İki Gözüm Ayşe
Sf: 7
PORTRE: SABAHATTİN ALİ
“SÖYLEMEYE DOYULMAMIŞ BİR ALLAHAISMARLADIK…”
Yaklaşık 5 ay Konya Cezaevi’nde yattıktan sonra 10 Mayıs 1933’te Sinop Hapishanesi’ne nakledildi. Büyük ilgi uyandıran en tanınmış şiiri “Aldırma Gönül”ü (Hapishane Şarkısı-V) burada yazıldı. Cumhuriyet’in 10. yıl dönümü nedeniyle çıkarılan aftan yararlanarak cezasının bitimine birkaç ay kala özgürlüğüne kavuştu.
Sf: 8
1948’te Mehmet Ali Aybar’ın çıkardığı” Zincirli Hürriyet”teki bir yazısından dolayı başlatılan kovuşturma sırasında bir kamyonla nakliyeciliğe başladı.
Aynı yıl yurt dışına kaçma girişiminde bulundu. Cesedi 16 Haziran 1948’te Kırklareli’nin Sazara köyü yakınlarında bulundu.
12 Ocak 1949’da Ali Ertekin tarafından öldürüldüğü açıklandı…
Sf: 9
YEŞİL MÜREKKEPLİ MEKTUPLAR
Sabahattin Ali, Türk yazınının, bin bir türlü çileden geçmiş soylu yazarlarından biridir.
Bu çileli yaşam, 2 Nisan 1948 günü, Kırklareli’nin Üsküp nahiyesi, eski adıyla Sazara, yeni adıyla Çukurca köyünün dokuz kilometre uzaklığındaki Istranca Dağı Beylik
ormanlarında “Öküz Çatak” denilen yerde, Yugoslav göçmeni, ordudan çıkarılmış astsubay ve Milli Emniyet ajanı Ali Ertekin’in sopa darbeleriyle noktalandığında, geride binlerce sayfalık öyküler ve acılardan süzülmüş dizeler kalmıştı.
Sabahattin Ali, “Göklerde kartal gibiydim / Kanatlarımdan vuruldum / Mor çiçekli dal gibiydim / Bahar vaktinde kırıldım” dizelerinde sanki geleceğin falını okumuştu.
Elinizde tuttuğunuz kitapta, Sabahattin Ali’nin duygusal bağlarla tutulduğu Ayşe Sıtkı’ya 1933-34 yıllarında cezaevinden yazdığı yeşil mürekkepli mektuplar, bu çileli yaşamın sevgi ile tutsaklık arasındaki tel örgüleri gibi o günlerden bugünlere bizlere ulaşıyor.
Bu mektupları okurken, satırlar paslı birer kelepçe olup bileklerinize takılıyor, demir parmaklık olup önünüze dikiliyor, “benimsin, benimsin diyemediğim” dizeleri ile yüreklerden çıkıp vicdanlarınıza yerleşiyor.
Sabahattin Ali, 1932 yılında yakın arkadaşlarından sonradan CHP milletvekili olan Emin Soysal tarafından ihbar edildi ve Atatürk’e hakaret suçundan bir yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Sabahattin Ali, Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı. “Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül, aldırma / Ağladığın duyulmasın / Aldırma gönül, aldırma” dizeleri Sinop Cezaevi’nin deniz altındaki hücrelerinde yazıldı.
“Görmesen bile denizi / Yukarıya çevir gözü / Deniz gibidir gökyüzü / Aldırma gönül, aldırma” dizeleri deniz altındaki hücrelerden gelen acı çığlıklardı.
Bu acı çığlıklar “dışarıdaki deli dalgalar”ın seslerine karışarak bugünlere kadar geldi. Her siyasal tutuklu, cezaevlerinde biraz da bu dizelerle avundu.
Sf: 11
Sabahattin Ali’nin bugün mezarının nerede olduğu bile bilinmiyor. Bu gibi kitaplar, mezarının yeri bile bilinmeyen, geçmiş hükümetlerin bir mezar yerini bile çok gördükleri Sabahattin Ali için dikilen gerçek mezar taşlarıdır.
UĞUR MUMCU
BİR CUMHURİYET KIZI: AYŞE SITKI
Sf: 14
“Yanlış hatırlamıyorsam 1928-29 öğretim yılında girmeye başladı derslerimize Reşat Nuri. Sevinçten hepimiz uçtuktu. Ama çok sürmedi, müfettiş oldu ve gitti. Karısını da orada sevdi ve evlendi. Ben sınıfta ön sırada, kürsünün karşısında oturuyordum. Sınıfa ilk girişinde önüme geldi ve sevecen bir gözle bakarak, o günkü parçayı ‘siz okuyun’ dedi. Kızlar kıskandı, ertesi gün beni arka sıraya oturtup konuşturdular derste. Gözünden düşürdüler. O da baktı ki, ben arkaya gitmişim, konuşuyorum bir daha özel bir ilgi göstermedi. Aklıma geldikçe hala üzülürüm…”
Nazım’ın kitaplarını, o sıralarda okumaya başlar Ayşe Sıtkı.
Sf: 15
Sabahattin Ali daha sonra, “hayran kaldığı” Nazım Hikmet’i Kadıköy’deki evinde Ayşe Sıtkı’yla tanıştıracaktır. “Yandan çarklı”ya bindikleri gibi geçerler karşıya… Nazım Hikmet hastadır:
“Sabahattin, çok beğendiğimi ve sevdiğimi bildiği Nazım Hikmet’le beni tanıştırmayı vaat etti. 1931 yılının yaz aylarıydı sanıyorum ve beni Nazım Hikmet’in Kadıköy’deki evine götürdü. Gittiğimizde siyatikten rahatsız olan Nazım bir yer yatağında yatıyordu. Bizimle görüşmek üzere doğrulup oturduğu zaman, yatağın içinden çok güçlü ışıklar fışkırdığını sandım. Gözleri, bakışları, yüzü ve vücudunun güçlü ifadesi insanı büyülüyordu. Bize çok ilgi gösterdi. Tarih bölümünde okuduğumu öğrenince, özellikle Fransız İhtilali üzerine sorular yöneltti, Marat’yı sordu. Ben dilimin döndüğü kadar cevap verdim bu sorulara. Ama Nazım’ın öylesine etkisindeydim ki, çok düzgün konuşamıyordum. O beğendi, yaşımı sordu. 20’sinde olduğumu öğrenince, kendisinin o yaşlarını anımsar gibi, gözlerini kısarak ‘çok genç, çok genç’ diye iltifat etti. Odanın bir köşesindeki küçük masanın yanındaki iskemlede oturan sempatik bir hanım vardı. Nesiydi, bugün hatırlamıyorum. Daha sonra Sabahattin’le Nazım uzun uzun konuştular.”
Ayşe Sıtkı, Nazım Hikmet’in lise yıllarından beri okuduğu şiirlerinden çok etkilenmiştir. Öyle ki, 1934 yılında şiirlerini yayımlayan Sabahattin Ali’ye, “Nazım’ın bir tek kuvvetli şiirine bütün kitabın feda edilebileceğini” söyler.
Sf: 16
Sabahattin Ali ile Ayşe Sıtkı’nın dostlukları giderek gelişir. İlişkileri daha çok mektuplar aracılığıyla sürer:
“Dostluğumuz daha çok mektuplarla sürdü. Sabahattin Ali’yle çok yakından, çok gülüşerek, konuşarak bir dostluk sürdüremedik. Çünkü o İstanbul’un dışındaydı daima ve sürekli olarak hapislere girip çıkıyordu. Buna rağmen Sabahattin benimle evlenmeyi çok istedi. Ancak ben ona kendimi o kadar yakın hissediyordum ki, bu yakınlığı evlenerek bozmak istemedim.”
Sf: 17
Ayşe Sıtkı, mektupların 15 yıl süren bu zorunlu yolculuğu için “Sabahattin Ali’nin son mahpusluğudur” diyor.
“Mektupları Talia’ya götürmek zorunda kaldım. Yıllarca Rauf Yekta Bey’in üst katındaki kütüphane odasında kaldılar. Bu mektuplar Sabahattin Ali’nin son mahpusluğudur. Sonra torunlar, kitap kurtları, Rauf Yekta Bey’in bazıları dünyada tek, bazıları iki nüsha olan kitaplarını aldılar. Mektupların da zarflarının üzerindeki pulları kestiler. Eski yazı olduğu için mektuplar pek enteresan gelmedi herhalde. Ama ben Talia’ya sayarak vermedim, sayarak da almadım. Kayıp olan var mı bilmiyorum.”
Aradan 15 yıl geçer… Ayşe Sıtkı ilk eşinin ölümünden sonra “Talia” der, “mektuplar!..” Talia Tanın mektupları Ayşe Sıtkı’ya verir…
Sf: 29
Bazı felsefelerin bana pamuk ipliğiyle bağlandığını söylüyorsun, öyle olabilir Ayşe, bir fikrin kıymeti sabit oluşunda değil, samimi oluşundadır. Ben onları yazarken samimi idim ama onlar bana uymazlarmış da ben yarın değişebilirmişim, bu da olabilir ve gayet tabiidir, kör değneğini beller gibi bir fikre saplanacak değilim ya. Dediğim gibi insan bir fikre samimiyetle sarılmalı ve onun için ölebilmelidir. Dedim ya, hiçbir şeyi ciddiye almamalı, hatta ölümü bile…
Herkese selam. Senin de gözlerinden öperim kızım. 
                                                                                                                            Sabahattin Ali

Sf: 32
(Tarihsiz)
Ayşe,
Bunun aksi, yani seven bir kıza: Hayır, istemiyorum! demek değildir. Bilakis hiç kimseden hiçbir şey istememek ve verildiği zaman da teşekkürsüz ve sessiz kabul etmektir. Ben …….’ya aşık bulunduğum dört sene zarfında, bütün bilenlerin tasdik edeceği veçhile, ondan hiçbir şey, ama mutlak suretle hiçbir şey, hatta tatlı bir bakış veya yumuşak bir kelime bile talep etmemiş, ve bütün aşkı, aşkın asaletini ve gururunu yalnız vermekte hiçbir şey düşünmeden ve hiçbir şey beklemeden vermekte bulmuştum.
Zorla sevilmek isteyenler ihtiyarlar, sevildikleri zaman naza çekenler de muallim mektepleri talebeleridir… Ne nim küstah (yarı küstah) bir talepkarlık, ne de cıvık bir gurur… Aşk böyle soğukluklardan tamamen muarra (uzak), mahzı aşk (sırf, saf aşk) halinde içimizde yaşamalıdır. Biz aşka bir gözlük gibi her zaman muhtaç, her zaman malik bulunmalıyız… Bazen mevcudiyetini tamamen unutmamıza rağmen onu bir opera dürbünü gibi muvakkat bir ihtiyaç veya lüks olarak kabul etmek ona hakarettir. Ve “Tais”deki Fisiyas’ın dediği gibi: ” Venüs’e hakaret etmekten çekinmelidir, çünkü intikamı dehşetli olur…”
                                                                                                                            Sabahattin Ali
Sf: 34
(Tarihsiz)
İki gözüm Ayşe,
Utandırma siyaseti takip etmek istediğimden falan değil, fakat senin cevabını tecil etmek (çabuklaştırmak) için derhal cevap vermek istedim, buna rağmen görüyorsun ki 10 gün kadar geç kaldım. Sebebi basit, benim her zamanki hastalığım: Yine aşıkım. Ah Ayşe, vallahi artık ben de şaşırdım, 15-16 yaşımdan beri şöyle bir haftacık olsun aşık olmadan durduğumu hatırlamıyorum. Mütemadiyen, bilafasıla (aralıksız) ve şiddetle aşıkım. Zannetme ki öyle üstünkörü şeylere aşk ismini veriyorum, benimkilerin her biri ateşlilikte Verter’i, bakirlikte Romeo’yu geri bırakacak şeyler; işin tuhafı her seferinde ilk defa aşık oluyormuşum gibi bilmediğim heyecanlara ve ihtisaslara (duyarlılıklara) düşmemdir. Bu ihtimal her aşkımın nevi ve şekil itibariyle diğerinden çok farklı olmasındandır. Galiba evvelce de söylemiştim, bende aşk mıknatısiyet (çekim) gibi bir şey, daima mevcut, yalnız mıknatısa yapışan cisimler değişiyor.
