Sf: 28
“Dün gece kulüpten gelirken rastladım, açık hava sinemasının duvarına yazı yazıyordu sizinkiler… İki kişi. Birini hemen tanıdım, bizim Ethem’in oğlu Kadir. Yanında bir oğlan daha. Onu tanıyamadım. Zelve’li Faruk’un oğluna benziyordu. Biri kovayı tutuyor, öbürü de yazıyor. “Kahrolsun Faşizm” yazmışlar. Yalnız faşizmdeki “z” ile “m”nin arasına da “i” koymuşlar. Neyse, söyledim düzelttiler.” Oraya “i” konulmaz” dedim. Daha imla kurallarını bilmiyorsunuz ki oğlum, nasıl devrim yapacaksınız?”
“Ne alakası var baba?”
Sf: 31
Bir gün babam odamdayken, partili delegeler gelmiş ziyaretime. Babamı tanımıyorlar tabii ki. Ben yan odada başka birileriyle konuşuyorum. Bir süre sonra odama dönüyorum. Delegeler gittikten sonra, babam canı sıkkın konuşuyor: “Oğlum sen yan odadayken, burakiler sehpanın üzerindeki bisküvileri kapışarak yediler.” Bir yandan da, “yiyin lan yiyin doktorun bisküvilerini. Öyle kolay mı Belediye Başkanı olmak? Masrafa girmek lazım,” dediler. Oğlum bunlardan bir şey olmaz. Bunlar kendileri aç. Vatandaşı nasıl doyuracaklar?”
“Baba, ne alakası var?” demedim artık.
Babam vefatından önce zor aylar geçirdi. Hep yanında olmaya çalıştım. Yakında kaybedeceğimi biliyordum. Sorular soruyor, onun sevdiği konuları açmaya çalışıyordum.
“Ne diyorsun baba bu işlere? Nasıl görüyorsun durumu?..”
“Bilmiyorum ki oğlum. Unutkanlık başladı bende. aklıma bir şey gelmiyor.”
“Baba, sence ne yapmalıyım? Nasıl davranmalıyım? Ne dersin?
“Sen ne yaparsan iyisini yaparsın oğlum… Sana güveniyorum ben… Hiç yanlış yapmadın ki zaten… Sen bilirsin.”
Sf: 32
Kısa bir süre sonra kaybettim babamı… İçim yandı… Yıllarca itiraz cümlem olan kelimeleri asıl şimdi söylemeliydim…
“Ah babam! ne alakası var Allah aşkına… Ne biliyorum ki ben? Asıl şimdi ihtiyacım var söyleyeceklerine…”
Sf:35
Domatesin yakıcı tadını bir süre ağzımda gezdirdikten sonra, bahçeye girip bir tane daha koparayım deken, açık hava sinemasından gelen şarkıyı duyuyorum. Şükran Ay’ın “Sevemedim Kara Gözlüm”ü çalıyor. Bu son şarkıdır, arkasından film başlar. Hızla caddeye çıkarak koşmaya başlıyorum. Gerçi önce, gelecek filmin parçaları filan gösterilir ama, yine de yetişmeliyim.
Makinist Yavuz Abi elinde tekel birası, kapının önünde birine bir şeyler anlatıyor. İyi, demek ki daha başlatmamış filmi.
Pek kimse yok bugün. Siyah beyaz bir film başlıyor. Garip bir film. Bir adam var, boyacı. Bir kadının resmine aşık. Kadın, “ne yapacaksın resmimi, işte karşındayım, beni sev,” diyor. Adam, “resminle arama girme,” falan diyor… Sonra ikisi de ölüyorlar. Büyülenmiş gibi izliyorum filmi. Sinemadan çıkıp, eve dönerken, karanlık yollardan geçiyorum. İçimde tuhaf kıpırtı. Aşık olduğum kız geliyor aklıma.
Sf: 53
Annem, sobanın üstüne yıkadığı şeker çuvallarını asmıştı, kurumuş, onları topluyor. Az sonra önüme üç beş tencere bırakıyor. Daha önceden eve gelen hediyeler bunlar. Üzeri yazılı olmayan birine, “Köselerin Fadime” yazıyorum. Gazeteye sarıyor iyice. Öbür elinde de bir torba yıkanmış şeker çuvalı, çıkıp gidiyor evden.
Sf: 54
Kucağımda kitap uyumuş kalmışım. Annem çoktan dönmüş, başımda dikiliyor: “Hadi kalk, bi dene şunları.”
“Onlar ne anne?”
“Fanila, külot oğlum. Sabiha halana diktirdim, hadi giy.”
Sabiha halam Kız Meslek mezunu. Eli çok yatkındır. Annem, babamın gazozhanede şerbet yaparken kullandığı şeker çuvallarından iç çamaşırı diktirmiş. Neşeyle giyiniyorum. İyi güzel ama, biraz sert ve hafif kaşıntı yapıyor sanki. Sorun değil. Yalnız, külotun tam arka tarafında Kayseri Şeker Fabrikası’nın mührü var. Olduğu gibi duruyor. Yıkamakla çıkmamış demek ki. Bir şey demiyorum anneme. Öyle mutlu ki. Mühür orada duruyor ama. Beden eğitimi derslerinde eşofman giymek için sınıfta soyunurken ne yapacağım? Annemin çuvaldan yaptırdığı, arkası şeker fabrikası mühürlü külotlar yüzünden, beden eğitimi derslerinde birkaç yıl tuvalette giyinip soyunuyorum…
Sf: 65
Ekmek kokusu mu, kan kokusu mu?
Evin ön bahçesinin hemen girişindeki duvara sırtını vermiş bir kara fırın. Tuğlacı Hacı Amca yapmıştı, iyi hatırlıyorum, yavaş yavaş, hiçbir şey yapmıyormuş gibi davranan haliyle. Annem kollarında kolçak, peynirli, patatesli, kıkırdaklı bazlama yapıyor. Cemelli ebem, yüzünü güneşe çevirmiş, üzerinde benim baklava desenli kazağım, abimin el işi dersinde yaptığı taburede oturuyor. Ebemin yanındayım. Artık çok yaşlandı ve hafızası da o kadar iyi değil. Ara sıra evin önünden omzunda çapa ya da kürek birileri geçiyor. Sarıhıdır’dan, Bayramhacılı’dan, Kışlalı’dan gelen mevsimlik işçiler bunlar. Ebem hemen elindeki değneği kaldırıp işaret ediyor anneme: “Fadime… Bak gidiyor, çağır. Hadi, hadi…” Annem cevap ermeden köşede üst üste yığılı duran bazlamalardan birini ya da ikisini alelacele gazete kağıtlarından birine sarıp gidenlerde birine yetiştiriyor. Her dönüşünde de yerdeki hamur bezlerine bakıp kendi kendine mırıldandığını duyuyorum. Bazlamalar bitecek. Ebem halinden pek memnun.
“Bunların hepsi de garip, guzum. Karıları yok, evleri yok. Ekmek kokmuştur şimdi onlara. Kim yapar yemeklerini, e yer ne içerler… Sevaptır.”
Sf: 66
Kapıya gelen dilenciye yiyecek verirken sevap baa yazılsın diye yarış yapılan bir evde büyüdüm ben. Doksan yaşına kadar evimizin ve Kızılöz’ün dışında hiçbir yeri görmeyen, bilmeyen, ama dünyanın en bilge kadını olduğuna kalıbımı basacağım ebem alzheimer oldu. Sürekli eskileri soruyor, kapıyı açık buldukça kaçıp Cemel’e gitmek istiyordu. Annemin artık kontrol edemediği zamanlarda ortaya ben çıkıyordum. Sırtımda babamın ceketi, başımda köylü kasketi, Cemel’den gelmiş bir akraba olup ebemi ziyaret ediyordum.
“Cemelli Ana, ben geldim. Cemel’den.. İbraam.”
“Vay guzum. İbraam gelmiş. Fadime, bak kim geldi. Hoş geldin guzuum.”
Annem sohbetin uzun süreceğini bilir, evin arka bahçesine giderdi. Ben ebemin ellerinden tutar, hiç bilmediği bir dünyada, ebemin kayıp dünyasında, kendi çocuk sezgilerimle heyecanlı bir yolculuğa çıkardım. Ebem Köse Mustafa’nın karısı tabii ki, tarlaları, koyunları, kuzuları sorar, buğdayı merak eder, akrabalarına selam söylerdi. Bir süre sonra da ellerinden öper, Cemel’e gidecek selamları yüklenmiş, evden ayrılırdım. Havuzun kenarına bırakılmış ceket ve şapka bir sonraki ziyaret için beklerdi beni. Ebem nasıl mutlu ama.
“Yaa, Fadime, bak gızım. Pek iyiymiş bu sene buğday. Maşallah, maşallah. Aman iyi olsun, Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin.”
Ebemden bana kalan, hiç kirlenmemiş bir saflık, bitmeyen bir gayret ve hiç tanımadığı insanların açlığına canı yanan bir ekmek kokusu.
Sf: 67
Üniversite yılları. Açlıkla terbiye edildiğimiz yıllar. Yurtlardan atılmışız. Babamla sert mektuplaşmalarımız olmuş. Kendimce rest çekmişim.
“Paranı falan istemiyorum, gönderme!”
