Sf: 10
Hozan Beşir’in bir sözü geldi aklıma: “Yazıldığında hayat hikayem çok uzun olmasın diye 13 yıl müziğin dışında hiçbir şey yapmadım.”
Sf: 17
Bütün bu ırmaklar, ağaçlar, dağlar, meyveler, çiçekler ve diğerleri karnı boklu, elleri kanlı şu rezil, leş, aşağılık, içi ölü köpekler gibi kokan insanoğlu için mi yani? Komedi! Bu denli itinayı hak edecek, karşılığında cennete yerleşecek kadar şerefli olmadığımızı ilk kim itiraf edecek? Bunca katliamdan, kavgadan, bencillikten sonra orada süt ırmaklarında yüzüp, hiçbir şey yaşamamış gibi kahkahalar mı atacağız yani? Rezalet! Bence öte tarafta cehennemden başka bir yer olmamalıydı. Pisliği, ölüleri ve çöpleri ancak yakarak temizleyebilirsin. İnsanlık herhangi bir ödülü hak etmeyecek kadar aşağılık bir yaratıktır.
Sf: 19
Annem sedire oturmuş bitkin ve bıkkın şekilde sessizce ağlıyordu. Ne güzel ağlıyordu öyle. Ağlamak, usta bir ressam tarafından insan yüzüne nakşedilmiş buğulu bir manzara gibi, gülmekten daha başarılı bir çalışma.
Sf: 26
Katilin olay yerine tekrar dönmesi, insanın elleriyle öldürse dahi nefret kaynağına bağımlı olduğuna işaret değil mi? Kaynağını yok etmek nefreti yok etmiyor.
Sf: 27
Hani bir fıkra vardı. Köylünün biri tarlaya gitmiş, çalışırken kafasına güneş geçmiş, olduğu yere yığılmış ama bayılmamış. Biri gelirse bayılmış sansın, telaş yapsın, şefkat göstersin diye öylece baygın numarası yaparak yatıp beklemiş. Beklemiş, beklemiş, tam bir saat beklemiş. Bakmış ki gelen giden yok kalkıp eve gitmiş. Evin avlusunun kapısını aralayıp bahçede kazan kaynatan karısına seslenmiş: Hanım, hanım ben tarlada bayılmış yatıyom gelip beni ayıltsanıza!
Sf: 29
Birisi karasakız tedavisinden sonra ölse bile yeterince karasakız yapıştırılmadığı için öldüğüne inanılıyordu ya da en kötü ihtimalle sakız kalitesizdi.
Sf: 30
Abimin kadınlara olan zaafı düşüncelerinin sonucunda karmaşıktır. Her hafta bir başka liseli kıza göz koyar ama kızların okumasına şiddetle karşıdır, kadın şarkıcıların seksi kıvırışlarına, daracık giysilerine, şuh dudaklarına hayranlığını saklayamaz ama kız kardeşlerinin dudakları olmasından bile hoşnut değildir.
Sf: 32
Kanaldan gözlerimi ayırdığımda duygulanmıştım. Çocuklukta yaşadığımız ufacık ama ufacık anılar büyüdüğümüzde karşımıza büyümüş, kocaman anlamlar olarak gelebiliyor. Biz nasıl büyüyorsak onlar da büyüyor. Yaşadığımız büyük, sahici, acı olaylar zamanla küçülüp yok oluyor da hissettiklerimiz niye sanki somut bir olaymış gibi büyümeye devam ediyor ki?
Sf: 35
Derya benim en iyi arkadaşım. Hastalanmadan önce neredeyse her gün, gece veyahut şafak vakti buluşur, oynar, uyur, dövüşür ve dedikodu yapardık. Doğuştan husumetli olduğumuz yakın akraba kızlarının yeni aldıkları şeyleri çekiştirmek, mahalleye ayda yılda bir düşen yakışıklı oğlanlar hakkında en çok bilgiye sahip olmak için yarışmak, doğrulara yalanlar katmak en çok onunla eğlenceliydi. Derya benim Ertuğrul’a olan ilgimi bilen tek dostumdu. O oğlan sana yaramaz demişti bir kere.Ben de 10 dakika küsmüştüm öyle dedi diye. Geçmek bilmeyen bir 10 dakikaydı.
Sf: 36
“Neden hiç gelmezsin sen? Derya, kuzum içeride kıpırdamadan yatıyor, ne konuştuğu var ne konuşanı. Ne olur gelsen de bir şey desen.”
