoksa aklınıza gelen…”
Noirtier onun sözlerini bitirmesini beklemedi.
“Evet,” dedi.
“Valentine’i zehire karşı korudunuz…”
“Evet.”
“Onu yavaş yavaş alıştırdınız…”
“Evet, evet, evet,” dedi Noirtier anlaşılmış olmaktan son derece mutlu.
“Gerçekten de benim size verdiğim şerbetlerin içinde brüsin olduğunu söylediğimi mi duymuştunuz?”
“Evet.”
“Ve onu bu zehire alıştırarak zehiri etkisiz hale getirmek mi istediniz?”

Noirtier’de zafer kazanmış olmanın sevinci görüldü.
“Ve gerçekten de amacınıza ulaştınız!” diye haykırdı d’Avrigny. “Eğer bu önlem alınmamış olsaydı bugün Valentine ölmüş olacaktı, hiçbir yardım olanağı olmadan, hiç acımadan öldürülmüş olacaktı, çünkü sarsıntı çok şiddetliydi, ama o sadece sarsıldı, en azından bu kez Valentine ölmeyecek.”

İnsanüstü bir mutluluk ihtiyarın sonsuz bir minnetle göğe kalkmış gözlerini sevince boğuyordu.

O anda Villefort içeri girdi.
“Alın doktor,” dedi, “işte istedikleriniz.”
“Bu şurup gözlerinizin önünde mi hazırlandı?”
“Evet,” diye yanıtladı krallık savcısı.
“Hiç elinizden bırakmadınız değil mi?”
“Hayır.”
D’Avrigny şişeyi aldı, şuruptan birkaç damlayı avucuna döktü ve içti.

“İyi,” dedi, “Valentine’in yanına çıkalım, orada herkese emirlerimi bildireceğim, kimsenin bu emirlerin dışına çıkmamasını siz denetleyeceksiniz Mösyö de Villefort.”

D’Avrigny, yanında Villefort ile Valentine’in odasına girdiği sırada, ciddi tavırlı, kararlı ve sakin bir biçimde konuşan İtalyan bir rakip Mösyö de Villefort’un oturduğu konağın bitişiğindeki evi kendisi için kiralıyordu.

Bu evin üç kiracısının nasıl bir uzlaşma sonucu iki saat sonra taşındıklarını kimse bilmedi: ama mahallede dolaşan dedikodulara göre ev temelleri üzerine sağlam oturmamıştı ve yıkılmak üzereydi, ama bu durum yeni kiracının aynı gün saat beşe doğru basit eşyalarıyla buraya yerleşmesine hiç engel olmamıştı.

Kira sözleşmesi yeni kiracı tarafından üç, altı ya da dokuz yıllığına yapılmıştı, ev sahiplerinin koydukları kurallara göre de altı aylık kira peşin ödenmişti; bu yeni kiracı, dediğimiz gibi, İtalyan’dı ve adı sinyor Giacomo Busoni idi.

Hemen işçiler getirtildi ve aynı gece mahallenin üst tarafından geç saatte geçen tek tük insanlar, şaşkınlıkla duvarcıların ve doğramacıların sallanan evi, askıya almaya çalıştıklarını gördüler.

Sf: 863
“Çok iyi,” diye yanıt verdi uzun konuşmayı soğukkanlılığını hiç bozmadan dinlemiş olan Danglars. Bir sürü art düşüncesi olan ve “Çok iyi,” diye yanıt verdi uzun konuşmayı soğukkanlılığını hiç bozmadan dinlemiş olan Danglars. Bir sürü art düşüncesi olan ve karşısındakinin düşüncelerinde kendi düşünce çizgisini arayan insanlar gibi, söylenenlerin tek sözcüğünü bile anlamadan dinlemişti.

Sf: 864
Kesin bir gereklilik olmadan hayatımı neden sürekli bir eş ile sıkıntıya sokayım, hiç anlamıyorum. Bir yerlerde bilgenin dediği gibi: ‘fazla hiçbir şey olmamalı’; başka bir yerde de ‘her şeyi kendinizle birlikte götürün!’ dememişler mi?

Sf: 866
“Ben her şeyimi yitirsem de benim için ne önemi var? Yeteneğim bana kalmıyor mu?

Sf: 873
Gerçekten de akşam saat sekiz buçukta Danglars’ın büyük salonu, bu salona bitişik galerisi ve o katta bulunan üç salon, güzel kokan bir kalabalık ile doluydu, bu kalabalığı oraya çeken, sevgiden çok yeni bir şey olduğu bilinen bir yerde bulunmaya karşı duydukları dayanılmaz bir ihtiyaçtı.

Büyük kalabalık salonlarda firuze, yakut, elmas, opal ve zümrütlerden bir gelgit gibi dolaşıp duruyordu.

Her yerde olduğu gibi en süslü kadınların en yaşlılar, en çirkin kadınların kendilerini büyük bir inatla gösterenler olduğu fark ediliyordu.

Sf: 874
Kont ilerlerken önünde kendiliğinden bir yol açıldığı için hiçbir yere sapmadan baronesin yanından ayrılıp Eugenie’nin yanına geçti, ona öylesine çabuk ve ihtiyatlı bir biçimde iltifat etti ki, en kendini beğenmiş sanatçı bile buna şaşardı.

Onu, çevresi insanlarla çevrili buldu; az konuşan ve konuştuğu zaman hiç boş söz söylemeyen insanların başına geldiği gibi, herkes onun sözlerini tartışıyordu.

Sf: 875
“Beyler, sözleşme imzalanacak.”
Önce baronun imzalaması gerekiyordu, sonra baba Cavalcanti’nin yetkili kıldığı kimse, sonra barones, sonra da, pullu kağıdın üstünde yürürlükte olan iğrenç biçimde söylendiği gibi, müstakbel karı koca.

Sf: 885
“Peki, ona yetişmeye çalışmamızı ister misiniz?”
“Daha iyisi can sağlığı.”
“Ama onu Bourget’ye kadar yakalayamazsak yirmi frank alırsınız, Louvres’a kadar yakalayamazsak otuz.”
“Ya yakalarsak?”
“Kırk!” dedi Andrea bir an duraksadıktan sonra, nasılsa söz vermekle hiçbir şey yitirmiyordu.
“Oldu!” dedi arabacı. “Atlayın haydi, yola çıkalım, deh!…”

Sf: 887
Sonra yattı ve yirmi yaşındakilerin, vicdan azapları olsa da hemen daldıkları derin uykuya dalıp gitti.

Sf: 888
Bir jandarma, hiçbir kaygısı olmayan bir insanın gözünde bile dünyada var olan en şaşırtıcı nesnelerden biridir: ama günahtan korkan ve öyle olması için nedeni olan bir bilinç için üniformasını oluşturan sarı, mavi ve beyaz renkler, ürkütücü renkler olarak görünür.

Sf: 894
Ne yazık ki bu dünyada herkesin, başkalarının görüşünü anlamasını engelleyen bir görüşü vardır.

Sf: 909
Valentine, Monte Kristo’nun korkunç sözlerini anımsadı; kadının diğer elinde bir tür uzun ve keskin bıçağın parıldadığını görür gibi oldu. O zaman iradesinin tüm gücünü toplayıp gözlerini kapamaya çalıştı, ama her zaman o kadar kolay olan bu işlev, duyularımızın bu en ürkek işlevi, o anda yapılması neredeyse olanaksız bir şeydi, doymak bilmeyen bir merak göz kapaklarını açık tutmak ve gerçeği anlamak için çaba harcıyordu.

Sf: 911
Hayır, çünkü düşmanımız, ne yapacağını önceden bildiğimize göre, yenildi demektir.

Sf: 914
Dayanılmaz bir çekiciliği olan ölüm gösterisine kendini kaptırarak eliyle perdeyi kaldırmış tutuyordu. Ölüm kokuşma değil, sadece hareketsizlik olarak kaldıkça, gizemli oldukça, henüz iğrenilecek bir şey değildir.

Sf: 919
Villefort başka açıklama istemeden, bizi, ağladığımız insanları sevenlere doğru iten bu çekime kapılarak elini genç adama uzattı.

Sf: 924
Ve Mösyö de Villefort d’Avrigny’ye bir maymuncuk vererek yabancı doktoru son kez selamladı, çalışma odasına girdi ve çalışmaya koyuldu.
Bazı durumlarda çalışmak tüm acıların ilacıdır.

Sf: 926
Ertesi gün hava bulutlu ve sıkıcıydı.
Kefenleyiciler gece boyunca cenazeyle ilgili işlerini tamamlamışlardı, yatağın üstüne uzatılmış bedeni, ölülere, ölümün karşısında eşitlik denen, yaşamları sırasında sevdikleri lüksün son tanığı olacak bir şeyler vererek onları acı bir biçimde sarıp sarmalayan kefenin içine koydular.

Sf: 928
Buna uygun bir atasözü vardır: etme bulursun, inleme ölürsün!

Sf: 932
“Üzerinde sizden aldığı beş milyon mu vardı? Ah! Bu Monte Kristo Kontu bir Hint prensi mi?”
“İnanın ne olduğunu bilmiyorum, ama sınırsız üç kredisi vardı: biri bende, biri Rothschild’de, biri de Laffitte’de,” diye kayıtsızca ekledi Danglars, “gördüğünüz gibi yüz bin franklık bir acyo bırakarak bana öncelik tanıdı.”