Bunun için herhangi seksüel bir hissin zebunu (ezilmişi) veya bir galat (yanlış) hissin kurbanı değil, hakiki bir aşıkım. Ecsam (cisimler) mevat (maddeler) vesairelerle alakası olmayan bir mevcudiyet yani mahzı aşk (sırf aşk) bende hükmünü yürütmektedir. İşin fenası: Birisine yeni aşık olmaklığım ondan evvelkilerin unutulmasına sebep olmuyor, yine en ufak bir vesile onlardan birine karşı eski şiddetle alaka ve temayülümün uyanmasına sebebiyet veriyor.
Sf: 35
Dünyada herkes mukadder bir vazifeyi ifa için gelişmiş, ben de zannediyorum ki sadece aşık olmak, zaman, mekan ve imkan düşünmeden aşık olmak için gelmişim, bereket ki boylu poslu yakışıklı bir delikanlı değilim, o zaman böyle kendi kendime tutuşmakla kalmaz, mukabele (karşılık) falan da görür, işi gücü maceralara hasrederdik; şimdi ise kendi kendimize gelin güvey olurken başka birtakım işler çıkacak, yazı falan yazacak zamanımız oluyor.
Fakat Freud’un dediği gibi cinsiyetle alakası olan, ondan doğan bir şey değil, onunla uzaktan bile alakadar olmayan bir şey, hatta cinsi hislerin müdahalesinde derhal ölen, asaletini kaybeden bir şey.
Sf: 37
21.2.1932-Konya
Ayşe,
Ve sırf bu sebepten mektubu birbiriyle alakası olmayan ufak parçalar halinde yazacağım. Şu frenklerin “aphorism” dedikleri tarzda.
Herkes gibi benim de ayla ahbaplığım çocukluğumdan başlar. Yalnız ben belki biraz daha ileri giderdim: Bazı geceler babamın asker dürbününü alarak saatlerce onu seyrettiğim olurdu… Hemen hemen çehresinin bütün hatlarını bilirdim. Fakat o zamanlar birbirimize bir şey anlatamazdık, onunla asıl ahbaplığımız, daha doğrusu münasebetimiz bu son senelerdedir; ahbap olduğumuzu iddia edemem…
Sf: 38
Ay her yerde aynı şey. O beni birçok yerlerde gördü, ben de onu… O benim kendisine böyle mütemadiyen başka başka yerlerden görünmeme hayret etmiyor, halbuki ben her yerde aynı yüzü gördüğüm için biraz hayret eder gibiyim. Evet hiç fark yok: Bu, Potsdam Gölü’nde bir kayık içinde kendisine anlamaz gözlerle baktığım ay. Bu, Templin’de donmuş karları gıcırdatarak yürürken berrak ve soğuk gökyüzünde beni seyreden ay. Bu Yozgat’ta sallanarak sokakları dolaşırken bir fener gibi önüme düşerek bana evimin yolunu gösteren ay.
Gözlerimi biraz geriye çevirirsem görüyorum ki, ürkek bir deve kuşu sürüsü halinde Mısır’ı terk eden Beni İsrail’e (İsrailoğulları) Bahr-i ahmer (Kızıldeniz) yolunu açan Mahaeros Şatosu taraçalarında ve Herodes’in önünde tüllere bürünerek rakseden dilber Salome’ye sinsi tebessümler gönderen, Ganj kenarında bağdaş kurup oturan Buda’ya acayip fikirler ilham eden, ve Sadabad’da asır dilde (yüzyıllar görmüş) ağaçların yaprakları arasından süzülerek ipek yaşmakların altını gözetleyen aynı aydır, hiçbir hattı bile değişmeden aynı ay… Bu biraz evvel dışarıda gördüğüm, bu her zaman gördüğümüz ay… 
İhtimal bir kayada yosun olan bir uzvum binlerce sene sonra aynı çehreyi seyredecek ve ihtimal Hint Denizi’nde bir damla su olan diğer bir uzvum med (yükselme) zamanında ona doğru yükselecektir.
Sf: 39
Mutlak surette yalnızlığa alışmış olan dimağım yalnız o zaman bir arkadaş ister ve ben yalnız o zaman bir yoldaşa olan ihtiyacı duyarım, ben ay ziyası (ışığı) altında yürürken kolumda vücudunu bana yükleyerek giden birisini istiyorum. Ve ay beni yalnız gördükçe: “Nerde arkadaşın?” diye soruyor zannediyorum.
Her insanın içinde namütanahi (sonsuz) teller var, ve herkeste başka başka. Bazen iki kişide aynı sesi veren bazı teller bulunuyor, o zaman: “Birbirimizi bulduk” diyorlar. Fakat yalnız bu teller çalındığı müddetçe… Diğer tellere geçildiği zaman arada ne dehşetli bir ayrılık olduğu meydana çıkıyor.
Sf: 41
Bak, benden ibret al: Benim …….. Ankara İsmet Paşa Enstitüsü’ne gitti. Babası evlenmesini pek erken bulmuştu, kendisinin bende gönlü olduğunu zannediyordum ve bir budala gibi birkaç sene daha beklemek niyetinde idim, halbuki bir gün, bir yerde: “Eğer hariciye memuru falan olsaydı ona varırdım” dediği kulağıma geldi… Buna karşı alınacak en tabii tavır, işin gülünçlüğünün derhal farkına ve budalalığı daha fazla devam ettirmenin manasızlığını görerek bir kahkaha atmak olduğu halde ben nedense epey bir müddet şiddetle müteessir oldum. Fakat dünyada neyin kolayı bulunmaz ki? Daha aradan bir hafta geçmeden burada Alaaddin Gazinosu’nda şarkı söyleyen Muhsine Hanım’a zarf içinde birer lira gönderip şarkı ısmarlamaya ve sarhoş olmaya başladım, nihayet bundan da vazgeçerek “Güzel Aliye”* ismini ve şöhretini taşıyan bir hanımla evlenmeye karar verdim.
Sf: 42
Hele o omuzumda bir toz görüldü mü silkip atmalar ve kravatımı düzeltmeler bana bir hayli acayip ve sinirlendirici geliyor. Bana nedense namuslu kadınlara yalnız arkadaş gözüyle bakmaya, onlarla konuşup şakalaşmaktan başka bir şey yapmamaya alıştığım için genç bir kızın manalı bakışlarından, fazla mahrem tavırlarından hicap (utanç) duyuyor ve sıkılıyorum. Halbuki kızcağızın hiç kabahati yok, bunlar gayet tabii şeyler, bütün kabahat bende. Şimdiye kadar yalnız fahişelerle bu kabil münasebetlerde bulunduğum ve diğer kadınlara karşı erkek arkadaşlarıma yaptığım muamelenin aynını yaptığım ve aynı hissiyatı taşıdığım için bu kızcağızın arkadaşlıktan başka şeyleri de ima eden etvar (tavırlar) ve harekatı beni muazzep ediyor (üzüyor). Gayet samimi söylüyorum Ayşe, şimdiye kadar evlenmeyi çok düşünmüş fakat evlendiğim zaman karımla böyle şeyler yapmaya mecbur kalacağımı hiç düşünmemiştim. Ben bu işleri tamamen başka bir cins kadınların harcı telakki ediyordum. Düşün: Mahçup, terbiyeli, ciddi ve namuslu bir kız, insan onu görünce muhakkak hükmeder ki bunun aklından en ufak bir kirli ve gizli düşünce geçmemiştir ve geçemez. Fakat bu kızcağız, mesela bir gece koluma girmiş, eve dönerken parmaklarını parmaklarıma geçirip öyle hırslı sıkıyor yahut öyle cesur ve birçok şeyler söylemek isteyen gözlerle gözlerime bakıyor ki utancımdan kıpkırmızı kesildiğimi hissediyorum. Çok münasebetsiz ve acayip bir adam olduğumun farkındayım, fakat ne yapayım, elimden gelmiyor, alışamıyorum vesselam.
Sf: 45
8.12.1932 – Konya
İki Gözüm Ayşe,
Birkaç mektuba ancak bir tek cevap yazmak adetinde olduğunu bildiğim için işte ikinci bir mektubu da kaleme alıyorum. Diğerini galiba Sinop’a göndermiştim.
Sf: 49
21.4.1933 – Konya
Ayşe,
Ne yazayım, sen sorsan ben cevap verirdim, fakat şimdi kendiliğimden yazacağım şeylerin hepsi soğuk ve manasız olacak. Bilhassa benim içim bugünlerde sizlerin pek de aşina olmadığınız birtakım hislerle dolu… Günlerce ölüm düşüncesiyle baş başa oturmak nedir bilir misin…
Sf: 50
Kendimden bahsetmemek istediğim halde bir hayli soğukluklar daha yazdım. Niçin cevap yazmıyorsun Ayşe, vallahi çok darılıyorum. Sana gücenmek istemem fakat ne yapayım elimde değil. Bazen Pertev’e (Boratav) “mektup var mı?” deyip hayır cevabı alınca o kadar müteessir oluyorum ki… Bari Ayşe başkaları gibi olmasa diyorum. Halbuki bu başkalarından hiç olmazsa ayda bir şey çıkıyor, senden o da yok.
Sf: 51
İki Gözüm Ayşe,
Sokakta giderken bir dilenci göreceksin, ona mesela bir lira fırlatıp atacaksın, sonra bu dilenciyle, kendin ile yaptığın şeyle alay edeceksin. Bu alay senin zekanı, verdiğin banknot senin kalbini gösterecek.
Halbuki ne verdiğin lira samimi, ne de ettiğin alay samimidir ve sen yazılmış, oynanmış, modası da geçmiş bir komediyi tekrar etmektesin.
Sf: 52
Ayşe, dünyada hiçbir meslek muallimlik kadar kötü değildir: Muallim olduğun müddetçe çocukları asla sevemezsin, sevemeyeceğini zannedersin, onlara kızar, onları küstah, manasız, budala bulursun ve ancak onlardan ayrıldığın zaman çocukların senin için ne olduğunu, onların senin benliğine nasıl yerleştiklerini görür ve için için erirsin.
Tuz inhisarından (tekelinden) “31” bin lira alıp ertesi gün polislere teslim eden fakat bu 24 saatlik hammallık için beş seneye mahkum olan bir veznedar Hafız var. O daha çok dindar ve daha az mistik… Cavit Bey gibi pek derinlere gidemiyor. Akşama kadar manasını anlamadan Kuran okumak bazı geceler de mevlit okumakla iktifa ediyor (yetiniyor). Burada okunan mevlit ve bunun dinleyenler üzerindeki tesiri başlı başına sayfalar doldurabilir. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki dinin -her şeye rağmen- ne kadar kuvvetli, ve basit kafalarda yerleşmeye ne kadar elverişli bir şey olduğunu burada gayet iyi anladım. Din bir kere girdiği kafalardan o kafalar yok olmadan çıkmayan, hatta frengi mikrobu gibi nesilden nesile intikal eden en dehşetli bir afet… Ve asıl dehşeti cazip taraflarının çok oluşunda… Ben bile mesela bir mevlit dinler veya bir teravihe seyirci olurken muayyen tahassüsün (duygulanmanın) elinden kendimi kurtaramıyorum. Muhakkak olan bir nokta daha: Kendisi kadar kuvvetli ve cazip bir şey vermedikçe dini ortadan kaldırmaya bila kaydü şart (kayıtsız şartsız) imkân yoktur.
Aynı zamanda bu Anadolu havaları hiç de basit değil… Bazen en büyük şairlerin uğraşıp da söyleyemedikleri şeyleri o kadar kolayca söyleyivermişler ki insan hayret ediyor.
Sf: 55
Buradan başka nasıl bahsedeyim. Dünyada kendini bilen bir adama en güç gelen şey, kendisine herhangi bir şekilde faik (üstün) olan bir adamla küçülmeden konuşabilmektir. Ve sizin bana şimdi hür olmak gibi tefevvukunuz (üstünlüğünüz) var. İlk mektubumla merhametinizi tahrik etmek istiyormuş gibi bir tesir yaptığımı anlıyorum. Böyle bir niyetim olmadığına inanırsanız çok memnun olurum. Sana bu mektupla göndereceğim şiirlerin birinde (dışarıda serbest gezene hapiste yatan hor gelir) diye bir yer var, daha doğrusu hapiste yatan bunu böyle zanneder. Aciz mevkide olan bütün insanlar gibi mahpusun alınganlığı da fazladır. Mamafih ben bütün bunları bildiğim için bu gibi zaaflardan da azadeyim (kurtulmuşum) demektir.