“Ben gelirim, ben… Gelmem demedim ki yenge, sadece hasta ya hani, hasta dinlenmelidir diye…”
“Gece gündüz dinleniyor o zaten, ona lazım olan ses, insan…”
Bunu derken bir damla yaş yanağından süzülüp terliğinin üstüne düştü. Utandım, öyle keskin bir azap duydum ki olduğum yerde tonlarca ağırlaştım. Mecburen içeri girdim. Koku Derya’nın hala tavana bakan yüzünü ve sıfıra vurulmuş saçlarını gördüğümde kayboldu. Önceki gelmemden bu yana daha da zayıflamış, yüzünde iri gözleri dışında hiçbir şey kalmamıştı. Başının yanına oturup saç tıraşına baktım, kafasının yan tarafında dikiş benzeri izler vardı. Tutamadım kendimi gözlerimden yaşlar boşaldı. İhmalkarlığımı başkalarını suçlayarak örtmeye yeltendim, “Saçları nerede?” dedim ağlayarak Zemili Yenge gelip yatağa oturdu, bana sarılıp çıt çıkarmadan ağladı. Derya duyup üzülmesin diye yarıda kesti, yüzünü ona doğru dönmeden evvel de gözlerini omzumun ardında kuruladı. Arkadaşımın tutmak için uzandığım elleri sanki demirden bir heykel gibi sertti, hiçbir şekilde kavranamıyordu. Vücudu da kasılmıştı. Kafası dışında hareket eden, eklemi olan bir yeri yoktu sanki. Kalbimin üzerine jilet atıldı. Vefasızlık hissini kendi bütünlüğümde ilk kez o zaman fark ettim. Böyleydi işte insanoğlu. Saçları varken yoluk yoluk yolduğumuz kız, kel iken aynı odada bile olmak istemeyeceğim biri olmuştu. Kim bilir o baktığı noktada ne görmekte, ne düşünmekteydi. Söylemek istediği ne çok şey biriktirmişti. Düşüncelerini, hissettiklerini, acılarını sesle, yazıyla veya çizgilerle dile getirememek büyük bir ıstırap olmalı. Belki şu an bir tarafı delicesine kaşınıyordu veya canı akide şekeri çekiyordu ama söyleyebileceği bir yol yoktu. Bir ağaç gibi, bir taş gibi dilsiz ve yalnız. O gün söz verdim kendime, Derya bensiz, ben onsuz kalmayacağım. Sık sık yanına gelip onu balkona çıkaracağım. Hikaye de okurum, okumam mı? Yeni saç örgüleri de öğrenmek lazım, saçları uzasın hele. Bak yine koşacağız yeşilliklere.
Sf: 39
Dikkatli bakmamdan utandığını, bakışlarını oraya buraya savurarak belli etti. Biraz omuz ardına, biraz köprü tahtalarına, biraz da adım atılacak yere karmakarışık bakışlar. O sırada ben de rahatsız edecek kadar süzdüğümün farkına vardım. Bakışlarıma başka yere çevireceğim sırada yüzünün önünden eser miktarda güneş ışığı geçti. Geçerken de gözlerine şöyle bir dokundu ve ışığın temas ettiği ela gözleri küçük birer mücevhermiş gibi parıltılar saçtı. Daha önce mücevher görmüşlüğüm yoktu ama pırlanta dışında herhangi bir şeyin bu gözlerden daha parlak olmasına imkan ve ihtimal olamazdı. Ne olduysa hayatta asla cesaret bulup da hayata geçiremediğim bir duyguya kapıldım. Birkaç saniye içinde, onu tanımak duygusu su içmek kadar önemli ve acil bir ihtiyaç haline gelmişti. Bir an önce herhangi bir soru üretip sormazsam yanımdan geçip gidecekti.
Buldum.
“Pardon! Pazar var mıdır sizce o tarafta?”
Zoraki baktı. Al bak yine o gözler.
Ne, nasıl?” dedi.
Kalbim öyle çarpıyordu ki daha bir dakika önce gördüğüm biri için bu kadar çarpma kime sorsan aptalcaydı. Utanma duygusu tüm çeşitleriyle bedenime hücum etti. Yeni soru bulamadım.
“Semt pazarı kurulmuş mudur o mahalleye?” şeklinde, kendinden emin olmayan bir ses tonuyla sordum bu sefer de.
Geldiği tarafa sanki semt pazarı görecekmiş gibi bakıp, “Benim bilgim yok, buralı değilim,” dedi.
“Nereli?” bu çekingen diyaloğu bitirmenin zamanıydı.
“Ben buralıyım ama ben bile bilmiyorum.” dedim gülerek, yapay mı yapay gülerek. Onun da sahte bile olsa gülümsemesini bekledim ama bence 1 dakikalık bir ilişki için oldukça erken bir kapris. “Hadi ya, olabilir tabii bilmemek mümkün,” demesiyle de şuancık özgüvenim yere düşüp kertenkele misali sürünerek kaçtı. Ukala mıydı yoksa? Belki de sadece turist. Bu iyi. Turistlere iyi davranmalı ve onlara ülkemizi tanıtmalıyız, değil mi? Son nefesimi verirken kendimi tanıttım:
“Şurada, yukarıdaki evde oturuyorum. Önünde varilin içinden ağaç çıkmış ev, o ev işte. Sen nerelisin ki?
