Önsöz:
Sf: 12
Bu örgütün NATO üyesi her ülkedeki adı farklıydı. Örneğin Türkiye’deki adı “Kontgerilla”, İtalya’daki adı ise “Gladio” olarak konulmuştu.
Türkiye’yi tarihsel ve kültürel bakımdan belirleyen temel etken “İslam medeniyeti” olgusudur. Ancak Meşrutiyet’ten ve özellikle Cumhuriyet’ten sonra Türkiye seçkinleri İslam uygarlık havzasından koparak Batı uygarlık havzasına iltica ve iltihak etti.
Sf: 28
İmam Gazali “Akıl değil nakil esastır” diyor. İnsan aklına ve felsefeye yalnız nakledilenin
(vahiy) sınırları içinde bir hareket alanı tanıyor. Böylece akılcılığı ve felsefeyi kafirlik sayarak yasaklıyor, bilimi donduruyor. Filozofların dünyayı açıklayamadığını, Tanrı’nın varlığını ve birliğini kanıtlamakta yetersiz kaldıklarını, ileri sürdükleri görüşlerinin çelişkili ve tutarsız olduğunu belirtiyor.
Sf: 31
İslam dünyasındaki “İtikada (inanca) felsefe karıştırılmaz” ilkesini yerleştirerek, halkın “düşünmeyen ve sorgulamayan kullar” topluluğu haline getirilmesinin temellerini atar.
Sf: 33
İbni Rüşt, bilimin ve felsefenin kafirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağını savunuyor.
Sf: 37
İbni Rüşt’ü izleyen Batı, aydınlanmayı yaratıyor, sanayi devrimini gerçekleştiriyor ve Büyük Fransız Devrimi’yle bugünkü uygarlığının temellerini atıyor. İmam Gazali’yi izleyen Doğu ve İslam dünyası ise günümüze kadar uzayan kendi ortaçağını hazırlıyor. Müslüman toplumlar bin yıldır devam eden büyük ortaçağını yaşıyor; 21. yüzyıl içinde Taliban ve
El-Kaide örgütlerini çıkarıyor. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanımayan, yüzü açık fotoğrafları çekilemeyeceği için onlara kimlik bile vermeyen, yanlarında aileden reşit (18 yaşında) bir erkek olmadan kadınların sokağa çıkmaları yasak olan yüz kızartıcı Körfez Emirlikleri ve Suudi Arabistan rejimlerini yaratıyor.
Bugünün dünyasında gelişmiş, bilimde, kültürde, sanatta, sanayide ilerlemiş; Batı’nın sömürgesi (yeni sömürgecilik anlamında) olmayan ve demokratik tek bir Müslüman ülkenin bile bulunmaması rastlantı değildir. Bu tabloyu hazırlayan en önemli kişi İmam Gazali’dir.
İşte bu tablonun İslam dünyasında tek istisnası vardı; Cumhuriyet Türkiyesi!
İbni Rüşt 20. yüzyılın başında İslam dünyasında sadece bir yerde, Türkiye’de kazanmıştı. Bu topraklarda gerçekleşen 1908 Jöntürk (Hürriyet) ve 1923 Cumhuriyet devrimlerinin, aydınlanma ve modernleşme süreçlerinin tarihsel anlamı budur. Uluslaşma ve modernleşme atılımının doruğunu oluşturan 1923 Cumhuriyeti, İslam dünyasının ortaçağını aşma yolundaki en büyük devrimci ve görece en başarılı eylemdir. Yarım kalmasına ve bütün kusurlarına karşın, tarihsel hedeflerini bir ölçüde gerçekleştirdiği de söylenebilir. Eğer bugün, 60 yıldır kazanımları birer birer yok edilmesine karşın hala “modern Türkiye” diye bir kavram ve olgu varsa, nedeni bu tarihsel büyük atılımdır.
