Sf: 12
İşini yapmanın yeterli olmadığını, ilgili, hatta tutkulu olman gerektiğini ilk kez o zaman anlamıştım.
Paydos saatine doğru kamyon şoförü yanımıza geldi. Bir dergi yığınının üstüne oturup bir sigara yaktı.
“Tamam Harry,” dedi memurlardan birine, “zam aldım bugün. İki dolar.”
Paydostan sonra bir şişe şarap alıp odama gittim, biraz içtikten sonra şirkete telefon ettim. uzun süre çaldırdım telefonu. Sonunda Bay Heathercliff açtı. Hala ordaydı.
“Bay Heathercliff?”
“Evet?”
“Chinaski ben.”
“Evet Bay Chinaski?”
“İki dolar zam istiyorum.”
“Ne?”
“Doğru duydunuz. Kamyon şoförünüze yapmışsınız.”
“Ama iki yıldır bizimle o.”
“Zam istiyorum. İhtiyacım var.”
“Haftada on yedi dolar alıyorsun ve on dokuz istiyorsun, öyle mi?”
“Evet. Kabul ediyor musunuz?”
“Mümkün değil.”
“Öyleyse işi bırakıyorum.” Kapattım telefonu.
Sf: 15
Dinle Belger, bu ihtiyar iğrenç biri.”
Belger iç geçirdi. “Lanet olsun, bilmiyor muyum sanıyorsun?”
Sf: 17
Berduşun biri karşıdan bana doğru yürüyordu. Otel biletimi ona verdim.
O gece parkta yattım. Daha güvenliydi. Öyle yorgundum ki tahta bank beni hiç rahatsız etmedi. Uyudum.
Sf: 19
“Dinle,” dedi babam, “burda kalacaksan oda, yemek ve çamaşır için para ödemen gerekir. İş bulunca maaşından keseriz, borcun bitene kadar.”
Sf: 20
Mutfakta boş şişeler vardı, onları bakkala götürüp depozit tutarını aldım. Yakında bir bar bulup bira ısmarladım. Müzik dolabında şarkılar çalıp yüksek sesle konuşan, kahkahalar atan bir sürü sarhoş vardı orda. Arada sırada önüme bir bira konuyordu. Birileri ısmarlıyordu. İçiyordum. İnsanlarla konuşmaya başladım.
Sf: 21
Saatler sonra barın arka tarafındaki kırmızı deri kaplama locada uyandım. Kalkıp etrafıma bakındım. Herkes gitmişti. Sabahın üçüydü. Kapıyı denedim, kilitliydi. Tezgahın arkasına geçip bir şişe bira açtım, geri dönüp locaya oturdum. Sonra tekrar gidip bir puro ve cips aldım. Birayı bitirdikten sonra kalkıp bir şişe votka, bir şişe de skoç buldum, yerime döndüm. Bunları suyla karıştırdım; puro içip rosto, cips ve haşlanmış yumurta yedim.
Sabah 5’e dek içtim. Sonra barı temizleyip her şeyi yerine yerleştirdim, kapıyı açıp dışarı çıktım.
Sf: 26
Arabasına doğru yürüyüp bindik ve yola çıktık. Ağlıyordu. “Savaş zamanında ülken için savaşmak istememen yetmiyormuş gibi…”
“Psikiyatr uygun olmadığımı söyledi.”
“Oğlum, 1.Dünya Savaşı olmasaydı ben annenle tanışamayacak, sen dünyaya gelmeyecektin.”
“Sigaran var mı?”
“Hapse de girdin. Böyle bir şey anneni öldürebilir.”
Aşağı Broadway’in ucuz barlarının önünden geçiyorduk.
“Barlardan birine girip bir içki içelim.”
“Ne? Aşırı alkol yüzünden tutuklanmanın hemen üstüne içki içmeyi nasıl düşünebiliyorsun?”
“En çok böyle durumlarda ihtiyaç duyulur.”
“Hapisten çıkar çıkmaz içki içmek istediğini annene söyleme sakın,” diye uyardı beni.
Sf: 29
Babama olan borcum öyle kabarmıştı ki birkaç aylık maaşım gitti ödeyebilmek için. Borcumu sıfırlayana kadar kalıp hemen ayrıldım. Evdeki ücretler benim ödeme gücümü aşıyordu.
Yakında bir yerde oda kiraladım. Taşınmak zor olmamıştı. Yarım bavulu ancak doldurmuştu. eşyalarım…
Sf: 39
Alt kattaki heladan yarım asırlık sidik, bok ve kusmuk kokusu gelirdi.
Sf: 46
O kadar çok başvuru formu doldurmuştum ki tüm doğru cevapları ezberlemiştim. Yataktan geç kalktığım için son çağrılan ben oldum.
Sf: 50
Hey, şu kaçığın şeylerinden bir tane daha…
Her zamankinden biraz daha iyi hissediyordum kendimi.
“Dört numaralı sevkiyat memuru, tırmanışta.”
Sf: 52
Öykülerimin çocuğunu ret nedenlerini açıklayan bir yazı iliştirip geri yolluyordu. Gerçi küçük yazılardı bunlar ama sıcak ve yüreklendiriciydiler. Büyük dergiler, basılmış, hazır ret yazıları yolluyorlardı. Gladmore’un basılı ret yazısı bile bir sıcaklık taşıyordu:
“Bunun bir ret yazısı olmasından ötürü üzgünüz ama…”
Gladmore’u haftada dört- beş öykü ile meşgul ediyordum.
Sf: 53
Ofiste olanlar aklımdan gitmiyordu. O pahalı purolar, şık elbiseler. Kanlı biftekler ve malikanelerin uzun girişlerini hayal ettim. Refah. Avrupa’ya seyahatler. Güzel kadınlar. Benden çok mu zekiydiler? Tek fark paraydı ve onu elde etme isteği.
Ben de yapardım! Para biriktirecektim. Bir fikir yakalayıp kredi alacaktım. İnsanları işe alıp, kovacaktım. Masamın çekmecesinde viski bulunduracaktım. İri göğüslü, köşedeki gazeteci çocuğun görünce pantolonuna boşalacağı bir kıça sahip bir karım olacaktı. Ona ihanet edecektim ve bunu bilecek ama servetimden yararlanmak için kabullenecekti. Yüzlerindeki hayal kırıklığını görmek için insanları işten atacaktım. Hak etmedikleri halde kadınların işine son verecektim.
İnsanların ihtiyacı olan şeydi bu: ümit. Ümitsizlikti insanları cesaretsiz yapan. New Orleans günlerini anımsadım, yazabilme özgürlüğüne sahip olmak için haftalarca beş sentlik gofretlerle beslendiğim günleri. Ama açlık maalesef insanın sanatına katkıda bulunmuyordu.