Sf: 56
Mektubuna şimdi göz gezdirirken “seni epeyce düşündüğümü bil… Hayatım herhalde bilmek istiyorum…” gibi cümleler nazarı dikkatimi celbetti. Yani hoşuma gitti. Senin laf olsun diye yazmayacağını bildiğim için bu sözlerine icap eden ehemmiyeti verdim ve başkaları tarafından “epeyce düşünülen” her insan gibi bir sevinç duydum.
Sf: 59
Bunun üzerine ben de ertesi akşam bir kağıt yazdım, gardiyanlardan biriyle kendisine yolladım. Kağıt, raporu hakkında malumat istediği mal müdürünün imzasıyla idi ve şu mealde (anlamda) idi: “Sıhhiye müdürünü gördüm, raporunuzun Samsun’a nakil hakkında değil, ahvali sıhhıyeniz (sağlık durumunuz) çok mütezelzil (sarsıntılı) olduğu için mütebaki (kalan) cezanızın tecili hakkında olduğunu söyledi. Muamelesi 15-20 günde biterse az bir müddet sonra hürriyetinize kavuşacaksınız demektir… “
Ne dersin, adamcağız buna inandı… Sekiz seneden beri yatıyor… Şaka mı bu?.. Derhal koşa koşa ve evvela bana geldi, kendi yazdığım kağıdı elinde sallayarak “kurtuldum… kurtuldum… bak şuna!..” dedi… Sonra kağıdı okumaya başladı. Sesi titriyor ve tıkanıyordu… Yanımızda bulunanlar hiç bozmadan saadet temennilerinde bulundular… Ben bu anda içimin şiddetle ezildiğini, hayatımda hiçbir hareketimden duymadığım kadar şiddetli bir nedamet (pişmanlık), duyduğumu hissettim. İş işten geçtiği için bir şey yapamadım, o vaziyette kendisine bunun şaka olduğunu söylemek imkansızdı. Zaten o bizim sözlerimize kulak vermeden koşarak başka koğuşlara gitti. Yanımızdakiler kahkahadan kırılıyorlardı. Ben dehşetli teessür duyuyordum. Tamir etme çareleri düşündüm, aklıma bir şey gelmedi… Bütün koğuşlar bu havadisle çalkalanıyordu. Bir saat kadar sonra hapishanedekilerin birçoğu işin yalan olduğunu da duymuşlardı. Fakat Cavit Bey hala daha bihaber (habersiz), birisini kolundan tutup çekiyor, koridorda kendisiyle beraber dolaştırıyor ve ona çıktığı zaman yapacağı işlerden bahsediyordu.
Hapsine sebep olan cinayeti karısı yüzünden yapmıştı. Fakat koridorda beraber gezdiği bu mahpusa, bizim odanın önünden geçerken “ne de olsa insana bir hayat arkadaşı lazım!..” dediğini duydum. İçimden gülmek geldi fakat gülemedim… İş zannedildiğinden feciydi. Adamcağız kendini yeni bir hayatın; ümit, aydınlık dolu bir hayatın eşiğinde görüyordu. Doğruyu söylemek ona yeniden 15 sene vermekten daha ağır olacaktı.
Sabaha kadar uyuyamadı, etrafındakilere çay pişirip ikram etti. Konya’nın nerelerinde cami, türbe bulunduğunu sorup öğrendi. Çıkar çıkmaz her camide iki rekat namaz kılacak, her türbeyi ziyaret edecek, Mevlana’da bir gün ibadet ve teatle vakit geçirecekti.
Ertesi gün birisi hafifçe kulağını bükmüş, o da derhal anlar gibi olmuş, biraz sonra da tamamıyla anlamış. Kendisiyle karşı karşıya gelmekten kaçıyordum. Yalnız duyduğuma nazaran (göre) fevkalade bitkin bir haldeymiş ve anlıyormuş. “Bana böyle şey yapılır mıydı?” diyormuş.
İşte sana psikolojik bir hapishane hikayesi…
Sf: 62
10.5.1933 – Gece
Karadeniz vapuru
Hayatın bazen çok tatlı olduğunu itiraf ederim. Fakat herkes için değil. Mesela ben hayatımın bir bilançosunu yapsam, bütün ömrümdeki zevkli anlar ihtimal bir hafta bile tutmazlar.
Fakat benim gibi ölünceye kadar her gününü kendine zehir edecek yaradılışta olanlar ne diye yaşasınlar?

Sf: 63
Düşün Ayşe, ben bana lüzumsuz yere surat eden bir arkadaş yüzünden günlerce -hiç belli etmeden- kendimi yerim. Mesela bir lokantada garsonun yemek getirirken parmağıyla tabağın kenarından tutması -sesimi çıkarmasam bile- beni saatlerce sinirlendirir. Ben sesimin daima karşımdakinin sesinden bir perde yukarı çıkmasını, alnımın, (bunu yalnız kendim bilsem bile) daima herkesten bir parça yukarı durmasını isterim, şimdi hapishanede hiçbir hareketlerine ses çıkarmayacağım birtakım mecburi arkadaşlar beni nasıl yitip bitirirler, akılların almayacağı bir pislik ve sefaletteki bir nezarethane beni nasıl çıldırtır, aşağılık bir karakol kumandanının sırıtarak uzattığı kelepçe beni nasıl öldürür ve en nihayet herhangi bir gardiyanın istihfafkar (küçümser) tavırları beni nasıl için için kudurtur. Eğer kainattaki hadisatı herhangi bir kuvvet idare ediyorsa, bu kuvvet ya bendeki mukavemet kudretlerini yanlış ve mubalağalı tahmin ediyor, yahut da benimle pek nahoş oyunlar oynamaya niyetleniyor.
Sf: 64
Mesela ben seni hiçbir zaman sana mektup yazarken, yani tasavvur ederken olduğu kadar çok sevmemişimdir. Bütün arkadaşlarım için de böyledir, sevdiklerimi ben arkalarından daha çok severim, hatta onlarla uzun bir beraberlikten adeta korkarım… Korkarım ki uzun bir temas onlarda, kafamdaki tasavvurlarda bulunmayan noksanlar ve sakatlıklar meydana çıkaracak. Aynı zamanda da sevdiklerimin hakikatte benim tasavvur ettiğim gibi olmadığı düşüncesi içimi kemirir, sonra da bunda hata etmek ihtimali ve dostlarımdan şüphelenmek beni nedamete (pişmanlığa) sevkeder.
Sf: 65
Bulduğum çareler bermutad (alışıldığı gibi) hakikatle alakası olmayan şeyler olduğu için kabili tatbik (uygulanması mümkün) değil… Mesela her tarafı ormanla sarılı yüksek bir dağda ufak bir kulübede ömrümün sonuna kadar kimseyle görüşmeden yaşamak, taşlar, yapraklarla konuşmak ve düşünmek istiyorum. Öyle zamanlarım oluyor ki bu düşünce şiddetli daüssıla (sıla hastalığı) gibi beni sarıyor, bana hayatımın bir gayesi gibi görünüyor.
Yahut yalnızca görmediğim, bilmediğim memleketlere çıkmak, günlerce hiç konuşmadan, hiç insan yüzü görmeden yürümek, yalnız arasıra biraz ekmek istemek veya yol sormak için insanlara gitmek ve böylece, hiç kimsenin bilmediği bir yerde tek başıma ölünceye kadar, düşüncelerimle dolaşmak istiyorum.
Bunları yapamasam, zahiren (görünüşte) herkesinkine benzeyen bir hayat sürsem bile şurası bir hakikattir ki: İnsanlarla olan münasebatımda eski maharetimi kaybettim mükalemelerim (görüşmelerim) (en sevdiklerimle bile) acemicedir, budala olmayan bir adamla konuşmakta çok zahmet çekiyorum. Yarım yamalak bildiğim bir lisanda mükaleme ediyormuşum gibi sıkılıyor ve mütemadiyen gülünç bir şey söylemekten korkuyormuşum gibi oluyorum. Gıyaplarında kendileriyle adamakıllı anlaştığım adamlarla karşı karşıya gelince söz bulamıyor, sersem sersem sırıtıyor, yahut, eski zamanlardaki gibi “zekice” bir söz söylemek istediğim zaman, beceremiyor ve üzerimde muhatabımın samimi bir merhametle bana bakan gözlerini hissediyorum. Eğer karşımdaki benimle alay etmeyerek zahiri bir alaka gösteriyorsa bu, eski zamanlara olan hürmetindendir, bir zamanlar çok alkışlanan ihtiyar bir aktör yeniden sahneye çıksa seyirciler onu nasıl artık sanatından değil, ona acıdıklarından ve eski günleri düşündüklerinden alkışlarlarsa ben de kendimi ona yakın bir vaziyette görüyorum. Bu benim kendime olan itimadımı azaltmıyor, arttırıyor.
Sf: 68
Sen son mektubunda şöyle diyorsun: (Sen hepimizden çok yaşamış olacaksın. Hayat ne kadar renkli -acı, tatlı- hatıralı olursa o kadar çok yaşamış olur.) Çok doğru… Yalnız dikkat et: Tatlı olan hatıralardır, acılıkların kendisi değil…
Uzun müddet diş ağrısı çekmek, insanın buna alışarak lakayıt (kayıtsız) kalmasını icap ettirmez…

Sf: 69
Sen ihtimal bu sözleri benim istediğim gibi anlamayacaksın. Çünkü şimdiye kadar hiçbir zaman sekiz saatlik bir geceyi arkası üstü yatarak veya bir iskemlede oturarak uyanık geçirdiğin ve kafanın ölüm düşünceleriyle dolduğunu gördüğün vaki değildir. Kalplerinin, karanlık ve yalnız gecelerde, meçhul bir yumruğun içinde sıkıldığını, ezildiğini gören ve böyle zamanlarda ölümü kurtarıcı ve rahat verici bir ilaç gibi bekleyenler beni çok iyi anlarlar…
Görüyorsun ya, bu mektubu yazdığım kısa zaman içinde bile ne kadar temevvücler (dalgalanma) yaptım!.. Kötü bir zamanımda gayri kabili tamir (onarılmaz) bir şey yapıverirsem bitti…
Yalnız mektuplarımı bir kere oku da ondan sonra yaz, sen aradan zaman geçirip neler sorduğumu, nelerden bahsettiğimi unutuyor, sonra yazacak şey bulamıyorsun.
Sf: 70
Ben senin bana mektup yazmak istemeni değil yazmanı istiyorum.
Sf: 72
15.5.1933 – Sinop
İki Gözüm Ayşe,
“İstek” diye çok kötü bir şiir gönderiyorum, orada yazılı olan isteklerin ne kadar hakiki ve samimi olduğunu ne kadar kötü ifade edilmiş olduğuna bakarak kıyas edebilirsin. Oscar Wilde’a göre insan ancak sahiden hissetmediği şeyleri güzel yazarmış ve hissettiği şeyleri yazarsa fena olurmuş, benim şiir gibi…
Sf: 73
Sinop şehrini pek sevdim. Türkiye’nin klasik sahil şehirlerinin manzarasını arz ediyor.
Fakat Ege sahilinin cazibesinden mahrum… Hapishane şehirden daha kalabalık.
Kafamın bu perişan halinden acaip bir zevk duyuyorum, hiddetli zamanında evinin eşyasını kıran, üstünü başını parçalayan ve bundan vahşi bir zevk duyan bir adam gibi… 
                                                                                                                            Sabahattin Ali
Sf: 74
İSTEK
Yanıyor beynimin kanı
Bilmem, nerelere gitsem,
İçime sığmayan canı
Hangi rüzgara eş etsem.
Akşam sular karardımı,
Bir dağa versem ardımı
İçimi yakan derdimi
Göklere doğru anlatsam.
İçiliversem dem gibi
Kırılversem cam gibi
Şamdanda yanan mum gibi
Sabahı görmeden bitsem.