Marksist toplumbilimci Prof. Dr. Taner Timur, Osmanlı İmparatorluğu’nun “millet-i hakime”si, yani egemen milleti olan, önce Müslümaların en sonra da Türklerin sanayi devrimini, aydınlanma ve modernleşmeyi (uluslaşma sürecini) eden kaçırdıklarını şöyle anlatıyor:
“Osmanlı aydın ve yöneticilerinin temel zaafı da bu noktada ortaya çıkıyordu. Dinsel temelli Osmanlı kültür dünyasında küresel gelişmeyi anlamaya yardımcı olacak kuram ve kavramlar mevcut değildi ve bunlar İslam’ın kutsal akidelerini benimsemediği için “ötekileştiren Batı düşüncesinde de aranmıyordu. Gerçekten de bugün 19. yüzyıl Osmanlı düşüncesini en üst düzeyde temsil eden eserleri bu açıdan incelersek, bunlarda o yüzyıla damgasını vuran düşünce akımlarından (liberalizm, pozitivizm, sosyalizm, neo-kantizm, pragmatism vb.) hiçbirinin ne anlatıldığını, ne tartışıldığını ve ne de -sonuç itibariyle- eleştirildiğini görebiliriz.”
Bunu deneyen Namık Kemal gibi aydınlar ise ya sürgünlerde ölüyor ya da Mithat Paşa gibi yenilikçi devlet adamları sürgünde ( Taif’te ) atıldıkları zindanlarda sultan ve Halife Abdülhamit’in cellatları tarafından boğuluyordu. Oysa Marx ve Engels bile, Birinci Meşrutiyet Anayasası’nı ve modernleşme girişimini “demokratik ve devrimci bir program” olarak gördükleri için Mithat Paşa’yı desteklemişti. Taner Timur şöyle devam ediyor:
“Osmanlı yönetici sınıfı, artık zümre çıkarlarını yansıtmaktan öte bir işlevi kalmamış olan “millet-i hakime” tutkusuyla, Avrupa’da mutlak monarşilerin başlattığı “uluslaşma” (nation building) misyonunu yerine getiremedi ve tarihe göçtü.
Aynı nedenlerle, Türkiye’de İmam Gazali’nin izleyicileri yüz yıldır, burjuva uluslaşma sürecinin aydınlama ve modernleşme hamleleri olan, bu yanıyla insanlık tarihinin ilerici kazanımları hanesine yazılan 1908 Hürriyet ve 1923 Cumhuriyet devrimlerinin kazanımlarını boğmaya çalışıyor.
Sf: 39
Siyasal İslamcı AKP iktidarı, İmam Gazali öğretisi ve geleneğinin, tarihi prizmasında belli kırılmalara uğrasa da son ürünüdür. Bu yanıyla AKP, İslam’ın uzayarak günümüze ulaşan bin yıllık ortaçağını temsil eder. Öyle ki, 1950’den sonra kontrollü bir şekilde kurulan ve seküler toplumbilim derslerinin de verildiği ilahiyat fakültelerinde 2013-2014 öğretim yılında felsefe dersleri kaldırıldı. (ED.N:Karşılaşılan tepki nedeniyle felsefe derslerinin geri getirilmesi söz konusu.) Böylece AKP iktidarı, İmam Gazali’nin felsefeyi kafirlik ilan edip yasaklamasından sonra başlayan İslam’ın ortaçağındaki aydınlanma ve Cumhuriyet parantezini kapatmak için bir adım daha attı.
Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Sinema Festivali’nde büyük ödülü alan Bir Zamanlar Anadolu.
Sf: 46
Buna karşılık Kurtuluş Savaşı’nda kendisiyle birlikte düşmana karşı savaşan; ordularını donatarak silah, cephane, para ve giyecek veren; generallerini göndererek Sakarya Savaşı ve Büyük Taarruz’un planlanmasına doğrudan katılan; Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasına büyük maddi katkılarda bulunan ve birçok ağır sanayi tesisini kuran Sovyetler Birliği’ni (Rusya) ise büyük bir akılsızlık ve vefasızlıkla 1950’den sonra düşman ilan etti. Toplumun çok büyük kısmı bunu yine sorgulamadan kabul etti.
Oysa, 1928’de Mustafa Kemal’in sağlığında yapılan Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı’nda Kurtuluş Savaşı’na katılan iki Sovyet generalin, Voroşilov ve Frunze’nin “Yeni Türkiye’nin kurucu sembolleri” olarak heykelleri var. General Frunze anıtta Atatürk’ün hemen arkasında, Voroşilov ise İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ın arkasında duruyor. Bu kompozisyon Cumhuriyet’in kurucuları tarafından her iki Sovyet generalin de Kurtuluş Savaşı’nın kurmay kadrosu içinde sayıldığını gösteriyor.