Sf: 941
“Ah! Sayın kont, bizim sık sık yabancı bir iyilikseverden söz ettiğimizi göre göre, bir anıyı onca minnet ve hayranlıkla sarıp sarmaladığımızı göre göre, nasıl oldu da kendinizi tanıtmak için bugüne dek beklediniz? Ah! Bize acımadınız demek, hattâ şunu da söyleyeyim, kendinize de acımadınız demek.”
“Dinleyin dostum,” dedi kont, “size dostum diyebilirim, çünkü siz bilmeseniz de benim on bir yıldır dostumsunuz; bu sırrın ortaya çıkması sizin bilmemeniz gereken büyük bir olayın sonucudur.
“Tanrı şahidimdir ki ben bu sırrı hayatım boyunca ruhumun derinliklerine gömmeyi istiyordum; kardeşiniz Maximilien eminim şimdi pişman olduğu korkunç bir davranış sonucunda bu sırrı benden söküp aldı.”

Sf: 943
“Beni acılarım öldürecek.”
“Dostum,” dedi Monte Kristo onunki kadar büyük bir hüzünle, “beni dinleyin:
“Bir gün seninki gibi bir umutsuzluk içindeyken, çünkü bu beni aynı karara vardırmıştı, senin gibi ben de kendimi öldürmek istedim; bir gün baban da, senin gibi umutsuz iken kendini öldürmek istedi.

“Eğer baban tabancasının namlusunu alnına çevirdiği anda, eğer üç günden beri dokunmadığım tutuklu ekmeğimi yatağımdan uzaklaştırdığım anda, işte o kutsal anda ikimize de şöyle denseydi:

“Yaşayın! Mutlu olacağınız ve yaşadığınız için sevineceğiniz “‘Yaşayın! Mutlu olacağınız ve yaşadığınız için sevineceğiniz gün gelecek’; bu ses nereden gelmiş olursa olsun biz onu kuşkulu bir gülümsemeyle ya da inanmamanın iç sıkıntısıyla karşılayacaktık, ama işte kim bilir kaç kez baban seni kucaklarken yaşadığına sevindi, ben kaç kez…” .

“Ah!” diye kontun sözünü kesti Morrel, “siz sadece özgürlüğünüzü yitirmiştiniz, babam sadece servetini yitirmişti, ben Valentine’i yitirdim.”

“Bana bak, Morrel,” dedi Monte Kristo onu bazı durumlarda öylesine büyük ve inandırıcı yapan görkemli gülümsemesiyle, “bana bak, ne gözlerimde yaş var, ne damarlarımda ateş, ne de kalbimde üzüntülü çarpıntılar, yine de seni Maximilien, oğlum gibi sevdiğimi, senin acı çektiğini görüyorum: pekala! Bu sana acının yaşam gibi olduğunu ve onun ötesinde her zaman bilinmeyen bir şeyler olduğunu anlatmıyor mu? Eğer senden yaşamanı rica ediyorsam, senden bunu istiyorsam Morrel, bu bir gün yaşamını kurtardığım için bana teşekkür edeceğini bilmemdendir.”

“Tanrım!” diye haykırdı genç adam, “Tanrım! Bana neler söylüyorsunuz kont? Dikkatli olun! Siz hayatınızda hiç sevdiniz mi?”Çocuk!” diye yanıt verdi kont.
“şık oldunuz mu, diyorum,” dedi Morrel.
“Ben, bir erkek olduğumdan beri askerim anlıyor musunuz; yirmi dokuz yaşıma kadar kimseyi sevmeden geldim, çünkü o zamana kadar hissettiğim duygular aşk adını hak etmiyordu: işte yirmi dokuz yaşımda Valentine’i gördüm: yani yaklaşık iki yıldır onu seviyorum, yaklaşık iki yıldır, benim için bir kitap gibi açık bu yürekte bu kızın ve bu kadının, Tanrı eliyle yazılmış erdemlerini okuyabildim.

“Kont, benim için Valentine ile birlikte bu dünya için sonsuz, çok büyük, bilinmeyen bir mutluluk, son derece büyük, son derece eksiksiz, son derece kutsal bir mutluluk söz konusuydu; bu dünya bana bunu vermediğine göre, kont, size Valentine olmadan benim için bu dünyada sadece umutsuzluk ve perişanlığın olduğunu söyleyebilirim.”

“Size umut edin diyorum Morrel,” diye yineledi kont.
“Dikkat edin o zaman, ben de yineliyorum,” dedi Morrel, “çünkü beni inandırmaya çalışıyorsunuz, ve eğer beni inandırırsanız bana aklımı oynattıracaksınız, çünkü beni Valentine’i yeniden görebileceğime inandıracaksınız.”Kont gülümsedi.

“Dostum, babacığım!” diye haykırdı Morrel heyecan içinde, “dikkatli olun, size üçüncü kez söyleyeceğim, çünkü benim üstümdeki etkiniz beni korkutuyor; sözlerinizin ne anlama geldiğine dikkat edin, çünkü işte gözlerim yeniden canlanıyor, kalbim yeniden alevleniyor ve yeniden diriliyor; dikkatli olun, çünkü beni doğaüstü şeylere inandıracaksınız.

“Bana Jaire’nin kızını örten mezar taşını kaldırmamı emrederseniz istediğinizi yapacağım, eğer bana elinizle dalgaların üzerinde yürümemi işaret ederseniz, havariler gibi dalgaların üstünde yürüyeceğim; dikkatli olun, size boyun eğeceğim.”
“Umut et, dostum,” diye yineledi kont.
Ve Morrel küçümseyen bir inanmazlıkla başını salladı.
“Sana ne söylememi istiyorsun?” dedi kont. “Ben verdiğim sözlere güveniyorum, bırak da
 deneyeyim.”

“Kont, benim son dakikalarımı uzatıyorsunuz, hepsi bu.”
“Demek, yüreğin zayıf olduğu için dostuna yapacağı deneme için birkaç gün ayıracak gücün yok.”Görelim bakalım! Monte Kristo Kontunun neler yapabileceğini biliyor musun? “Dünyadaki birçok güce egemen olduğunu biliyor musun?

“İnsanın inançla bir dağı kaldırabileceğini söyleyenin mucizelerini yaratabilecek kadar Tanrıya inancı olduğunu biliyor musun?
“İşte umut ettiğim bu mucizeyi bekle.

Sf: 945
“Sana o kadar acıyorum ki Maximilien, beni dinle, o kadar acıyorum ki sana, eğer seni bir ayda iyileştiremezsem, günü gününe, saati saatine, benim sözlerimi anımsa Morrel, o zaman ben seni bu dopdolu tabancaların, İtalya’nın en etkili ve en çabuk etki yapan zehiri ile, Valentine’i öldürmüş olan zehirle dolu kadehin karşısına bırakacağım.”
“Bana bunun için söz veriyor musunuz?”
“Evet, çünkü ben bir erkeğim, çünkü ben de sana söylediğim gibi ölmek istemiştim, hattâ çoğu zaman, felaket benden uzaklaştığından bu yana bile, sonsuz uykunun zevklerini düşledim.”
“Ah! Elbette, bana söz veriyor musunuz kont?”
“Sana söz vermiyorum, yemin ediyorum,” dedi Monte Kristo elini uzatarak.
“Bir ay sonra acılarımı unutmamışsam, benim yaşamımdan uzaklaşacağınıza, ne yaparsam yapayım bana nankör demeyeceğinize onurunuz üzerine söz veriyor musunuz?”

“Bir ay sonra, günü gününe, Maximilien; bir ay sonra, saati saatine, tarih kutsaldır Maximilien; senin bunu düşünüp düşünmediğini bilmiyorum, bugün 5 Eylül.

“On yıl önce bugün, ölmek isteyen babanı kurtarmıştım.”
Morrel kontun ellerine sarıldı ve öptü; kont bu sevgi ve saygı gösterisini kendisine borçlu olduğunu anlıyormuş gibi bunu yapmasına izin verdi.

“Bir ay sonra,” diye devam etti Monte Kristo, “karşılıklı oturacağımız masanın üstünde güzel silahlar ve güzel bir ölüm olacak, ama buna karşılık o güne dek bekleyeceğine ve yaşayacağına söz vermelisin.”
“Ah! Ben de size yemin ediyorum,” diye haykırdı Morrel.

Monte Kristo genç adamı göğsüne bastırdı ve uzun uzun öyle tuttu.
“Ve şimdi,” dedi ona, “bugünden başlayarak benim evimde oturacaksın; Haydee’nin dairesine yerleşeceksin, böylece kızımın yerini oğlum almış olacak.”

“Haydee!” dedi Morrel, “Haydee’ye ne oldu?”
“O bu gece gitti.”
“Sizden ayrıldı mı?”
“Hayır gittiği yerde beni bekleyecek…
“Champs-Elysees sokağına, benim yanıma gelmek için hazırlan ve beni kimse görmeden buradan çıkar.”
Maximilien başını eğdi ve bir çocuk gibi ya da bir havari gibi isteneni yaptı.

Sf: 946
106 Paylaşma
Albert de Morcerf’in annesi ve kendisi için seçmiş olduğu Saint-Germain-des-Pres sokağındaki otelin, içinde her şeyi olan küçük bir daireden oluşmuş birinci katı, çok gizemli bir kişi tarafından kiralanmıştı.

Bu kişi öyle bir adamdı ki kapıcı bile ne girerken ne de çıkarken yüzünü görmemişti, çünkü kışları bir gösteriden çıkacak olan efendilerini bekleyen önemli evlerin arabacılarının yaptığı gibi çenesini kırmızı kravatlarından birine gömüyordu, yazları da kapıcı odasının önünden geçerken fark edilebileceği anda, kesinlikle o anda, hep sümkürüyordu. Şunu söylemek gerekir ki tüm bu yaptıklarına karşın otelin bu sakinini hiç kimse gözetleyemiyordu ve kendisini bu biçimde saklaması onun çok yüksek görevli ve çok etkili bir kişi olduğu konusunda dedikodulara neden oluyor, onun gizemli görünüşüne karşı saygı uyandırıyordu.