Bir süre Karşıyaka’daki ırgat pazarına gidiyorum. Liseden sonra üniversiteye girememiş, iş de bulamamış delikanlı rolündeyim. Şemiklerdeki bir hara inşaatında çalışıyorum Kürt işçilerle. Öğleyin yemek paydosu verildiğinde hep birlikte gittiğimiz bir esnaf lokantası var. Az kuru, az pilav, çok ekmek. Uzun tahta masanın etrafına sıralanmış onlarca işçiden ara ara duyulan tek ses:
“Abe ekmek…”
Bornova’da hastanenin karşısındaki kahveye gidiyorum genellikle. Çok parasızım. İnce, sarı yüzlü, sarı benizli adamlar oturuyor bir köşede. Kan grubu negatif olan vericiler bunlar. Kan satıyorlar. Arada sırada kahvenin kapısı açılıyor ve telaşlı bir ses “0 RH negatif”, diyor mesela. Gruptan birisi kalkıyor, kısa bir konuşmadan sonra gelenlerle birlikte ayrılıyorlar. Vericilerin tıbbiyeli öğrencilerden en çok istedikleri şey, eşantiyon kan yapıcı, demir hapları. Döner diyorlar kendilerine, kestikçe azalan bir şeyden söz eder gibi ve “donör” den mülhem. Bir şişe kanın fiyatını soruyorum usturupluca. Fena değil, iyi para, en azından idare eder. Kızılay’a gidip an satıyorum. Akşama bir arkadaşın Alsancak’taki yıkık dökük evine, ellerim kollarım dolu gidiyorum. Yumurta, ekmek, biraz kıyma ve helva. Çay ve sigara hep vardır zaten. Üniversitede folklor ekibi kurmuşuz, yedi sekiz aç aam beni bekliyor. Dansçıların hepsi de solcu ama davulcu Mehmet’in o taraklarda bezi yok. Yemeği hazırlarken bir yandan da sosyalizmden falan söz ediyorum. Bilinçlendireceğim ya. Artı değer, diyalektik, ülke tahlili filan. Mehmet’in aklına pek yatmıyor gibi, ama bir şey söylemiyor. Sonra oturuyoruz bir yer sofrasına. Bir tepsinin etrafında sekiz kişi. Ben belki de farkında olmadan önüme gelen yumurtaları diğer çocukların önüne doğru itiyormuşum. Yemeğin sonuna doğru Mehmet sakin bir edayla konuşuyor:
“Ercan kardeş, ben anladım şimdi sosyalizmin ne olduğunu. Artık biliyorum, sosyalist kime derler. Sosyalist, kendi aç kalsa da önündeki yumurtayı arkadaşının önüne doğru iten adamdır.”
Sf: 71
İzmir… 1980 darbesinin bütün ağırlığıyla tepemize çöktüğü günler. Tıp fakültesinden çok sevdiğim bir arkadaşımı gözaltına almışlar, haber alamıyoruz. Eniştesi bana geldi, akıl soruyor:
“Ne yapacağız? Beş gündür haber yok, nerede olabilir?”
Ben zaten kendi gölgemden korkar hale gelmişim. Yine de bir yol arıyorum. Ertesi gün enişte, Konak’taki emniyet binasının meşhur siyasi şubesinde arkadaşın izini bulmuş. Okulun kantinine gelmiş, “Beraber gidelim,” diyor. Başıma gelecekleri üç aşağı beş yukarı tahmin ettiğim halde enişteyle tıpış tıpış gittik siyasi şubeye. Arkadaşı soruyoruz:
“Burada mı, iyi mi?”
Bizdeki akla bak. Kurda kuzu soruyoruz. Enişteyi biraz tekmeleyip gönderdiler, beni de gökte ararken yerde bulmuş gibi içeri aldılar. Otuz kişi on metrekare karanlık bir hücredeyiz. Başımıza gelecekleri beklemeye başladık. Oda sürekli karanlık olduğu için zamna mefhumunu kaybediyorsun. Kapının altından verilen tabldotlar günün hangi saatinde olduğumuzu söylüyor. Çorbaysa sabah olmuş, kuru fasulye veya pilav ise akşam vakitleri. Başıma geleni çok takmıyordum doğrusu. Şimdi olsa yıkım gibi yaşanacak şeyler, nedense o zamanlar çok sıradan kabul edilirdi. Ne güzelmiş meğer o günler. Neyse. Benim aklımda hala arkadaşım. Belli ki o da yan hücrelerin birinde. “Ne yapıyor? İyi mi? İşkence yapmışlar mıdır? Morali nasıl?” onları düşünüyorum. Beşinci gündü galiba. O gün yemeğin yanında pelte gibi bir tel kadayıf verdiler. Tel kadayıf. İnanılmaz bir şey. Bizim arkadaşı en sevdiği tatlıdır. Biliyorum, hastasıdır tel kadayıfın. Benim için o an bitti sanki siyasi şube, 12 Eylül, faşizm vs. Değil mi ki arkadaşım tel kadayıf yiyor, gerisi boş. Her şey güzel artık.
Birbirimizin hayatlarının içindeyiz. Bundan hiç haberdar olmasak da…
Sf: 72
Anne tarafından dedem kasaptır. Rahmetli dedemi hep, nefis güveçlerle, kendi, imalatı kuşgönü pastırmalarla ve çarşıda gazoz dağıtırken beni çağırıp, yanında taşıdığı geniş mendilinden çıkarıp ağzıma sokuşturduğu etli ekmeklerle hatırlarım. Öğle saatlerinde abilerimin anlık boşluğunu kollayıp gazozhaneden çarşıya kaçtığımda görürdüm onu. Caminin yanındaki bankların birinde, bastonuna yaslanmış dalgınca otururken. Beni görünce gözleri ışıldar, hemen yanına çağırırdı:
“Aç mısın guzum?”
Bütün kalbiyle aç olmamı istediğini anlardım sesinden. Tok da olsam “Açım,” derdim. Bilirim ki az sonra serin bir kaya altı kilerinde, küçük bakır tasların içinde nefis pilavlar, tavandan sallanan sucuklar ya da tel dolabın içinden çıkan mis kokulu tereyağı beni bekliyor. Ben yerken dedem de karşıma geçer beni seyrederdi.
Dedemden öğrendiğim, “insan olmak” kendi mutlu olduğun şeyleri yanındakilere de iletmektir. İnsan kendinde olmasını istediği her hangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddette isteyebiliyorsa “insanım” diyebiliyor.
Sf: 73
Babam parkinsonun son evresinde ve artık yatağa bağımlıydı. Annem, babamın yanında namazını kılarken bir ara babamın sesini çıkarmadığını fark eder:
“Selam verdim…Mevlüt, Mevlüt dedim. Cevap vermedi. Yanına vardım. Ellerini tuttum soğuktu. Olsun dedim, her zaman soğuk olur zaten… Ama ağzını yummuş. Nefes de yok. O zaman anladım. Sonra senin mantı yediğin aklıma geldi. Bakıcı kızı çağırdım kapıdan. Abine haber verme dedim. Mantısını yesin, sonra söylersiniz. O baba delisidir, koşar gelir, yemeği yarım kalır.”
Oğlu sevdiği yemeği bitirsin diye, ölüsünün yanında sessizce bekleyen annenin hikayesini anlattığınızda bir arkadaşınıza, onun hiç tepki vermeden ağladığını görmüşseniz ya da bugünlerde, ağzınıza götürdüğünüz her lokma boğazınızdan bir türlü geçmiyor ve yutkunuyorsanız sürekli ve oğullarını birer birer toprağa veren annelerin ülkesinde, kendi oğlunuzu koklamaktan hicap duymaya başlamışsanız eğer, birbirinizin hayatlarını da fark etmeye başlamışsınız demektir.
Sf: 76
Yaşlı adam, şişmanlığını saklayan sevimli, çevik gövdesi ve ablak, kırmızı çehresiyle bir haftadır dahiliye servisinde yatıyor. Yüksek tansiyon ve kalp yetmezliği var. Uzunca boylu, esmer, çopur yüzlü karısı da refakatçısı. Adamın benimle ve hemşirelerle arası pek iyi. Geçen geceki göğüs ağrısında, hiç uyumadan sabaha kadar beklemiştim başında, çok minnettar oldu. Beni görünce, gözleri ışıldıyor, farkındayım. Bekar olduğumu bildiği için, serviste çalışan hemşirelerin içinden, kendince en güzelini seçmiş, çöpçatanlık yapıyor. Beni de gelip gittikçe ikna etmeye çalışıyor. Hemşireler kıkır kıkır gülüyor adam konuşmaya başlayınca. Eşi, sessizce ve garip bir tebessümle izliyor yaşlı adamın çocuksu hallerini.
Sf: 77
Hemşire hanım beni çağırdığında babama mektup yazıyordum. Koşarak gittim. Yaşlı adam epeyce kusmuş ve artık kendinde değil. Mide kanaması mı geçiriyor? Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken ilk farkettiğim şey odadaki kesif sarımsak kokusu ve eşinin hiç bir şey olmamış gibi sessizce Kuran okumasıydı.
Muayene ederken, bir yandan da, dahiliyecinin çabuk gelmesi için dua ediyorum içimde. Kontrol altına aldığımız bir hasta niye böyle olmuştu ki? Hemşire, ben sormadan konuştu:
“Efendim ben söyleyecektim ama, fırsat olmadı. Sabah bir avuç sarımsak yedirirken yakaladım yakınlarını. Tansiyonu çabuk düşsün diye. Galiba üç dört gündür hastaya avuç avuç sarımsak yedirmişler.”