Sf: 54
Pansiyona varmıştım. Merdivenleri çıkıp odama yürüdüm. Kapıyı açıp ışığı yaktım. Bayan Downing mektuplarımı kapının önüne koymuştu. Gladmore’dan kahverengi, büyük bir zarf vardı. Aldım. Reddedilmiş öykülerin ağırlığını taşıyordu. Oturup zarfı açtım.
Sevgili Bay Chinaski:
“Bu dört öyküyü iade ediyoruz ama ‘Bira sarhoşu Ruhum Dünyanın Bütün Noel Ağaçlarından Daha Hüzünlüdür’ başlıklı öyküyü tutuyoruz. Uzun zamandır çalışmalarınızı izliyor, bu öyküyü kabul etmekten mutluluk duyuyoruz. Samimiyetle…” – Clay Gladmore
Yazıyı elimde tutup ayağa kalktım. İLK. Amerika’nın bir numaralı dergisi ilk öykümü almıştı.
Dünya hiç bu kadar güzel görünmemişti, gelecek bu kadar parlak. Yatağa yürüyüp oturdum, tekrar okudum yazıyı. Gladmore’un imzasının her kıvrımını inceledim. Kalkıp kabul yazısını komodinin çekmecesine koydum. Sonra soyunup ışıkları söndürdüm ve yattım. Uyuyamadım. Kalkıp ışığı açtım, çekmeceden yazıyı alıp bir kez daha okudum:
Sevgili Bay Chinaski…
Sf: 55
Bir pazar sabahı kendimi Gertrude ve Hilda ile ön bahçede buldum. Kızlar gülüp çığlıklar atıyor, kartopu yapıp bana atıyorlardı. Daha önce kışları karlı bir bölgede yaşamadığımdan önceleri biraz yavaştım ama sonra işi kaptım, kartopu yapıp atmayı öğrendim. Gertrude çok eğleniyor, çığlıklar atıyordu. Nefisti. Alev ve ışıktı. Bir an yanına gidip ona sarılmak geldi içimden. Sonra vazgeçtim, başımın üstünden bir kartopu vızıldayarak geçerken sokağa çıkıp yürümeye başladım.
On binlerce genç Avrupa’da, Çin’de, Pasifik Adaları’nda çarpışıyorlardı. Geri döndüklerinde birini seçecekti. Hiç zor olmayacaktı birini bulması. Öyle bir vücudu olduktan sonra, öyle gözleri. Hilda bile pek zorluk çekmeyecekti.
St.Louis’den ayrılmanın zamanı gelmişti. Los Angeles’a dönmeye karar verdim; bu arada öykülerimi elde çoğaltıp, yollamayı, içmeyi, Beethoven’ın Beşinci, Brahms’ın Üçüncü Senfonisi’ni dinlemeyi sürdürüyordum.
Sf: 56
“Dinle, gitmeden önce erkek arkadaşımı tanımanı istiyorum.”
“Erkek arkadaşın mı?”
“Evet, bugün taşındı. Koridorun sonunda kalıyor.”
Peşinden gittim. Kapıyı çaldı, ben arkasında duruyordum. Kapı açıldı; gri- beyaz çizgili bir pantolon; uzun kollu kareli bir gömlek; kravat. İnce bir bıyık. Boş gözler. Burun deliklerinin birinden ucu küçük bir damla oluşturmuş neredeyse görünmez bir sümük ipi iniyor, damla bıyığının üstünde durmuş, güçlenip durmayı bekliyordu.
“Joey,” dedi Gertrude, “Henry’yle tanışmanı istiyorum.”
El sıkıştık. Gertrude içeri girdi. Kapı kapandı. Ben odama gidip toplanmaya başladım. Yol hazırlığını hep sevmişimdir.
Los Angeles’a vardığımda Hoover caddesi yakınlarında ucuz bir otel odası tutup yatağa girdim ve içmeye başladım. Bir süre içtim, üç-dört gün.İş ilanlarına bakmak gelmiyordu içimden bir türlü. Bir masaya oturmuş birinin önünde durup iş istediğimi; o işe uygun olduğumu söylemek çok zor geliyordu bana. Samimiyetle söylüyorum, yaşam beni dehşete düşürüyordu. Yemek, uyumak ve çıplak dolaşmamak için insanın yapmak zorunda olduğu şeyler ürkütücüydü. Ben de yatakta kalıp içiyordum. İçtiğin zaman dünya yine ordaydı, kaybolmuyordu ama boğazına sarılmıyordu en azından.
Sf: 56
Bir gece yataktan çıktım, giyindim ve sokakta yürümeye başladım. Kendimi Alvarado Caddesi’nde buldum. Bana çekici gelen bir bar bulana dek yürüdüm. Bir tane bulup girdim. İçerisi kalabalıktı. Barda bir tek boş tabure vardı. Oturdum. Viski soda ısmarladım. Sağımda oldukça esmer bir sarışın oturuyordu, biraz kilolanmış, yanaklar ve boyun esnekliğini yitirmiş, ayyaş olduğu çok belli; ama hatlarında insanın belleğine yerleşen bir güzellik vardı, vücudu da hala diri ve genç görünüyordu, biçimliydi. Bacakları uzun ve hoş. İçkisini bitirdiğinde bir tane daha içer mi diye sordum. Evet dedi. İçki ısmarladım.
“Aptal dolu burası,” dedi.
“Her yer öyle ama burası özellikle,” dedim.
İki- üç tane daha ısmarladım. Konuşmuyorduk. Sonra, “Bu son içkiydi,” dedim ona, “hiç param kalmadı.”
“Ciddi misin?”
“Evet.”
“Kalacak yerin var mı?”
“Bir oda, iki veya üç günlük kirası ödenmiş.”
“Ve param kalmadı. İçecek bir şey de mi yok?”
“Hayır.”
“Gel benle.”
Peşinden çıktım. Çok hoş bir kıçı olduğunu fark ettim. Yakındaki içki satan dükkana girdik. Satıcıya istediklerini söyledi. İki şişe viski, altı bira, iki paket sigara, cips, kuruyemiş, alka-seltzer ve kaliteli puro. Satıcı hesabı yaptı. “Wilbur Oxnard’ın hesabına yaz,” dedi hatun. “Bir dakika,” dedi satıcı, “telefon edip sormalıyım.” Adam numarayı çevirip Wilbur’la konuştu. Sonra kapattı ve “Tamam,” dedi. Torbalardan birkaçını aldım ve dışarı çıktık.
Sf: 67
Jerry ufak tefek, yuvarlak bir kadındı. İçinizde sarılmak isteği uyandıran kadınlardan.
Sf: 76
Bisiklet fabrikasının müdürü, Bay Hansen, kırmızı suratlı, karanlık görünümlü, nefesindeki viski kokusunu gizlemek için nane emmekten dili yeşil renk almış bir adamdı.