Sf: 948
Çok sadık karım hanımefendiye.
Debray hiç düşünmeden durdu ve gözlerine kadar kızaran baronese baktı.
“Okuyun,” dedi barones.
Debray devam etti.
Bu mektubu aldığınızda artık kocanız olmayacak.
Ah! Bu kadar çok korkuya kapılmayın; kızınız olmadığı gibi kocanız da olmayacak, yani ben Fransa dışına giden otuz ya da kırk yoldan birinde olacağım.

Size açıklamalarda bulunmak zorundayım, bunları çok iyi anlayabilecek bir kadın olduğunuz için, size bu açıklamaları yapacağım.
Dinleyin bakın:
Bu sabah beş milyonluk bir ödeme yapmam istendi, onu ödedim; aynı tutarda bir başkası hemen arkasından geldi; onu yarına erteledim: benim için dayanması çok güç olacak bu yarından kurtulmak için bugün gidiyorum.

Bunu anlıyorsunuz değil mi, çok değerli karım hanımefendi?
Ben söyleyeyim:
Anlıyorsunuzdur, çünkü benim işlerimi benim kadar siz de biliyorsunuz, hattâ benden daha iyi biliyorsunuzdur, çünkü daha dün çok iyi olan servetimin yandan çoğunun nereye gittiğini söylemek gerekseydi, bunu ben bilemezdim, oysa siz tam tersine, bunun hesabım kusursuz bir biçimde verirdiniz.

Çünkü kadınların yanılgıya düşmeyen güvenli içgüdüleri vardır, kendi icat ettikleri bir cebirle şaşılacak şeyleri açıklarlar. Sadece kendi rakamlarımdan anlayan ben, rakamlarım beni yanılttığı gün, bu konuda hiçbir şey bilmiyordum.

Kimi zaman benim düşüşümün hızına hayran kalmadınız mı madam?
Külçelerimin akkor hale gelip erimesinden biraz olsun gözünüz kamaşmadı mı?
Ben, itiraf edeyim, bunda sadece ateş gördüm; sizin, küllerin arasında biraz altın bulmuş olmanızı umalım.

İşte bu avutucu umutla, vicdanım bana sizi terk ettiğim için en küçük bir kınamada bulunmadan uzaklaşıyorum, çok ihtiyatlı karım hanımefendi; size dostlarınız ile söz konusu küller ve mutluluğunuzu tamamlamak için size geri vermekte acele ettiğim özgürlüğünüz kalıyor.

Yine de madam, bu paragrafa ekleyecek özel bir açıklama yapma ânı geldi.
Sizin, ailemizin iyiliği ve kızımızın serveti için çalıştığınızı umut ettiğim sürece her şeye filozofça göz yumdum, ama siz evimizi büyük bir yıkıntıya çevirdiniz, bir başkasının servet yapmasına hizmet etmek istemiyorum.

Sizinle evlendiğimde zengindiniz, ama az saygındınız.
Sizinle bu kadar açık konuştuğum için beni bağışlayın; belki de ama sadece ikimiz için konuştuğumdan sözlerimi allayıp pullamak için bir neden göremiyorum.

Ben servetimizi on beş .yıldan fazla bir süre artırdım, sonra benim için bilinmeyen ve anlaşılmaz felaketler gelip, servetimize saldırıp onu altüst etti, bunda benim hiçbir suçum olmadığını söyleyebilirim.

Siz madam, sadece kendi servetinizi artırmak için çalıştınız, bunda da başarılı oldunuz, buna gönülden inanıyorum.
Sizi aldığım gibi bırakıyorum, zengin ama az saygın.
Elveda.
Bugünden başlayarak ben de kendi hesabıma çalışacağım.
Bana verdiğiniz ve izleyeceğim örnek için tüm minnettarlığımı kabul ediniz.
Çok sadık kocanız, 
BARON DANGLARS
“Gitti! Büsbütün gitti! Bir daha geri gelmemek üzere gitti!”
“Ah!” dedi Debray, “buna inanmayın barones.”
“Size hayır diyorum, geri gelmeyecek, ben onu tanırım, çıkarı ile ilgili kararlarda geri adım atmayan bir adamdır.
“Eğer benim bir işe yarayacağımı düşünseydi beni de götürürdü. Beni Paris’te bırakıyor, demek ki ayrılmamız onun tasarıları için yararlı olabilir: demek geri dönüşü yok, ben sonsuza kadar özgürüm,” diye ekledi Madam Danglars aynı ricacı sesle.

Sf: 952
Yüreğinin ne durumda olduğunu anlamak için Albert’in ona her an gizli gizli baktığım fark edince dudaklarına o tekdüze gülümsemeyi oturtmuştu, ama gözlerindeki gülümsemenin tatlı sıcaklığı olmayınca, bu bir sokak fenerinin basit etkisini yapıyor, yani ısı vermeyen bir aydınlık yaratıyordu.


Sf: 953
Kış yaklaşıyordu: eskiden evini bekleme odalarından giyinme odalarına kadar ısıtan bin kollu kaloriferi olan Mercedes’in, bu soğuk ve çıplak odada yakacağı yoktu; eskiden yaşadığı daire ateş pahasına çiçeklerle doldurulmuş sıcak bir sera olan Mercedes’in, şimdi küçük bir çiçeği bile yoktu!
Coşku neredeyse bir tür kendinden geçmedir ve insanı dünyadaki nesnelere karşı duyarsız kılar.
Sf: 958
“Sağ olun mösyö,” dedi Albert gülümseyerek, “ama bu felaketin ortasında kimseden yardım istemeyecek kadar zengin kaldık; Paris’i terk ediyoruz ve yol paramız ödendikten sonra elimizde beş bin frank kalıyor.”
Cüzdanında bir milyon olan Debray’nin yüzü kıpkırmızı oldu; bu hesaplı adamın yapısı ne kadar az şiirsel olsa da, biraz önce bu evde iki kadın olduğunu, bu kadınlardan, onuru haklı olarak kırılmış birinin mantosunun kıvrımları arasında bir buçuk milyon frankla fakir olarak gittiğini; onuru haksız olarak kırılmış, ama felaketinin ortasında soyluluğunu koruyan İkincisinin ise birkaç kuruşla kendini zengin gördüğünü düşünmekten kendini alamadı.
Sf: 969
“Size kayınbabam Mösyö de Saint-Meran’ı, kaynanamı, Barrois’yı ve kızım Valentine’i öldürmek için kullandığınız zehiri nereye sakladığınızı soruyorum,” diye devam etti Villefort son derece sakin bir sesle.
“Ah! Mösyö,” diye haykırdı Madam de Villefort ellerini kavuşturarak, “siz neler söylüyorsunuz?”
“Size düşen bana soru sormak değil, yanıt vermek.”
Sf: 970
“Biliyorum… biliyorum,” dedi Villefort, “itiraf ediyorsunuz, ama itiraf yargıçlara yapılır, itiraf son anda yapılır, itiraf artık inkar edilemediği zaman yapılır, bu itiraf suçluya verilen cezayı hiçbir biçimde azaltmaz.”
Sf: 975
Madam de Villefort burada değil? Onu görmekten çok mutlu olacaktım; bu kadını çok seviyorum.”
“Ben ise nefret ediyorum,” dedi Château-Renaud.
“Neden?”
“Bilmiyorum. İnsan neden sever? Neden nefret eder? Ben ona karşı antipati duyduğum için nefret ediyorum.”
“Ya da her zamanki gibi içgüdüleriniz nedeniyle.”
Sf: 984
Katil bile olsa, zavallı bir insan, ölüme mahkum edildiği sırada orada bulunanlar tarafından ender olarak hakarete uğrar.
İnsanların içgüdüleriyle kavradıkları, ama akıllarıyla açıklayamadıkları durumlar vardır..
Sf: 992
“Siz gitmeden sayın kontum,” dedi Julie, “size şunu söylememe izin verin…”
“Madam,” diye karşılık verdi kont onun ellerini tutarak, “bana tüm söyleyecekleriniz hiçbir zaman gözlerinizde okuduğum, sizin yüreğinizden geçen, benim yüreğimin hissettiği şeylerden daha değerli değildir. Romanlardaki iyilikseverler gibi sizi bir kez daha görmeden gitmeliydim, ama bu erdem benim tüm güçlerimin üstündeydi, çünkü ben zayıf ve kendini beğenmiş bir adamım, çünkü benzerlerimin nemli, sevinçli ve yumuşak bakışları bana iyi geliyor. Şimdi gidiyorum ve bencilliğimi size şunları söylemeye kadar vardırıyorum: ‘beni unutmayın dostlarım, çünkü büyük bir olasılıkla beni bir daha hiç görmeyeceksiniz.”
Sf: 995
“Aman Tanrım!” diye bağırdı Morrel, “Yanılmıyorum! Şapkasıyla selam veren bu genç adam, üniformalı bu genç adam Albert de Morcerf!”
“Evet,” dedi Monte Kristo, “onu fark etmiştim.”
“Nasıl fark ettiniz? Siz karşı yöne bakıyordunuz.”
Kont, yanıt vermek istemediği zaman yaptığı gibi, gülümsedi.
Sf: 998
Ama şunu da gururla söylemeliyim Mercedes, Tanrının bana ihtiyacı vardı ve ben yaşadım.
Sf: 1001
113 Geçmiş
Kont, artık hiçbir biçimde asla göremeyeceği Mercedes’i bıraktığı evden derin bir üzüntü içinde çıktı.

Küçük Edouard’ın ölümünden beri Monte Kristo’da büyük bir değişiklik olmuştu. İzlediği ağır ve dolambaçlı yolla intikamının doruğuna gelince, dağın öte yanında kuşku uçurumunu görmüştü.