Tam bu sırada, yaşlı adamda kalp ve solunum durdu. Kaybediyorduk adamı. Telaşla kalp masajına başladım. Yatağın üzerinde bir yandan kendime yer açmaya çalışıyor, bir yandan da masaj için uğraşıyordum. Tüm bu telaşın ortasında hiçbir şey yokmuş gibi davranan tek insan adamın karısıydı. Ben didinirken, bir ara yavaşça elime dokunduğunu hissettim. Bir an göz göze geldik. Baktım bir şeyler söylüyor: “Oğlum bırak. Eziyet etme adama. Bardak doldu artık. Ömrü tamam oldu. Bir damla istiyordu, o da damladı işte. Uğraşma.”
İhtiyar adamı kaybettik. Tansiyon ve kalpten değil, mide kanamasından.
Sf: 95
Karşıyaka. Havada deniz ve manolya kokusu. İskele cıvıl cıvıl. Üzerimde ince bir gömlek. Çalıştığı işyerine gidiyorum. İçeri girip sessizce dikiliyorum yanında.
“Mayo var mı sizde? Mayo alacaktım.”
Duruyor bir an, şaşırıyor.
“İyi ama burası bayan giyimi. Erkekler için bir şey olmaz ki burada.”
Sf:96
“İyi o zaman, bayan için bir şey alırım ben de. Belki birine hediye ederim.”
Sonra… Sonrası Bornova… On sekiz yaşındaki bir kızın gece gülümsemesi. Küçükpark, Çınar Pastanesi…
Duvarın üzerinde yan yana otururken Edip Cansever’den iki dize…
Ertesi gün vapur iskelesinde buluşmak için alınan sözün sevinciyle öpülen avuç içleri.
Sonra her sabah yağmur sularıyla saçlarını yıkayan bir başka kız. Montrö Meydanı. Yüzümde bir “Aqua Velva” kokusu. Emanet pantolon geceden ütülenmiş. Okula kadar avuç içinde tutulan ürkek bir el. Amfide avuç içi koklanarak geçirilen bir gün.
Yıllar sonra, aynı avucun içinde sıkıştırılmış küçük bir not belki de. Hepsi bu.
Sf: 103
“Beni öldükten sonra, gömmeden önce battaniyeye sarar mısın oğlum,” demişti bir gün babam.
“Niye baba?”
“Soğuktur şimdi oğlum, toprağın altı sonuçta. Üşürüm… Sonra, börtü böcek.”
“Ne farkeder öldükten sonra,” diyemedim tabii ki .
“Olur baba. Bunları düşünme Allah aşkına,” dedim yavaşça.
Lakin, içimde bir battaniye haberinin sızısı kalmıştı. Babamın insanı şaşırtan bir saflıkla istediği battaniyeyi 19 Aralık 2000 günü, Bayrampaşa Cezaevinin koğuşunda günlerdir ölüme yatan genç insanlara attılar. Bakın ne anlatıyor yıllar sonra, o katliama katılan askerlerden biri:
‘Koğuştan yangın çıktıktan sonra yardım isteyenlere “sizi kurtarmak için yaş battaniyeler atıyoruz, bunlara sarılın ve kendinizi koruyun,’ diyerek battaniye attık. Fakat battaniyelere su değil, benzin ve tiner dökülmüştü. Battaniyeye sarılanlar daha çabuk yanıyordu.”
Sf: 111
Ölülerimiz nerede?
Çok uğraştık ama döndüremedik adamı. Zaten geldiğinde nabzı alınmıyordu. Esmer, şişman, kalın bıyıklı birisi. Uzun yol şoförüymüş. Basmahane’de çokça bulunan sıhhi banyoların birinden getirdiler. Banyo kapısının altından taşan suları gören görevli, kapıyı kırarak içeri girmiş ve kurnanın yanına yığılmış halde bulmuşlar adamı. Belli ki kalp krizi.
Tıp fakültesi ikinci ya da üçüncü sınıftaydım. Acilde sabahlamaya başladığım ilk günler. Pek merak ediyorum her şeyi. Kapıdan giren her hasta bir film hikayesi sanki benim için. Ölen adamın dosyasını tamamlayıp, hastabakıcıyı çağırdılar. Cenaze morga inecek. Sedyenin bir ucuna ben de takıldım. Derdim, morgu görmek. Gecenin bir vakti, hastanenin bomboş, yarı karanlık koridorlarında gidiyoruz. Sedye asansörünün insanın içine ürperti veren gıcırtıları eşliğinde morga vardık. Bir sorun var yalnız. Bütün çekmeceler dolu. Hastabakıcı kendi kendine mırıldanarak çekmeceleri çekip, itiyor, boş bir yer arıyor. Bir an durup, bekledi. Eski ahşap masanın üzerinde duran kayıt defterini karıştırdı bir süre. Sonra, gitti çekmecelerden birini çekti ve içinden el kadar bir bebek cesedini eline alarak çıkardı. Biraz bakındı dolaplara. Sonra bir başka çekmeceyi çekerek, bebeği orada yatan kadının cesedinin koynuna yerleştirdi.
Bebeğin boşalttığı çekmeceye de bizim şoförün cesedini yerleştirdik birlikte. Suratımdaki korku ile şaşkınlık arası ifadeye, tuhaf bir sırıtma da eklenmişti. Adama nasıl baktıysam, kendince bir şeyler açıklamak ister gibi konuştu:
“O da onun annesi sayılır, annesinin koynuna koyduk işte!”
“Mezara da birlikte koymasınlar?”
“Merak etme,” dedi, kapıya doğru giderken:
“Kimse kimsenin çukurunu doldurmaz. Herkesin mezarı kendine.”
Sf: 112
Koridorda dikilmiş başhemşireyi dinliyorum. Hastalardan ve nöbete gelen personelden şikayetçi.
“Refakatçılar laftan anlamıyormuş, gece amirini yine uyurken yakalamış, bir de nöbetçi hemşireler acilin pamuğunu paket paket götürüyorlarmış.” “Niye götürüyorlarmış?” diye sormamı bekler gibi durdu bir süre. Bir şey söylemeyince de çok utanmış gibi yaparak devam etti:
“Afedersiniz hocam, yani olacak iş değil… Ben, söylemeyin doktor beye dedim, çok kızar dedim. Bilmiyorsunuz değil mi? Ama, maalesef işte. Ne kadar dikkat etsek de oluyor efendim. Acile yeni aldığımız sağlık memuru fark etmiş, o söyledi. Yani çocuğun yüzü kızardı anlatırken. O kadar yani. İnanamadım önce. Sonra bir baktım, doğru. Pamukları adet bezi olarak kullanıyorlarmış… Olacak şey mi Allah aşkına? Acilin pamuğu! Bakar mısınız terbiyesizliğe. Tabii ki gereğini yaptım. İstedim hemen savunmalarını…”
Sf: 112
Başhemşirenin yakınmaları bir süre sonra tatlı bir mırıltı gibi geliyor kulağıma. Aklımda başka şeyler var. Dinlemediğimi fark etmemesi için gözlerimi iyice açarak, yüzüme mutsuz bir ifade oturtmaya çalışıyorum. Birden, koridora açılan hasta odalarından birine takılıyor gözüm. Kapı iyice kapanmamış nedense. Kapı aralığından, yatağın üzerine bağdaş kurup oturmuş hastanın neler yaptığını görebiliyorum. Adam yatağın altına elini sokmuş bir şeyler arıyor. Evet, işte çıkarttı. Bir paket sigara bu. İçinden hızla bir adet alarak paketi tekrar eski yerine soktu. Az sonra da odanın kapısı açıldı ve içeriden uzunca boylu, esmer, koltuk değnekli bir hasta çıktı. Bir avucunu iyice kapatıp, yumruk yapmış. Bizden tarafa çıktı. Bir avucunu iyice kapatıp, yumruk yapmış. Bizden tarafa hiç bakmadan koridorun sonuna doğru yavaşça kayboldu. Sigara içmeye gittiği aşikar. Adamı merak etmiştim. Başhemşirenin sustuğu bir anı kollayıp sordum:
“302 deki hastanın nesi var?
“O, ‘Burger’ efendim. Engin Bey’in hastası. Bir haftadır bizde yatıyor. Dolapdere’den. Geldiğine göre daha iyi ama. Yine de Cerrahi’ye göndereceğiz. Sağ bacak nekroze çünkü. Kesilecek galiba.”
Burger. “Budama hastalığı” yani. Genellikle sigara içenlerde görülen bir hastalık. Sigaradan vazgeçemediği için bacağından vazgeçecek.
Az sonra tuvaletten çıkan adam, ardında taze bir sigara kokusu bırakarak geçti gitti yanımızdan.
Bir hafta sonra adamın bacağını kasıl hizasında kestiler. Yakınlarını morgun önünde beklerken gördüm. Hastayı mı kaybettik acaba? Hayır. Şükür, iyidir dediler. Bacağı almak için bekliyorlarmış. Aklıma gelmemişti doğrusu. “Ne yapacaksınız bacağı?” dedim. “Mezarlığa götürüp, gömeceğiz,” dediler. “İnsan azasıdır, gömmek lazım hocam, mezarsız olmaz. Mutlak bir mezarı olmalı.”