Sf: 48
Bir kısım kadın tarafından inanç özgürlüğü adına örtünme mücadelesinin verilmesi kendi köleliğini savunmaktan başka anlama gelmiyor.
Sf: 49
Dinden gelen baskı ve kuşatma, gerçekte devletten gelen baskı ve dayatmadan çok daha güçlüdür.
Sf: 53
Eğer davaya inandırıcılık kazandırmak için araya serpiştirilen Veli Küçük gibi JİTEM ve kontrgerilla bağlantılı isimleri bir kenara koyarsak, Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanan askerler ağırlıklı olarak NATO’dan çıkmak isteyen; Rusya, Çin, İran ve Suriye’yle Avrasya odaklı bir ittifak kurarak ABD’yi ve NATO’yu dengelemeyi planlayan subaylardı. Dahası bu davalarla, Kürt sorununu savaşmak yerine, Türkiye merkezli olarak, siyasal yöntemlerle ve adil biçimde çözme çizgisine yaklaşmış bir ekip imha edildi.
Sf: 56
“(Türk generaller) AKP’den seçilmiş Tayyip Erdoğan’ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır. Erdoğan güçlü bir müttefikimizdir. Generallerin bu tutumu Amerikan menfaatlerinin korunması açısından engelleyicidir. Orgeneral Özkök’ün sadakatli duruşu sahiplenilmelidir. Muhalif generaller, Orgeneral Hilmi Özkök’ün çizgisine itiraz etmektedirler… Erdoğan kendisine desteğin devamı halinde ABD’nin bir müttefiki olarak Ortadoğu ve Irak dahil olmak üzere Türk hava sahasını, kara ve demiryolları ile Mersin ve İskenderun limanlarını kullanımımıza açacağını taahhüt etmektedirler. Ancak, Türk ordusundaki üst rütbeli subaylar tarafından sürekli engellenmek istenmekteyiz.
Amerikan menfaatlerine karşı çıkan Org. Aytaç Yalman, Org. Şener Eruygur, Org. Çetin Doğan, Org. Hurşit Tolon, Org. Fevzi Türkeri, Org. Tuncer Kılınç, Org. Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün talimatlarına uymadıkları gibi her an muhtıra verebilirler. Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır.”
Sf: 92
Bu olay sonrasında on binlerce İstanbullu ve Türkiye’nin başka illerindeki Rum yurttaşımız Türkiye’yi terk etti. İstanbul’un taşralaşması böyle başladı. Olayların çığırından çıkması ve DP hükümetinin öngördüğü sınırları aşması üzerine İstanbul, İzmir ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi. DP hükümeti, uluslararası baskının da etkisiyle bir ksım Rum yurttaşa tazminat ödemek zorunda kaldı. Ama asıl komedi soruşturma sırasında yaşandı; DP hükümeti olayları komünistlerin kışkırttığı iddiasıyla aralarında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Asım Bezici ve Hasan İzzettin Dinamo gibi yazarlarında bulunduğu solcu aydınları tutuklattı. Tarihte böyle bir alçaklık görülmüş değildi.
Muhalefetteki CHP lideri İsmet İnönü, hükümeti ağır bir dille eleştiren ve gerçek suçluları yakalamak yerine suçsuz vatandaşların tutuklandığını ve işkence gördüğünü belirten suçlayıcı bir konuşma yaptı. Bu sert çıkışın da etkisiyle tutukluların çoğu Aralık 1955’te serbest bırakıldı. Dava beraatla sonuçlandı. Kısa bir süre sonra, bir “derin devlet” yapılanması olduğu anlaşılan “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti” de kapatıldı.