Dahası da vardı: Mercedes ile biraz önce yaptığı konuşma kalbinde o kadar çok anıyı uyandırmıştı ki, bu anılarla bile savaşması gerekiyordu.

Kontun yapısında bir erkek, sıradan insanları görünüşte onlara bir özgünlük vererek yaşatabilen, ama üstün ruhları öldüren bu hüznün içinde uzun zaman sürüklenemezdi. Neredeyse kendini kınayacağı noktaya geldiğinde hesaplarında bir yanlışlık olması gerektiğini düşündü.
“Geçmişi yanlış anlıyorum,” dedi, “böyle yanılmış olamam.
“Hay Allah!” diye devam etti, “kendime saptadığım amaç saçma bir amaç mıydı? Yoksa on yıldır yanlış yolda mıydım? Hay Allah! Bir mimarın tüm umutlarını bağladığı yapıtın, olanaksız değilse de en azından kutsallığa saygısızlık yapıtı olduğunu kanıtlaması için bir saat yeter!

“Bu düşünceye alışmak istemiyorum, bu beni deli eder. Bugünkü düşünme biçimimde eksik olan şey, geçmişin tam olarak değerlendirilmesi, çünkü ben bu geçmişi ufkun öbür ucundan gözümde canlandırıyorum. Gerçekten de ilerledikçe, ortasından yürüdüğümüz manzaraya benzeyen geçmiş, biz uzaklaştıkça siliniyor. Düşlerinde yaralanan insanların başına gelen benim de başıma geliyor, onlar, yaralarını görür ve hissederler ve sonra yaralandıklarını anımsamazlar.

“Haydi bakalım yeniden canlanan insan; haydi, zengin serseri; haydi uyanan uykucu; haydi güçlü kaçık; haydi yenilmez milyoner, bir an için bu sefil ve aç yaşamın öldürücü bakış açısından bak; yazgının seni ittiği, felaketin seni götürdüğü, umutsuzluğun seni ele geçirdiği yollardan bir daha geç; Monte Kristo’nun Dantes’e baktığı bu aynanın camları üzerinde bugün bir sürü elmas, altın ve mutluluk parlıyor; bu elmasları sakla, bu altını kirlet, parıltıları sil; zengin, fakiri bulsun, özgür, tutukluyu, dirilen, kadavrayı.”

Sf: 1002
Yol eskiden Dantes’e daha uzun gelmişti. Monte Kristo yolu daha kısa buldu; her kürek darbesi, denizin nemli tozlarıyla birlikte binlerce düşünce ve anıyı da fışkırtıyordu.

Temmuz devriminden bu yana İf Şatosu’nda artık tutuklu kalmamıştı; kaçakçılık yapılmasını engellemeye yönelik bir karakol buranın tek nöbetçisiydi; bir kapıcı şimdi bir merak anıtı olmuş bu korku anıtım meraklılara göstermek için kapıda bekliyordu.

Yine de tüm bu ayrıntıları bilmesine karşın kemerin altına girdiğinde, siyah merdiveni indiğinde, görmek istediği hücrelere götürüldüğünde, soğuk bir solukluk yüzünü kapladı, buz gibi bir ter alnından yüreğine kadar indi.

Kont, Restorasyon zamanından kalmış eski bir kayıt memurunun hâlâ olup olmadığını sordu; hepsi emekli olmuşlar ya da başka görevlere geçmişlerdi.

Sf: 1003
Onu gezdiren kapıcı sadece 1830’dan beri buradaydı.
Onu kendi hücresine götürdü.
Dar hava deliğinden sızan soluk ışığı yeniden gördü; artık kaldırılmış olan yatağın durduğu yeri, yatağın arkasında, kapanmış olmasına karşın yeni taşlarıyla hâlâ fark edilen, Rahip Faria’nın açtığı deliği yeniden gördü.

Monte Kristo bacaklarımın güçsüzleştiğini hissetti; tahta bir tabure aldı ve üstüne oturdu.
“Bu şato hakkında Mirabeau’nun hapsediliş öyküsü dışında başka öyküler de anlatılıyor mu?” diye sordu kont; “canlı bir insanı kapattıklarına inanmakta zorluk çekilen bu iç karartıcı barınaklarla ilgili bir söylence var mı?”

“Evet, mösyö,” dedi kapıcı, “kayıt memuru Antoine bana şu hücre ile ilgili bir söylenceden söz etmişti.”

Monte Kristo ürperdi. Bu kayıt memuru Antoine onun kayıt memuruydu. Adını ve yüzünü neredeyse unutmuştu, ama adı söylenince onu olduğu gibi, sakalının çevrelediği yüzüyle, kahverengi ceketi ve şıngırtılarını hâlâ duyar gibi olduğu anahtar tomarıyla gözünün önüne getirdi.

Kont geri döndü ve kapıcının ellerinde parlayan meşalenin ışığı ile daha da koyulaşan koridorun karanlığında onu görür gibi oldu.
“Mösyö bunu anlatmamı isterler mi?” diye sordu kapıcı.
“Evet,” dedi Monte Kristo, “anlatın.”

Ve kendi öyküsünün anlatıldığını duymaktan ürkmüş, kalbinin şiddetli atışlarını bastırmak için elini göğsüne koymuştu.
“Anlatın,” diye yineledi.
“Bundan çok uzun zaman önce bu hücrede bir tutuklu yaşamıştı,” dedi kapıcı, “görünüşe bakılırsa çok güçlü bir adamdı, güçlü olduğu kadar da becerikliydi, onunla aynı zamanlarda bu şatoda başka bir adam daha yaşıyordu, ama o kötü biri değildi, zavallı deli bir rahipti.”

“Ah! Evet, deli,” diye yineledi Monte Kristo; “deliliği neydi?”
“Onu özgür bırakacak olana milyonlar vereceğini söylüyordu.”

Monte Kristo gözlerini gökyüzüne kaldırdı, ama gökyüzünü göremedi: gökkubbe ile arasında taştan bir perde vardı. Rahip Faria’nın hâzinelerini sunduğu insanların gözleri ile onlara sunduğu hazineler arasında da bundan daha az kaim olmayan bir perde olduğunu düşündü.

“Tutuklular birbirlerini görebiliyorlar mıydı?” diye sordu Monte Kristo.
“Ah! Flayır mösyö, bu kesinlikle yasaktı; ama onlar bir hücreden öbürüne giden bir yeraltı geçidi kazarak bu yasağı deldiler.”
“Bu yeraltı geçidini iki tutukludan hangisi kazdı?”
“Ah! Elbette genç adam,” dedi kapıcı; “genç adam becerikli ve güçlüydü, oysa zavallı rahip yaşlı ve zayıftı; zaten bir şey düşünebilmek için aklı biraz fazla karışıktı.”
“Körler!…” diye mırıldandı Monte Kristo.

Sf: 1004
“Ne olursa olsun,” diye devam etti kapıcı, “genç adam yeraltı geçidini kazdı ama ne ile? Bu konuda hiçbir şey bilinmiyor; ama kazdı, kamtı da izlerin hâlâ ortada olması; bakın, görüyor musunuz?”

Ve meşaleyi duvara yaklaştırdı.
“Ah! Evet doğru,” dedi kont heyecandan boğuklaşan bir sesle.
“Bundan iki tutuklunun bağlantılı oldukları sonucu çıkıyor. Bu bağlantı ne kadar sürdü? Hiç bilinmiyor. Bir gün yaşlı tutuklu hastalandı ve öldü. Gencin ne yaptığını düşünebiliyor musunuz?” dedi kapıcı sözünü yarıda bırakarak.
“Söyleyin.”
“Ölüyü aldı, yüzü duvara dönük olarak kendi yatağına yatırdı, sonra boş hücreye geri geldi, deliği kapadı ve ölünün torbasına girdi. Hiç böyle bir şey gördünüz mü?”

Monte Kristo gözlerini kapadı ve hâlâ cesedin yaydığı soğukluğun izlerini taşıyan kaba kumaş yüzüne değdiğinde duyduğu tüm duyguları yeniden hissetti.

Kayıt memuru devam etti:
“Tasarladığının ne olduğunu anlıyor musunuz? O ölülerin İf Şatosu’na gömüldüklerini sanıyordu ve tutuklular için cenaze harcamalarının yapılmadığını umduğu için toprağı omuzlarıyla yukarı kaldırmayı hesaplıyordu, ama ne yazık ki şatoda onun tasarısını altüst edecek bir uygulama vardı: ölüler gömülmüyordu; onları, ayaklarına bir gülle bağlayıp denize atıyorlardı ve öyle de yaptılar. Adamımız yeraltı geçidinin üstünden suya atıldı; ertesi gün gerçek ölü öbürünün yatağında bulundu ve her şey tahmin edildi, çünkü ölü gömücüler o zamana kadar söylemeye cesaret edemedikleri şeyi söylediler, ölü bedeni boşluğa attıkları anda korkunç bir çığlık duyduklarını, bu çığlığın attıkları adamın suda kaybolduğu anda kesildiğini anlattılar.”