Sf: 118
Üniversiteye Avanos’tan kopup gelmiştim ve Bornova öğrenci yurtlarında direniş vardı. Yirmi iki gün ayağımdan çıkarmadığım postallarım ve sırtımda Siyasal’dan beri taşıdığım parkayla, küçük kantinin önüne kurulmuş derme çatma çadırlarda kalıyorduk. Hiç de tahmin etmediğim bir vaziyette başlamıştım tıp fakültesindeki öğrenciliğime. O günlerden aklımda kalan; ne mitingler, ne de bildiriler oldu. Aklımda kalan tek şey, ilk görüşte tutulduğum fen fakülteli devimci kızdan kalan nergis kokusu.
Nerdedir, unuttum şimdi. Fakat onca kavga gürültü ve toz dumanın ortasında insanı şaşırtan bir inatla anatomi öğretmeye çalışan İsmail Ulutaş hocanın, ilk derste söylediklerini hiç unutmamışım nedense:
Sf: 119
Hastayı daha muayene etmeden, kapıda ilk gördüğünüz anda teşhisinizi koymalısınız. Çünkü, her hastanın ayrı bir yürüyüşü, bakışı ve ayrı bir kokusu vardır.”
Hastanın değil ama, ölümün kokusunu ilk anatomi dersindeki kadavralardan duyduğumu zannederdim, yanılmışım. O koku sadece formol kokusuymuş. Asıl koku, otopsi odasının kokusu.
Adli tıp stajını yaptığımız beşinci sınıfta bir sonbahar günü. Manisalı bir aile ev yapımı konserve yapmışlar patlıcandan. Tüm aile oturmuş yemiş konserveyi.
Çok kuvvetli bir zehir üremiş meğer konservede: Botulismu. Yedisi birden ölmüş. Ailenin üç küçük çocuğunu da uzatmışlar yan yana.
Sf: 123
Kelimelerin ruhu vardır
Leyla Neyzi bir kitabında, N. Kazancakis’ten okuduğu bir öyküden söz eder. İki gezgin uğradıkları bir köydeki çitin üzerinden değişik bir çiçek koparırlar. Çok güzel bir çiçektir bu. Köyün çocukları etraflarına toplanır. Gezginler etraflarında toplanan çocuklara sorarlar:
“Bu çiçeğin adı ne?” Çocuklar:
“Bilmiyoruz Lenio Teyze bilir,” derler.
“Koşun çağırın onu.”
Çocuklardan biri köyün içine doğru koşar. Sabırsızlıkla bekler gezginler. Kısa bir süre sonra döner çocuk.
“Lenio Teyze ölmüş.”
Kalpleri daralır. Lenio Teyze’nin değil, aslında bir kelimenin öldüğünü düşünürler.
Kelimelerin ruhu vardır. Kelimeler, sadece harflerin bir araya gelmesiyle oluşan anlamın dışında bir şeydir. “Çiçek” sadece çiçek değildir mesela. Ya da “mektup”. Yalnızca bir zarfın içindeki kağıt mıdır mektup?
“Fotoğraf” denilince niye içimiz titrer o zaman? Çünkü o yalnızca bir fotoğraf değildir de ondan.
Sf: 130
Tıp merkezinde taze bir pazartesi günü. Çıtır beyaz önlüğünüzle kapıdan girecek yeni hastanızı bekliyorsunuz. Kapı açılır. Ucuz takım elbisesinin içinde ufalıp, kaybolmuş bir taze damat girer. Belli ki uykusuz bir gece geçirmiş. Pantolonun bir paçası çorabın içinde kalmış, farkında değil. Hemen yanında, “gelin çantasını” kınalı elleriyle sıkıca kavramış bir genç kadın. Onları sabah sabah size getirense, kliniğin alt katındaki ayakkabıcı amcaları. Amcanın derdi, “kanlı çarşaf”. Tüm aile ayakta. Cumartesi gününden beri istenen olmamış. Sebep “vaginismus”. Kimsenin beklemeye tahammülü yok. Önce taze damada anlatırsınız, eşine nasıl yaklaşacağını, onu nasıl soyacağını, nasıl öpeceğini. Utandırmadan… Kelimeleri özenle seçerek. Sonra da gelin kıza. İşin tuhafı onlara tarif ettiğiniz “ideal ilişki”yi anlatırken bu kez kendi ilişki biçiminizle yüzleşir ve kendinizden utanırsınız.
Sf: 131
Gece yarısı nöbetin ortasında uyku ile uyanıklık arasında beklerken, elli-altmış yaşlarında sessiz bir amca gelir. Yakın zamanda başlayan ve bir türlü kesilmeyen öksürükler. Muayene, akciğer filmi derken akciğerdeki tümörü fark edersiniz. Uygun cümleleri seçip nasıl söyleyeceksiniz? Daha ikinci cümlede insanın içini ürperten bir sakinlikle sorar:
“Sen sıkılma doktor bey, söyle, ne kadar daha yaşarım?”
Sf: 132
Poliklinik odasının hafif yarım kapısını kapatır, sohbeti derinleştirirsiniz. Amca, Zincirlikuyu mezarlığında mezar kazıcısıdır. Emekliliği gelmiş de zamlı maaş için yıl sonunu beklemekte. O sohbetten aklınızda çivi gibi şu cümleler kalır:
“Bu dünya kime baki kalmış ki doktor bey… Ben bu ellerle kimleri toprağın altına koydum bilir misin? Ünlü, ünsüz, fakir, zengin. Kim gelirse aklına, sor. Hepsini de ben yerleştirdim mezara. Korkar, çekinir yakınları. İnemezler mezarın içine. Ama ben hep oradayım. Alırım kucağıma, yatırırım yerine. Onun için beni mezarla, ölümle korkutamazsın… Çekinme söyle, ne kadar kaldı?
Sf: 133
Taşra Hekimi
BEN
Geçici görevle sürgün olarak gönderildiğim kasabada birinci yılımı doldurmuştum ve burada daha ne kadar kalacağım belli değildi. Merkez Lokantası’nın hemen yanındaki boş traktör garajını kiralayıp, muayenehane yaptım ben de. Uydurma bir sedye, ilaç dolabı ve formika bir masa. Bütün mobilyam bu. Ziyaretime gelerek çay içne Belediye Başkanı “tayin” meselesini tamamen aklımdan çıkardığımı düşünüyor. Pek memnun. Zabıta amirinin oğlu Serkan’ı da gönderecek. “Yanında dursun işte, bir şeyler öğrenir,” diyor.
Hafta sonu, öğle saatleri. Tapu müdürünün zorla ısmarladığı pilav üstü dönere bakıyorum sıkıntıyla. Baldınıza rapor isteyecek galiba. Bir kaç lokma almıştım ki, açık olan kapıda birinin dikildiğini fark ettim. İri yarı, sağlam yapılı birisi. Tanınmaya çalışır gibi süzüyordu beni. Hiç kıpırdamadan, saf bir pervasızlıkla konuştu sonra:
“Doktor Ercan sen misin?”
Sf:134
“Evet,” dedim, yemeğe ara vererek. İçeri girdi ve birkaç adım yürüyerek masanın önünde durdu.
“Ben verem olmuşum doktor…”
Bir süre karşılıklı bakıştık. Bu gibi durumlarda konuşmayı normalleştirmek terine, kendi haline bırakmam gerektiğini öğrenmiştim. Hiç önemsemiyormuş gibi:
“Nereden anladın,” dedim, geriye doğru hafifçe yaslanarak. Masaya bir adım daha yaklaştı:
“Kan tükürüyorum yav. Ağzımdan kan geliyor. Verem olmuşum ben.” Biraz durdu, sonra devam etti:
‘Ne yapcam?”
“Dur bakalım… Anlarız şimdi.”
Serkan’a kapıyı kapatmasını işaret edip ayağa kalktım.
Dükkanı ikiye ayıran kadife perdeyi sıyırarak arkaya aldım adamı. Cüssesine bakarak hiç ihtimal vermiyordum doğrusu. Merkeze epey uzak bir köyde yaşıyormuş. Çobanmış. Yıllardır dağ tepe dolaşıyor yani. Niye verem olsun?
“İştahın nasıl?”
“İyidir. Her şeyi yerim ben!”
“Geceleri terliyor musun?”
“Yoo.”
“Bu aralar zayıfladın mı?”
“Cık…”
Muayeneye biraz ara verdim. Karşısına geçtim. Öylece bakışıyoruz. Masum bir bilmişlikle konuşuyor:
“Muayeneye gerek yok ki doktor. Ben veremim. Kan tükürüyorum diyorum sana! Ağzımdan kan geliyor.”
Ah, evet. İlk önce yapmam gereken şeyi atladığımı fark ediyorum:
“Ağzını aç bakayım”.
Dil basacağının da yardımıyla ağzını ve boğazını iyice tarıyorum. İstediğimden da fazla açtığı ağzında, yemek borusunun başladığı yerde kımıldayan bir şey var! Başlangıçta gırtlağın öne arkaya hareketi gibi düşündüğüm şeyin, oraya yerleşmiş bir “sülük” olduğunu farkediyorum birden. Bozkırda gezerken, ağzını dayayıp su içtiği herhangi bir yol üstü çeşmesinin borusundaki sülük, suyla birlikte akıp boğazına yerleşmiş. Vantuzlarıyla yapıştığı yerde de büyüyüp, serpilmiş. Adamcağız boğazını temizlemeye çalıştıkça orayı kanatıyor. Kan tükürüyorum dediği şey, sülüğün emdiği kan.
