Önsöz:

Pek çok iyi adam bir kadın tarafından köprü altına düşürülmüştür.

Sf: 7 

50 yaşındaydım ve dört yıldır bir kadınla yatmamıştım. Hiç kadın arkadaşım yoktu. Sokakta yanımdan geçerken ya da bir yerlerde gördüğümde öylesine bakardım onlara, ama özlem dolu bakışlar değildi bunlar, daha çok onların bir işe yaramadıklarını düşünürdüm. Düzenli olarak otuzbir çekerdim, bir kadınla ilişki kurma düşüncesi -cinselliğin dışında bile- hayal gücümün çok ötesindeydi. Evlilik dışı doğmuş 6 yaşında bir kızım vardı. Annesiyle birlikte yaşıyordu ve ben de çocuk yardımı gönderiyordum. Yıllar önce 35 yaşındayken evlenmiştim. Evliliğim iki buçuk yıl sürdü. Karım beni boşadı. Sadece bir kere aşık olmuştum. O da akut alkolizmden ölmüştü. Karım benden 12 yaş gençti. Belki şimdi o da ölmüştür, kim bilir. Boşandıktan sonra 6 yıl boyunca her Noel’de bana uzun mektuplar yazdı. Hiçbirini cevaplamadım… 

Lydia Vance’i ilk ne zaman gördüğümden tam olarak emin değilim. 6 yıl kadar önceydi ve on iki yıldır çalıştığım posta memurluğu işinden ayrılmış, yazar olmaya çalışıyordum. Korkuyordum ve eskisinden daha çok içiyordum. İlk romanımı yazıyordum. Yazarken her gece yarım şişe viski ve altılık iki koli birayı hallediyordum. Şafak sökene kadar ucuz sigaralarımı içiyor, yazıyor ve klasik müzik dinliyordum. Her gece on sayfa yazma hedefi koymuştum kendime, ne var ki ertesi güne kadar o gece kaç sayfa yazmış olduğumu bilmiyordum. Sabahları kalkar kalkmaz kusar, sonra ön odaya gidip kaç sayfa yazmış olduğuma bakardım. On sayfa hedefimi her zaman aşardım. Bazen 17, 18, 23, 25 sayfa yazdığım olurdu. Tabii her gece yazdığım bu yazıların ayıklanması ya da bir kenara atılması gerekirdi. İlk romanımı yazmam yirmi bir gecemi aldı. 

O zamanlar kaldığım evin arkasında oturan ev sahiplerim kaçık olduğumu düşünüyorlardı. Her sabah uyandığım avluda kahverengi büyük bir kese kağıdı olurdu. İçindekiler ara sıra değişse de çoğunlukla domates, turp, portakal, yeşil soğan, konserve çorba, kırmızı soğan bulunurdu. Gün aşırı 4’lere 5’lere kadar içerdim onlarla. Yaşlı adam dışarı çıktıktan sonra ihtiyar karısıyla el ele tutuşur, ara sıra da öpüşürdük, ama asıl öpücüğü kapıda verirdim her zaman. Kadın bumburuşuk olmuştu ama ne yapsın. Katolikti ve Pazar sabahları pembe şapkasını giyip kiliseye gittiğinde pek sevimli görünürdü.

Sf: 8

Sanırım Lydia Vance ile ilk şiir dinletimde tanışmıştık. Drawbridge’de Kenmore Caddesi’ndeki bir kitapçıdaydık. Her zamanki gibi korkuyordum. Üstün yetenekli ama korkak. İçeride sadece ayakta durulan bir oda vardı. Dükkanı işleten Peter’in -zenci bir kızla yaşıyordu- önünde bir tomar para vardı. “Şu işe bak” dedi bana “Onları her zaman böyle kafesleyebilsem Hindistan’a bir tur daha yapacak parayı toplamam işten bile değil!” İçeri girdiğimde alkışlamaya başladılar. Şiir okuma işini kıvırmak üzereydim.. 

30 dakika okuduktan sonra ara verdim. Hala ayıktım ve karanlıkta bana dikilen gözleri hissedebiliyordum. Bir iki kişi gelip konuştu benimle. Derken molalardan birinde Lydia Vance geldi yanıma. Bir masada oturmuş bira içiyordum. Ellerini masanın kenarına koyup eğildi ve yüzüme baktı. Oldukça uzun kahverengi saçları, çıkık bir burnu vardı ve hafif şaşıydı. Ama her şeye rağmen yaşam doluydu -orada olduğunu fark ediyordunuz. Aramızdaki titreşimleri hissedebiliyordum. Titreşimlerin bazısı karışıktı ve pek iyi türden değildi ama oradaydı. Bana baktı, ben de ona. Lydia Vance boynunun etrafında püskülleri olan süet bir kovboy ceketi giymişti. Göğüsleri güzeldi. “Ceketinden püskülleri yırtmak isterdim- oradan başlayabiliriz!” dedim ona. Lydia uzaklaştı. İşe yaramamıştı. Kadınlara ne söylemem gerektiğini hiçbir zaman kestiremezdim. Neyse ki bir de poposu vardı. Yürürken o güzel poposunu seyrettim. Blucini ne yazık ki bu güzel parçayı örtmüştü. Uzaklaşırken seyrettim onu.

Sf: 9

Okumanın ikinci kısmını bitirdim ve sokakta yanımdan geçen kadınlar gibi Lydia’yı da unutuverdim…

Sf: 10

Elimi çenesine koyup beceriksizce başını kendime doğru çevirmeye çalıştım. Bu gibi durumlarda kendime güvenimi kaybederdim…

Sf: 13

Yeni bir gömlek almıştım, çünkü onu göreceğini düşünüyordum. Bunu o da biliyordu. Hiç de aldırmayacağımı bildiği halde yine de benimle alay etmekten geri kalmıyordu…

Sf: 16

“Anneciğim, Anneciğim! Parmağım kesildi.”

Ön odaya doğru yürüdüm. Lydia Lisa’yı kucağına almıştı.

“Ah, baksın anneciğin parmağına! Öpsün anneciğin de iyileşsin parmacığın!”

“Çok acıyor annecim.” 

Sıyrığa baktım. Görülmüyordu bile…

Sf: 18

“Seninle yalnız konuşmak istiyorum Lydia.”

“Arkadaşlarını seviyorum. Herkese senin gibi yaklaşacak değilim ya. İnsanları seviyorum ben!”

“Ben sevmiyorum”

“Biliyorum. Ama ben seviyorum. İnsanlar seni görmeye geliyorlar. Aslında seni görmeye gelmeseler onları daha çok seversin.”

“Hayır. Onları ne kadar az görürsem o kadar çok seviyorum.”

Sf: 20

Çok güzeldi. Bir şeyler oluyor, gerçek bir şeyler gelişiyordu, benden genç, üstüne üstlük gerçekten güzel bir kadınla hem de. Hemen hemen 10 kere gidip geldikten sonra içine boşaldım.

Sf: 21 

Yola çıktık. Lydia’nın arabada benimle birlikte olması çok güzeldi…

Sf: 25

Lydia odada dönerek dans ederken alnına saç lülesi düşürmüş sarışın bir çocuk ona katıldı. Birlikte dans etmeye başladılar. Diğerleri de kalktı ve dans etti. Ben yerimde oturdum.

Lydia’nın lüleli çocukla dans edişini seyrettim. Lydia götürüyordu dansı. Hareketlerinde gizli bir cinsellik vardı. Diğer kızlara baktım da onlar böyle dans edemiyorlardı. Belki de ben sadece Lydia’yı tanıdığım, onları tanımadığım için bana öyle geliyordu….

Sf: 26

Vahşi ve gürültülü bir parça çalıyordu. Altın lüleli çocuk iki elini başının üzerinde kaldırdı. Lydia ona doğru abandı. Son derece dramatik ve erotikti. Sonra her ikisi de ellerini başlarının üstüne kaldırarak bedenlerini birbirlerine yapıştırdılar. Bir ara çocuk ayağıyla geriye doğru bir tekme figürü yaptı. Lydia da yaptı aynısını. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Gerçekten güzel olduğunu kabul etmeliyim. Plak çalmaya devam ediyordu. Sonunda bitti.

Yaya kaldırımı boyunca dizili fundalıklara boşaldı hepsi -ayışığında fışkıran bir petrol kuyusu gibi. Sonunda toparlanarak elimle ağzımı sildim…

Sf: 27

“Neredeyse sevişiyordunuz, hatta daha iyisini yaptınız.”

“Hepsi bu, sadece bir danstı.”

“Sokakta bir kadını o şekilde tuttuğumu düşün. Müzik bunu olağan hale mi getiriyor?”

Sf: 28 

Frenchy. “Ne yapmak istediğini biliyorsun herhalde.”

Çantamı açarak Lydia’nın havaalanında elime tutuşturduğu aşk şiirini okudum Frenchy’ye. 

“Mor kamışın kıvrık tıpkı bir…”

“Sıkınca sivilcelerini, fışkırıyor irin tıpkı sperm gibi…” 

“Off, ALLAH KAHRETSİN” diye bağırdı Frenchy. Araba bir çukura girmişti.

Sf: 29

(Vajinal dudaklarınıza tatlı bir et lokması!)”

Sf: 30

“En büyük adamlar en yalnız olanlardır.”

Sf: 32

Dinleti başlamadan, Peter sahnenin arkasına içinde votka ve portakal suyu olan bir sürahi getirdi. ”Oturumu yaşlı bir kadın yürütecek. Senin içtiğini fark ederse donuna eder. Hoş bir yaşlı kızcağızdır ama şiir anlayışı hala gün batımı ve uçan güvercinleri aşamamıştır.”

Sahneye çıkarak okumaya başladım. Bütün koltuklar doluydu. Şansım yaver gidiyordu. Neyse ki bunlar da diğer dinleyiciler gibiydi: iyi şiirleri değerlendirmeyi bilmiyor, diğerlerinde de yanlış zamanlarda gülüyorlardı. Bir yandan sürahidekini deviriyor, bir yandan da okumamı sürdürüyordum. 

”Ne içiyorsun?”

”Bunu,” dedim, ”portakal suyuyla yaşam karışımı.”

”Kız arkadaşın var mı?”

”Bakireyim ben.”

”Niye yazar olmaya çalışıyorsun?”

”Başka soru?”

Sf: 35

Nefesi öyle kötü kokuyordu ki çiçek ağzını es geçtim…

Peter ve Selma’yı buldum. Selma harika görünüyordu. Selma gibi birini nasıl elde edebilirdi insan? Bu çevredeki köpeklere göre değildi o. Köpekler köpekleri bulur…

Sf: 36

Kitabı açarak ilk sayfasına ”Sevgili Lilly,” diye yazdım. ”Her zaman yaşamımın bir parçası olarak kalacaksın…” 

Henry Chinaski

Sf: 37

Bobby’nin hoş bir karısı vardı doğrusu…

Sf: 38

Or*spu çocuğu, diye düşündüm o an, iki kadınım vardı biraz önce şimdi hiçbiri yok…

Sf: 39 

“Her zaman hayranım senin eserlerine,” dedi.

Kendime ve ona birer bira getirdim.

”Tanrı gökyüzünde birer kancadır,” dedi.

”Tamam,” dedim…

Sf: 41

“Eskiden buradan yazardın. Bir şeylerle oyalanırdın. Boyalarını getirir, çizimler yapardın. Şimdi evine gidip bütün ilginç işlerini orada yapıyorsun. Buradaysa sadece yiyip içip yatıyor, ertesi sabah hemen çekip gidiyorsun. Çok sıkıcı.”

”Böylesini seviyorum.”

”Aylardır bir partiye gitmedik. İnsanları görmek istiyorum! Sıkıldım! Öyle sıkıldım ki çıldırmak üzereyim! Bir şeyler yapmak istiyorum! DANS ETMEK istiyorum! Yaşamak istiyorum!

”Ooh, Allah kahretsin!”

”Çok yaşlısın. Bir kenara oturup, her şeyi ve herkesi eleştirmekten hoşlanıyorsun sadece. Hiçbir şey yapmaktan hoşlanmıyorsun. Hiçbir şey yetmiyor sana!”

Yatakta yuvarlanarak ayağa kalktım. Gömleğimi giymeye başladım. 

”Ne yapıyorsun?” diye sordu.

”Buradan gidiyorum.”

”Git o zaman! Keyfini kaçıran bir şey olunca hemen toz oluyorsun ortalıktan. Hiçbir zaman hiçbir şeyi konuşmak istemiyorsun. Eve gider, geberinceye kadar içer, ertesi sabah berbat bir durumda uyanıp öleceğini zannederek bana telefon açarsın.”

Sf: 42 

Sonra yavaş sesle ”Anlamıyorsun. Meşhur olacağım ben. Senden daha çok potansiyelim var benim” dedi.

”Potansiyel,” dedim, ”hiç bir anlam ifade etmez. Başarması gereken sensin. Kundaktaki her çocuğun benden daha çok potansiyeli vardır.”

”Başaracağım, göreceksin! GERÇEKTEN MEŞHUR OLACAĞIM.”

”Tamam,” dedim, ”Ama şimdilik yatağa dön.”

Lydia yatağa geldi. Ne öpüştük ne de seviştik. Kendimi yorgun hissediyordum. Cırcır böceklerinin seslerini dinledim. Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değilim. Lydia aniden yatakta doğrulduğunda neredeyse uyumak üzereydim. Lydia bağırdı. Bayağı yüksek sesle bir bağırıştı bu.

”Ne bu?” dedim.

”Sus.”

Bekledim. Lydia kıpırdamadan oturuyordu yatakta. On dakika geçti böyle. Sonra yastığın üzerine düştü. 

”Tanrıyı gördüm,” dedi. ” Tanrıyı gördüm ben.”

”Dinle, or*spu seni, beni çileden çıkarıyorsun.”

Sf: 44

Midem kasılıyordu. Kendimi rahatsız, yararsız ve kederli hissettim. Ona aşıktım.

Ama biraz ara vermeye ihtiyacım vardı. Dinlenmeye ihtiyacım vardı. Lydia haftada en az beş kere sevişmekten hoşlanırdı. Bense üç tercih ederdim. Kalkıp daktilomun durduğu masaya doğru gittim. Işığı açıp oturdum ve Lydia’ya 4 sayfalık bir mektup yazdım. Sonra banyoya gidip tıraş bıçağını aldım. Oturup içkimi içtim. Tıraş bıçağını alarak sağ elimin orta parmağını kestim. Kan akıyordu. İmzamı kanla attım mektuba.

Sf: 47

Onu nasıl yatağa atabilirim, diye düşündüm. Ama hiç yolu yoktu. Nasılsa birisi onunla düzenli olarak yatacaktı…

Sf: 48 

Birinci yarış bitene kadar şişenin yarısından fazlası temize havaleydi bile. 

”Bak,” dedim ”Dinle, or*spu. At yarışlarına gittim bu akşam ve tam 950 dolar kazandım. Ben kazandım! Her zaman ben kazanacağım! Beni hak etmiyorsun sen, kalt*k! Benle oyun oynuyorsun sen. Bitti artık! Gitmek istiyorum! Hepsi bu! Sana ve allahın cezası oyunlarına ihtiyacım yok! Beni anlıyor musun, ha, ne demek istediğimi? Yoksa kafan ayak bileklerinden daha mı kalın?”

Sf: 49

”Hank..”

”Evet ?”

”Ben Lydia değilim. Bonnie’yim, Lydia’nın çocuk bakıcısı.

Bu akşam dışarda Lydia.”

Telefonu kapadım ve arabama döndüm…

Sf: 52

Neredeyse üç hafta geçmişti. Bir cumartesi sabahıydı. Önceki gece Lydia’larda kalmamıştım. Banyo yapıp bira içtim, giyindim. Hafta sonlarından nefret ederim. Herkes dışarı caddelere dökülür. Ya da pinpon oynar, çim biçer, arabalarını cilalar ya da süpermarkete, plaja veya parka gider. Her yerde bir yığın insan. En sevdiğim gün pazartesidir. Herkes iş başına döner, kimse ortalıkta görünmez. Kalabalığa rağmen at yarışlarına gitmeye karar verdim. Böylece cumartesiyi geçirmiş olacaktım. Haşlanmış yumurtamı yiyip, bir bira daha içtikten sonra çıkıp kapıyı kilitledim.

Sf: 55

”Hiçbir zaman kadınlarla aram iyi olmadı zaten,” dedim. 

”Kadınlarla aran yeteri kadar iyi,” dedi Dee Dee. ”Ayrıca felaket bir yazarsın.”

Sf: 56

Dee Dee bir bardak daha şarap doldurdu. İyi bir şaraptı. Sevdim. İşler kötü gidince insanın gidecek bir yerinin olması iyi bir şey. İşlerin kötüye gittiği ve gidecek bir yerimin olmadığı eski günleri hatırladım. Belki daha iyiydi benim için bu. O zamanlar. Şimdi artık benim için iyi olanla ilgilenmiyordum. Kendimi nasıl iyi hissettiğimle ve işler kötüye gidince kendimi berbat hissetmekten nasıl kurtulabileceğimle ilgileniyordum…

Sf: 57

Hala Lydia’yı düşünüyordum. İlişkimizin iyi yanları midemin içinde dolaşıp onu kemiren bir fare gibiydi.

Kalabalık bir yerdi. Genç, kişiliksiz ve donuktu herkes. Kimse bakmadı bize. Yavaş sesle konuşuyordu herkes.

”Fazla para harcama Dee Dee.”

”Boşver hepsi masraflar hesabına gidecek nasılsa.”

Küçük kara bir defter çıkardı. ”Bakalım kimi kahvaltıya götürüyor muşum? Elton John.” 

Sf: 58

”Afrika’da değil mi o?”

”Oo, doğru. Peki Cat Stevens’a ne dersin?”

”O kim?”

”Bilmiyor musun?”

”Hayır.”

”Peki, ben keşfettim onu. Sen Cat Stevens olabilirsin.”

Danny içkileri getirdi ve Dee Dee’yle bir şeyler konuştular. Aynı kişileri tanıyorlardı. Ben tanımıyorum hiçbirini. Canlanmam epey zaman aldı. Umursadığım da yoktu. New York’u sevmezdim. Hiçbir şey sevmezdim. Belki korkuyordum. Evet -korkuyordum. Perdeleri kapalı bir odada yalnız başıma oturmak istedim. Huysuzun biriydim. Kaçıktım. Ve Lydia gitmişti. 

İçkimi bitirdim, Dee Dee bir tane daha ısmarladı. Tutulmuş bir adam gibi hissettim kendimi. iyiydi bu. Sinirlerimi yatıştırıyordu. Meteliksiz kalmaktan ve kadının seni terk etmesinden daha kötü bir şey yoktur. İçecek bir şey olmadan, işsiz, sadece duvarlarla, kara kara düşünüp duvarlara bakarak oturmak. Kadınların öç alışıydı bu, ama onlara da acı veriyor, onları da güçsüzleştiriyordu. Ya da ben öyle olduğuna inanıyordum…

Sf: 59

Dee Dee’ye bir barda durmasını söyledim. Onunkilerin birinde. Barmen tanıyordu onu. 

”Burası,” dedi bana içeri girerken, ”daha çok senaryo yazarları ve bazı küçük tiyatro topluluklarının oyuncularının takıldığı bir yerdir.”

Akıllı ve üstün nitelikli şahsiyetler gibi davranıp ortalıkta dolanan bu insanlardan görür görmez hoşlanmadım. Her biri diğerini geçersiz kılıyordu. Bir yazar için en kötü şey başka yazarları tanımak, daha da kötüsü çok sayıda yazar tanımaktır. Aynı b*ka konan sinekler gibi…

Sf: 60

Nietzsche’yi düşündüm. İşte buradaydı: Bir Alman aygırıyla bir Yahudi kısrağı. Babayurdumuz iftihar etmeliydi benimle. 

Mercedes’e geri döndük ve Dee Dee daha büyük mezarların bulunduğu kısmın dışına park etti. Buradaki mezarlar duvarların içine gömülmüştü. Sıra sıra dizilmişlerdi. Bazılarının çiçekleri vardı, küçük vazolarda, ama çoğu solmuştu. Bölmelerin çoğunda çiçek yoktu. Bazılarında karı koca uslu uslu yan yana yatıyorlardı. Bazı bölümler boştu. Hepsinde koca, karısından önce ölmüştü.

Sf: 61

Ben 80’ime kadar yaşamaya karar verdim. 80 yaşına gelip 18’indeki bir kızı düzmek. Ölüm oyununu kandırmanın bir yolu varsa o da buydu. 

Çiçek vazolarından birini alarak çantasına attı Dee Dee. Alışılmış türden bir gezi. Bağlı olmayan her şey aşırıp götürülecek. Her şey herkese aitti…

”Kolaları ben alırım.”

”Önemli değil,” dedi Dee Dee. ”Ben alırım.”

Sonunda hiçbirimiz almadık kolaları…

Sf: 64

”Bu olaydan sonra Dee Dee evimden uzak tuttu beni. Bir gün postayı almaya eve gittiğimizde telefonun fişten çekilmiş olduğunu gördüm. ”Bunu bir daha asla yapma,” dedim ona.

Deniz helikopteri geldi, yolcularını boşaltmıştı, yerimize oturup dolmasını bekledik. 1936 model, kırmızı renkli bir helikopterdi; 2 pervanesi, bir pilotu ve 8-10 koltuğu vardı.

Bunun içine kusmazsam, diye düşündüm, bu dünyaya boşuna gelmiş sayacağım kendimi…

Sf: 65

Mini etekli kız binmiyordu.

Neden böyle güzel bir kız gördüğümde yanımda hep bir kadın oluyordu?

”Oo,” dedi Dee Dee.” Çok heyecanlıyım! Gidip pilotun yanında oturacağım.”

”Nasıl istersen.” Kalktı ve pilotun yanına oturmaya gitti. Uzaktan onun konuştuğunu görüyordum. Halinden memnundu ya da öyle görünüyordu. Son zamanlarda bende bir şey uyandırmıyordu 

-hayata karşı coşkulu ve mutlu tepkileri yani- bazen biraz canımı sıktığı oluyordu ama çoğunlukla bir şey hissetmiyordum. Canımı bile sıkmıyordu. 

Sf: 66

Beni öpüp çıktı. Televizyonu kapadım, bir bira daha açtım. Sarhoş olmaktan başka yapacak bir şey yoktu bu adada. Pencereden baktım. Dee Dee plajda genç bir adamın yanına oturmuş, coşkulu bir şekilde konuşuyor, gülüyor, elleriyle bir şeyler anlatıyordu. Adam da sırıtıp duruyordu. Bu ortamın dışında kaldığıma sevindim. Aşık olmadığıma, bu dünyada mutlu olmadığıma memnundum. Hiçbir şeyle barışık olmamayı seviyordum. Aşık insanlar genellikle alıngan ve tehlikeli olurlar. Perspektiflerini ve mizah duyumlarını yitirirler. Sinirli, kafadan çatlak olurlar. Hatta katil bile olabilirler. 

Bir sürü kartoloş herifle…

Sf: 67

Beraber bir yığın genç kız. Kızların hepsi çizme giymişti. Kafaları dumanlıydı, inleyip duruyorlardı. Yaşlı heriflerin bazısı parlak delikanlılarla birlikteydi ama çoğu üç dört genç kız almıştı etrafına. Sandallar uyuşturucu, içki ve şehvetten neredeyse batmak üzereydi. Harikaydı doğrusu!” 

”Çok iyi. Böyle ilginç insanları bulma konusundaki marifetine gıpta ediyorum doğrusu.”

Dee Dee gidip muhabbet kuşlarına baktı, onlarla konuştu. İyi bir kadındı. Onu seviyordum. Gerçekten ilgileniyordu benimle, iyi şeyler yapmamı, iyi yazmamı, iyi sevişmemi, iyi görünmemi istiyordu. Bunu hissediyordum. Güzel bir şeydi. Belki bir gün Hawai’ye gidebilirdik birlikte. Peşinden yürüyüp sağ kulağının arkasından öptüm.

”Oo, Hank,” dedi…

Sf: 68

Bu ilaçlardan ben de kullanırdım ara sıra. Sadece bir tanesi bile, uyutmak ne kelime yumruk yiyip sersemlemiş, yeraltına gömülmüş gibi yapardı insanı. 

Valentino hem Lydia’yı hem de Dee Dee’yi idare edebilirdi. Bu yüzden o kadar genç öldü ya zaten.

Sf: 70

Bu sefer durum farklıydı. Bianca ”Ne istiyorsun?” dedi.

”Dee Dee’yi görmek istiyorum.”

”Hasta, yatıyor, ciddi ciddi hasta. Bu yaptıklarından sonra hala nasıl gelip onu görmek istiyorsun? Tam bir or*spu çocuğusun sen.”

”Konuşup bazı şeyleri açıklamak istiyorum ona.”

”Pekala, yatak odasında.”

Holden yatak odasına doğru yürüdüm. Dee Dee yataktaydı, sadece donu vardı üzerinde. Bir kolu gözlerini kapatmıştı. Göğüsleri çok güzel görünüyordu. Yatağın yanında boş bir viski şişesi ve yerde bir tava vardı. Tava kusmuk ve içki kokuyordu. 

”Dee Dee…”

Kolunu kaldırdı. ”Ne? Hank, geri mi döndün?”

”Hayır, dinle bak konuşmak istiyorum seninle…”

”Oo Hank, seni deli gibi özledim. Kafam yerinde değil, dayanılmaz bir acı…”

”Acını azaltmak istiyorum. Bunun için buradayım. Sersemin biri olabilirim ama o kadar acımasız da değilim…”

”Neler hissettiğimi anlayamazsın.”

”Biliyorum. Ben de içindeydim.”

”İçki ister misin?” eliyle işaret etti.

Boş şişeyi kaldırıp umutsuz bir şekilde yerine koydum yine.

”Çok acımasız bir dünya,” dedim ona. ” İnsanlar oturup karşılıklı konuşabilmeyi öğrenebilseler belki biraz işe yarar.”

”Benimle kal, Hank. Ona dönme, lütfen. Doğru bir kadın olmanın ne olduğunu bilecek kadar yaşadım ben. Biliyorsun bunu. Senin için ve sana karşı doğru olacağım.”

”Beni Lydia’ya bağlayan bir şey var. Açıklayamıyorum.”

”Sadece bir flört o. Tahrik edici biri. Seni terk edecek sen de biliyorsun.”

Sf: 71

”Belki çekici olmasının bir nedeni de bu.”

”Bir or*spu istiyorsun sen. Aşktan korkuyorsun.”

”Öyle galiba.”

”Öp beni. Beni öpmeni istemem çok mu?”

”Hayır.”

Ona doğru uzandım. Sarıldık. Dee Dee’nin ağzı kusmuk kokuyordu. Öptü, öpüştük, bana sarıldı. Elimden geldiği kadar kibar ayrılmaya çalıştım. 

”Hank” dedi. Benimle kal! Ona dönme! Bak, Ne güzel bacaklarım var.”

Bir bacağını kaldırıp bana gösterdi.

”Ayak bileklerim de çok güzel! Bak!”

Ayak bileklerini gösterdi bana.

Yatağın kenarında oturuyordum. ”Seninle kalamam, Dee Dee-”

Doğruldu ve bana vurmaya başladı. Yumrukları kaya gibi sertti. İki eliyle birden yumrukluyordu beni. O bana saldırırken ben öylece oturuyordum. Gözümün üstüne, gözüme, alnıma ve yanaklarıma vurdu. Çeneme bile bir tane geçirdi.

”Oo, seni alçak! Alçak, alçak, alçak! Senden nefret ediyorum.”

Belinden yakaladım. ”Tamam Dee Dee, yeter artık.” Yatağa attı kendini. Ben de kalktım ve dışarı çıktım…

Sf: 74

Kameraya alınıyormuşuz gibi bir hisse kapıldım. Hoşlandım bundan. At yarışlarından iyi olduğu kesindi, boks maçlarından da iyiydi. 

Nicole beni tahmin ettiğinden daha fazla etkiliyordu. Rahatsız oldum bundan.

Verandada öpüştük; aşağıda caddeden gelen egzoz kokusunu duyabiliyordum. Gövdesi benimkiyle anlaşıyordu. Hemen gidip sevişmeyeceğimizi biliyordum; bildiğim bir başka şey de tekrar geleceğimdi. Nicole de biliyordu bunu…

Sf: 75

Marvin gidip biraz daha bira aldı. Marvin’le Angela arasında ufak ufak kur yapmalar başlamıştı. Marvin oldukça istekli gözükmesine rağmen Angela daha çok Marvin’in anlattıklarına gülme havasındaydı. Ondan hoşlanıyordu ama hemen düzüşecek kadar değil.

Güzel ve rahat bir evdi. Böyle bir evde, diye düşündüm, daha iyi yazabilirdim, şansım daha açık olabilirdi. Okyanusu dinleyebilirdim, ayrıca daktilonun sesinden rahatsız olacak komşular da yoktu etrafta…

Sf: 77

Arkadaşımın nazik ve zeki bir yüzü vardı. İyilik bazen cehennemin ortasında bulunabilirdi. Taksiyi beklerken şişeyi devirdik. Karşılıklı. Taksi geldiğinde arkaya oturdum ve şoföre Nicole’ün adresini verdim.

Kendi ölçülerime göre masumum, Lydia, diye düşündüm. Kendi ölçülerime göre sadığım sana…

Sf: 78

Ona özel bir ilgi duymadığımı fark ettim, sadece bir şeyler yapmış olmak için.

Bir akşam sarhoş oldum ve Lydia’ya Nicole diye birini tanıdığımdan bahsettim. Nicole’ün nerede yaşadığını da söyledim ama ” fazla bir şey yoktu aramızda.” Ona bunu niye söylediğimi anlamıyorum. İnsan içince anlamadığı şeyler de yapıyor…

Sf: 79

Öyle hızla fırlattı ki camı kırmadan kurşun gibi sadece yuvarlak bir delik bırakarak girdi içeriye şişe.

New York’lu bir kadından mektup almaya başlamıştım. Adı Mindy’ydi. Bir iki kitabımı hatmetmişti; ama mektuplarının bana en çekici gelen yanı kendinin bir yazar olmadığını belirtmesinin dışında edebiyatla ilgili şeyler yazmamasıydı. Genel şeyler, erkekler ve özellikle seks hakkında yazardı. 25’indeydi, el yazısıyla yazardı ve el yazısı komik olmasına rağmen düzgün ve duyarlıydı. Mektuplarını yanıtlıyordum ve posta kutumda onun mektuplarından birini bulmak her zaman hoşuma giderdi. Çoğu insan mektuplarda konuştuğundan çok daha iyi anlatır bazı şeyleri, bazıları artistik ve yaratıcı mektuplar yazabilir, şiir, öykü ya da roman yazmaya gelince iş, gösterişli bir üslup takınmaya başlarlar. 

Tarihi aklımda tutmaya çalıştım. Lydia’yla bir bahaneyle ayrılmak hiç sorun değildi. Doğal olarak yalnız bir insandım, bir kadınla birlikte yaşamak, onunla yatmak, sokakta onunla yürümek yetiyordu bana. At yarışları ve boks maçları hariç bir yerlere gitmeye, sohbet etmeye meraklı değildim. TV’yi anlamıyordum. Para ödeyerek bir sinemaya gitmeyi, diğer insanlarla birlikte oturarak onların duygularını paylaşmayı aptalca bulurdum. Partiler ise hasta ediyordu beni. Yarışmalardan, kirli oyundan, kur yapmaktan, amatör sarhoşlardan, can sıkıcı insanlardan nefret ederdim. Oysa partiler, danslar, sohbetler Lydia’ya enerji verirdi. Kendini seks ilahesi olarak düşünürdü. Ancak biraz fazla alçakça yapıyordu bunu. Bu yüzden tartışmalarımız genellikle benim hiç-kimse-olmaması ve onun mümkün olduğu-kadar-çok insan olması isteklerinin çatışmasından çıkardı…

Sf: 81

”Hırslısın ama tembelsin. Amacın yok. Zaten ne zaman yazıyorsun ki? Ya yataktasın ya zom ya da at yarışlarında.”

Sf: 82

Havaalanında oturup bekledim. Fotoğraflardan tanıyamazsınız insanları. Bir şey söyleyemezsiniz. Sinirliydim. Kusmak istiyordum. Bir sigara yaktım ve öğürdüm. Neden böyle şeyler yapıyordum? Onu şimdi istemiyordum. Ve Mindy, New York’tan kalkıp geliyordu. Bir sürü kadın tanımıştım. Niçin hep daha fazla kadın? Ne yapmaya çalışıyordum? Yeni ilişkiler heyecan vericiydi ama emek harcamak da gerekiyordu. İlk öpüşme, ilk sevişme biraz dram demekti. İnsanlar başlangıçta ilginçtirler. Daha sonra yavaş yavaş ama kesinlikle bütün defolar ve çatlaklıklar ortaya çıkardı. Onlardan gitgide uzaklaşabilirdim; onlar da benden uzaklaşacaklardı o zaman. 

Sf: 83

Kendimi tehlikede hissettim. Kadınlar beni tanıyorlardı daha önceden, çünkü kitaplarımı okumuşlardı. Kendimi göstermiştim onlara. Oysa ben hiçbir şey bilmiyordum onlar hakkında. Gerçek bir kumarbazdım. Beni öldürebilir, taş*klarımı kesebilirlerdi. Taş*ksız Chinaski. Bir Hadımın Aşk Hikayeleri.

Oh, inşallah şu değildir.

Veya o.

Hele şu kesinlikle.

Şuradaki olabilir ama! Şu bacaklara, kalçalara, gözlere bak…

Biri bana doğru geldi. Keşke bu olsaydı. Bütün bu lanet olası kalabalıkta en iyisiydi. Bu kadar şanslı olamazdım. Bana doğru yürüdü, gülümseyerek ” Ben Mindy ” dedi. Mindy’le birlikte olmaktan gurur duyuyordum. Hoş bir yürüyüş tarzı vardı. Pek çok güzel vücutlu kadın tonlarca yük taşıyan yaratıklar gibi sersemce yürür. Mindy su gibi akıyordu.

Her şeyin çok fazla yolunda olduğunu düşünüyordum. Mümkünü olmayan bir şeydi bu.

”Hala korkuyorum. Biraz kafayı bulmalıyım.” dedim.

Telefon çaldı. Lydia’ydı.

”Ne yapıyorsun?”

”Bir arkadaşla birlikteyim.”

”Bir kadın, değil mi?”

”Lydia, ilişkimiz bitti ” dedim. ” Bunu biliyorsun.”

Sf: 85

”BİR KADIN DEĞİL Mİ?”

”Evet.”

”Pekala.”

”Hadi hoşçakal.”

”Hoşçakal,” dedi.

Lydia’nın sesi aniden yumuşamıştı. Kendimi daha iyi hissettim.

Boşaldığımda, iyi olan her şeyin karşısında durduğumu hissediyordum, ölmüş atalarımın kafalarından ve ruhlarından beyaz spermler aşağı damlıyordu. Bir kadın olarak doğmuş olsaydım, kesinlikle or*spu olurdum. Erkek olarak doğduğum için sürekli kadınları arzuladım, ne kadar aşağılardaysan o kadar iyidir. Buna rağmen kadınlar -iyi kadınlar- beni korkuttu çünkü onlar ruhunuzu ele geçirmek isterler sonunda, peki o zaman ne kalırdı benden geriye korumak isteyeceğim? Açıkçası f*hişeleri, düşmüş kadınları arzu ettim, çünkü ölüdür onlar ve serttirler, sizden hiçbir şey beklemezler. Çekip gittikleri zaman hiçbir şey kaybetmezsiniz. Öte yandan bütün bunaltıcı bedellerine rağmen yumuşak, iyi kadınlara da hasret çektim. İki türlü de kaybettim. Güçlü bir adam her ikisinden de vazgeçerdi. Ben güçlü değildim. Böylece kadınlarla, kadın düşüncesiyle uğraştım durdum.

Sf: 86

Sabahleyin midem bulanarak uyandım. Mindy’e baktım, yanımda, çıplaktı. O kadar içkiden sonra bile mucize gibiydi. Hiç bu kadar güzel aynı zamanda da yumuşak ve zeki bir genç kadın tanımamıştım. Neredeydi onun erkeği? Nerede hata yapmışlardı? Bütün gün içtik ve o akşam yine sevişmek istedim Mindy’le. Kocaman bir vajinası olduğunu görünce şaşırdım ve cesaretim kırıldı. Son derece iri bir vajina. Önceki akşam fark etmemiştim bunu. Bir trajediydi bu. Kadınların en büyük günahı. Uğraştım durdum. Mindy hoşuna gidiyormuş gibi uzanmıştı yatakta. İyi ki de öyleydi. Terlemeye başladım. Sırtım ağrıyordu. Sersemlemiştim ve midem bulanıyordu. Vajinası gittikçe büyüyordu sanki. Hiçbir şey hissedemiyordum. Büyük gevşek bir kağıt torbayı düzmeye çalışmak gibi bir şeydi. 

Sf: 87

Sadece vajinasının kenarlarına, o da güç bela dokunabiliyordum. Acıydı, karşılığını almadan yapılan amaçsız bir işti. Berbat bir durumdaydım. Onun duygularını incitmek istemiyordum.

Sf: 88

Ön kapı çalındı.

”Açayım mı?” dedi Mindy.

”Tabii,” dedim. ” Aç”.

Mindy’nin kapıyı açtığını duydum. Sonra Lydia’nın sesini duydum. 

”Sadece rakibime bir göz atmak için geldim buraya.”

Ooh, bu iyi, dedim kendi kendime. Kalkıp her ikisine de bir içki hazırlayayım, beraber içip sohbet edelim. Kadınlarımın birbirlerini anlamaları hoşuma gider. 

Sonra Mindy’nin çığlığını duydum. Arkadan Lydia çığlık attı. Bağrışmaları, hırıltıları ve havada uçuşan gövdelerin sesi geldi. Mobilyalar alt üst olmuştu. Mindy bağırdı tekrar -birinin saldırısına karşı koyan bir bağırıştı bu. Lydia bağırdı- öldüren dişi kaplan. Yataktan fırladım. Onları ayıracaktım. Üzerimde donla ön odaya koştum. Saç çekmeli, tükürmeli, tırmalamalı çılgın bir dövüş sahnesiydi. Onları ayırmak için koştum. Halının üzerindeki ayakkabı tekine takılarak yere kapaklandım. Mindy kendini dışarı attı. Lydia da onu takip etti. Caddeye doğru koştular. Bir bağırış daha duydum. Birkaç dakika geçti. Kalkıp kapıyı kapadım. Göründüğü kadarıyla Mindy ortadan kaybolmuştu ki aniden Lydia girdi içeriye. Kapının yanındaki bir sandalyeye oturdu. Bana baktı.