Gazeteci Fatih Güllapoğlu’nun belgesel değeri taşıyan, Tanksız Topsuz Harekat kitabı için röpotaj yaptığı, Özel Harp Dairesinin (kontrgerillanın son resmi adı) eski başkanlarından, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği de yapan Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül olayları hakkındaki gerçeği, yıllar sonra bütün açıklığıyla anlattı. Yirmibeşoğlu bu söyleşide, 6-7 Eylül olayları sırasında Seferberlik Tetkik Kurulu’nda (kontrgerillanın ilk resmi adı) görevli olduğunu belirterek aynen şunları söylüyordu:
Sf: 93
“6-7 Eylül de bir Özel Harp (kontrgerilla -m.y) işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”
İşte “demokrasi mimarları” olduğu ileri sürülen ve “kahraman” ilan edilen Celal Bayar ve Adnan Menderes’in DP iktidarının en büyük eseri ve eylemi buydu. Başta Menderes ve Bayar olmak üzere DP hükümeti üyeleri, 27 Mayıs 1960 müdahalesinden sonra Yassıada Mahkemesi’nde 6-7 Eylül yıkımı nedeniyle de yargılandı ve suçlu bulunarak cezalandırıldılar.
DP, bu ortama girdiği 1957 seçimlerini zor kazandı. Seçimlerde hile yapıldığı yönünde güçlü iddialar ortaya atıldı. DP yüzde 47, CHP ise yüzde 41 oy almış, diğer oylar küçük partiler arasında paylaşılmıştı. Bu seçimlerden sonra DP iktidarı muhalifler üzerindeki baskıları artırdı. Ekonomi kötüye gidiyordu, dışarıdan alınan borçlar, üretim alanlarına yatırılmamış, sanayileşme çizgisini sürdürmeyen Türkiye yeniden bir ekonomik darboğaz içine girmişti. Üniversiteler, sokaklar hareketliydi. Büyük öğrenci gösterileri yapılıyor, muhalefet büyüyordu. Tutuklamalar yaygınlaştı, devlet terörü ve işkence sıradan olaylar haline geldi. Basına sansür uygulanmaya başladı, bazı gazetelerin kimi sütunları beyaz (boş) yayımlanıyordu. Gazeteciler ve aydınlar cezaevine atıldı.
Meclis’te kurulan ve DP’li milletvekillerinden oluşan “Tahkikat (Soruşturma) Komisyonu” mahkeme yetkisiyle çalışmaya başladı. Böylece yargı ve yasama yürütmenin denetimine alındı. Bu komisyona ifadeye çağrılan, tutuklanarak çıkıyordu. CHP mitinglerine ve İnönü’ye fiili saldırılar arttı. Sonunda DP, CHP’yi kapatma yönünde hazırlık yapmaya ve 1961 seçimlerini ertelemenin yollarını aramaya başladı. Siyasal ortam gerilmişti, krizden demokratik çıkış yolları iktidar tarafından kapatılıyordu. Hükümet üniversitelere saldırıyor, polis terörü sınır tanımıyor, muhalif hocalar yerlerde sürükleniyor, Turan Emeksiz gibi protestocu gençler Beyazıt Meydanı’nda kurşunlanarak öldürülüyordu.
Sf: 94
Neredeyse bir efsane haline getirilmeye çalışılan Adnan Menderes’in kişiliği üzerinde de biraz durmakta yarar var. Menderes elinde güç ve para olan tipik bir taşra zamparası gibiydi. Hamile kalan sevgilisinin arkasında duracak kadar cesur ve uygar değildi. Muhafazakar sağcıların “Bebek Davası” diye küçümsedikleri, bu yolla DP’liler ve onların üst düzey asker-sivil bürokratlarının yargılandığı Yassıada Mahkemeleri’ni itibarsızlaştırmaya çalıştıkları durum, gerçekte Menderes’in kişiliğini ele veren trajik bir olaydı. Doç. Dr. Nuray Mert’in bu konuda yazdığı yazı, terörize edlen bir medya ortamında, adeta dokunulmaz ve kutsal bir kişi haline Menderes hakkında son dönemde yayımlanan en önemli yazılardan biridir. Nuray Mert şunları yazıyor:
“Haber Türk gazetesinin pazar ekinde, ‘Menderes Gönülçelen’ başlıklı bir güzellemeyle karşılaşınca, artık yazmaya karar verdim. Yazı içinde Ayhan Aydan bölümünün başlığı ‘Herkesin saygı duyduğu aşkı’ diye takdim edilmiş. Hemen söylemek isterim, ‘herkesin saygı duyduğu aşk’ değil! Ben kendi adıma, Menderes’in ne bu, ne de diğer aşklarını hiç de saygın falan bulmuyorum. İnsanların zaaflarını kurcalamamak başka şey, onları ‘efsanevi aşk’ diye yutturmaya çalışmak başka.