Sf: 135
Okuldayken, “sülüğü sökerek almaya kalkışmayın, kopar. En iyisi tuzlu suyla gargara yaptırmak,” diyen hocama kulak asmayacaktım. Boğazın en dip yerinde kımıl kımıl hareket eden sülüğü bir pensetle çıkartma heyecanına kapılmıştım.
“Serkan sen ışığı tam şuraya tutacaksın. Sen de sakın öğürme. Nefes al ve ver iyice aç ağzını.”
Dediklerimi ikisi de aynen yapıyorlar. Beş dakika sonra pensetin ucunda koparmadan çıkardığım oldukça uzun bir sülükle doğruluyorum.
“Al bak… Buymuş işte… Verem falan değilsin.”
Sülüğü bırakıyorum avucuna. Hep birlikte perdeyi çekip dışarı çıkıyoruz. Tuhaf bir şaşkınlıkla bakıyor bir süre.
“Vay anasını… Buymuş ha!”
Birden küfrederek yere fırlatıyor sülüğü ve ayağıyla eziyor. Bana dönüyor sonra ve mahçup bir sevecenlikle:
“İyi doktordu demişlerdi senin için. Valla doğruymuş be.”
Sf: 142
Kapı tekrar açıldı, üzerinde kaç haftadır giyilmekten beyaz olan rengi griye çalan uzun laboratuar önlüğü ile laborant Serkan belirdi. Kasabaya gelişimin ikinci haftasında judo-karate meraklısı laborant Serkan’ın, laboratuardaki cihazlar doğru düzgün çalışmadığı halde tahlil sonuçlarını kafasına göre yazdığını, birçok tahlili hiç çalışmadan dolduruverdiğini anlamış, şaşkınlık ve panik içinde başhekime söylediğimde, onun: “Biliyorum, siktir et, doğrusunu yazsa ne yapacaksın ki? Zaten kaç aydır laboratuar malzemesi vermiyor bakanlık. ‘Malzeme yok, tahlil yapamıyoruz,’ desen, bu sefer de soruşturma açarlar, vatandaşın işini görmüyorsun diye. Ne güzel işte, çocuk yoktan var ediyor… Hahhahha,” cevabıyla kalakalmıştım.
Sf: 147
Ölülerin unutulan ülkesi
YAZ
Akşam olmak üzereydi. Bozkırı yakan güneş sanki batmaya direniyordu. Bütün gün kan ter içinde hasta baktıktan sonra, tam da kasabanın tek eğlence yeri olan şehir kulübüne kaçmaya hazırlanırken, jandarma komutanının çay davetine yakalanmıştım
Sağlık ocağına komşu karakolun bahçesindeki kameriyenin altına oturmuş çayımızı içerken, komutanın kayınvalidesine tansiyonunun sarımsak yemekle düşmeyeceğini, mutlaka ilaç kullanması gerektiğini anlatıyordum. Emir eri geldi, komutanına bir şeyler söyledi. Komutanın yüzünden anladım. Yemek hayalim suya düşmüştü.
Yakında bir köyde yaşanan şüpheli çocuk ölümü. Savcı, şişman zabıt katibi, her daim suskun otopsi teknisyenim, şoförümüz ve arkamızda jandarma cipi yola düzüldük. küçük bir köye vardık. Geniş avlulu ev. Köşesinde bir ambar. İçinde bir buğday yığını ve önünde üstüne çarşaf örtülmüş bir çocuk cesedi. Yanında çömelmiş, elleri yüzünde sakallı bir yaşlı adam. Arkada sessizce bekleşen köylüler.
Sf: 148
Traktörlerin taşıdığı buğdaylar, ambarın arkasından akıtılıyor. Biriken buğdayın yüküne dayanamayan ambar kapısı menteşesinden koparak devriliyor, içerideki tüm buğday dışarıya taşıyor. Ambarın önünde kendi kendine oynayan beş-altı yaşlarındaki erkek çocuk buğdayın altında kalıyor. Üzerinde tonlarca hasat. Kimse çocuğun buğdayın altında kaldığını görmediği için de herkes işine devam ediyor. Oğlanın ortalıkta olmadığını fark edinceye dek…
Çocuğun üzerindeki örtüyü kaldırıp ölüm sebebini anlamak için bakındığım sırada, muhtemelen dedesi olan yaşlı adam gözlerini silerek ayağa kalktı ve elimi iki elinin arasına alarak sıktı.
“Size de zahmet verdik doktor bey, akşam akşam.” Mırıldandım: “Yok. Ne zahmeti. İşimiz bu.”
Savcı sigarasını yakmış, oradakilerle olay üzerine konuşuyor, kısa kısa sorular soruyordu. Yazıcıya ve otopsi teknisyenine “işimize bakalım” der gibi baktım.
Yaşlı adam ” Bi soluklanın, oturun, bir ayranımızı için,” diye devam etti ve köşedeki kadınlara dönüp “Çalkalama yapın çabuk” diye seslendi.
Buğday yığınının önünde çocuk… Topaç gibi, nasıl gürbüz ve güzel. Hiç bir yara bere yok üzerinde. Tertemiz. Sadece burnundan ve dudağının kenarından çenesine doğru akmış ince bir kan sızıntısı. Yüzünü, gövdesini elimle yokluyorum. Ne kadar da yeğenime benziyor.
Bu arada ayran telaşı sürmekte.
“İşimizi bitirelim, belki sonra,” diyorum.
“Olur mu, ayran içmeden olmaz… Allah aşkına… Her zaman gelmiyorsunuz ki,” diyor dede. Az sonra “çalkalama” dedikleri, yoğurtla suyun bir çırpıda karıştırılıp, çalkalanan tortulu ayran elimde savcının yanına geliyorum.
Savcı, şaşkınlığımı anlamış olacak ki, yüzünde tuhaf bir ifade: “Bunlar böyledir doktor bey. Misafir gelince ölülerini unuturlar,” diyor.
Ayranı içtim. Mevzu belli. Klasik otopsiye gerek yoktur dedim. Kara saçlı, gül kokulu yavruya neşter vurmadım. Dudağının kenarında ince bir kanla bıraktım avluda.
Sf: 153
Nişanlının gelişi
Kasabaya gelişimin üç ya da dördüncü ayıydı. Hastanenin kullanılmayan bir odasında geçici olarak sürdürdüğüm ev hayatım, yeni evime taşındıktan sonra sanki bir “kral hayatı”na dönmüştü. Öyle ya, istediğim zaman sıcak suyla banyo yapabiliyor, mutfakta çayımı kaynatıyor ve sobanın yanına ayaklarımı uzatıp kitabımı okuyabiliyordum. Ne büyük saadet!
Üç katlı minik bir apartmandı burası. Girişte, hemen altımda kasabanın meyhanesinin, Yirik Salih’in “Şölen Restoran”ı vardı. Yirik, kasabanın kara kutusu. Lakabına sebep olan doğumsal dudak yarığı, kocaman ve çopur bir çehrenin içinde kaybolup gitmiş artık. Benim üzerimde de mal sahibi oturuyordu. Adliyeden emekli bir karı koca.
İki oda, bir salon olan küçük evimin salonunu muayenehane, bir odasını yarak odası olarak kullanıyordum. Hemen kapının girişindeki oda ise “kömürlük.” Odanın tabanına kalın bir naylon sermiş, üzerine de o sene yakacağım iki ton kömürü boşaltmıştım, lakin kışın en masum günlerinde bile buz tutan bıyıklarım, nasıl bir yerde yaşadığımı hemen hatırlatmıştı.
Geçen haftadan bu yana, Handan’ın İzmir’den gelişini planlamaya çalışıyordum. Hemen her akşam, ona hangi otobüse bineceğini, nerde inip, nereye doğru yürüyeceğini tarif ediyor, yine de için rahat etmiyordu. Plana göre, cuma akşamı İzmir’den Ankara’ya otobüsle gelecek, sabah AŞOT terminalinden Kırşehir otobüslerinin kalktığı yirmi bir no’lu yazıhaneyi bulacak, Mermerler Seyahat’ten, Keskin’de ineceğini söyleyerek Kırşehir bileti kestirecek ve muavini mutlaka önceden uyaracak.
Ankara-Keskin arası yaklaşık iki saat sürdüğüne göre, demek ki saat 12.00 gibi, öğleye doğru evimde olacaktı. Yol kenarını, girişteki petrol istasyonunu, tavuk çiftliğini falan iyice tarif ettim. Onu yoldan alamayacağımı, evde olacağımı, otobüsten indikten sonra caddeden aşağıya doğru iki yüz metre kadar yürüdükten sonra soldaki içkili restoranın yanındaki merdivenlerden çıktığında evimin kapısına kadar gelebileceğini anlatmıştım. Nedenini şimdi bile hatırlayamadığım bir çekingenlikle, kasabalının bir sevgilim olduğunu bilmelerini istemiyordum. Cumartesi ve pazar günlerini evde birlikte geçirdikten sonra, pazar günü fırıncı Naci Abi’nin küçük oğlu Aykut, Murat 124’üye bizi evden gizlice alacak ve yol kenarındaki petrol istasyonuna bırakacaktı.