     
Bir yüce ormana dalıp
Ya bir dağ başına gelip
Beni yaradana bulup
Malını başına atsam
Görünmez kollar boynumda
Yarin hayali koynumda
Sıcak bir kurşun beynimde
Bir ağaç dibinde yatsam.
Sinop 14. V. 1933
Sabahattin Ali
Sf: 77
                                HAPİSHANE ŞARKISI III
             1                                                           3
Burda çiçekler açmıyor                        Gönülde eski sevdalar, 
Kuşlar süzülüp uçmuyor                      Gözümde dereler, bağlar,
Yıldızlar ışık saçmıyor,                       Aynada hayalim ağlar  
Geçmiyor günler, geçmiyor                  Geçmiyor günler, geçmiyor.
              2                                                          4
Avluda volta vururum,                         Dışarda mevsim baharmış,
Kâh düşünür, otururum,                       Gezip dolaşanlar varmış 
Türlü hayaller görürüm                        Günler su gibi akarmış 
Geçmiyor günler, geçmiyor.                Geçmiyor günler, geçmiyor.
     
                                                5
                               Yanımda yatan yabancı 
                               Her söz zehir gibi acı 
                               Bütün dertlerin en gücü:
                               Geçmiyor günler, geçmiyor.
Sf: 79
(Hapishane Şarkısı adını taşıyan dört bölümlük diğer şiirden ayrı olarak 23.5.1933 tarihinde Sinop Hapishanesi’nden Ayşe Sıtkı’ya gönderilmiş “Hapishane Şarkısı V” adlı şiir)
HAPİSHANE ŞARKISI: V
Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül, aldırma!
Ağladığın duyulmasın,
Aldırma gönül, aldırma!
Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül, aldırma!
Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül, aldırma!
Dertlerin kalkınca şaha 
Bir küfür yolla allaha.
Görecek günler var daha
Aldırma gönül, aldırma!
Kurşun ata ata biter,
Yollar gide gide biter,
Ceza yata yata biter;
Aldırma gönül, aldırma!
23. V. 1933
Sinop Hapishanesi
Sabahattin Ali

Sf: 82
Fena dediğimiz bir insanı tek başına alır ve muhakeme edersek onu itham etmek mümkün ve kolaydır. Fakat kainat içinde, kül (bütün) içinde onu mevkıini, rolünü, zavallılığını ve çaresizliğini düşünürsek o hiçbir hareketinden mesul değildir…
Gitgide birçok noktalarda İsa ile birleşiyor ve onun düşmanlarını daha çok sevmesini gayet iyi anlıyorum.
Hapisteyim, ıstırap çekiyorum, fakat mademki hayattayım, bahtiyarım; hastayım, acılar içinde kıvranıyorum, fakat mademki hayattayım, bahtiyarım; insanlar tarafından terkedildim, sevdiklerim tarafımdan sevilmiyorum, vesaire vesaireyim, fakat mademki hayattayım, bahtiyarım.
Sf: 86
6.6.33 – Sinop Hapishanesi
Ayşe,
Neyse, şimdilik bu kadar. Balta olmaktan pek hoşlanmadığım için artık mektup yaz demeyeceğim. Keyfin isterse yaz, keyfin istemezse yazma… Şimdilik vaziyeti naz yapmasını mazur gösterecek bir kişi varsa o da benim… Kimsenin nazını çekecek halim yok…

Sf: 87
29.6.1933 – Sinop
Sevgili Ayşe,
Zaten hayat irademizin haricinde geçip gider, irademizin kudreti o kadar azdır ki bununla hayatımıza bir istikamet vermeye kalkmak hızlı akan bir suya değnek tutmaya benzer: Ya değnek bükülür, ya su bulanır… Sonra gelecek günlerden korkmak ve geçen günlere sarılmak da akıllıca bir iş değil… “Ölüme yaklaşmış gibi olacağım” diyorsun, bilmem sana yazdım mı, İngilizlerin şu meşhur “Bernard Shaw’u bir romanında: “Saatte 60 dakika gibi dehşetli bir süratle ölüme doğru koşuyoruz” diyordu.
Sf: 89
Girdiğim birçok kadın cemiyetlerinde kadınlar bana ancak kadınlara bahsedilebilecek şeylerden bahsederler, ancak kadın arkadaşlarına karşı alabilecekleri tavırları alabilirler, sonra bunun hakiki sebebini muhakeme edemeyerek benim gibi 26 yaşındaki kart herife “sen çocuksun da onun için” derler… Kadınların bana erkek gözüyle bakmamalarının acısını bazen öyle fena çekerim ki…
Sf: 90
“Hapishane Şarkısı V” hoşuna gitmiş, memnun oldum. Ben yazılarımı çok severim ve yegane zayıf tarafım budur, söz aramızda belli etmesem bile yazılarımı beğenmeyenlere fena halde kızarım. (Galiba, güzel mektup yazamıyorsun dediğin için bir mektubumda sana da çatmıştım). Sebebi de şu: Ben yazılarımda, zannedildiğinden daha çok samimiyimdir ve bunlar benim dimağı hayatımın birer vesikası ve hepsi birden tarihidir…  Yalnız bana karşı daha edibane bir lisan kullanmanız lüzumunu zannedersem bundan evvel ve müteaddit defalar ihtar etmiştim… Haa, kardeşine attığım yalanları bir türlü hatırlayamadım. Yazarsan memnun olurum. Ya böyle bir yalan atmadım, yahut da attığım yalanların hesabını şaşırdığım için aklıma gelmiyor… Sinop Hapishanesi’nde bir sanat öğrenmekliğim hususundaki tavsiyene teşekkür ederim. Hezarfen (bin çeşit bilgi) olmak niyetinde değilim… Sabahtan akşama kadar kitap okuyarak ilmimi arttırmaya çalışıyorum.
Sf: 92
6.7.1933 – Sinop
Ayşe,
Yazacak bir şey yok. Fakat bu postaya herhalde bir mektup vermeye niyet ettiğim için bir şeyler yazmaya çalışacağım. Yarın senden bir mektup çıkmazsa yazdığıma pişman olacağım ama neyse…
Hapishane ve yalnızlık beni maziye ve hatıralara çok bağladı. Saatlerce bir köşede oturup ömrümün muhtelif safhalarını bir film gibi gözümün önünden geçiriyorum. Hem de sisli bir film gibi: Çünkü bu muhtelif levhalar gözümün önünden geçerken dudaklarım eski ve yeni birçok şarkılar mırıldanıyor. Zaten eski hatıraların dimağımda canlanmasını temin eden bu şarkılardır. Bunlar bana birçok zamanları, birçok yerleri, birçok şahısları hatırlatırlar.
Sf: 93
Şimdi bunu mırıldanınca sisli ve yağmurlu teşrinievvel (ekim) günlerinde 28 ile müzelere veya sinemaya gidişim aklıma gelir. Yolda mütemadiyen kızcağızın yüzüne dalar, önümü görmezdim, o da hafif bir tebessümle başını bana doğru çevirerek bu salaklığımı maruz gördüğünü anlatmak isterdi. Aşık olduğum kimseler arasında bana bu kadın kadar iyi muamele edeni olmamıştır. Parmağının ucunu bile koklatmadığı halde beni kırmaz, aramızda genişlemeyen ve daralmayan muayyen bir mesafe muhafaza etmesini gayet iyi bilirdi…
Sf: 94
İlkbaharda mektep gezmeleri yapardık. Birkaç kamyon hepimizi alarak Meram bağlarına götürürdü. Her hareketlerinden, her sözlerinden, her sayhalarından (bağırışlarından) hayat, gençlik ve neşe fışkıran bir sürü genç kızla bağrışarak tozlu yollarda koşmak, gülüşmek az bahtiyarlık mıdır?
Sf: 101
Çok kere karşımda oturan İstiklal Mahkemesi mahkumlarından bir yüzbaşı ile esrarkeş bir şakiye bakarak düşünürüm: “Bunların arasındaki fark nedir? Yahut bu farkların buradaki rolü nedir? Hiç!.. Demek zaman ve mekana göre ayar edilen birtakım kıymetler burada hiçe münkalip oluyor (dönüşüyor)… Bu esrarkeş hatta bu yüzbaşıdan daha kuvvetlidir, çünkü etrafıyla daha iyi anlaşmış, bulunduğu hali daha az yadırgamış, fikirleriyle daha az alay edilmiş, ve arkadaşlarıyla daha çok konuşacak şey bulmuştur. O burada da birtakım kıymetlere sahiptir, halbuki yüzbaşı bütün kıymetlerini dışarıda bırakmış ve burada kalp para kadar bile ehemmiyeti kalmamıştır.”
Sf: 102
Ben bir kitabı okurken onu yazanla beraber ve ona çok yakın hisler duyarım. Bizzat sanatkar olmayan bir adamın sanat eserlerini bütün heyecanlarıyla anlamasına imkan yoktur. Ve bence münekkitler de (eleştirmenler) mabuslar gibi isimleri büyük fakat kendileri lüzumsuz adamlardır.
Sf: 103
Ölümden korkmadığımı söylemedim, ölümden korkmamak icap ettiğini söyledim. Ben korkmuyorum demedim ki… Her sözün arkasından: “Sen böyle misin?” diye soracak olursak vay bizim halimize.
Yalnız sana bir şey söyleyeyim mi? Bence bir kızla ahbaplık eder etmez aklına evlenmek getirmek bir kuzuyu okşarken “kaç okka eti çıkar, pirzolası nasıl olur?” diye düşünmeye benziyor. Ben ancak fevkalade ahvalde evlenmeye niyet edebilirim. Yani sahiden niyet edebilirim. Yalandan niyet ettiğim çok oldu ama 15 gün sonra bu işi yapamayacağımı anladım.
Benim 5 ay kadar cezam kaldı. Teşrinievvelde (ekimde) affı şahane gelirse 2,5 ayım kaldı demektir. Çıkacağım günler yaklaştıkça sabrım azalıyor. Dışarısını unutmuş gibiyim. Bir gün olup da dışarı çıkacağım ve insan arasına karışacağımı aklım almıyor…
Sf: 105
Dondurmacı dükkanında güldüğümü ben de hatırladım. Böyle şeyleri hatırlamak pek kötü oluyor…
Pertev İstanbul’a gelince kendisini tabii görürsün. Benim onların evinde kitap sandıklarım var, bunların yenisini açıp bana kitap yollasın. Ne olursa olsun, hikâye, roman, şiir. Nietsche’nin kitapları üst taraflarda ise onları da göndersin. Sonra benim bir çift rugan bir çift sarı iskarpinim vardı, aynı sandıkta onları da yollasın. Gazete ve mecmualarda intişar eden (yayımlanan) bütün yazılarım ve bence ehemmiyeti olan bazı mecmualar aynı sandığın içindedir, sakın ziyaa uğratmasın (kaybetmesin). Bir kağıt bile kaybolmamalıdır…
Baş tarafta söylediğim gibi biraz da kendinden bahseden mektuplar yaz. Yahut ne yazarsan yaz da uzun yaz. Geçen gün Nazım Hikmet’ten mektup aldım: “Mesele mektubun uzunluğunda kısalığında değil, mektup gelmesindedir. Gözü postada olan hapis, münderecata (içeriğe) pek dikkat etmez…” diyor. Bence öyle değil. Seksen yerden mektup geleceğine istediğim bir yerden ve uzun bir mektup gelsin kafi… Senden bir mektup gelsin kafi…
Gözlerinden öperim kardeşim.
                                                                                                                            Sabahattin Ali
Adresin eski adresin mi? Destan gibi mektuplarım gürültüye gitmesin.
Telif ve tercüme birkaç yazı gönderiyorum. Bakalım nasıl bulacaksın.

Sf: 106
27.7.33 – Sinop
Ayşe,
Sonraları müdde-i umumi ile görüştüm, kızın metanetine hayran olduğunu söylüyordu. Kadınlar hapishanesi pek berbat bir yerdir, kendisini gardiyan kadının odasına koymuşlar, parkı falan görebiliyor imiş. Kitap okuyor ve asla sıkılmadığını söylüyormuş…
Daha üç sene yatacak, bakalım sıkılmayacak mı?