Sf: 40
Sersemlemiş, fazla gelen kollarını koparıp atmaya çalışan halim ela gözlü adamda, gözlerinden daha da güzel bir başka eyleme yol açtı. Gülümsemeye. İlerleyen yıllarda yüzünde yarattığı minik dalgalanmalara kadar aklımda yer edecek, sonra tanıyacağım her insanda benzer ifadeyi arayacağım, bulamayınca da sanki büyük bir kabahat işlemişler gibi hor görüp tersleyeceğim o gülümsemeye.
Sf: 41
Soruma da niyeyse cevap vermedi. Üç beş saniye sessizce durup öylece tanrılaştı. Ah tamam gülümsedi ama o kadar tarifsiz bir gülümsemesi vardı ki sadece gülümseme demek hakaret sayılır. Saatine bakarak, acelesi varmış gibi davranarak, güya memnun olmuş olarak gitti. Giderken arkasından yüzümün yarısını yere dökerek bakmaya çalıştım. Üç beş adım sonra arkasına bakacak gibi oldu sonra vazgeçti ya da bana öyle geldi. Aklından neler geçti bilmiyorum. Derdimin ne olduğunu düşünmüş olabilirdi. Ne kadar komik giyindiğimi, kulağımın bu hantal küpeleri nasıl taşıdığını. Ne demeye durup bana cevap verdiğini. Bunun gibi şeyler.
Yoksul insanların evde ne malzeme varsa karıştırıp pişirmesi sayesinde birçok yemeğin keşfedildiğine inanıyorum.
Sf: 42
Gözleri neydi onun öyle? Herkese aynı şekilde bakıyorsa gözlerinin içi yüzlerce kırık kalbe yardım ve yataklık etmiştir.
Aklım, önlenemez biçimde varlığını ezberledi durdu. Birkaç dakikalık karşılaşmanın saatler süren sağlaması.
Sf: 44
Hem o da bana ilk aşkını anlatmıştı, iadeyi sır yapmak zorundaydım.
İlk aşklar hakkında bir şeyler söylemek gerekirse, unutulmayacak denli derin izler bırakmasına bakarak dünya üzerinde kalan tek gerçek aşk ilk aşk. Ya da ilk aşkınla sevişmeyi aklından bile geçirmemiş olmana bakarsak (şayet aşkın şartı sevdiğinle bütünleşmekse) bu asla aşk değil. Sevişmek benim için sevmenin sonucu değildi. Babamın annemi dövme sebebiydi. Kadınlara yapılan pis bir saldırı. Ve belki tecavüz. Bu nedenle dokunulmaktan ve dokunmaktan sakınmam gerektiğine inandım. Çocukluk aşkları sadece seyrettim. Korkutup kaçırmamak için seyrettiğimi bile belli etmedim. Hayır, kesinlikle masumca ve romantik değil, acınası bir şey var bunda. Büsbütün yanlışlar üzerine kurulmuş karakterin işareti. Kangren bu.
Sf: 47
Bulguru da genelde halam Makbule’den ödünç alıyordu. Konuya komşuya türlü “ödünç” ler borçlanmıştık. Allah’tan ödünçten haciz gelmiyordu.
Sf: 48
Mahallede neredeyse herkesin yoksul olması, yoksul olduğumuzu fark etmemizi engelliyordu.
Sf: 49
Terliklerse hurdacı Abidin’in hurda karşılığı bin bir nazla abla valla kurtarmazlarla verdiği, tokaları sudan paslanmış tokyo terliklerdi.
Sf: 51
Annem, biricik sevgilim, en sevdiği tavuğunu benim için satınca suçluluk duydum.
Nereden, nasıl getirildi para?
Ulan çalışıp o parayı eve getireceğim, yeter bu açlık ve tavuksuzluk!
Sf: 53
Yıldız abla kapıyı açtı. Ağzım onunla konuşurken gözlerim gözle görülür biçimde pasaklı olan evin içini gezdi. Pazarcı olmalarından mütevellit ev sürekli haşlanan karnabahar, sarılar lahana, kızaran hamsi kokuyordu. Bilinçaltım Yıldız Abla’yı ve kocasını bu koku imajları yüzünden sebze gibi kodlamış.
Sf: 54
Aaa Siminya gelmiş, napıyon kız, abin napıyo? gibi cevabı merak edilmeyen ama sorulması gerektiği için sorulan soruları sordu.