Sf: 86
I Got Plenty Of Nothıng; Old Man River; Buttons And Bows; Tumbling Along With The Tumbling Tumbleweeds; God Bless America; Deutschland über Alles; Bonaparte’s Retreat; I Get The Blues When It Rains; Keep Your Sunny Side Up; No More Money In The Bank; Who’s Afraid Of The Big Bad Wolf; When The Deep Purple Falls; A Tiskit A Tasket; I Married An Angel; Poor Little Lambs Gone Astray; I Want A Gal Just Like The Gal Who Married Dear Old Dad; How The Hell Ya Gonna Keep Them Down On The Farm; If I’d Known You Were Coming I’d A Baked A Cake…
Sf: 86
“Bir kadınla beraber olmak tüm zamanını alıyor insanın. İnsan mesleğini seçmeli.”
“Duygusal bir eksikliğin olmalı.”
“Fiziksel de. Gece gündüz düzüşmek isterler.”
Sf: 90
Gayet iyi anlayabiliyorum şimdi – büyük aşkların hepsi aylak insanlardı, keyiflerine düşkündüler. Dokuz- beş çalışırken eski aylak günlerimde düzüştüğüm gibi düzüşemiyordum.
Sf: 94
Bir gece orada oturuyordum ve içimde bir şey koptu, koptuğunu hissedebiliyordum, bir şeyler çalkalanıp yükseldi içimden. Yerimden kalkıp dört kat merdiveni indim ve dışarı çıktım. Üçüncü Cadde ve Unıon Caddesi’nden Altıncı Cadde’ye, ordan da Alvarado Caddesi’ne yürüdüm. Barların önünden geçiyordum ve o barların birinde olduğunu biliyordum. Bir tahminde bulundum, içeri girdim ve Jan barın öbür ucunda oturuyordu. Yeşilli beyazlı ipek eşarbı kucağındaydı. Burnunda iri bir siğili olan bir adamla, çift mercekli gözlük takmış, hafif kambur, eski, siyah takım elbiseli birinin arasında oturuyordu.
Jan geldiğini gördü. Başını kaldırdı, barın loş ışığında bile yüzü solgun görünüyordu. Yanına gidip arkasında durdum. “Senden bir kadın yaratmak istedim ama orospudan başka bir olamayacaksın asla!” Elimin tersi ile bir tane çaktım, tabureden devrildi. Dümdüz yatıyordu yerde; bağırmaya başladı. İçkisini alıp dipledim. Sonra yavaş adımlarla çıkışa yürüdüm. Çıkmadan önce, “Eğer aranızda… davranışımı tasvip etmeyen varsa… hemen söylesin.”
Çıt çıkmadı. Davranışımı tasvip etmişlerdi sanırım. Alvarado Caddesi’ne çıktım.
Sf: 101
Hayattaydım, burda oturuyorum ve beni kimse rahatsız etmiyor diye düşündüm.
Sf: 102
Ve harikulade berbat bir koku. Sonra kustum ve sifonu çektim. Solgundum. Bir üşüme geldi üstüme, titriyordum; sonra sıcak bastı, boynum, kulaklarım yanıyordu, yüzüm kızarmıştı. Başım döndü, lavaboya tutunup gözlerimi kapadım. Geçti.
Yatağın kenarına oturup bir sigara sardım. İyi silinmemiştim. Bir bira almak için kalktığımda kahverengi bir leke oluşmuştu şortumda.
Banyoya gidip silindim tekrar. Sonra yatağın kenarında bira içip Jan’in uyanmasını bekledim.
Geri zekalı olduğumu okul bahçesinde öğrenmiştim ilk kez. Diğer birkaç geri zekalı gibi bende alay konusu oluyor, pis şakalara maruz kalıyordum. Dövülüp kovalanan diğerlerinden tek farkım donuk oluşumdu. Etrafım kuşatıldığında dehşete kapılmazdım. Bana saldırmazlardı ama ben izlerken başka birini marizlerlerdi.
Sf: 103
Güneş yorgundu, arabalardan bir kısmı batıya, bir kısmı doğuya doğru gidiyorlardı. Birden, hepsi aynı yönde gitse mesele kalmayacakmış gibi geldi bana.
Sf: 108
“Bay Adams’ın cenazesine çiçek almak için aramızda para topluyoruz.”
“Çiçekler ölüler için değildir, ölülerin çiçeğe ihtiyaçları yoktur.” dedim.
Tereddüt etti. “Doğru bir davranış olur diye düşünmüştük, soralım dedik.”
“İsterdim ama Miami’ye dün gece vardım ve beş param yok.”
“Parasız mısın?”
“İş arıyorum. Sıkışık durumdayım şu anda, son kuruşumu bir kavanoz fıstık ezmesi ile bir somu ekmeğe yatırdım. Ekmek yeşildi, elbisenden daha yeşil. Yere attım, fareler bile ellememiş.”
“Fareler mi?”
“Sizin odanızı bilemem.”
“Ama dün gece Bayan Adam’s yeni kiracı nasıl biri diye sorduğumda -bir aile gibiyiz biz burda- sizin bir yazar olduğumuzu söyledi. Esquire ve Atlantic Monthly gibi dergilere yazıyormuşsunuz.”
“Boşver, yeteneğim yok. Palavra bunlar, kadın kendini daha iyi hissetsin diye. İşe ihtiyacım var benim, ne olursa.”
“Yirmi beş sent olsun veremez misiniz? Yirmi beş sent sizi sarsmaz.”
“Güzelim, benim yirmi beş sente Bay Adams’dan daha çok ihtiyacım var.”
Sf: 109
“Ölülere biraz daha saygılı olun.”
“Yaşayanlara biraz daha saygılı olsak? Yalnız ve ümitsizim, yeşil elbise sana çok yakışmış.”
Çıktı, koridorda yürüdü, bir kapı açtı, kapadı ve bir daha görmedim onu.
Azimli olmadığım doğru ama azmi olmayan insanların da yaşayabilecekleri bir yeri kastediyorum. Sabahın altı buçuğunda bir çalar saatin sesine uyanıp yataktan fırla, giyin, zorla bir şey atıştır, sıç, işe, diş fırçala, saç tara, başka birine büyük paralar kazandırmak ve sana tanınan fırsat için müteşekkir olmak için berbat bir trafiğin içine dal. Nasıl razı olunur böyle bir yaşama.
Sf: 110
Acaba? İki yıl üniversiteye devam ettim ben, çöpçü olmanın aranan şartlarından biri bu mu?”