”Özür dilerim. Altıma işemişim,” dedi.

Haklıydı. Pantolonunun ağında koyu bir leke vardı, bir bacağı da ıslanmıştı.

”Önemli değil,” dedim.

Bir içki verdim Lydia’ya, elinde içki bardağıyla oturdu. Ben içkimi elimde tutamıyordum. 

Sf: 89

İkimiz de susuyorduk. Kısa bir süre sonra kapı çaldı. Üzerimde donla kalktım ve kapıyı açtım. Kocaman, beyaz ve sarkık göbeğim donumun üzerinden dışarı fırlamıştı. Kapıda iki polis duruyordu.

”Merhaba,” dedim.

”Bir şikayet üzerine arıyoruz.”

”Ufak bir aile kavgası,” dedim.

”Bazı bilgiler var elimizde,” dedi aynasızlardan biri ” İki kadın varmış.”

”Genellikle öyledir,” dedim.

”Peki,” dedi aynasız. ”Size sadece bir soru soracağım.”

”Tamam.”

”Kadınlardan hangisini istiyorsunuz?”

”Bunu istiyorum,” dedim altına işemiş, sandalyede oturan Lydia’yı işaret ederek.

”Peki, beyfendi, emin misiniz?”

”Eminim.” 

Aynasızlar gitti ve orada yine Lydia’yla baş başa kaldık.

Ertesi sabah telefon çaldı. Lydia evine gitmişti. Bobby’ydi arayan, bitişik apartmanda oturan ve porno kitaplar satan kitapçıda çalışan çocuk. ”Mindy burada. Gelip kendisiyle konuşmanı istiyor.” Dalgın dalgın eve gidiyordum. Acaba Bobby Mindy’i düzmüş müydü? Bobby’yle Valerie bir sürü garip, değişik şeyler yaparlardı. Duygusuz olmalarına aldırış ettiğim yoktu. Her şeyi hiçbir şey hissetmeden yapmaktı onların tarzı. Başka birinin esnemesi ya da patates kaynatması neyse aynı tarzda. Arkadan Glendoline romanından bazı bölümler okudu bize. Çok kötü olmamakla birlikte oldukça amatördü ve pek çok yerinin düzeltilmeye ihtiyacı vardı. Glendoline, okuyucunun onun yaşamından kendisi kadar büyüleneceğini varsayıyordu ki bu da en ölümcül hataydı…

Glendoline’in yüksek perdeden, heyecanlı bir sesi vardı, sinirli bir şekilde ve sürekli gülüyordu. Kırklarının ortalarında, oldukça şişman, çapaçul bir tipti. Üstüne üstelik, tıpkı benim gibi, düpedüz çirkindi.

Sf: 91

Glendoline bir saatten fazla aralıksız seks hakkında konuşmuştu. Başım dönmeye başlamıştı artık. Kollarını başının üzerinde sallayarak ”DAĞLARIN VAHŞİ KADINIYIM BEN! O NEREDE? BENİ ALIP GÖTÜRECEK CESARETİ OLAN GÜÇLÜ ADAM NEREDE?”

Burada olmadığı kesin, diye geçirdim içimden.

Bütün eğlenceleri sürekli düzüşmekten konuşmaktı. Ben de seviyordum düzmeyi ama onu din haline getirmemiştim.

Sf: 94

ÖNEMSİZ ŞAİR HENRY

CHINASKİ UTAH KORULUĞUNDA ÖLÜ BULUNDU

Eski posta memuru, yazar

Henry Chinaski dün akşam- 

üstü korucu W.K. Brooks tarafın

-dan çürümüş bir durumda bulundu. 

Cesete yakın bir yerlerde 

Chinaski’nin son çalışmasının yer 

aldığı küçük kırmızı bir defter de bulundu…

Sf: 95

Çok güzel, iri kahverengi gözleri vardı, şimdiye kadar gördüğüm kadınların gözlerinden çok daha güzel gözler. İnanamıyordum…

Sf: 96

Asma bir kilitle kapatılmıştı. Büyük bir ihtimalle telefon vardı içinde! Yardım çağırmak için telefon edebilirdim! Gidip büyük bir kaya parçası buldum ve kilide vurmaya başladım. Faydasızdı. Jack London olsaydı ne b*k yerdi şimdi? Hemingway ne yapardı? Ya Jean Genet?

ÖNEMSİZ ŞAİR HENRY

CHINASKİ LOS ANGE-

LES’LI YUMUŞAK KIÇINI

KURTARABİLMEK İÇİN

UTAH YAKINLARINDA

BİR YERDE SEL BASKINI-

NA NEDEN OLDU. 

HANRY CHINASKİ HİÇ

ŞÜPHESİZ DÜNYANIN EN 

BÜYÜK TEK BACAKLI

ŞAİRİDİR.

Birkaç şiir okuduktan sonra dinleyicilerden biri sordu:

”Nasıl oldu da içmediniz bugün?”

”Hanry Chinaski asla yapmaz bunu ” dedim. ” Ben onun kardeşi Efram’ım.”

Birkaç şiir daha okudum ve antibiyotik kullandığımı itiraf ettim. Onlara müzede içmenin kurallara aykırı olduğunu da söyledim. Dinleyicilerden biri elinde birayla geldi. İçtim ve biraz daha okudum. Başka biri başka bir birayla geldi. Sonra biralar akmaya başladı. Şiirler de güzelleşmeye…

Sf: 100

Sonra bir kafede parti ve akşam yemeği verildi. Tam karşımdaki masada kesinlikle şimdiye kadar gördüğüm en güzel kız oturuyordu. Katherine Hepburn’un gençliğine benziyordu. 22 yaşlarındaydı ve güzelliği ışın gibi yayılıyordu. Şakalar yapıp Katherine Hepburn diye seslendim ona. Hoşlanmış görünüyordu. Hiçbir şey beklemiyordum. Kız arkadaşlarıyla birlikteydi. Gitme zamanı gelince, evinde kaldığım Nana adlı müze yöneticisi kadına ”Onu özleyeceğim. İnanılmayacak kadar güzel biri.”

”O da bizimle geliyor eve.”

”İnanmıyorum.”

Ama daha sonra orada, Nana’nın evinde, yatak odasında benimle birlikteydi. Şeffaf ince bir gecelik vardı üzerinde ve uzun saçlarını tarayarak ve bana gülümseyerek yatağın kenarında oturuyordu. ” Adın ne?” diye sordum.

”Laura,” dedi.

”Bak, Laura, sana Katherine diyeceğim ben.”

”Tamam.”

Saçları kızıl-kahverengi ve çok uzundu. Ufak tefek ama orantılıydı. Hepsinden güzeli de yüzüydü.

”Bir içki alır mısın?” diye sordum. 

”Oo, hayır. İçmem. Hoşlanmıyorum içkiden.”

İşin esasında beni korkuttu. Benimle burada ne yaptığını anlayamıyordum. Şarkıcı hayranı kızlar gibi görünmüyordu. Banyoya gittim, geri döndüm ve ışığı söndürdüm. Yatakta yanıma sokulduğunu hissedebiliyordum. Onu kollarımın arasına aldım, öpüştük. Şansıma inanamıyordum. Ne hakkım vardı? Birkaç şiir kitabı bunu sağlayabilir miydi? Anlamanın yolu yoktu. Reddedecek durumum da yoktu kesinlikle. Uyarılmıştım. Aşağı kayıp penisimi ağzına aldı. Ayışığında başının ve bedeninin usulca kımıldanışını izledim. Bazıları kadar iyi değildi, ama onun bunu yapıyor oluşu hayret vericiydi yine de. Tam boşalmak üzereyken aşağı kaydım, ayışığında o güzel saç yığınından tutarak Katherine’nin ağzına boşaldım.

Sf: 101 

Lydia havaalında karşıladı beni. Her zamanki gibi abazaydı…

Sf: 102

Polis nerede? diye düşündüm. Neden Lydia bir şey yaptığı zaman polis ortada olmazdı?

Ona beni ziyaret etmesini istediğimi ve gidiş-dönüş uçak biletini ödeyeceğimi söyledim. Yarışlara giderdik, Malubu’ya giderdik, ….. ne isterse yapabilirdik. ”Ama Hank, bir kız arkadaşın yok muydu senin?”

”Hayır, yok. Münzevi biriyim ben.”

”Ama. Hank, bana kadınlar hakkında anlattıklarını unutma.

Sf: 103

”Ne anlattım ki?”

”Her zaman geri geldiklerini söyledin.”

”Sadece maço bir konuşmaydı o.”

60 bin dolar içerdeydi, ama iş büyüyordu. Bu durumlarda ne kadar içerde olursanız o kadar ilerlersiniz.

Sf: 104

Sonra da ”Benimle yaşamanı istiyorum.” dedi. 

”Ne? Bu kadar çabuk mu?”

”Masrafı neyse veririm. Biraz param var. Ne kadar olduğunu sorma. Neden birlikte yaşamamız gerektiği üzerinde düşünüyordum. Anlatmamı ister misin?”

”Hayır.”

”Birini söyleyeyim. Birlikte yaşarsak seni Paris’e götürüm.”

”Seyahatten nefret ederim.”

“Sana gerçekten seveceğin bir Paris gösteririm.”

”Biraz düşüneyim.”

Ona doğru eğilerek bir öpücük kondurdum. Sonra tekrar öptüm onu, bu sefer biraz daha uzun.

”Lanet olsun,” dedim. ”Yatalım.”

”Tamam,” dedi Joanna Dover.

Soyunduk ve yatağa girdik. 1.90’a yakın boyu vardı. Kadınlarım hep ufak tefek olmuştu. Garipti – uzandığım her yerinde daha fazla kadın vardı sanki. İyice kızıştık. 3-4 dakika kadar oral seks yaptıktan sonra üstüne çıktım. İyiydi, gerçekten iyiydi. Yıkandık, giyindik ve sonra beni Malibu’da akşam yemeğine götürdü. Teksas Galveston’da yaşadığını söyledi. Telefon numarasını ve adresini vererek gelip onu görmemi istedi. Gelebileceğimi söyledim. Paris ve diğer konularda ciddi olduğunu söyledi. İyi bir düzüşmeydi, yemek de mükemmeldi.

Katherine telefon etti ertesi gün. Biletini aldığını ve cuma öğleden sonra 2.30’da Los Angeles Havaalanı’nda olacağını söyledi.

”Katherine,” dedim. ”Sana söylemem gereken bir şey var.”

”Hank, beni görmek istemiyor musun?”

”Tanıdığım herkesten daha çok görmek istiyorum seni.”

”Ne peki?”

Sf: 106

”Joanna Dover’ı biliyorsun…”

”Joanna Dover?”

”O… biliyorsun… kocan…”

”Ne olmuş ona, Hank?”

”Bana geldi.”

”Evine mi geldi demek istiyorsun?”

”Evet.”

”Ne oldu?”

”Konuştuk. Tablolarımdan ikisini satın aldı.”

”Başka bir şey oldu mu?”

”Evet.”

Katherine sustu. Sonra ”Hank, şimdi seni görmek isteyip istemediğimi bilmiyorum.”

”Anladım. Bak. Neden biraz düşünüp tekrar aramıyorsun beni? Üzgünüm, Katherine. Böyle bir şey olduğu için üzgünüm. Bütün söyleyeceğim bu.”

Kapadı. Tekrar aramayacak diye düşünüyordum. Karşılaştığım en iyi kadındı ve onu kaçırmıştım. Yenilgiyi hak ediyordum, tımarhanede yalnız başına ölmeyi de. 

Telefonun yanına oturdum. Gazeteyi, spor bölümünü, mail haberleri, mizah kısmını okudum. Telefon çaldı. Katherine’di. ”S*KTİR ET Joanna Dover’ı,” diye güldü. Katherine’nin daha önce böyle küfrettiğini hiç duymamıştım. 

”O zaman geliyorsun?”

”Evet. Geliş saatimi kaydettin mi?”

”Hepsini yazdım. Orada olacağım.”

Vedalaştık. Katherine geliyordu. O güzel yüzü, vücudu, saçları, gözleri, gülüşüyle en az bir haftalığına geliyordu. 

Bardan çıktım ve çizelgeye baktım. Gecikme falan yoktu. Katherine gökyüzündeydi ve bana doğru geliyordu. Oturup bekledim. Karşımda iyi giyimli bir kadın kitap okuyordu. Elbisesi naylon çoraplı bacaklarının üst kısımlarını gösterecek şekilde dizlerinin bir hayli üstündeydi. Neden böyle davranmakta ısrar ediyordu? Bir gazete aldım ve gazetenin üstünden elbisesinin üst kısmına bakmaya başladım. Kalın uylukları vardı. Kimindi bu uyluklar? Elbisesine gözlerimi dikip bakarken aptal gibi hissettim kendimi ama elimde değildi. Ortaya konulmuştu. Bir zamanlar küçük bir kızdı, bir gün gelecek ölecekti, ama şimdi bana uyluklarını gösteriyordu. Lanet olası or*spu; ona yüz vuruş yapabilir, 19 santimlik mor vurucuyu toka edebilirdim. Bacak bacak üstüne attığında eteği biraz daha yukarı çıktı. Kitabın üstünden baktı. Ben gazetenin üstünden bakarken gözleri benimkilerle karşılaştı. Kayıtsız bir ifadesi vardı. Çantasına uzanıp bir sakız çıkardı, kağıdını yırtıp ağzına attı. Yeşil bir sakız. Yeşil sakızı çiğnerken ağzını seyrettim. Eteğini aşağıya çekmiyordu. Baktığımı biliyordu. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Cüzdanımı açıp 2 tane elli dolarlık banknot çıkardım. Başını kaldırıp baktı, banknotları gördü, tekrar aşağı baktı. Sonra şişman bir adam ‘puf’ diye bitişiğime çöktü. Kıpkırmızı bir yüzü ve kocaman bir burnu vardı. Tulum giymişti, açık kahverengi bir tulum. Osurdu. Kadın eteğini aşağı çekiştirdi ve ben banknotları cüzdanıma yerleştirdim. Kamışım yumuşadı, kalktım ve su içmek için çeşmeye doğru yöneldim.

Katherine’in uçağı alana doğru inmişti. Durdum ve bekledim. Katherine, sana tapıyorum. 

Katherine rampadan dışarı yürüdü, mükemmeldi, kızıl-kahverengi saçları, incecik bedeni, yürürken savrulan mavi elbisesi, beyaz ayakkabıları, incecik düzgün ayak bilekleri; gencecik. Geniş kenarlı beyaz bir şapka giymişti, sağ kenarı aşağı doğru bükülmüştü şapkanın. Kahverengi, iri, gülen gözleriyle şapkanın altından bakıyordu. Klası vardı. Havaalanı bekleme salonunda kıçını gösteren tiplerden değildi. 

Ve ben 100 kiloluk cüssem, kısa bacaklarım, maymuna benzeyen üst kısmım, göğsüm, kısa boynum, koca kafam, çipil gözlerim, darmadağınık saçlarımla, 1.80’lik dağınık bir tip, orada onu bekliyordum.

Katherine bana doğru geldi. O uzun temiz kızıl-kahverengi saçlar. Teksaslı kadınlar çok rahat ve doğal oluyorlardı. Bir öpücük kondurdum ve bagajını sordum. Barda biraz mola vermeyi önerdim. Garson kızlar buruşuk beyaz külotlarını ortaya çıkaran kısacık kırmızı elbiseler giymişlerdi. Kırmızı elbiselerinin yakası o kadar aşağıdaydı ki, göğüsleri görünüyordu. Her sentiyle maaşlarını, bahşişlerini hak ediyorlardı. Kentin varoşlarında yaşar, erkeklerden nefret eder, anneleri ve erkek kardeşleriyle birlikte otururlar, psikiyatristlerine aşık olurlardı.

İçkilerimizi bitirip, Katherine’in bagajlarını almaya gittik. Bir sürü erkek onun bakışlarını yakalamaya çalışıyordu ama o kolumu tutmuş, yanımda yürüyordu. Pek az güzel kadın diğer insanların arasında birine ait olduğunu göstermeye isteklidir. Bunu fark edecek kadar çok kadın tanımıştım. Onları oldukları gibi kabul etmiştim. Aşk pek nadir ve çok zor ortaya çıkardı. Ortaya çıkışıysa genellikle yanlış nedenlerle olurdu. Birisi aşkı zapt etmekten yorgun düşer, koyuverirdi onu, çünkü gidecek bir yerlere ihtiyacı olurdu. Sonrası genellikle sorunlu olurdu. 

Sf: 109

Çıktığımda Katherine mutfakta dizlerinin üstüne çömelmiş, iki yıllık yağ lekelerini temizlemeye çalışıyordu. 

”Katherine,” dedim, ” hadi gel şehre gidelim. Yemeğe gidelim. Böyle başlayamayız, değil mi?”

”Peki, Hank, ama önce şu yeri bitirmeliyim. Bitince gideriz.”

Oturup bekledim. Sonra mutfaktan çıktı. Ben sandalyede oturmuş bekliyordum. Eğilip öptü beni, gülümseyerek, ”Pis moruğun tekisin sen!”

Yatak odasına doğru yöneldi. Yine aşıktım. Yine başım beladaydı…

Gelip divanda yanıma oturdu Katherine. Bir kadından çok kız çocuğuna benziyordu. İçkimi yere koyup öptüm onu, uzun bir öpüş. Dudakları serin ve yumuşaktı. Uzun kızıl kahverengi saçları hep dikkatimi çekiyordu. Geriye çekilip bir içki daha aldım. Kafamı allak bullak etmişti. Sefil, sarhoş or*spulara alışıktım ben.

Bir saat daha konuştuk ” Hadi yatağa gidelim,” dedim.

Sf: 110

”Yorgunum.”

”İyi. Önce hazırlanayım” dedi.

İçkimi içerek oturdum. Daha fazla içkiye ihtiyacım vardı. Açıkçası, benim için çok fazlaydı bu kadın.

”Hank,” dedi, ”yataktayım.”

”Tamam.”

Banyoya gidip soyundum, dişlerimi fırçaladım, elimi yüzümü yıkadım. Ta Teksas’tan geldi, diye düşündüm, sırf beni görmek için gelmişti ve şimdi yatağımdaydı, bekliyordu. 

Hiç pijamam yoktu. Yatağa doğru yürüdüm. Üstünde bir gecelik vardı. ”Hank,” dedi, ”5-6 günümüz var, sonra başka bir şey düşünmemiz gerekecek.”

Yatağa, yanına girdim. Küçük kız, kadın hazırdı. Onu kendime çektim. Talihim yine yaver gitmişti, tanrılar gülümsüyordu. Öpüşler giderek daha ateşli hale geldi. Elini kamışıma koydum ve geceliğini sıyırdım. Organıyla oynamaya başladım. Organı olan bir Katherine? Klitorisi ortaya çıktı, yavaşça dokundum ve tekrar tekrar. sonunda üstüne çıktım. Kamışım yarıya kadar içindeydi. Çok dardı. İleri geri hareket ettirdim, sonra ittim. Kamışımın diğer kısmı içeri kaydı. Harikaydı. Beni sımsıkı sıkıyordu. Hareket ettim, daha da sıktı. Kendimi kontrol etmeye çalışıyordum. Durdum ve sakinleşmek için biraz ara verdim. Onu öptüm, alt ve üst dudağını öptüm, ayrı ayrı, üst dudağını emdim. Saçları yastığa yayılmıştı. Sonra onu memnun etmekten vazgeçip sertçe düzdüm onu. Cinayet gibiydi. Hiçbir şey umurumda değildi, kamışım çıldırmıştı. Bütün o saçlar, onun genç ve güzel yüzü. Bakire Meryem’in ırzına geçmek gibiydi. Boşaldım. İçine boşaldım, acı çekerek, en derinlerine ulaşarak -ruhen ve bedenen- tekrar tekrar…

Sonra uyuduk. Ya da Katherine uyudu. Arkasından sarıldım ona. İlk defa evlenmeyi düşündüm. Onda kesinlikle kapatılmamış çatlaklar vardı, biliyordum. Bir ilişkinin başlangıcı her zaman en kolayıdır. Sonra örtüler açılmaya başlar hiç durmadan. Hala evlenmeyi düşünüyordum. Bir ev, bir köpek, bir kedi, süpermarket alışverişlerini düşünüyordum. Henry Chinaski taş*klarını kaybediyordu. Ama umurunda bile değildi. 

Sonunda uyudum. Sabah uyandığımda Katherine yatağın kenarında oturmuş kızıl kahverengi saçlarını tarıyordu. Koyu renk iri gözleriyle bana baktı uyanırken. ”Merhaba Katherine,” dedim, ”benimle evlenir misin?”

”Lütfen yapma,” dedi, ”bundan hoşlanmıyorum.”

”İstediğim bu.”

”Oo, allah kahretsin, Hank.”

”Ne?”

”’Allah kahretsin’ dedim, ve bu şekilde konuşursan ilk uçakla geri dönerim.”

”Tamam, tamam.”

”Hank?”

”Evet ?”

Katherine’e baktım. Uzun saçlarını taramayı sürdürüyordu. İri kahverengi gözleriyle bana bakarak gülümsedi. ”Sadece seks Hank, sadece seks!” Sonra güldü. Alaycı bir gülüş değildi, gerçekten neşe doluydu. Saçlarını taradı, kollarımla belini sardım ve başımı bacaklarının üzerine koydum. Hiçbir şeyden emin değildim. 

Kadınları ya boks maçlarına ya da at yarışlarına götürürüm. O perşembe akşamı da Katherine’i Olimpik salondaki boks maçına götürdüm. Daha önce hiç canlı dövüş görmemişti. İlk devreden önce gittik oraya, ringin yanına oturduk, ben bira ve sigara içerek bekledim. 

”Garip,” dedim ona, ”İnsanlar buraya gelip oturacaklar ve iki adamın ringlere çıkıp birbirlerini yumruklamalarını seyredecekler.”

”Berbat bir şeye benziyor.”

”Burası uzun süre önce yapıldı,” dedim. O eski arenaya doğru bakarken. ”Sadece iki tuvalet var, biri erkekler, biri de kadınlar için. İkisi de küçük. Ya aradan önce ya da sonra gitmeye çalış.”

”Peki.”

Buraya ara sıra sinema yıldızları ve ünlü kişiler, ama çoğunlukla Latinler ve alt tabakadan beyazlar gelirdi. Bir sürü Meksikalı boksör vardı ve harbi dövüşürlerdi. Tek kötü dövüş beyazların ya da siyahların dövüşüydü, özellikle ağır siklette.

Orada Katherine’le birlikte olmak garipti. İnsan ilişkileri garipti. Demek istediğim, bir süre biriyle birlikte oluyorsunuz, onunla yiyor, yatıyor, yaşıyordunuz, onu seviyor, onunla konuşuyor, beraber bir yerlere gidiyordunuz ve sonra bitiyordu. Sonra hiç kimseyle birlikte olmadığınız kısa bir süre giriyordu araya, sonra başka bir kadın geliyordu, onunla yiyor, onu düzüyordunuz ve her şey öyle normal görünüyordu ki, sanki siz hep onu bekliyordunuz, o da sizi. Yalnızken hiç iyi hissetmedim kendimi; bazen idare ederdi ama hiç de iyi değildi. 

İlk dövüş iyiydi, bolca kan ve cesaret. Boks maçlarını seyrederek ve at yarışlarına giderek edebiyata ilişkin öğrenilecek bazı şeyler vardı. Mesaj açık değildi ve bana faydası oldu. Önemli kısmı buydu; mesaj açık değildi. Sözsüzdü, yanan bir ev gibi veya bir deprem veya sel veya bacaklarını göstererek arabadan inen kadın gibi. Başka yazarların neye ihtiyaç duyduklarını bilmiyordum; umurumda da değildi, onları okumuyordum zaten. Kendi alışkanlıklarıma, kendi ön yargılarıma hapsetmiştim kendimi. Eğer cesaret bütünüyle kendinizinse sersem olmak kötü bir şey değildir. Bir gün Katherine hakkında yazacağımı biliyordum ve kolay olmayacaktı bu. Or*spular hakkında yazmak kolaydır, iyi bir kadın hakkında yazmaksa çok daha zor. 

İkinci dövüş de iyiydi. Kalabalık bağırıyor, kükrüyor ve biraları ardı ardına deviriyordu. Çalıştıkları fabrikalardan, atölyelerden, mezbahalardan, araba yıkama istasyonlarından kısa bir süre için kaçmışlardı, ertesi gün geri döneceklerdi ama şimdi dışarıdaydılar -özgürlük onları vahşileştirmişti. Yoksulluğun esaretini düşünmüyorlardı. Ya da yoksullara yardım ve yiyecek karnelerin esaretini. Yoksullar bodrumunda atom bombası yapmayı öğrenene kadar geri kalanımızın sorunu yoktu. Bütün dövüşler iyiydi. Kalkıp tuvalete gittim. Döndüğümde Katherine oldukça durgun görünüyordu. Bir bale ya da konserdeymiş gibi oturuyordu. Harika bir parça olmasına rağmen son derece hassas ve narindi. 

İçmeye devam ediyordum, Katherine de dövüş anormal ölçülerde vahşileştiği zaman elimi tutuyordu. Kalabalık nakavtları severdi. Boksörlerden biri yere düştüğünde bağırırlardı. Yumrukları atan onlardı sanki. Patronlarını ya da karılarını yumrukluyorlardı belki. Kim bilir? Kimin umurunda? Biraz daha bira. 

Sf: 114

Bir laf vardır, ”Kadınımı al ama arabamı bırak.” Kadınımı alan bir adamı asla öldüremem; arabamı alan birini gebertebilirim. 

Taksi geldi. Allahtan evde bira ve biraz votka vardı. Ayık kalarak Katherine’le sevişme ümidimi yitirmiştim. Katherine de biliyordu bunu. ’67 model mavi Vosvos’umdan bahsederek bir aşağı bir yukarı yürüdüm. Son iyi model. Polisi bile arayamıyordum. Zomdum yine. Sabaha kadar, öğlene kadar beklemem gerekiyordu. 

İlk seferinde 2’ye 7 favori atıma 5 oynadım. Her zaman, kaybedeceksen önce de kaybedebilirsin; birisi seni yenene kadar kazanılacak yarışın vardır diye düşünmüşümdür. Atlar başa baş gitti; sonunda benimki koptu, öne geçti. 9.40 dolar kazandırdı, 17.50 dolar öndeydim.

Sf: 115

Üçüncü yarışa geldi sıra. İki yaşındaki tayların ve iğdiş edilmiş atların koştuğu bir yarıştı bu. Yarıştan 5 dakika önce çizelgeyi kontrol edip bahse girdim. Uzaklaşırken iki sıra aşağıda oturan adamın Katherine’le konuştuğunu gördüm. Her yarışta belki bir şekilde yatağa atarım ümidiyle çekici kadınlara ne kadar çok kazandıklarını anlatan bunun gibi düzinelerce adam çıkar. Belki bu kadar uzun boylusunu düşünmezler bile. Belki sadece ne olduğundan yeteri kadar emin olmadıkları belirsiz bir şeyler için umutlanırlar. Ancak 10’a kadar sayabilen kuşbeyinli, çürük tiplerdir bunlar. Kim nefret edebilir onlardan? Büyük kazançlar peşindeki bu tipler bahis sırasında hep 2 dolarlık gişenin önündedirler, ayakkabılarının ökçeleri basık, elbiseleri kirlidir. Türünün en aşağıları. Yarı yarıya veren bahse girdim, önümüzdeki herif ise 4 dolar ödedi ve ödediği 6 misli veren at kazandı. Adam döndü ve Katherine’e bakarak ”Kazandım,” dedi, ”100 dolar kazandım.”

Katherine cevap vermedi, anlamaya başlıyordu. Kazananlar ağızlarını açmazlar. Park yerinde kim vurduya gitmekten korkarlar.

Dördüncü yarıştan sonra 22.80 dolarlık büyük bahisçi yine dönüp Katherine’e ” Aldım bunu, 10 misli,” dedi. 

Katherine dönerek ”Yüzü sapsarı, Hank. Gözlerini gördün mü? Hasta adam.”

”Rüyasına hasta. Hepimiz bir rüyaya hastayız. Onun için buradayız ya.”

”Hank, gidelim.”

”Nasıl istersen.”

O akşam yarım şişe kırmızı şarap içti, iyi kalite kırmızı şarap, sessiz ve kederliydi. Beni at yarışlarında ve boks maçlarında gördüğü insanlarla özdeşleştirdiğini biliyordum, ben de onlardan biriydim. Katherine, sağlıklı insanların anladığı anlamda sağlıklı biri olmadığımı biliyordu. Kendimi hep yanlış şeylere hasrettim: içmeyi seviyordum, tembeldim, bir tanrım, siyasetim, fikirlerim, ideallerim yoktu. Hiçliğe tezgah kurmuştum; bir çeşit varolmama, ve bunu kabullenmiştim. Bütün bunlardan da ilginç bir kişi çıkmıyordu ortaya. İlginç olmak gibi bir derdim de yoktu, çok zordu bu. Gerçekten istediğim içinde yaşanacak yumuşak ve belirsiz bir yer ve rahat bırakılmaktı. Diğer taraftan, kafayı bulunca bağırıyor, deliriyor, kontrolden çıkıyordum. Bir davranışım diğerine uymuyordu. Hiç takmıyordum. 

O akşamki sevişmemiz çok güzeldi, ama onu kaybettiğim akşamdı bu aynı zamanda. Bunun için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. O banyoya giderken ben yana devrilip çarşafa silindim. Tepemizde, Hollywood’un üstünde bir helikopter turluyordu tasarlanmamıştı giyimi. Herkes onlara “Barbie Bebekler” derdi. Yalnız kaldığımızda iyiydi. 

Sf: 117

Valerie, akıllı, enerjik ve lanet edilecek kadar dürüst. Bobby de öyle, yalnız kaldığınızda çok daha insancıl olurdu, ama yeni bir kadın olmayagörsün ortalıkta, son derece anlayışsız ve vurdumduymaz biri olurdu. Sanki orada bulunması son derece ilginç ve olağanüstü bir şeymiş gibi bütün söylediklerini ve dikkatini kadına yöneltirdi ama konuşması sıkıcı ve önceden belli şeyler olurdu. Katherine’in onu nasıl halledeceğini merak ediyordum. 

Oturdular. Ben pencerenin yanındaki bir sandalyedeydim; Valerie, Bobby’le Katherine’in arasında koltuktaydı. Bobby başladı. Öne eğildi ve Valerie’yi ihmal ederek bütün dikkatini Katherine’e yöneltti. 

“Los Angeles’ı seviyor musun?” 

“Fena değil.” dedi Katherine. 

“Burada uzun süre kalacak mısın?” 

“Bir süre daha.” 

“Teksaslı mısın?” 

“Evet.” 

“Televizyonda güzel bir şeyler var mı?” 

“Hep aynı şeyler.” 

“Teksas’ta bir amcam var.” 

“Oo.” 

“Evet, Dallas’ta oturur.” 

Katherine cevap vermedi. Sonra “Özür dilerim, mutfağa gidip bir sandviç hazırlayacağım. Bir şey isteyen var mı?” dedi. 

İstemediğimizi söyledik. Katherine kalkıp gitti. Bobby de onu izledi. Ne konuştuğunu duyamıyordunuz ama başka sorular sormaya devam ettiğini söyleyebilirdiniz. Valerie yere dikmişti gözlerini. Katherine ve Bobby uzun süredir mutfaktaydılar. Valerie aniden başını kaldırıp benimle konuşmaya başladı. Çok hızlı ve sinirli konuşuyordu. 

“Valerie,” onu susturdum, “konuşmamız gerekmiyor, konuşmak zorunda değiliz.”

Çıktılar. Kapı kapandıktan sonra bana bakarak “Hiç bir şey söyleme, Hank. Sadece beni etkilemeye çalışıyordu, ” dedi. 

“Onu tanıdığımdan beri tanıdığım her kadına yaptı bunu” 

Telefon çaldı Bobby’di.” Hey, ahbap, ne yaptın karıma?”

“Ne oldu?” 

“Burada oturuyor, depresyona girmiş, konuşmuyor!” 

“Karına bir şey yapmadım ben.” 

“Anlayamıyorum.” 

“İyi geceler Bobby.” 

Kapadım. 

“Bobby’ydi” dedim Katherine’e. “Karısı depresyona girmiş.”

“Gerçekten mi?”

“Öyle görünüyor.”

“Sandviç istemediğine emin misin?”

“Bana da seninkinin aynısını yapar mısın?”

“Tabii.”

“O zaman isterim.”

Pek iç açıcı bir gün değildi benim için. Fazla bir şey konuşmadan oturduk. Sonra uçağı için çağrı yapıldı, öpüştük. 

“Hey, bu genç kadının bu moruğu öptüğünü gördü herkes.”

“Umrumda bile değil…”

Katherine tekrar öptü beni. 

“Beni görmeye gel, Hank. Güzel bir evim var. Yalnız yaşıyorum. Beni görmeye gel…”

“Geleceğim.”

“Yaz.”

“Yazacağım.”

Katherine gidiş tüneline doğru yürüdü ve gözden kayboldu. 

Ben de park yerine dönüp Vosvos’uma atladım. Hala benim bu, diye geçirdim içimden. Her şeyimi kaybetmedim henüz. 

Çalıştı.

Sf: 120

“Arkadaşım yazılarınıza hayrandır. Bugün onun doğum günü ve ben size telefon edeceğimi söyledim. Telefon rehberinde adınızı bulunca çok şaşırdık.” 

“Evet, kayıtlıyım.” 

“Neyse, bugün onun doğum günü ve size gelmemizin ilginç olacağını düşündük.” 

“Pekala” 

“Arlene, evde belki bir kadın olabileceğini söyledi.” 

“Münzevi biriyimdir ben.” 

“Gelmemizde bir sakınca yoktur o zaman?”

Adresi verdim ve evi tarif ettim. 

“Sadece bir istediğim var, biram bitti.”

“Bira getiririz gelirken. Benim adım Tammie.”

“Saat 2’yi geçiyor.”

“Biz biraz bira buluruz. Dekolte harikalar yaratır.”

Yirmi dakika sonra dekolteleriyle ama birasız geldiler. 

“O or*spu çocuğu, ” dedi Arlene,” bu sefer biraz korkmuş görünüyordu.”

“S*ktir et onu,” dedi Tammie. 

Oturdular ve yaşlarını söylediler. 

“Ben de 23,” dedi Tammie. 

“Yaşlarınızı toplayın,” dedim, “benimkini bulursunuz.” 

Arlene’nin saçları uzun ve siyahtı. Yanımdaki sandalyede oturmuş saçını tarıyor, makyajını yaparken büyük gümüş bir aynaya bakıyor ve konuşuyordu. Epeyce papiklemiş olduğu belliydi. Tammie’nin mükemmele yakın bir vücudu, kendinden kızıl uzun saçları vardı. O da haplanmıştı, ama öbürü kadar değil. 

“Sana 100 dolara patlar bu iş.” 

“Geç o zaman.” 

Tammie yirmili yaşlarında başındaki kadınlar gibi haşindi. Yüzü köpek balığına benziyordu. Hiç hoşlanmadım ondan. 

Gece 3.30’da gittiler, ben de yalnız başıma yattım.

“Boşver. Ev sahibi ön tarafta yukarı katta oturuyor. Adamı yanıma yaklaştırmadan icabına

bakıyorum.”

“İyi.”

“Evli, kart zampara. Tahmin et ne oldu?” 

“Nereden bileyim.”

“Evvelki gün karısı bir yere gitmişti ve kart zampara beni eve çağırdı. Gittim, oturdum, bil bakalım ne oldu? “

“Çıkarıp gösterdi.”

“Hayır, porno filmi koydu. O b*ktan şeylerin beni uyaracağını sandı herhalde.”

Tammie ona bakarak ” Bu yatak gaza getirdi beni. Hakkından gelmek istiyorum onun. Ve seni bu yatakta beceren ilk kadın olmak ” 

“İkinci kim olacak acaba?”

“O kadını şampanya almaya yollamıştım..” 

“Kadını?” 

“Evet, genç bir kız, sahiden.” 

“Genç bir kız?” 

“20 dolar vererek şampanya almaya yolladım ve hala gelmedi. Ketenpere’ye geldik galiba.” 

“Chinaski, kadınlarını duymaya dayanamıyorum. Anlıyor musun bunu?”

“Pekala.”

Kapadı telefonu. Kapı çalındı. Tammie’ydi. Şampanya ve bozukluklarla geri dönmüştü. Sonra kutuplarda vurulup kanlar içinde bırakılan ve tek başına ölen bir sansarınki gibi uzun hayvansı bir feryat duydum. 

Sf: 127 

32 dolar kaybettikten sonra Vosvos’a binip eve döndüm. Parkedip avluya yürüdüm ve anahtarı kapının kilidine soktum. Bütün ışıklar yanıyordu. Etrafa baktım. Çekmeceler açılıp altı üstüne getirilmiş, yatak örtüleri yere atılmıştı. Kendi yazdığım 20 tane falan dahil kitaplıktaki kitaplarımın yerinde yeller esiyordu. Daktilom, ekmek kızartma makinem, radyom, resimlerim ortada yoktu. 

Lydia, diye düşündüm. 

Sadece TV’yi bırakmıştı bana, seyretmediğimi biliyordu çünkü.

Sf: 130

Arkadaşlarının, annesinin, sevgililerinin nerede yaşadıklarını bilmiyordum.

Sf: 132

“Sen hiç ölü bir kadını düzmedin değil mi?”

“Sadece bazıları ölü gibi geldi.”

“Anladım ne demek istediğini.” 

Ertesi gün gazete almaya çıktığımda Bobby’yi gördüm. ” Louie aradı, ” dedi, ” neler olduğunu söyledi.”

Sf: 133

“Eee?” 

“Kusmak için dışarı çıkmıştı ya, kusarken Tammie penisini tutup Hadi yukarıya gel de sana saksafon çalayım. Sonra da çavuşu paskalya yumurtasına dikeriz demiş. Louie de ona hayır demiş. Tammie de, ne oldu? Erkek değil misin? Fişeğini tutamaz mısın? Yukarı gel, sana saksafon çalayım!” demiş.” 

Köşeye kadar gidip gazetemi aldım. Geri döndüm ve yarış sonuçlarını kontrol ettim, bıçaklama, tecavüz ve cinayet haberlerini okudum.

Sf: 134

Arabayı bulup bindik. Yol boyunca 6-7 sigarayı yarısına kadar içip küllükte söndürdü. Radyoyu açtı, sesini bir açıp bir kısıyordu, istasyonları değiştirdi, parmaklarıyla müziğe tempo tuttu. 