Sf: 57
İçimde kanaldan o sarı sıvılı şişeleri bulduğumdakine benzer çocuksu bir heyecanla Turna Sokağı’nın başından yürümeye başladım. Kafamda bir milyar soru: Acaba gerçekten orada bir dükkan var mı? Peki, o orada mıdır? Söze nasıl başlasam? Tam olarak nerede dursam ki? Kapının eşiği iyi gibi… Yok biraz içeri girmeli… Kaldırım da fena değildi aslında… Bir şeylere bakar gibi yapabilecek büyüklükte bir dükkan mı acaba? Göt kadar yerse söze başlamak için fazla zamanım olmaz. Ne diyeceğim peki? Merhaba, ben dün köprü… Yok, yok, sonra “eeee napak” bakışı ortaya çıkar. Şey deyim şey: “Sizde şey var mı? Ney? Ne satılıyor lan bu dükkanda? Ya araba yedek parçası satılıyorsa? Bijon anahtarı var mı derim o zaman. Bijon arabayla alakalı bir alet miydi? Bizon gibi o ne ya. Yoksa bazuka mıydı arabayla alakalı olan? Bujiton?
Sokağın sonuna geldiğimde tam soluma düşen tarafta yeni dökülmüş iri taşlat gördüm. Kafamı o tarafa çevirdim. Karşımda küçük bir tuhafiye dükkanı duruyordu. Sorular bildiğim yerden gelmiş gibi sevindim. Artık bahanelerden bahane beğenebilirdim.
Sf: 58
Düştü ve içine ne varsa saçılıp şangur şungur ses çıkardı. Hınzır hınzır gülümsedim. Bu bir işaret elbette. Dün gece benim kadar olmasa da bir şekilde aklından geçmiş olabilirim. Olabilirim değil mi? Yerdekileri toplarken, “Buyurun,” dedi. Söze nasıl başlayacağımı geceden ayarlamış olduğum halde dükkanın tasarlamadığım yeri ve türü yüzünden yine fabrika ayarlarına döndüm.
Sf: 59
“Nihat,” dedi.
Nihat… Sıradanmış. Olsun.
“Memnun oldum. Nerede oturuyorsun mesela?” Son sorudan sonra çok ileri gittiğim duygusuna kapıldım, keşke soruları geri çekebilme mekanizmamız olsaydı.
“Evim yok, yani var da dayımın evi, benim değil, misafirim ben. İğneler?
Uzattığı iğneleri hala elinden almamış olduğumu o an idrak ettim. Parasını verip iğneleri alıp çıkarken içeride bıraktığım izlenimin utancını yaşıyordum.
“İğneler,” derken bıkkındı. Dün köprü, bugün dükkan onu takip ettiğimi falan sandı galiba. İyi ama evet, takip ettim. Etmedim mi? Benden iğrenmiş olabilir. Bir süre gözüne görüneyim ki benim meraklı, asalak, bütün derdi mahalleye yeni gelen oğlanı ilk kapan kız olmak olan bir kız sanmasın. İlk 20-30 adımı sarhoş gibi yürüdüm. Hemen bir yere tutunmazsam yüksek ihtimalle düşecektim. Kaldırımın kenarında eski, yıkık bir evin beton parçalarını görüp oturdum. Ne yaptığımı bilmediğim gibi ne düşüneceğimi de bilmez haldeydim. Nasıl dükkandı orası öyle ya? Tuhafiye ne alaka? Acilmiş gibi. Dükkan da tam izbelik. Hiçbir albenisi yok. Yani gerçekten güzel olduğunu sanıyorlarsa pe… Allah kahretsin oğlan çok güzeldi ya! Güzel değil mi? Evet, hem de ne biçim. Kastı var insana itoğluitin. Ağzını kırdığım.
Sf: 61
Sanki gökten çığ düşmüş, karın altında kalmıştık. Haliyle her dendiği gibi, bu kışa da yüzyılın ennn, enn sert kışı dendi. Yaşlılara da geçmişte gördükleri benzer kışları kıyaslayıp hikayeleştirme fırsatı doğdu.
Sf: 79
Körpecik dul kadın imajına büründüm.
Sf: 72
Hayatta bir kere, sadece bir defaya mahsus kahkaha atınca sesin nasıl çıkıyor duymak için neler vermezdim.
ala babamla evlendiğin 12 yaşındaki kadar saf kalabildiğin için. En düşkün, en aciz olduğun günlerde bile bizi kendi acılarının bedelini ödemekle cezalandırmamak adına yaşama tutunduğun için ve ağlarken bile yüzünün öbür yarısında asılı duran güler yüzün için.
Sf: 80
Ağacın gövdesine sahip olan mı yoksa dallarına sahip olan mı gerçek sahibidir?
Sf: 81
Dedelerimiz Çanakkale’de ne için savaşmıştılar öyle? Hey gidinin rahmetli Osman Bey’i ne biçimde kurmuştu imparatorluğumuzu. Ruhu şad, mekanı cennet olsun. Hz. Adem yasak meyveyi yemeseydi iyi olacağıdı esasen. İşte hep kadın kısmının şeytanlığından başımıza gelenler ama Galatasaray bu sene de şampiyon olacaktı inşallah. Sigara pahalanmasaydı iyiydi. Fiko gömleğini nereden almıştı? Bir gecede tüm din ve dünya işlerini toplam yirmi cümle, bin beş yüz homurtuyla konuşup rahatladılar.