Üsküdar’da siyah, eğri büğrü ahşap evler vardır… Ufak bir bahçenin köşesine büzülen bu evlerde çocuklar doğar, tıpkı bir ipek böceği kozası gibi göze görünmeden büyür ve sonra birdenbire bir kelebek olarak ortaya çıkıverir.
Bu evlerin kendilerine mahsus ifadeleri ve ruhları vardır. Bahçelerinde çok kere bir dut, bir erik ve duvar kenarında bir yabani incir ağacı bulunur. Pencerelerinden deniz, veya karşı caminin kurşunlu kubbesi görülür, loş mutfağa bahçedeki ağaçların yeşil gölgesi vurur. Serin ve yine loş taşlıkta birkaç basma yüzlü minder ve bunların üzerinde muhakkak bir büyükanne bulunur…
Sf: 108
Kız minderde kafasını büyükannenin kucağına sokarak vızıldanır. Anne hem çocuğa, hem de fırsattan istifade kaynanasına söylenir ve büyükanne okkalı beddualar mırıldanır… Baba eve bir yabancı gibi girer, ya neşelidir, güler, çocuğu ile: “Gel bakayım yanıma aşifte…” diye şakalaşır; yahut canı sıkkındır, kızın sesini duydukça “söyleyin şu piçe çenesini kapasın” diye bağırır ve bir köşede surat asıp oturur ve sabah yine bir yabancı gibi işine gider.
Sf: 112
1.8.1933 – Sinop
İki Gözüm Ayşe,
Bu posta senden mektup çıkacağını ümit ediyorum. Canım çok sıkılıyor. Gerçi beni canı sıkılmasın, keyiflensin diye hapse atmadılar, fakat ne de olsa can sıkıntısı hoş bir şey değil. 
Yine Konya’da çok aradığım denizin sesi her zaman kulağımda, pencereye çıkınca kendisini görmek bile mümkün, fakat bunlar hasretimi ve elemimi azaltacak yerde çoğaltıyor. Bari yarın çıkınca tekrar kavuşacağım şeyler bana bugünlerin azabını tazmin edecek kadar zevk verebilse… Ne gezer, yarın bu özlediğim şeylere kavuşunca tamamen soğuk ve lakayıt kalacağım.
Sf: 114
10.8.1933 – Sinop
İki Gözüm Ayşe,
Sıdıka Hanım’ın cezasını “4” sene ve  cürmünün komünist pagandası yapmak olduğunu galiba yazmıştım. Teşrini evvelde (ekimde) affı şahane ile çıkarsak İstanbul’a hep beraber geleceğiz, sen de vapura gelirsen bizzat görürsün. İyi bir kızcağız… Mamafih aşık değilim. Malum ya, benim gözüm masumelerde, böyle hapishanelere düşenlere pek meylim yok. Hem nedense son zamanlarda aşık olamıyorum (hapishanede kime aşık olacaksın desene). Fakat benim tuhaf bir huyum vardır: Aşık olacak kimse bulamazsam mazide ahbaplık ettiğim hatunlardan birini muhayyelemde (hayalimde) canlandırır, onun bir zamanlar bana gösterdiği tatlılıkları göz önüne getirir, kendisine şiddetle abayı yakarım.
İlk günlerde burada da her şeyi alaya alıyordum. Pertev bilir ya, cezayı yediğim zaman falan hiç fiyakamı bozmamıştım ve keyfim yerindeydi. Şimdi daha düşünceli oldum. Hiçbir şeyle ve hiç kimseyle alay etmek istemiyorum. Hapishane benim için enteresan bir şey olmaktan çıktı. Etrafımdaki insanlara ve hatta eşyaya fena halde sinirleniyorum. Okuduğum kitaplardaki eşhasa (kişilere) ve bunların muharrirlerine (yazarlarına) bile sinirleniyorum. Dedim ya, pek kötüledim. Mamafih bu titizliğimi gazete sütunlarında teşhir etmediğim için Peyami Safa’ya benzetmesen de olurdu. Sana yazdığım mektuplarda biraz sinirlilik yapıyorsam sen de buna aldırış etmezsin. A benim Ayşe’ciğim, sana da naz edemeyecek olduktan sonra nice olur bizim halimiz?
Bazen çok şiddetli bir yalnızlık hissiyle içimin ezildiği oluyor. Eskiden yalnızlık bana bir nevi gurur verirdi bir sürü insanın arasında yalnız olduğumu bilmek onlardan başka yaradılmış olduğumun bir burhanı (kanıtı) idi. Fakat şimdi yalnız adamın ne kadar zavallı ve aciz olduğunu anlıyorum.
Ben zaten nedense yazılarımda doğrudan doğruya veya bilvasıta (dolaylı olarak) hep kendimden bahsediyorum. Galiba kendimi çok beğendiğimden. Bundan müşteki (şikayetçi) değilim, çünkü benim fikrimce “deha” bir nevi megalomanidir ve dahilerin en gülünç olanları mütevazı olanlarıdır. Hakikaten mütevazı olan dahi de yoktur ya, çoğu numara olsun diye bazen aşağıdan alır. Yazılarından kendinden bahsetmeyenler, kendilerine emniyet ve itimatları olmayan korkaklar ve zayıflardır. Veya içlerinde bahsedecek bir şeyleri olmayan boşlar. Ben bir kere korkak değilim ve kendime güveniyorum, sonra da yüz muhtelif eserde yüz muhtelif adam yaratsam her birine kendimden birer parça verebilecek kadar doluyum. Ve bu yüz adamın hepsi de kuvvetli olur. Çünkü ben içimde birçok insanların aynı zamanda ve aynı kudretle yaşadıklarını duyuyorum. Bazen bu kadar kalabalık şahsiyetlerin arasında kendi hakiki benliğimi bulmakta müşkülat çekerim, hatta bulamam. 
Fakat ben gayet iyi bilirim ki şimdi şöyle olan bir adam bir müddet sonra aynı samimiyet ile başka türlü olabilir ve bugün düşündüğünün yarın tamamen aksini düşünebilir. Benim dünyada iyi veya fena diye bir insan tasnifi tanımayışımın sebebi de budur. Bugün benim yanımda hakikaten iyi, haluk (iyi huylu), civanmert (iyi yürekli) olan bir adam yarın senin karşına bir eşkıya olarak çıkarsa zaman ve ahvalin ilcasiyle (sürüklemesiyle) belki beş lira için adam da öldürebilir ve senin için fenalığın ta kendisi olur.
Sf: 117
Mesela hayatta geçirdiği tecrübe veya felaketlerden dolayı esas itibariyle değişmiş bir kişi bile yoktur. Ve bir insanı tecrübe hiçbir zaman daha akıllı yapmaz, belki daha ihtiyatlı yapar: Tıpkı bir defa bir tuzaktan yakayı sıyıran bir hayvanın ikinci defa oraya yaklaşmaması gibi. Bunda da bir hadisenin dimağda bir tesir hasıl ederek orada herhangi bir tekamül vücuda getirmiş olması değil, o hadiseyi saklamış olan hafızanın harekete gelmesi amil olmaktadır… Sözün kısası: Ben çıktığım zaman yine eski Sabahattin Ali’yim ve hiçbir şey beni esas itibariyle değiştiremez ve değiştiremedi. Bu belki iyi, belki de değil fakat herhalde elimizde olmayan bir şey…
Sf: 123
23.8.33 – Sinop
Sevgili Ayşe,
Dün 8 ay tamam oldu. Tevkif tarihim 22 Kanun-i evvel (Aralık) 1932’dir. Affı şahane Teşrin-i evvel’in (Ekim) başlarında olacak olursa bir buçuk ay kadar sonra dışarıdayım demektir. Bunu hiç aklım kesmiyor, herhalde çıkmadan evvel bir şey olur, içeride kalırım zannediyorum. Serbest iken hapishaneye düşmek bana ne kadar mantıksız hatta imkansız görünürse, şimdi de dışarı çıkmak öyle geliyor.
Sf: 125
30.VIII.33 – Sinop
İki Gözüm Ayşe,
Ben çok kolay yazı yazarım. Evvela beş on dakika düşünür, sonra sanki bir yerden istinsah (kopya) ediyormuşum gibi süratle ve çok kere bir kelime bile çizmeden saatlerce yazarım. Fakat mektup yazmak bu kadar kolay değil…
Sf: 126
Benim mektuplarımı başka birisi bana yazsa, sonuna kadar okuyamam, sıkılırım gibi geliyor bana.
Kendimi ezbere biliyorum, cebimin içi gibi biliyorum. Ve binnetice (sonuçta) kendimin ne edepsiz ve salak olduğunu biliyorum.
Ben Ankara’da beş altı ay oturup ense yapacağım. Orada dayımın çok lüks bir ikametgahı ve oldukça iyi marka bir otomobili var. Bilhassa yengem beni çok sevdiği için her şey emrime amadedir. Ankara’ya bir gelirsen seni sabahtan akşama kadar gezdiririm.
Sf: 128
Şimdi saat “15”. Sabahtan beri bağırıp çağırdığım halde hala bir şehriye çorbası pişip gelmedi. Ben hasta olduğum zaman çok titiz, çok alıngan oluyorum. Herkes de böyledir ya.
Nazım’la (Hikmet) ara sıra mektuplaşıyorum. Ayağı fena imiş “Bursa meselesinden dört sene yersem cezam beş buçuk sene olacak, yatarım ama bizim bacak efendi yatabilecek mi bilmem?” diyor ve sonra “hapishaneye iki ayaklı girdim tek ayaklı çıkarım. Topallık kötü şey, fakat kafanın ve yüreğin topallığı daha kötüdür. Kafa ile yürek sağlam bende….” diye ilave ediyor. Çocuğa dehşetli acıyorum. Başına bu işlerin gelmesinin asıl sebebini sana çıkınca izah ederim, hayret edeceksin ve iğreneceksin…
Sf: 129
Fatma’ya cevap yazamıyorum. Çünkü o zamana kadar hareket edip edemeyeceği malum değil. Geldiği zaman görüşürüz. Bari bu sefer de tatilden evvelki gibi yapmasa… Gelir gelmez bana uğramasını tembih et. Beni görünce aklı başından gidiyormuş ama, ehemmiyeti yok, yanına güzelce bir muallim hanım daha alsın, o zaman da benim aklım gider. Ziyarete gelirken münasip şekilde süslenmeyi ihmal etmesin. Aylardır güzel kız gördüğümüz yok.
Sf: 130
20.IX.933 – Sinop
Ayşe,
Hiç aklım kesmiyor… Kim bilir dışarısı nasıldır… Hele İstanbul… Köprüde ıslak kaldırımlarda kadın iskarpinleri sekiyordur… Yağmurun sisi altında Şirket vapurları siyah dumanlar çıkarıyordur. Ve herhalde meydanlardaki çukurları bej rengi sular doldurmaktadır.

Sf: 131
Ah, çatacak, kavga edecek bir adam olsa… Sevdiğim bir adam… Yani naz edecek bir adam… Sevdiğim bir adamla karşı karşıya bir pencerede oturarak dışarıdaki yağmuru ve yağmur altındaki denizi seyretsem. Dışarı çıkmasam, fakat çıkmak elimde olsa…
Vaktin daha çabuk geçeceğini bilsem deli olmaya bile razıyım.
Sf: 133
Fatma, Faik’le evlenmem falan diyor, acaba “istemem yan cebime koy” mu, yoksa sahiden niyeti yok mu? Sakın başka birisine (ve mesela bana) aşık olmasın. Böyle bir şey varsa sen bana gizlice yaz… Ben böyle bir şeyleri biraz güç anlarım, kafam kalıncadır (yani bu hususlarda), kızcağıza yazık olmasın…
Sf: 134
4.X.33 – Sinop
Sevgili Ayşe,
Rüyada insan bir şeyler söylemek, bağırmak ister, fakat ağzından en hafif bir savtın (sesin) bile çıkmadığını görür, fena halde sıkılır… Tıpkı öyleyim…
Herkesten uzak bir yerde, karanlık bir gecede… Otların ve yıldızların bile sustuğu bir anda, hiç kımıldamadan yanımda duran ve gözlerini asla bana çevirmeyen sevgili bir vücuda kafamda ve içimdekilerin akacağını, ancak onun beni anlayabileceğini zannediyorum.