Kimmiş, “gönülçelen”? Etrafındaki evli, çocuklu kadınlarla ilişkiye girmekte engel tanımayan, bu yolda siyasi kudretini devreye sokmakta tereddüt etmeyen bir adam. Geçelim onu, en önemlisi (ölümü üzerine tartışmalar bir yana) kendi çocuğuna, bir bebeğe, paçavra muamelesi yaparak, apar topar, yerin dibine, kimsesizler mezarına gömen ve arkasına bakmadan ucuz çapkınlık hayatına kesintisiz devam eden bir adam. Benim gözümde Menderes de, büyük aşık falan değil, pahalı bir dekor içinde ucuz bir çapkındır, o kadar.”
Sf: 95
Nuray Mert’in yazısında söz konusu bebeğe ilişkin olarak, “ölümü üzerine tartışmalar bir yana” diye parantez içinde ima ettiği olay aslında vahimdi. İstenmeyen bir hamilelik sonucu doğduğu anlaşılan bebeğin, Menderes ve sevgilisi tarafından öldürüldüğü, yani bir cinayete kurban gittiği de iddia ediliyordu. Bu nedenle gizlice kimsesizler mezarlığına gömüldüğü belirtiliyordu.
DP’nin ikinci genel başkanı (ilki Celal Bayar’dı) ve Başvekil Adnan Menderes işte böyle bir insandı.
Celal Bayar, Adnan Menderes ve diğer DP yöneticilerinin Türkiye’ye, halka, hatta insanlığa karşı suç işledikleri kesin. Bu bakımdan, adil bir yargılama koşuluyla, cezalandırılmaları da normaldi. Ancak Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanın idam edilmeleri, siyasal ve hukuksal bakımdan çok büyük bir hata oldu. Bu infazlar 27 Mayıs atılımını lekeledi. Çünkü idamın kendisi, insanlık dışı bir cezalandırma yöntemiydi. DP iktidarının devrilmesinde ve yöneticilerinin yargılanmasında bir yanlışlık varsa, o da bu idamlardır, başka şey değil.
Sf: 96
Basitçe ifade edersek şöyle bir mantık ve analiz yöntemi izleniyordu: 12 Eylül bir darbedir ve kötüdür, o halde 27 Mayıs da darbe olduğuna göre o da kötü, hatta faşisttir. Böylece bir olayın özü, esası, niteliği dikkate alınmadan; amaç, program, siyasal sonuç vb. olgulara bakılmadan sadece biçime bakılarak bütün darbeleri eşitleyen bir yaklaşım benimsendi.
Sf: 97
Öncelikle şu tespiti yapmak gerekir: 27 Mayıs klasik bir darbe olmaktan çok uzaktı. Önemli bir sivil toplumsal muhalefet hareketi; aydınlar ve devrimci gençlikle birleşen bir genç subaylar hareketiydi. Yaptığı demokratik anayasa bu hareketin niteliği hakkında kesin bir kanıt sunuyordu. Kendi genelkurmay başkanını tutuklamış, birkaç istisna dışında bütün generalleri, (270) ordudan ihraç etmişti. Hareketin sağ kanadına da tasfiye ederek, çoğu polis şefini de tutuklamıştı. Bütün muhalif siyasi mahkum ve tutukluları ise serbest bırakmıştı.
Türkiye İşçi Partisi (TİP), Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Fikir Kulüpleri Fedarasyonu (FKF) ve Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (Dev-Genç) gibi sosyalist hareketin efsane örgütleri bu ortamda kurulmuş, Yön başta olmak üzere çok sayıda sol ve sosyalist dergi bu dönemde çıkmış, sosyalist edebiyat üzerindeki yasaklar kalkmış, sansürsüz kitaplar yayımlanmaya başlamış, Marksist eserler Türkçe’ye kazandırılmıştı. Dönemin 1965 sonrasındaki DP’nin devamı olan Adalet Partisi (AP) iktidarlarının bütün baskısına karşın, 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlük ortamı bu olanakları sağlıyordu.