Eve geldiğimizde içeriye koşup kapıyı kilitledi. Divanda oturan Tammie’nin karşısındaki sandalyede oturuyordum. Bobby de geldi divana oturdu. Ona bir bira açtım. Bobby Tammie’yle konuşuyordu. Konuşmalar o kadar anlamsızdı ki istasyonu düzeltmek zorunda kaldım. Yine de biraz kaymalar oluyordu. 

“Sabahleyin,” dedi Bobby, ” soğuk bir duş aldım. Çakı gibi yaptı beni.” 

“Ben de sabah soğuk bir duş aldım,” dedi Tammie. 

“Soğuk duş aldıktan sonra kendimi havluyla kuruladım,” diye devam etti Bobby. ” Sonra dergileri falan okudum. Güne hazırdım attık.”

“Ben sadece soğuk duş aldım, kurulanmadım da,” dedi Tammie. ” Minik damlacıkların bedenimde kalmaları çok hoş.” 

“Bazen esaslı sıcak bir banyo yaptığım da olur. Su öyle sıcak olur ki milim milim girmek zorunda kalırım içine,” dedi Bobby. 

Sonra kalkıp esaslı sıcak banyosunun içine nasıl ağır ağır girdiğini gösterdi. 

Sonra sinema ve televizyon programlarından konuşmaya başladılar. Her ikisi de sinema ve televizyon programlarını seviyor görünüyorlardı. 

İki üç saat durmadan konuştular.

Sf: 136

Perşembe akşamı Bobby yine telefon etti. “Hey ahbap, ne yapıyorsun?” 

“Hiiç.” 

“Geleyim de bir iki bira içelim mi?”

“Bu akşam hiç misafir kabul edecek durumda değilim.”

“Oo, hadi ahbap, sadece bir iki bira içecek kadar…” 

“Yo, gelmemeni tercih ederim.” 

“CANIN CEHENNEME!” diye bağırdı. 

Telefonu kapayıp öbür odaya gittim. 

“Kimdi?” diye sordu Tammie. 

“Buraya gelmek isteyen biri işte.” 

“Bobby’ydi değil mi?” 

“Evet.” 

“Ona haksızlık ediyorsun. Karısı işte olduğunda kendini yalnız hissediyor. Ne oluyor sana Allah aşkına?” 

Tammie fırlayıp yatak odasına gitti, telefon numarasını çevirmeye başladı. Bir şişe şampanya almıştım ona. Almamıştı daha. Alıp sandık odasına sakladım. 

“Bobby” dedi telefonda ” ben Tammie. Sen mi aramıştın? Karın nerede? Dinle, hemen geliyorum.” 

Telefonu kapayıp yatak odasına gitti. “Şampanya nerede?” 

“S*ktir git,” dedim, “onu götürüp onunla beraber içemezsin.” 

“O şampanyayı istiyorum. Nerede?” 

“Kendi alsın sana şampanyanı.” 

Tammie kahve masasından bir paket sigara kapıp dışarı attı kendini. 

Şampanyayı çıkarıp açtım ve bir bardak doldurdum kendime. Artık aşk şiirleri yazmıyordum. Aslında hiçbir şey yazdığım yoktu. Canım hiç yazmak istemiyordu. 

Şampanya kolayca dibini boyladı. Bir bardak diğerini izledi. Sonra ayakkabılarımı çıkarıp Bobby’nin oturduğu eve yürüdüm. Perdenin arkasından baktım. Divanda dipdibe oturmuş konuşuyorlardı. 

Geri döndüm. Şampanyayı bitirip biraya başlamıştım. 

Telefon çaldı. Bobby’ydi. ” Bak ” dedi. ” Niye gelip Tammie ve benimle bir bira içmiyorsun?” 

Telefonu kapadım. 

Biraz daha bira ve birkaç ucuz puro içtim. Giderek kafayı buluyordum. Bobby’nin evine doğru yürüdüm. Kapıyı çaldım. Bobby açtı. 

Tammie divanın ucunda oturmuş bir McDonald’s kaşığıyla kokain çekiyordu. Bobby bir bira tutuşturdu elime.

Sf: 138

Bir bira daha açtım. Ön kapı açıldı ve Tammie girdi içeri. Yalpalayarak, daireler çizerek yürüyor, bana bakıyordu. 

“Valerie döndü mü eve?” diye sordum. “Bobby’nin yalnızlığını tedavi ettin mi bari?”

Tammie dönmeye devam ediyordu. 

İster düzülmüş, ister düzülmemiş olsun, uzun elbisesinin içinde çok güzel görünüyordu.

Sf: 139

Merdivenlerden inip rezervasyon masasına doğru koştum. Sıcaktı. Ter içinde kalmıştım. “Henry Chinaski adına yer ayırmıştım…” Memur bileti yazıp uzattı, paraları saydım. ” Haa” dedi memur, “kitaplarınızı okumuştum.” 

Sf: 140

“Evimi beğenirsin umarım. Basit bir ev. İki katlı ferah bir yer.” 

“Aynı yatakta olduğumuz sürece…” 

“Boyalarım da var.” 

“Boya mı?” 

“Yani istersen resim yapabilirsin.”

“Yok yahu, ama yine de sağol. Birilerine balta olmuyorum değil mi?”

“Hayır. Bir araba tamircisi vardı. Fakat tavsamıştı, yetişemiyordu.”

“Bana iyi davran, Joanna, düzüşmek her şey demek değildir.”

“Bu yüzden boyaları aldım ya zaten. Dinleyeceğin zamanlar için.” 

“1.85’i de boşver. Sen bir sürü kadına bedelsin.” 

“Aman Allahım, bilmiyor muyum sanki.” 

Oturduğu yeri sevdim. Her kapıda ve pencerede kafesler vardı. Pencereleri çok genişti. Yerde hiç halı yoktu, iki banyo, eski mobilyalar ve her yerde küçüklü büyüklü masalar göze çarpıyordu. Basit ve kullanışlıydı. 

“Bir duş alsana,” dedi Joanna. 

Güldüm. “Bütün elbiselerim bunlar, ne giyeceğim?” 

“Yarın bir şeyler alırız sana. Duş aldıktan sonra dışarı gidip şöyle güzel bir balık ziyafeti çekeriz kendimize. İyi bir yer biliyorum.” 

“İçki de var mı?” 

“Seni serseri.” 

Duş almadım. Banyo yaptım.

Sf: 141

Joanna bir park yerine doğru sürdü. Hızlı araba kullanıyordu ama kurallara karşı gelmek amacıyla değildi bu, hızlı araba kullanmak onun doğal hakkıymış gibi kullanıyordu. Bir ikisi arasında fark vardı ve bunu takdir edebiliyordum. 

Kalabalıktan uzakta bir masaya oturduk. Serin, sessiz ve karanlıktı. Hoşlandım bundan. Istakoz ısmarladım. Joanna garip bir şeyler istedi. Siparişini Fransızca verdi. Görmüş geçirmiş, gezmiş biriydi. Eğitim bir anlamda, ben ne kadar nefret etsem de iş ararken ya da menüye bakarken, özellikle menüye bakarken işe yarıyordu. Her zaman garsonları bayağı bulurdum. Çok geç ve çok az şeyle birlikte gelmiştim. Garsonlar hep Truman Capote okurdu. Ben yarış sonuçlarını okurdum.

Sf: 143

O akşam yemekten sonra Joanna biraz meskalin hazırladı. 

“Hiç denedin mi bunu?” 

“Hayır.” 

“Biraz ister misin?” 

“Peki.” 

Masanın üzerinde boyalar, fırçalar ve kağıtlar vardı. Onun bir sanat koleksiyoncusu olduğunu anımsadım. Ve benim resimlerimden bazılarını satın almıştı. Heineken içiyorduk ama hala ayıktık. 

“Çok kuvvetli bir şeydir bu.” 

“Ne yapar?” 

“Garip bir yükseklik duygusu verir. Miden bulanabilir. Kustuğun zaman yükseklerdeymişsin gibi gelir, yalnız kusmamanı tercih ederim ki biraz karbonat alalım beraber. Meskalinin en önemli etkisi herhalde terör hissetmeni sağlamasıdır.” 

“Hiç bir şey almadan da bunu hissedebilirim.” 

Resim yapmaya başladım. Joanna teybi açtı. Çok garip bir müzikti ama hoşlandım. Etrafa baktım, Joanna gitmişti. Önemsemedim. Yeni intihar etmiş bir adamın resmini yaptım, kendini çatı kirişine iple asmıştı. Daha çok sarı kullandım, adam son derece parlak ve güzel gözüküyordu. Derken “Hank…” diye bir ses geldi. 

Tam sağımda arkada duruyordu. Sandalyemden sıçradım. “ALLAH KAHRETSİN, AMAN TANRIM!” 

Bileğimden omuzlarıma ve sırtımdan aşağı soğuk terler akıyordu. Ürkmüş, titremiştim. Etrafa baktım. Joanna orada duruyordu. 

“Bir daha sakın yapma bunu,” dedim ona. “Sakın böyle sessizce sokulma yanıma, yoksa öldürürüm seni.” 

“Hank, sigara almaya gitmiştim sadece.”…

Sf: 145

“Giderken acayip bir telaş içindeydin. Kapıları bile kilitlememişsin. Arka kapı sonuna kadar açıktı. Bak, sana bir şey söyleyeceğim ama lütfen bana kızma.”

“Peki.” 

“Arlene buraya girdi ve telefonunu kullandı, uluslararası.” 

“Peki.” 

“Engellemeye çalıştım ama olmadı. Kafası dumanlıydı.” 

“Peki.”

Sf: 150

Çantasından bir aynı çıkarıp, yüzüne, özellikle de gözlerine makyaj yapmaya başladığında yirmi dakikadır havadaydık. Küçük bir fırçayla çoğunlukla kirpiklerine ağırlık vererek gözleri üzerinde çalıştı. Bunu yaparken gözleri ve ağzı açıktı. Onu seyrediyordum, benimki de sertleşmişti bu arada.

Sf: 151

DOĞU HOLLYWOOD CA-

NAVARI 17 YAŞINDAKİ 

KIZI İLAÇLA UYUTUP 

NEW YORK’A GÖTÜRÜP 

IRZINA GEÇTİKTEN SON-

RA SERSERİLERE SATTI…

Sf: 152

Yere indik. İnsanlar kalkıp dışarı çıkmak için sıraya dizildi. Ben yerimde oturuyordum. Tammie’yi sarstım, iğne soktum. ” New York’tayız, kızılım. Çürük elmam. Toparlan. Kes artık bu maskaralığı.”

Sf: 153

Sevecenliğin ve nezaketin en ufak zerresinden bile söz edilemezdi. Dip dibe sürerlerdi arabalarını. Anlamıştım: birine 10 santimlik verirsen, trafik sıkışıklığına, rahatsızlığa, cinayete sebebiyet verebilirdin. Trafik lağımdaki b*klar gibi sürekli akardı. Seyretmesi keyif vericiydi, üstelik sürücülerden hiçbiri kızmıyordu, tevekkülle boyun eğmişlerdi olan bitene. 

Benim otelimde kalmış insanlarla ilgili söylev çekti gururlanarak. Bazılarını tanıyordum, bazılarının adını bile duymamıştım.

Sf: 155

Yazar çizerlerle ilgili ufak bir sorun vardır: Eğer bir yazarın yazdıkları yayımlanır ve çok satarsa, yazar harika biri olduğunu zanneder. Şöyle böyle satarsa yine harika biri olduğunu düşünür. Yazdıkları yayımlanır ve çok az satarsa yazar yine harika biri olduğunu zanneder. Eğer yazdıkları hiç yayımlanmamışsa ve kendisinin de onları yayımlayacak parası yoksa gerçekten harika biri olduğunu zanneder. Bütün bunlara rağmen gerçek olan pek az şaheser olduğudur. Hatta neredeyse yok denecek kadar az bulunurlar onlar. Ama en kötü yazarların kendine en çok güveni olan, kendinden en az şüphe edenler olduğundan emin olabilirsiniz. Her neyse, yazarlardan uzak durmak gerekir, ben de onlardan kaçmaya çalıştım hep ama neredeyse imkansız bir şeydir bu. Hep bir çeşit kardeşlik, bir tür bir arkadaşlık peşindedirler. Bu tür şeylerin hiç de yazmayla ilgisi yoktur, hiçbiri daktilodakine zerre kadar bir şey eklemez.

Sf: 158

Siyahların yaşadığı bölgeye gittik. Yürürken bizi izliyorlardı: uzun kızıl saçlı dut gibi bir kız ve anası ağlamış bir şekilde onun arkasından giden kır sakallı yaşlı bir adam. Küçük verandalarında oturan bu insanlara baktım; güzel yüzleri vardı. Hoşlandım onlardan. Onları Tammie’yi sevdiğimden daha çok sevdim. 

Biraz bira alıp asansöre bindim. Soyundum ve bir duş aldım. Yatağın baş kısmına bir iki yastığı üst üste koyup uzandım ve biramı yudumlamaya başladım. Şiir seansı bitirmişti beni. İnsanların ruhlarını emiyorlardı. Biramı bitirip diğerlerini açtım. Bu dinletiler bazen iyi parçalar getirir size. Rock yıldızları toplar güzel parçaları; yıldızı yükselen boksörler de; büyük boğa güreşçileri bakireleri alır. Yine de sadece boğa güreşçileri hakeder bunu…

Sf: 159

Kadınlarımı çok değişik şekillerde kaybettim, ama bu yeni bir yöntem…

Sf: 160

Tammie’nin içine girdim doğruca. Köpeklerin tarzında. Köpekler en iyisini bilir. 

Rock grupları çalardı orada. Üniversitelerden farklı bir dinleyici topluluğu vardı. En az benim kadar b*ktan tiplerdi ve şairlerin arasında birbirimize küfrederdik. Elbette tercih ederdim bunu…

Sf: 161

“Chinaski,” dedi Marty “Kadınlarla problemin olduğunu zannediyorsun. Dinle bak. Şu sıralar birlikte olduğum kadın pencereden girer içeri. Ben uyuyor olurum. Saat üçte dörtte yatak odasına gelir, beni sarsar, ödümü patlatır. Orada durup bana ” Sadece yalnız uyuyup uyumadığını bakmak istemiştim,” der.

“Ölüm ve şekil değiştirme.”

“Geçen gece oturuyordum, kapı çalındı. Oydu biliyordum. Kapıyı açtım, orada değildi. Saat 11’di ve üzerimde sadece don vardı. Yaş gününde 400 dolarlık bir hediye almıştım ona. Dışarı çıktım. Ne görsem beğenirsin, yeni arabamın üstünde elbiseleri alev alev yanıyordu. Söndürmek için koştum. O da çalılığın arkasından fırlayıp bağırmaya başladı. Komşular bize bakıyorlardı ve ben orada donumla, ellerim yanarak elbiseleri arabanın tepesinden atmaya çalışıyordum. 

İşte, ne durumda olduğumuzun resmi. İlk gece sonra yine buradaydım, gece kulüpten ben sorumluyum, bu yüzden gece yarısı 3’te zom olmuş, üzerimde şortum oturuyordum bu arada. Kapı vuruldu. Onun çalışıydı. Açtım, ortada yoktu. Dışarıya arabama gittim. Öbür elbiselerine de gaz dökmüş, ateşlemişti. Bazılarını atmamıştı ateşe. Bu sefer motor kapağının üzerindeydi yanan elbiseler. Bir yerlerden fırladı ve bağırmaya başladı. Komşular dışarı çıktı. Ben yine orada üstümde şortum, elbiselerini motor kapağından uzaklaştırmaya çalışıyordum.

Sf: 162

40 dakika içinde 5 Stinger içti Tammie. 

Smach-Hi’in arka kapısını çaldık. Marty’nin yarma korumalarından biri içeri aldı bizi. Zararlı troid tipler, yeni yetme hoppa kızlar, abaza herifler, tinerciler, LDS’ciler, esrarcılar, alkolikler, bütün bu sefil, lanetli, can sıkıcı ve havalı tipler sorun çıkardığında ortalığı temizleyip, düzeni sağlamak için tutulmuştu. 

Kusmaya hazırdım, kustum da. Bu sefer allahtan bir çöp bidonu buldum da içine kustum. Geçen sefer tam Marty’nin bürosunun önünde boşaltmıştım. Bendeki bu değişiklikten memnundu. 

Dinky Summers adında bir şarkıcı-gitaristleri vardı ve kalabalık bağırsaklarını çıkarıyordu çocuğun. Dinky sekiz sene önce altın plak almıştı ama o zamandan bu yana bir gelişme kaydedememişti.

Yeni bir şarkıya başladı. Sarhoştular. Islıklayıp yuhalıyorlardı. Dinky şarkıya devam etti. Bitirdikten sonra indi sahneden. Tarifi imkansızdı. Bazı günler yorganı üstüne çekip yatakta kalmak çok daha iyidir.

Sf: 164

Onunla birlikte yürüdüm. Sahneye doğru yaklaşırken bizi gördüler ve bağırmaya, küfretmeye başladılar. Masalardan şişeler uçuyordu. Birileri birbirini yumrukluyordu. Postanedeki çocuklar asla inanamazlardı buna. 

Ortalık gürültüden inliyordu. Hiçbir şey yapmak zorunda değildim. Her şeyi onlar yapardı. Ama dikkatli olmak gerekiyordu. Sarhoş olduklarından yanlış bir hareketi, sözü hemen sezebilirlerdi. Bir dinleyici topluluğunu asla küçümseyemezsiniz. İçeri girmek için para ödemişlerdir, içmek için para ödemişlerdir; bir şeyler almak isterler ve eğer bunu onlara vermezseniz ağzınıza sıçarlar. 

Sahnede buzdolabı vardı. Açtım. İçerde en az 40 şişe bira vardı. Uzanıp aldım birini, kapağını büküp açtım, bir yudum aldım. İçkiye ihtiyacım vardı. 

Önde oturan adamın biri bağırdı, ” Hey Chinaski, içkilerin parasını biz ödüyoruz!”…

Sf: 165

Ön sırada oturan postacı tulumu giymiş şişman bir adamdı. 

Buzdolabına gidip bir bira aldım, adama uzattım. Sonra geri dönüp diğer biraları da alıp ön sırada oturan diğerlerine uzattım. 

“Hey, bize yok mu?”

Bir şişe alıp fırlattım. Birkaç şişe daha attım arkadakilere. Hiç fena değillerdi. Hepsini yakaladılar. Sonra biri elimden kaydı, epeyce yükseğe çıktı. Yere çarptığını duydum. Atışı bırakmaya karar verdim. Bir dava konusu olduğumu görebiliyordum: kafatası yarılması. 

20 şişe kalmıştı. 

“Bu geri kalanlar da benim.” 

“Bütün gece okuyacak mısın?” 

“Bütün gece içeceğim.” 

Onları es geçemezsiniz, kıçlarını da öpemezsiniz. Ortalarda bir yerlerde dengeyi tutturmanız gerekir. Daha fazla okumam için bağırdılar. 

Sf: 166

Mezbahadaki çocuklar, Sears Roebuck’taki çocuklar, çocukken ve büyüdüğümde çalıştığım bütün fabrikalardaki bütün çocuklar bana asla inanmazlardı.

Sf: 168

“Onları defetmemi ister misin?” 

“Kesinlikle.” 

Onlara doğru gitti, “Bakın dostlar, niye benim evime gitmiyoruz?” 

Bunu beklemiyordum.

Tammie elektrik faturasını ödemeyi ihmal etmişti ya da ödemek istememişti, mum ışığında oturuyorlardı. Daha önce beraberken aldığım karışık margarita kokteylinden de biraz almıştı yanına.

Oturup yalnız içtim. Bir sonraki birayı çıkarmadım. 

Konuştuklarını duyuyordum.

Sonra Tammie’nin kardeşi evden çıktı. Ayışığında arabasına giderken gördüm onu.

Tammie ve Filbert yukarda mum ışığında yalnızdılar. 

Işıklar açık, oturmuş içiyordum. Bir saat geçti. Mum ışığının karanlıkta dalgalandığı görebiliyordum. Etrafa baktım. Tammie ayakkabılarını unutmuştu. Ayakkabıları alıp yukarı kata çıktım, kapısı açıktı ve Filbert’le konuştuğunu duyuyordum… “Yani her neyse, demek istediğim…” 

Merdivenlerden çıkışımı duydu. “Henry, sen misin?” 

Merdivenlerin geri kalanını çıkmadan Tammie’nin ayakkabılarını yukarı doğru fırlattım. Kapının önüne düştüler. 

“Ayakkabılarını unutmuşsun,” dedim. 

“Oh, Allah razı olsun,” dedi. 

Ertesi sabah 10.30’da Tammie kapıyı çaldı. Açtım. “Seni rezil or*spu.”…

Sf: 171

Tam o sırada genelev işleten ve masaj salonunda fedailik yapan Irv geçiyordu yanımızdan. 1.90 boyu vardı Irv’ün ve hap kullanırdı. Buna rağmen sokakta rastlayacağınız ilk 3.000 kişiden çok daha iyi bir beyni olduğu da söylenebilirdi. 

Tammie başka bir kapıya yönelip, zili çaldı. Richard dikkatle araladı kapıyı zinciri üstünde bırakarak. 45 yaşlarında sürekli televizyon seyreden, yalnız yaşayan, dindar ve kabak kafalı bir herifti. Bir kadın kadar pembe ve temizdi. Durmadan benim evden gelen seslerden yakınırdı – uyuyamıyormuş söylediğine göre. Yönetim taşınmasını söylemiş ona. Benden nefret etmesi doğaldı. Şimdi karşısında benim kadınlarımdan biri vardı. Zinciri açmadı. 

“Ne istiyorsun?” diye tısladı.

“Kalt*k!” dedi “Kev*şe!”

Richard kapıyı kapadı. 

Tammie içeri geldi, “Hank?”

“Evet?” 

“Kev*şe ne? Kaşane ne demek biliyorum ama kev*şe nedir?” 

“Kev*şe, tatlım, or*spu demek.” 

“O rezil or*spu çocuğu…” 

Sf: 172

Tammie dışarı çıkıp diğer apartmanların kapılarını vurmaya başladı. Ya dışardaydılar ya da açmadılar. Geri döndü. “Haksızlık bu! Neden atmak istiyorlar beni burdan? Ne yaptım ki onlara?” 

“Bilmiyorum. Bir düşün. Belki birşeyler yakalarsın.” 

“Hiçbir şey düşünemiyorum.” 

“Gel bana taşın.” 

“Çocuğa dayanamazsın.” 

“Haklısın.”… 

Sf: 173

Senin sevdiğin sarı elbiseyi ve yeşil ayakkabılarımı alıversene evden. Gerisini s*ktir et. Bir b*ka yaramaz.”

“Oldu.” 

“Dinle, meteliğe kurşun atıyorum. Yiyecek almaya paramız yok.” 

“Sabahleyin 40 papel çekerim sana, Western Union’dan.” 

“Çok tatlısın…”…

Sf: 174

Çok sıcak bir geceydi, ikimiz de terlemiştik. Mercedes epey içki ve cigaralık içmişti. Onu doruklara çıkararak bitirmeye karar verdim. Ona bir iki şey gösterecektim. 

Bir iki defa pompaladım. 5 dakika. On dakika daha. Gelemiyordum. Pilim bitmeye ve yumuşamaya başlamıştım. 

Mercedes panikledi, “Hadi gel,” dedi. “Oo, hadi yap, tatlım.” 

Dayanılmaz derecede sıcaktı. Çarşafı tutup terimi sildim. Orada uzanırken kalbimin atışını duyabiliyordum. Sesi hüzünlü geliyordu. Mercedes’in ne düşündüğünü merak ediyordum. 

Ölmeye yattım, kamışım felce uğramıştı. 

Mercedes başını bana doğru çevirdi. Onu öptüm. Öpüşmek düzüşmekten daha özeldi. Bu yüzden sevgililerimin erkekleri öpmesinden hiç hoşlanmazdım. Onlarla düzüşmelerini tercih ederdim. 

Mercedes’i öpmeye devam ettim, hissettiklerim beni uyarmıştı. Üstüne çıktım, sanki dünyadaki son saatlerimi yaşıyormuş gibi öpüyordum onu. Kamışım içine kaydı. 

Bu sefer başaracağımdan emindim. Mucizeyi hissedebiliyordum. 

Yarığına girecektim. İçine akıtacaktım ve onun beni durdurmak için yapacağı hiçbir şey yoktu. 

Benimdi o. Fetheden orduydum ben, bir tecavüzcüydüm, efendisiydim onun, ölümdüm ben…

Sf: 175

Çaresizdi. Başı yuvarlandı, bağırırken beni tuttu, sarstı… 

“Arrgg, uuggg, oh oh… oooff… oooohh!” 

Kamışım yemini atmıştı. 

Acayip bir ses çıkararak boşaldım. Beş dakika sonra horluyordu. İkimiz de horluyorduk. 

Sabahleyin duş aldık ve giyindik. “Seni kahvaltı yapmaya götüreyim,” dedim. 

“Olur,” diye cevapladı Mercedes. “Ha, sahi, dün akşam seviştik mi biz?”

“Tanrım! Hatırlamıyor musun? En az 50 dakika sevişmişizdir. “

Buna inanamıyordum. Mercedes ikna olmuşa benzemiyordu. 

Köşedeki bir lokantaya girdik. Salamlı yumurta ve kahve tost ısmarladım. Mercedes de çörek, hamburger ve kahve söyledi.

Garson kız siparişlerimizi getirdi. Yumurtadan biraz aldım. Mercedes çöreklerinin üzerine şurup döktü. 

“Haklısın,” dedi. “Beni düzmüş olmalısın. Bacaklarımın arasından semen geldiğini hissediyorum.” 

Onu bir daha görmemeye karar verdim…

Sf: 176

”Tammie, Bobby’ de ne bulduğunu anlamıyorum. Bir hiç o,” dedim.

Bacak bacak üstüne attı, ayağını ileri geri sallıyordu.

”Sohbetlerinin son derece cezbedici olduğunu zannediyor,” dedim.

Ayağını sallamaya devam etti.

”Sinemalar, T.V., ot, komik kitaplar, açık saçık fotoğraflar, onun beyninin tümü.”

Tammie ayağını daha sertçe sallamaya başladı.

”Gerçekten bu kadar önemsiyor musun onu?”

Ayağını sallamaya devam etti.

”Seni lanet olası or*spu,” dedim.

Kapıya doğru yürüdüm, çarparak dışarı çıktım, Vosvos’a atladım. Debriyajımı ve vitesimi zorlayıp bir sağa bir sola girerek yarıştım trafikte…

Sf: 177

Koltukta karar kıldım. Saat 4’tü. Dörtlü flaşörü yakarak evimin önündeki kaldırıma park ettim. Votka-suyumu bitirdim. Gitgide zom oluyor ve güçten düşüyordum. Koltuğu kaldırdım, oldukça ağırdı, arabaya götürdüm onu. Yere indirdim. Sürücü koltuğunun yanındaki kapıyı açtım. Koltuğu içeri soktum. Sonra kapıyı kapamaya çalıştım. Koltuğun bir kısmı dışarıda kalmıştı. Çıkarmaya çalıştım. Saplanmıştı sanki oraya. Küfrü basıp ileriye doğru itmeye çalıştım. Koltuğun bacaklarından biri ön camın kenarından dışarı fırlıyor, gökyüzüne uzanıyordu. Kapıyı kapamak mümkün değildi. Sandalyenin bacağını biraz itip kapıyı kapamaya çalıştım. Koltuk sıkışmıştı orada. Çıkarmaya çalıştım. Kımıldamıyordu. Ümitsizce ittim, çektim, ittim, çektim. Polis gelseydi işim bitikti. Bir süre sonra yoruldum. Sürücü tarafına gittim. Caddede hiç park edecek yer yoktu. Arabayı pizzacının önündeki park yerine doğru sürerken kapanmayan kapı bir ileri bir geri sallanıyordu. Kapısı açık ve tavan lambası yanar durumda bıraktım arabayı. (Tavan lambası sönmüyordu.) Ön cam kırılmıştı, koltuğun bacağı ayışığına doğru uzanıyordu. Bütün manzara rezilce, çıldırtıcıydı. Cinayet ve suikast kokuyordu. Benim güzel arabam.

Caddeden evime doğru yürüdüm. Bir votka-su daha içip Tammie’ye telefon ettim.

”Bak, hayatım, başım dertte. Koltuğun ön camla kapı arasında sıkıştı, yerinden oynatmak mümkün değil. Ne içeri sokabiliyor ne de kapıyı kapatabiliyorum. Ön cam kırıldı. Ne yapabilirim. Allah aşkına bana yardım et!”…

Sf: 178

Her zaman kuvvetli biriyimdir ama aynı ölçüde de tembel…

Sf: 179

Sürdüm arabayı. Filbert de arabasındaydı. Yanından geçerken ona el salladı. O sallamadı. Üzgün görünüyordu. Yeni başlıyordu daha herşey onun için.

“Biliyorsun,” dedi Tammie. ”Filbert’le birlikteyim.”

Güldüm. Elimde olmadan.

”Niçin bu lanet şeyi Filbert’e aldırmıyorsun?”

”Bak, eğer almak istemiyorsan hemen arabayı durdur, ineyim.”

”Arabayı durdurdum ve kapıyı açtım.

”Dinle, seni or*spu çocuğu, bana bu daktiloyu alacağını söyledin. Almazsan bağırmaya ve pencerelerini kırmaya başlayacağım.”

”Peki, peki, daktilo senin.”

Sf: 180

Söylediği yere gittik. Daktilo hala ordaydı.

”Bu daktilo bütün ömrünü bir akıl hastanesinde geçirdi,” dedi satıcı kadın.

”Tam adamına gidiyor,” diye cevapladım.

Kadına yirmiliği verdim ve geri döndük. Filbert gitmişti.

”Biraz oturmak istemez misin?”

”Hayır. Gitmem gerek.”

Daktiloyu tek başına taşıyabilirdi. Portatif bir daktiloydu…

Sf: 181

Divanda oturduk. Öpüşmedik. Mercedes’in sohbeti iyi değildi. İlginç değildi. Ama bacakları, kıçı, saçları ve gençliği vardı. Birkaç ilginç kadınla tanışmıştım, Tanrı bilir ama, Mercedes listenin üstlerinde değildi.

Ne kadar süre konuştuğumuzu daha doğrusu onun ne kadar konuştuğunu hatırlamıyorum, ama epey zaman sonra eve gidemeyecek kadar sarhoş olduğunu söyledi…

Sf: 182

Sabahleyin Mercedes çok az şey söyledi, giyindi, işine gitti.

Ne yapalım, dedim kendi kendime, biri gider biri gelir…

Sf: 183

 Durmadan istemediğini iddia etmesine rağmen istiyormuş gibi hareket ediyordu. Küçük Jack onu seviyordu, aşk pek çok şey demekti bu dünyada.

”Hiç aşık oldun mu?”

”Dört kere.”

”Ne oldu? Neredeler bu gece?”

”Biri öldü. Öbür üçü de başka adamlarla beraberler…

Sf: 185

Keesing ve karısı havaalanındaydılar. Bagajımı aldıktan sonra doğru arabaya gittik. 

”Aman Allahım,” dedi Keesing ” Kimsenin uçaktan böyle indiğini görmemiştim.”

Üzerimde ölen babamdan kalma, bana çok büyük gelen bir palto vardı. Pantolonum da fazlasıyla uzundu, paçaları ayakkabılarımın üzerine düşüyordu. İyi ki de düşüyordu, çünkü çoraplarımın rengi ile üzerimdeki diğer şeylerin hiç bir alakası yoktu, üstelik ayakkabılarımın ökçeleri de gitmişti. Berberlerden nefret ederdim, bu yüzden saçımı kesecek bir kadın bulamazsam kendim keserdim onları. Tıraş olmayı sevmezdim. Uzun sakalları da, o yüzden sakalımı iki üç haftada bir makasla kendim keserdim. Gözlerim bozuktu ama okuma dışında gözlük takma gibi bir alışkanlığım yoktu. Dişlerim kendimindi ama sayıları çok fazla değildi. Burnum ve yüzüm çok içki içmem yüzünden kıpkırmızıydı. Işık gözlerimi rahatsız ettiği için kısık kısık bakardım. Herhangi bir teneke mahallesinde hiç de yadırganmayacak bir tipim vardı.

Sf: 186

Sürdük arabayı.

”Çok daha farklı birini bekliyorduk,” dedi Cecelia.

”A?”

”Yani demek istediğim, sesiniz yumuşak ve çok nazik görünüyorsunuz. Bill uçaktan sarhoş ve küfrederek ineceğinizi, kadınlara çalım atacağınızı bekliyordu.”

”Kabalığımı şişirmem hiçbir zaman. Kendi yolunu kendinin bulmasını beklerim.”

Mektupları ve şiirleri ne kadar güzel olursa olsun çoğu şairle insan olarak pek aram olduğu söylenemez. Douglas Fazzick’le karşılaşmam oldukça nahoş durumlara yol açmıştı. En iyisi öbür yazarlardan uzak durmak sadece kendi işini yapmak ya da yapmamaktı.”

Sf: 187

Telefon çaldı. Cacelia’ydı. Bill biraz konuştu, sonra kapadı telefonu. ”Kasırga geliyormuş. Gelmiş geçmişlerin en büyüklerinden biriymiş. Buraya da uğrayabilirmiş.”

”Okuma seanslarım sırasında mutlaka olağandışı bir şeyler olur.”

Sf: 188

Önce seni severler, sonra bir şeyler değişiverir içlerinde. Bir b*k çukurunda ölüşünü, bir araba tarafından çiğnenişini seyrederler ve üzerine tükürürler.”

Sf: 189

Pek az yalan dolanı olan bir insandı. Yorgundu, belki bundan. Şairlerinin A.B.D.’de hiç şansı olmamıştı. Avustralya’da seviyorlardı onu. Belki bir gün burada da keşfedilecekti, belki de hiçbir zaman. Belki 2000 yılına kadar. Sert görünüşlü, bodur, ufak tefek bir adamdı, size bir şeyler vereceğini, orada olduğunu bilirdiniz. Ondan hoşlanırdım.

”Balık etinde bir lokmasın. Bırak da içine gömüleyim.”

Sf: 190

Sonrası hep aynı tantana. Kız öğrenciler genç ateşli bedenleri, çakmak çakmak gözleriyle gelip kitaplarımı imzalamamı bekliyorlardı. Beşini bir gecede düzmek sonra da sistemimden sonsuza kadar çıkarmak istiyordum…

Sf: 191

İçki meselesi bu, diye düşündüm kendime bir içki alırken. Eğer berbat bir şeyler olmuşsa, unutmak için içersin; iyi bir şeyler olursa kutlamak için içersin ve hiçbir şey olmamışsa bir şeyler olaması için içersin.

Bill hasta ve mutsuzdu ama hiç de ölmek üzere olan biri gibi görünmüyordu. Böyle bir sürü ölüm olmasına, ölümü bilmemize ve hemen her gün onu düşünmemize rağmen beklenmedik bir ölüm olduğunda ve bu kişi istisnai ve sevilen bir insansa daha önce ne kadar insan ölmüş olursa olsun – iyi, kötü, bilinmeyen – kabullenmek zordu…

Sf: 192

”Havaalanlarını ve yolcularını severim, sen de sever misin?”

”Hayır.”

”Uçaktaki herkes çok hoştu! Yandaki koltuktaki adam bana bir içki almayı teklif etti.”

Sf: 193

Nereden gelmişti bütün bu kadınlar? Sonsuzdular. Her biri kendine özgü, farklıydı. Yarıkları farklıydı, öpüşleri farklıydı, onlardan çok vardı, bacak bacak üstüne atıp, erkekleri çıldırtırlardı…

Sf: 195

“Hank’la yemek yemek son derece eğlenceli oluyor,” dedi Valerie. “Geçen sefer beraber şık bir restoranta gitmiştik, gider gitmez şef garsona “Buradaki arkadaşlarım için lahana salatası ve kızarmış patates istiyorum! Herkese çift porsiyon, sakın içkilere su koymayın yoksa kravatınızla, paltolarınızı toz olmuş sayın!” dedi. 

Bu arada Bobby’le Valerie tuzluk ve biberliği, iki et bıçağını ve garson için bıraktığım bahşişi yürüttü.

Cecelia bir içkiyle çakırkeyif olmuş, çenesi düşmüştü, hayvanların da ruhları olduğundan falan bahsediyordu…

Sf: 196

Kimse karşı çıkmadı düşüncesine. Olabilirdi, biliyorduk. Bilemediğimiz bizim de olup olmadığıydı. 

“Bill’in neden öldüğüne şaşmamalı,” dedim. “Açlıktan ölmüştür. Kadın hiç vermiyor ki.” 

“Sen erkekler tuvaletine gittiğinde o da seninkine benzer şeyler söyledi” dedi Valerie. Dedi ki, “Oh, Hank’in şiirleri tutku dolu ama kişi olarak hiç de böyle değil!”

“Tanrı’yla ben her zaman aynı atı seçemiyoruz.” 

Eğer düzüşmekle içmek arasında seçim yapmak zorunda kalsaydım, sanırım içmekten yana olurdu tercihim.”

“Düzüşmek sorunlara yol açar,” dedi Valerie.

Sf: 197

Şişemi alıp yatak odama gittim. Soyunup yatağa girdim. Hiçbir şey birbiriyle uyum içinde değildi. İnsanlar ne varsa körlemesine el atıyorlardı. Komünizm, halter, seyahat, el etek çekme, etyemezlik, Hindistan, resim yapma, yazma, heykel yapma, beste yapma, icra etme, sırt çantası, yoga, çiftleşme, kumar, içki, aylaklık, donmuş yoğurt, Beethoven, Bach, Buda, İsa, TM, havuç suyu, intihar, ısmarlama elbiseler, jetle seyahat, New York, derken hepsi uçup gitti, her biri bir yana dağıldı. İnsanlar ölümü beklerken yapacak bir şeyler bulmalı. Seçeneklerin olması da güzel bir şey herhalde. 

Ben seçimimi yaptım. Beşinci votkamı kaldırdım ve tek dişkişte yuvarladım. Rusların bir bildiği vardı mutlaka…

Sf: 199

“Bana bacaklarını açmayan bütün or*spulara ölüm” diye bağırdım. 

Bir kapı açıldı ve giriş katından bir adam dışarı çıkıp, koşarak bize doğru geldi. Müdürdü. 

“Hey, gecenin bu saatinde burada yüzmeniz yasak! Havuzun ışıklarının da sönmüş olduğunu görmüyor musunuz?”