Sf: 111
Asla güvenemedim. Bazen değişik bir şoför olurdu, neye göre seçerler orospu çocuklarını diye düşünürdüm. Derin su var iki yanımızda, bir hata ve ölmüştük hepimiz. O sabah karısı ile tartışmış olduğunu düşünün. Veya kanser olduğunu öğrenmiş olsun. Tanrı’dan mesajlar alıyor da olabilirdi. Diş ağrısı. Her şey olabilirdi. Yapabilirdi. Boca edebilirdi hepimizi. Eğer ben kullanıyor olsaydım, herkesi beraberimde götürmeyi isteyebilirdim, bunu biliyordum. Bazen böyle şeyler düşünürken eylem gerçekleşiverir. Jeanne d’Arc’larla karşılık Hitler’ler vardır. Eski hikaye, iyi ve kötü meselesi. Ama devirmedi şoförlerin hiçbiri bizi. Başka şeyler düşünürlerdi onlar, araba taksitleri, beyzbol sonuçları, berber, tatil, şırınga, aile ziyaretleri. Adam gibi biri yoktu içlerinde.
Sf: 114
Orada kaç hafta çalıştığımı anımsamıyorum. Altı belki. Bir süre sonra sevkiyat bölümüne geçmiştim, şubelerin iade ettikleri pantolonların irsaliyede belirtilen rakamı tutup tutmadığına bakıyordum. Hep tamam çıkardı pantolonlar çünkü diğer tarafta sevkiyat yapan kişi dikkatsiz olamayacak kadar korkuyordu işini kaybetmekten. Genellikle otuz altı araba taksitinin yedincisindedir; karısı pazartesi günleri seramik kursuna gidiyordur, ev kredisinin faizleri onu yiyip bitiriyordur ve beş çocuğunun her biri günde bir litre süt içer.
Giyim delisi değilim ben. Elbiseler canımı sıkar. Korkunç şeylerdir, vitaminler gibi, astroloji, pizza, buz pistleri, pop müzik, ağır siklet unvan karşılaşmaları gibi. Oturmuş pantolonları sayıyordum ki birden değişik bir şeyle karşılaştım. Kumaşta elektrik vardı, parmaklarımı çekmiş bırakmıyordu. Nihayet ilginç bir şey yapmışlardı. Kumaşı inceledim. Görünümü de duygusu kadar sihirliydi.
Pantolonu alıp helaya gittim. İçeri girip kapıyı kapattım. Ömrümde bir şey çalmamıştım.
Sf: 117
Sonra Jan kalkıp bir şişe şarap açtı. Yatakta oturup şarap ve sigara içtik. “Ordasın” dedi, “tamamen ordasın, her şeyinle.” “Ne demek istiyorsun?” “Senin gibi bir erkek tanımadım demek istiyorum.” “Öyle mi?” “Diğerleri yüzde on ordadırlar veya yüzde yirmi, sen tamamen ordasın, her şeyinle ordasın çok oradasın, farklısın.” “Farkında olduğum bir şey değil bu benim.” Kancacısın. Kadınları kancalıyorsun.” Zevkten dört köşeydim. Sigaralarımızı söndürdükten sonra tekrar seviştik. Sonra Jan beni şarap almaya yolladı. Döndüm. Dönmek zorundaydım.
Sf: 119
O gitti, ben üç gün üç gece sarhoş dolaştım. Kendime geldiğimde işimi kaybettiğimi biliyordum. Evi temizlemeye karar verdim. Elektrik süpürgesini çalıştırdım, pencereleri sildim, banyo ve lavaboyu ovdum, mutfak döşemesini cilaladım, örümcekleri ve hamamböceklerini öldürdüm, küllükleri boşaltıp yıkadım, bulaşıkları yıkadım, temiz havlu koyup banyoya tuvalet kağıdı astım. İbneleşmeye başlıyorum diye düşünmüştüm.
Sf: 120
Sıcak bir yaz günüydü. Terleyip kaşınmaya başladım. Taşaklarım kaşınıyordu. Kaşımaya başladım. Dayanılır gibi değildi kaşıntı. Gazeteci olamıyordum, yazar olamıyordum, iyi bir kadın bulamıyordum, ortalıkta kaşınan bir maymun gibi dolaşıp, hiçbir işe yaramıyordum.
Sf: 122
Eve geldiğimde soyunup prospektüsü okudum. Merhemin etkilenmiş bölgelere sürülmesini ve yarım saat beklenmesini öneriyordu.Radyoyu açtım, bir senfoni buldum ve tüpü alıp sıktım. Yeşil bir merhemdi. İyice sürdüm. Sonra yatağa uzanıp saate baktım. Yarım saat. Boşversene, nefret ediyorum bitlerimden, bir saat bekleyecektim. Kırk beş dakika sonra yanmaya başladım. Bir teki bile sağ kalmamalıydı, orospu çocuklarının. Yanma arttı. Yatakta dönüp yumruklarımı sıktım. Beethoven çalıyordu. Brahms çaldı, dayanamıyordum. Bir saat geçmek bilmedi. Banyoyu doldurup içine girdim, yıkandım. Sudan çıktığımda yürüyemiyordum. Bacaklarımın iç kısımları yanmıştı, taşaklarım ve karnım da öyle. Parlak bir kırmızı olmuştu oralarım, bir orangutandan farkım yoktu. Yavaşça yatağa doğru yürüdüm. Ama öldürmüştüm bitleri, küvetin deliğinden gidişlerini izlemiştim.
Jan eve döndüğünde yatakta kıvranıyordum. Bakakaldı. “Neyin var?” Dönüp bir küfür salladım.
“Orospu! Bak ne hale getirdin beni!”
Sıçrayıp kalktım yataktan. Bacaklarımın içlerini, karnımı, acı içinde salınan taşaklarımı gösterdim Jan’e. Kamışım alev kırmızısıydı.
“Aman allahım! Ne oldu?”
“Bilmiyor musun? Bilmiyor musun? Senden başka biri ile düzüşmedim! SENDEN kaptım! Taşıyıcısın sen! Hastalıklı bir fahişe!”
“Nedir?”
“Bit, bit, bana BİT geçirdin!”
“Hayır bit yok bende. Geraldine’de olmalı.”
“Ne?”
“Geraldine’de kaldım, onun tuvaletinden kapmış olmalıyım.”
Yatağa fırlattım kendimi. “Martaval atma bana! Gidip içecek bir şeyler al! İçecek hiçbir bok yok evde!”
“Param yok.”
“Cüzdanımdan al. İyi becerirsin o işi. Ve çabuk ol! Ölüyorum!”
Jan gitti. Merdivenleri koşarak indiğini duydum. Radyo Mahler çalıyordu.
Sf: 124
Telefon çaldı. Yataktan kalkıp açana kadar birkaç kez çalmıştı.
“Bay Chinaski?”
“Evet?”
“Times Binası’ndan arıyorum.”
“Evet?”
“Başvuru formunuzu değerlendirdik, size iş öneriyoruz.”