Cumartesi sabah erkenden kalktım, sobayı yaktım. Ev, hemen ısındı. Banyoya geçen hafta taktırdığım şofbeni çalıştırarak suyun ısınma hızını kontrol ettim. Alelacele yaptığım kahvaltıdan sonra da, perdeleri hemen her zaman kapalı olan balkon kapısının yanına sandalyemi çekerek, beklemeye başladım. Etrafta kimsecikler yok. Kasabanın tek caddesi, çok soğuk geçen kışın da etkisiyle, kuş uçmaz, kervan geçmez bir görünümde. Çayı tazelemek için mutfağa gitmelerimi saymazsak, sürekli olarak perdenin aralığından caddeyi kontrol ediyordum. aklımdan geçen, Handan’ı yoldan eve doğru gelirken görürsem eğer, camda işaret ederek yönlendirmek, ya da kapıyı çalmasına fırsat vermeden onu merdivenlerde kaşılamaktı.
Bir ara, salonun köşesindeki ilaç dolabındaki eşantiyon ilaç kutularını tumturaklı bir şekilde sokmaya dalmışken, kapı çaldı. Heyecanla koştum. Evet, gelmişti nihayet. Kapının önünde gülümseyerek bana bakıyor. Üşümüş besbelli. Üzerinde, ilk maaşımı aldığımda satın alıp gönderdiğim, o günlerde pek bir moda olan harmaniye tarzında yün bir palto, her zamanki kot pantolon, başında ablasının beresi, elinde küçük bir valizle, karşımdaydı işte. Hızla içeri alıp kapıyı kapattım.
“Kimse görmedi, değil mi?”
“Yoo… Ortalıkta kimse yok ki zaten. Otobüsten sadece ben indim.”
Baş başa geçirilen yaklaşık bir saaten sonra, çayı yeniden demlemek için mutfağa giderken, kapının zili çaldı.!
Tüm hafta, cumartesi ve pazar Keskin’de olmayacağımı, Ankara’ya gideceğimi yayarak, işi garantiye aldığımı düşünürken bu zil de neyin nesiydi? Acil bir hasta mı acaba? Hemen açmadım kapıyı ve sessizce bekledim bir süre. Zil tekrar çalınca, korkarak yavaşça açtım. Karşımda, Yirik Salih’in her daim pasaklı ve sürekli sırıtan garsonu Samet. Üzerinde sanki doğduğundan beri hiç değişmemiş gibi duran ceket-sanki forma arası tuhaf giysisiyle, karşımda dikiliyor. Elinde üzeri ince bir kağıtla örtülüp, su şişesiyle sıktırılmış geniş bir tepsi, sırıtıyor, her zamanki gibi.
Pek memnun olmadığımı belli ederek, “ne var?” der gibi baktım yüzüne.
“Sinan Abi gönderdi. Doktor Bey’e götür dedi. Afiyet olsun diyor…”
Hımm… Sinan Abi yemek göndermiş.. Biraz daha bakıştık karşılıklı.
“İyi… Hadi, git mutfağa bırak o zaman,” dedim çaresizde.
Samet, tepsiyi öylece mutfağa bıraktı ve özellikle etrafa bakınmadığını belli ederek, kafası önünde hızla ayrıldı evden.
Handan, kapı çaldığında gizlendiği odadan yavaşça çıkarak, yanıma geldi.
Tepside, iki ayrı tabakta kuzu külbastı, üç-dört parça pide, tepsinin ortasına yerleştirilmiş küçük bir votka, bir kase de kavrulmuş badem ve yine geniş bir tabakta üzerine kahve serpilmiş elma dilimleri var. Şaşkınlıkla bakan sevgilime dönerek:
“Sinan Abi göndermiş,” dedim, çok sıradan bir şeyden söz eder gibi. “Çok sever beni. Galiba seni gördü buraya gelirken.”
Salona giderek, perdeyi araladım. Perdenin hafifçe açılıp, kafamın görünmesiyle birlikte, evin tam karşısındaki küçük tekel bayisini çalıştıran Sinan Abi’nin, elindeki rakı bardağını camekanın ardından bana doğru kaldırdığını gördüm.
“Şerefe,” diyordu, Sinan Saraçoğlu. “Şerefe…. Her şeyi başından beri biliyor ve izliyordum. Kızın gelişini, eve girişini, hepsini gördüm. Size, bir-iki saat kadar hasret giderme mühleti tanıdım. Sonra da karnınızın acıkacağını tahmin ettim. Senin hangi kebabı sevdiğini bilirim zaten. Her zaman rakı içersin, laki bu sefer votka iç. Ağzın kokmasın. Bademi ve kahveli elmayı unutacağımı da zannetme…”
Perdeyi kapatıp mutfağa doğru yürürken, insan denen canlının en iyi kasabalarda tanınabileceğini ve burada yaşayacaklarımın ruhumda derin izler bırakacağını şimdiden anlamıştım…
Sf: 160
Sağlık merkezinin önüne çıktım, Ankara’ya gidecek otobüsü bekliyorum. Arkamda Toprak Mahsulleri Ofisi’nin siloları. Önünde kamyonlar, traktörler sıralanmış. Hepsi de buğday yüklü. Yazın son günleri artık. Hasat zamanı. Kamyon şoförleri sırtlarını tekerlerin gölgesine yaslamış sessizce bekleşiyorlar.
Kimseye haber vermeden Ankara’ya gideceğim. Akşam Mükiyeliler’de yemek var. Behçet’i görürüm belki. Oktay’a uğrarım sonra. Şiir. Rakı.
Biri bana doğru koşuyor. Odacı Kerim bu. Bir gözü iyi görmez ve doğuştan mikrosefalı. Çok severim. Telaşla yanıma geliyor. Her zamanki ürkek haliyle:
“Cenaze varmış hocam. Savcı bey soruyor. Doktor bey yerinde mi diye.”
Yattı bizim Ankaraya hayali
Kös kös dönüyorum Sağlık Merkezine.
On iki yaşında bir çocuk. Postanede çalışan bir tanıdığın oğlu. Babasının ruhsatlı silahı ile oynarken karnından vurmuş kendini. Çocuklukla ergenlik arası bir yerde. Bıyıkları yeni çıkmış. Sessizce yatıyor. Kurşunun giriş yeri belli, çıkış yeri yok. Çekirdek içeride, onu bulmam lazım. Savcı silahla eşleştireceği için önemli. Kan ter içinde çekirdeği arıyorum. Yok. Tüm organları çıkartıyorum. Bulamıyorum. Bir tek bağırsakları kalıyor. Bir kova istiyorum. Bütün içeriği sıyırıyorum. Kovadan “çınnn” diye bir ses. Nihayet.
Özenle yerleştirip dikiyorum, silip temizliyorum. babası gelmiş, yanında polis. Kapının önünde.
“Kurşunu hemen buldum. Zaten iç kanama, anında ölmüş. Hiç acı çekmemiş,” diyorum.
Omzuma sarılıyor. Birer sigara içiyoruz.
Sf: 175
Bir sanat yönetmeni arkadaşım aradı geçenlerde. Mühendis bir erkek kardeşi vardı. Çok zeki, parlak bir genç. ODTÜ’yü bitirip evlendiğini, Ankara’ya yerleştiğini hatırlıyorum. Sonra duyduk ki boşanmış ve hiçbir şey yapmaya karar vererek (!) askere gitmiş; bir ay sonra da kendini Hakkari’de bulmuş.
Sf: 181
İnşallah ölmüştür
Mecburi hizmetin üçüncü yılında sürgün olarak gönderildiğim B… İlçesi, adı gibi yüksek rakımlı, sert iklimli, insanları, ilişki biçimleri ve yargı değerleri ile acımasız bir kasaba idi.
Ama daha önceki çalıştığım kasabada edindiğim deneyimler, B… da çok işime yarıyordu doğrusu. Geldiğim ilk hafta lojman hakkı olmadığı halde yıllardır lojmanda oturan tıbbi sekreteri lojmandan çıkartmış, onun boşalttığı daireye Sümerbank’tan aldığım birkaç eşya, halı ve “Güven Mobilya”dan alınan tek kişilik ikiz yatakla yerleşivermiştim. Sağlık Merkezi’nde kulanılmadan bir köşede duran sobalardan birisini de salona kurarak kendimce eşya meselesini halletmiştim.
Hemşehrim olduğunu tesadüfen öğrenip çok sevindiğim Kaymakam, Sağlık Ocağı ile ilgili taleplerimi olabildiğince hızla karşılıyor, beni diğer bürokratlardan ayrı bir yerde tuttuğunu her fırsatta gösteriyordu.
Oldukça sert geçen kışı Sağlık Merkezi’nde muayeneler, şehir kulübündeki rakı sohbetleri ve çevre sağlık evlerinin denetlemesi ile geçirdim.