Sf: 83
Hala bahçemizde Alevi bir gencin varlığı dehşetle konuşuluyorsa, her şeyin güzel olacağını söyleyen şarkılar ve filmler sadece şarkı ve film olarak kalmaya devam edecekler.
Sf: 85
Doğrusu bizi uyandırmadan hırsızlıklarını yapıp gitmeleri şartıyla kendilerinden pek korkmam, çünkü biliyorum ki çoğu aramızdan birileri. Hırsızlar da bir yere ait değil mi? Gökten yağmıyorlar ya.
Sf: 86
Komşulardan biri, “Polis bey abi, ölen yiten var mı desen bir,” dedi.
Kendisine gösterilen sonsuz saygıyı göstermek yerine o saygıyla milleti sömürmeyi seçmiş “polis bey abi” çenesini kaldırarak, “Kimseye bir şey olmadı, basın gidin artık, kalabalık yapmayın,” diye devam etti.
Sf: 89
Hikayedeki tek gerçek nokta Ertuğrul’un birini bıçakladığıydı. Her sorduğum kişi olayın oluş biçimini kendi ideolojik görüşü, hayal gücü ve duyumuna göre başka başka anlattı. Biri dedi ki bıçaklanan adam hırsızmış, bekar evini soymaya kalkışmış belasını bulmuş, öteki dedi ki homoymuş, Ertuğrul’a anal ilişki teklif etmiş belasını bulmuş, beriki dedi ki Ertuğrul kaldırımda patates soyuyormuş ayyaş adam yoldan geçerken bıçağın üstüne devrilmiş belasını bulmuş olduğunda hemfikir oldular.
Sf: 91
Başkasının zarar görmesine sebep olmak insanın yaşayacağı en ağır tecrübelerden biri.
Sf: 92
Birkaç yıl içinde de doktor bey oğlum, evladım hitabı kazanıverdi. Zaten taşralının gözünde okuma yazma bilenler bey, prospektüste yazanları anlayanlar doktordur. Abim de ben sadece ilaç satıyorum demeyerek kendisine doktor denmesinden hoşlandığını belli ediyordu.
Sf: 93
Tarla kenarlarında ayağa kalkıp araba seyreden tarla fareleri, cırcır böcekleri, sürüyle kalkan güvercinler.
Erkeklerin etrafındaki kadınlara kusursuz ve bilgili görünme çabası o kadar göz tırmalayıcı ki bazen onlara, “Hey dostum rahatlasana ha? Hadii biz bizeyiz ahbap,” demek istiyorum. Her zaman güçlü görünme, daima kadınları yetiştirme, düzeltme çabası zor olmamalı.
Sf: 96
Nefreti, insanı yaşama karşı dayanıklı yapma özelliğinden dolayı sevmeme karşın, elindeki nefretle akıl almaz işler çıkaran abim gibilerin korkak olmalarını tercih ederim.
Sf: 98
Camın önünde sıralı küpe çiçeklerinin odadan içeri savrulan kuruyan yapraklarını bile taş sandım. Ne geldi ne taş attı. Demek ki o da diğerleri gibi beni sevmedi. Hay ben sizin sevmelerinize!
Dünya’da bu kadar insanız ve hepimiz yalnızlıktan şikayetçiyiz. Bunun çözümü aslında basit. Tüm insanları ikişerli ikişerli gruplara ayırmak. Birilerinin beşer beşer alıp diğerlerinin yalnızlıktan ve sevgisizlikten kurumasına neden olması engellenmeli.
Sf: 99
O zaman pek şansım olmaz işte, çünkü onun kendine has güçlü bir ifadesi, içi gülen simsiyah kocaman gözleri, engel tanımayan hırslı bir yapısı var. İnsanlar onu farkında bile olmadan sevmeye başlarlar.
Sf: 101
Mesela birinin parası daha çoksa daha az olanın illaki kıskanç olduğu hükmü var. Neden? Azcık aşım, ağrısız başım felsefesini benimsemiş olamaz mı? Ya da biri daha şöhretliyse, şöhreti az kişi kafadan kıskanç sayılıyor. Şöhretsizin mütevazi bir hayatı tercih etmiş, geri planda kalmaktan mutlu, görünmezlikten şikayet etmiyor olabileceği kayda bile alınmıyor.