Ona doğru yüzerek havuzun kenarına geldim ve adama ” Bana bak or*spu çocuğu, ben bir gün içinde iki varil birayı iyi ettim ve profesyonel bir güreşçiyim. Nazik bir yaradılışım vardır. Ama içimden yüzmek geldi ve bu ışıkların YANMASINI istiyorum! HEMEN ŞİMDİ! Bunu sana bir kere söylüyorum!” 

Yüzerek yanından uzaklaştım…

Sf: 200

Havuz faslını bitirdik. Islak donumla müdürün kapısını çaldım. Kapıyı açtı. Ondan hoşlanmıştım. 

“Hey, dostum, ışıkları üfleyebilirsin artık. Yüzme faslını bitirdik. Eyvallah dostum, eyvallah.”

Bir sesle uyandım. Gün daha doğmamıştı. Cecelia ortalarda dolanıp giyiniyordu. 

Saate baktım. 

“Saat sabahın 5’i. Ne yapıyorsun?”

“Güneşin doğuşunu seyretmek istiyorum. Gündoğumuna bayılırım.”…

Sf: 201

… “Neden içmediğini merak etmiyorum artık.” 

“Hemen dönerim. Beraber kahvaltı yaparız.” 

“40 yıldır kahvaltı edemedim.” 

“Güneşin doğuşunu seyredeceğim Hank.”

Sf: 202

Cecelia oturup içki içişimizi seyretti. Onu bozguna uğrattığımı görebiliyordum. Et yiyordum. Tanrım yoktu. Düzüşmeyi seviyordum. Doğa ilgimi çekmiyordu. Oy kullanmıyordum. Savaşı seviyordum. Dış mekanlar beni sıkıyordu. Beyzboldan sıkılıyordum. Tarihten sıkılıyordum. Hayvanat bahçesinden sıkılıyordum. 

”Hank,” dedi. ”Biraz dışarı çıkacağım.”

Sf: 203

Bobby teybi açtı. Müzik bir dalga gibi arka koltuğa çarptı. Bob Dylan…

Sf: 205

”Siz ikiniz niye başbaşa bir yerde yapmıyorsunuz bu işi?”

”Ne sevimli şey değil mi?” diye sordu Dudley. ”Genç çocuklara bayılıyorum.”

”Ben kadınlarla daha çok ilgilenirim.”

”Neler kaçırdığının farkında değilsin.”

”Seni ilgilendirmez.”

”Jack Mitchell travestilerle çıkıyor. Onlarla ilgili şiirler yazıyor.”

”Onlar en azından kadına benziyor.”

”Bazıları çok daha güzel.”

Sessizce içtim.

Dudley’yle Paul çıktı. Joe ile ben bir şeyler yiyip içmek için civardaki kafelerden birine gittik. Bir masa bulduk. Dikkatimizi ilk çeken yabancıların masamıza sandalye çekme. Hepsi de erkek. Ne berbat bir durum. Güzel kızlar vardı etrafta, ama sadece bakıyorlar ve gülümsüyorlardı, veya bakmıyorlar ve gülümsemiyorlardı. Gülümsemeyenlerin kadınlara karşı tavırlarım nedeniyle benden nefret ettiklerini düşünüyordum. S*ktir et.

Sf: 207

Aylardır San Fransisco’dan bir kadınla mektuplaşıyordum. Adı Lisa Weston’dı ve stüdyosunda bale dahil dans dersleri vererek geçiniyordu. 32 yaşındaydı, bir kere evlenmişti. Uzun ve pembemsi kağıtlar üzerine kusursuz bir şekilde daktilo edilmiş mektuplar gönderiyordu. Güzel, mantıklı ve abartısız yazıyordu. Mektuplarını seviyor ve cevaplıyordum. Lisa edebiyattan uzak duruyordu, uzun boylu sorulardan uzak duruyordu. Sıradan şeyler hakkında yazıyor ama onları içgörü ve espriyle tasvir edebiliyordu. Sonra bir keresinde dans kostümü almak için Los Angeles’e geleceğini ve onu götürmek isteyip istemediğimi soran bir mektup gönderdi. Ben de onu görmekten memnun olacağımı ve evimde kalabileceğini ama aramızdaki yaş farkı nedeniyle ben yatakta uyurken onun divanda uyumak zorunda kalabileceğini belirten bir cevap yazdım. O da gelince beni arayacağını bildirdi. 

3-4 gün sonra telefon çaldı. Liza’ydı. ”Şehirdeyim,” dedi.

”Havaalanında mısın? Seni almaya geliyorum.”

”Taksiyle gelirim.”

”Pahalıya patlar.”

”Böylesi daha kolay olacak.”…

Sf: 208

“Ne içersin?” 

“Fazla içmem. Sen ne istersen al…” 

Oturup onu bekledim. Bu gibi durumlarda hep paniğe kapılırım. Olay gerçekleşmek üzereyken hiç olmamasını isterim. Lisa güzel olduğundan bahsetmişti ama hiç fotoğrafını görmemiştim. Bir keresinde bir kadınla evlenmiştim, sadece mektuplarından oluşturduğum hayaliyle evleneceğime söz vermiştim. O da çok akılcı mektuplar yazmıştı, ama iki buçuk yıllık evliliğim tam anlamıyla bir felaketti. İnsanlar genellikle mektuplarında gerçekte olduklarından daha iyidirler. Bu anlamda şiire benzerler. 

Odayı arşınlayıp duruyordum. Sonra dışardan gelen ayak seslerini duydum. Perdenin arkasından baktım. Hiç de fena değil. Koyu renk saçlar, ayak bileklerine kadar inen düzgün bir etek. Başı havada soylu bir biçimde yürüyordu. Güzel bir burun, sıradan bir ağız. Elbise giyen kadınları severim, bana geçmiş günleri hatırlatırlar. Küçük bir çanta taşıyordu. Kapıyı çaldı. Açtım. “Girsene.” 

Lisa bavulunu yere koydu. “Oturmaz mısın?” 

Hafif bir makyaj yapmıştı. Güzeldi. Modaya uygun, kısa kesimli saçları vardı. 

Ona bir votka-7 verdim, kendime de bir tane hazırladım. Sakin görünüyordu. Yüzünde bir acı izi vardı – yaşamında çok güçlü bir iki dönem geçirmişti. Benim gibi. 

“Yarın kostüm alacağım. Los Angeles’ta çok ilginç bir mağaza var.” 

“Elbiseni çok sevdim. Her yanı örtülü bir kadın heyecan veriyor galiba. Hatlarını kestirmek zor ama insan yine de tahminde bulunabiliyor.” 

“Tam düşündüğüm gibisin. Hiç korkmuyorsun.” 

“Sağol.” 

“Çekingen gibisin.” 

“Üçüncü içkim daha.” 

“Dördüncüden sonra ne olur?”

“Fazla bir şey değil. Onu içer, beşinciyi beklerim.”

Sf: 209

Dışarıya çıkıp gazete aldım. Döndüğümde Lisa’nın uzun eteğini 3-4 santim daha yukarı çekti. Çıldırtıcıydı. Bütün o giysinin altından çıkan güzellik. Mini etekten kat kat daha heyecan vericiydi. 

Bacaklarına baktım. Sonra bir dizini okşamaya başladım. Onu öptüm. O da yalnız bir kadın gibi öptü beni.

Sf: 210

“Kadınlar hakkında ne düşünüyorsun?” 

“Ben düşünür değilim. Her kadın farklıdır. Aslında en iyi ve en kötünün karışımıdırlar -hem sihir hem de dehşet. Ne olursa olsun varolduklarına memnunum.” 

“Onlara nasıl davranırsın?” 

“Benim onlara davrandığımdan daha iyi davranır onlar bana.” 

“Doğru mu bu sence?” 

“Doğru değil ama öyle oluyor.” 

“Dürüstsün.” 

“Pek sayılmaz.” 

“Yarın kostümleri almadan önce denemek istiyorum.” 

“Tabii. Ama ben uzun giysileri severim. Klas olanları.” 

“Bütün çeşitlerden alacağım.” 

“Üzerimdekiler parçalanana kadar giysi almam ben.” 

“Senin harcamaların farklı türden.”

“Lisa, bu içkiden sonra yatağa gidiyorum, tamam mı?”

“Tabii.” 

Yer yatağı yaptım ona. “Battaniyelerin yeter mi?” 

“Evet.” 

İçkimi bitirdim, kalktım ve ön kapıyı sürgüledim. 

“Seni içeri kilitlemiyorum. Kendini rahat hisset.” 

“Evet.” 

Yatak odasına yürüdüm, ışığı söndürdüm, soyundum ve yorganın altına girdim. “Görüyorsun,” dedim ona, “sana tecavüz etmiyorum.” 

“Oh,” dedi, “keşke etseydin.” 

Oldukça inanılmaz geliyordu ama bunu duymak güzeldi. Doğru bir el oynamıştım. Bu da Lisa’ya bütün gece yeterdi. 

Uyandığımda banyoda olduğunu duydum. Acaba ona hakaret mi etmiştim? Bir erkek ne yaptığını bilebilir miydi? Genel olarak kararım, eğer birisine karşı bir şeyler hissediyorsanız beklemenin daha iyi olduğuydu. Ondan nefret ediyorsanız, onu derhal düzmek daha iyiydi, böyle değilse önce beklemek, sonra düzmek ve ondan sonra nefret etmek daha iyiydi. 

Lisa dizlerine kadar inen kırmızı bir elbiseyle banyodan çıktı. İnce ve klastı. Saçıyla oynayarak yatak odasının anasının önünde durdu. 

“Hank, yeni kostümler almaya gidiyorum. Sen yatakta kal. Belki dün akşam içtiklerinden sonra kendini iyi hissetmiyorsundur.” 

“Niye? İkimiz de aynı şeyleri içtik.”

“Mutfakta süründüğünü duydum. Niye yaptın bunu?”

“Korkmuştum galiba.” 

“Sen? Korkmak? Senin büyük, sert, içkici ve s*kici bir adam olduğunu düşünmüştüm.” 

“Seni hayal kırıklığına mı uğrattım?” 

“Hayır.” 

“Korktum. Korkum sanatımdır da. Bir roket gibi kaçar uzaklaşırım ondan.” 

“Kostüm almaya gidiyorum Hank.” 

“Kızgınsın,, seni hayal kırıklığına uğrattım.” 

“Hiç de değil. Döneceğim.” 

“Mağaza nerede?” 

“87. Caddede.” 

“87. Cadde mi? Hay allah, Watts bu!” 

“Sahildeki en iyi kostümleri onlar satıyorlar.” 

“Orası siyahlarındır.” 

“Her şeye karşıyım.” 

“Bir taksi çağırayım. 3 saat içinde dönerim.” 

“Bu senin intikam tarzın mı?” 

“Döneceğimi söyledim. Eşyalarımı bırakıyorum.” 

“Dönmeyeceksin.” 

“Döneceğim. Kendim hallederim.”…

Sf: 212

“İşte, Vosvos’umu al. TRV 469, dışarıda duruyor. Debriyaja dikkat et. İkinci vites çalışmaz, özellikle geri giderken gıcırdar.” 

Anahtarları aldı. Yatağa dönüp, çarşafları üzerime çektim. Lisa üzerime eğildi. Onu tutup boynundan öptüm. Nefesim kokuyordu.

“Keyfine bak,” dedi. “Bana inan, bu akşam baş başa kutlayacağız ve ufak bir moda gösterim olacak.” 

“Akşama kadar nasıl bekleyeceğim?” 

“Beklersin.” 

“Gümüş anahtar sürücü tarafındaki kapıyı açar. Altın anahtar kontak anahtarı…” 

Ne uzun ne kısa olan kırmızı elbisesiyle yürüdü. Kapının kapandığını duydum. Etrafa baktım. Bavulu hala oradaydı. Halının üstünde bir çift ayakkabısı vardı. 

Uyandığımda 1.30’du. Banyo yaptım, giyindim, postaya baktım. Glendale’den genç bir adamdan bir mektup. “Sayın Bay Chinaski: Genç bir yazarım ve sanırım iyiyim, ne var ki şiirlerim hep geri geliyor. Bu oyuna girmenin kuralı nedir? Sırrı nedir? Kim bilir bunu? Yazılarınıza hayranım ve gelip sizinle konuşmak istiyorum. 2 tane 6 paketlik bira getirip, sizinle konuşacağım. Kendi çalışmalarımdan da biraz okumak istiyorum size… “

Zavallı hıyarağasının yarığı yoktu. Mektubu çöp kutusunu boyladı…

Sf: 213

Ne nazlı ne de seksi, mükemmeldi bakışı. 

Dili ağzımın içine kaydı. Buzlu su içmiş kadar serindi. 

O akşam ismimi Lancelot Lovejoy olarak bildirdim ve 45 dakika sonra adımı çağırdıklarında, ben olduğumu bilecek kadar ayıktım.

Sf: 214

“İlk defa sevişen bir adamın coşkusuyla ve büyük bir yaratıcılıkla sevişiyorsun.”

“Bunu koluma yazabilir miyim? “

“Tabii.”

“Bir yerde kullanabilirim.”

“Beni kullanma, bütün istediğim bu. Kadınlarından herhangi biri olmak istemiyorum.”

Cevap vermedim.

“Kız kardeşim senden nefret ediyor,” dedi. “Yapacağın tek şeyin beni kullanmak olacağını söyledi.” 

“Klasına ne oldu Liza? Başkaları gibi konuşuyorsun”

Yemeği epey geç aldık. Eve döndüğümüzde biraz daha içtik. Ondan çok hoşlanmıştım. Sözlerimle biraz canını yakmaya çalıştım. Şaşırmış göründü, gözleri yaşlarla doldu. Banyoya koştu, 10 dakika kadar kaldıktan sonra çıktı. 

“Kız kardeşim haklıymış. Alçağın tekisin!”

Sf: 215

Kendi evimden çok kadınların evinde olmaktan hoşlanmışımdır hep. Onların evinde olunca her zaman gitme şansım vardır çünkü. 

Bütün kızartabildiğim biftekti. Buna rağmen özellikle sarhoşken sığır etinden türlüyü çok iyi yaptığım söylenirdi. Sığır türlümle kumar oynamayı severdim. Her şeyi koyardım içine ve bazen de alır giderdim onu. 

Yemekten sonra Balıkçı Rıhtımı’na gittik. Liza arabasını büyük bir dikkatle sürüyordu. Huzursuz olmuştum. Bir kavşağa geldiğimizde duruyor, dikkatle her iki yöne bakıyordu. Yol boş olsa bile gitmiyordu ileri. Bekledim. 

“Lisa, allahaşkına gidelim. Kimse yok etrafta.” 

O zaman gidiyordu ileriye. İnsanlarla işler böyledir. Onları ne kadar uzun süre tanırsınız o kadar çok tuhaf yönlerini görürsünüz. Bazen tuhaflıkları komik olur -başlangıçta. 

Richard Burton’a bir kadında aradığı ilk şeyin ne olduğunu sormuşlar. “En azından 30 yaşında olmak’ demiş.”

Sf: 216

Su yatağına gittik, soyunduk ve içine girdik. Su yatağında yapılan sevişmeler hakkında bir şeyler duymuştum. Enfes olduğu söyleniyordu. Bana biraz zor geldi. Altımızdaki su sallanıyor, gidip geliyordu. Aşağı doğru hareket ederken su bir yandan diğer yana beşik gibi sallanıyordu. Onu bana doğru getireceğine benden uzağa götürüyordu. Belki alışmam gerekiyordu. Alıştığım vahşi yöntemi uyguladım, onu saçlarından tutup tecavüz ediyormuş gibi ittim. Hoşlandı bundan, ya da öyle göründü, haz dolu sesler çıkardı. Vahşice saldırılarımdan sonra aniden doruğa çıktı, mırıltılar çıkardı. Bu beni heyecanlandırdı ve onunkinin ardından ben de boşaldım…

Sf: 217

Bir ay sonra Los Angeles’a geldi. Bu sefer pantolon vardı üzerinde. Farklı görünüyordu. Neden olduğunu bilemiyorum ama farklı görünüyordu. Baş başa evde oturmaktan hoşlanmadığım için at yarışlarına, sinemaya, boks maçlarına götürdüm onu. Kadınlarla yapmaktan hoşlandığım klasik şeyleri yaptık, yine de bir şeyler eksikti. Sevişiyorduk, ama heyecanlı değildi. Sanki evliymişiz gibi hissediyordum. 

Beş gün sonra Liza ”Hank, yürümüyor, değil mi?” dediğinde o divanda oturuyor ben de gazete okuyordum.

”Galiba.”

”Ne eksik peki?”

”Bilmiyorum.”

”Gideceğim. Burada kalmak istemiyorum.”

”Rahatına bak, o kadar da kötü değil.”

”Anlayamıyorum.” Cevap vermedim.

”Hank, lütfen beni Kadınların Özgürlüğü Binası’na götür. Nerede olduğunu biliyor musun?”

”Evet, eskiden sanat okulunun bulunduğu Westlake bölgesinde.”

”Nereden biliyorsun?”

”Daha önce başka bir kadını götürmüştüm oraya.”

”Seni serseri.”

”Tamam, şimdi…”

”Orada çalışan bir arkadaşım var. Hangi dairede oturduğunu bilmiyorum ve telefon defterinde de bulamıyorum. Ama orada çalıştığını biliyorum. Birkaç gün onunla kalacağım. San Fransisco’ya böyle dönmek istemiyorum…” 

Liza eşyalarını toplayıp bavuluna koydu. Arabaya bindik, Westlake bölgesine gittik. Bir keresinde Lydia’nın bazı heykelleriyle katıldığı bir sanat sergisi için gitmiştim oraya…

Sf: 218

Park ettim.

”Arkadaşını bulana kadar burada bekleyeceğim.”

”Sorun değil. Sen gidebilirsin.”

”Bekleyeceğim.”

Bekledim. Liza çıktı, elini salladı. Ben de karşılık verdim, motoru çalıştırdım ve gazladım.

Bir hafta sonra öğleden sonra üzerimde şortla oturuyordum. Usulca ve ürkekçe vuruldu kapı. ” Bir dakika,” dedim. Robumu giyip kapıyı açtım.

“Almanya’dan gelen iki turist kızız. Kitaplarınızı okuduk.”

Biri 19, diğeri belki 22 yaşında gösteriyordu.

İki ya da üç kitabım sınırlı sayıda basılmıştı Almanya’da. 1920 yılında Almanya’da Andernach’ta doğmuştum. Çocukken yaşadığım ev şimdi bir genelevdi. Almanca bilmiyordum. Ama onlar İngilizce biliyordu.

“Girin.”

Divana oturdular.

”Ben Hilda,” dedi 19 yaşında olan.

”Ben de Gertrude,” dedi 22 yaşındaki.

”Ben Hank.”

”Kitaplarınızın hem çok acıklı ve hem de komik olduğunu düşünüyoruz,” dedi Gertrude.

”Teşekkürler.”

İçeri gidip 3 tane votka-7 doldurdum. Onlar kendilerinkini ben de kendi içkimi aldım.

”Teşekkürler.”

”New York’a gidiyorduk. Uğrayabiliriz diye düşündük,” dedi Gertrude.

Meksika’da kaldıklarını söylediler. İyi İngilizce konuşuyorlardı. Gertrude epey tombulcaydı, neredeyse tereyağından bir top gibi; safi göğüs ve popoydu. Hilda zayıftı, biraz gergin tutuk ve garip görünüyordu, ama çekiciydi.

İçerken bacak bacak üstüne attım. Robum açıldı.

”Oh,”dedi Gertrude, ” ne seksi bacakların var.”

”Evet,” dedi Hilda.

”Biliyorum,” dedim.

Kızlar içkide benimle başabaş gidiyorlar. Gidip içkilerimizi tazeledim. Tekrar oturduğumda robumla bacaklarımı doğru düzgün örttüm.

”Kızlar, birkaç gün kalabilirsiniz burada, rahatınıza bakın.”

Cevaplamadılar.

”Belki de kalmamalısınız,” dedim. ”Tamam, sadece biraz sohbet ederiz. Sizden bir şey isteyecek değilim.”

”Bir yığın kadın tanıdığına bahse girerim” dedi Hilda. ”Kitaplarını okuduk.”

”Yazdıklarımın hepsi kurgu.”

”Kurgu nedir?”

”Kurgu yaşamın değerinin arttırılmasıdır.”

”Yani yalan söylemek mi?” diye sordu Gertrude.

”Biraz, fazla değil.”

”Sevgilin var mı?”

”Hayır, şu anda yok.”

”Kalıyoruz,” dedi Gertrude.

”Sadece bir yatak var.”

”Hallederiz.”

”Bir başka şey de…”

”Ne?”

”Ortada yatmam gerek.”

”Peki.”

İçkileri karıştırmaya devam ettim, çok geçmeden içkileri temize havale ettik. İçki satan dükkana telefon ettim. ”Siparişim vardı da…”

”Bekle, dostum,” dedi, ”6’dan önce evlere servis yapmıyoruz.”

”Sahi mi? Ayda 200 dolar giriyor boğazınıza benden.”

”Kimsin sen.”…

Sf: 220

”Chinaski.”

”Oh, Chinaski… istedikleriniz neydi?”

Söyledim. Sonra ” Yolu biliyor musunuz?” dedim.

”Ah, tabii.”

8 dakikada geldi. Devamlı terleyen şişman bir Avustralyalıydı. İki torba siparişimi aldım ve sandalyeye koydum.

”Merhaba, bayanlar,” dedi şişman Avustralyalı.

Cevap vermediler.

”Fatura ne kadar, Arbuckle?”

17.94 dolar tutuyor.”

Yirmiliği uzattım. Bozukluk aramaya başladı.

”Bunu benden daha iyi biliyorsun. Kendine yeni bir ev al.”

”Sağolun.”

Sonra bana doğru eğilerek alçak sesle sordu ”Allah aşkına, bunu nasıl beceriyorsunuz?”

”Daktilo kullanarak.”

”Daktilo kullanarak mı?”

”Evet, dakikada yaklaşık 18 kelime.”

Onu kapıya doğru göndererek arkasından kapıyı kapadım.

O akşam ikisinin arasında yatağa girdim. Hepimiz zomduk, önce birine sarılıyor, sonra diğerini okşuyordum, sonra dönüp diğerine sarılıyordum. Bir ileri bir geri gidiyordum ama değiyordu. Bir süre sonra uzun süre birinde konsantre olmaya karar verdim. Sonra dönüp öbürüne yöneldim. Sabırla bekliyordu diğeri. Kafam karışmıştı. Gertrude daha ateşli, Hilda daha gençti. Arkalarından yaklaştım, önce birinin sonra diğerinin üzerine çıktım ama içeri girmedim. Sonunda Gertrude’de karar kıldım. Ama bir şey yapmadım. Çok sarhoştum. Gertrude de ben de uyuya kalmıştık, benim elim onun göğüslerinde, onun eli benim kamışımdaydı. Benim kamışım indi, onun göğüsleri öylece kaldı.

Ertesi gün çok sıcaktı ve daha bir sürü içkimiz vardı. Yemek getirmek için telefon ettim. Havalandırmayı açtım. Fazla sohbet yoktu. Alman kızlar içkilerini sevmişti. Biraz sonra dışarı çıkarak ön avludaki eski kanepeye oturdular -Hilda şort ve sütyenle, Gertrude ise sütyensiz ve külotsuz dar, pembe bir kombinezonlaydı. Postacı Max geldi. Gertrude postayı benim adıma aldı. Zavallı Max neredeyse bayılacaktı, gözlerine inanamıyordu. Kıskanç bakışlarını görebiliyordum. Ama onun iş güvenliği vardı… 

Saat 2 civarında Hilda yürüyüşe çıkacağını söyledi. Gertrude ve ben içeri girdik. Sonunda oldu. Yataktaydık, bir süre birbirimizi okşadık. Biraz sonra üstüne çıktım, içine girdim. Ancak sanki kavisli bir yoldaymış gibi hemen sola kıvrıldı benimki. Daha önce böyle bir kadınla karşılaştığımı hatırlıyorum -ama o iyiydi. Sonra beni kandırdığını, gerçekte orada olmadığımı düşünmeye başladım. Bu yüzden dışarı çıkardım, sonra tekrar girdim. İçeri girer girmez tekrar sert bir sola dönüş yaptı. Ne aksilik. Ya b*ktan bir yarığı vardı ya da ben içine nüfuz edemiyordum. Kendimi b*ktan bir yarığı olduğuna inanmaya zorladım. Benimki sola dönük bir şekilde dururken pompaladım ve bir süre uğraştım. 

Uğraştım durdum. Sonra sanki bir kemiği itiyormuşum hissine kapıldım. Şaşırtıcıydı. Vazgeçip yana yuvarlandım. 

“Özür dilerim,” dedim “Beceremeyeceğim galiba.”

Gertrude cevaplamadı. 

İkimiz de kalkıp giyindik. Ön odaya gidip oturduk ve Hilda’yı bekledik. İçtik ve bekledik. Hilda uzun zaman kaldı dışarıda. Epey uzun bir zaman. Nihayet geldi.

“Merhaba,” dedim.

“Etrafta oturan bu siyahlar kimler?” diye sordu. 

“Kim olduklarını bilmiyorum.” 

“Haftada 2000 dolar kazanabileceğimi söylediler.” 

“Ne yaparak?” 

“Söylemediler.”…

Sf: 222

Ayıkken bile Gertrude’un sol kavisine vurmayı sürdürdüm. Hilda tampon kullandığını söyledi, onun bir yardımı olamazdı. 

Nihayet eşyalarını topladılar, arabama bindiler. Büyük kanvas torbaları vardı ve omuzlarında taşıyorlardı onları. Alman hippileri. Tarif ettikleri yolu izledim. Buradan dön, oradan dön. Hollywood Tepeleri’ne tırmandık. Zenginlerin oturduğu bir bölgedeydik. Bazı insanların iyi yaşayıp diğerlerinin kahvaltıda b*klarını yediklerini unutmuştum. Hep yaşadığınız yerde yaşadığınız zaman başka yerlerin de sizin külüstür eviniz gibi olduğuna inanmaya başlıyorsunuz. 

“İşte,” dedi Gertrude. 

Vosvos uzun, rüzgarlı bir yolun başındaydı. Yolun ötesinde bir yerlerde içinde her şeyi olan ve kendine benzeyen evlerle çevrili çok büyük bir ev vardı. 

“Yukarıya yürüyerek gitsek daha iyi olacak,” dedi Gertrude. 

“Tabi ” dedim.

Arabadan çıktılar. Vosvos’la bir dönüş yaptım. Girişte durdular ve el salladılar, kanvas sırt çantaları omuzlarında sallanıyordu. Ben de el salladım. Sonra döndüm, vitesi boşa aldım ve dağlardan aşağı doğru sürdüm…

Sf: 223

“John F-a-n-t-e. Toza sor. Bahara Kadar Bekle, Bandini.”

Sf: 224

Bildiğim diğer bir şey Sara, Cassie ve Debra adında üç güzel kadınla birlikte oturduğumdu. Sara 32 yaşında hoş bir tarzı olan klas bir parçaydı, içtendi. Aşağı dökülen kızıl-sarı saçları, azıcık kaçıkmış gibi bakan vahşi gözleri vardı. Gereğinden fazla sevgi doluydu ve bu ona pahalıya patlıyordu. Debra, iri kahverengi gözlü, kan kırmızısı dudak boyasıyla sıvanmış cömert bir ağzı olan bir Yahudi’ydi. Pırıl pırıl parlayan ağzıyla beni çağırıyordu. Tahminimce 30-35 yaşlarındaydı. Annemin 1935’lerdeki görünümünü hatırlatıyordu bana (bir farkla, annem o zaman ondan çok daha güzeldi). Cassie uzun sarı saçlı, uzun boylu, çok genç, pahalı giyimli, modaya uygun, iri kalçalı, sinirli, güzel bir kadındı. En yakınıma o oturdu, elimi sıkıyor, baldırlarını benimkine değdiriyordu. Elimi sıkarken elinin benimkinden çok daha büyük olduğunu fark ettim. (İri yarı bir adam olmama rağmen ellerimin küçüklüğünden utanırdım. Genç bir adamken Philadelphia’daki bar dövüşlerinde ellerin büyüklüğünün ne kadar önemli olduğunun farkına varmıştım. Buna rağmen dövüşlerimin yüzde 30’unu nasıl kazandığıma hala şaşırıyorum.) Her neyse, Cassie diğer ikisine göre avantajlı olduğunu hissetmişti. Emin değildim ama kabul ettim…

Sf: 225

Onun M.G. marka arabasıyla koyulduk yola. Her şey bir film gibiydi sanki. Her köşeyi dönerken beni arabadan dışarı atmasını bekliyordum. 20-25 yaşlarındaydı. Yol boyunca konuştu. Bir müzik firmasında çalışıyordu. İşini seviyordu, sabah 10.30’dan evvel işte olmak zorunda olmadığı gibi öğleden sonra 3 gibi de çıkabiliyordu. “Fena değil, seviyorum işimi. Yetki de arttı. İstediğimi alıp atabilirim, kimseyi atmadım henüz. Hepsi de iyi çocuklar, harika kasetler çıkardık birlikte…” diyordu. 

Benim eve vardık sonunda. Ben bir votka açtım. Cassie’nin saçları neredeyse poposunun üstüne kadar düşüyordu. Saçlara ve bacaklara oldum bittim düşkünümdür. 

“Bu akşam gerçekten iyi okudun,” dedi Cassie.” Önceki akşamınkinden oldukça farklıydın. Bilmem nasıl açıklasam, sendeki en iyi şey, bu… insanlığın. Diğer şairler, çoğu ukala pislikler.” 

“Ben de sevmem onları.” 

“Tabii onlar da seni sevmezler.” 

Biraz daha içip yatağa girdik. Vücudu harikaydı, tam playboy tipi. Ne yazık ki bende iş yoktu, çok sarhoştum, gene de benimkini kaldırmayı becerdim, pompaladıkça pompaladım. Uzun saçlarını kavrayıp elime doladım. Çok heyecana gelmiştim ama sonunda işi beceremedim. Yana yuvarlanıp Cassie’ye iyi geceler diledim ve mahçup bir durumda uykuya daldım. 

Sabahleyin de mahçup bir haldeydim. Cassie’yi bir daha asla göremeyeceğimden emindim. Giyindik. Saat 10 gibiydi. Yürüyüp M.G.’ye bindik. Ne ben konuşuyordum ne de o. Kendimi hıyar gibi hissediyordum, konuşacak bir şey de yoktu. The Lancer’e geri döndük, benim mavi Vosvos oradaydı. 

“Her şey için teşekkürler Cassie. Chinaski hakkında iyi şeyler düşün.” 

Bir şey söylemedi. Yanağından öpüp arabadan çıktım. M.G.’siyle sürüp gitti. Lydia bana hep şöyle derdi: “Canın içmek istiyorsa iç, ama sevişmek istediğin zaman şişeyi bir kenara atacaksın.” 

Ne yazık ki ben ikisini birden yapmak istiyordum.

“İçkim çok, bir şey getirmene gerek yok,” dedi. 

“Belki hiçbir şey içmemeliyim.” 

“Tamam içme.” 

“Verirsen içerim, yoksa içmem.”

“Boş ver, önemli değil.”

Sf: 227

Giyindim, Vosvos’a atlayıp verdiği adrese doğru sürdüm. Bir adamın hayatta kaç kere şansı olabilirdi? Son zamanlarda tanrılar bana karşı iyi davranıyordu. Yoksa bir sınavdan mı geçiyordum?…

Sf: 228

Bilmem neden ama her yeni kadınla birlikteyken sanki bu işi ilk kez yapıyormuşum, daha önce hiçbir kadınla birlikte olmamışım gibi geliyordu bana. Cassie’yi öptüm. Öperken elimi o uzun saçlarına dolayıp okşuyordum. 

“Dee Dee Bronson’u tanıyordun değil mi?” dedi Cassie. 

“Evet, ama ayrıldık.” 

“Başına gelenleri biliyor musun?” 

“Hayır.” 

“Önce işini kaybetti, sonra Maxico’ya gitti. Eski bir boğa güreşçisiyle tanıştı orada. Bu adam canına okudu kadının, tüm biriktirdiği parasını, 7000 dolarını elinden aldı.”

“Zavallı Dee Dee, benden ona ha.”

Cassie yerinden kalktı. Odada yürüyüşünü izledim. Yeşil dar geceliğinin altında kalçaları kıpır kıpır oynuyordu. Biraz kağıt ve esrarla döndü. Bir cigaralık sardı. 

“Sonra bir araba kazası geçirdi.”

“Hiç araba kullanamazdı. Onu iyi tanır mısın?”

“Hayır ama bizim işte duyulur bu tür şeyler.” 

“Ölümü beklemek zor bir iş” dedim. 

Cassie cigarayı bana uzattı. “Yaşam yolunda gibi gözüküyor,” dedi…

Sf: 229

“Diğer erkekler gibi karşındakini etkilemek için çaba sarf etmiyorsun. Doğandan gelen komik bir yanın var.”…

Sf: 230

O emmeye devam ederken saçlarından tutuyordum. Epeyce sürdü bu, artık neredeyse boşalmak üzereydim. O da hissetti bunu ve hızlandı. Zevkten inliyordum artık, köpek de halının üstünde benzer inleme sesleri çıkarıyordu. Hoşuma gitti bu. Kendimi alabildiğince tutmaya çalışıyordum aldığım zevki uzatmak için. Sonra üstte top ettiğim saçlarını okşarken birden ağzına boşaldım. 

Sonra zile bastım. Zilin sesi iki tonluydu. Zil çaldı ve Debra kapıyı açmaya gitti. Gömleksiz bir başka homoseksüeldi gelen. Ağzında dışarı sarkmış kocaman dili olan bir kurt maskesi takmıştı. Sinirli ve üzgün görünüyordu…

Sf: 232

Debra bardaklarımızı tekrar doldurdu. Onu inceliyordum, gençti, ama sanki 1930’lu yıllarda yaşıyormuş gibiydi. Dizisiyle ayak bileğinin arasına kadar uzanan siyah bir etek, ayağında ise yüksek topuklu gene siyah bir ayakkabı, balıkçı yaka bir bluz, bir kolye, küpeler, bilezikler, boyalı dudaklar, bol miktarda ruj ve parfüm. Yapılıydı, göğüsleri ve kalçaları güzeldi. Yürürken kıpır kıpırdı her tarafı. Üst üste sigara yakıyordu, her tarafında ruj lekesi vardı. Elimizi yüzümüzü boyadığımız çocukluğuma gitmiştim bir an. Külotlu çorap bile giymemişti, arada bir uzun çoraplarını çekiştirip dururken bacakları ve dizleri de yeterince açığa çıkıyordu. Babalarımızın hoşlandığı türden bir kızdı.

Doktorlar ve avukatlar toplumun en çok kazanan ve en şımarık kesimidir. Sonra da köşedeki araba tamircisi gelir. Onu da dişçi izler.

Sf: 234

Sonunda lisedeyken arkadaşlarımın sahip olduğu her şeye sahiptim, son model arabaları olan iyi giyimli, yakışıklı, zengin çocukları ve hırpani kılıklı, hurda bisiklete binen ben.

Hiçbir zaman giyime meraklı biri olmamıştım. Gömleklerimin hepsi küçülmüş, solmuş, en az 5-6 senelik eski püskü şeylerdi. Pantolonlarım da farklı sayılmazdı. Oldum bittim giyim mağazalarına girmekten nefret etmişimdir, memurların kibrinden, ukala tavırlarından, bende olmayan kendilerine aşırı güvenlerinden, kısacası her şeylerinden nefret ederdim. Ayakkabılarım da hep eski püsküydü, çünkü ayakkabı mağazalarından da hoşlanmazdım. Giydiklerim tümüyle ıskartaya çıkmadan kendime yeni bir şey almazdım, arabalar için de durum aynıydı. Tutumlu olduğumdan değil, dayanamadığım sadece, yakışıklı, umursamaz, kendini beğenmiş bir tezgahtar karşısında müşteri konumunda olmaktı. Ayrıca zaman kaybıydı hepsi, keyfime göre uzanıp içmek varken, bunlarla uğraşamazdım.

Sf: 235

Üstümde sadece şortla yatak odasına girdim. Şortumun üstüne sarkan akça pakça göbeğimin farkındaydım. Ama eritmek için de hiçbir çaba gösterdiğim söylenemezdi. Yatağın kenarında durdum, şortumu çıkardım. Biraz daha içki çekti canım nedense. yatağa girdim, yorganın altına, sonra Debra’ya döndüm. Birbirimize sarıldık. Ağzı açıktı. Öptüm onu, ıslak bir vajina gibiydi ağzı. Hazırdı, hissettim. Ön oyunlara falan gerek yoktu. Öpüştük. Dil ağzımın bir içinde bir dışında gezinip duruyordu. Dilini hafifçe dişlerimin arasına alıp kıstırdım. Sonra üzerine çıkıp içine girdim.

Ben onu düzerken başını bir yana çevirme huyu vardı galiba onda. Beni heyecanlandırdı bu. Her vuruşumda başını yastığa atıyordu. Vuruşlarım sırasında arada başını kendime çevirip gül kırmızısı dudaklarından öpüyordum. Sonunda muradıma ermiştim artık. 1937’de Los Angeles’ın arka sokaklarında gezinirken arzuyla baktığım bütün kadınları ve kızları düzüyordum işte. Buhranlı bir yıldı o yıl, bir avrat iki papeldi, kimsede ne metelik (ne umut) vardı. Uzun bir süre beklemek zorunda kalmıştım bu yüzden. Epeyce uğraştım, pompaladım. Kızgın, kızıl, gereksiz bir düzüşmeydi bu. Debra’nın başını bir kez daha ellerimin arasına aldım ve rujlu dudaklarına son bir kere daha uzanıp içine, diyaframına boşaldım…

Sf: 236

Gidip banyo musluğunu açtım. Duş almayı sevdiğim tek yer motellerdir…

Sf: 237

Benim işim bitince Debra’da duş aldı. Kendime bir bardak şarap doldurdum ve sandalyeye oturup dışarıyı seyretmeye başladım. Sonra birden eski karıma, çocuğumun nafakasını postalamayı unuttuğum aklıma geldi. Neyse, pazartesi postalardım…

Sf: 238

Caddenin sol tarafında trafik tıkanacaktı, insanlar sabırla trafiğin açılmasını bekliyorlardı arabalarında. Çoğunda bir kadın ve erkek vardı, konuşmadan gözlerini ileriye dikip bakan. Sonunda, herkes bekliyordu işte. Bekle Allah bekle, her yerde, hastanede, doktorun muayenehanesinde, kodeste, tımarhanede, muslukçuyu, Papa’nın ölümünü… Önce kırmızı yandı, sonra yeşil. Dünyadaki vatandaşlar yiyor, Tv izliyor, trafikte beklerken işlerini merak ediyor, neden başkalarının sahip olduğu fırsatlara sahip olmadıklarını düşünüyorlardı.