Böyle bir sükutun belagati (anlatım gücü), hiçbir “mahluk”un diline verilmemiştir… Ve dikkat ettim, susanlar daha iyi anlaşıyorlar…
Ve sen de herhalde daha iyi anlaşılmak için susuyorsun. Çünkü yine bir aydır bir şeyler yazdığın yok. İmtihanlar vesaire sana bir mektupluk zaman bırakmayacak kadar insafsız olmasalar gerek. Düşün ki, yarın öbür gün çıkacağım, ve yan yana geldiğimiz zaman benim de sana şifahi sukut grevi yapmam muhtemeldir. 
Diyeceksin ki: “Senin kadar çok konuşan bir adam sukut edebilir mi?” Belki de hakkın var, fakat bu benim sukutu çok sevmeme mani değildir. İnsanlar nasıl çok sevdikleri şeyleri az kullanırlarsa, ben de çok sevdiğim sukutu, gündelik yapmamak için az istimal ediyorum. 
Ne yapsam, seni muallim olarak tasavvur etmek bir türlü elimden gelmiyor. 
Kolları uzun ve düğmeli, yakası edebe muvafık şekilde kapalı bir rob ile, seni sınıfta, elindeki cetveli “hanımlar sustunuz!” diyerek sıralara vururken görmek isterim. 
Ciddi bir eda ile, nöbetçi olduğun günler, bahçede dolaştığını, seni gören kızların yaramazlığı bırakarak yol vermek için birer kenara çekildiklerini, ve bu esnada önlüklerini düzeltmeye çalıştıklarını görmek isterim.
Sf: 139
19.11.33 – Ankara
Ayşe,
Yine canım sıkıldı. Bu kronik iç sıkıntısını söküp atamıyorum Ayşe, deli olacağım. Bir zamanlar beni en çok meşgul eden şahıslar ve şeyler şimdi tesirsiz kalıyorlar. Şimdi sıkılmadan dinleyebileceğim ve dinledikçe pişman olmayacağım bir arkadaş olsa… Mesela Enver, mesela Pertev… Ve mesela sen… Bilhassa sen… Biliyor musun, ne kadar zırvalasan canımı sıkmazdın… Sonra Enver’i de çok göreceğim geldi. Çok arıyorum bu deli oğlanı… Ne olurdu, mukadderat bu kadar edepsiz olmasa, biz de bu kadar edepsiz olmasak da böyle birbirini sıkmayan beş-on kişi geberinceye kadar ayrılmadan ve dırıltı çıkarmadan beraber yaşayabilsek. Fakat en çok sevişenlerin bile bilinmez bir el tarafından ayrılarak başka istikamete sürüklendiklerini ve yine en çok sevişenlerin bile salakça bir şeyler yüzünden birbirlerini kaybettiklerini gördükçe her şeyden ümidim kesiliyor. Mukadderatta bu insafsızlık, insanlarda bu müsamahasızlık oldukça dünya birbirini bulup kaybedenlerle dolu bir mahşere benzemekten kurtulamayacak. En akıllılar birbirini en uzun bir zaman tutabilenlerdir… 
                                                                                                                            Sabahattin Ali
Sf: 142
11.12.33 – Ankara
İki gözüm Ayşe,
Dün Pertev’e yazdığım mektubumda galiba bir miktar canını sıkkın idi. Ne tuhaf mahluk şu insan, bak şimdi de keyfimden geçilmiyor. Üç buçuk kuruş maaş için mi bu sevinç? Allah belamızı versin.
Sf: 144
31.12.33 – Ankara
İki gözüm evladım,
Bunun hapislikten pek farkı yoktur. Buna alışmak da imkansızdır. Nitekim ne kadar devamlı olursa olsun diş ağrısına da alışılmaz. Dört sene hocalık ettim, her gün bu işten vazgeçip başımı alıp gitmek arzularıyla savaşırdım.
Sf: 145
Ben dünyaya kitap okumak, aklına esince yazı yazmak, akıllı arkadaşlarla fikir ve lakırdı maçı yapmak için gelmişim. Bundan maada (başka) her iş bana iğreti geliyor.
Sf: 148
Burada yapayalnızım… Tabiatla baş başa kalındığı zaman yalnızlık insana bir huşu verir, insanlardan kaçıp bir yere kapanıldığı ve insanlarla her türlü rabıtalar kat edildiği (kesildiği) zaman yalnızlık insana bir gurur verir.
Fakat benim gibi (insanlarla) oturup gülüşürken, konuşup dinlerken duyulan yalnızlık hisse en yürek yakan cinsinden. Bu yalnızlık insana sadece bir yeis ve üzüntü veriyor…
Yine bir sürü dert, yine bir sürü ukalalık… Yine bir hapishane mektubu… Sen benden ne zaman kurtulacaksın bilmem ki?.. Belki geberdiğim zaman… Mamafih ben senden hiçbir zaman kurtulmak istemiyorum. Hele bugünlerde… Seni bu kadar aradığım günler nadirdir. Seninle yan yana Ankara sokaklarında yürüsem aşağı sarkan kafam doğrulacak sanıyorum. O zaman etrafıma avazım çıktığı kadar bağırarak diyebileceğim ki: “İşte size benzemeyen bir insan. Siz böyle bir insan olacağına artık inanamıyor musunuz, fakat işte bana benzeyen bir insan…”
Sf: 151
Bu kabil dertlerimi yalnız yalnız çekerim; fakat bu defa sana da dert yanmaktan kendimi alamadım. Bu son derdi galiba tek başıma çekmekten korktum.
Ne yazayım bilmem ki, sen yaz da cevap vereyim. En ateşli ve kafası kaynayan adamı Ankara’da bir sene bırakınız, dünyanın en apatik (ck*: apatik: ‘kayıtsız’), en boş adamı olmazsa bir şey bilmem… Ne Allahın belası yer be… Bu akşam poker, yarın Halil Vedat’lar, öbür gün Cahide’ler, sonra yine poker; bereket versin param yok da ben pokere iştirak etmiyorum. Daha sonra tıp kitabı tercümesi, bazen sinema, işte benim Ankara’daki hayatım.
Sf: 154
Bilmem senin için nasıl. Yani ahbaplığımızı “Kırlangıçlar” hikayesi gibi bitirmek istemiyorum. O hikayeyi Sinop Hapishanesi’nde yazarken aklımda hep sen vardın. Ne fesat ne ahlaksız adamım değil mi?.. Bu mesele üzerinde uzun boylu konuşmağa hacet yok. Bu sefer ben Ankara’ya gelirken Haydarpaşa Vapuru’nda sana böyle bir şey söylediğim zaman “ben karışmam” demiştin. Yine karışma, ben karışayım ve sen bana tabi ol. Hem sen benim gibi efendiyi mum ile arasan bulamazsın.
Sf: 156
Sakın darılma iki gözüm Ayşe’ciğim, ben hatun kişilerin, hatta senin kadar akıllı olanların bile, aklından şüphe ederim. Yarın öbür gün kalkar bir serseme varırsınız, insanın yüreği yanar.
Geçenlerde bir gün fena halde canım sıkılıyordu. O benim öldürücü can sıkıntılarımdan biri. Odada kafamı iki elimin arasına almış, yalnız yalnız düşünürken (ki hayli komik bir manzara olduğunu tahmin ediyorum) dayım içeri girdi, senden bir mektup getirdi. Açtım, okudum, seninle oturup konuşmuş gibi oldum, birdenbire can sıkıntısı falan yok oluverdi, kalktım, vekalete gittim, sana anlattığım gibi Vekil’i gördüm ve iyi neticeler aldım. O gün içimde Almanların tabiriyle bir (Lebensbejahung – Hayata evet deme) vardı. Böyle zamanlarımda ben bütün insanları, hatta eşyayı kucaklamak ihtiyacını duyarım, yaşadığımın zevkine -son katresine kadar- varırım. Bilhassa sevdiklerimi böyle zamanlarda deli gibi severim. İşte o gün seni de düşündüm. Hatta bugünümü fenadan iyiye çeviren sebep olarak düşündüm.
Sf: 157
Seninle evlenmenin bugünkü güzel ahbaplığımıza bir hayli, hatta tamamen darbe vuracağına eminim, halbuki insan her zaman bir karı bulabilir, fakat nadiren bir dost bulur. Hele böyle bir dost…
Sf: 158
Bu kabil hislerimi acayip bulma. Ben çok kıskanç bir adamım. Mesela Pertev’in bile evlenmesini istemem, fakat kendisine de nikah teklif edemem ya; günün birinde nasıl olsa evlenecek kerata, o zaman onu, erkek olduğu halde, yarı yarıya kaybedeceğime eminim. Halbuki sana nikah teklif etme imkanı vardı. Bunu yaptım, lüzumu olmadığını söyledin, pekala diyorum; mutabık mıyız? Bu sualime sarih cevap ver.
Biraz munsıf (insaflı) ve birçok da samimi ol; düşün ki kafatasımızın içindeki en nihayet bir insan dimağıdır. Bir insanı melaike diye sevmek budalalıktır, insanları bütün pislikleri, hırsları, zaafları ile sevebilmek bir meziyet, hatta bunun fevkinde bir şey, bir kahramanlıktır. Dostlarımızda, kendimizde de bulunmayan ulviyetler (yücelikler) aramak insafsızlıktır. Bütün insanlar birbirinden farksızdır.
Sf: 161
Her şeyimi bağladığımı zannettiğim şeyleri bile, tıpkı bilmediği bir şeye elini uzatan fakat annesinin “bırak!” diye bağırması üzerine birdenbire ve korkuyla bırakan bir çocuk gibi, en ufak bir vesile ile bırakacağımı zannediyorum.
Sf: 165
Bilmem herkes baharı benim gibi duyabilir, benim gibi içebilir mi? Pek tahmin etmiyorum. Ben bir yaprakla saatlerce konuşabilirim. Herkes bunu pek can sıkıcı bulur. Ankara’da istasyondan Gazi Lisesi’ne giden yolun sol tarafından etrafı tel ile çevrilmiş bataklıklar var… Yaz gelmediği ve sivrisinekler başlamadığı için daha Sıtma Mücadelesi tarafından gaz dökülmemiş ve içinde bir sürü kurbağa var. Geçen akşam tam grup zamanı buralarda dolaşırken bütün kurbağalar ötmeğe başladılar. Hemen yolun kenarına oturdum, bunları dinlemeye başladım. Gözlerim kapalıydı ve bu kapalı gözlerimin önünde hiç de bu sıtma bataklığına benzemeyen yerler vardı.
Bahar geçen sene hapishanede de beni böyle yapmıştı. Fakat o zaman çok sıkılmıştım. Şimdi de öyle değilim, mayısta asker olarak İstanbul’a gideceğime de seviniyorum. Asıl baharı o zaman göreceğim. Asker olmanın ne ehemmiyeti var? Bahar askerlerden kaçacak değil ya…
Gayet sakil (çirkin) bir de resim gönderiyorum. Fakat sen benim ne yakışıklı delikanlı olduğumu bildiğin için ehemmiyeti yok. Gözlerinden öperim Ayşe… 
                                                                                                                            Sabahattin Ali

Sf: 168
Kafamdaki bedbin adam ölüp yerini nikbin (iyimser) bir adama terk edebilir. Zaten kafam trenlerin bekleme salonlarındaki kanepelere döndü bu gelip gidenlerle.
Sf: 170
“Böyle kayıtlı şartlı ahbaplığa gelemem ben” diyorsun.. Zaten elinizden tehditten başka ne gelir… “Ben sana karışıyor muyum” diyorsun. A iki gözüm ben de karıştım da ne yaptım? “İstemem” dedim, bundan ne çıkar. Ben istemedim diye sen bildiğini okumaktan feragat mı edeceksin. Bizimki laftan ibaret…
Şimdiye kadar evlenmek istediklerimin sayısız olduğu hususunda, müsaade buyurursanız, halt etmişsin… Ayol ben sayısız defa aşık oldum ama böyle ciddi evlenmek niyetiyle öyle pek çok kapıya başvurmadım. Başvurduklarım senden evvel sadece iki kişidir. Ve bunlardan birincisi evet deseydi ikincisi vaki olmazdı. Bundan basit ne olabilir. Hele bundan sonra da bu nikah taleplerinin sayısız olacağını söylemene fena tutuldum. Bu herkes tarafından tersleneceğimi işaret ediyor ve bir kadın tarafından olması asıl beni telaşa düşürüyor… “Evlenmenize imkân yok”, pekala.