Sf: 182
Bir gün, her zaman öğle yemeklerini yediğim restoranın yanındaki küçük depo gibi bir yerde kış boyunca bekleyen traktörün, birisi tarafından dışarı çıkartıldığını gördüm. Depo boşaltılıyordu. Hemen sahibini sordum ve depoyu kiraladım. Bir gün önce içinde traktör bekleyen depo o günün akşamı boyanmış, içine birkaç sandalye ve masa konmuş, kontrplakla ortadan ikiye bölünerek arkada küçük bir bölüm daha oluşturulmuş, neticede muayenehanem hazırlanmıştı. Özellikle akşamları sağlık merkezinden çıktıktan sonra muayenehaneye gidiyor, gece geç saatlere kadar bazen kitap okuyor, gelen gidenle çaylı sohbetler yapıyor ve özellikle yaz akşamlarında, civar köylerden gelen hastaları muayene ediyordum.
Tatlı, sessiz ve serin bir yaz akşamıydı. Vakit gece yarısına yakındı. Muayenehanenin önünde ayakkabılarımı bir sandalyeye uzatmış, oturduğum yerde iyice kaykılmış, gökyüzünü seyrediyordum. Birden uzaklardan bir gürültü hızla yaklaşmaya başladı. Kasabanın köylere giden ana caddesinin alt ucundan kasabaya doğru traktör, arkasında römorkla birlikte büyük bir hızla geliyordu. Gayri ihtiyarı toparlanıp ayağa kalktım.
Traktör arkasındaki römorkta bulunan dört beş kişi ile birlikte parke yolda gürültüler kopararak önümden geçti gitti. Civar köylerden birinden acil bir hasta taşıdıklarını ve doğal olarak kasabanın çıkışında bulunan sağlık merkezine gitmek istediklerini anlamıştım.
Sağlık Merkezi’ne o gece nöbetçi olarak, Ankara’ya tayin bekleyen, bu nedenle merkezdeki her işi elinin tersiyle yapma alışkanlığındaki Giresunlu Doktor Ferit vardı. Bunu düşünerek içim rahat tekrar koltuğa yerleştim. Ama iş öyle olmadı. Ferit kimseye haber vermeden Ankara’ya gitmiş. Sağlık Merkezi’nde kimsecikler yokmuş. Beş on dakika sonra aynı traktör bu sefer şoförün yanında bizim sağlık Memuru Erdinç’le birlikte benim muayenehanenin önüne kadar geldi ve durdu.
Sf: 183
Traktörün arkasında şişman bir adam hareketsiz yatıyor, etrafındaki kadınlı erkekli altı-yedi kişi saçını başını yolup, göğüslerini döverek bağırıyorlardı.
dinleme aletimi alarak hızla römorka tırmandım ve kadınları iterek adama ulaştım. İlk muayenede adamın epey önce öldüğünü hemen anlamıştım.
Geldiklerini söyledikleri köy zaten otuz-kırk km uzaklıktaki bir köydü ve toprak yolda kalp krizi geçirmiş bir adamın bu halde taşınıp B…’ya sağ ulaşması zaten mümkün görünmüyordu.
Seri ve hızlı hareketlerle diğer bulguları kontrol ediyor, her şeye rağmen, yakınlarını da tatmin etmek için kalp masajı yapmamın doğru olacağını düşünüyordum. Hemen uygulamaya geçtim. Adamın göğsüne iki elimi koyup masaja başlamamla birlikte, kadınlardan ikisi üzerime bağırarak atladılar.
“Eziyet etme, eziyet etme kör olasıca…”
Ben bir yandan masajı sürdürmeye çalışıyor bir yandan da kendimi korumaya uğraşıyordum. Erkeklere bağırdım:
“Ya kardeşim alsanıza şunları başımdan!”
Erkeklerden biri kadınları traktörden indirmeye çalışırken diğer yandan onları ikna etmek için, her hatırladığımda içi titreten o cümleyi söylüyordu:
“Hadi bacım, bırakın, doktor diriltecek abimi!”
On-on beş dakika sonra, daha fazla uğraşmamın anlamsız olduğunu düşünüp kalp masajını bıraktım ve traktörden atlayarak muayenehaneye doğru yürüdüm. Erkekler beni kaygıyla izleyerek yanıma geldiler. Ağzımın içine bakıyorlardı. Üzgün bir ses tonuyla:
“Başınız sağ olsun,” dedim.
Sf: 184
Bir anda kopan çığlık sesleri, gece kulüpten çıkanları, yoldan geçen meraklıları da traktörün etrafına toplayarak epeyce bir kalabalığın birikmesine sebep olmuştu. Ellerimi yıkayıp ölüm raporunu hazırlaması için sağlık memuru Erdinç’e rapor kağıdını, mührün yerini tarif ederken bir yandan da uzatılan sigarayı yakmaya çalışıyordum. Beş dakika geçmemişti ki, ölenin yakınlarından olduğu anlaşılan gençten birisi kalabalığı yararak telaş içinde kafasını kapıdan içeri uzattı:
“Doktor Bey yaşıyor, abim yaşıyor… Nefes aldı.”
Bir anda buz gibi olmuştum. Sigaraları atıp hep birlikte ayağa kalktık. Biraz önce elinden gelen her şeyi yapan gayretli, şefkatli, acılarını paylaşan doktor gitmiş yerine beceriksiz, ölüyü diriyi bilmeyen, boktan bir adam gelmişti. Etrafımdaki bakışların bu ani değişimlerin neye dönüştüğünü yıldırım hızla yürürken adamın gerçekten canlanıp canlanmadığını da düşünmüyor değildim. Zıpladım, traktöre tırmandım. Adam yine aynı biçimde hareketsiz yatıyordu. Yanına vardım, eğildim, dinledim. Etrafta derin bir sessizlik, bir mucize beklentisi vardı. Ama hayır… Adamda bir değişiklik yok, gerçekten ölü. Ama iye nefes alıyor demişlerdi o zaman? Biraz önceki masajların sonucunda oluşan mekanik havanın akciğerlerden boşalmasını “nefes” olarak algıladıklarını anlamıştım. Ama bir yandan da adamda tuhaf kıpırtılar hissediyor gibiydim. Nabzına bakarken fazlasıyla sıktığım için kendi nabzımı adamın nabzı zannediyor, daha çok paniğe kapılıyordum. Acaba bir şey mi atlamıştım? Şimdi ne yapmalıydım? Gerçekten yaşıyorsa bazı müdahalelerde geç mi kalmıştım? Adam canlı ise yakınları bana ne yaparlardı? Bütün bunlar kafamda şimşek gibi geçerken hemen kararımı vererek adamı yavaşça muayenehaneye indirmelerini söyledim. Kalabalık hemen yol verdi. Adam benim uyduruk muayenehanenin uyduruk sedyesine yatırıldı. İkinci el EKG adamın kollarına, bacaklarına, göğsüne bağlandı.Starta bastım. Kalbim güm güm atıyor. EKG’nin ağzından ümitle düz bir çizgi çıkmasını bekliyor, bir yandan içimden dua ediyordum: “Allahım inşallah ölmüştür, inşallah ölmüştür.”
Ve Evet EKG düz çizgi verdi. Nasıl rahatlamıştım. Biraz daha bekledim. Akan kağıdı içinde bir rahatlıkla izliyordum.
“Aha bakın… Düz… Hareket yok… Ölmüş kardeşim… Allah’ın takdiri. Ben ne yapayım yani şimdi.”
Biraz da alınmış bir tavırla EKG kağıdını en yakındakinin eline tutuşturup koltuğuma doğru yöneldim…
Sf: 187
Hadi, önce kendimizi kurtaralım
İki gündür aralıksız yağan kar yüzünden lojmandan sağlık ocağına bile zor gittim. Köy yollarının tamamı kapanmış. Hasta falan yok ortalıklarda. Güneş de yavaşça yüzünü gösteriyor sanki. Odacı Kasım Efendi’nin odama her girdiğinde yüzüne yerleştirdiği anlamsız bir gülümsemeyle birlikte sobaya doldurduğu kömürler, küçük odamı hamama çevirmiş. Fırtınayla birlikte yağan kar kasabanın içinde bile yürümeyi zorlaştırmış, ilk gün kesilen elektrikler de ancak bugün öğleyin gelebilmişti. Ne yapayım. Gündüzleri sürekli mektup yazdım. İzmir’e önce. Mecburi hizmetteki birkaç sınıf arkadaşıma. Darbeden sonra Paris’e kaçan mülteci dostuma. Herkese ve her şeye kızıp askere giden Nazif’e ve babama tabii ki.
“Oğlum, mektuplarını seyrekleştirme. Senden mektup gecikirse eski mektuplarını çıkartıyor dolaptan, onları okuyor baban. Sanki yeni gelmiş gibi üstelik. Abilerin gülüp duruyorlar adama,” diyor annem.
Adliyenin arabasının geldiğini görüyorum pencereden. Mutemet Salim her zamanki kıvrak, neşeli haliyle iniyor arabadan. Onu gördükçe bu dünyada her şeyin yolunda gittiğine inanırsınız. Koridorda gülüşmeler var. Belli ki Salih hemşirelere laf atıyor. Az sonra ondamda. Masanın kenarına yavaşça bırakılan küçük bir sarı zarf. Otopsi bilirkişi paralarını getirmiş. “Ölü parası” yani.
Sf: 188
“Savcı bey, doktor bey uygunsa diyor, hazırlansın, keşif içi ve otopsi için Yenişıhlı köyüne gideceğiz.”
“Açılmış mı ki yollar?” diyorum.
“Açılmış doktor bey. Köylüler çobanı da bulmuşlar zaten, bizi bekliyorlar.