Antikacıda ki Debra ve Tessie’yi düşünmeye başladım. Aslında Debra’dan hoşlanmıyordum, ama yaşamına giriyordum gene de. Kendimi röntgenci biri gibi hissediyordum. Arabada biramı içiyordum. Son kutuyu yuvarlarken bizimkiler dükkandan çıktılar.

Aldıklarımın ücretini öderken, kısa kırmızı eteği ve naylon çorabıyla şu kancık Tessie’yi düşündüm. Bahse girerim en az bir düzine iyi herifin canına okumuştur bu karı, hiç düşünmeden. Bence onun sorunu düşünmemekti. Sevmezdi düşünmeyi. Bu da iyiydi, çünkü düşünmenin ne yasası vardı ne de kuralı. Ama 50’sine geldiğinde düşünmeye başlayacaktı! O zaman başında örtüsü, pudralı yüzü ile mutsuz bir halde üstü peynir, patates cipsi, domuz pirzolası, kırmızı soğan ve litrelik Jim Beam dolu el arabasıyla bir süpermarkette millete çarpa çarpa kasaya doğru kendisine yol açmaya çalışan huysuz bir kokana olduğu zaman düşünmeye başlayacaktı.

Sf: 239

Kanepenin arkasından yürüyüp yanına gittim ve çenesinden tutup kafasını yukarı kaldırdım. Dudaklarından öptüm. Büyük bir kafası vardı. Gözlerinin altında pembe makyaj lekeleri vardı. Bayat kayısı suyu gibi kokuyordu. İnce gümüş zincirler takmıştı kulağına, uçlarında minik toplar vardı. Öpüşürken, bluzuna uzandım, bir göğsünü buldum, avuçladım, okşamaya başladım. Sütyensizdi. Sonra doğruldum, elimi göğsünden çektim. Kanepenin öbür tarafına geçip yanına oturdum. İki içki doldurdum.

”Senin gibi çirkin, yaşlı bir or*spu çocuğu için takımlarından oldukça iri.”

”Debra dönünceye kadar ayaküstü iş bitirmeye ne dersin?”

Sf: 240

”Bence sen sadece kadınları düzdüğünü yazmak için düzüyorsun onları.”

Baştan çıkmış, basit yüzünü inceledim, bu da beni gerçekten heyecanlandırdı…

Yastığı da palazladım.

Sf: 242

At yarışlarında 200 dolar kaybettim ve işte elime bir şey geçmedi. Sen masa almışsın işte, hiç olmazsa, bu yüzden gayet iyi.

Sf: 243

Telefonu alıp yatağın ortasına dizüstü oturdu. Kalçaları arkadan nefis görünüyordu. Debra güldü ve Tessie’ye hoşça kal deyip telefonu kapattı.

Debra uzanıp televizyonu kapattı. Keyfi yerinde görünüyordu…

Sf: 244

”Pekala, oraya nasıl geleceğimi tarif et bakalım.”

”Peki, kağıt kalemini al eline.”

Adresini yazdıktan sonra, ”3.30’da görüşmek üzere,” deyip kapadım.

2.30 gibi arabama atlayıp yola koyuldum. Çevreyolunda sürerken yol karıştı, ya da benim kafam karıştı. Aslında çevreyollarından olsun tariflerden olsun oldum bittim nefret etmişimdir. Geri döndüm ve bir de baktım ki Lakewood’dayım. Arabayı bir benzin istasyonuna çektim ve inip Sara’ya telefon ettim. Sonra lokantanın adını söyledi.” Drop on Inn.”

”Allah kahretsin,” dedim…

Sf: 245

”Ne oldu? Niye sinirlisin?”

”Lakewood’dayım şu an! Tarifin berbat!”

”Lakewood’da mısın? Bekle.”

”Ben geri dönüyorum. Bir şeyler içmem lazım.”

”Bekle. Seni görmek istiyorum! Söyle Lakewood’da hangi caddedesin, en yakın cadde neresi oraya?”

Telefonu açık bıraktım ve gidip nerede olduğumu belirledikten sonra Sara’ya yerimi tarif ettim. Adresini tekrar tarif etti. 

”Kolay bulursun,” dedi. ” Şimdi söz ver, geliyorsun değil mi?”

”Pekala.”

”Bulamazsan beni tekrar ara.”

”Bağışla, görüyorsun ki yön duygum çok zayıf. Kaybolurum diye afakanlar basmıştır hep. Ben başka bir gezegenden geldim galiba.”

Sf: 246

Bir kitaplık vardı. Benim de 3 ya da 4 kitabım vardı içinde. Lorca’nın bir kitabını alıp yere oturdum ve okuyormuş gibi yaptım. Böylelikle o şortlu oğlanları görmek zorunda kalmayacaktım. Hiç sıkıntı çekmemiş tiplerdi, hiçbir şey de umurlarında değildi sanki. İyi bakımlı, yaşamları güvence altında, ekmek elden su gölden, doygun gençlerdi. Hiçbirinin ömründe cezaevi görmemiş, elini sıcaktan soğuğa değdirmemiş, hatta bilet kuyruğunda bile beklememiş olduğuna kalıbımı basardım. Hepsi de süt çocuğu, hanım evladı tiplerdi…

Sf: 247

Sonra Pat girdi içeri. Pat siyah sakallı ve uzun saçlıydı. O da ayak ucuma, yere çöktü. 

“Ben şairim,” dedi. 

Şaraptan bir yudum aldım. 

“Nasıl yayımlatıyorsun yazdıklarını?” diye sordu bana. 

“Basit, onları yayıncılara verirsin.” 

“Ama kimse tanımıyor ki beni.” 

“Başlangıçta kimse tanımaz.” 

“Haftada 3 gece sahnede okuyorum şiirlerimi. Oyuncu olduğum için fena gitmiyor. Şiirlerimi yeteri kadar okursam birileri yayımlamak isteyebilir diye düşünüyorum.” 

“Olmayacak bir şey degil.” 

“Sorun şu, yazdıklarımı sahnede okuduğumda kimse dinlemeye gelmiyor.” 

“Vallahi ne diyeyim bilemiyorum.” 

“Kitabımı kendim bastıracağım.” 

“Whitman da öyle yaptı.” 

“Şiirlerinden biraz okur musun?” 

“Bırak, allah aşkına.” 

“Neden?” 

“Sadece içmek istiyor canım.” 

“Kitaplarında hep içkiden söz ediyorsun. İçmenin iyi yazmana etkisi oluyor mu?” 

“Yo, sadece öğlene kadar yatakta kalayım diye yazar olan alkolik bir adamım ben.”…

Sf: 249

Bir gitar sesi duyuldu. Sonra yüksek sesle söylenen bir şarkı. 

“Ron bu” dedi Sara. 

Herif sadece böğürüyordu, sanki domuzlara sesleniyordu. Hakkında yorum yapılamayacak kadar kötüydü. 

Barry kapıyı çarpıp çıktı. Gelecekte olacakları tahmin ediyordum. Zaten inzivaya çekilmiştim, bu yüzden kalabalığa dayanamazdım. Kıskançlıkla ilgisi yoktu bunun, sadece insanları, kalabalığı sevmiyordum hiçbir yerde, okuduğum zamanlar hariç tabii. Onlar benden bir şeyler alıp götürüyor, kanımı kurutuyorlardı sanki…

Sf: 250

Sara’nın en sevdiğim yönü yazdıklarımla ilgili çok az şey söylemesiydi. Son şişeyi de yuvarladıktan sonra Sara’ya çok sarhoş olduğumu, bu yüzden de arabayla eve gidemeyeceğimi söyledim. 

“Oo, önemli değil. Benimle aynı yatakta uyuyabilirsin. Ama seks yok.” 

“Neden?” 

“Evlenmeden biriyle sevişmek doğru olmaz.” 

“Doğru değil mi, neden?” 

“Drayer Baba doğru bulmaz bunu.” 

“Bazen Tanrı da yanılabilir.” 

“Yo, asla.” 

“Pekala, uyuyalım.” 

 Sf: 250

Karanlıkta öpüştük. Benim öpüşüm hoyratçaydı, oysa Sara birlikte olduğum kadınlar arasında en iyi öpüşenlerden biriydi. Ona belki biraz Lydia yaklaşabilirdi. Gene de ikisi apayrı tiplerdi, ikisinin de öpüşleri kendine özgüydü. Lydia belki de şimdi or*spu çocuğunun tekiyle öpüşüyordur, hatta herifin takımlarını öpmekle meşguldür. Katherine de Austin’de uyuyordur. 

Sara kamışımı eline aldı, okşayıp ovuşturdu. Sonra kendininkine doğru bastırdı, aşağı yukarı hareket ettiriyordu. Tanrısına, Drayer Baba’ya itaat ediyordu. Yarığıyla oynamadım, çünkü bu Drayer Baba’yı gücendirebilirdi. Sadece öpüştük, ama o kamışımı yarığına, hatta belki de klitorisine sürtmeye devam ediyordu. Benimkini içine almasını bekledim. Ama o sadece sürtüp duruyordu. Kılları benimkini yakmaya başladı. Kendimi geri çektim. 

“İyi geceler bebeğim,” dedim. Sonra ona sırtımı dönüp tortop oldum. Drayer Baba, çok koyu bir müridin var bu yatakta, diye düşündüm kendi kendime…

Sf: 251

Küvete girip içine uzandım. Harikaydı. Sonra ayağa kalkıp örselenmiş zavallı kamışıma baktım. Zaman kötü, ihtiyar çocuk, ama gene de hiç yoktan iyidir, değil mi? Tekrar sırt üstü küvete yatıp uzandım. O an telefon çaldı. Biraz sonra Sara kapıyı vurdu. 

“Girsene.” 

“Hank, Debra telefonda.” 

“Debra mı? Nereden biliyormuş burada olduğumu?” 

“Her yeri aramış. Daha sonra aramasını söyleyeyim mi?” 

“Yo, yo, söyle beklesin.” 

Büyük bir havlu bulup belime sardım. Diğer odaya girdim. Sara, Debra’yla konuşuyordu telefonda. 

“Hah, geldi işte…” 

Sara telefonu bana verdi. “Merhaba Debra.” 

“Hank, nerelerdesin?”

“Nerede olacağım, tabii ki banyo küvetinde.”

“Banyo küvetinde mi?” 

“Evet.” 

“Ne giydin üstüne, peki?” 

“Havlu sardım belime.” 

“Beline havlu sarılı, nasıl telefona gelebiliyorsun?” 

“Geliyorum işte.” 

“Bir şey oldu mu?” 

“Hayır.” 

“Neden?”…

Sf: 252

“Ne neden?” 

“Yani, niye onu düzmedin?” 

“Bana bak, sırf bu iş için mi etrafta dolaştığımı sanıyorsun? Bütün işim, gücüm bu mu yani?” 

“Bir şey olmadı mı yani aranızda?”

“Evet.”

“Ne?” 

“Evet, hiçbir şey.” 

“Oradan ayrıldıktan sonra nereye gideceksin?” 

“Evime.” 

“Buraya gelsene.” 

“Senin işlerden ne haber?” 

“Neredeyse yakayı ele veriyorduk. Tessie halledecek işi.” 

“İyi bari.” 

Kapadım telefonu. 

“Ne yapmayı düşünüyorsun?” dedi Sara. 

“Debra’ya gideceğim. 45 dakikaya kadar onda olacağımı söyledim.” 

“Gitmeden birlikte bir öğle yemeği yeriz diye düşünmüştüm. Bir Meksika lokantası biliyorum.” 

“Debra merak eder. Nasıl burada oyalanıp çene çalabiliriz?” 

“Seninle öğle yemeğine çıkmayı kafaya koydum bir kere.” 

“Allah kahretsin, sen kaçta açıyorsun.” 

“11’de. Saat daha 10.” 

“Pekala, gidelim o zaman.” 

Hermosa Beach denilen salaş bir hippi bölgesinde bir Meksika lokantasına gittik. Kaygısız, kişiliksiz tipler. Sahilde ölü hareketsizliği. Köşene çekil, derin bir nefes al, sandaletlerini giyip güzel bir dünyada yaşıyormuş gibi davran. 

Siparişlerimizi beklerken Sara uzanıp parmağını sıcak sos kasesine daldırıp parmağını yaladı. Tekrar daldırdı parmağını. Başını kasenin üstüne eğdi. Saçı yüzüme geliyordu. Parmağını kasenin içine daldırıp yaladı. 

“Bak,” dedim ona, “başkaları da kullanacak o sosu. Hasta ediyorsun adamı. Yapma artık.”

“Bir şey olmaz, yeniden doldururlar.” 

Sf: 253

Kaseyi her seferinde yeniden doldurmalarını bekledim. Sonra yemeklerimiz geldi ve Sara eğilip aç kurtlar gibi daldı yemeğe, tıpkı Lydia’nın yaptığı gibi. Yemek faslından sonra dışarı çıkıp ayrı ayrı arabalarımıza bindik, o kendi lokantasına bense Playa del Rey’e yollandım. Yolu ayrıntılarıyla tarif etmişti bana. Karışıktı biraz ama, bu sefer problem çıkmadı. (Günlük yaşamımda stres ve delilik olmadığı zamanlar, bağlandığım bir şey kalmamış gibi hayal kırıklığına uğruyordum adeta.)

Debra’nın evinin önüne park ettim. Kepenklerin arkasında bir kımıltı oldu. Debra beni gözlüyordu. Vosvos’tan inip arabanın kapısını dikkatlice kilitledim, arabanın sigortası bitmişti. 

Kapıya yürüyüp Debra’nın bing-bong diye çalan ziline bastım. Kapıyı açtı, beni görünce sevindi. Bütün bunlar iyiydi güzeldi ama bir yazarı bir şeyler üretmekten de alıkoyan da bunlardı. 

Haftanın geri kalan kısmında pek fazla bir şey yapmadım. Oaktree karşılaması gelip çatmıştı. Yarışlara iki üç kez gittim, ne kar, ne ziyan, durumu idare ettik. Bir seks dergisine açık sıcak bir öykü ve 10-12 tane şiir yazdım, mastürbasyon yaptım, Sara ve Debra’ya her gece telefon ettim. Bir gece de Cassie’yi aradım. Herifin biri çıktı. Elveda Cassie. 

Ayrılıkları düşündüm, ne kadar zordu, ama genelde birinden ayrıldıktan sonra bir diğerini buluyordum. Ben, kendi hesabıma, kadınları iyi tanıyıp anlamak için onları tadıyordum. Kendim de erkek olduğum için erkeklerin ne olduğunu kafamda tasarlayabiliyordum. İyi kadınlar; onları tanımadan önce anlamak, üzerinde düşünmek, tasarlayabilmek kolay mıydı? Bu yüzden onları elimden geldiği kadar keşfetmeye çalıştım ve bunu yaparken içlerinde insanı buldum. Yazılan şeyler unutulup giderdi. Yazı ancak olay olup bittikten sonra önem kazanır, yazı sadece geriye kalandır. Bir adamın hissettiklerini gerçekleştirebilmesi için ille de bir kadına sahip olması gerekmez, yine de birkaçını tanısa hiç fena olmaz. Sonra, ilişkileri kötüye gittiğinde bu adam gerçekten yalnız kalmanın ve kafayı yemenin ne olduğunu anlayacak ve yolun sonuna geldiğinde neyle yüzleşmesi gerektiğini öğrenecektir.

Pek çok şey beni duygulandırır: yatağın altında unutulmuş bir kadın ayakkabısı, şifonyerin üstüne bırakılan bir saç tokası; bir kadının “Ben işeyeceğim…” deme tarzı; saç kurdeleleri; öğleden sonra 1.30’da çıkılan yürüyüşler, birlikte yürüyen iki insan, sigara, içki ve sohbetle geçen uzun geceler, tartışmalar, intihar düşüncesi, birlikte yiyip güzel şeyler hissetmek, şakalar, olmadık yerde katılırcasına gülmeler, durup dururken mucizevi esintiler yakalamak, park edilmiş bir arabada birlikte olmak, sabahın 3’ünde geçmiş aşkları düşünmek, kendisi de horladığı halde birinin sana horladığını söylemesi, anneler, kızlar, oğullar, kediler, köpekler, kimi zaman ölüm, kimi zaman boşanma, ama gene de yaşamın ve ilişkilerin sürüp gitmesi, bir kafede yalnız başına oturup gazete okumak ve seni terk edip zekâ seviyesi 95 olan bir dişçiyle evlenmesinden duyduğun mide bulantısı, yarış kulvarları, parklar, parkta piknikler, hatta hapishaneler, sıkıcı, aptal arkadaşlarınız, senin kafa çekişin, onun dans edişi, senin flörtçülüğün, onun flörtçülüğü, onun hapları, senin onu boynuzlaman, onun da aynısını yapması, yatakta beraber uyumak… 

Yargıda bulunacak bir durum olmasa da zorunlu olarak bir seçimde bulunmak gerekiyordu. Teorik olarak bir şey iyi ya da kötü olabilir, ama yaşamınızı sürdürmek için seçim yapmak durumundasınızdır, kimileri göreceli olarak daha sevecen, kimileri ise sadece daha fazla ilgi duyar sana, hatta bazan içi boş, dışı albenili tipler de gerekebilir, sadece b*ktan zevkler için, tıpkı beş para etmez b*ktan filmler gibi. Sevecen olanlar gerçekten de daha iyi sevişiyordu ve birlikteyken de güzel buluyordum onları, çünkü gerçekten öyleydiler. Sara’yı düşünüyordum da, onda bir başkalık vardı. Ah bir de şu lanet olası DUR işaretini elinden bırakmayan Drayer Baba olmasaydı. 

Sf: 255

Derken, Sara’nın yaş günü gelip çattı. 11 Kasım Gaziler günü. İlk kez buluşmuştuk. Bir keresinde onda bir keresinde bende. Buluşmalarımızda keyif ve beklenti yüksek dozdaydı. Sara biraz tuhaf bir tip olsa da yaratıcı ve kişilikli biriydi. Mutluluğu yakalamıştık, yatak hariç… İkimiz de yanıp tutuşuyorduk… Ama Drayer Baba izin vermiyordu ki. Tanrıya karşı savaşı kaybediyordum. 

“Sevişmek o kadar önemli değil,” demişti bana Sara. 

Hollywood Bulvarı’nda Fountain Avenue’da Bassie Teyze’nin Yerli adlı egzotik bir yere yemeğe gittim. Çalışanlar son derece gıcık tiplerdi, kafası çalışan ama burnu havada 

zenci-beyaz gençler. Ortalıkta havalı havalı dolaşarak müşterileri paylayıp küçümsüyorlardı. Kadınlar ise son derece ağır hareketler eden ruh gibi tiplerdi. Üstlerinden düşen aşırı bol bluzlar giyiyorlar, sanki bir şeyden utanıyormuş gibi uykulu bakışlarla kafalarını asıyorlardı. Müşterilerse kendilerine yapılan hakaretlere posta koymaya gerek duymayıp tam tersi buraya daha çok gelen bir avuç moruktu. Garsonlar allahtan ki bana bulaşmadılar yoksa günlerini görürlerdi… 

Doğum günü için Sara’ya kovanlarından boşanan sürülerce arının beyninden damıtılmış bir kutu arı sütü hediye ettim. Bir sepetin içine bir parçayla birlikte iki pilav çubuğu, deniz tuzu, gerçek iki nar ve iki elma, biraz da ay çekirdeği koydum. Arı sütü sepetteki en önemli parçaydı, epey de tuzluya patlamıştı. Sara ondan epeyce bahsetmiş, çok istediğini belirtmişti. Ama alacak parası yoktu. 

Arabamla Sara’ya gittim. Yanımda birkaç şişe de şarabım vardı. Traş olurken birini halletmiştim bile. Kırk yılda bir…

Sf: 256

Onda kesinlikle bakir bir yön vardı. Gene de birçok yoldan kendini tatmin ettiğini tahmin edebiliyordum, ayrıca da yarığına acemice sürttüğü ilk penisin benimki olduğunu da hiç sanmıyorum. 

Oldum bittim müzik setlerinden nefret etmişimdir. Yoksul mahallelerde oturuyorsanız sürekli diğer insanların çıkardıkları gürültüleri, sevişmeleri dahil, duymak zorundasınızdır, ama hepsinden çekilmezi sonuna kadar açtıkları müziği kusuncaya kadar saatlerce dinlemek zorunda kalmanızdır. Üstelik de pencerelerini de sonuna kadar açarlar, sanki kendi sevdikleri müziği sizin de sevmeniz gerekiyormuş gibi. 

Sf: 257

Sara Judy Garland çalıyordu. Judy Garland’ı severdim, bir an özellikle de New York Met’deki haliyle. Ama aniden sesinin son perdesiyle duygusal b*ktan şarkısıyla kulak tırmalamaya başladı. 

“Allah aşkına Sara, sesini kısar mısın şunun!” 

Kıstı, ama çok değil. Bir şişe şarap açtı ve masada karşı karşıya oturduk. Acayip huzursuz olmuştum. 

Sara sepete uzanıp içindeki arı sütünü buldu. Heyecanlanmıştı. Kapağını kaldırıp balın tadına baktı. “Ne kadar da keskin bir şey” dedi. “Balın özü bu… Almaz mısın biraz?” 

“Hayır, teşekkürler.” 

“Akşam yemeğini hazırlıyorum.” 

“İyi. Ama seni dışarı çıkarmak istiyorum, bu akşam.” 

“Ama yemeği koydum ateşe.” 

“İyi, öyleyse.” 

“Yalnız biraz tereyağı lazım. Gidip biraz alayım dışardan. Ayrıca, yarın için de salatalık ve domatese ihtiyacım olacak.” 

“Ben alırım, senin doğum günün.”

“Arı sütünden tatmak istemediğinden emin misin?”

“Hayır, teşekkürler.” 

“Bu kavanozu doldurmak için kaç tane arının çalıştığını tahmin edemezsin.” 

“Mutlu yıllar. Tereyağı ve öbür ıvır zıvırları almaya gideyim ben.” 

Bir şarap daha aldım, Vosvos’a atlayıp küçük bir markete gittim. Tereyağı aldım, ancak domates ve salatalıklar pek iyi görünmüyordu, buruşup bozulmuşlardı. Tereyağının parasını ödeyip daha büyük bir market bulmak için çıktım. Marketi bulup, aradıklarımı aldıktan sonra gerisin geri eve döndüm. Evine giden yolun başına geldiğimde yine o ses. Sara müzik setinin sesini gene sonuna kadar açmıştı. Eve doğru yürürken nabzım atmaya, sinirlerim gerilmeye başlamıştı. Elimde sadece tereyağı paketiyle eve girdim; sinirden domatesleri ve salatalıkları arabada unutmuştum. Ne çaldığını bilmiyorum; gürültü öylesine fazlaydı ki sesleri birbirinden ayırt edemiyordum. 

Sf: 258

Sara mutfaktan çıktı. “ALLAH CEZANI VERSİN!” diye bağırdım. 

“Ne oldu?” dedi, Sara.

“DUYAMIYORUM!” 

“Neyi?” 

“ŞU LANET OLASI MÜZİK SETİNİ SONUNA KADAR AÇMIŞSIN! ANLAMIYOR MUSUN?” 

“Neyi?”

“GİDİYORUM!”

“Hayır.” 

Dönüp arkamdan kapıyı hızla çarparak dışarı çıktım. Vosvos’a bindiğimde domates ve salatalıkları arabada unutmuş olduğumu fark ettim. Onları alıp eve görürdüm. Sara’yla karşılaştık. Çantayı sertçe ona doğru uzattım. “Al işte.” 

Sonra arkamı dönüp uzaklaştım. “Seni adi or*spu çocuğu!” diye bağırdı arkamdan. 

Çantayı da arkamdan fırlattı. Tam sırtımın ortasına geldi. Sonra dönüp evine koştu. Ay ışığında, yere saçılmış domateslere, salatalıklara baka kaldım. Bir an onları yerden toplamayı düşündüm, sonra vazgeçip uzaklaştım ve 10-12 şiirimi kaybettiğim bir kaset vardı. Diş fırçam ve macunum da içindeydi. Şiir okuyarak para kazanmak için bir yerlere gitmek zorunda kalmak bana gülünç geliyordu. Bundan hoşlanmıyordum ve bu kadar aptalca bir işi bir türlü içime sindiremiyordum. 50’sine kadar katır gibi çalış boşu boşuna, ondan sonra da elinde içkin, at sineği gibi oradan oraya dolaş dur, olacak şey mi? 

Sf: 259

Fazla konuşamadığımız için yolculuk iyi geçti. Şiir okuma ücretini bir şahıs karşılıyordu. Bunu üniversitenin ödeme yaptığı okumalara tercih ederdim. Üniversiteler korkarlardı, ama öte yandan da iyi birinden de yararlanmaya çok meraklıydılar…

Sf: 260

İşin can sıkıcı kısmına geliyorduk, artık. 

“Sana şehri gezdirebilirim,” dedi, McIntosh. 

“Sağol, ben dolaşabilirim.” 

“Akşam yemeğini nerede yiyelim? Evde mi?” 

“Bir sandviç yeter. O kadar aç değilim.” 

Dışarı çıkarsak, yemekten sonra adamı ekebilirim diye düşünüyordum. Kötü biri olduğundan değil, sadece insanların çoğu bana tat vermez. 

3-4 blok ötede bir yer bulduk. Vancouver çok temiz bir şehirdi, insanların da yorgun kent insanlarının hali yoktu. Restoranı da sevdim, fiyatlar hariç, Los Angeles’ta benim oturduğum yere göre % 40 daha pahalıydı. Bir biftekli sandviç yedim, bir de bira içtim. 

A.B.D. dışına çıkmak rahatlatmıştı beni. Belirgin bir fark vardı. Kadınlar daha iyi görünüyorlardı, her şey daha sakin ve daha az sahteydi. Sandvicimi bitirdikten sonra McIntosh beni arabayla otele bıraktı. Ondan arabada ayrılarak doğru asansöre binip, odama çıktım. Bir duş aldım, üstüme bir şey giymedim. Pencere önünde dikilip aşağıdaki nehre baktım. Yarın akşam her şey bitecekti, paramı alacak ve öğle üzeri uçakla geri dönecektim. Ne kötü. 3-4 şişe bira daha içip, yattım uyudum. 

“Sen uzun zamandır buraya gelen ilk erkek şairsin,” dedi Silvers. 

“Ne demek istiyorsun?” 

“Buraya hep karı kılıklı, erkek bozuntusu tipler geldi. Senin buraya gelişin iyi bir değişiklik.” 

“Teşekkürler.”

Sf: 262

Sabahleyin dişlerimi fırçaladım, yüzüme soğuk su çarptım ve tekrar yatağa döndüm. Yarığıyla oynamaya başladım. Sulamaya başladı, ben de üstüne çıktım. Bütün o vücudu, o güzel ve genç vücudu düşünerek içine girdim. Kendisine tüm verebileceğimi aldı benden, güzeldi, çok güzeldi. Sonra banyoya gitti…

Sf: 264

Sapığın kafası manyak bir doktor tarafından çiftlikte çalışan çocuğun vücuduna naklediliyordu ve doktorun elinden kaçıp kurtulan iki başlı bu çocuk kırda başıboş dolaşıp korkunç şeyler yapıyordu. Film bana oldukça iyi geldi, ibret vericiydi. 

Bir şişe şarap ve iki başlı çocuktan sonra Debra’ya yanaştım, biraz değişik bir sevişmeyi denemede şansım yaver gitti. Çok hızlı tempoda beklenmedik numaralar icat ettim. 

Sabahleyin Debra evde kalıp kendisini iş dönüşüne kadar beklememi istedi. Nefis bir akşam yemeği hazırlayacağına söz verdi. “Pekala,” dedim. 

Debra gidince uyumaya çalıştım ama başaramadım. Şükran Günü’nü düşünüyordum. Sara’ya o gün gelemeyeceğimi nasıl söyleyecektim. Canımı sıkıyordu bu konu. Kalkıp dolaşmaya başladım. Banyo yaptım. Hiçbir işe yaramadı. Belki de İris fikrini değiştirirdi, kimbilir belki uçağı kaza yapardı. Sonunda Şükran Günü sabah Debra’ya telefon edip geleceğimi söyleyebilirdim. Dolaştıkça kendimi kötü hissediyordum. Bu, belki de eve gitmek yerine orada kalmamdandı. Bir acıyı uzatmak gibi bir şeydi. Ne b*ktan bir adamdım ben? Gerçek olmayan, muzır oyunlar oynuyordum. Amacım neydi? Neyin peşindeydim? Kendi kendime bunun sadece bir arayış, yalnızca kadınlar üzerinde bir inceleme olduğunu söylemeyi daha ne kadar sürdürebilecektim? Üzerinde düşünmeden olayları kendi gidişatına bırakıyordum. Kendi bencil ve bayağı zevkimden başka bir şey düşündüğüm yoktu. Şımarık bir lise öğrencisinden farksızdım. Bir or*spudan daha kötüydüm, or*spu, insanın sadece parasını alır, başka bir şeyini değil. Bense başkalarının yaşamları ve ruhlarıyla oyuncağım gibi oynayıp duruyordum. Kendimi nasıl adam sayabilirdim? Nasıl şiir yazabiliyordum? Neyin nesiydim? İkinci sınıf bir De Sade’dim, onun zekası yoktu bende. Bir katil bile benden daha dürüst ve açık sözlü olabilirdi, bir ırz düşmanı bile. Ruhumla alay edilmesine, oynanmasına izin vermezdim, bunu gayet iyi biliyordum. Gerçekten de iyi birisi değildim. Halı üzerinde bir aşağı bir yukarı yürürken bunu hissedebiliyordum. Yo hayır, iyi biri değildim. Daha da beteri, kendimi olmadığım biri -iyi birisi- gibi lanse etmemdi. Sırf bana güvenlerinden dolayı başkalarının yaşamlarına görebiliyordum. Böylelikle bayağı zevkimi en kolay yoldan giderebiliyordum. Sırtlanın Aşk Hikayesi’ni yazıyordum.

Sf: 265

Odanın ortasında, kafamdaki düşüncelerle, ne yapacağını bilmez bir halde dikilip durdum. Bir an baktım, yatağın kenarında oturmuş ağlıyorum. Göz yaşlarıma parmağımla dokundum. Beynimde sanki bir girdap dönüyordu, ama gene de aklım yerindeydi. Bana neler oluyordu anlamıyordum.

Telefonu alıp Sara’yı aradım.

“Meşgul müsün?” diye sordum.

“Yo, yeni açtım dükkanı. İyi misin? Sesin tuhaf geliyor.”

“İyice battım.”

“Ne demek o?”

“Şey. Debra’ya Şükran Günü’nü birlikte kutlayacağımızı söyledim. Beni bekliyor. Ama değişen bir durum oldu.”

“Ne oldu?”

“Kanada’da bir dansözle tanıştım.”

“Tanıştın? Aşık mısın yani?”

“Yo, aşık değilim.”

“Bir dakika, bir müşteri geldi. Biraz bekleyebilir misin?”

“Pekala…”

Telefon kulağımda oraya oturup bekledim. Hala çıplaktım. Penisime baktım: Seni rezil or*spu çocuğu. Açgözlülüğünle ne kalp kırıklıklarına, bozgunlara sebep oldun, biliyor musun?

Telefon kulağımda 5 dakika kadar oturup bekledim. Şehirlerarası konuşuyorduk. Durup dururken Debra’nın telefon faturası kabaracaktı.

“Geldim,” dedi Sara. ” Devam et.”

“Şey, ben Vancouver’dayken dansöze, bir ara isterse Los Angeles’a gelip beni görebileceğini söyledim.”

“Eee?”

“Şey, Şükran Günü için Debra’ya gideceğimi söyledim sana…”

“Bana da söz verdin…” dedi, Sara.

“Öyle mi?”

“Çok içkiliydin. Sıradan bir Amerikalı gibi tatillerini yalnız başına geçirmeyi sevmediğini söylemiştin. Beni öpüp Şükran Günü’nü birlikte geçirmemizi teklif ettin.”

“Afedersin, hatırlamıyorum… “

“Sorun değil. Bekle… Bir müşteri daha geliyor.”

Telefonu yere koydum ve dışarı çıkıp kendime bir içki doldurdum. Yatak odasına geri dönerken aynada sarkan göbeğimi gördüm. Çirkin ve iğrenç görünüyordu. Kadınlar nasıl katlanıyordu bu görünüşüme, hayret! Bir elimle telefonu kulağımda tutuyor, diğer elimle de şarap içiyordum. Sara tekrar telefona döndü.

“Tamam. Devam et.”

“İşte böyle. Dansöz ertesi gün telefon etti. Kız aslında dansöz değil, garsonluk yapıyor. Şükran Günü’nü benimle birlikte geçirmek için buraya geleceğini söyledi. Çok mutluydu.”

“Birine sözün olduğunu söylemeliydin ona.”

“Söyleyemedim.”

“Cesaret edemedin.”

“Iris’in harika bir vücudu var… “

“Yaşamda harika vücutlardan daha başka şeyler de var.”

“Neyse, şimdi Debra’ya telefon edip Şükran Günü’nde onunla olmayacağımı söylemeliyim, ama nasıl yapacağım bunu, bilemiyorum.”

“Nerdesin?”

“Debra’nın yatağında.”

“Debra nerede?”

“İşte.” Hıçkırığımı tutamadım.

“Zır zır ağlayan koca g*tlü bir bebekten farkın yok.”

“Biliyorum. Ama durumu ona açıklamalıyım. Deli ediyor bu durum beni.”

“Eline yüzüne bulaştırdın bu işi. Karıştırdığın haltı düzelt bakalım şimdi.”

“Bana yardımcı olacağını düşünmüştüm. Ne yapmam gerektiğini söyleyeceğini düşünmüştüm.”

“Altındaki bezi ben mi değiştireyim? Senin yerine ben mi telefon edeyim ona?”

“Yo, yo, tamam. O kadar cesaretim var. Kendim telefon ederim. Hemen şimdi. Ona doğruyu söyleyeceğim ve bu b*ktan durumdan kurtulacağım!”

“Güzel. Gelişmelerden haberdar et beni.”

“Çocuktan farkım yok, görüyorsun. Aşkın ne demek olduğunu asla anlayamadım…”

“Tekrar ara beni.”

Sara telefonu kapadı.

Sf: 267

Bir bardak şarap daha doldurdum. Bana neler oluyordu, anlayamıyordum. Ustaca davranışlarımı, dünyeviliğimi ve sert, koruyucu kabuğumu kaybetmiştim. Diğer insanların sorunlarına karşı gösterdiğim şakacı tavrı yitirmiştim. Hepsini geri kazanmak istiyordum. Her şeyin yolunda gitmesini istiyordum. Ancak artık bunların geri gelmeyeceğini, ya da en azından hemen gelemeyeceğini biliyordum. Kendimi suçlu ve korumasız hissetmeye mahkumdum. Kendini suçlu hissetmenin bir tür hastalık olduğunu anlatmaya çalışıyordum kendime. Yaşamında başarılı olmuş insanlar suçluluk duymamış insanlardır. Kolay yalan söyleyebilen, düzenbaz ve kestirmeden giden tiplerdir bunlar. Mesela Cortez. Kimseyi iplemezdi. Vince Lombardi de öyle. Ne düşünürsem düşüneyim kar etmiyordu, gene kendimi kötü hissediyordum. Bu durumdan kurtulmaya çalışıyordum. Hazırdım buna. Günah çıkarma hücresindeydim. Tekrar Katolik olacaktım. Her pisliği yap, ondan sonra da af dile. Şarabı bitirip Debra’nın bürosunu aradım.

Tessie yanıtladı telefonu. ” Merhaba bebeğim! Hank ben! Ne var, ne yok?”

Sf: 268

“Her şey yolunda Hank. Senden ne haber?”

“Her şey yolunda. Dinle. Bana bozuk değilsin, değil mi?”

“Yo, Hank. Sadece biraz kabaydı, hah hah, ama eğlenceliydi. Neyse, bizim sırrımız bu.”

“Teşekkürler. Biliyor musun, ben aslında şey değilim…”

“Biliyorum.”

“Şey, bak. Debra orada mı? Onunla konuşmam lazım.”

“Yo, mahkemede. Kopya işi için gitti.”

“Ne zaman döner?”

“Mahkemeye gittiği zaman genellikle büroya dönmez. Gelirse, bir mesajın var mı?”

“Yo, Tessie, teşekkürler.”

Olan olmuştu. Hatamı telafi dahi edemedim. Günah çıkarmanın kabızlığı. İletişimsizlik. Yukarıdakiler bana düşmandı. Şarabımı tazeledim. Yaptığım pisliği temizlemeye hazırdım, ama olmadı işte, şimdi sonucuna katlanmam gerekiyordu. Kendimi gittikçe daha kötü hissediyordum. Depresyon, intihar düşüncesi, düzensiz beslenmemden kaynaklanıyordu. Oysa, oldukça iyi yiyordum. Günde bir lokma bir hırka idare edip Atlantic Monthly ve Harper’s’a elle öyküler yazıp yolladığım o günleri unutmuyorum. Aklım fikrim midemdeydi. Karnını doyuramazsan, kafan da aç kalır, işlemez. Ama ben bayağı iyi tıkınıyor, en iyi şarapları deviriyordum, zevk için. Buradan çıkan sonuç düşündüğümün büyük bir ihtimalle hakikat olduğuydu. Herkes kendini özel, ayrıcalıklı ve müstesna bulur. Hatta verandasının önünde sardunyayı sulayan acuze kocakarı bile. Kendimi özel sayıyordum, çünkü 50’sinde fabrika işçiliğimden gelip şair olmuştum. İşin b*ktanlığına bak. Bir zamanlar patronlarım, müdürlerim beni nasıl ezdilerse, ben de aynısını şimdi başkalarına yapıyordum. Kıytırık bir şöhrete sahip, sarhoş, kaşarlanmış ve iflah olmaz bir s*kiciydim. 

Analizlerim yanığa merhem olmuyordu. 

Telefon çaldı. Sara’ydı.

“Telefon edecektin, ne oldu, niye etmedin?”…

Sf: 269

“Bulamadım Debra’yı.”

“Bulamadın mı?” 

“Mahkemeye gitmiş.” 

“Ne yapacaksın?” 

“Bekleyeceğim ve anlatacağım ona durumu.”

“Pekala.”

“Kusura bakma, bu saçma sapan işlerimle başını ağrıtmaya hakkım yoktu.” 

“Sorun değil.” 

“Seni tekrar görmek istiyorum.” 

“Ne zaman? Dansözden sonra mı?” 