Sf: 104
Belki de ben sevmeyi sevmiyorum.Sevmek, tıpkı bir morfin gibi kanıma karışıp ruhumu hafifletiyor. Sevmeye tutunarak karanlık kuyulardan yalnızlığın, korkunun, ölümün, geveze kalabalıkların olmadığı güneşli yükseklere uçuyorum. Sevmeyi bıraktığım an kendimi tahta bir masanın üstündeki kirleri terlerken, kurumuş sümüklü bir mendili çitilerken, illa birinin diğerine şiddet gösterdiği bir evde kusarken buluyorum.
Sevilmek de güzel ama sevmenin ucuzluğu yanında epeyce lüks.
Kimi sevsem şerefsiz çıkıyordu. Peki, nasıl şerefsiz oldular diye sormak hiç aklıma gelmedi. Ya da nedir bu şeref? Olunca ne oluyor, olmayınca ne?
Sf: 108
Nerede gördün doğayı adeta yorgan gibi örten sarının tüm göz alıcı tonlarını? Sanki bu şair ruhlu sonbahar çocuğunun ahşap kulübesinin verandası ormana açılıyor. İşe de atla gidiyor.
Sf: 109
Kamyon kabininde oturmak insana heybetli bir duygu verir. Dünyaya tepeden bakasınız, yoldan geçenlere etiniz budunuz ne lan heyt deyip tüküresiniz gelir. Adamlar boşa yazmıyorlar yollar bana hasta, alem buysa kral benim tarzı yazıları. Ohis götünü koyduğun anda otomatikman geliyor.
Sf: 112
Bende komik bir şey söyleyeyim, eksik kalmayayım dedim ama bulamadım. Böyle hazır cevapları, komiklikleri 3-5 saniyede buldun buldun, bulamazsan susman daha akıllıcadır.
Sf: 113
Benim derdim yorgan iğnesiyle içime içime dikiyorlarmış gibi canımı yakan aşk ıstırabıydı. Beddualar, küfürler ortalığın malı olmuş ama kimsede ne günaydın ne seni seviyorum ne de başka yumuşak bir cümle bulunmaz. Sevdiğini itiraf etmek, sevdiğine koz vermek zannediliyor. Sevdiğimi öğrenirse bana karşı kullanır, şişş. Kullanacak da napacak sanki pezevenklere mi satacak! Hay sizin tedbirlerinize! Günaydını veya misal özür dilerimi sadece filmlerde duyuyorum ben. Hele bazen babalar çocuklarından özür diliyor ki daha önce hiç böyle utanmamıştır babam; “Bir herif çocuğundan özür dilerse o çocuk bir daha babaya saygı duyar mı? Yanında bacak bacak üstüne de atar, cakkır cakkır sakız da çiğner. Imını siktiğimin herifi bi de erkeem diye dolanıyo ortada. Gapa şunu gapa!” Babamın özür antipatisi yüzünden çocuklarından özür dileyen babaların olduğu filmlerimiz hep yarım kaldı. Özür dilemek en büyük onursuzluklardan biri olarak kodlandı genetiğime.
Sf: 115
İflah olmaz pis bir kokusu vardı. Ona has, onunla özdeşleşmiş bir koku. Çiş, fakirlik ve mutsuzluk kokusu.
Sf: 117
Sevilmemenin faturasını başkalarına kesmeye başladığıma göre sadece sevmek asla yetmiyor. Küçük bir damla bile olsa sevildiğimi hissedebilmem belki de bu kadını incitmemin önüne geçebilirdi.
Sf: 120
Bazen babamın cebinden para çaldığı oluyordu. Babam kumarda ütülmüşümdür, sarhoş kafayla karıya gitmişimdir diye kayıp paralarının üstünde hiçbir vakit durmadı. Annemi asla yadırgamadım. Çocukların yalın ayak kalmaması için işlenebilecek suçların en basitidir hırsızlık.
Bu parayla hem ucuz hem güzel bir kıyafet bulmam imkansız. Mamak’tan da ne alırsam alayım evdekilerle aynı olur.
Sf: 123
Diz üstü etek giydiği için mahallelinin orospu diye andığı kiracısı Melek Abla’yla evlendi. Kolay düğündü. Melek Abla alt katta olan eşyalarını aldı üst kata taşıdı. Bir çırpıda oldu bitti.
Öyle ki okuldan dağılma saati yaklaşınca, “Az sonra Ergün Gözetlemeye gelecek gideyim de üstüme rahat bir şeyler alayım,” diyordum. Gören razı gösteren razı.
Sf: 125
Kömürlüğünde bir ışık bir duman gördüm. Öyle gayri ihtiyari anlık bir görüntü görürsünüz ve sahiden gördüm mü diye gözlerinizi kısarak yeniden bakarsınız ya. Tekrar daha dikkat kesilerek kömürlüğün içine doğru baktım. Orada biri vardı.
Sf: 127
O tahminimce hüzünlü şeyler düşünürken benim düşündüğüm oturduğumuz taşın ne kadar soğuk olduğu ve gece çok gazımız olacağıydı.