“Gazeteci olarak mı?”
“Hayır, temizlik ve bakım işçisi olarak.”
“Kabul ediyorum.”
Sf: 127
Yanımdan geçenler bana bakıyorlardı. Birçok aptal ve sıkıcı işim olmuştu ama bu kesinlikle en aptal ve en sıkıcı olanıydı.
Mesele düşünmemekte, diye karar kıldım. Ama nasıl durdururdunuz düşüncelerinizi?Bakır parlatma işine neden ben seçilmiştim? Neden içerde belediye yolsuzları üstüne yazılar yazmıyordum? Neyse daha da kötü durumlara düşebilirdim. Çin’de, bir pirinç tarlasında olabilirdim mesela.
Sf: 128
Hep korkmuşumdur yükseklikten.
Sf: 129
“Söylesene,” dedi, “neden bu kadar tuhaf yürüyorsun?”
Sf: 130
“Dert değil,” dedim, “hareketli yerleri severim.”
Sf: 131
Kadınlar tuvaleti bilindiği gibi daha kötüydü. Kadınların çoğuaybaşı bezlerini ortalıkta bırakıyordu. İlk kez görmeseniz de rahatsız oluyordunuz, özellikle akşamdan kalmaysanız. Erkekler tuvaleti daha derli topluydu ama, onaların aybaşı bezine gereksinimleri yoktur. Yalnız çalışıyordum hiç olmazsa. Yer silmekte pek usta değildim: Bir tutam saç veya sigara izmariti köşelerden birine sıkıştığında orda bırakıyordum. Tuvalet kağıdı konusunda hassas davranıyordum ama. Önemliydi gerçekten.İyi bir sıçıştan sonra elinizi uzatıp tuvalet kağıdı olmadığını keşfetmek kadar berbat bir şey olamaz. Dünyanın en korkunç insanı bile kıçını silmeyi hak eder. Bazen elini uzatıp tuvalet kağıdı bulamazsın, oturağa konan hijyenik kılıflardan bir tane almayı denersin ve onlar da tükenmiştir. Kalkıp kendininkini almak istersin ama o da suya düşer. O aşamada artık pek seçeneğin kalmamıştır. Benim tercihim donunu çıkarıp silindikten sonra klozete atmak, sonra da sifonu çekip tuvaleti tıkamaktır.
Sf: 132
Bir lavabo dolusu terk edilmiş bulaşık gibi kokuyordu Hugh. Üstümden atmaya çalıştım ama daha da güçlü sıkmaya başlamıştı gırtlağımı. Kırmızı, mavi ve sarı ışıklar çaktı beynimde. Çaresizdim. Elimden geldiğince şefkatli bir çıkardım. İlk deneme başarısız olmuştu, ikinciyi oturttum. Parmakları gevşedi, yere yığıldı Hugh, hayalarını tutuyordu.
“Yanına bırakmayacaklar.”
“Boşversene. Sana hep söylemişimdir özel biri olduğumu. Kahrolası kulaklarını açıp dinlemiyorsun ki.”
“Aynı şeyleri tekrar edip durduğun için.”
“Peki, birer içki içip tartışalım. Tekrar bir araya geldiğimizden beri kıçın bir karış havada yürüyorsun. Sana ihtiyacım yok. Apaçık ortada bu.”
Tartışma başlamadan kapı çalındı. “Bekle,” diye bağırdım üstüme pantolonumu geçirirken. Kapıyı açtım, postacı elinde bir telgraf kapıda duruyordu. Bahşiş verip telgrafı açtım.
HENRY CHINASKI: TIMES ŞİRKETİ İLE YAPTIĞINIZ İŞ SÖZLEŞMESİ İPTAL EDİLMİŞTİR.
Sf: 134
“Neymiş?” diye sordu Jan.
“Kovuldum.”
“Alacağın ne olacak?”
“Söz etmemişler.”
“Sana bir çek vermeleri gerekir.”
“Biliyorum. Yürü, gidip alalım çekimi.”
“Tamam.”
Araba gitmişti. Önce geri vites bozulmuştu, arabayı sürerken sürekli ileriyi düşünmek zorunda olmak tam bir belaydı. Sonra aküsü ölmüştü, çalıştırmanın tek yolu yokuş başlarında park edip ikinci viteste kaptırmaktı. Birkaç hafta öyle idare etmiştim ama bir gece Jan’le sarhoş olup bir barın önüne park edivermiştik ve düzdü sokak. Çalışmadı tabii ki, yirmi dört saat servis veren çekici şirketlerden birini aradım, gelip götürdüler. Birkaç gün sonra almaya gittiğimde 55 dolarlık tamirat yapılmıştı ve hala çalışmıyordu. Eve gidip ruhsatı postaladım onlara.
Yürümek zorundaydık. Times Binası’na. Jan topuklu giymesinden hoşlandığımı biliyordu, topuklarını ayağına geçirdi ve çıktık. Yirmi blok bir mesafedeydi, Jan dışarda bir banka oturdu; ben içeri girip muhasebeye doğru yürüdüm.
“Adım Henry Chinaski. Kovuldum ve alacağım için burdayım.”
“Henry chinaski,” dedi kız, “bir dakika.”
Bir listeye baktı. “Kusura bakmayın Bay Chinaski, çekiniz henüz hazır değil.”
“Peki beklerim.”
“Yarından önce hazır olmaz efendim.”
“İş sözleşmem iptal edildi ama.”
“Çok üzgünüm. Yarın bayım.”
Sf: 135
Dışarı çıktım. Jan banktan kalktı. Aç görünüyordu. “Markete gidip sebze ve et alalım, haşlama yaparız. İki şişe de kaliteli Fransız şarabı.”
“Jan, çek hazır değilmiş.”
“Ama vermek zorundalar, kanun böyle.”
“Olabilir. Bilemiyorum. Yarın hazır olacakmış dediler.”
“Allah kahretsin, buraya kadar ayağımda topuklularla yürüdüm.”
“İyi görünüyorsun güzelim.”
“Evet.”
Geri dönüyorduk. Yarı yolda Jan ayakkabılarını çıkarıp çorapla yürümeye başladı. Geçen arabalardan korna çalanlar oldu. Her seferinde parmağımı gösterdim onlara. Birkaç bira ve cips almaya yetecek kadar paramız vardı. Aldık, eve gidip içtik, biraz tartıştıktan sonra da sevişip uyuduk.
Ertesi gün öğleye doğru yola koyulduk tekrar, Jan topuklularını giymişti yine. “O haşlamayı yapmanı istiyorum bugün. Hiçbir erkek senin gibi haşlama yapamaz. En büyük yeteneğin.”
“Çok teşekkür ederim.”