Bütün bunlar ortadayken, 27 Mayıs’ı, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleriyle aynı kefeye koymak tam anlamıyla bir saçmalık. Bu değerlendirme bilimsel temellerden yoksun, tarihsel olgularla çelişen, siyasal kanıtlara dayanmayan, keyfi ve ideolojik bir anlayışı ifade ediyor. Yüzeysel ve kaba, tarihi gerçekler ve olgularla çelişiyor.
Sf: 98
Toplumbilimsel açıdan bütün darbeleri aynı kefeye koymak, aralarındaki farklılıkları dikkate almadan toptancı bir değerlendirme yapmak doğru değil. Çünkü örnekleri az da olsa ne dünyadaki ne de Türkiye’deki bütün darbeler daha ilk çözümlemede “kötü” diye nitelendirilemez. Tıpkı seçimle gelen bütün iktidarların iyi olmadığı gibi… Biz bütün darbelere değil, halk düşmanı, gerici, dinci, ırkçı ve faşist darbelere karşı olmalıyız.
Dünyadan verilecek örnek, tahmin edilebileceği gibi 1974 Portekiz “Karanfil Devrimi” olacak. Formel (biçimsel) bir bakışla değerlendirildiğinde “1974 Karanfil Devrimi” de bir askeri darbedir. Ancak, genç subayların ve “üniforma giymiş halk çocukları” olan askerlerin öncülük ettiği, işçi sınıfının ve halkın büyük çoğunluğunun desteklediği bir darbe… Bu darbeyle, Antonio de Oliveria Slazar’ın (1889-1970) kurduğu 40 yıllık faşist diktatörlük yıkılmış, bütün Portekiz sömürgeleri özgürleştirilmiş, siyasi af çıkarılmış, işkenceciler ile generallerin büyük bir bölümü tutuklanmış ve parlamenter demokratik bir rejim kurulmuştu.
Darbelerin ardından illegaliteden kurtulan ve yasal parti kuran komünistler, büyük bir örgütsel güç olarak siyaset sahnesine çıkmıştı. Portekiz Komünist Partisi, 1974 Karanfil Devrimi’nden sonraki koalisyon hükümetlerinde de görev aldı. Özetle, Portekiz’in bugünkü demorasisi, liberallerin “darbe” dediği 1974 Karanfil Devrimi sayesinde kuruldu. Bizim liberaller dışında, Avrupa dahil, dünyada aklı başında hiçbir entelektüel, siyasetçi (sağ demokratlar dahil) ve toplumbilimci Portekiz’de faşist diktatörlüğün devrilmesini “darbe” diye nitelendirmiyor.
Sf: 99
Portekiz Karanfil Devrimi’ni, sırf aralarında askerler var, hatta devrimci genç subaylar öncülük yaptı diye, Şili’de General Augusto Pinochet (1915-2006) cuntasının 1973’te ABD desteğiyle gerçekleştirdiği, on binlerce demokrat ve solcu muhalifin ölümüyle sonuçlanan faşist darbeyle aynı kefeye konulabilir mi? Bunu yapmak, tam anlamıyla siyasal bir körlüktür.
Bu yaklaşım, devrimlere de “darbe” demeye kadar gidecek liberal ve gerici bir savrulmadan başka şey değil. Hitler ve Naziler sırf seçimle iktidara geldiler diye nasıl iyi, meşru ve demokratik bir iktidar sayılamaz ise, bütün sömürgelerin bağımsızlığını tanıyan 1974 “Portekiz Darbesi” de özüne, yarattığı siyasal ve tarihsel sonuçlara bakılmaksızın gayrimeşru ve antidemokrat ilan edilemez.
Sf: 109
Bu anlayışa göre, 25 Ocak 2011’de Hüsnü Mübarek’in devrilmesine katkıda bulunan ordu nedense o zamanlar “darbeci” değildi! Ama siyasal İslamcı Muhammet Mursi 3 Temmuz 2013 tarihinde, halkın büyük baskısı ve eylemi sonucu benzer bir yöntemle görevden alınınca aynı ordu birdenbire “darbeci” oluverdi. Ortada tam bir siyasal ve ahlaki ikiyüzlülük var.