Sf: 171
Ben kederli olduğum zaman kendime, neşeli olduğum zamanlar başkasına çatmasını sevdiğim için bu mektubumda biraz seni kızdırmak isteyen bir lisan kullandım.
Sf: 173
Yazmasam deli olacağım. Sanki birisi bir yastıkla ağzımı burnumu tıkamış gibi: Ancak birisine içimi dökersem derin bir nefes almış kadar ferahlayacağım.
Bugün hava yağmurlu. Yerler ıslak, tıpkı geçen sene bugün gibi. Ayşe, ben tam bugün, “12” mayıs gecesi saat birde Sinop’a çıkmıştım… Bir gece evvelsi gibi her şeyi, en ufak teferruatıyla hatırlıyorum: Bir gece evvel sana vapurdan uzun bir mektup yazmıştım, gece yarılarına kadar uyumamıştım, ertesi gece biraz uyudum. Candarmalar bir müddet sonra uyandırdılar, Sinop’a geldiğimi söylediler, bir motora binerek şehre çıktık. Bu gece o zamandan beri hiç hayalimde canlanmamıştı, bugün nedense akşamın alaca karanlığında birdenbire bir sinema gibi gözümün önüne geliverdi. Bir müddet evvelki yağmurun ıslaklığını taşıyan sokakları görür gibi oldum. Gece yarısından sonra çıktığımız bu küçük şehirde kimseler yoktu. Yalnız büyük sırlar, ahşap evler, tahta kepenkli alçak dükkanlar vardı. Sağ tarafımızdan parkın rıhtımına vuran denizin hafif ve mırıltılı sesi geliyordu. Ve ben, yanımda iki candarma, ellerimde bavulum ve çantam, kalbimde dizlerimi bükecek kadar büyük bir ağırlıkla bu bilmediğim şehrin karanlığının içinde ilerliyordum. Nefes aldıkça içime rutubetli bir hava doluyordu. Bu havayı bu kadar nemli yapan şeyin madde haline giren karanlık olduğunu zannediyordum. Hafif kumlu bir yolda, bahçe gibi bir şeyin içinde yürüyordum. Burasının park olduğunu söyledilerdi. Etrafa bakıyor, hiçbir şey göremiyordum. Ağaçlar siyah gecenin üzerine siyah kalemle çizilivermiş resimler gibiydi. Ayaklarımızın kumda çıkardığı sesler, hafif fakat iniltili akisler yapıyordu. Kalbim göğsümde sığmayacak kadar büyüyor ve ağırlaşıyordu. Ah yarabbi, o akşam ne kadar ıstırap çekiyordum? Ne kadar kederli idim!.. İstanbul’da ve Konya’da hatta yolda geçirdiğim çok daha fena günler benim içimdeki mukavemet damarlarını harekete getirmişlerdi, çektiklerimi istihfaf edebiliyordum, dudaklarımı ısırıyor, hatta gülmeye çalışıyordum. Fakat bu gece, bu ıslak hava, bu hafif kumlu yol, bu tanımadığım, bir gece yarısı içine girdiğim garip şehir, bu bir tarafında yıldızlara karışan gri surlar, bu ellerimde ağırlaşan çantalar beni birdenbire yumuşatmıştılar, içimde bir ağlamak ihtiyacı vardı. O gece, yalnız o gece, istediğim gibi anlayabilmek için hür olmağı istemiştim, ama ne kadar şiddetli istemiştim; yalnız o gece istediğim gibi hür olabilmek için ertesi gün ölmeği kabul edebilirdim. Dudaklarım titriyordu. O gece annemi çok istemiştim, o yanımda olsa, benimle beraber yürüse, candarmalar beni candarma dairesine sokarlarken o boynuma sarılıp öpse ve yarın tekrar görmeye geleceğini söylese bu kadar yüreğim ağırlaşmazdı, diyordum. Sonra seni de çok düşünmüştüm. Şerif, Halide, ve sen vapura gelmiştiniz. Üçünüzün de hayali, bilhassa seninki hep gözümün önündeydi. Seni adliyede yanıma geldiğin zamanki gibi de hatırlıyordum. Şimdi burada olsa muhakkak daha hafif olurdum, hiç olmazsa ona zayıf görünmemek için kendimi bu kadar koyuvermezdim diyordum. O zaman dünyada hiç kimsenin beni annem kadar sevemeyeceğini, ve hiç kimsenin beni senin kadar alamayacağını düşünüyordum. Elimde ağır çantalar, başım yıldızlara doğru kalkmış, kafamda bunlar dolaşıyordu. Cebimde sana vapurdan yazdığım mektup vardı.
Sf: 177
“Sana senden çok inanıyorum” diyorsun, bu gayet tabiidir, bana yeryüzünde inanmayan bir kişi varsa da o da benim.
Sf: 199
Potsdam’a yerleştik. Bazı pazarlar diğer Türk kızlarıyla beraber bana gelirdi. Her hafta birbirimize mektup yazar veya telefonla konuşurduk. Fazla güzel olmadığı ve hayata karşı kuvvetli görünmediği için daha ileri bir ahbaplık istemiyordum. Bazen, kendisini bana yakın, beni çok iyi anlar bulur ve birçok şeyler düşünürdüm. Lakin en son kararım daima bu arkadaşlık derecesini muhafaza etmek olurdu.
Sf: 204
Hulasa, …….. zavallı bir kızcağızdır ve beni hayrete düşüren, kadınlar hakkında fena kanaatler edinmeme sebep olan şey, bu kadar zavallı bir kızın bazen bu kadar küstah oluverecek bir derecede hafızasını kaybetmiş görünmesidir.
Sf: 207
Görüyorsun ki senin mektup ile azamet cihetinden, kıyas bile edilemeyecek uzunlukta bir mektup yazdım. İş buna kalırsa ben sana beş sene yazmayabilirim… Öyle “artık bir sene yazmasam olur” diye nazlı kelamlar savurma. Ne ben o kadar bekleyebilirim, hatta ne de sen.
Sf: 211
Ankara’ya gelmek istemez misin? Trenlerde yüzde 75 tenzilat yapılacakmış. Daimi sergi enfes bir şey oluyor bu fırsat her zaman ele geçmez. Pertev de gelecek. Bana gelip gelmeyeceğini muhakkak yaz… Ona göre tertibat alayım. Sen alayişli (tantanalı) merasimleri sevmediğin için istasyona yalnız bir kıta askerle bir bando mızıka ve birkaç mektep göndermek kafidir zannediyorum.
Sf: 213
Ayşe,
Sahiden aşık olduğuna kanaat getirdim artık. Çünkü aşk insanı sevdiğinden gayrı herkese karşı insanı az alakalı yapar, sen de öyle olmuşsun ve bana şimdiye kadar yazmadığın şekilde bir mektup yazmışsın.
Sf: 218
Sevgili Ayşe’ciğim,
Bugün nedense sana olan muhabbetim pek efzun (fazla). İhtimal şiirimi beğendiğin ve onu arkadaşlarına da okuyarak namımı ila ettiğin (yükselttiğin) için… Ve sonra hakikaten bazı mektuplarımın pek karışık olduğunun farkındayım. Sen bu gibi yazılarıma karşı o kadar sabır ve tahammül gösteriyor, canının sıkıldığını o kadar az belli ediyorsun ki, seni hemen kucaklayasım geliyor.
Mamafih garip bir şey değil, çünkü ben de ikide birde Ankara’da Hachettepe kütüphanesindeki Yahudi kızına abayı yakıyorum. (İkide birde dediğim, ayda bir kere bir Almanca mecmua almaya gidiyor, çıktıktan sonra 24 saat aşıklık çekiyorum.

Sf: 222
Görünüşe nazaran bu seneyi de dilber İzmir’de geçireceksin. Garbi Anadolu’ya ve hele İzmir’i beğenmeyen insana verilebilecek yegâne sıfat nankör ve zevksiz sıfatıdır. Sen ikisi de değilsin, onun için herhalde İzmir’den memnunsun ve oradan şikayet edişlerin bütün romantik insanlarda mevcut olan “bulunduğu yere sığamamak, bulunduğu yerden sıkılmak” hissinin bir tezahüründen başka bir şey olmasa gerek…
Sf: 223
Halbuki Ege’nin havasında namütenahi güzelliklerin ve medeniyetlerin kokusu vardır. İnsan Bayraklı’nın arkasındaki sırtlara bir çıksa, yüzünü çiğdem soğanlarıyla dolu toprağa bir dayasa muhakkak bir zamanlar orada koşuşmuş olan güzel Yunan kızlarının nemli ayak kokusunu duyar.
Sf: 225
Ben erkekler arasında en masumlarındanım. Benimle ahbaplığına güvenerek hepsiyle yarışa çıkmaya kalkarsan yaya kalırsın, masumluğu bir tarafa bırak, ben erkekler arasında hatta şu “enayi” dedikleri sınıfa dahilim… Maalesef…
Sf: 226
İzmir’i sevmiyorsun, pekala, ama hâlâ daha anlayamadın ki dünyanın her yeri aynı boktur… En akıllıca iş bulunduğu yere tahammül etmek, orayı kabil-i tahammül (katlanılır) hale sokmaya çalışmaktır. İnsan bunu romantik hayallere dalarak, veya, dünyayı bu hale sokan insanlar olduğuna göre, onların değişmelerine yarayacak şeyler düşünerek yapar… İkincisi galiba sana daha uygun. Oku, düşün, yaz, tercüme et, böylece dünya çekilir bir hale gelir. Ben şimdilik Ankara’dan bile memnunum. Ne olacak, yalnız olduktan ve beş on kitaba sarıldıktan sonra…
Geçen mektubumda tercüme münasebetiyle cemi (çoğul) sigalar (çekimler) kullandı isem demek yanılmışım, ben diyeceğime biz demişim, o kadar mühim bir şey mi bu sanki?          Kadınlarımıza evvela yeryüzünde insanlar için yemekten, uyumaktan, süslenmekten, birisiyle yatmaktan daha mühim şeyler mevcut olduğunu anlatmalı, onları tam bir hayvan olmaktan kurtarmalı, ondan sonra siyasi haklar vermelidir. Fakat ne münasebet, bizim erkeklerimiz başka türlü müdür sanki… İhtimal bazı hususlarda kadınlardan bile geridir.
Sf: 228
Mektubunda yazdığın kadar şiddetle üzüldüğüne de kanaatim var. Bunlar da sana göstersin ki, bütün istihfafımıza (küçümsemelerimize) rağmen mesela bir çorap mübayaasında (satın alınmasında) on kuruş kazıklanmış olmak bizi, bütün aksini iddialarımıza rağmen, Lehistan’da veya Peru’daki 150 idealistin idamından çok müteessir eder.
Sf: 232
Başımda pek fena bir dert var. Annem gelecek diye bir ev tutmuş ve bir sene kontrat yapmıştım. Annem gelmedi. Ben de bomboş bir evde, bu soğukta daha fazla oturamadım. Başka bir yere çıktım. Fakat evin kontratını fesh edemedim. Boş eve ayda yirmi üç lira vermek lazım gelecek galiba. Mahkemelerde dolaşacağız. Ben böyle şeyleri hiç beceremem. Bir avukat da tutamadım, fena halde üzülüyorum. Hasta olduğuma dair aldığım bir rapor bile fayda etmiyor. Kanunlar mülkiyetin mukaddesiyyeti üzerine istinat ettiği için yalnız mülk sahipleri ve yalnız onların menfaatleri düşünülerek yapılmış. Bir kurtuluş çaresi yok. Evi bir başkasına da ciro edemedim. Müşteri arayamıyorum. Böyle şeylerle uğraşamıyorum ki… Galiba enayi gibi para vereceğim. Bu vaka bana hayatın ne kadar acemisi olduğumuzu, bu çirkef burjuva cemiyeti içinde nasıl eli kolu bağlı olarak bulunduğumuzu anlattı. Remzi Kalfa ismindeki cahil bir Arnavut, sekiz tane kiralık evi olan bu mesken spekülasyoncusu, elinde en mükemmellerinden üç tane avukat bulunduruyor ve bunlar Remzi Kalfa’nın davalarını kazanarak kiracıların maaşlarını haczettirmek suretiyle namuskar vazifelerini yapıyorlar. Bir kere bunların avlarına düşmemek gerek…
Sf: 233
Pertev evlendikten sonra vefasız oldu. Galiba muhterem refikası ile pek meşgul. Evlenen delikanlıların bu halini görünce bekar kaldığıma şükrediyorum. İhtimal bu şükrün sebeplerinden biri de, nasıl olsa evlenemeyeceğimi bilmekten doğan bir hüznü örtmek ihtiyacıdır. Pertev’in böyle olacağını tahmin etmezdim. Hele beni anasını babasına bile tercih ederken başka birisini bana tercih etmesi beni uzun uzun düşündürdü. Sonra Pertev’i tam yetiştirdiğim, istediğim şekle soktuğum zaman kaybetmek bana hakikaten acı geliyor.