Yirmi blok daha yolumuz vardı. Jan bir park bankına oturup pabuçlarını çıkardı, ben de muhasebenin yolunu tuttum. Kız aynıydı.
“Henry Chinaski,” dedim.
“Evet?”
“Dün gelmiştim.”
Sf: 136
“Evet?”
“Çekimin bugün hazır olacağını söylemiştiniz.”
“Hım.”
Kız listeye baktı. “Kusura bakmayın Bay Chinaski, çekiniz henüz gelmemiş.”
“Hazır olacağını söylemiştiniz.”
“Üzgünüm bayım, bazen bir kaç gün sürer çekin bize gelmesi.”
“Çekimi istiyorum.”
“Üzgünüm efendim.”
“Üzgün değilsin. Üzülmenin ne olduğunu bilmezsin. Ben biliyorum. Patronunun patronunu görmek istiyorum. Şimdi.”
Kız ahizeyi kaldırdı. “Bay Handler? Bay Chinaski işten çıkarılmış, alacağı ile ilgili olarak sizinle görüşmek istiyor.”
Bir süre konuştular, sonra kız bana baktı, “309 Numara.”
309’a yürüdüm. Kapının üstündeki levhada “John Handler” yazıyordu. Kapıyı açtım. Handler yalnızdı. Batının en büyük, en güçlü gazetelerinden birinin yöneticisi. Karşısındaki iskemleye oturdum.
“Tamam John,” dedim, “kıçıma tekmeyi bastılar, kadınlar tuvaletinde kestirirken yakaladılar beni. Ben ve kadınım iki gündür yürüyerek geliyoruz buraya ve çekiniz henüz hazır değil deniyor. Bunun palavra olduğunu sen de biliyorsun. Tek istediğim çekimi alıp kafa çekmek. Çok asil bir davranış olmayabilir ama benim seçimim bu. O çeki almazsam ne yaparım bilmiyorum.”
Sonra bir “Casablanca” bakışı attın ona, “Bir sigaran var mı?”
Sf: 137
John Handler bir sigara verdi. Sonra da yaktı sigaramı. Ya çekimi alırım ya da sürükleyerek çıkarırlar beni burdan diye düşünüyordum.
Handler ahizeyi kaldırdı. “Bayan Simms. Bay Chinaski için bir çek hazırlanmış olmalı. Beş dakika içinde burda olsun. Teşekkür ederim.” Kapattı.
“Dinle John,” dedim, “İki yıllık gazetecilik okudum. Los Angeles Üniversitesi. Bir gazeteciye ihtiyacın yok değil mi?”
“Kusura bakma. Personel fazlamız var şu aralar.”
Sohbet ettik, birkaç dakika sonra kız elinde çek içeri girdi, çeki John’a verdi. John masadan uzanıp çeki bana verdi. İyi biriydi. Kısa bir süre sonra öldüğünü öğrendim ama Jan ve ben haşlama için et, sebze ve kalite Fransız şarabımızı alıp yaşamayı sürdürdük.
Diğer bir problem çalışmaya başladıktan iki-üç hafta sonra işverenin sunduğu bir sigorta planına iştirak etmek için baskı yapmalarıydı, ama ben genellikle o noktaya varmadan ayrılmış olurdum.
Sf: 138
Bazı işlere girmek kolaydır. Bir keresinde bir yere gidip bir iskemleye yığıldığımı ve esnediğimi anımsıyorum. Masanın arkasındaki adam, “Ne var, ne istiyordun?” diye sormuştu. Öf, lanet olsun,” demiştim, “bir iş istiyorum galiba.” “Tamam, işe alındın.”
Oysa bazı işlere hayatta girmedim. California Gaz Şirketi gazeteye yüksek ücret vadeden bir ilan vermişti, erken emeklilik filan. O sarı başvuru formlarını kaç kez doldurdum bilmiyorum, defalarca oraya gidip duvarlardaki boru fotoğraflarına baktım oturduğum sert iskemleden.
İşe alınır gibi bile olmadım. Ne zaman gaz şirketinin elemanlarından birini görsem dikkatle, incelerim, onlarda olup bende olmadığı hemen fark edilebilecek şey neydi acaba?
“Bak,” dedi, “şu kolileri görüyor musun? Fren lastiklerini bu kolilere yerleştireceksin. Böyle.”
Bay Henley nasıl yapılacağını gösterdi.
“Üç çeşit kolimiz var. Etiketleri değişiktir. Biri ‘Süper Dayanıklı Lastik’, biri ‘Süper Lastik’, diğeri de ‘Standart Lastik’ için. Lastikler şu tarafta.”
“Hepsi aynı gibi geldi bana. Nasıl ayırt edeceğim?”
“Etmeyeceksin. Hepsi aynıdır. Üçe ayır onları. Bitirdiğinde aşağı gel sana başka bir şey bulalım, olur mu?”
“Tamam. Ne zaman başlıyorum?”
“Şimdi. Kesinlikle sigara içmek yok. Burda olmaz. İçmek isteyince aşağı inersin, tamam mı?”
“Tamam.”
Bay Henley kapıyı kapattı. Merdivenlerden indiğini duydum. Küçük pencereyi açıp dışarı baktım. Sonra oturup gevşedim ve bir sigara yaktım.
Sf: 140
Oraya gittiğimde üç hafta sonrasına gün verdiler. Bütün Amerikalı gençler gibi bana da “kanseri erken teşhis et,” denmişti. Erken teşhis etmek için onlara gittiğinde üç hafta sonraya gün veriyorlardı. Bize söylenenlerle gerçek arasındaki farktır bu.
Sf: 142
Yeterice çabuk durdurmazsan Yedinci Cadde ile Broadway kavşağında yeşil muz satabilirsin.
Sf: 144
Yoklama sürdü. Bu kadar çok eleman almayı düşünmeleri iyi diye düşündüm önce sonra hoşuma gitmedi -birbirimize karşı yarıştırılacaktık muhakkak. Güçlüler kalır. Amerika’da iş arayan çoktu. Kullanıma hazır sürüyle beden. Ve ben yazar olmak istiyordum. Nerdeyse herkes yazar olduğunu düşünüyordu. Kimse dişçi veya otomobil tamircisi olabileceğinden emindir. Sınıftaki elli kişiden belki de on beşi yazar olduklarını düşünüyorlardı. Herkes konuşabiliyor, sözleri kağıda yazmayı biliyordu, demek ki herkes yazar olabilirdi. Ama allaha şükür insanların çoğu yazar değildir, hatta taksi şoförü bile olamazlar ve bazıları -birçoğu- maalesef hiçbir şey değildirler.