Sf: 110
Gelin isterseniz çok uç bir örnek üzerinden soruna bakalım: Hitler ve Naziler seçimle iktidara geldiler ve katıldıkları her seçimde de oylarını yükselttiler. Başka bir anlatımla “milli iradeyi temsil” eden Naziler, çok demokratik yollardan faşist bir diktatörülük kurup, soykırım yaptılar. İkinci Dünya Savaşı’nda yaklaşık 60 milyon insanın öldürülmesine, dünyanın büyük bölümünde örneği görülmemiş bir yıkıma neden oldular.
Sf: 116
‘Siz Mısır Ordusu’nun komutanı olabilirsiniz ama Mısır halkı sizin üzerinizdedir ve size kendi yanlarında olmanızı ve taleplerini dikkate alarak erken başkanlık seçimlerine gidilmesini emrediyor’ dedim.
Sf: 122
Müslüman Kardeşler lehine muazzam bir hile devreye sokulmuştu. Seçim sandığına getirebilmek için yoksul insanlara gıda paketleri dağıttılar.
Sf: 123
Sonuç olarak, Mısır’da Mursi’nin devrilmesi, “ılımlı İslam” rejimleri için ilk ve en başarılı model ülke diye sunulan Türkiye’yi de yakından etkileyecek. Bu gelişme öncelikle AKP ve Tayyip Erdoğan iktidarını temellerinden sarsacak. Başbakan Erdoğan’ın Gezi Parkı eylemlerinden böyle korkmasının gerçek nedeni budur.
Sf: 132
“Yeni Osmanlıcılık” hayalinden kaynaklanan bir hevesle, yağmadan pay almak ve İslam dünyasının liderliğini ele geçirmek için Suriye’ye müdahale girişiminin içine atladı. Ancak sonradan gördü ki, ABD ve Batılı ortakları, dolayısıyla NATO böyle bir askeri müdahalede doğrudan yer almak istemiyor.
Çünkü bu çapta bir müdahale, Rusya ve İran’ın karşı saldırıya geçeceği, Çin’in kayıtsız kalamayacağı bir bölge savaşına, hatta sınırlı da olsa nükleer silahların da kullanıldığı bir dünya savaşına yol açabilecek kontrolsüz bir süreci başlatacaktır. ABD ve ortakları bu nedenle Türkiye’nin önemli rol oynayacağı ve kendilerinin desteklediği sınırlı bir operasyonla Suriye’de rejimi değiştirmeyi denemek istedi. Böylece Rusya, İran ve Çin’i bloke edebileceklerini düşünüyorlardı. Ancak başarılı olamadılar.
Sf: 155
Çünkü, bir davada eğer bir kişi hakkında bile hatalı ya da kasıtlı işlem yapabiliyorsa, o davada yargılanan herkes hakkında da aynı işlem yapılabilir demektir.
Sf: 170
Yani ” Müslüman Kardeş” Mursi, Müslüman bir ülkeyi işgal etmek ve halkının iradesine karşın rejimi değiştirmek isteyen “haçlı ittifakı” yla aynı cephede yer alıyor ve aynı dili kullanıyordu.
Sf: 174
Meşal’in görüşlerini belirleyen olgu, insanı insan yapan evrensel ahlak ilkeleri, tutarlılık, güvenilirlik, sadakat, davasını sürdürdüğü halkın hakları, hukuku ve çıkarları değildir. Akıl ve bilime kapalı olan İmam Gazali’nin öğretisine dayalı (şeriat) teolojidir. Bunun için gerekirse, şeytan dedikleri ABD ve İsrail’le bile işbirliği yapabilecekleri bir ahlak bu. Yıllarca kendilerini koruyan, barındıran, destekleyen birine (bu bir insan, çevre, örgüt ya da devlet olabilir) ihanet etmek, eğer kutsal davaya katkıda bulunacağını düşünüyorlarsa, çok normal sayılıyor. Peki bu tutumun kutsal davaya katkı sağlayacağına kim karar veriyor? Orası belli değil, bu bir şeyh, imam, siyasal şef ya da son yılların moda deyimiyle kanaat önderi olabiliyor. Burada önemli olan, hangi yolla gerçekleşirse gerçekleşsin bir toplumun dinci dönüşümünü sağlamak oluyor. Bu nedenle İslamcılar su içtikleri kuyuya tükürmekten kaçınmıyor.