Sf: 128
Benim aşık olmam onu mutlu edebilir, fakat bu hasta biri için almak istediğim bir risk, çünkü insanlar çoğunlukla başkalarının mutluluğundan mutsuz olur. Nedense mutsuz insanların hikayeleri daha çok hoşumuza gidiyor. Ağlamanın yüceltilmesi, acılı şarkıların ve filmlerin daha çok tezahürat görmesi öteki mutsuzların varlığını görüp rahatlamamızdan. Elimizde olan ya da bilinçli bir tepki değil bu. Tamamen insanca, dolayısıyla bencilce.
İş baktığımı söylemedim, çünkü bu bir sır. Bizde iş ve koca, ararken değil bulduktan sonra söylenir. Yoksa en başından müdahil olur ve seni asla mutlu etmeyecek işler ve eşler ayarlarlar.
Sf: 130
Babam bıyıklarını sağa sola hareket ettirip dişlerini gıcırdatarak korku salması gereken adam rolünü oynadı. Bazen ona veya öfkeli insanlara bakarken anlamadığım bir merhamet duygusu hissederim. Sanki onlar aslında sakin olmak istiyorlar, taşkınlık çıkarmaktan yorulmuşlar ama üstlerine seneler önce yapışmış etiketleri aksi şekilde davranmalarını engelliyor gibi. Onlarda beklenenler var, yapmazlarsa küçük dünyalarının küçük şöhretini yitirecekler. Mesela babam sanıyor ki bıyığını ileri geri oynatmazsa, “Hımm kızma belirtisi göstermedi demek ki bir dahakine diskoya gidebilirim.” diye düşünecek fakat çoğunlukla bu oyuncu herifler basit bir olayı öyle ciddi şiddete çeviriyorlar ki içimdeki merhametin ömrü 3 saniye bile sürmüyor.
Bende diğerlerimiz gibi kendimi 12 yaşından sonra sökün eden bu rol dağılımı silsilesinden kurtaramadım. Oyda gözü açık bir kızdım ve bir gün bu dayatmaların sırasının bana gelebileceğini görebilir, okumak için veya çalışmak için sıra dışı yöntemler üretebilirdim. Demek ki sandığım kadar zeki değilmişim.
Sf: 131
Bir savaşta bildiğin sırlar kadar güçlüsündür fakat tam ablamı sevebileceğimi düşünmeye başlarken bir aksilik çıkıyor her şey başa dönüyordu. En acı veren aksilik babamın Zehra’yı daha çok sevdiğini fark etmemdi.
Sf: 132
Öyle güzel anlatırdı ki Tire’yi, günler, geceler boyu üstüne hayaller kurmama neden oldu. Rengarenk kuşlar, ağaç evler, şelaleler ve bahçeler vardı. İnsanlar çiçekli sarmaşıklarla sarılmış pencerelerden birbirleriyle muhabbet ediyorlardı. Patika yollardan bisikletlerimizle denize ulaşıyorduk. Giderken de ağaçlardan muz topluyorduk. Resmini bile yapmıştım.
Sf: 138
Büyüklerin yaşın ne olursa olsun sana “sen” diye hitap ettiği, acıyıp ekmek verdiği delilerden sayılırsın.
Sf: 142
“KADINLAR SİNİRLENMEZ!” Kesinlikle şaka yapmıyordu. Toplu mühendisi beyler, kadınları tam dişlerine göre yapmak için canla başla çalışmış, hem fiziksel hem de duygusal her yönden kıskaca almışlar. Bir tek ağlamayı yakıştırıyorlar kadına; anneliği, cenneti, zarafeti, güzelliği, kılsızlığı, küfürsüz konuşmayı, sadakati, sessizliği. Bütün zayıf gösteren, bir sıkımlık can bırakan şeyler yani.
Sf: 145
Uyuzluk işte ama anlaması gerek. Başka nasıl anlatırım bilmiyorum. Ne sevdiğimi ne de sevmediğimi anlatmasını biliyorum.
Sf: 151
Nihat zaten odanın kapısı açıldığı andan itibaren sıçramış, toparlanmak için sarf edilen garip refleksleri yapmakla meşguldü.
Sf: 152
Güzel bir şey söyleyeceği o kadar belliydi ki gözlerine baktım ve sanırım ilk kez bu kadar yakından gördüm onları. Vuruldum.
“Söyle…” dedim.
Sf: 153
Tozlu oda, dokunuşuyla birlikte tertemiz bir havayla hınca hınç dolup aydınlandı, çatının kalkıp gökyüzünün avuçlarımıza indiğini söylesem hissettiklerimi yine karşılamayabilir.
Sf: 154
Yaşamak için bir neden buldum diye gülümsedim.