Kont zorlukla soluk aldı, alnından ter boşanıyordu, sıkıntıdan yüreği sıkışıyordu. “Hayır!” diye mırıldandı, “Hayır! Duyduğum bu kuşku unutuşun başlangıcıydı, ama burada yürek yeniden oyuluyor ve intikama susamaya başlıyor.”
“Ya tutuklu,” diye sordu, “ondan bir daha, söz edildiğini duydular mı?”
“Hiçbir zaman, asla; anlıyorsunuz ya, iki şık var, ya karın üstü düştü ve elli ayak yüksekten düştüğüne göre hemen öldü.”
“Ayaklarına bir gülle bağlandığını söylemiştiniz: ayak üstü düşmüş olmalı.”
“Ya da ayak üstü düştü,” dedi kapıcı, “o zaman güllenin ağırlığı onu dibe sürüklemiş ve zavallı adam orada kalmış olmalı.”
“Ona acıyor musunuz?”
“İnanın evet, ne yapmış olursa olsun.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Bu zavallının, zamanında Bonapartçılık nedeniyle tutuklanmış bir deniz subayı olduğu konusunda söylentiler dolaşıyordu.”
“Ey gerçek,” diye mırıldandı kont, “Tanrı seni dalgaların ve alevlerin üstünde yüzmen için yarattı. Böylece zavallı denizci birkaç anlatıcının anısında yaşıyor; bir ocağın köşesinde korkunç öyküsünü anlatıyorlar ve denizin derinliklerine gömülmek için boşluğu yardığı anda ürperiyorlar.”

Sf: 1005
“Adını hiç öğrenemediler mi?” diye sordu kont yüksek sesle.
“Ah! Evet,” dedi gardiyan, “Neydi o? Ha, o sadece 34 numara olarak biliniyordu.””Villefort! Villefort!” diye mırıldandı Monte Kristo, “benim hayalim uykularını kaçırdığında birçok kez yinelemiş olman gereken şey işte bu.”
“Mösyö gezmeye devam etmek istiyor mu?” diye sordu kapıcı.
“Evet, özellikle zavallı rahibin odasını bana gösterebilirseniz.”
“Ah! 27 numara mı?”
“Evet, 27 numara,” diye yineledi Monte Kristo.

Rahip Faria’ya adını sorduğunda, onun duvarın arkasından bağırarak bu numarayı söyleyen sesini duyar gibi oldu.

“Gelin.”
“Bekleyin,” dedi Monte Kristo, “bu hücrenin her köşesine son bir kez bakmak istiyorum.”
“Bu iyi,” dedi rehber, “çünkü öbür hücrenin anahtarım unutmuşum.”
“Haydi gidip alın.”
“Size meşalemi bırakıyorum.”
“Hayır, onu alm.”
“Ama ışıksız kalacaksınız.”
“Ben geceleri de görürüm.”
“Bakın hele, onun gibi.”
“O kim?”
“34 Numara. Söylenenlere göre o, karanlığa o kadar alışıkmış ki hücresinin en karanlık köşesindeki bir toplu iğneyi görürmüş.”
“Bunu başarabilmesi için on yılını vermesi gerekti,” diye mırıldandı kont.

Rehber meşalesini alarak uzaklaştı.
Kont doğru söylemişti: daha karanlıkta kalalı birkaç saniye olmuştu ki, her şeyi gün ışığında olduğu gibi görmeye başladı.

O zaman çevresine baktı ve o zaman gerçekten hücresini iyice gördü.
“İşte, üzerine oturduğum taş!” dedi, “işte duvarın içinde çukur açan omuzlarımın izi! İşte alnımı duvara vurup kırmak istediğim gün alnımdan akan kanın izi! Ah! Bu rakamlar… bunları anımsıyorum… bu rakamları canlı bulup bulamayacağımı öğrenmek için babamın yaşını hesaplarken, özgür bulup bulamayacağımı öğrenmek için Mercedes’in yaşını hesaplarken yapmıştım… Bu hesabı yaptıktan sonra bir an umutlanmıştım… Açlığı ve sadakatsizliği hesaba katmamıştım!”

Ve kontun ağzından acı bir gülüş çıktı. Bir düşteymiş gibi babasının mezara konduğunu, Mercedes’in nikah masasına doğru yürüdüğünü görüyordu.

Duvarın öteki yüzünde bir yazı gözüne çarptı. Yazı yeşilimsi duvarın üstünde hâlâ beyaz kalmıştı ve belli oluyordu.

“TANRIM!” diye okudu Monte Kristo, “AKLIMI KORU!”

Sf: 1006
“Ah, evet!” diye haykırdı, “işte son günlerimin tek duası. Artık özgürlük istemiyordum, aklımı istiyordum, çıldırmaktan ve unutmaktan korkuyordum. Tanrım! Aklımı benden almadınız ve anımsadım. Şükürler olsun Tanrım, şükürler olsun!”

O anda meşalenin ışığı duvarlara düştü; rehber aşağı iniyordu.
Monte Kristo onu karşılamaya gitti.
“Beni izleyin,” dedi rehber.
Gün ışığına çıkmaya gerek kalmadan onu başka bir girişe götüren bir yeraltı koridoruna götürdü.

Orada Monte Kristo’yu binlerce düşünce sardı.

Gözüne ilk çarpan şey duvarın üstüne çizilmiş meridyen oldu, Rahip Faria bunun yardımıyla saatleri hesaplıyordu, sonra zavallı tutuklunun üzerinde öldüğü yataktan kalanları gördü.

Bunu görünce kontun kendi hücresinde duyduğu iç sıkıntısı yerine tatlı ve yumuşak bir duygu, bir minnettarlık duygusu içini sardı ve iki damla gözyaşı gözlerinden süzüldü.

“İşte deli rahip buradaydı,” dedi rehber, “genç adam onun yanına şuradan geliyordu.” Monte Kristo’ya yeraltı geçidinin bu tarafta açık kalmış girişini gösterdi. “Bir bilgin” diye devam etti, “taşın renginden, iki tutuklunun yaklaşık on yıl birbirlerini gördüklerini anladı. Zavallı insanlar bu on yıl boyunca iyice sıkılmış olmalılar.”

Dantes cebinden birkaç Louis altını aldı ve ikinci kez onu tanımadan ona acıyan bu adama uzattı.

Kapıcı birkaç kuruş bozuk para sanarak bunları kabul etti, ama meşalenin ışığında ziyaretçinin ona verdiği paranın değerini fark etti.
“Mösyö,” dedi, “yanıldınız.”
“Nasıl yanıldım?”
“Bana verdiğiniz altın.”
“Biliyorum.”
“Nasıl! Biliyor musunuz?”
“Evet.”
“Bana bu altım vermek mi istiyorsunuz?”
“Evet.”
“Ve ben de onları rahatça alabilir miyim?”
“Evet.”
Kapıcı Monte Kristo’ya şaşkınlıkla baktı.
“Ve dürüstçe,” dedi kont Hamlet gibi.
“Mösyö,” dedi kapıcı mutluluğuna inanmakta güçlük çekerek, “mösyö, cömertliğinizi anlayamıyorum.”
“Yine de bunu anlamak kolay dostum,” dedi kont: “ben denizciydim ve öykünüz beni başkalarından daha çok etkiledi.”
“O zaman mösyö,” dedi rehber, “bu kadar cömert olduğunuza göre, benim de size bir şey vermem gerekiyor.”

Sf: 1007
“Bana verecek neyin var dostum? Deniz kabuklan mı, hasır işleri mi? Sağol.”
“Hayır, onlar değil mösyö, onlar değil; biraz önceki öyküyle ilgili bir şey.”
“Sahi mi!” diye haykırdı kont canlanarak, “neymiş o?”
“Dinleyin,” dedi kapıcı, “bakın neler oldu: kendi kendime: ‘bir tutuklunun on beş yıl kaldığı bir odada her zaman bir şey bulunur,’ dedim ve duvarlan araştırmaya başladım.”
“Ah!” diye haykırdı Monte Kristo rahibin iki gizli yerini anımsayarak.
“A”Araya araya,” diye devam etti kapıcı, “yatağın başucunda ve şöminenin ocak yerinde boşluk olduğunu keşfettim.”
“Evet,” dedi Monte Kristo, “evet.”
“Taşları kaldırdım ve ne buldum?…”
“Bir ip merdiven ve aletler mi?” diye haykırdı kont.
“Bunu nereden biliyorsunuz?” diye sordu kapıcı şaşırarak.
“Bilmiyorum, tahmin ediyorum,” dedi kont; “tutukluların gizli yerlerinde genellikle bu tür şeyler bulunur.”
“Evet mösyö,” dedi rehber, “bir ip merdiven ve aletler.”
“Onlar hâlâ sende mi?”
“Hayır mösyö, ziyaretçilerin çok ilgisini çeken bazı eşyaları sattım, ama elimde başka bir şey var.”
“Ne var?” diye sordu kont sabırsızlıkla.
“Elimde ince kumaştan şeritler üzerine yazılmış bir tür kitap kaldı.”
“Ah!” diye haykırdı Monte Kristo, “elinde bu kitap mı kaldı?”
“Bunun bir kitap olup olmadığını bilmiyorum,” dedi kapıcı, “ama elimde size söylediğim şey kaldı.”
“Git onu bana getir, haydi,” dedi kont, “ve eğer bu benim tahmin ettiğim şey ise, rahat ol.”
“Getiriyorum mösyö.”

Ve rehber dışarı çıktı.
O zaman Dantes, ölümün onun için bir sunak haline getirdiği bu yatağın kalıntılarının önünde büyük bir sevgi ve saygıyla diz çöktü.

“Ah! İkinci babam,” dedi, “bana özgürlüğü, bilgiyi, zenginliği veren sen; bizlerden çok daha üstün bir doğaya sahip insanlardan olan sen, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu biliyordun, eğer mezarın derinliklerinde yeryüzünde kalan insanların sesiyle ürperen bizlerden bir şeyler kaldıysa, eğer ölü bedenin uğradığı değişiklikte canlı bir şeyler çok sevdiğimiz ya da çok acı çektiğimiz yerlerde dolaşıyorsa, soylu yürek, ulu yaratık, derin ruh, bana gösterdiğin baba sevgisi, benim de sana duyduğum oğul saygısı adına sana yalvarıyorum, bir sözcükle, bir işaretle, herhangi bir açıklama ile, inanca dönüşmemişse pişmanlığa dönüşecek bu kuşkuyu benden al.”