İki saat sonra araçlarımızı, gidebileceğimiz en son noktada bırakmış, tepeye doğru tırmanıyoruz. Küçücük bir mağaranın önünde bekleşen beş-altı köylü biz görünce hareketleniyorlar. İçeri iyice eğilerek giriyoruz. Sırtını duvara vermiş, başında kasketi, sırında eski bir ceket, iki eliyle değneğine sarılmış, başı önünde uyuyormuş gibi duran dokuz-on yaşlarında bir çocuk. Kamber… Küçük bir çoban çırağı.
iki gün önceki aniden başlayan fırtınada çoban sürüyü alarak zorlukla köye ulaşmış, lakin sürünün arkasında koyunları çevirmeye çalışan Kamber, belli ki sürüyü gözden kaybedince, ne yapacağını bilemeyerek, bulduğu bu küçük mağaraya sığınmış. Isınamadığı için de bir süre sonra donarak ölmüş.
Mağaranın önüne çıkartarak yere uzattık Kamber’i. Olay yeri zaptını yazdıracağım. Sonra da otopsi belki. Elbiselerini yokluyorum. Küçük bir çakı buluyorum cebinde, pazarlarda satılan türden.
“Kibrit olsaydı cebinde, kurtulabilirdi,” diyor savcı, ne kadar umursadığını anlamadığım bir ses tonuyla.
“En azından içerdeki çalı çırpıyı yakar ısınırdı.”
Birden çocukluk günlerime, Avanos’a gidiyorum. Kışın bitip, baharın yüzünü gösterdiği bir gündü. Beş-altı çocuk, Kıran’a “keme” toplamaya gitmiştik. Keme. “Trüf” yani. şimdilerde şık restoranların tabaklarını süsleyen o pahalı mantar. Baharın ilk aylarında ve özellikle yağmurdan sonra, mezarlara yakın yerlerde, toprağı yararak, toprağı kabartarak kendini gösterir.
Sf: 189
Ellerimizde soplarla toprağı yararak, kemerleri toplayıp, torbalarımıza dolduruyorduk. Aniden başlayan bir yağmurla, o civarda çokça bulunan bir kaya altı mağarasına sığındık. Mağarada soğuktan titreşip beklerken, içimizde bizden biraz daha büyük bir çocuk alışkın el hareketleriyle mağaranın duvarlarını yoklayıp, bir şeyler aramaya başladı. Kısa bir süre sonra da, kağıda sarılı bir tutam tuz ve onunla birlikte içinde sekiz-on tane kibrit çöpü ve eczasının bulunduğu küçük bir paketi duvardaki yarıklardan birinden çıkardı. Bir süre sonra, yaktığımı çalı çırpıyla ısınmış, torbamızdaki kelimeler anamın koyduğu “keskiç”le karnımızı doyurduk. Yağmur bitip mağaradan ayrılırken tuz ve jibrit çöpleri sarılarak yine eski yerine konuşmuştu.
O gün biraz daha “büyüyerek” dönmüştüm kasabaya.
Yıllar sonra tıbbiyede okurken, İzmir Konak’taki Çınar sinemasında oynayan A. Kurosava’nın “Dersu Uzala” filmine gitmiştim. Filmin bir sahnesinde kamp yerinde bir kulübede konaklayan Dersu ve Yüzbaşı’nın oradan ayrılırken Dersu’nun yaptıkları da, benim çocukken yaşadığım şeyle aynıydı. Dersu, bir parça tuzu ve kibriti hiç tanımadığı insanların daha sonra ihtiyacının olabileceğini bilerek, kulübede bir yerlerde saklamıştı. İnsanlığın ortak ahlak ve vicdanının hiç de öyle uzaklarda olmadığını düşünmüştüm, filmi seyrederken.
Savcı hakı. “Kibrit olsaydı kurtulabilirdi,” işe.
“Klasik otopsiye gerek yoktur, ölüm endeni aşikardır,” diyerek, Savcı’yı ve Kamber’in yoksul babasını sevindirdim.
Sf: 195
Havuzun kenarında oturmuş, ağaçtan düdük yapmaya çalışıyorum. Epeyce uğraşmışım demek ki. Niko Usta bir ara yanıma geliyor. Elimdeki parçayı alarak, şöyle bir bakıyor ve bir şey söylemeden bahçenin içinde doğru yürüyüp, duvarın dibindeki başka bir ağaçtan bir dal koparıyor. cebinde her daim taşıdığı küçük ve keskin bir bıçakla ağacı işlemeye başlıyor. Az sonra yanıma gelerek, elindeki düdüğü uzatıyor. Tatlı bir İstanbul şivesiyle:
“Her ağaçtan düdük olmaz, bilmiyor musun sen?” diyor.
Sf: 196
Israrla çalan zilin beni uyandırmaya kararlı olduğunu anlayarak kalktım ve açtım kapıyı. Paltolu, uzun boylu, çopur yüzlü birisi. Yüzüne hiç uymatan saf bir bakışla dikiliyor karşımda. Sanki son beş dakikadır, bazen yumruklayarak, bazen zile basarak kapıyı çalan o değil. Öylesine masum ve sıradan. Mevsim yaz ve üzerindeki palto sanki yıllardır hep sırtındaymış ve hiç çıkmayacakmış gibi bir duygu veriyor insana.
Tuhaf bir samimiyetle:
“Yav nerdesin?” diyor.
“Ne oldu? Hasta mı var?”
Belli ki sabah saat beşte gelip, saat dokuza kadar tüm işlerini hallederek, hızla köyüne dönenlerden birisi. Adamın arkasında siyah feraceli, ince, zayıf bir kadın sessizce dikiliyor. Yüzümü yıkayıp, dışarı çıkıyorum. Kasabanın tek caddesinde hızlı adımlarla yürüyoruz. Sağımızdan solumuzdan buğday yüklü traktörler geçiyor. Karakolun yanındaki kıraathanenin önünden gidiyoruz. Televizyonda oynayan karate filminin sesi sokağa taşmış. Sekiz-on kişi ellerinde yarılanmış çay bardakları, televizyonun önünde kımıldamadan oturuyorlar. En önde benim, ortada adamın ve arkada kadının olduğu tuhaf kafile, adamın hızlanarak yanıma gelmesiyle bozuluyor. bir şey söyleyecek ama nasıl söyleyeceğine tam karar verememiş gibi. Bir ara kafamı ona doğru çevirmemi fırsat bilip konuşuyor:
“Ankara’ya götürdüm, yine bir çare olmadı… Film milim… Yok… Hap veriyorlar üç dört çeşit… İçiyor, amma yok bir şey.”
“Tamam, bakarız şimdi. Muayene edelim de.”
“Dediğim gibi, ilaç fayda etmiyor yani.”
Cevap vermiyorum. Bir süre sessizce yürümeye deva ediyoruz. Kadın arkamızda, başı önünde bizi takip ediyor, mesafeyi hiç bozmadan.
adam tekrar lafa giriyor. Bu kez asıl derdini söyleyecek belli ki.
Sf: 197
Kararlı bir ses tonuyla:
“Sen şimdi muayene et, ama bana söyle, çok masraf çıkar mı? Valla çok para harcadım. eticede iyileşmiyor. Yine iyileşmeyecekse hiç ilaç verme bize.”
“Yav bir muayene edeyim önce. Ne bileyim ben şimdi ne olacağını?”
Konuşmasından anlıyorum. Yıllar önce, mecburi iskanla yerleştirilen Kürt aşiretlerini yaşadığı köylerden gelmiş birisi.
Muayenehaneye giriyoruz birlikte. O hala konuşuyor:
“Çok masraf olacaksa, ben bunu değiştireceğim biliyor musun? Yani, niye dersen, şöyledir. Bana bunu iyidir diye verdiler, tamam mı? Öyle çıkmadı ama. Hastadır bu. Hiç bitmiyor hastalığı. Boşuna masraf edeceğime bunun yenisini almak daha iyi değil mi? Onun için söylüyorum. Yenisini almak daha iyidir.”
Kadını muayene ediyorum. Zayıf, kurumuş kalmış vücut. Muayene edilen bir başkasıymış gibi sakince, başı önünde bekliyor. Şikayetlerini açıklayacak mantıklı bir sebep bulamıyorum. Bir yandan da onu kurtaracak bir şeyler yapmalıyım diye düşünüyorum.
“Hanımın çok iyi,” diyorum. “Şu hapı alsın… Vitamin… Bak, çok iyi gelecek.”
ikircikli, eline alıyor reçeteyi. Tatmin olmadığı belli. Kadına bakıyor. Bana bakıyor, sonra reçeteye. Kürtçe bir şeyler sölüyor.
“Ne dedin sen,” diyorum.
Eliyle “boş ver,” der gibi bir hareket yapıyor. Israr ediyorum:
“Söylesene, ne dedin?”
Adam kapıya doğru giderken, o zamana kadar hiç konuşmayan kadının sesi geliyor:
“Kuru ağaçtan düdük olmaz diyor doktor bey.”
Adam önce, kadın arkada, geldikleri gibi gidiyorlar…
Doktrin: “O kadar yoruldum ki artık hiçbir şeye şaşırmıyorum. Ve umurumda değil hiç kimse, ne halim varsa görmekle meşgulüm.” – Yılmaz Erdoğan
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (76)
- ★★★★★ şaheser (25)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- hayat kanunları (18)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (381)
- röportaj (3)
- tefrika (19)