“Şey, evet.” 

“Sağol ama hayır, teşekkürler.” 

“Seni arayacağım.” 

“Pekala. Bezlerini yıkatıp hazırlayacağım, senin için.” 

Şarabımı yudumlayıp bekledim. Zaman geçiyordu. Saat başlarında saatime bakıyordum: 3, 4, 5’i bulmuştu. Sonunda üstüme bir şeyler giymem gerektiğini hatırladım. Debra’nın arabası evin önüne yanaştığında içkim elimde oturmuş, bekliyordum. Kapıyı açtı. Elinde marketten alınmış ıvır zıvır dolu bir çanta vardı. Çok iyi görünüyordu. 

“Merhaba,” dedi. ” Nasıl bakalım benim eski yaşlı sersemim?” 

Ona doğru yürüyüp kucakladım. Titreyip ağlamaya başladım. 

“Hank, neyin var?” 

Debra elindeki çantayı yere koydu. Akşam yemeğimiz. Tekrar sarılıp kucakladım. Hıçkırıyordum. Göz yaşlarım şarap gibi akıyordu. Durduramıyordum. 

“Hank, ne oluyor?” 

“Şükran Günü seninle birlikte olamam.” 

“Niçin? Neden? Ne oldu?” 

“B*KTAN BİR HERİFİM BEN! Hepsi bu.” 

Kabahatim içimi burkuyor, eziyordu. Tutuk bir haldeydim, çok fena koymuştu bu suçluluk duygusu bana.

Sf: 270

“Bir dansöz Şükran Günü’nü benimle birlikte geçirmek için Kanada’dan buraya geliyor.”

“Bir dansöz mü?”

“Evet.”

“Güzel mi bari.”

“Evet, güzel, üzgünüm, affet…”

Debra beni itti.

“Dur şu malzemeleri kaldırayım.”

Çantayı alıp mutfağa gitti. Buzdolabının kapısı açılıp kapandı.

“Debra,” dedim, ” ben gidiyorum.”

Mutfaktan ses gelmedi. Ön kapıyı açıp çıktım. Vosvos’u çalıştırdım, radyoyu açtım, farları yaktım ve Los Angeles’e yollandım.

Çarşamba gecesi havaalanına Iris’i almaya gitmiştim. Beklerken de oturmuş etraftaki kadınları inceliyordum. Bir ikisi hariç, hiçbirisi Iris’e ulaşamazdı güzellikle. Bende bir terslik vardı; aklım fikrim hep seksteydi. Her baktığım kadınla yattığımı düşünüyordum. Havaalanında beklerken, bundan daha iyi bir vakit geçirme yöntemi bulunamazdı herhalde. Kadınlar: Giysilerinin rengi, konuşma tarzları, bunların yüzündeki acımasızlık ifadesi, ya da saf, neredeyse büyüleyici kadınsı güzellik daima etkilemiştir beni. Bizden üstünlükleri vardır: Her şeyi çok daha iyi planlarlar ve organize ederler. Erkekler bir futbol maçı izler, bira içer, ya da bowling oynarken, kadınlar bizi düşünüyorlar, bizi kabul edip etmeme, atıp atmama, öldürüp öldürmeme, ya da sadece terk edip etmeme konusunda enine boyuna düşünüp kadar veriyorlardır. Sonu pek önemli değil; ne yaparlarsa yapsınlar sonunda biz yalnız kalıp kafayı yiyoruz.

Iris ve kendim için 8 kiloluk bir hindi satın almıştım. Mutfakta lavaboda buzları çözülüyordu. Şükran Günü. Hayatta kaldığımızı ispat ediyordu. Bir yıl daha savaşlar, enflasyon, işsizlik, hava kirliliği ve başkanlarla geçip gidecekti, hayatta kalanların nevrotik bir toplantısıydı: Sövüp sayan sarhoşlar, büyükanneler, kız kardeşler, halalar ya da teyzeler, bağırıp çağıran çocuklar, sözde intiharcılar. Hazımsızlığı da unutmayın. Ben de başkalarından farklı değildim: İşte orada mutfağımda 8 kiloluk, ölü, tüyleri yolunmuş, içi boşaltılmış koca bir hindi yatıyordu. Iris onu benim için pişirecekti.

Sf: 271

Öğleden sonra postadan bir mektup almıştım. Çıkarıp mektubu tekrar okudum. Berkeley’den postalanmıştı:

Sevgili Mr. Chinaski:

Beni tanımıyorsunuz, ama sevimli, hoş bir parçayım. Bugüne kadar hep denizcilerle ve bir de kamyon şoförüyle çıktım ama zevk vermiyor onlar bana. Yani sevişmekten öte bir şey bulamıyorum onlarda. Hepsi de ruhsuz piçler. 22 yaşındayım, 5 yaşında da bir kızım var. Adı Aster. Bir adamla birlikte yaşıyorum ama aramızda seks namına bir şey yok. Adı Rex. Gelip sizinle görüşmek isterdim. Annem Aster’e bakabilir. Bir de fotoğrafımı gönderiyorum. Eğer istiyorsanız bana yazabilirsiniz. Birkaç kitabınızı okudum. Kitapçılarda bulmak zor kitaplarınızı. Kitaplarınız çok rahat ve kolay okunuyor olması hoşuma gitti. Matraksınız da ayrıca.

senin

Tanya.

Sf: 272

Giymiş, başına küçük bir şapka takmıştı. Buralarda kadınları bu kıyamette görmek pek mümkün değildi. Los Angeles’taki kadınlar hep pantolon giyerlerdi…

Eşyası olmadığı için beklemedik, doğruca arabayla benim eve gittik. Dışarıda park edip birlikte avludan geçip eve girdik. Ben içki doldururken o da kanepeye çöktü. Iris benim el yapımı kitaplığıma bakıyordu.

“Bu kitapların hepsini sen mi yazdın?”

“Evet.”

“Bu kadar çok yazdığını bilmiyordum.”

“Evet hepsini ben yazdım.”

“Kaç tane?”

“Bilmiyorum. 20, 25 kadar var… “

Bir elimi beline dolayıp kendime çektim ve öptüm. Diğer elimi de dizinin üstüne koydum.

Telefon çaldı. Kalkıp yanıtladım.”Hank?” Valerie’ydi.

“Evet?”

“Kimdi o?”

“Kim kimdi?”

“O kız…”

“Ha o mu? Kanada’dan bir arkadaş.”

“Hank, sen ve lanet olası kadınların!”

“Evet.”

“Bobby şeyi öğrenmek istiyor… acaba sen ve…”

“Iris.”

“Sen ve Iris gelip bir içki içmek ister miydiniz diye soruyor.”

“Bu akşam olmaz. Belki başka bir zaman.”

“Esaslı bir vücudu var seninkinin.”

“Biliyorum.”

“Pekala, belki yarın.”

“Olabilir…”

Valerie de kadınlardan hoşlanıyor belki de diye düşünerek telefonu kapadım. Neyse herşey yolundaydı.

Sf: 273

İki içki daha doldurmam.

“Havaalanında kaç kadınla karşılaştın?” diye sordu Iris.

“Düşündüğün kadar kötü değil.”

“Sayısını mı unuttun. Kitapların gibi?”

“Matematiğim pek iyi değildir.”

“Havaalanında kadınların tanımaktan hoşlanır mısın?”

“Evet.” Iris’in bu kadar konuşkan biri olduğunu hatırlamıyorum.

“Seni domuz!” diye güldü.

“İlk kavgamız. Yolculuğun iyi geçti mi bari?”

“Ayı gibi bir herifin yanına oturdum. Bir hata yapıp herifin bana bir içki ısmarlamasını kabul ettim. Gelene kadar kafamı ütüledi.”

“Sadece heyecanlanmış. Seksi bir kadınlar.”

“Bende bütün gördüğün bu mu?”

“Ağırlıkla bu. Belki ilerde başka şeyler de görürüm.”

“Neden bu kadar çok kadın düşkünüsün?”

“Ta çocukluğuma dayanır, anlıyor musun? Ne sevgi, ne şefkat gördüm. Yirmimde de, otuzumda da aynı. Şimdi de fırsat yakalamaya çalışıyorum.”

“Yakalayacağın zaman anlayacak mısın?”

“Sanıyorum en az bir ömür daha gerek bana.”

“O kadar rezil bir herifsin ki!”

Güldüm.” Bu yüzden yazıyorum ya.”

“Ben bir duş alıp üstümü değiştireceğim.”

“Tabii.”

Mutfağa girdim, gene karşımda hindi işte. Bana bacaklarını, kasık arası tüylerini, ağzını, butlarını gösteriyordu; işte karşımda öylece duruyordu. İyi ki gözleri yoktu. İcabına bakacaktık adinin. Bir sonraki aşamada. Tuvalet sifonunun sesini duydum. Eğer Iris istemezse bana düşüyordu hindiyi kızartmak.

Gençliğimde hep bunalım geçirirdim. Ama artık intihar olasılığı yok gibiydi yaşamımda. Benim yaşımda biri için artık ölmeye değer pek bir şey kalmamıştı. Yaşlı olmak iyiydi, kimin ne söylediğinde aldırmıyorum. Gayet tabii ki elle tutulur bir şeyler yazmak için en az ellisinde olmak gerekiyordu. Ne kadar çok ırmak geçersen ırmakları iyi tanırsın, tabii eğer suyun azgın yerini ve görünmez kayaları geçebilirsen. Bazen deli bir at da olabilir bu.

Sf: 274

Iris banyodan çıktı. Üzerime ipeğimsi ve vücuduna yapışan mavi-siyah bir elbise giymişti. Bildiğimiz tipik Amerikalı kızlara benzemiyordu. Kendini hemen ortaya sevmiyordu. Tam bir kadındı ama kadınlığını hemen gözünüze sokmuyordu. Amerikalı kadınlar çetin pazarlıkçılardı ama sonunda foyaları ortaya çıkardı. Doğal davranan Amerikalı kadınların izlerine ancak Teksas’ta ve Louisiana’da rastlanabilirdi.

Iris bana gülümsedi. Ellerimde bir şeyler vardı. İki elini de başının üzerine kaldırıp parmaklarını şaklatmaya başladı. Dans etmeye başladı. Daha doğrusu vücudunu titretmeye. Sanki elektrik akımına kapılmıştı ve odak noktası göbeğiydi. Şirin ve naiödi dansı, birazcık da komik. Gözlerini benden hiç ayırmadın yaptığı dansa bir anlam katıyor, kendini sevdiriyordu.

Iris dansı bitirdiğinde alkışladım ve bir içki doldurdum ona.

“Hakkını veremedim dansın,” dedi. ” Müzik ve uygun kostüm lazım.”

“Benim çok hoşuma gitti.”

“Bir müzik kaseti getirecektim ama teybin olmadığını biliyordum.”

“Haklısın. Her neyse dansın yine de harikaydı.”

Iris’i hafifçe öptüm.

“Niçin Los Angeles’a gelmiyorsun?” dedim.

“Bütün bağlarım kuzey-batıda. Seviyorum orayı. Ailem. Arkadaşlarım. Her şeyim orada, anlıyor musun?”

“Evet.”

“Sen niçin Vancouver’a gelmiyorsun? Orada da yazarlığını sürdürebilirsin.”

“Belki. Bir buzdağının tepesinde de olsam yazabilirim.”

“Bir denesene.”

“Neyi?”

Sf: 275

“Vancouver.”

“Baban ne der buna?”

“Neye ne der?”

“Bize.”

Şükran Günü, Iris hindiyi hazırlayıp fırına koydu. Bobby ve Valerie bizimle biraz içki içmeye geldiler ama fazla kalmadılar. İyi oldu gelmeleri. Iris’in üstünde en az öbürü kadar çekici bir elbise vardı.

“Biliyor musun,” dedi, ” yeteri kadar giysi almadım yanıma. 

“Yarın Valerie’yle birlikte Frederick’s’e alışverişe gidiyoruz. İyi bir sürtük ayakkabısı alacağım kendime. Seveceksin.”

“Severim tabii, Iris.”

Banyoya girdim. Tanrı’nın bana gönderdiği fotoğrafı ecza dolabına saklamışım. Elbisesini yukarı toplamıştı, külotu da yoktu. Orası gözüküyordu. Hoş bir parçaydı.

Banyodan çıktığımda, Iris lavaboda bir şeyler yıkıyordu. Arkadan yakaladım onu, sonra kendime çevirip öptüm.

“Azgın bir ihtiyar köpeksin sen,” dedi.

“Bu akşam çekeceğin var benden yavrum!”

“Lütfen çektir!”

Bütün öğleden sonra içtik, sonra 5-6 civarı hindiye başladık. Yemek aklımızı başımıza getirdi. Saat 10 gibi erkenden yatağa girdik. Bir sorunum yoktu yatakta. Uzun bir fasıl çekecek kadar aklım başındaydı. Vuruşlarıma başladığımda işi götüreceğimden emindim. Özellikle İris’i memnun etme kaygısı gütmedim. Eski usül sürdürdüm. Yatak inip kalkıyordu. Iris de yüzünü buluşturuyordu. Sonra usul usul inlemeler izledi bunu. Biraz yavaşladım, sonra tekrar hızlanıp son vuruşumu yaptım. Benimle birlikte zevkin doruklarına ulaştı. Tabii ki bir erkek tam olarak bilemezdi bunu. Yan tarafa yuvarlandım. Kanada jambonunu hep sevmişimdir. 

Sf: 276

Ertesi gün Valerie geldi, İris’le birlikte Frederick’s’e alışverişe gittiler. Bir saat sonra posta geldi. Tanya’dan bir mektup daha:

***Henry, canım… 

Bugün caddeden aşağı yürüyordum, birileri ıslık çaldı. Bir şey demeden yürüyüp geçtim yanlarından. Araba yıkama servisinde çalışan sinir tiplerdi. Şamata yapıyor, dillerini çıkarıyorlardı, sanki dilleriyle bir halt edebilirlermiş gibi. Nerde içlerinde öyle bir adam. Sen daha iyi tanırsın böyle tipleri! Dün, Rex’e pantolon almak için bir elbise mağazasına gittim. Rex bana para vermişti. Kendi başına asla bir şey alamaz, üstelik hiç de sevmez alışverişi. Her neyse, erkek giysileri satan mağazaya gidip bir pantolon seçtim. İki orta yaşlı herif vardı dükkanda, gerçekten biri alaycı bir tipti. Ben pantolonları incelerken yanıma gelip elimi tutarak kamışına götürmez mi! Dedim ki ona “Bütün hepsi bu mu zavallı şey!” Güldü ve zekice bir şey söyledi. O an tam Rex’e göre, beyaz çizgili yeşil bir pantolon buldum. Rex yeşil renkleri sever. Her neyse, bu herif “Arkaya soyunma kabinine gel” demez mi. Biliyor musun, bu alaycı tiplerden hep hoşlanmışımdır. Neyse, gittim onunla soyunma kabinine. Öteki bizi gördü, içeri girerken. Öpüşmeye başladık. Herif fermuarını çözdü. Kamışı kalkmıştı, elimi üstüne bastırdı. Öpüşmeye devam ederken elbisemi yukarı sıyırdı ve aynadan küloduma baktı. Popomla oynayıp duruyordu. Ama kamışı tam olarak sertleşmiyordu. Bir b*ka yaramadığını söyledim ona. Takımları ortada kabinden çıktı öylece ve öbür herifin yanında fermuarını çekti. Gülüşüyorlardı. Dışarı çıkıp pantolonunun parasını ödedim. Bizimki pantolonu sarıp paketledi. “Kocana söyle, pantolonu kabinde denendi” dedi, gülerek. Ben de ona “B*ktan bir ibn*nin tekisin, arkadaşın da senden farklı değil! dedim. Öyleydiler de gerçekten. Hemen hemen her erkek ibn* şimdilerde. Biz kadınların işi zor gerçekten. Evli bir kız arkadaşım vardı. Eve geldiğinde bir gün ne görsün, kocası bir erkekle aynı yatakta değil mi? Bugünlerde bütün kızların vibratör satın almalarına şaşmamak gerek. Berbat bir durum, anlayacağın. Neyse, yaz bana. 

senin, 

Tanya.

***

Sevgili Tanya, 

Mektuplarını ve fotoğraflarını aldım. Bugün Şükran Günü’nün ertesi günü ve ben burada yalnız başıma oturuyorum. Akşamdan kalmayım. Fotoğrafını beğendim. Böyle başka fotoğrafların var mı? 

Celine’i okudun mu? Gecenin Bitimine Yolculuk adlı kitabını. Bu kitaptan sonra nefesi tükendi adamın, editörlerin ve okuyucuların başına ağrıtan huysuz biri oldu çıktı. Kahrolası bir durum. Tozuttu herif. İyi bir doktor olması gerekirdi bence. Ya da belki olmamalıydı. Belki hastalarını öldürebilirdi. Şimdi bundan iyi bir roman çıkabilir. Birçok doktor yapar bunu. Eline bir ilaç tutuşturup tekrar sokağa atarlar seni. Eğitimleri için harcadıkları parayı çıkarmak için paraya ihtiyaçları vardır. Bu yüzden de bir bekleme odası hazırlayıp hastaları bir içeri bir dışarı atar dururlar. Seni tartar, tansiyonunu ölçer, ilaç verir, daha kötü bir hale getirip tekrar sokağa salarlar. Bir dişçi o güne dek biriktirdiğin bütün parayı elinden alır, neyse ki sadece dişlerine dokunmakla kalır. 

Her neyse, hala yazıyorum ve kiramı ödeyebiliyorum. Mektuplarını ilginç buldum. O donsuz fotoğrafını kim çekti? İyi bir arkadaşın olduğuna kuşku yok. Rex mi? Görüyorsun, kıskanmaya başladım. Bu da iyiye işaret, değil mi? Merak da diyebilirsin. Ya da ilgi...

Sf: 278

Gözüm posta kutumda olacak. Başka fotoğrafın var mı? 

senin, evet, evet.

Henry. 

Kapı açıldı, Iris’ti. Kağıdı daktilodan çıkararak ters çevirdim. 

“Oh, Hank! Or*spu ayakkabılarımı aldım işte, bak!” 

“Harika bu!” 

“Senin için giyeceğim onları! Seveceğine eminim!” 

“Ben de bebeğim!” 

“Irıs yatak odasına yürüdü. Tanya’ya yazdığım mektubu kağıtların arasına sakladım. 

Iris odadan çıktı. Parlak kırmızı ve abartılı biçimde yüksek ökçeliydi aldığı ayakkabılar. Zamanımızın en şanlı or*spularından biri olmuştu bunlarla. Ayakkabılarının arkası açıktı ve şeffaf bir şeyden yapıldığı için ayaklarını aynen sergiliyordu. Iris bir ileri bir geri yürüdü. Ne olursa olsun son derece baştan çıkarıcı bir vücudu ve kıçı olduğu su götürmezdi, ayakkabılarıyla gökdelene çıkmış gibi yürüyordu. Çıldırtıcıydı. Iris durup omzunun üzerinden bana baktı, gülümsedi. Ne muhtşarapeşem bir parça! Daha önce gördüklerimden çok daha dolgun kalçaları, kıçı, baldırları vardı. Biraz nefes alıp iki içki doldurdum. Iris oturup bacak bacak üstüne attı. Karşımdaki sandalyeye oturmuştu. Yaşamımdaki mucizeler kendilerini göstermeye devam ediyordu. Anlayamıyordum. 

Kamışım sertleşmiş, pantolonumdan dışarı çıkmaya can atıyordu. 

“Bir erkeğin nelerden hoşlandığını biliyorsun,” dedim İris’e. 

İçkilerimizi bitirdik. Elinden tutup yatak odasına götürdüm. Yatağa attım. Elbisesini sıyırıp çorabına uzandım. Zor işti. Külotu ayakkabısının topuğuna takıldı, neyse sonunda kurtuldum ondan. Elbisesi hala kalçalarının üzerindeydi. Kıçını kaldırıp elbisesini çıkardım. Çoktan sulanmıştı. Parmaklarımla hissettim onu. Iris hemen hemen her zaman ıslaktı ve her zaman da hazırdı. Tam bir zevkti o. Üzeri kırmızı güllerle süslü mavi jartiyeri ve naylon çorapları vardı. Çoraplarının üstünden ıslaklığını hissettim. Bacakları havadaydı ve onu kulaklarken küçük bir hançer gibi dışarı fırlamış kırmızı ökçeli yosma ayakkabıları gözüme çarptı. İris de tam düzülmek için yaratılmış eski moda bir kısraktı. Aşk, gitar çalanlar, Katolikler ve satranç meraklıları içindi. Kırmızı ayakkabılı ve çiçek çoraplı bu yosma benden alacağı şeyi hak ediyordu. Onu parçalamaya, ortadan ikiye katlamaya çalıştım. Kepenklerin arasından sızan solgun güneş ışığında bu Hint melezi garip yüzü seyrettim. Cinayet gibiydi. Ona sahiptim. Kaçış yoktu. Onu parçaladım, tokat attım, neredeyse ortadan ikiye ayırdım.

Gülümseyerek ayağa kalkıp banyoya gittiğini görünce şaşırmadım değil. Oldukça keyifli gözüküyordu. Ayakkabıları ayağından çıkmış, yatağın yanına düşmüştü. Kamışım hala sertti. Ayakkabılardan birini alıp kamışıma sürttüm. Çok güzeldi. Sonra yere bıraktım ayakkabıyı. İris gülümseyerek banyodan çıktığında, kamışım inmişti.

Sf: 279

Bende kaldığı süre boyunca başka önemli bir şey olmadı. Yedik, içtik, seviştik. Tartışma yoktu. Kıyı boyunca arabayla gezdik, deniz ürünleri yedik. Yazmayı bir kenara bırakmıştım. Bazen yapılacak en iyi şey makineden uzak durmaktır. İyi bir yazar ne zaman yazmayacağını bilir. Herkes daktiloyu kullanabilir. Benim daktilom iyi olmadığı gibi imlam ve gramerim de kötüydü. Ancak ne zaman yazmayacağımı bilirdim. Düzüşme gibiydi o da. Tanrıyı ara sıra dinlendirmeliydiniz. Bana seyrek de olsa mektup yazan Jimmy Shannon adında bir arkadaşım vardı. Bir yılda 6 roman yazdı, hepsi de ensest üzerine. Ne kadar çektiği şüphe götürmez. Benim sorunumsa daktilo-tanrımı dinlendirdiğim halde kamış-tanrımı dinlendirmeyi bilmememdi. Bunun da nedeni kadınların her zaman yanınızda bulunmalarıydı, başkalarının kamış-tanrıları bu işi beceremeden önce siz girebileceğiniz kadarına girmeliydiniz. On yıl yazmaya ara vermem bence yaşamımdaki en şanslı olaydı. (Bu arada bazı eleştirmenlerin bunun okuyucunun da başına gelebilecek en şanslı olay olduğunu söylediklerini duyar gibi oluyorum.) İki taraf için de 10 yıl ara. 10 yıl içmeye ara versem neler olurdu acaba?

Sf: 280

Iris Duarte’yi uçağına bindirmenin zamanı gelmişti. Bana zulüm gelen sabah uçuşlarından biriydi. Kıçımı ancak öğlene doğru kaldırabiliyordum; bu da akşamdan kalmanın en iyi tedavisiydi. Ve ömrüme 5 yıl eklendi. Onu arabayla Los Angeles Havaalanı’na götürürken kendimi hiç üzgün hissetmedim. Seks güzeldi, kahkaha da vardı. Bundan daha uygar bir şekilde zaman geçirdiğimi hatırlamıyorum, ikimizin de birbirimizden beklentisi yoktu, buna rağmen sıcaklık vardı aramızda, ölü etin ölü etle buluştuğu duygusuz bir çiftleşme değildi. Bu çeşit duygusuz düzüşmelerden nefret ederdim, Los Angeles, Hollywood, Bel Air, Malibu, Laguna Beach tipi seks. İki yabancı olarak karşılaşır, iki yabancı olarak ayrılırsınız -birbirine mastürbasyon yapan kimliksiz vücutlar topluluğu. Hiçbir ahlaki değerleri olmayan insanlar genellikle kendilerini daha özgür hissetseler de aslında çoğu hissetme ya da sevme yeteneğinden yoksundur. Önüne çıkanla düzüşen sefillere dönüşürler. Ölüyü düzen ölü. Oyunlarında hiçbir kumar ya da mizah yoktur- cesedi düzen ceset. Ahlak kuralları kısıtlayıcıdır ama yüzlerce yıllık insan deneyimine dayanmaktadır. Bazı ahlak kuralları insanları fabrikalarda, kiliselerde esir ve devlet’e bağlı tutmaya yararken bazıları insanların kendilerini iyi hissetmesini sağlar. Zehirli meyvelerle iyi meyvelerin birlikte bulunduğu bir bahçe gibi. Hangisini seçip yiyeceğinizi ve hangisini bırakacağınızı bilmelisiniz.

Ne ben ona ne de o bana aşık olduğu halde Iris’le zevkli ve doyurucu günler geçirmiştik. Özen göstermek kolay, göstermemek zordur. Ben gösterdim. Otoparkın üst tarafında Vosvos’un içinde oturuyorduk. Biraz zamanımız vardı. Radyoyu açtım. Brahms.

“Seni tekrar görebilir miyim?” diye sordum.

“Sanmıyorum.”

“Barda bir içki içmek ister misin?”

“Beni alkolik yaptın, Hank. Yürüyemeyecek kadar güçsüz hissediyorum kendimi.”

“Küfelik misin?”

“Hayır.”

“Birer içki içebiliriz o zaman.”

“İçki, içki, içki! Bütün düşündüğün bu mu?”

“Hayır, ama bu gibi yerlerde biraz nefes alabilmek için iyi bir yol bu.”

“Bazı şeylerle doğuran yüzleşmeyi göze alamıyor musun?”

“Alırım ama almamayı tercih ediyorum.”

“Bu kaçaklıktan başka bir şey değil.”

“Her şey öyle: golf oynamak, uyumak, yemek yemek, yürümek, tartışmak, jogging yapmak, nefes almak, düzüşmek…”

“Düzüşmek?”

“Bak, lise öğrencileri gibi konuşuyoruz. Seni uçağa bindireyim.”

İyi gitmiyordu. Onu öpmek istedim ama araya koyduğu mesafeden etkilendim. Bir duvar. Iris de kendini iyi hissetmiyordu sanırım, ben de öyle.

“Pekala,” dedi, “içeri girelim, sen içkini içmeye git. Ben de sonsuzluğa doğru uçup gideyim: gerçekten basit, kolay, acısız.”

“Pekala,” dedim.

Ve gerçekten de öyle oldu.

Geri dönüş yolu: Merkez Bulvarı’ndan doğuya, Crenshaw’dan aşağı, 8. Avenü’den yukarı, sonra Arlington’dan Wilton’a. Çamaşırlarımı almaya karar verdim ve Beverly Bulvarı’ndan dönerek Silverette Çamaşırhanesi’nin arkasındaki park yerine doğru sürüp Vosvos’u park ettim. Park ederken kırmızı elbiseli genç bir zenci kız yanımdan geçti. Nefis bir şekilde sallıyordu kıçını. Ne müthiş bir salınım. Sonra ne yazık ki bir bina manzaramı kapattı. Yaşam az sayıdaki hoş bir kadına ziyafet vermiş, kadını da görmezlikten gelmişti sanki. Bu tür tarifi zor bir inceliği vardı. 

Sf: 282

Yolun kenarına doğru gidip arkasından seyrettim onu. Düzgün arkasına baktığını gördüm. Sonra durup başı arkada omzunun üstünden bana dikti gözlerini. Çamaşırhaneye doğru yürüdüm. Elimde çamaşır paketiyle dışarı çıktığımda Vosvos’umun yanında duruyordu. Elindekileri diğer kapıdan arabaya atıp şoför koltuğu tarafına yöneldim. Önümde duruyordu. Yusyuvarlak yüzü, sakin, 27 yaşında falan biriydi. Birbirimize çok yakın duruyorduk. 

“Seni bana bakarken gördüm. Neden bakıyordun bana?” 

“Özür dilerim. Kabalık etmek istememiştim.” 

“Bana neden baktığını bilmek istiyorum. Kelimenin tam anlamıyla gözlerini dikmiş bakıyordun bana.” 

“Bak, güzel bir kadınsın. Güzel bir vücudun var. Seni yürürken gördüm ve baktım. Elimde değildi.” 

“Bu akşam buluşalım mı?” 

“Çok iyi olurdu ama bir randevum var. Bir yere gitmem gerekiyor.” 

Yanından dolanıp sürücü tarafına yöneldim. Kapıyı açıp arabaya bindim. O da uzaklaştı. Uzaklaşırken ıslığını duydum, üçkağıtçı g*tveren. 

Posta kutusuna baktım-bomboş. Biraz toparlanmam gerekiyordu. İhtiyacım olan şeyleri bulamıyordum. Buzdolabına baktım. Bomboştu. Dışarı çıkıp Vosvos’a atladım ve Mavi Fil tekel bayiine doğru sürdüm. Smirnoff ve biraz 7-Up aldım. Evime doğru sürerken yolun ortasında bir yerde sigara almayı unuttuğumu fark ettim. 

Western Avenue’dan güneye sürüp, Hollywood Bulvarı’ndan sola döndüm, sonra Sarrano’dan sağa. Sigara almak için Sav-on’a gitmeye çalışıyordum. Sarrano ve Sunset’in sağ köşesinde siyah yüksek topuklu ayakkabıları ve mini eteğiyle bekleyen melez bir kız gözüme ilişti. Mini eteğiyle orada öyle dururken ben mavi külot parçası görebiliyordum sadece. Yürümeye başladı, ben de arkasından arabayla takip ettim. Beni fark etmemiş göründü. 

“Hey, bebeğim!” 

Durdu. Ben de kaldırımın kenarında durdum. Arabaya doğru yürüdü. 

“Nası gidiyor?” diye sordum ona. 

“Tamam.” 

“Yem misin?” dedim. 

“Ne demek istiyorsun?” 

“Aynasız olmadığını nereden bileyim demek istiyorum.” 

“Ben senin aynasız olmadığını nereden bileyim?” 

“Yüzüme bak. Aynasıza benziyor muyum?” 

“Pekala” dedi. “Köşeye gidip park et. Köşede arabaya binerim.” 

Köşeye, Mr. Famous N. J. Samdviççisi’ne doğru sürdüm. Kapıyı açıp içeri atladı. 

“Ne istiyorsun?” diye sordu. 35’lerindeydi ve gülümserken iri bir altın diş parlıyordu ağzının ortasında. Meteliksiz birine benzemiyordu. 

“Üfleme.” 

“Yirmi dolar.” 

“Tamam, gidelim.” 

“Western’den Franklin’e doğru git, sola dön, Harvard’dan sonra sağa dön.” 

Harvard’a geldiğimizde park etmek zordu. Sonunda kırmızı bölgede park ettim ve dışarı çıktık. 

“Beni takip et,” dedi. 

Lobiye gelmeden sağa dönün döndü ve o beton merdivenlerden çıkarken ben de kıçına baka baka arkasından gittim. Garipti, ama herkesin bir kıçı vardı. Neredeyse üzüntü verici bir şeydi bu. Ama onun kıçını istemiyordum. 

Aşağıdaki hole doğru izledim, sonra birkaç beton basamak daha çıktık. Asansör yerine yangın merdivenini kullanıyorduk. Niye böyle yaptığı konusunda bir fikrim yoktu. Aslında egzersize ihtiyacım vardı -Knut Humsun gibi yaşlılık günlerimde dev bir roman yazmaya niyetim varsa tabii.

Sf: 284

Nihayet oturduğu yere geldik, anahtarını çıkardı. Elini tuttum.

“Bekle bir dakika,” dedim.

“Ne oldu?”

“İçerden iki azman zencinin çıkıp kıçıma tekmeyi savurmayacağını nereden bileyim?”

“İçerde kimse yok. Kız arkadaşımla yaşıyorum ve evde değil. Broadway Mağazaları’nda çalışıyor.

“Anahtarı bana ver. “

“Kapıyı usulca açtım ve ayağımla tekmeleyip sonuna kadar ittim. Çakım yanımdaydı ama bulamadım. Arkamızdan kapıyı kapadı.

“Yatak odasına gel,” dedi.

“Bekle bir dakika…”

Elbiselerin durduğu bölmeyi açıp içini araştırdım. Hiç kimse yoktu.

“Neyin peşindesin sen ahbap?”

“Hiçbir şeyin peşinde değilim.”

“Hey Allahım…”

Banyoya koşup duş perdesini açtım. Kimse yoktu. Mutfağa gidip lavabonun altındaki plastik perdeyi çektim. Ağzına kadar dolu pis bir plastik çöp kutusuyla karşılaştım sadece. Öbür odayı da elden geçirdim. Çift kişilik yatağın altına baktım: Bir tane boş Ripple şişesi. Dışarı çıktım.

“Gel buraya,” dedi.

Ufacık bir yatak odasıydı, daha çok kameriyeye benziyordu. Üzerinde kirli çarşaflar olan portatif bir karyola vardı. Yorgan yerdeydi. Fermuarımı çözüp atletimi çıkardım.

“20 dolar,” dedi.

“Gel yapış bu or*spu çocuğuna! Bitir işini!”

“20 dolar.”

“Biliyorum. Hakkını ver önce, işini bilir.”

“Önce 20 dolar.”

“Oo, yooo? Yirmiliği alıp da polislere ötmeyeceğini nerden bileyim? 2 metrelik basketbol kıçlı biraderinin elinde çakısıyla yetişmeyeceğini nereden bileyim?”

“Önce 20 dolar. Merak etme, iyi emerim.”

“Sana güvenmiyorum, or*spu.”

Fermuarımı çekip hızla çıktım oradan. Bütün merdivenleri indim. Vosvos’a atlayıp evime yollandım.

İçmeye koyuldum. Yıldızlarım kelebek atmıştı bana.

Telefon çaldı. Bobby’ydi. ” Iris’i bindirdin mi uçağına?”

“Evet, Bobby, değişiklik olsun diye bu sefer ellerini ondan uzak tuttuğun için sağol.”

“Bak, Hank, hepsi senin kafanda. Kıçının kılları ağardı, sen hala bu piliçleri topluyorsun, genç bir kedi yanaşınca da sinirlerin bozuluyor. Kıçüstü oturuyorsun.”

“Kendinden şüphe etme… güvensizlik, öyle mi?”

“Öyle…”

“Peki, Bobby.”

“Neyse, Valerie gelip bir içki içer misin diyor?”

“Neden olmasın?”

Bobby b*ktan bir şeyler almıştı, iğrençti. Paslaştık. Bir sürü yeni teyp kasedi getirmişti. Sevdiğim şarkıcılardan Randy Newman’ın kasedi de vardı içlerinde. Bobby kasedi koydu ama ricam üzerine sesini fazla açmadı.

Randy’yi dinleyip duman çektik, sonra Valerie moda gösterisine başladı. Frederick’s’ten aldığı bir düzine seksi iç çamaşırı vardı. Banyo kapısının arkasında 30 çift ayakkabısı duruyordu.

20 santimlik topukluların üzerinde kıçını zıplata zıplata geldi. Zar zor yürüyordu. Kıçını sallayarak odada dolandı, şeffaf bluzundan dışarı fırlayan meme uçları sert ve koyu renkliydi. İnce, altın bir halhal takmıştı ayağına. Seksi hareketler yapıp dönerek bize doğru geldi.

“Tanrım,” dedi Bobby, “Oh… Tanrım.”

“Tanrının Anası! Kutsal İsa!” dedim…

Sf: 286

Valerie yanımızdan geçerken uzanıp kıçına el attım, yaşıyordum ve kendimi harika hissediyordum. Valerie kostüm değiştirmek için kenefe gitti.

Valerie her çıkışında biraz daha güzelleşiyor, çılgınlaşıyor ve vahşileşiyordu. Süreç doruk noktasına doğru ilerliyordu.

İçtik ve duman çektik, Valerie gelip gidip üstünü değiştirdi. Bir show fırtınası.

Kucağıma oturdu, Bobby bir iki poz çekti.

Gece gelip dayanmıştı kapıya. Bir süre sonra etrafa baktığımda Valerie’yle Bobby’yi göremedim. Yatak odasına gittim. Valerie çivi gibi yüksek ökçeli ayakkabılarıyla yatakta çırılçıplaktı. Dipdiri, yağsız bir vücudu vardı.

Bobby üstündeki giysileri çıkarmamış, Valerie’nin göğüslerini emmekteydi. Valerie’nin göğüs uçları dikilmişti.

Bobby bana baktı. “Hey, moruk, acayip iyi üflediğin söyleniyor. Bu nasıl ha?” dedi.

Bobby eğilip Valerie’nin bacaklarını ayırdı. Valerie’nin yarığının kılları uzun, kıvrık ve birbirine dolanıktı. Bobby aşağılara uzandı ve klitorisini yaladı onun. Oldukça iyiydi ama ruhsuzdu.

“Bekle bir dakika, Bobby, hakkını veremiyorsun. Bırak da nasıl yapılacağını göstereyim.”

Eğilip ona doğru yanaştım. Uzaklardan başlayıp merkeze doğru yaklaştım. Sonra can alıcı bölgeye ulaştım. Valerie’yi uyarmıştım. Çok fazla. Bacaklarını başıma doladı, nefes alamıyordum. Kulaklarıma bastırıyordu. Başımı oradan çektim.

“Tamam mı, Bobby, görüyorsun ya?”

Bobby cevap vermedi. Dönüp banyoya doğru yürüdü.

Ayakkabılarımı ve pantolonumu çıkardım. İçince bacaklarımı teşhir etmekten hoşlanırdım. Valerie uzanıp beni yatağa doğru çekti. Sonra kamışıma doğru eğilip ağzına aldı. Pek çoğuna göre çok iyi değildi. Eski usül baştan başladı ve başka pek bir şey de yapmadı. Uzun süre uğraştı, yapamayacağımı hissettim. Başını kaldırıp yastığın üstüne dayadım ve öptüm. Sonra üstüne çıktım. 8 ya da 10 vuruş yapmıştım ki arkadan Bobby’nin sesini duydum.

“Gitmeni istiyorum, ahbap.”

“Bobby, neyin var?”

“Evine gitmeni istiyorum.”

Çıktım, ayağa kalktım, ön odaya doğru yürüyüp pantolonumu ve ayakkabılarımı giydim.

“Hey, neyin var?” dedim Bobby’ye.

“Buradan gitmeni istiyorum.”

“Peki, peki…”

Evime döndüm. İris Duarte’yi uçağına bindirdiğimden beri epey zaman geçmişti. Vancouver’a ulaşmış olmalıydı. Lanet olsun. Iris Duarte, iyi geceler.