Kont başını eğdi, ellerini kavuşturdu.
“Bakın mösyö,” dedi bir ses arkasından.
Monte Kristo ürperdi ve geri döndü.

Sf: 1007
Kapıcı ona, Rahip Faria’nın, üstünde tüm bilgi hâzinelerini açıkladığı ince kumaştan şeritleri uzatıyordu. Bu el yazması, Rahip Faria’nın, İtalya’da krallık konusundaki büyük yapıtıydı.

Kont aceleyle bunu eline aldı, gözleri önce kitabın başındaki yazılara kaydı, okudu:
Ejderhanın dişlerini sökeceksin, aslanları ayağınla çiğneyeceksin, dedi Tanrı.
“Ah!” diye haykırdı, “işte yanıt! Teşekkür ederim babacığım, teşekkür ederim.”

Cebinden içinde her biri bin franklık on kağıt para bulunan küçük bir cüzdan çıkararak:
“Bak!” dedi, “Bu cüzdanı al.”
“Bunu bana mı veriyorsunuz?”
“Evet, ama içine ben gittikten sonra bakman koşuluyla.”

Bulduğu ve kendisi için en zengin hâzinelerden daha değerli olan kutsal kalıntıyı göğsüne yerleştirerek kendini toprak altından dışarı attı, kayığa bindi:
“Marsilya’ya!” dedi.

Sonra gözlerini karanlık hapishaneye dikerek uzaklaşırken:
“Lanet olsun, beni bu karanlık hapishaneye kapatan ve oraya kapatıldığımı unutanlara,” dedi.

Sf 1009
“Zavallı insanlığın övünçlerinden biridir bu, herkes kendini yanında inleyen ve ağlayan bir başkasından daha mutsuz sanır.”
“Dünyada sevdiği ve istediği tek varlığı yitiren bir insandan daha mutsuz ne olabilir?”

“Dinleyin Morrel,” dedi Monte Kristo, “ve bir an aklınızı size anlatacaklarıma verin. Sizin gibi tüm mutluluk umutlarını bir kadına bağlamış bir adam tamdım. Bu adam gençti, sevdiği yaşlı bir babası, taptığı bir nişanlısı vardı; tam onunla evleneceği sırada birden yazgının, Tanrının kendi iyiliği hakkında kuşku uyandıran oyunlarından biri –ki daha sonra her şeyin onun için Tanrının sonsuz birliğine giden bir yol olduğunu işaret ederek kendini gösterdi– ondan özgürlüğünü, nişanlısını, düşlediği ve kendinin sandığı geleceği aldı –kör olduğun için sadece bugünü okuyabiliyordu– ve onu bir hücrenin dibine attı.”

“Ah!” dedi Morrel, “bir hücreden sekiz gün, bir ay ya da bir yıl sonra çıkılır.”
“O orada on dört yıl kaldı Morrel,” dedi kont elini genç adamın omuzuna koyarak. Maximilien ürperdi.
“On dört yıl!” diye mırıldandı.
“On dört yıl,” diye yineledi kont; “onun da bu on dört yıl boyunca umutsuzluk anları oldu; o da kendini sizin gibi insanların en mutsuzu sanarak kendini öldürmek istedi.”
“Ne oldu?” diye sordu Morrel.

“Ne mi oldu? Ölüm anında Tanrı ona insan aracılığıyla göründü; çünkü Tanrı hiç mucize yaratmaz; ilk önce belki Tanrının bu sonsuz merhametini anlamadı –çünkü göz yaşlarıyla kapanmış gözlerin tümüyle açılması için zaman gerek– ama sonunda sabretti ve bekledi. Bir gün mucize gibi mezarından çıktı, değişmişti, güçlüydü, neredeyse Tanrı gibiydi; ilk çığlığı babası için oldu: babası ölmüştü!”

“Benim de babam öldü,” dedi Morrel.
“Evet, ama babanız sizin kollarınızda, sevilerek, mutlu, onurlu, zengin ve ileri yaşta öldü; onun babası yoksul, umutsuz, Tanrıdan kuşku duyarak öldü; ölümünden on yıl sonra oğlu mezarım aradı, mezarı bile kaybolmuştu, kimse ona: ‘seni bu kadar sevmiş olan kalp Tanrının kollarında burada yatıyor,’ diyemedi.””Ah!” dedi Morrel.

“Yani o sizden daha mutsuz bir oğuldu Morrel, çünkü o babasının mezarını nerede bulacağını bile bilmiyordu.”
“Ama ona hiç olmazsa sevdiği kadın kalmıştı,” dedi Morrel.
“Yanılıyorsunuz Morrel, bu kadın…”

Sf:1010
“Ölmüş müydü?” diye haykırdı Morrel.
“Bundan daha kötüsü: o sadık kalmamıştı; nişanlısına işkence edenlerden biri ile evlenmişti. Bu adamın sizden daha mutsuz bir âşık olduğunu görüyorsunuz Morrel!”
“Bu adama Tanrı avunacak bir şey verdi mi?”
“Ona en azından dinginlik verdi.”
“Bu adam bir gün mutlu olabilecek mi?”
“Bunu umut ediyor Maximilien.”

Genç adam başım onun göğsüne bıraktı.
“Sözümü tutacağım,” dedi bir an sessizlikten sonra elini Monte Kristo’ya uzatarak: “sadece hatırlayın…”

“5 Ekim’de sizi Monte Kristo Adası’nda bekleyeceğim Morrel. Ayın 4’ünde bir yat sizi Bastia limanında bekleyecek; bu yatın adı Eurus; sizi bana getirecek olan kaptana adınızı vereceksiniz. Söz değil mi Maximilien?”
“Söz, kont, söylediğiniz şeyi yapacağım, ama unutmayın ki 5 Ekim’de…”
“Bir erkeğin sözünün ne olduğunu henüz bilmeyen çocuk… O gün hâlâ ölmek isterseniz, size yardım edeceğimi yirmi kez söyledim Morrel. Hoşçakalın.”
“Beni bırakıyor musunuz?”
“Evet, İtalya’da yapılacak işim var; sizi tek başınıza, mutsuzlukla savaşmak için tek başınıza, Tanrının, seçkin kullarını ayaklarının dibine getirmesi için gönderdiği, güçlü kanatları olan kartalın karşısında tek başınıza bırakıyorum; Ganymedes’in öyküsü bir fabl değildir Maximilien, bir alegoridir.”

“Ne zaman gidiyorsunuz?”
“Hemen şimdi; buharlı gemi beni bekliyor, bir saat sonra sizden çok uzaklarda olacağım; limana kadar benimle gelir misiniz Morrel?”
“Emrinizdeyim kont.”Sarılın bana.”

Morrel limana kadar kontla birlikte gitti; büyük bir sorguca benzeyen duman, onu gökyüzüne salan siyah borudan çıkmaya başlamıştı bile. Az sonra gemi hareket etti, bir saat sonra, Monte Kristo’nun dediği gibi beyazımsı dumandan sorguç, gecenin ilk sisleriyle kararmış zar zor görünen doğu ufkunda izler bırakıyordu.

Sf: 1015
Danglars, on dakika Paris’te yalnız kalan karısını, on dakika da Matmazel d’Armilly ile dünyayı dolaşan kızını düşündü; başka bir on dakika alacaklılarını ve onların parasını nasıl kullanacağını düşündü, sonra düşünecek bir şey kalmayınca gözlerini kapadı ve uyudu.

Zaman zaman araba daha fazla sarsıldığında Danglars bir an gözlerini açıyordu; o zaman kendini, koşarken taş kesilmiş granit devlere benzeyen kırık su kemerlerinin her tarafa saçıldığı Roma kırlarında, hep aynı hızla gidiyormuş gibi hissediyordu. Ama gece soğuk, karanlık, yağışlıydı ve koltuğuna gömülmüş, gözleri kapalı, yarı yarıya uyuşmuş olarak oturmak, “non capisco” demekten başka bir şey bilmeyen arabacıya nerede olduklarını sormak için, başını arabanın kapısından çıkarmaktan iyiydi.

Danglars, kendi kendine konaklama yerinde nasılsa uyanacağım söyleyerek, uyumaya devam etti.

Araba durdu; Danglars sonunda bu kadar çok istediği amacına ulaştığını düşündü.
Gözlerini açtı, bir kentin ortasında ya da en azından bir kasabada olduklarını düşünerek camdan dışarı baktı, ama tek başına kalmış bir yıkıntıdan ve gölge gibi gidip gelen üç dört adamdan başka bir şey görmedi.

Danglars bir an vardiyasını tamamlayan arabacının yol parasını istemek için gelmesini bekledi; bu fırsattan yararlanarak yeni sürücüden bazı bilgiler almayı hesaplıyordu, ama kimse yolcudan para istemeye gelmeden atlar koşumdan çıkarılmış ve yerine başkaları koşulmuştu. Şaşıran Danglars arabanın kapısını açtı, ama güçlü bir el kapıyı itti ve araba hareket etti.

İyice şaşıran baron tam olarak uyandı.
“Hey!” dedi arabacıya, “Hey! Mio Caro!”
Bu yine kızı Prens Cavalcanti ile düet yaparken aklında kalan romans İtalyancasıydı.
Ama, mio car o hiç yanıt vermedi.

Sf: 1016
Danglars pencereyi açmakla yetindi.

“Hey! Dostum! Nereye gidiyoruz?” dedi başını pencerenin açıklığından dışarı çıkararak.

“Derıtro la testa!” diye bağırdı ciddi ve buyurgan bir ses, tehdit edici bir hareketle.
Danglars dentro la testa’nın “başınızı içeri sokun” demek olduğunu anladı. Gördüğünüz gibi İtalyancası çabuk ilerliyordu.