Sf: 145
İşin gerçeği şu ki çoğu insan araba kullanmayı bilmez, direksiyon sallamayı bilir. Onlardan biri ne zaman yanımdan geçse her birkaç saniyede bir kaza olmamasına şaşar kalırım. Her gün kırmızı ışıkları orda değillermiş gibi geçen iki- üç kişi görüyorum. Vaaz vermek istemiyorum ama size şunu söyleyebilirim -yaşadıkları hayatlar insanları çıldırtıyor ve bu, araba kullandıklarında ortaya çıkıyor. Buraya size nasıl yaşamanız gerektiğini öğretmeye gelmedim. Hahamınıza, rahibinize veya yerel orospunuza danışmanızı öneririm. Şirketin sigorta giderlerini asgaride tutmak ve gece odanıza tek parça dönmenizi sağlamak için burdayım.”
“Allah kahretsin” dedi yanımda oturan, “bu Smithson çok cins biri değil mi?”
“Herkes şairdir,” dedim.
“Şimdi,” dedi Smithson, “ve McBride uyan, beni dinle… şimdi, şoförün elinde olmadan arabanın kontrolünü kaybettiği an ne zamandır?”
“Sertleştiğinde mi?”
“Mendoza, sertleşince araba kullanamıyorsan işimize yaramazsın. En iyi şoförlerimizin bazıları sürekli sertleşmiş olarak araba kullanırlar.”
Çocuklar güldü.
“Hadi, elinizde olmadan ne zaman kaybedersiniz kontrolü?” Kimse yanıtlamadı. Elimi kaldırdım.
“Evet, Chinaski?”
“Hapşırınca.”
“Doğru.”
Parlak talebelerden biri gibi hissetmiştim kendimi tekrar. Los Angeles Üniversitesi’nde olduğum gibi -notlar kötü ama çene iyi çalışıyor.
Sf: 146
“Alkollü olarak toplumun huzurunu bozmaktan on sekiz kez, alkollü araba kullanmaktan da bir kez tutuklanmışsın.”
Sf: 149
Hem çılgın hem de müşkülpesentti. Çekiciydi ama kendini zannettiği gibi biri olmaya yetmiyordu nitelikleri.
Sf: 150
Mary Lou dönüp uzaklaştı. O uzun bedende kalçaların hareketini izledim. Sihir. Bazı kadınlar sihirliydi.
Sf: 152
Bud sipariş arabasını yuvarlayarak geldi, beş kiloluk üç kutu boya vardı arabada. Tezgahın üstüne koydu. Kutuların üstünde kızıl yazıyordu. Üstünde bordo yazan üç etiket verdi bana.
“Bordo kalmadı,” dedi. “Kutuların üstündeki etiketleri ıslatıp çıkar, bordo etiketi yapıştır.”
“Kızılla bordo arasında bayağ bir fark var ama,” dedim.
“Yap.”
Bud birkaç bez ve bir jilet bıraktı bana. Bezleri ıslatıp kutuların üstündeki etiketlere sardım. Sonra eski etiketleri kazıyıp yenilerini yapıştırdım.
Birkaç dakika sonra geri geldi. Arabadaki kutuların üstünde deniz mavisi, elindeki etiketlerde kobalt mavisi yazıyordu. Eh, yaklaşıyordu giderek.
Sf: 152
Bay Manders yanıma gelip çalışırken beni izlemeye başladı. Yüklü bir boya siparişi paketliyordum ve başıma dikilmişti. Manders dükkanın ilk sahibiydi ama karısı bir siyaha kaçınca içmeye başlamıştı. Dükkan elden gidene dek içmişti. Şimdi başka birine ait olan dükkanında bir satıcıydı.
“KIRILACAK EŞYA etiketlerini kolilere yapıştırıyor musun?”
“Evet.”
“İyi paketliyor musun? Aralara bol gazete kağıdı ve saman yerleştiriyor musun?”
“Doğru yaptığımı sanıyorum.”
“Yeterince KIRILACAK EŞYA etiketin var mı?”
“Evet, bir kutu dolusu var şurda.”
“Ne yaptığını bildiğinden emin misin? Sevkıyat memuruna benzemiyorsun sen.”
“Bir sevkiyat memuru neye benziyor?”
“Önlük giyerler. Senin önlüğün yok.”
“Haa.”
Sf: 158
Derken Japon bir kız aldılar işe. Uzun bir süre, her şey bittikten, acılar çekildikten, dertler tükendikten sonra Japon bir kız hayatıma girecek ve her şey güllük gülistanlık olacak gibi bir düşüncem olmuştu. Mutlu olmaktan ziyade huzurlu, anlayışlı ve paylaşılan bir ilişki. Japon kadınların kemik yapıları harikuladedir. Kafatası yapıları ve ciltlerinin yaşlandıkça gerilmesi çok hoştur. Amerikan kadınlarının yüzleri sarkar ve dağılır sonunda Kıçları bile dağılır sonunda, iğrenç bir hal alırlar. Kültürel farklar da önemliydi: Japon kadınları içgüdüsel olarak dünü, bugünü ve yarını kavrar. Bilge deyin isterseniz. Kalıcı bir güçleri vardır. Amerikan kadını sadece bugünü bilir, bir tek gün ters gitti mi darmadağın olurlar.
Sf: 159
Sanatla bir sigara izmariti arasındaki farkı bile bilmezdi.
Sf: 163
On beş yıl sonra 100 kilo olacaklar, güzel ve çekici olan kızları olacaktı.
Derken Noel Partisi geldi. Aralığın 24’ü. İçki, yemek ve dans olacaktı. Sevmem partileri. Dans etmeyi bilmem, insanlar beni ürkütür, özellikle partilerde. Seksi, neşeli ve zeki olmaya çalışırlar ama değildirler. Olamazlar. Durmadan çabalamaları durumu daha da dayanılmaz kılar.
Jan bana yaslanıp, “Siktir et partiyi, benimle kal. Kafa çekelim,” dediğinde karar vermek zor olmamıştı.
Daha sonra partiden söz ettiler. Küçük Eddie, “Sen gelmeyince Christine ağladı,” dedi.
Sf: 165
“Ölü sezona giriyoruz.” dedi adam, “işler düzelince ilk sizi arayacağız.”
Adamlar söylenip küfrederek sıra oluşturmaya başladılar. Ben dahil olmadım. İtaatkar bir şekilde adres ve isim veren çalışma arkadaşlarıma baktım. Bunlar, diye düşündüm, partilerde güzel dans eden adamlar işte. Dolabıma gidip beyaz önlüğümü astım, küreğimi kapıya dayayıp dışarı çıktım.
Sf: 167
İlk pazar keyifliydi. Oturdum. Yaşlı biri girdi içeri. “Evet, ne var?” diye sordum. Pahalı ama buruşuk ve biraz kirli bir takım giymişti. Kollarından aşınmaya başlamıştı ayrıca. Şapkası elindeydi. “İyi konuşan birine ihtiyacınız var mı?” diye sordu. “İnsanlarla ilgilenip konuşacak birine? Hoşsohbetimdir, güzel hikayeler anlatırım, güldürebilirim insanları.”