Postadan bir mektup aldım. Hollywood’dan atılmıştı.

Sevgili Chinaski, 

Hemen hemen tüm kitaplarınızı okudum. Cheerokee Avenue’da bir yerde daktilo sekreter olarak çalışıyorum. Çalıştığım yere sizin bir resminizi astım. Dinletilerinizde çekilmiş bir fotoğraftan yapılmış bir poster. İnsanlar “Kim bu?” diye soruyor bana “Erkek arkadaşım,” diyorum, onlar da “Aman Allahım!” diyorlar. 

Öykü kitabınızı patronuma verdim, Üç Ayaklı Hayvan. Beğenmediğini söyledi. Nasıl yazacağınızı bilmiyormuşsunuz. Ucuz ve b*ktan bir şey, dedi. Bayağı sinirlenmiş yazdıklarınıza. 

Her neyse, ben yazdıklarınızı beğeniyorum ve sizinle tanışmak istiyorum. Cinsel yönden çekici olduğumu söylerler. Bunu bir denemeye ne dersiniz?

sevgiler, 

Valencia.

Sf: 288

İki telefon numarası bırakmıştı. Biri işinin, biri de evinin. Saat öğleden sonra 2.30 civarıydı. İş numarasını aradım. “Evet?” dedi karşıdan bir kadın sesi.

“Valencia orada mı?”

“Ben Valencia.”

“Ben Chinaski. Mektubunu aldım.”

“Arayacağını biliyordum.”

“Seksi bir sesin var,” dedim.

“Senin de,” diye cevapladı.

“Seni ne zaman görebilirim?”

“Bu akşam bir işim yok.”

“Tamam. Bu akşam buluşalım o zaman.”

“Peki,” dedi. ” İşten sonra görüşelim. Cahuenge Bulvarında Foxhole diye bir bar var, orda bekle beni. Nerede olduğunu biliyor musun?”

“Evet.”

“Altı civarında buluşalım o zaman…”

Arabaya binip Foxhole’un dışına park ettim. Bir sigara yakıp bir süre bekledim. Sonra arabadan çıkıp bara doğru yürüdüm. Valencia hangisiydi? Orada durdum ve hiç kimse bir şey söylemedi. Bara gidip bir votka-7 söyledim. Sonra birinin bana seslendiğini duydum, ” Henry?”

Etrafa bakındım. Barın bir bölmesinde sarışın bir kadın yalnız başına oturuyordu. İçkimi alıp oturdum. 38 yaşlarındaydı ve çekici değildi. Tohuma kaçmıştı ve biraz fazla kiloluydu. Göğüsleri çok büyüktü ama sarkıktı. Kısa kesilmiş saçları vardı. Çok ağır bir makyaj yapmıştı ve oldukça yorgun görünüyordu. Pantolon, bluz ve çizme giymişti. Soluk mavi gözler. Her iki koluna da bir sürü bilezikler takmıştı. Yüzü ifadesiz olmasa belki bir kerelik güzel görünebilirdi.

“Felaket sefil bir gündü,” dedi. ” Yorgunluktan geberiyorum.”

“Kendini iyi hissettiğin başka bir gün görüşelim istersen.”

“Ah, önemli değil. Bir iki tek atınca kendime gelirim.”

Valencia garsona işaret etti. “Bir şarap daha.”

Beyaz şarap içiyordu.

“Yazı işlerin nasıl gidiyor?” diye sordu, “Yeni kitap çıkardın mı?”

“Hayır ama bir roman üzerinde çalışıyorum.”

“Adı ne?”

“Henüz bir ad koymadım.”

“İyi bir roman olacak mı?”

“Bilmiyorum.”

Sf: 289

Bir süre ikimiz de bir şey söylemedik. Votkamı bitirdim ve bir tane daha istedim. Valencia kelimenin tam anlamıyla tipim değildi. Ondan hoşlanmamıştım. Bu tip insanlar vardır -daha onlarla karşılaşır karşılaşmaz hazzetmezsiniz.

“Çalıştığım yerde Japon bir kız var. Beni işten attırmak için ne gerekiyorsa yaptı. Patronla aram iyi, ama bu or*spu bütün günümü rezil ediyor. Bir gün kıçına tekmeyi basacağım.”

“Nerelisin?”

“Chicago.”

“Chicago’yu sevmem,” dedim.

“Ben severim.”

İçkimi bitirdim, o da kendisininkini bitirdi. Valencia hesap pusulasını bana doğru itti. “Sen öder misin? Bir de karides salatası yedim.”

Kapıyı açmak için anahtarımı çıkardım.

“Bu mu araban?”

“Evet.”

“Bu külüstür arabaya binmemi beklemiyorsun herhalde.”

“Bak, binmek istemiyorsan, binme o zaman.”

Valencia arabaya bindi. Aynasını çıkarıp yol boyu yaptı. Evime uzak değildik. Park ettim.

İçerde “Ne pis bir yer. Buraya çeki düzen verecek birine ihtiyacın var,” dedi.

Votka ve 7-Up’ı çıkarıp iki içki hazırladım. Valencia çizmelerini çıkardı.

“Daktilon nerede?”

“Mutfak masasının üstünde.”

“Yazı masan yok ha? Yazarların yazı masaları olduğunu düşünürdüm.”

“Bazılarının mutfak masası bile yoktur.”

“Evlendin mi hiç?” diye sordu.

“Bir kere.”

“Neden yürümedi?”

“Birbirimizden nefret etmeye başladık.”

“Ben dört kere evlendim. Eski kocalarımı hala görürüm. Arkadaşız. “

“İçsene.”

“Sinirli görünüyorsun,” dedi Valencia.

“Yo, iyiyim.”

Valencia içkisini bitirdi, sonra divana uzandı. Başını kucağıma koydu. Saçlarını okşamaya başladım. İçkisini tazeledim ve saçlarını okşamaya devam ettim. Bluzunun içinden göğüslerini görebiliyordum. Eğilip öptüm onu. Dili ağzımın içine girip çıkıyordu. Ondan nefret ettim. Kamışım kalkmaya başladı. Tekrar öpüştük ve bluzuna uzandım.

“Seninle bir gün bir araya geleceğimizi biliyordum,” dedi. 

Tekrar öptüm onu, bu sefer vahşice. Başının altında kamışımı hissetti. 

“Hey ” dedi. 

“Bir şey değil ” dedim. 

“Müthiş,” dedi, ” ne yapmak istiyorsun?” 

“Bilmiyorum…” 

“Ben biliyorum.” 

Valencia kalkıp banyoya gitti. Çıktığında çırılçıplaktı. Yatak örtüsünün altına girdi. Bir içki daha aldım. Sonra soyunup yatağa doğru girdim. Yatak örtüsünü kaldırdım. O ne iri göğüslerdi öyle. Vücudunun yarısı göğüstü. Birini becerebildiğim kadar elimle doğrultup ucunu emdim. Tepki yok. Salladım onları ve kamışımı aralarına soktum. Göğüs uçları hala sertleşmemişti. Kamışımı ağzına verdim, başını çevirdi. Kıçını bir sigarayla yakmayı düşündüm. Ne devasa bir et yığınıydı. İşi bitirilmiş bezgin paçoz. Or*spular hep kanımı tutuşturmuştur. Kamışım dimdik ayaktaydı ama içinde ruh yoktu. 

“Yahudi misin?” diye sordum ona. 

“Hayır.” 

“Yahudi’ye benziyorsun.” 

“Değilim.” 

“Fairfax bölgesinde yaşıyorsun, değil mi?” 

“Evet.” 

“Annen baban Yahudi mi?” 

“Bana baksana, ne iş bu Yahudi saçmalığı?” 

“Niye bozuluyorsun? En iyi arkadaşlarımın bazıları Yahudi’dir.”

Göğüsleriyle oynayıp sallamaya devam ettim. 

“Korkmuş gibisin sanki ” dedi. “Sinirli görünüyorsun.”

Kamışımı yüzüne doğru salladım. 

“Bunun korkmuş gibi bir hali var mı?” 

“Müthiş görünüyor. Nerede yaptın bütün bu damarları?” 

“Onları seviyorum.” 

Saçından tutup başını duvara dayadım, gözlerine bakarken bir yandan da dişlerini emdim. Sonra yarığıyla oynamaya başladım. Geç uyarılan bir tipti. Sonra açılmaya başladı ve parmağımı içine soktum. Klitorise ulaşıp, onun üzerinde uğraştım. Sonra üstüne çıktım. Kamışım içindeydi. Tam anlamıyla düzüşüyorduk. Onu memnun etme gibi bir düşüncem yoktu. Valencia isteksizce sarılmıştı. Performansım bayağı iyiydi ama onda tepki yoktu. Bana ne. Üst üste pompaladım. Bir düzüşme daha. Araştırma. Hiçbir anlamda ihlal söz konusu değildi. Yoksulluk ve cahillik kendi gerçeğinden beslenir. O benimdi. Ormanda iki hayvandık ve ben onu katlediyordum. Geliyordu. Onu öptüm, dudakları nihayet açıldı. İçine yumuldum. Mavi duvarlar bizi gözlüyordu. Valencia ufak ufak sesler çıkarmaya başladı. Uyarılmıştım. 

Banyodan çıktığında giyiniktim. Masada iki içki vardı. İçkilerimizi yudumladık…

Sf: 292

“Nasıl yaşıyorsun Fairfax bölgesinde?” diye sordum. 

“Seviyorum orayı.” 

“Seni eve götüreyim mi?” 

“Zahmet olmazsa.” 

Fairfax’ın iki blok ötesinde oturuyordu. “Şuradaki ev benimki.” dedi. “Tahta kapılı olan.” 

“Güzel bir yere benziyor.” 

“Öyledir. Biraz girmez misin?” 

“İçecek bir şeyler var mı?” 

“Sherry içer misin?” 

“Elbette.” 

İçeri girdik. Yerde havlular vardı. Yürürken onları divanın altına doğru ittirdi ayağıyla. Biraz sonra elinde sherry ile çıkageldi. Kalitesiz türden bir şeydi. 

“Banyon nerede? diye sordum. 

Sesin duyulmasına engel olmak için sifonu çektim. Sonra da sherry’yi döktüm. Tekrar sifonu çekip çıktım. 

“Biraz daha alır mısın?” diye sordu. 

“Tabii.” 

“Çocuklar geldi,” dedi “her yerin altını üstüne getirdiler.” 

“Çocukların mı var?” 

“Evet ama Sam bakıyor onlara.” 

İçkimi bitirdim. “Pekala, içki için teşekkürler. Gitmem gerekiyor.” 

“Nasıl istersen, telefon numaramı biliyorsun.” 

“Tamam.” 

Valencia kapıya kadar geçirdi beni. Orda öpüştük. Sonra doğru Vosvos’a binip uzaklaştım. Köşeden dönüp kaldırımın kenarına park etmiş bir arabanın yanına yanaşıp kapıyı açtım ve içtiğim son içkiyi çıkardım. 

Sara’yla üç dört günde bir ya benim evimde ya da onunkinde buluşuyorduk. Beraber yatıyorduk ama seks yoktu. Yaklaşmışsak da tam olarak gerçekleştirememiştik. Drayer Baba’nın tavsiyeleri aramızda kara çalı gibi duruyordu. 

Noel ve Yeni Yıl gibi tatilleri benim evde beraber geçirmeye karar vermiştik. 

Sf: 293

Sara ayın 24’ünde Vosvos kamyonetiyle öğleye doğru çıkageldi. Önce park edişini seyrettim, sonra da karşılamak için dışarı çıktım. Kamyonetin üstünde kullanılmayan bir takım eşyalar yığılıydı. Yılbaşı hediyelerim olabilirdi bunlar: Bana bir yatak yapacaktı. Karyolam sefil durumdaydı, içi dışına çıkmıştı. Sara ayrıca hindi ve birtakım süslemeler de getirmişti. Beyaz şarabın ve bunların parasını ödemem gerekiyordu. Ayrıca ikimiz için minik hediyeler vardı. 

Eşyaları, hindiyi ve diğer ıvır zıvırı içeri taşıdık. Şilteyi, yatağı ve yayları dışarı taşıdım ve üzerine ” Bedavadır ” diye bir not iliştirdim. Önce karyolanın baş kısmı sonra yaylar en sonra da şilte temize havale oldu. Yoksul bir semtteydik. 

Sara’nın yatağını onun elindeyken görmüştüm, hatta üstünde uyumuş, sevmiştim de. Ucuz şiltelerden nefret etmiştim hep, en azından benim satın alabildiklerimden. Hayatımın yarısını solucan vücutlu yaratıklar için yapılmış yataklarda geçirmiştim. 

Sara kendi yatağını kurdu, benim için de buna benzer bir şey yapmalıydı. 7 tane dörde-dört ayakla desteklenmiş tahta bir platformun (yedincisi tam ortadaydı) üstüne 10 santimlik bir sünger yerleştirdi. Sara’nın güzel fikirleri vardı. Ben gövdeyi tuttum, Sara da çivileri çaktı. Çekici iyi kullanıyordu. Sadece 50 kilo çektiği halde bu işlerde bayağı ustaydı. İyi bir yatak olacaktı. 

Sara için fazla uzun sürmedi. 

Sonra denedik onu -sevişerek değil tabii- Drayer Baba tepemizde gülümserken. 

Noel ağacı aramak için etrafta dolandık arabayla. İlla bir ağaç alma konusunda çok hevesli değildim. (Çocukluğumun noelleri hep mutsuz geçmişti). Bu yüzden ağaç satım yerlerinde bir şey bulamayınca pek fazla üzülmedim doğrusu. Geri dönerken Sara’nın canı sıkkın görünüyordu. Neyse ki eve gidip birkaç kadeh beyaz şarap yuvarlayınca kendine geldi, Noel süslerini, ışıklarını ve telleri etrafa -hatta saçlarına bile- asmaya koyuldu. 

Sf: 294

Noel arifesinde ve Noel gününde diğer günlerden daha çok intihar vakasına rastlandığını okumuştum bir yerde. Tatilin açık ki İsa’nın doğumuyla pek ya da hiçbir ilgisi yoktu.

Radyodaki müzik gitgide kötüleşiyordu, TV. daha da berbattı, ikisini de kapadık. Sara Maine’deki annesine telefon etti. Ben de aradım annemi, hiç de o kadar kötü değildi.

“Başlangıçta,” dedi Sara “annenin seni hale yola koyacağını düşünüyordum ama o senden çok yaşlı.”

“Unut gitsin.”

“Güzel bacakları varmış.”

“Yaşlılığa karşı ön yargılı mısın?”

“Herkesinkine ama kendiminkine değil.”

“Film yıldızı gibi davranıyorsun. Her zaman kendinden 20-30 yaş genç kadınlarla mı birlikte oldun?”

“Yirmili yaşlarımdayken değil tabi.”

“Pekala, kendinden yaşlı bir kadınla birlikte oldun mu hiç, daha doğrusu birlikte yaşadın mı?”

“Evet, 25’imdeyken 35’indeki bir kadınla yaşamıştım.”

“Nasıl gitti?”

“Berbattı. Aşıktım ona.”

“Berbat olan ne?”

“Beni okula gönderdi.”

“Bu mu berbat olan.”

“Senin düşündüğün gibi bir okul değil. O fakülteydi ben de öğrenci.”

“Ne oldu ona.”

“Gömdüm onu.”

“Nasıl yani? Öldürdün mü?”

“İçki hakkından geldi onun.”

“İyi Noeller.”

“Peki. Seninkileri anlat bakalım.”

“Pas geç.”

“O kadar çok mu?”

“Çok fazla, yine de çok az.”

30-40 dakika sonra kapı vuruldu. Sara kalkıp açtı. Bir seks sembolü adım attı içeri. Noel arifesinde. Tanımıyordum onu. Siyah bir tulum giymişti ve heybetli göğüsleri elbisesinden her an dışarı fırlayacakmış gibi gözüküyordu. Hiç böyle sergilenmiş göğüsler görmemiştim, filmler hariç.

“Merhaba, Hank!”

Beni tanıyordu.

“Ben Edie. Bir gece Bobby’lerde karşılaşmıştık.”

“A?”

“Hatırlamayacak kadar sarhoş muydun?”

“Merhaba Edie. Ben Sara.”

“Bobby’ye bakıyordum. Sende olabileceğini düşündüm.”

“Otur da bir şeyler iç.”

Edie yanımdaki sandalyede oturdu. 25 yaşlarındaydı. Bir sigara yakıp içkisini yudumlamaya koyuldu. Sehpanın üzerine her eğilişinde bir şeyler olacak diye düşünüyordum, göğüslerin dışarı fırlayacaklarından emindim. Bunu yaparlarsa ne olacağından korkuyordum. Bilmiyordum. Hiç de göğüs meraklısı bir adam değildim. İlgi alanım bacaklardı. Ancak Edie nasıl yapacağını biliyordu. Korktum ve yerinde kalmalarını mı yoksa dışarı fırlamalarını mı istediğime karar veremeden yandan göğüslerini dikizledim.

“Manny’yle tanışmıştın ” dedi bana ” Bobby’lerde.”

“Evet.”

“Kıçına tekmeyi bastım. Felaket kıskanç bir herifti. Beni takip ettirmek için dedektif bile kiraladı, düşün artık! B*k çuvalı!”

“Yaa!”

“Dilenci heriflerden nefret ederim! Sapı silik yaltakçılardan iğrenirim.”

“‘Bugünlerde iyi bir adam bulmak bayağı zor'” dedim.

Sf: 296

“Böyle bir şarkı söylenirdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda. Bir de şu vardı, ‘Elma ağacının altında benden başkasıyla oturma.’ “

“Hank, saçmalıyorsun… ” dedi Sara.

“Bir içki daha al Edie,” dedim ve içkisini tazeledim. 

“Erkekler öyle b*ktan şeyler ki,” diye devam etti.” Geçen gün bir bara girdim. Dört herifle birlikteydim, yakın arkadaşlarım. Biralarımızı höpürdeterek, gülerek oturuyorduk, yani işte, vakit geçiriyorduk, kimseyi rahatsız ettiğimiz yoktu. Sonra bilardo oynamak geldi aklıma. Bilardo oynamayı severim. Bir kadın bilardo oynadığında klasını ortaya koyar diye düşünürüm.”

“Ben bilardo oynayamam,” dedim ” hep yeşili sürerim. Üstelik kadın da değilim.” 

“Her neyse, masadan kalktım, kendi kendine bilardo oynayan bir adam vardı. Ona doğru gidip “Baksana, epeydir oynuyorsun bu masada. Arkadaşlarım ve ben oynamak istiyoruz. Masayı bir süreliğine bize bırakabilir misin?” Dönüp bana baktı. Bekledi. Sonra dudağını büküp alaycı bir ifadeyle “Pekala!” dedi.”

Sf: 296

Edie etrafta dolaşıp anlattıklarını canlandırıyordu, ben de bu arada şeylerine dikiz atmaya devam ediyordum. 

“Arkadaşlarımın yanına gidip “Masa bizim” dedim. Nihayet herif son topunu atmaya hazırlanırken arkadaşlarından biri gelip “Hey Ernie, masayı bırakıyormuşsun, duyduğuma göre” dedi. Herif arkadaşına ne dedi, biliyor musun? Ona “Haa. O or*spuya bırakıyorum masayı!” Bunu duyar duymaz TEPEM ATTI! Herif son topunu atmak için masaya eğildi. Bilardo sopasını kaptım ve herif atış yapmak için edildiğinde kafasına indiriverdim. Adam ölü gibi masaya yığıldı. Barda tanınıyordu. Bir taraftan onun arkadaşları öbür taraftan benimkiler harekete geçti. Bir sürü gürültülü, patırtı! Şişeler havada uçuyor, aynalar yere iniyordu. Oradan nasıl çıkabildim bilmiyorum ama çıktık işte bir şekilde.”Biraz duman var mı?”

“Var ama pek iyi saramam.”

Sf: 297

“Ver bana, ben hallederim.”

Edie sımsıkı, ince bir cigara sardı. İçine çekti tıslayarak, sonra bana uzattı. 

“Neyse, ertesi gece yine gittim oraya, yalnız. Barmenlik yapan bar sahibi beni tanıdı. Adı Claude’dur. ‘Claude’ dedim ona, dün olanlar için üzgünüm ama masadaki herif or*spu çocuğunun biriydi. Bana or*spu dedi’ ” 

Hepimizin içkilerini tazeledim. Göğüsleri her an dışarı fırlayabilirdi. 

Bar sahibi “Önemli değil, unut gitsin,” dedi. İyi bir herife benziyordu. “Ne içmek istersin?” diye sordu. Barda biraz oturup iki üç bedava içki içtim. ‘Bir garsona ihtiyacım var, görüyorsun?” dedi.

Edie cigaradan bir fırt çekip devam etti. “Bana öbür garsondan bahsetti. Kız adamları iyi beceriyordu ama bir sürü de sorun yaratıyordu. Bir adamı diğerine karşı kullanıyordu. Her zaman sahnedeydi. Anladığıma göre or*spuluk yapmak için bir tezgah olarak kullanıyormuş burasını!”

“Gerçekten mi?” diye sordu Sara. 

“Herifin dediğine göre öyle. Neyse bana garsonluk yapmamı teklif etti. Ve “Numara çevirmek yok ama!” dedi. Ben de ona bu saçmalığı kesmesini, öyle biri olmadığımı söyledim. Düşünüyorum da belki şimdiye kadar bir sürü para biriktirmiş ve U.C.L.A’ya gitmiş olurdum, kimyager olmak ve Fransızca okumak, hep yapmak istediğim şeylerdir. Sonra “Gelsene buraya, stoklarımızın durduğu yeri göstereyim, bu arada bir önlük buluruz sana, denersin. Oldukça iyi sayılır, senin ölçülerine de uygun” dedi. Onunla birlikte o küçük karanlık odaya gittim. Sonra sarılmaya çalıştı herif, itip uzaklaştırdım. Sonra “Sadece ufak bir öpücük ver bana” dedi. “S*ktir ol git” dedim. Dazlak kafalı, şişko, kısa boylu bir herifti. Dişleri takmaydı, yanaklarında üzerinde kıllar çıkmış siyah siğiller vardı. Üzerime doğru geldi. Bir eliyle popoma asılırken öbürüyle memelerime sarkmaya çalışıyordu. Öpmeyi denedi. İtip uzaklaştırdım gene “Bir karım var,” dedi. “Karımı seviyorum, merak etme.” Yine geldi üzerime, bir diz attım, nereye olduğunu tahmin edersin. Hiçbir şey yok gibiydi orasında, geri çekilmedi bile. “Sana para veririm” dedi. “Sana nazik davranırım!” B*kunu yiyip gebermesini söyledim ona. İşte bir iş daha kaybettim böylece. 

Sf: 296

“Üzücü bir hikaye,” dedim. 

“Dinle,” dedi Edie. “Ben artık gideyim. Mutlu Noeller. İçkiler için sağol.”

Kalkıp kapıya gitti, açtı. Avluya çıktı. Geri dönüp yerime oturdum. 

“Seni or*spu çocuğu,” dedi Sara. 

“Ne oldu?” 

“Ben burada olmasaydım onu becerirdin.” 

“Tanımıyorum bile kadını. ” 

“O göğüsleri! Aklın başından gitti! Ona bakmaya bile korktun.” 

“Noel arifesi ne demeye dolanıyor etrafta?” 

“Bunu niye ona sormadın?” 

“Bobby’ye baktığını söyledi.”

“Burada olmasaydım onu becerirdin.”

“Bilmiyorum. Bilmem de mümkün değil…” 

Sara ayağa kalkıp bağırdı. İçini çeke çeke ağlamaya başladı. Sonra öbür odaya gitti. İçkimi tazeledim. Duvarlardaki renkli ışıklar yanıp sönüyordu. 

Sara hindi için sos hazırlıyor, ben de mutfakta oturmuş onunla konuşuyordum. İkimiz de beyaz şarap içiyorduk. 

Telefon çaldı. Gidip açtım. Debra’ydı. “Sana iyi Noeller dilemek istiyorum, fitil.” 

“Sağol, Debra. Sana da Mutlu Noeller.” 

Biraz konuştuk, sonra yerime dönüp oturdum. 

“Kimdi?” 

“Debra.”

Sf: 299

“Nasılmış?”

“İyi herhalde.” 

“Ne istiyor?” 

“Mutlu Noeller demek için aramış.” 

“Bu hindiye bayılacaksın, içindekileri de. Çok güzel. İnsanlar zehir yiyor, safi zehir. Amerika bağırsak kanserinin bu kadar yaygın olduğu pek az ülkeden biriymiş.” 

“Yaa, kıçım kaşınıyor, ama hemoroitten olmalı. Bir defa kestirmiştim onları. Ameliyat etmeden önce bu küçük yılanı çekiyorlar ve ışık tutup bakıyorlar kanser var mı diye. Yeni bir biçim veriyorlar sana.” 

“Telefon çaldı. Gidip açtım. Cassie’ydi, “Ne yapıyorsun?”

“Sara’yla hindi yapıyoruz.” 

“Seni özledim.” 

“Sana da Mutlu Noeller. İş nasıl gidiyor?” 

“Eh işte. 2 Ocak’a kadar tatildeyim.” 

“Mutlu Noeller Cassie.” 

“Ne oluyor sana Allah aşkına?” 

“Kafam kıyak biraz. Günün bu saatinde beyaz şaraba alışkın değilim de.” 

“Bir ara beni ara.” 

“Tabii.” 

Mutfağa döndüm. “Cassie’ydi. İnsanlar Noel’de arıyorlar. Belki Drayer Baba da arar.” 

“Hayır.” 

“Niçin?” 

“Hiç sesli konuşmadı o. Hiç konuşmadı ve paraya el sürmedi.” 

“Ne güzel. Ver de biraz tadayım şu sostan.” 

“Peki.” 

“Bakayım – fena değil.” 

Yine telefon çaldı. Hep böyle olurdu. Bir kere çalmaya görsün susturamazdınız. Yatak odasına gidip açtım. 

“Alo,” dedim “kimsiniz?” 

“Seni or*spu çocuğu. Tanımıyor musun?” 

“Galiba hayır.” Sarhoş bir kadın sesiydi.

Sf: 300

“Bil bakalım.” 

“Bekle. Buldum. Iris!” 

“Evet. Iris. Hamileyim!”

“Babasının kim olduğunu biliyor musun?”

“Ne fark eder?” 

“Haklısın galiba. Vancouver’da işler nasıl?” 

“İyidir. Hoşçakal.”

“Hoşçakal.”

Tekrar mutfağa döndüm. 

“Kanadalı dansözdü,” dedim Sara’ya. 

“Nasılmış?” 

“Noel sarhoşluğu içinde kafasına göre takılıyor herhalde.”

Hindiyi fırına koydu ve ön odaya gittik. Biraz gevezelik ettikten sonra yine telefon çaldı. “Alo,” dedim. 

“Henry Chinaski mi?” Genç bir erkek sesiydi. 

“Evet.” 

“Yazar Henry Chinaski, değil mi?” 

“Evet.” 

“Gerçekten mi?” 

“Evet.” 

“Bel Air’den bir grup arkadaşız ve yazdıkların çok hoşumuza gidiyor, ahbap! Öyle hayranız ki onlara, seni ödüllendireceğiz!” 

“Oo?” 

“Yaa. 6’lık biralarımızı alıp damlıyoruz oraya.”

“Kıçına sok birayı sen.”

“Ne?” 

“Kıçına sok!’ dedim.”

Kapadım. 

“Kimdi?” diye sordu Sara.

“Bel Air’den 3-4 okuyucu kaybettim. Ama değdi.”

Hindi pişmişti. Fırından çıkarıp düz, büyük bir tabağa koydum, daktiloyu ve kağıtları kaldırıp hindiyi masaya koydum. Ben hindiyi parçalarken Sara sebzeleri getirdi. Oturduk. Tabaklarımıza servis yaptık. Güzel görünüyordu. 

“O koca memeli kadın bir daha gelmez umarım,” dedi Sara.

Sf: 301

Bunu düşünmek bile onu çileden çıkarıyordu. 

“Gelirse bir parça veririm ona.”

“Ne?”

Hindiyi gösterdim. “Bir parça veririm ona’ dedim. Sen de seyredersin.” 

Sara çığlık attı. Ayağa kalktı. Titriyordu. Sonra yatak odasına koştu. Hindime baktım. Yiyemiyordum. Yine yanlış düğmeye bakmıştım. İçkimi alıp ön odaya gidip oturdum. 15 dakika bekledim, sonra da hindiyi ve sebzeleri buzdolabına koydum. 

Sara ertesi gün evine gitti, ben de öğleden sonra üç civarı soğuk hindi sandviçi yaptım kendime. Saat 5 civarı yeri göğü inletircesine vuruldu kapı. Açtım. Tammie’yle Arlene’di. Kafaları epey dumanlıydı. İçeri girip etrafta dolandılar, bir ağızdan konuşuyorlardı. 

“İçecek bir şeyin var mı?” 

“Lanet olası, Hank, içecek bir şeyin var mı?” 

“Nasıl geçiyor b*ktan Noelin?” 

“Yaa, nasıl geçiriyorsun b*ktan Noelini ahbap?” 

“Buz kutusunda biraz birayla şarap olacak” dedim onlara. (Bir eksi toprağı hemen anlarsınız: buzdolabına buz kutusu der.)

Dans ederek mutfağa girip buz kutusunu açtılar. 

“Hey, hindi var burada!” 

“Karnımız aç, Hank! Biraz hindi alabilir miyiz?” 

“Tabii.”

Tammie tek ayağının üstünde sıçrayıp bir parça aldı. “Hey, berbat bir şey bu! Baharat atalım biraz içine!” 

Arlene elinde et parçasıyla geldi “Ya, baharat istiyor bu. Fazla tatlı. Baharatın var mı?” 

“Dolapta,” dedim. 

Mutfağa koşup hindiye baharat boca etmeye başladı. 

“İşte! Şimdi bir şeye benziyor.” 

“Yaa, şimdi adama benzedi!” 

“Taze hindi, b*ktan bir şey!”

Sf: 302

“Yaa, b*ktan!”

“Ben biraz daha alacağım!” 

“Ben de. Ama baharat atmak lazım içine.” 

Tammie mutfaktan çıkıp oturdu. Hindinin bir bacağını temizlemişti. Sonra bacak kemiğini alıp ortadan ikiye ayırdı ve kemiği kemirmeye başladı. Şaşırdım. Kemiği yiyor, büyük parçaları halıya tükürüyordu. 

“Hey, kemiği yiyorsun!” 

“Yaa, çok güzel!”

Tammie biraz daha almak için mutfağa gitti. 

Biraz sonra ikisi de ellerinde birer birayla çıktılar. 

“Sağol, Hank.”

“Yaa, sağol, ahbap.” 

Oturup biralarını içtiler. 

“Eee, artık gidelim biz,” dedi Tammie. 

“Yaa, gidip yeni yetme lise çocuklarını halledeceğiz.” 

“Ya!” 

Zıplayıp kapıya koştular. Mutfağa gidip buzdolabına baktım. Zavallı hindi bir kaplan tarafından ayaklar altına alınmış gibi görünüyordu -gövde baştan başa yarılmıştı. İğrenç görünüyordu. 

Sara ertesi akşam uğradı. 

“Hindi nasıl?” diye sordu. 

“İyi.” 

Gidip buzdolabının kapısını açtı. Bir çığlık attı, dışarı çıktı. 

“Aman Allahım, ne oldu?” 

“Tammie ve Arlene uğradı da. Bir haftadır kursaklarına lokma girmemişe benziyorlardı.”

“Oo, iğrenç bir şey bu, kalbime inecek!”

“Özür dilerim. Onları durdurmalıydım. Kafaları epey dumanlıydı.” 

“Pekala, yapabileceğim tek bir şey var.” 

“Nedir o?” 

“Sana ancak güzel bir hindi çorbası yapabilirim. Gidip biraz sebze alayım.” 

“Tamam.” Yirmi kağıt verdim ona. 

Sara o akşam çorba yaptı. Çok lezzetliydi. Sabahleyin evden ayrılırken çorbayı nasıl ısıtacağım konusunda talimatlar vermeyi de ihmal etmedi. 

Sf: 303

Tammie saat 4 civarında kapıyı çaldı. İçeri aldım. Doğru mutfağa yollandı. Buzdolabının kapısı açıktı. 

“Hey, çorba ha?” 

“Yaa.”

“Güzel mi bari?”

“Yaa.” 

“Biraz denesem mi?” 

“Olur.” 

Tencereyi ocağın üzerine koyduğunu duydum. Sonra da çorbayı kaşıkladığını. 

“Hay allah! Ne tatsız bir şey! Baharat lazım buna!” 

Tencereye kaşık kaşık baharat boca ettiğini duydum. Sonra da tadına baktı. 

“Şimdi daha iyi. Yine de biraz daha baharat istiyor. Ben İtalyanım, biliyorsun. Şimdi… hımm… daha iyi! Biraz ısınsın. Bir bira alabilir miyim?” 

“Tabii.” 

Birayla içeri gelip oturdu.

“Beni özledin mi?” diye sordu. 

“Hiç bilmeyeceksin bunu.”

“Play Pen’deki işime geri döneceğim galiba.”

“Harika.” 

“Bayağı iyi bahşiş bırakan tipler geliyor oraya. Adamın biri bana her gece bahşiş bırakıyordu. Bana aşıktı. Ama hiç çıkma falan teklif etmedi. Sadece kesiyordu beni. Garip biriydi. Cerrahmış, bazen beni yürürken seyredip mastürbasyon yapardı. Kokusundan anlardım, yani!”

“Ee, ne yaptın adamı…” 

“Çorba hazır galiba. İster misin?” 

“Hayır, sağol.” 

Döküp çöpe doğru koştu. Ses çıkarmamaya çalışarak sessizce ağladığını duyabiliyordum. Zavallı hindinin başına gelmeyen kalmamıştı Noel’de.

Sf: 305

Yeni Yıl Gecesi de benim için kötü geçen diğer gecelerden biriydi. 

Annemle babam Yeni Yıl Gecesi Los Angeles’e kadar şehir şehir Noel anının yaklaştığını radyoda dinlemekten hep büyük keyif alırlardı. Kağıt fişekler havada uçuşur, ıslıklar ve kornalar çalınır, amatör içkiciler kusar, kocalar başka heriflerin karılarıyla cilveleşir, karılar da kim olursa onunla flört ederdi. Herkes öpüşür, banyoda, tuvalette bazen de açıkça, özellikle geceyarısı elleşirlerdi. Güllerin Geçişi Turnuvası ve Gül Kasesi oyunundan söz açılmayıp dehşetli aile kavgaları yaşanırdı ertesi gün.

Sara Yeni Yıl Arifesi’nde erkenden geldi. Büyülü Dağ, uzay filmleri, Star Trek, bazı rock grupları, kremalı ıspanak, doğal gıdalar gibi şeyler onu bayağı heyecanlandırıyordu. Yine de gördüğüm en sağduyu sahibi kadınlardan biriydi. Belki Joanna Dover’ın iyilik ve şefkatiyle karşılaştırılabilirdi. Sara o zamanki diğer kadınlarımdan çok daha güzel ve inançlı biriydi, dolayısıyla yeni yıl hiç de öyle kötü geçmeyecekti. 

Bölgesel TV’de haber yayıncısı bir sersem “Mutlu Yeni Yıllar” dilemişti bana. Yabancı birinin bana “Mutlu Yeni Yıllar” dilemesinden hiç hoşlanmazdım. Kim olduğumu nereden biliyordu ki? 5 yaşında bir çocuğu ayaklarından telle tavana asıp yavaş yavaş parçalara ayıran bir adam da olabilirdim. 

Sara’yla birbirimizi kutlamaya ve içmeye koyulduksa da dünyanın yarısı sizinle birlikte sarhoş olmaya çabalarken sarhoş olmak hiç de kolay değildi. 

“Pek öyle kötü bir yıl değildi,” dedim Sara’ya. “Kimse öldüremedi beni.”

Sf: 306

“Ve sen hala her gece içip, her gün öğlende kalkabiliyorsun.” 

“Bir yıl daha ayakta durabilirsem.” 

“Kartlaşmış alkolik bir boğasın.” 

Kapı vuruldu. Gözlerime inanamıyordum. Folk-rockçı Dinky Summers ile kız arkadaşı Janis’ti. 

“Dinky!” diye haykırdım. “Hey, şuna bak, ahbap, neler oluyor?” 

“Bilmem, Hank. Bir uğrayalım dedik.” 

“Janis bu Sara. Sara… Janis.” 

Sara gidip iki bardak daha getirdi. İçkileri doldurdum. Fazla konuşma yoktu.

“On yeni parça yaptım. Galiba iyiye gidiyorum.” 

“Evet,” dedi Janis, “gerçekten öyle.” 

“Hey, baksana ahbap, o akşam, sen okumaya başlamadan önce çıktığım akşam… söylesene, Hank, o kadar kötü müydüm?” 

“Dinle, Dinky, seni kırmak istemem ama müzik dinlemekten çok içmekle meşguldüm o gece. Kendi derdime düşmüştüm, sahneye çıkmaya hazırlanıyordum, midem bulanıyordu.” 

“Kalabalığın önünde dirilmeyi çok severim ve onlara ulaştığımda ve beğenildiğimde kendimi cennette hissederim.” 

“Yazmak farklı. Yalnızsın, canlı izleyici gibi bir sorun yok.” 

“Haklısın galiba.” 

“Ben de oradaydım,” dedi Sara. “Sahnede iki kişi yardım etmek zorunda kalmıştı Hank’e. Küfelikti ve midesi bulanıyordu.” 

“Baksana Sara,” dedi Dinky. “Benim gösterim o kadar kötü müydü?” 

“Hayır, değildi. Sadece Chinaski için sabırsızlanıyorlardı. Başka her şey rahatsızlık veriyordu onlara.” 

“Sağol Sara.”

“Folk-rock bana pek keyif vermez” dedim. 

“Nelerden hoşlanırsın?”

Sf: 307

“Hemen hemen bütün Alman klasik bestecileri artı birkaç Rus.”

“On yeni parça yaptım.” 

“Belki bize bir şeyler söylersin ha?” diye sordu Sara. 

“Ama gitarın yok değil mi, var mı?” diye sordum. 

“Oo, var,” dedi Janis, “her zaman yanında taşır.” 