Biraz kaygılı, isteneni yaptı; dakikalar geçtikçe bu kaygı arttığı için, bir süre sonra yola çıktığı sırada söylediğimiz gibi rahat olan ve uyumasını sağlayan kafası, bir yolcunun, özellikle Danglars’ın durumunda olan bir yolcunun dikkatini uyanık tutan birbirinden önemli bir sürü düşünceyle doldu.

Gözleri karanlığın içinde önceleri büyük telaşını açığa vuran o kurnaz bakışla doldu; daha sonra alıştığı için sakinleşti, insanlar korku duymadan önce doğru görürler, korkarken çift görürler, korktuktan sonra bulanık görürler.

Sf: 1017
Danglars iki tehlike arasında kalmış ve korkunun cesaret verdiği her insan gibi söyleneni yaptı.

Sf: 1020
Danglars’ın bir Breguet başyapıtı olan ve bir gün önce yola çıkmadan özenle kurduğu saati sabahın beş buçuğunu çaldı. O olmasaydı, hücreye gün ışığı girmediği için, Danglars tümüyle zamandan habersiz kalacaktı.

Sf: 1021
O sırada gardiyanı, bir canavar olmadığını kanıtlamak ister gibi hücre kapısının karşısına oturdu, heybesinden siyah ekmek, soğan ve peynir çıkardı ve hemen oburcasına yemeye başladı.

“Böyle pislikleri nasıl olup da yiyebildiklerini anlıyorsam Arap olayım,” dedi Danglars kapının aralıklarından haydutun öğle yemeğine bir göz atınca.

Gidip kendisine birinci nöbetçinin rakı kokusunu anımsatan keçi derilerinin üstüne oturdu.

Ama Danglars boşuna bekliyordu, doğanın sırları anlaşılmazdır, en kaba maddelerin aç midelere gönderdiği bazı maddesel çağrıların anlamı .vardır. Danglars birden midesinin o anda bomboş olduğunu hissetti: nöbetçiyi daha az çirkin, ekmeği daha az siyah, peyniri daha taze gördü.

Ama vahşilerin korkunç besini olan çiğ soğanlar ona, “Mösyö Deniseau, bana bugün basit bir yemek hazırlayın,” dediğinde aşçısının hazırladığı bazı Robert soslarını ve harika bir biçimde yaptığı soğanlı et yahnilerini anımsattı.

Sf: 1026
116 Bağışlama
Ertesi gün Danglars yine acıktı; bu mağaranın havası hiç de iştah açıcı değildi; tutuklu o gün artık hiçbir harcama yapmayacağını sandı: tutumlu bir adam olarak pilicinin yarısını ve ekmeğinin bir parçasım hücresinin bir köşesine saklamıştı.

Ama insan acıkmasa da susar: işte bunu hesaplamamıştı.
Dili damağına yapışmcaya kadar susuzlukla savaştı.
Sonunda içini saran ateşe dayanamayıp seslendi.
Nöbetçi kapıyı açtı; bu yeni bir yüzdü.

Eski tanıdığıyla iş yapmanın onun için daha iyi olacağını düşündü. Peppino’yu çağırdı. “İşte geldim Ekselans,” dedi haydut, Danglars’a iyi bir belirti gibi gelen bir acelecilikle ortaya çıkarak, “ne istiyorsunuz?”

“Bir şey içmek,” dedi tutuklu.
“Ekselans,” dedi Peppino, “Roma civarında şarabın fiyatın içinde olmadığını biliyorsunuz.”
“O zaman bana su verin,” dedi Danglars çizmesini parlatmaya çalışarak.
“Ah! Ekselans, su şaraptan daha zor bulunuyor; o kadar büyük bir kuraklık oldu ki!”
“Anlaşılan yeniden başlıyoruz,” dedi Danglars.

Zavallı, şaka yapıyormuş gibi görünmek için gülümserken, şakaklarının terden sırılsıklam olduğunu hissediyordu.
“Haydi dostum,” dedi Danglars, Peppino’nun aldırmaz bir tavırla durduğunu görerek, “sizden bir bardak şarap istiyorum, beni geri mi çeviriyorsunuz?”
“Size daha önce de söyledim Ekselans,” diye yanıt verdi Peppino ciddi bir biçimde, “perakende satmıyoruz.”
“O zaman bana bir şişe şarap verin.”
“Hangisinden?”
“En ucuzundan.”
“Hepsinin fiyatı aynıdır.”
“Kaça?”
“Şişesi yirmi beş bin frank.”
“Ne diyorsunuz!” diye haykırdı Danglars acıyla, ancak Harpagon bunun insan sesinin hangi perdesinden çıktığını saptayabilirdi, “benim derimi mi yüzmek istiyorsunuz?

Sf: 1027
Bu beni parça parça yemekten daha kolay galiba.”
“Olabilir,” dedi Peppino, “belki de efendimizin niyeti budur.”
“Efendiniz mi? O da kim?”
“Sizi önceki gün yanına götürdüğümüz kişi.”
“Nerede?”
“Burada.”
“Onu görmem gerek.”
“Bu kolay.”

Bir saniye sonra Luigi Vampa, Danglars’ın karşısındaydı.
“Beni mi çağırdınız?” diye sordu tutukluya.
“Beni buraya getirenlerin reisi siz misiniz mösyö?”
“Evet Ekselans.”
“Benden haraç olarak ne istiyorsunuz?”
“Sadece üzerinizdeki beş milyonu.”

Danglars korkunç bir krampın yüreğini sıktığını hissetti.
“Dünyada elimde kalan sadece bu mösyö, büyük bir servetin kalıntısı bu para: onu benden alacağınıza canımı alın daha iyi.”
“Kan dökmemiz yasak Ekselans.”
“Bunu size kim yasakladı?”
“Boyun eğdiğimiz kişi.”
“Siz birine boyun eğiyor musunuz?”
“Evet, bir şefe.”
“Ben sizin şef olduğunuzu sanıyordum.”
“Ben bu adamların şefiyim, ama bir başkası da benim şefim.”
“Bu şef de birine boyun eğiyor mu?”
“Evet.”
“Kime?”
“Tanrıya.”
Danglars bir an düşündü.
“Sizi anlayamıyorum,” dedi.
“Olabilir.”
“Bana böyle davranmanızı size bu şef mi söyledi?”
“Evet.”
“Amacı nedir?”
“Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum.”
“Ama param bitecek.”
“Olabilir.”
“Haydi,” dedi Danglars, “bir milyon ister misiniz?”
“Hayır.”
“İki milyon?”

Sf: 1028
“Hayır.”
“Üç milyon?… Dört?… Haydi haydi dört olsun mu? Beni bırakmanız koşuluyla bunu size veririm.”
“Neden bize beş milyon değerindeki bir şey için dört milyon veriyorsunuz?” dedi Vampa; “bu
 tefecilik sinyor bankacı, ya da ben bir şey bilmiyorum.”
“Hepsini alın! Hepsini alın diyorum size!” diye haykırdı Danglars, “öldürün beni!”
“Haydi haydi, sakin olun Ekselans, sinirleneceksiniz, bu da günde bir milyonluk yemek yemek için iştahınızı kabartacak, tüh, daha tutumlu olun!”
“Ya size ödeyecek param kalmadığında ne olacak?”
“O zaman aç kalacaksınız.”
“Aç mı kalacağım?” dedi Danglars benzi atarak.
“Olabilir,” diye yanıt verdi Vampa soğukkanlılıkla.
“Ama beni öldürmek istemediğinizi söylememiş miydiniz?”
“Bu aynı şey değil.”
“Pekala! Sefiller!” diye haykırdı Danglars, “Sizin iğrenç hesaplarınızı altüst edeceğim, ölmekse ölmek, bunun hemen olmasını ne kadar isterdim; bana acı çektirin, işkence edin bana, öldürün, ama artık benden imza alamayacaksınız!”
“Nasıl isterseniz Ekselans,” dedi Vampa.

Ve hücreden çıktı.
Danglars kükreyerek kendini keçi postlarının üstüne attı.

Bu adamlar kimlerdi? Bu görünmeyen şef kimdi? Onunla ilgili ne gibi tasarıları vardı? Herkes kendini kurtarırken neden sadece o bunu yapamıyordu?

Ah! Kuşkusuz ölüm, şiddetli ve çabuk bir ölüm, ondan anlaşılmaz bir intikam almak istiyor gibi görünen zorlu düşmanlarını aldatmak için iyi bir yoldu.

Evet, ama ölmek!
Danglars, uzun meslek hayatı boyunca belki de ilk kez hem onu isteyip hem ondan korkarak ölümü düşünüyordu; ama artık insanların içinde yaşayan ve kalbin her atışında ona “Öleceksin!” diyen acımasız hayaleti görmekten vazgeçmenin zamanı gelmişti.

Danglars, avın canlandırdığı, sonra umutsuzluğa düşürdüğü, sonra da umutsuz kala kala kimi zaman kurtulmayı başaran vahşi hayvanlara benziyordu.

Danglars kaçmayı düşündü:
Ama duvarlar da kayaydı; hücrenin dışına giden tek çıkışta bir adam kitap okuyordu, bu adamın arkasında silahlı gölgelerin gelip geçtiği görülüyordu.

İmza atmama kararı iki gün sürdü, sonra yiyecek istedi ve bir milyon verdi.
Ona harika bir yemek getirdiler ve bir milyonunu aldılar.