Sf: 179
Eygi, Bugün gazetesindeki başyazılarında ABD emperyalizmini protesto eden devrimcilere kaşı Müslümanları “Allah için cihada” çağırıyordu. Devrimci gençlerin (Dev-Genç) 16 Şubat 1969 Pazar günü İstanbul Beyazıt Meydanı’ndan başlayarak Taksim’e uzanan ve yaklaşık 40.000 kişinin katıldığı (o tarihte çok büyük bir sayıdır bu) yürüyüş, görkemli bir eylemdi. Eygi’nin doğrudan içinde yer aldığı bir kontrgerilla operasyonuyla, 6. Filo’yu protesto mitingi yapan devrimci geçlerden Taksim Meydanı’na giren yaklaşık 400 kişiye, camilerden çıkan gerici-faşist bir güruh, polis korumasında sopalar, baltalar, satırlar, bıçaklar ve silahlarla saldırdı.
Bu saldırı için bir gece önceden çevredeki camilere yığınak yapılıyor, İstanbul’un değişik semtlerinden ve Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden getirilen saldırganlar Taksim bölgesine yerleştiriliyordu. Abdullah Gül’ün de yöneticileri arasında bulunduğu dönemin Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) bu saldırının planlandığı merkezlerden biriydi. İslamcı ve faşist saldırganlar operasyon sırasında polis ve kontrgerilla elemanları tarafından sevk ve idare ediliyorlardı. Taksim Meydanı’na çıkan ilk 400 kişilik grup ile ana kitle arasını polis keserek barikat kuruyor, ana kitleyle irtibatı kesilen ve alanda kuşatılan bu küçük gruba güvenlik güçlerinin himayesinde yaklaşık 3.000 İslamcı ve faşist saldırıyordu. Bu saldırı sonucu 2 devrimci öldürülüyor. 200 kişi de yaralanıyordu. Bu olay siyasal tarihe “Kanlı Pazar” diye geçecekti.
İşte, tekbirler eşliğinde Filistin halkıyla dayanışma eylemi yapan İslamcılar böyle bir sicile sahip. Onlar Filistin halkına değil, Filistinli İslamcılara yardım götürüyor. Siz İHH’nin hiç Sudan devlet başkanı şeriatçı diktatör Ömer el-Beşir’in Darfur bölgesinde gerçekleştirdiği soykırımı kınadığını ya da oraya yardım götürmeye çalıştığını duydunuz mu?
Allah bütün Müslümanları böyle İslamcılardan korusun.
Sf: 181
İyi olanı eleyen, nitelikli olanı harcayan bir sistem neredeyse her alanda egemen olmuştu. Üniversite sınavları güvenilmez, kamu personeli seçme sınavları şifreli, seçimler hileliydi… Sayısal Loto çekilişlerine bile kuşkuyla bakılıyordu. Adil ve ve eşit koşullarda onurlu bir kavga yapamaz olmuştu bu ülkenin insanları. Haince bıçak kullanmak başarı sayıldı. Delikanlılık (bu kavramı her iki cins, yani genç kadın ve erkekler için kullanıyorum) kaybetmişti. Korkaklık, sünepelik, kalleşlik, siniklik kazanmaya başlamıştı. Hayatının her alanında, her kurumda, her ilişkide vasatın işgali vardı.
Sf: 182
Evet, bugün Türkiye’de hemen her alanda sırada olanın, niteliksizin, öne çıkanı geriye çeken kültürün egemenliği hala hüküm sürüyor. Siyasette vasatı temsil eden AKP iktidarda. Sporda doping skandalı, olimpiyatların İstanbul’a verilmemesinin nedenlerinden birini oluşturuyor. Medyada bütün büyük gazete ve televizyonların yönetiminde, köşelerinde vasat olanlar en öne çıkıyor. Yayın ve edebiyat dünyasında niteliksiz olan kazanıyor. Nitelikli olanlar bulundukları alanları terk etmek zorunda kalıyor ve “o güzel insanlar beyaz atlarına binip gitmeye” devam ediyor.
Doktrin: “Herkesi öldürüyoruz sevgili dostum. Kimini kurşunlarla, kimini sözlerle, kimini yaptıklarımızla ve kimini de yapmadıklarımızla…” – Dostoyevski
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)