Sf: 234
Orası o zaman boş tarla idi.) Altın gibi sarı saçlı, fevkalade güzel lacivert gözlü, beyaz tenli gözlerinin etrafında yazın beliren seyrek çilli ve uzunca boylu bir kızcağızdır (Uzunca boylu dediğim “1.60” boyunda kadınlara göre uzun. Ben “1.62”yim…) Gayet sessiz okumağa ve düşünmeğe meraklı; kendi halinde bir mahluk… Yaşı tam 20…İsmi de Aliye…
Sf: 235
Seninle evlensem muhakkak ki daha iyi olurdu. Ne yapayım, sen istemedin. O zamanlar yazdığın bir mektupta dediğin gibi, ihtimal böyle olması daha iyi oldu. Çünkü şimdi kendimi yokluyorum da, katileşen evlenmek meselesi karşısında bile sana olan muhabbetim asla değişmiş değil. Ve görüyorum ki, aradan seneler geçse çoluk çocuk sahibi bile olsam, seni hep bugünkü gibi seveceğim, hep aramızdaki bu yakınlığı hissedeceğim… Bu dostluğu, hatta evlenmek pahasına da olsa (yani seninle evlenmek) feda etmediğimiz belki çok iyi oldu. Bunları kendimi kandırmak için söylemiyorum, hakikaten böyle gibi görünüyor bana… Sen ne fikirdesin… Ben de eminim ki sen evlensen, çoluk çocuk sahibi olsan, ben senin için bugünkü Sabahattin olmaktan çıkmayacağım. Sen kocandan iyi beni, ben karımdan iyi seni anlayacağım… Kafalarımızın her şeye rağmen birbirinden ayrılmaz bir tarafı var… 
Ayşe, bana derhal cevap yaz ve bunun cevabı bana bugünlerde lazım olan şekilde olsun. Bana bu işin böyle olmasının daha iyi olduğunu söyle, beni ikna et…
Gözlerinden deli gibi öperim Ayşe.
                                                                                                                            Sabahattin Ali

Sf: 237
Muallimlikten pek şikayetçisin. Mektebi bitirme sıralarında böyle düşünmüyordun. Ben sana o zaman bu işin ne kepaze bir şey olduğunu yazmıştım. İdeal bir muallim olsan dahi, rolün ancak bozuk bir yoldaki bir kilometrelik asfalt kadar olur. Otomobiller sana gelinceye kadar harap olurlar ve seni geçtikten sonra da harap olmakta devam ederler. Her şey kökünden düzeltilmedikten, insanlar daha insanca işlere hazırlanmaya başlamadıktan sonra, haddizatında iyi olan şeyler bile fena hüviyet alırlar.
Sf: 240
Bugün nedense pek keyfim yolunda. Nişanlımdan da bir mektup aldım. Erenköy Kız Lisesi’ndeki talebelik hayatından bahsediyor. Kısa etekli siyah bir önlük ile de o zamanki resmini yollamış. Pek şirin. Neredeyse aşık olacağım. Sen evlenmeye akıl erdiremiyorsun, halbuki bu işi madem bu kadar çok insan yapıyor, herhalde korkulacak bir şey değil ve muhakkak ki çok meraklı ve tecessüs tahrik eden (merak uyandıran) bir şey. Sonra da, evvelce yazdığım gibi benim artık evlenmem lazım. Başkaları için varit (geçerli) birtakım düşüncelerin de benimle alakası olamaz: Ben dünyanın belki en tahammüllü ve geçimli insanıyım.
Sf: 250
Son sözü Sabahattin Ali söylesin:
“Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer? Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz? Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük…
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
Sf: 253
“Başka bir işin yoksa, istersen gel benimle” dedi. Tamam dedim, beraber evine gittik. İlk defa Sabahattin Ali’nin evine gitmiş oldum. Gözüme çarpan duvarlarının baştan aşağı kitap dolu oluşuydu. Bütün duvar kaplıydı kitapla. Sabahattin Ali, muhayyelesi (ck*: muhayyele: ‘hayal gücü’) çok güçlü olan bir kimseydi. Fakat, bu muhayyele böyle tam boşluktan gelen bir muhayyele değildi. Aynı zamanda geniş bir kültürü vardı.
Arf- Sabahattin Ali hakkındaki genel izlenimim, çok zeki ve çok iyi bir insan olmasıydı. Yani çevresine karşı devamlı iyilik düşünebilen bir kimse olarak görüyordum. Kendi kanaatleri uğruna her türlü eziyete katlanabilecek bir kişi olarak gördüm. Sabahattin Ali benim için bir nevi ideal bir insandı.
Sf: 255
Mehmet Ali AYBAR
Soru – Sabahattin Ali’nin öldürülmesiyle ilgili olarak bugüne kadar çeşitli iddialar ortaya atıldı. Bunlardan birisi de S. Ali’nin yurt dışına kaçmak için Milli Emniyet’le iş birliği yaptığı ve sınırda öldürüldüğü yolunda. Tezin sahibi Yalçın Küçük, S. Ali’nin yurt dışına kaçmasına izin verilmesinin karşılığında dışarıya adam kaçıran şebekeyi yakalatma sözünü verdiğini öne sürüyor. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Aybar – Benim genel olarak kanaatim Sabahattin Ali’nin tuzağa düşürülerek öldürüldüğüdür. Olay netice itibariyle budur. Sabahattin yurt dışına çıkmak istemiştir, araya sonradan Milli Emniyet ajanı olduğu anlaşılan biri girmiştir ve Sabahattin Ali’yi öldürmüştür. Binaenaleyh o günün politik koşullarını da düşünecek olursak, Milli Emniyet’çe işlenmiş, yahut da daha genel söyleyelim polis kanallarıyla hazırlanmış bir tuzak ve neticesinde Sabahattin Ali ortadan kaldırılmıştır. Meselenin genel çizgisi bana göre budur. Nedenine gelince Sabahattin, o tarihlerde yayın yoluyla iktidardaki hükümetlere karşı cephe almış kişilerden biridir. İşte müteaddit dergiler çıkarılmış…
Soru – Bu arada sizin çıkardığınız Zincirli Hürriyet’teki yazısıyla da son kovuşturmasına uğramıştı sanırım…
Aybar – Evet. İşin garip tarafı, o yazıdan dolayı Sabahattin’in ölümünden sonra mahkûm oldum. Ve de kendimin de yazdığı bir yazıdan dolayı, ikisinden birden mahkûm oldum ve mahkûmiyetimi çektim. Paşakapısı Cezaevi’nde yattık, afla da çıktık. Şunu söyleyeyim, o son yazının bendeki imajı oldukça ilginç. Zincirli Hürriyet’in İstanbul’da çıkan ilk ve son sayısıydı. Matbaada provalara bakıyordum. Tabii Sabahattin’in yazısını okumak hiç aklımdan geçmedi. Öbür yazıları okuyordum, tek kişi çıkarıyordum gazeteyi ve gelen bütün yazıları okuyordum. Sabahattin Ali’nin yazısını ne diye okuyayım, şu kadar yazı okurken bir de Sabahattin’in yazısını mı okuyayım? Hiç okumadım. Çıktıktan sonra yazısına göz atıyorum. Yahu dehşet şeyler. Baskı yapılmış. Olacak şey değil. Açıkça hakaret etme falan filan. Yani Ceza Yasası’nın hangi maddesine isterseniz sokabilirsiniz. Ne yapayım ben bunu, gazeteler basılmış. Bunları iptal edip, yeni baştan bassak, olacak iş değil. Aklıma geldi, dedim ki şuradan bir ıstampa yaptırayım ve hepsinin o en belalı kısmını yok edelim. İki üç çocukla beraber matbaada başladık takır takır takır iptal ettik. Ondan sonra matbaadan dönüp de Sabahattin’le Beyoğlu’nda buluşacağız. Siret’le beraber beni bekliyorlar, sinemaya gideceğiz. Ben bir nüsha aldım geldim. Sabahattin her zamanki gibi neşeli, şakacı falan. Yahu sen ne yapmışsın? Ne o hayrola, dedi. Yahu bu yazılır mı? Yani bu, bizi alsınlar, götürsünler hapse atsınlar anlamına geliyor. Yok canım mübalağa ediyorsun, falan dedi. Neyse dedim, ben orayı yani en belalı paragrafını ıstampayla kapattım, işte örneği de bu, kara. Üç dört çocukla beraber şu saate kadar şu kadar bin nüshayı mühürledik. Ve ondan çok kısa bir süre sonra Sabahattin çıktı, hakikaten dava açıldı. Ve gerçekten tahmin ettiğim gibi, o paragraf olmadığı halde hükümetin manevi şahsiyetine hakaretten dolayı bir yıl ağır cezaya mahkum olduk. 
Soru – Sabahattin Ali’nin ölümünden sonra, değil mi, efendim? 
Aybar – Ölümünden sonra. Önce dava açıldı, biliyorduk tabii dava açılacağını. İstanbul’da 2. Ağır Ceza’da birtakım savunmalar yaptıksa da boşuna gayretti. Bile bile ladesti. Ağır ceza reisi olmaya gerek yok, şöyle göz atınca, tamam dedim bu iş bitti. Ve ondan kısa bir süre sonra da Sabahattin yurt dışına çıktı. Binaenaleyh son politik arkadaşlığımız böyle bir olayla noktalandı.
Sf: 259
Solculuğu ajan olarak yaparsınız, yemeğe davet edersiniz falan ama, yazı yazıp da yazınızda solcu olduğunuzu anlatırsanız, bütün yasaklamalara karşın bunu başarmışsanız o adamın solcu olduğunda şüphe edilemez. Sabahattin’in yazıları da böyledir. Şimdi de okursak, bir sol insanın yazılarıdır. Tabii o yazılarda, hikayelerde, yazılarında benim mahkumiyetime neden olacak gibi ipucu vermemiş ama, Sabahattin bence ajan falan değildi. İnanmış bir sosyalistti.
Sf: 261
Adalet, mahkeme, hukuk gibi zırıltıların ne boş şeyler olduğunu bu mesele vesileyle iyice öğrendim. Hepsi incir çekirdeğini doldurmayan, istediğin yere çekilen birtakım mücerret (soyut) sözler üzerine müstenit (dayandırılmış).. İki de bir şu sözler tekrar edilip durdu: “Mahkeme adaletin tecelli ettiği, hakikatin meydana çıktığı yerdir… Burada devletin manevi nüfuzu mevzu-ı bahistir…” vesaire… Lakin, bu lafları söyleyenler, hususi meclislerde hep bizim gibi, senin benim gibi konuşuyorlar; ve kanun denilen şeyin ne kadar saçma olduğunu itiraf ediyorlar. 
Söz aramızda, Sabahattin’i, Gazi aleyhinde tefevvuhatta bulundu diye ihbar edenler, benim de hükümet aleyhinde menfi bir adam olduğumu falan mevzu-ı bahis ediyorlar. Allah şerlerinden saklasın! 
Şimdilik bu kadar dostum. Muhakkak mektup yaz, eşten dosttan havadisler ver. (…) Sen de hoşçakal. Pertev Naili

Doktrin: “Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazan hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. Gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.” – Sabahattin Ali