Ondan sonra zavallı tutuklunun yaşamı sürekli saçmalıklarla geçti. O kadar acı çekmişti ki,  artık acı çekme tehlikesiyle karşı karşıya kalmak istemiyordu ve istenen her şeye razı oluyordu; on ikinci günün sonunda, bir öğleden sonra, servetinin doruğunda olduğu günlerdeki gibi iyi bir akşam yemeği yedikten sonra hesaplarını yaptı ve hamiline ödenmek üzere verdiği onca senetten sonra kendisine sadece elli bin frank kaldığını fark etti.




Sf: 1040
“Ah! Valentine, onu sevip sevmediğimi soruyor! Valentine, ona Maximilien’i sevip sevmediğini söyle!”

Kont göğsünün ferahladığını, kalbinin rahatladığını hissetti; kollarını açtı, Haydee bir çığlık atarak onun kollarına atıldı.

“Ah! Evet, seni seviyorum!” dedi, “seni babamı, erkek kardeşimi, kocamı sever gibi seviyorum! Seni hayatı sever gibi seviyorum, Tanrıyı sever gibi seviyorum, çünkü sen benim için en güzelsin, en iyisin, insanların en büyüğüsün!”

“Öyleyse, her şey senin istediğin gibi olsun sevgili meleğim!” dedi kont; “karşıma düşmanlarımı çıkaran, onları yenmemi sağlayan Tanrı, anlıyorum ki zaferimin sonunda bana pişmanlık duyurmak istemiyor; ben kendimi cezalandırmak istiyordum, Tanrı beni bağışlamak istiyor. Sev beni öyleyse Haydee! Kimbilir? Aşkın belki de bana unutmak istediklerimi unutturur.”
“Ama sen neler söylüyorsun efendim?” diye sordu genç kız.

“Senin bir tek sözünün bana, benim yirmi yıllık bilgilerimden daha fazla ışık tuttuğunu söylüyorum Haydee; dünyada artık senden başka kimsem yok Haydee; seninle hayata bağlanıyorum, seninle acı çekebilir, seninle mutlu olabilirim.”

“Onu duyuyor musun Valentine?” diye haykırdı Haydee; “benimle, onun için hayatımı vereceğim halde, benimle acı çekebileceğini söylüyor!”

Kont bir an derin düşüncelere daldı.
“Gerçeği görebildim mi?” dedi, “Ah Tanrım! Ne önemi var! Ödül ya da ceza, bu yazgıyı kabul ediyorum. Gel Haydee, gel…”

Ve kolunu Haydee’nin beline doladı, Valentine’in elini sıktı ve gitti.

Yaklaşık bir saat geçti, bu sırada Valentine, soluk almadan, ses çıkarmadan, gözlerini Morrel’e dikerek onun yanında bekledi. Sonunda onun kalbinin attığını hissetti, belli belirsiz bir soluk dudaklarını araladı, yaşama dönüşü haber veren bu hafif ürperti genç adamın tüm bedenini dolaştı.

Sonunda gözlerini yeniden açtı, ama önce sabit ve duyarsız gibiydi bu gözler, sonra gözleri kesin ve gerçek olarak görmeye başladı, kesin ve gerçek görme; görme ile birlikte duygu, duyguyla birlikte acı.

“Ah!” diye haykırdı umutsuz bir sesle, “hâlâ yaşıyorum! Kont beni aldattı!”
Elini masaya doğru uzattı ve bir bıçak yakaladı.
“Dostum,” dedi Valentine o harika gülüşüyle, “uyan haydi ve bana bak.”
Morrel büyük bir çığlık attı, sayıklayarak, kuşkuyla dolu, olağanüstü bir şey görmüş gibi şaşkın, dizlerinin üstüne düştü…

Ertesi gün, güneş yeni doğarken Morrel ve Valentine kol kola deniz kıyısında geziniyorlardı. Valentine Morrel’e Monte Kristo’nun nasıl birdenbire odasında belirdiğini, olanların sırrını nasıl anlattığını, kendi eliyle kendini nasıl zehirlettiğini, son olarak da, herkesi onun öldüğüne inandırarak, onu mucize gibi nasıl ölümden kurtardığını anlattı.

Mağaranın kapısını açık bulmuşlar ve dışarı çıkmışlardı; gökyüzü sabahın maviliği içinde gecenin son yıldızlarını aydınlatıyordu.

Sf: 1042
O zaman Morrel bir kaya kümesinin gölgesinde, gelmek için işaret bekleyen bir adam gördü; adamı Valentine’e gösterdi.
“Ah! Bu Jacopo,” dedi Valentine, “yatın kaptanı.”
Ve bir işaretle onu yanlarına çağırdı.
“Bize bir şey mi söylemek istiyordunuz?” diye sordu Maximilien.
“Size konttan bir mektup vardı.”
“Konttan mı?” diye mırıldandı iki genç.
“Evet, okuyun.”

Morrel mektubu açtı ve okudu:
Sevgili Maximilien,
Koyda sizin için bir filika var. Jacopo sizi Livomo’ya götürecek, orada Valentine sizinle evlenmeden önce onu dualarıyla uğurlamak isteyen Mösyö Noirtier torununu bekliyor. Bu mağarada olan her şey, dostum, Champs-Elysees’deki evim ve Treport’daki küçük şatom, Edmond Dantes’in, patronu Morrel’in oğluna düğün armağanıdır. Matmazel de Villefort lütfen bunların yarısını alsın, çünkü ona çıldıran babasından ve geçen eylül üvey annesiyle birlikte ölen kardeşinden kalan tüm serveti, Paris’teki yoksullara vermesini rica ediyorum.

Yaşamınızda hep yanınızda olacak olan meleğe, ara sıra, kendisini Şeytan gibi bir an için Tanrı’ya denk sanan, ama sonra bir Hristiyanın tüm alçak gönüllüğü ile yüce gücün ve sonsuz bilgeliğin sadece Tanrının elinde olduğunu kabul eden bir adam için dua etmesini söyleyin. Bu dualar belki onun yüreğinin derinliklerindeki pişmanlıkları hafifletecektir.

Size gelince Morrel, size karşı davranışımdaki tüm sırrı açıklıyorum: bu dünyada ne mutluluk vardır, ne de mutsuzluk, sadece bir durumun öbürüyle kıyaslanması vardır, hepsi bu. Sonsuz mutluluğu hissetmeyi sağlayan da sonsuz acıyı çektiren de sadece budur, yaşamanın ne kadar güzel olduğunu öğrenebilmek için ölmeyi istemiş olmak gerekir Maximilien.

Bu nedenle yaşayın ve mutlu olun yüreğimle sevdiğim çocuklarım ve Tanrı insana geleceğini açıklamaya karar vereceği güne kadar tüm insan bilgeliğinin şu iki sözcükte saklı olduğunu hiç unutmayın:

Beklemek ve umut etmek!
Dostunuz, Edmond Dantes,
Monte Kristo Kontu
Babasının çıldırdığını, erkek kardeşinin öldüğünü, bilmediği bu ölümü ve bu çıldırmayı ona öğreten mektubun okunuşu sırasında Valentine sarardı, göğsünden acı bir inleme yükseldi, sessiz durmaktan daha az dokunaklı olmayan gözyaşıları yanaklarından süzüldü; mutluluğu ona pahalıya mal olmuştu.
Morrel çevresine kaygıyla baktı.

Sf: 1042
“Ama,” dedi, “kont cömertliğini abartıyor; Valentine benim küçük servetimle yetinecekti. Kont nerede dostum? Beni ona götürün.”

Jacopo elini ufka doğru uzattı.
“Ne! Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu Valentine. “Kont nerede? Haydee nerede?”
“Bakın,” dedi Jacopo.
İki gencin gözleri denizcinin işaret ettiği noktaya takıldı. Ufukta Akdeniz göğünü denizden ayıran koyu mavi çizgi üzerinde iri bir martının kanadı gibi büyük beyaz bir yelkenli gördüler.
“Gitti!” diye haykırdı Morrel, “Gitti! Elveda dostum, babam!”
“Gitti!” diye mırıldandı Valentine, “Elveda dostum, elveda kız kardeşim!”
“Bir daha onları görüp göremeyeceğimizi kim bilir?” dedi Morrel bir damla gözyaşını silerek.
“Dostum,” dedi Valentine, “kont biraz önce bize insan bilgeliğinin tümüyle şu iki sözcükte saklı olduğunu söylemedi mi?

“Beklemek ve umut etmek!”

Alexandre Dumas
Monte Cristo Kontu
Dumas klask romanın kilometre taşlarından biri olan bu yapıtında, Doğu’ya, klasik mitolojiye ve insan psikolojisine duyduğu tutkulu ilgili coşkun bir anlatıda, ustalıklı diliyle harmanlıyor.

“Dumas bir sanat zirvesiydi…. Hiç kimse Dumas’nın romanları ve oyunlarından daha iyisini yapamadı yapmadı ya da yapamayacak.”  – George Bernard Shaw

“Dumas kitlelelerin tutkularını paylaşmayı ve doyurmayı diğer tüm romancılardan iyi başarıyordu. Onlar gibi otoriteye, adalete ve serüvene bayılıyor; onlar gibi insanlığı kahramanlar ve alçaklar olarak ikiye ayırıyordu… Bir öyküyü başka kimsenin anlatamayacağı biçimde anlatmayı biliyor; onun kaleminin gölgesinde en yavan anlatı bile bir destan görünümüne bürünüyordu.”                 – André Maurois

Doktrin: “Tüm sınırlamalar kişiyi mutlu kılar. Görme, etki ve temas alanımız ne denli dar ise o denli mutlu oluruz; ne denli geniş ise o denli sıklıkta kendimizi azap içinde ya da ürkütülmüş duyumsarız. Çünkü bu alanla birlikte kaygılar, istekler, ürkünç şeyler de çoğalır ve büyür…” – Arthur Schopenhauer