Dinky kalkıp arabasından gitarını getirdi. Halının üzerinde bacak bacak üstüne atarak oturdu ve aletini akort etmeye başladı. Gerçek bir canlı müzik dinleyecektik. Hemen başladı. Tok, güçlü bir sesi vardı. Duvarlarda yankılanıyordu. Şarkı bir kadın hakkındaydı. Dinky ve bir kadının ayrılışı hakkında. (BURAYA DÜZELT). Çok kötü değildi. Belki sahnede para ödeyen insanlara okuyunca çok daha iyi olabilirdi. Ama önünüzde halıda oturup söylerken bunu kestirmek hiç de kolay değildi. Son derece kişisel ve can sıkıcı bir şeydi bu. Yine de aslında çok kötü olmadığına karar verdim. Ama başı beladaydı. Yaşanıyordu. Altın bukleler sunuyor ve iri masum gözler canlılığını kaybediyordu. Yakında işi tamamdı. 

Alkışladık. 

“Çok iyi, ahbap,” dedim. 

“Beğendin mi gerçekten, Hank?” 

Elimi havada salladım. 

“Biliyorsun, senin yazdıklarına hep hayranımdır,” dedi. 

“Sağol, dostum.” 

Başka bir şarkıya geçti. O da bir kadın hakkındaydı. Onun kadını, eski-kadınlarından: Bütün gece dışarıdaydı kadın. Esprili bir şarkıydı ama bunun tesadüfen böyle olduğundan emindim. Her neyse, Dinky şarkısını bitirdi ve alkışladık. Başka bir şarkıya başladık. 

Dinky’ye ilham gelmişti. Kapsamlı bir repertuvarı vardı. Ayaklarını büküp döndürüyor, bize kendini dinletiyordu. Gerçekte o biraz da buydu. Pek iyi görünmüyordu ve doğru düzgün seslendiremiyordu şarkıları, oysa şarkıların kendileri duyulduğundan çok daha iyiydi. Bunu düşünmek keyfimi öyle bozmuştu ki sakınmasızca övemiyordum onu. Karşınızda oturan bir adama yetenekleri konusunda yalan söylemek yalanların en affedilmezidir bence, çünkü bu ona devam et demektir, devam etmek de gerçek bir yeteneği olmayan bir adam için seçilecek en kötü yoldur, yaşamını boşa harcamaktır kısacası. 

Dinky sonraki şarkıya geçti. On şarkıyı da söyleyecekti anlaşılan. Dinledik ve alkışladık ama en azından ben artık coşkuyla alkışlayamıyordum. 

“Üçüncü satır, Dinky, hoşuma gitmedi,” dedim. 

“Ama gerekiyor, görüyorsun, çünkü…” 

“Bilmiyorum.” 

Dinky devam etti. Bütün şarkılarını söyledi. Bu da epey zaman almıştı. Arada molalar vermişti. Sonunda Yeni Yıl’a girdiğimizde Dinky, Janis, Sara ve Hank hala beraberdiler. Allahtan gitarın kılıfı kapanmıştı. Kararında oybirliğine varamayan jüri. 

Dinky ve Janis saat bir civarında ayrıldılar ve Sara’yla ben de yatağa girdik. Sarılıp öpüşmeye başladık. Daha önce söylediğim gibi öpüşme meraklısı bir adamdım. Elimde değildi bu. Gerçek bir öpüşme pek nadirdir. Sinemalarda ve TV ‘de bu işi doğru düzgün yapamazlar. Sara’yla ben yataktaydık, vücutlarımız birbirine değiyor, bol bol ve keyifle öpüşüyorduk. Sara gerçekten kendini bırakıyordu. Geçmişte de hep böyle olmuştu. Drayer Baba oradan bizi izliyordu – o benim kamışımı tutar, ben de onunkini okşardım, sonra kamışımı kendininkine sürter, sabahleyin kamışımın derisi sürtülmekten kıpkırmızı olmuş bir şekilde uyanırdım. 

Sürtünme faslına başladık. Sonra aniden kamışımı tutup yarığının içine soktu. 

Şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim. 

Yukarı aşağı mı olacaktı? Yoksa içeri, dışarı mı? Bisiklete binmek gibiydi: Hiç unutmazdınız. Gerçekten güzel bir kadındı. Kendimi tutamıyordum. Parlak kızıl saçlarından tutup ağzını kendiminkine doğru çektim ve boşaldım. 

Kalkıp banyoya gitti. Yatak odasının mavi tavanına bakıp, Drayer Baba, onu affet, dedim. 

Ne yazık ki hiç konuşmadığı ve paraya el sürmediği için…

Sf: 309

Telefonu kapadım. Sara’yı düşündüm. Ama Sara’yla ben evli değildik. Erkeğin hakkı vardı. Bir yazardım ben. Pis yaşlı bir moruktum. İnsan ilişkileri doğru düzgün yürümüyordu nasılsa. İlk iki hafta her şey canlı gider, sonra taraflar ilgilerini kaybederlerdi. Maskeler düşer, gerçek yüzler görünmeye başlar: Çatlaklar, bönler, kaçıklar, kinciler, sadistler, katiller. Modern toplum kendi türünü yaratmıştı ve insanlar birbirleriyle besleniyorlardı. Ölümle düello gibiydi – lağım çukurunda. Bir insan ilişkisine umutlu bakacağınız en uzun sürenin 1,5-2 yıl olduğu fikrindeydim. Siyam Kralı Mongut’un 9.000 karısı ve cariyesi vardı; Tevrat’taki Kral Süleyman’ın 700 karısı, Saksonyalı August’un 365 karısı vardı, yılın her günü için bir tane. Rakamlarla güvence. 

Sara’yı aradım. Ordaydı. 

“Merhaba,” dedim. 

“Aradığına sevindim,” dedi. “Seni düşünüyordum.”

“Sağlıklı gıda işi nasıl gidiyor bakalım?” 

“Kötü değildi bugün.” 

“Fiyatlarını arttırmalısın. Ucuza veriyorsun.” 

“Batmadan ayakta kalabilirsem vergi ödemek zorunda kalmayacağım.” 

“Dinle, biri aradı beni bugün.” 

“Kim?”

“Tanya.” 

“Tanya mı?” 

“Evet. Yazışıyoruz. Şiirlerimi beğeniyor.” 

“Mektubu gördüm. Onun yazdığını. Ortada duruyordu. Önü açık fotoğrafını gönderen kız değil mi o?” 

“Evet.” 

“Ve seni görmeye geliyor.” 

“Evet.” 

“Hank, rahatsızım, rahatsızdan da beterim. Ne yapacağımı bilmiyorum.” 

“Geliyor. Onu havaalanında karşılayacağımı söyledim.” 

“Ne yapmaya çalışıyorsun? Nedir bunların anlamı?” 

“Belki iyi bir adam değilim. İnsanlar kısım kısım, çeşit çeşittir, biliyorsun.” 

“Bu cevap değil. Ya sen, ya ben? Ya biz? Ucuz bir yerli filmdeki gibi konuşmak istemiyorum ama duygularım bırakmıyor.” 

“O geliyor. Bu ilişkimizin sonu mu olacak yani?” 

“Hank, bilmiyorum. Galiba öyle. Buna tahammül edemem.” 

“Bana karşı çok iyisin. Her zaman da yaptığımdan emin olamıyorum.” 

“Ne kadar kalacak burada?” 

“2-3 gün sanırım.” 

“Neler hissettiğimi anlamıyor musun?”

“Sanırım…”

“Peki, gittiği zaman bana haber ver, o zaman düşünürüz.”

“Tamam.”

Sf: 311

Banyoya gidip yüzüme baktım. Berbat görünüyordum. Sakalımdaki beyazlaşmış kılları, kulağımın etrafındaki kılları kestim. Merhaba ölüm. Neredeyse 6 on yıl geçirmiştim. Çok daha önce de teslim alabilirdin beni. Yüzünü görmüştüm defalarca. Bir hipodromun yanına görülmeyi isterdim… atların koşuşunu duyabileceğim. 

Ertesi sabah havaalanına gidip bekledim. Erken gitmiştim, bu yüzden bara gidip oturdum. İçimi ısmarladım ve birinin hıçkırarak ağladığını duydum. Etrafa baktım. Arka masalarda bir kadın ağlıyordu. Genç bir zenci kadındı – açık tenliydi – mavi dar bir elbisesi vardı üzerinde ve sarhoştu. Ayaklarını sandalyenin üzerine koymuştu. Elbisesi açılmış, uzun, düzgün ve seksi bacakları ortaya çıkmıştı. Bardaki her erkeğin kamışını ayağa dikebilirdi. Bakmaktan kendimi alamadım. Ateşli biriydi. Onu evdeki koltuğun üstünde, bacaklarının tümünü açmış olarak gözümde canlandırmaya çalıştım. Bir içki daha söyleyip yanına doğru gittim. Kamışımın kalktığını göstermemeye çalışarak orada durdum. 

“İyi misin?” diye sordum. “Senin için yapabileceğim bir şey var mı?” 

“Evet, bana bir stinger alır mısın?” 

Stingerları alıp geri geldim. Ayağını sandalyeden çekmişti. Yanına oturdum. Bir sigara yaktı ve baldırlarını benimkine yanaştırdı. Ben de bir sigara yaktım. “Adım Hank,” dedim. ” Ben de Elsie,” dedi. Bacağımı onunkine yanaştırdım, usul usul aşağı yukarı oynattım. “Tesisat malzemeleri işi yapıyorum” dedim. Elsie cevaplamadı. 

“Or*spu çocuğu beni terk etti,” dedi nihayet, “ondan nefret ediyorum, Tanrım. Ondan ne kadar nefret ettiğimi tahmin edemezsin.” 

“Hemen herkesin 6 ya da 8 defa başına gelir bu.” 

“Belki ama bunun bana bir yararı olmuyor. Onu öldürmek istiyorum.” 

“Takma şimdi bunları.” 

“Uzanıp dizini okşadım. Öyle sertleşmiştim ki acımaya başlamıştı. Her an boşalabilirdim. 

“Elli dolar,” dedi Elsie. 

“Ne için?” 

“İstediğin her şekilde.” 

“Havaalanında mı çalışıyorsun?” 

“Evet. Girl Scout şekerlemesi satıyorum.” 

“Özür dilerim. Başının dertte olduğunu düşünmüştüm. 5 dakika sonra annemle buluşacağım.” 

Kalkıp uzaklaştım. Bir yollu! Dönüp Elsie’ye baktım. Ayağını tekrar sandalyeye koymuş, bacaklarını biraz daha açmıştı. Neredeyse geri dönecektim. Allah canını almasın senin Tanya! 

Sf: 312

Tanya’nın uçağı yaklaştı, çarpmadan yere indi. Durup bekledim, biraz arkamda gelenleri karşılamaya gelen kalabalık vardı. Nasıl biriydi Tanya? Kendimin neye benzediğini düşünmek istemiyordum. İlk yolcular indi, bekliyordum. 

Oo, şuna bakın! Keşke şu Tanya olsaydı! 

Ya da şu. Aman Allahım. Bütün o kalçalar. Sarı giymiş, gülümsüyor. 

Ya da şuradaki… mutfağımda bulaşıkları yıkarken. 

Ya da ordaki… bana bağırırken, bir umut daha suya düştü. 

Uçaktan gerçek kadınlar inmeliydi. 

Birinin arkama vurduğunu hissettim. Döndüm ve o ufacık çocuğu gördüm. 18 civarındaydı. İnce uzun bir boyun, yuvarlak omuzlar, uzun bir burun, ama göğüsler, evet ve bacaklar ve popo, evet. 

“Benim,” dedi. 

Yanaklarından öptüm. “Valizin var mı?” 

“Evet.” 

“Bara gidelim. Valiz beklemekten nefret ederim.” 

“Olur.” 

“Ufacık bir şeysin…” 

“40 kiloyum.” 

“Aman Tanrım.” Ortadan ikiye katlayabilirdim. Bir çocuğa tecavüz eder gibi. 

Sf: 313

Bara gidip oturduk. Garson kız Tanya’ya kimliğini sordu. Kız hazırlanmıştı. 

“18 gösteriyorsun,” dedi garson. 

“Biliyorum,” diye cevapladı Tanya, Betty Boop sesiyle. “Bir viski alacağım.” 

“Bana da bir konyak,” dedim garsona. 

Zenci melezi iki bölme ötede eteklerini kıçına kadar açmış oturuyordu. Donu pembeydi. Beni kesiyordu. Garson içkilerle birlikte geldi. İçkilerimizi yudumlamaya koyulduk. Melezin yerinden kalktığını gördüm. Sallana sallana bizim bölmeye doğru geldi. İki elini masanın üzerine koyup eğildi. Nefesi içki kokuyordu. Bana baktı.

“Haa, annen bu ha, or*spu çocuğu seni!” 

“Anneler bunu yapamaz.” 

Elsie Tanya’ya baktı. “Viziten ne tatlım?” 

“S*ktir git,” dedi Tanya. 

“İyi yalar mısın?” 

“Kes. Suratını sarıdan mora çeviririm.”

“Nasıl yapıcan bunu. Fasulye torbasıyla mı?” 

Sonra kıçını sallaya sallaya uzaklaştı. Yerine dönmüş, muhteşem bacaklarını uzatmıştı yine. Neden her ikisini birden alamıyordum? Kral Mongut’un 9.000 karısı vardı. Düşünün: 9.000 bölü 365 gün. Tartışmaya gerek yok. Adet dönemi yok. Psikolojik baskı yok. Sadece ziyafet, ziyafet ve ziyafet. Kral Mongut için ölmek çok zor olmuştu herhalde ya da çok kolay. Zaten ikisinin ortası olamaz. 

“Kim bu?” dedi Tanya. 

“Elsie.” 

“Tanıyor musun onu?”

“Beni götürmeye kalktı. Üflemek için 50 kağıt istiyor.”

“Bana hakaret etti… Bir sürü fellah tanıyorum ama…” 

“Fellah nedir?” 

“Fellah zenci demek.” 

“Oo.” 

“Duymadın mı hiç?”

“Hayır.” 

“İşte, bir sürü fellah tanıyorum.” 

“Öyle mi?” 

“Muhteşem bacakları var doğrusu. Kanımı tutuşturdu.” 

“Tanya, bacaklar işin sadece bir yönü.” 

“Hangi yönü?” 

“En önemlisi.” 

“Hadi gidip valizimi alalım…” 

Kalkarken Elsie seslendi, “Gülegüle, anne!” 

Hangimize söylüyordu bilemiyordum. 

Evime dönmüş koltukta içki içiyorduk. 

“Geldiğim için mutsuz musun?” diye sordu Tanya. 

“Hayır, seninle birlikteyken mutsuz değilim…” 

“Bir kız arkadaşın var. Ondan bahsetmiştin bana. Hala beraber misiniz?” 

“Bilmiyorum.” 

“Gitmemi ister misin?” 

“Zennetmiyorum.” 

“Dinle. Bence sen büyük bir yazarsın. Okuyabildiğim az sayıdaki yazardan birisin.” 

“Yaa? Öteki piçler kimmiş bakalım?” 

“İsimlerini düşünemem şimdi.” 

Eğilip öptüm. Ağzı açık ve ıslaktı. Kolayca kendini bıraktı. Çekici biriydi. 40 kilo. Fille fındıkfaresi gibiydik. 

Tanya içkisiyle beraber kalktı, eteğini sıyırdı, yüzüme bakarak bacaklarımı ayırdı. Külodu yoktu. Yarığını pantolonumun üstünden sertleşmiş kamışıma sürtmeye başladı. Sarıldık ve öpüştük, o sürtmeye devam etti. Çok etkiliydi. Kıvrıl, küçük yılan çocuk! 

Sonra pantolonumun fermuarını açtı Tanya. Kamışımı çıkarıp yarığına doğru yaklaştırdı. Üstüme bindi. Bunu kolayca yapabiliyordu 40 kiloluk şey. Düşünemiyordum. Yarı istekli bir şekilde kımıldıyor, ara sıra onunla birlikte hareket ediyordum. Arada öpüşüyorduk. Ne rezalet: bir çocuk resmen ırzıma geçiyordu. Elindekini dolaştırdı. Beni köşeye sıkıştırıp avlamıştı. Çılgınca bir şeydi. Sadece et, aşksız. Havaya safi seks kokusu yayıyorduk. Çocuğum, çocuğum. O küçücük bedenin bütün bu şeyleri nasıl yapabiliyordu? Kim icat etmişti bu kadını? Hangi amaç için? Al bu mızrağı! Ve tamamen iki yabancıydık! Kendi b*kunu düzmek gibi bir şeydi. 

İpteki bir maymun gibi uğraştı onunla. Tanya bütün eserlerimin sadık bir okuyucusuydu. Hatalı doğmuştu. Bu çocuk bir şeyler biliyordu. Acımı hissedebiliyordu. Hırsla uğraşıyordu, başını arkaya atmış bir parmağıyla klitorisini uyarıyordu. Bütün oyunların en heyecanlısı ve eskisi tarafından esir alınmıştık. Birlikte hareket ettik ve kalbimin duracağını hissedene kadar sürdürdük. Üzerime düştü, ufacık ve kırılgan. Saçlarına dokundum. Terlemişti. Sonra benden uzaklaşıp banyoya gitti. 

Sf: 315

Çocuğun ırza geçme faslı bitmişti. Bugünlerde çocuklara ne çok şey öğretiyorlardı. Irz düşmanının ırzına geçilmişti. İlahi adalet. “Özgür” bir kadın mıydı o? Hayır, canlı ve çekiciydi. 

Tanya çıktı. İçkilerimizi tazeledim. Allah kahretsin, hiçbir şey olmamış gibi gülmeye ve çene çalmaya başladı. Evet, öyleydi. Bu onun için sadece bir egzersizdi, jogging ya da yüzme gibi. 

“Sanırım yaşadığım yerden taşınmak zorunda kalacağım,” dedi. “Rex sorun çıkarıyor.” 

“Oo.” 

“Seks yok aramızda, hiç olmadı zaten, bir de kıskanç ki sorma. Sana telefon ettiğim geceyi hatırlıyor musun?” 

“Hayır.” 

“Ben telefonu kapadıktan sonra alıp duvara fırlattı.” 

“Sana aşık herhalde. Ona iyi davranman daha hayırlı.” 

“Sen sana aşık olan insanlara iyi davranır mısın?” 

“Hayır.” 

“Neden?” 

“Gelişmemiş biriyim: Bunu beceremem.” 

Gecenin geri kalanını içerek geçirdik ve gün ağarırken yatağa girdik. Bu 40 kiloluğu ortadan ikiye katlayamamıştım. O beni halletmişti, daha çok da edebilirdi.

Sf: 316

Birkaç saat sonra uyandığımda Tanya yerinde yoktu. Saat 9’du. Divanda oturmuş viski içerken buldum onu. 

“Şuna bak, erken başlamışsın.” 

“Her sabah 9’da uyanıp kalkarım.” 

“Ben de öğlen kalkarım. Sorun olacak bu bizim için.” 

Tanya içkisini dipledi, ben de yatağa gittim. 6’da kalkmak insanlık dışıydı. Sinirleri yıpranmış olmalıydı. Kilo alamamasına şaşmamak gerekti. 

İçeri girdi. “Ben yürüyüşe çıkıyorum.” 

“Peki.” 

Uykuma devam ettim.

Uyandığımda Tanya üstümdeydi. Kamışım taş gibiydi ve onunkine gömülmüştü. Yine üstüme binmişti. Başını geriye atmış, bedenini yay gibi bükmüştü. Bütün işi o beceriyordu, kısa kısa zevk iniltileri çıkarıyor, iniltiler giderek sıklaşıyordu. Ben de ses çıkarmaya başlamıştım. Giderek yükseliyordu sesler. Gelmeye yakın hissediyordum kendimi. Tam ordaydım. Sonra oldu. Çok güzel uzun bir doruğa çıkıştı. Sonra Tanya indi. Ben hala serttim. Tanya başını oraya koyup gözlerimin içine baka baka kamışımın ucundaki spermleri diliyle yalamaya başladı. Bir çeşit mutfak hizmetçisi gibiydi. 

Kalkıp banyoya gitti. Banyo musluğundan su aktığını duydum. Saat daha 10.15’ti. Tekrar uykuya daldım. 

Tanya’yı Santa Anita’ya götürdüm. Günün olayı 16 yaşındaki bir jokeyin 3 kiloluk avantajıyla yarışa girmesiydi…

Sf: 317

Doğudan gelmişti ve Santa Anita’da ilk defa yarışıyordu. Yarışın galibini tahmin edecek kişiye 10.000 dolarlık ödül verilecekti. Her at için bir kişi seçilecekti.

Hipodroma geldiğimizde dördüncü yarışa sıra gelmiş, meraklılar hipodromu hıncahınç doldurmuştu. Arabayı park edecek yer bile kalmamıştı. Hipodrom personeli park etmek için yakındaki bir alışveriş merkezini gösterdi bize. Otobüslerle hipodroma götürülecektik ama yarışlar bittikten sonra dönüş yolunu yürümek zorunda kalacaktık. 

“Çılgınlık bu. Geri dönmek istiyorum,” dedim Tanya’ya. 

İçkisinden bir yudum aldı. “S*ktir et,” dedi, “burdayız işte.”

İçeri girdikten sonra bildiğim rahat ve diğerlerinden uzak özel yerime gidip oturduk. Burada insanın başına gelebilecek en kötü şey çocukların da burayı keşfetmiş olmalarıydı. Nitekim öyleydi. Tozu dumana katıp koşturuyorlardı etrafta ama yine de ayakta durmaktan iyiydi. 

“8. yarıştan sonra gidelim,” dedim Tanya’ya. “Meraklıları gece yarısına kadar ayrılmaz buradan.” 

“Hipodrom erkeklerden iş almak için en iyi yerlerden biri olmalı.” 

“Or*spular kulüp için çalışırlar.” 

“Hiç or*spu tavladı mı burada seni?” 

“Bir keresinde ama işe yaramadı.” 

“Neden?” 

“Onu tanıyordum.” 

“Hastalık kapmaktan korkmuyor musun?” 

“Tabii, bu yüzden pek çok erkek ağızdan ister ya.” 

“Sen böylesini mi seviyorsun?” 

“Neden, tabii.” 

“Ne zaman bahse gireceğiz?” 

“Hemen.” 

Tanya bahis gişelerine doğru takip etti beni. 5 dolarlık gişeye yöneldim, yanımda durdu. 

“Hangisine oynayacağını nereden biliyorsun?”

“Kimse bilemez. Aslında basit bir sistemdir.” 

“Nasıl yani?” 

“En iyi atlar genellikle ihtimal verilenler arasından çıkar. Öbür atlar giderek kötülerken bunlar tırmanır. En iyi denen atlar yarışların ancak üçte birini kazanırlar.” 

“Yarıştaki her ata oynar mısın?” 

“Evet, bir an önce cebindeki paraları verip kurtulmak istersem.” 

“Çok az insan kazanır mı?” 

“20-25 kişiden biri kazanır ancak.” 

“Neden gelirler peki buraya?” 

“Deli doktoru değilim ama buradayım ve bence birkaç deli doktoru vardır burada mutlaka.” 

6 ata 5 birincilik için oynadım. Ve yarışları seyretmeye gittik. Fazla yıpranmamış atları tercih ederdim hep, özellikle son yarışta koşmayanları. Bahisçiler onlara “kaytarıcılar” derdi. Benim “kaytarıcım” 1’e 4 verdi. 2,5 boy farkıyla yarışı bitirdi ve 2 dolara 10 dolar verdi. 25.50 dolar artıdaydım. 

“Gidip içki alalım,” dedim Tanya’ya “Burdaki barmen Güney Kaliforniya’nın en iyi Bloody Mary’sini yapar.” 

Bara gittik. Tanya’nın kimliğini sordular. İçkilerimizi aldık. 

“Bir sonraki yarışta kime oynayacaksın?” diye sordu Tanya. 

“Zag-Zig’e.” 

“Kazanacak mı sence?” 

“Göğsünde bir şey mi var senin?” 

“Fark ettin mi?” 

“Evet.” 

“Tuvalet nerede?” 

“İki kere sağa dön.” 

Tanya gider gitmez bir Bloody Mary daha ısmarladım. Zenci biri bana doğru geldi. 50 yaşlarındaydı, “Hank, hey ahbap, ne var ne yok?” 

“İyidir.” 

“Ahbap, çok özledik seni gerçekten. Buralarda tanıdığımız:

“Bir tane var.”

“40 kiloluk patlayan seks bombası.” 

“Bende sırf bunu mu görüyorsun?” 

“Tabii ki hayır. Kocaman gözlerin var.” 

“Hiç de hoş değilsin.” 

“Hadi yarışı kaçırmayalım.” 

Bir sonraki yarışa yetiştik. O kendininkilere, ben kendiminkilere oynadım. İkimiz de kaybettik. 

“Hadi gidelim burdan,” dedim. 

“Peki,” dedi Tanya.

Sf: 320

Eve döndüğümüzde divanda oturup içkimizi içtik. Aslında fena bir kız değildi. Kederli bir bakışı vardı. Elbise ve yüksek topuklu ayakkabı giyiyordu ve ayak bilekleri güzeldi. Benden ne beklendiğinden pek fazla emin değildim. Onun kendini kötü hissetmesini istemezdim. Öptüm onu, uzun, ince bir dili vardı ve ağzımın bir içinde bir dışında dolaşıyordu. Gümüş balığını düşündüm. Her şey yolunda giderken bile her şeyde keder vardı. 

Sonra Tanya fermuarımı çözdü ve kamışımı ağzına aldı. Onu dışarı çıkarıp bana baktı. Bacaklarımın arasında dizlerimin üstünde duruyordu. Gözlerini gözlerime dikip kamışımın başında diliyle gezindi. Güneşin son ışıkları arasındaki kirli jaluzilerin arasından sızıyordu. Sonra çalışmaya başladı. Hiçbir tekniği yoktu; nasıl yapılacağı hakkında en ufak bir bilgisi yoktu. Sadece diliyle gidip geliyordu. Bu işi böyle dümdüz yapması belki güzeldi ama zevkini çıkarmak zordu. Ben de fantezi dünyama daldım: İkimiz plajdaydık ve etrafımızda 40-50 kişi vardı, kadın ve erkek, çoğunun üstünde mayo vardı. Etrafımızda küçük bir halka yaparak toplanmışlardı. Güneş tepemizdeydi. Denizin dalga sesleri duyuluyordu. Ara sıra martılar alçalıp tepemizde uçuşuyorlardı. 

Onlar bizi seyrederken Tanya emiyor ve yalıyordu, yorumlarını duyuyordum:

“Aman Tanrım, nasıl yapıyor baksana!”

“Kaçık ucuz or*spu!”

“Kendinden 40 yaş büyük herifi üflüyor!”

“Alın onu adamın üstünden! Kaçığın biri.” 

“Hayır, bekle! Başaracak!” 

“BAKSANA şu şeye!” 

“DEHŞET VERİCİ!” 

“Hey, kız işi hallederken ben de onu arkadan becereceğim!” 

“KAÇIĞIN TEKİ! MORUĞU NASIL EMİYOR!” 

“Gidip kıçını kibritle yakalım!” 

“NASIL YAPIYOR BAK!” 

“TAM BİR KAÇIK!” 

Uzanıp Tanya’yı başından tuttum ve kamışımı kafasının merkezine soktum.

Banyodan çıktığında iki içki hazırladım. Tanya bir yudum alıp bana baktı. “Sevdin değil mi? Bunu biliyorum.”

“Haklısın,” dedim. “Senfonik müzik sever misin?” 

“Folk-rock” dedi. 

Radyonun yanına gidip 160’a ayarladım, sesini açtı. Oradaydık. 

Ertesi gün öğleden sonra Tanya’yı havaalanına götürdüm. Aynı barda içki içtik. Melez ortalarda yoktu; o bacaklar başka biriyleydi. 

“Sana yazacağım,” dedi Tanya. 

“Tamam.” 

“Or*spunun biri olduğumu mu düşünüyorsun?” 

“Hayır. Seksi seviyorsun ve bunda yanlış bir şey yok.” 

“Sen aslında kendi kendine boşalıyorsun.” 

“Oldukça püriten biriyim. Püritenler seksten diğerlerinden daha çok hoşlanıyor olmalılar.” 

“Tanıdığım adamlar arasında en masumusun.”

“Bir bakıma hep bakirim…” 

“Keşke bunu ben de söyleyebilsem.” 

“Bir içki daha alır mısın?” 

“Tabii.” 

Konuşmadan içtik. Uçağa binme vakti gelmişti. Tanya’ya veda öpücüğü verip asansöre bindim. İşte yine yalnızım diye geçirdim içimden. Düzüşmeyle ilgili yazılarımı yazmalı ya da kapıcılığa geri dönmeliydim. Posta memurluğu işine alamazlardı artık beni. Bir adam işini korumasını bilmeli derlerdi. 

Eve geldim. Posta kutusunda bir şey yoktu. Oturup Sara’yı aradım. Lokantadaydı. 

“Nasıl gidiyor?” diye sordum. 

“Gitti mi o or*spu?” 

“Gitti.” 

“Ne zaman?” 

“Biraz önce uçağa bindirdim.” 

“Ondan hoşlanıyor musun?” 

“Bazı özellikleri var.” 

“Ona aşık mısın?” 

“Hayır, bak, seni görmek istiyorum.” 

“Bilmiyorum. Benim için fazlasıyla güç oldu. Tekrar yapmayacağını nereden bileyim?” 

“Kimse tam olarak bilemez ne yapacağını.” 

“Ben ne hissettiğimi biliyorum.” 

“Bak, sana neler yaptığını sormadım bile Sara.” 

“Sağol, çok naziksin.” 

“Seni görmek istiyorum. Bu gece. Buraya gelsene.” 

“Hank, gerçekten bilemiyorum…” 

“Gel, konuşuruz sadece.” 

“Sinirlerim altüst oldu. Cehennem azabı çektim.” 

“Bak, şöyle düşün: Benimle birlikteyken bir numarasın ve iki numara bile yok senden sonra.” 

“Peki, yedi civarı gelirim. Baksana iki müşteri bekliyor…” 

“Peki. Yedide görüşürüz.”

Kapadım. Sara iyi bir insandı gerçekten. Onu Tanya için kaybetmek gülünçtü. Yine de Tanya bana bir şeyler katmıştı. Sara ona davrandığımdan daha iyisini hak ediyordu. İnsanlar evli olmasalar bile birbirlerine belli bir sadakat borçluydular. Bir bakıma duyulan güven daha da derinleşmeliydi, çünkü yasayla takdis edilmemişti. 

Pekala, şaraba, iyi bir beyaz şaraba ihtiyacımız vardı. 

Sf: 323

Dışarı çıkıp Vosvos’a bindim ve süpermarketin bitişiğindeki içki dükkanına gittim. İçki satın aldığım yerleri sık sık değiştirirdim, çünkü gece gündüz aynı dükkana gidip büyük miktarlarda alışveriş yaptığınızda çalışanlar artık sizin alışkanlıklarınızı öğrenmeye başlarlar. Niçin hala ölmediğimi merak ettiklerini hissederim ve bu da beni rahatsız eder. Belki böyle düşünmüyorlardır ama senede 300 kere akşamdan kalma olan bir adam paranoid olmaya başlar. 

Yeni bir dükkandan dört şişe kalite beyaz şarap aldım ve dışarı çıktım. Dört Meksikalı genç dışarda dikilmişti. 

“Hey, bayım! Bize biraz para versene! Hey ahbap, bize biraz para versene!” 

“Niçin?” 

“İhtiyacımız var ona ahbap, ihtiyacımız var, anlamıyor musun?” 

“Biraz kok almak için mi?” 

“Pepsi-Cola, ahbap!” 

50 sent verdim onlara.

(ÖLÜMSÜZ YAZAR YARA-

MAZ SOKAK ÇOCUKLARI-

NIN YARDIMINA KOŞTU)

Çekip gittiler. Vosvos’un kapısını açıp şarapları içeri koydum. Tam bir kamyonu hızla geçmiştim ki kapı çarparak açıldı. Bir kadın sertçe dışarı itildi. Genç bir Meksikalıydı. 22 yaşlarında. Dümdüz göğüslü. Gri bir tulum giymişti. Siyah saçları kirli ve dağınıktı. Kamyondaki adam ona bağırıyordu: SENİ ALLAHIN CEZASI K*NCIK! SENİ LANET OLASI OR*SPU! O APTAL KIÇINA TEKMEYİ BASMAK LAZIM!”

“AĞZINA S*ÇTIĞIMIN SERSEM HERİFİ!” diye bağırdı kız. “B*K ÇUVALI!” 

Sf: 324

Adam kamyondan çıkıp kıza doğru koştu. Kız da içki bayiine doğru koşmaya başladı. Adam beni görünce kızın arkasından gitmekten vazgeçip homurdana homurdana kamyonuna geri döndü, sonra da Hollywood Bulvarı’ndan aşağı gazladı. 

Kıza doğru gittim. 

“İyi misin?” 

“Evet.” 

“Senin için yapabileceğim bir şey var mı?” 

“Evet, beni Van Ness’e bırakır mısın? Van Ness ve Franklin.” 

“Peki.” 

Vosvos’a bindi ve Hollywood’a doğru sürdük. Önce sağa, sonra sola döndüm, Franklin’deydik. 

“Şarabın çok, öyle değil mi?” diye sordu. 

“Yaa.” 

“Bir içkiye ihtiyacım var galiba.” 

“Hemen hemen herkesin ihtiyacı vardır ama bilmezler bunu.” 

“Ben biliyorum.” 

“Evime gidebiliriz.” 

“Olur.” 

Vosvos’la geri dönüş yaptık. 

“Biraz param var,” dedim ona. 

“20 dolar,” dedi. 

“İyi üfler misin?” 

“En iyisinden.” 

Eve gittiğimizde ona bir bardak şarap verdim. Ilıktı şarap. Aldırmadı. Ben de ılık ılık içtim. Sonra pantolonumu çıkarıp yatağa uzandım. Arkamdan yatak odasına geldi. Kamışımı donumdan dışarı çıkardım. Aşağı doğru indi. Berbattı, hiç yaratıcılığı yoktu…

Sf: 325

B*ktan bir şeydi bu, diye geçirdim içimden. 

Başımı yastıktan kaldırdım, “Hadi, bebek, yap artık, ne halt ediyorsun orda?”

Sertleşemiyordum. Emdi ve gözlerime baktı. Şimdiye kadar yapılan en kötü muameleydi. İki dakika kadar uğraştıktan sonra bıraktı. Çantasından mendilini çıkarıp balgam çıkarıyormuş gibi tükürdü. 

“Hey” dedim “bana ne satmaya çalışıyorsun? Boşalmadım bile.” 

“Evet, boşaldın, evet!” 

“Hey, bunu bilecek olan benim!” 

“Ağzıma fışkırttın.” 

“Bırak saçmalamayı da gel buraya!” 

Tekrar başladı ama aynı ölçüde kötüydü. Biraz daha iyileşebilir ümidiyle bıraktım kendimi. B*ktan or*spu. Emip yaladı. Sanki bu işi yaparmış gibi yapıyordu, sanki ikimiz de rol yapıyorduk. Kamışım yumuşadı. O devam etti. 

“Tamam, tamam,” dedim. Bırak, unut gitsin.”

Pantolonumu giyip cüzdanımı çıkardım. 

“İşte yirmiliğin. Gidebilirsin şimdi.”

“Hani götürecektin beni.” 

“Sen götürdün ya beni işte.” 

“Franklin ve Van Ness’e gitmek istiyorum.”

“Peki.”

Arabaya bindik ve onu Van Ness’e bıraktım. Uzaklaşırken parmağını kaldırdığını gördüm. Otostop çekiyordu.

Geri döndüğümde Sara’yı aradım. 

“Nasıl gidiyor?” diye sordum. 

“Durgun bugün.” 

“Akşama geliyor musun?” 

“Geleceğimi söyledim ya.” 

“Nefis beyaz şarabım var. Eski günlerdeki gibi.” 

“Tanya’yı tekrar görecek misin?” 

“Hayır.” 

“Ben gelene kadar bir şey içme.” 

“Peki.”

Sf: 326

“Gitmeliyim… Bir müşteri geldi.”

“Peki. Akşama görüşürüz.” 

Sara iyi bir kadındı. Kendimi yola koymalıydım. Bir adamın birçok kadına ihtiyaç duymasının nedeni etrafındakilerinin hiçbirinin iyi olmamasıdır. Sürekli düzüşen bir adam kişiliğini kaybeder. Sara ona verdiğimden çok daha fazlasına layıktı. Şimdi her şey bana bağlıydı. Yatakta uzandım ve uyuyakaldım. 

Telefonun sesiyle uyandım. “Evet,” dedim. 

“Henry Chinaski siz misiniz?” 

“Evet.” 

“Eserlerinizin her zaman hayranıyım. Sizden daha iyi yazar birini tanımıyorum.” 

Sesi genç ve seksiydi. 

“Bazı güzel şeyler yazdığım oldu.” 

“Biliyorum. Biliyorum. Kadınlarla gerçekten böyle ilişkileriniz oldu mu?” 

“Evet.” 

“Dinleyin. Ben de yazıyorum. Los Angeles’ta yaşıyorum ve sizi görmek istiyorum. Şiirlerimden bazılarını göstermek istiyorum.” 

“Ben editör ya da yayıncı değilim.” 

“Biliyorum. Bakın, 19 yaşındayım. Gelip sizi görmek istiyorum.” 

“Bu akşam randevum var.” 

“Oh, herhangi bir gece olabilir.” 

“Hayır, sizi göremem.” 

“Siz yazar Henry Chinaski misiniz gerçekten?” 

“Öyle olduğuna eminim.” 

“Çok sevimli bir kızımdır.” 

“Mutlaka öylesindir.” 

“Adım Rochelle.” 

“Hoşçakal Rochelle.” 

Kapadım. Başarmıştım işte -bu sefer. 

Mutfağa gidip, bir şişe 4.000 ünitelik E vitamini açtım ve bir bardak Perrier’yle birkaç tane yuttum. İyi bir gece olacaktı Chinaski için. Jaluzilerden sızan güneş halıda şekiller oluşturuyordu ve beyaz şarap buzdolabında soğuyordu. 

Kapıyı açıp avluya çıktım. Garip görünüşlü bir kedi vardı dışarda. İri yapılı, parlak siyah tüylü sarı gözlü erkek bir kediydi. Benden korkmadı. Mırlayarak ve bacaklarıma sürtünerek yürüdü. İyi bir adamdım ve o da bunu anlamıştı. Hayvanların anlama yolu da buydu. İçgüdüleri vardı. İçeri girdim; o da arkamdan geldi. 

Ona bir Star-Kist beyaz tonbalığı konservesi açtım. Kaynak suyuyla konserve edilmişti. Net ağırlığı 30 ml.

Doktrin: “Basit erkek tüm kadınlara ‘güzelsin’ demeyi tercih eder. Basit kadın buna inanır; zor kadın güler geçer.” – Charles Bukowski