“Öyle mi?”
“Aa, evet.”
“Güldür beni öyleyse.”
“Ah, anlamıyorsunuz. Ortam uygun olmalı, dekor önemli, ayrıca havanızda olmalısınız…”
“Güldür beni.”
“Bayım…”
“İşimize yaramazsınız, cenazeden farkın yok!”
Bakıyordum onlara. “Peki, sen, gömleğinin yakasında bok lekesi olan,” işaret ettim. “Öne çık.”
Sf: 168
“Bok lekesi değil efendim. Kuru fasulye döküldü.”
“Bilemiyorum arkadaş, kuru fasulye yemekten çok göt yalıyorsun gibi geldi bana!”
“Ah, hahaha,” diye güldü berduşlar, “Ah, hahaha!”
Sf: 169
“Evet?”
“Ne yaptığını hatırlamıyorsun değil mi?” diye sordu sinirli bir şekilde etrafına bakınarak.
“Hayır efendim.”
“Sarhoştun. Bay Pelvington’ı erkekler tuvaletinde bir köşeye kıstırıp rehin aldın. Yarım saat tuttun onu orda.”
“Ne yaptım ona?”
“Dışarı çıkmasına izin vermedin.”
“Kim o?”
“Otelin müdür yardımcısı.”
“Başka neler yapmışım?”
“Bu otelin nasıl işletilmesi gerektiğini anlatmışsın ona. Bay Pelvington otuz yıldır otelcilik sektöründe çalışıyor. Orospuların sadece birinci katta çalışmalarını ve periyodik olarak muayene edilmelerini önermişsin. Bu otelde orospular çalışmaz Bay Chinaski.”
“Ah bunu biliyorum Bayan Pelvington.”
“Farrington.”
“Bayan Farrington.”
“Bay Pelvington’a ayrıca yük boşlatma işi için iki kişinin yeterli olduğunu, on kişiye ihtiyaç olmadığını ve her işçiye akşamları eve giderken otobüste taşınabilecek kafeslere konmuş birer ıstakoz verildiği taktirde hırsızlığın kesileceğini söylemişsin.”
“Çok iyi bir mizah anlayışınız var Bayan Farrington.”
“Emniyet görevlisi bile kurtaramamış Bay Pelvington’ı elinden. Ceketini yırttın adamın. Polisler geldikten sonra teslim olmuşsun.”
“Tahmin ederim ki işime son verildi.”
“Doğru tahmin ettiniz Bay Chinaski.”
Dışarı çıkıp oraya yığılmış küfelerin arasına gizlendim.
Sf: 170
Sebze ve Meyve Hali Beşinci Cadde ile San Pedro kavşağındaydı. Sabah beşte orda olman gerekirdi. Oraya vardığımda karanlıktı hala. Adamlar oturmuş sigara sarıyor, alçak sesle konuşuyorlardı. Bu tür yerlerin hepsinin ortak bir kokusu vardır -bayat ter, sidik ve ucuz şarap karışımı bir koku.
Sf: 172
Memurların arkasında toplam altı karatahta vardı. Tebeşir ve silgileri de vardı, aynı ilkokuldaki gibi, karatahtaların beşi ıslak silgi ile silinmişlerdi, daha önce yazılmış mesajların izi kalmıştı.
Makinelerin domates toplayıcılarının işine son verdiğini sanıyordum. Ama ihtiyaç vardı işte. İnsanlar makinelerden daha ucuzdu anlaşılan. Makineler bozulurdu ayrıca. Ah.
Sf: 173
Kamyonun arkasında bir sıra oluşturmuştuk güneş yükselirken. Yola koyulmanın zamanı gelmişti. Üstündeki yüksek bez tente yırtılmış bir II.Dünya Savaşı kamyonuna biniyorduk. Birbirimizi mümkün olduğunca nazik bir şekilde iterek. Sonra dirsekler canımı sıktı, en arkaya geçtim.
Kamyonun kapasitesi şaşırtıcıydı. Meksikalı, iri bir ustabaşı, kamyonun yan tarafında durmuş, “Hadi ilerleyin, hadi…” deyip duruyordu.
Bir balinanın ağzına girer gibi yavaş ve isteksiz ilerliyorduk.
Yan tarafa doğru durmuş, adamların yüzlerine bakıyordum: konuşuyor, hafif tebessüm ediyorlardı. Bir yandan da hoşlanmıyordum onlardan, yalnız hissediyordum kendimi. Sonra domates toplamayı becerebilirim, diye düşünüp binmeye karar verdim. Arkamdan biri çarptı bana. Meksikalı, şişman bir kadındı, heyecanlı görünüyordu. Kalçalarından yakalayıp destek verdim kamyona tutunabilmesi için. Çok ağırdı. Tutmak zordu. Nihayet bir yerine yerleştirdim ellerimi. Bir elim iki bacağının arasına girmişti. İttim ve çıktı kamyona. Sıra bana gelmişti, çıkmak için bir hamle yaptım. Sonuncuydum. Meksikalı ustabaşı ayağını elimin üstüne bastı. “Hayır,” dedi, “yeterince adam oldu.”
Sf: 174
Bir kart zincirle sabitlenmiş bir kalem uzattılar bana. “Doldur,” dedi memur.
Sf: 177
Striptizci kızların resimleri cam vitrine asılmıştı. Bir bilet aldım. Gişedeki kız resimlerdeki kızlardan daha çekiciydi. Otuz sekiz sentim kalmıştı şimdi. Karanlık salona girip önden sekizinci sıraya oturdum. İlk üç sıra tamamen dolmuştu.
Şansım vardı. Film bitmişti ve striptiz başlamak üzereydi. İlk kız çıktı. Darlene. İlk çıkan genellikle en kötüsüdür, yaşlıdır, arka planda bacak sallayarak idare eder. Ve karşımızda duruyordu Darlene. Kızlardan biri öldürülmüş olabilirdi, veya regl olmuştu, veya bunalımdaydı ve tekrar solo dans edebilmek için son şansıydı bu Darlene’in.
Ama iyi parçaydı Darlene. Zayıf ama iri memeli. Söğüt gibi bir vücut. O ince sırtın, ince bedenin sonunda inanılmaz irilikte bir kıç. Mucizevi – çıldırtabilirdi insanı.
Doktrin: “Eğer berbat bir şeyler olmuşsa, unutmak için içersin; iyi bir şeyler olmuşsa kutlamak için içersin ve hiçbir şey olmamışsa bir şeyler olması için içersin.” – Charles Bukowski
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (76)
- ★★★★★ şaheser (25)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- hayat kanunları (18)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (381)
- röportaj (3)
- tefrika (19)