Sf: 159
Bilirsiniz, aşk itirafında her zaman birleşme olmaz, sevdiğin tarafından her zaman birleşme olmaz, sevdiğin tarafından reddedilip çevresinde en azından arkadaş gibi bulunabilme şansını kaybetmek de olası. Aşıklar gizlice sevmeyi kaldırır da uzak kalmayı kaldıramaz.
Sf: 161
Hava o kadar soğuktu ki o şokla Ankara’ya sövmemek için ermiş olmanız gerekirdi. Yine de kıyamadım. Yere batsın Ankara dedim en fazla.
Aşktaki en merak uyandıran kısım “o beni ben yokken nasıl anıyor?”
Sf: 162
“Kızım sen benim dün aşık olduğumu mu zannettin yoksa?
Kapıdan yana baktım. Biri gelecek de aşk kelimesini havadayken yakalayacak diye ölesiye korku içindeydim. Bu yasadışı bir sohbetti.
Sf: 170
Aynur’un odasına girdiğimde ağlıyordu. O kadar sıskaydı ki beni görüp sarıldığında kemikleri elbisemin danteline takılıp sökebilirdi. Kürek kemiği elime geldi. Yüzündeki o masum güzellik yerini yüzü boyalı bir kurukafaya bırakmıştı.
Sf: 171
Ona bakmak öyle büyüleyici bir heyecana sebep oluyordu ki kulaklarıma hücum eden ateşten söylenenleri duyamaz ve anlayamaz oluyordum. Kalbimin çarpıntısı düğünün bütün gürültüsünü bastırdı.
Sf: 177
Şiirlerle aram yok dedim. Bir insanın şiirlerle arasının olmaması nasıl mümkün olabilir derken gayet ciddiydi.
Sf: 180
Bende bir hal olduğunu anlıyor ve öğrenmek için acele etmiyordu.
Sf: 183
Eski, bulut mavisi sıvaları avuç avuç dökülmüş duvarlarda saat yerine bir zamanlar saatlerin, takvimlerin asılı olduğunu belli eden geometrik izler vardı. Gitmemi istemiyordu.
“Utangaçlığımı bir sevişte aşmamı beklemiyorsun herhalde? diye devam ettiğimde güldü.
“Seni seyretme arzumun sevişince bitmesini beklemiyorsun herhalde?”
Sf: 185
Hangimiz bir diğerini öldürme fikrine hiç kapılmadıysa çıksın ortaya. Suratına bir tokat indireyim. Bazen ben de sizi öldürmek istiyorum.
Sf: 187
“Zor olan öldürmek değil, öldürdükten sonra hissedeceğin şeyler. Belki beni orada dayanılmayacak kadar dehşetli pişmanlıklar bekliyor, telafisi olmadığı için de bir ömür benimle gelecek, bunu kaldırabilir miyim belirsiz.”
Sf: 188
Sen öldürebilir misin diye sormam gerekiyordu sanki. Belki o bana bu soruyu sorarak aynısından ona da sormama zemin hazırlamıştı ama alacağım cevap bu sakin, dingin ortamı darmadağınık edebilirdi. Bencildim. Onu tamamen tanımaktan kaçma sebebim, seçimlerine duyduğum saygıdan değildi. Saygı aptalcadır. Sadece kendi çıkarım için, sevgisiz kalmayayım, ondan duyacağım ürpertici gerçekleri beni ondan soğutmasın diye.
Sf: 190
Kızmış olabilirdi. Buna da hazırım. Elbette ki bir insan sadece gülümseyen, şakalar yapan, öpen koklayan hali ile sevilmez. Öfkeli halini de kabul etmek gerekli.
Sf: 193
Yolda hurdacı Üzeyir Emmi’yi gördü, ön beş kat giyinmiş, yüzünü yeşil bir atkıyla sarmış olduğu halde onu tanımış olmam çok hoşuna gitti.
Sf: 195
Dumanı yüzüme doğru püskürterek, yeşil yeşil süzdü. Belli ki sorularıma cevap vermeyecek, cevaplarıma soru üretecekti.
Sf: 197
Annem de, ancak iş işten geçince kahve battaniyelerle olay yerine varan Amerikan polisi gibi elini ağzına yumruk yapmış arkamdan koşarak geldi.
Sf: 198
Böyle zamanlarda sağdan soldan fırlayıp insanları tutan, yol yordam öğreten işgüzardan çok ne var ki?
Sf: 202
Sanki onlara bir kelime edersem kaybetmişim gibi hissediyordum, sanki yemek yersem ihanet etmişim gibi.
Sf: 204
Hah abisi demişmiş! Kendileri örgütlenince milli birlik beraberlik, başkası örgütlenince hain, nankör, terörist.
Sevgiyi marketten alınabilecek konserve ve benzeri bir ürün sanıyorlar ve ancak sevginizden onlar da otlanabilecekse, gönlünüzün kaydığı nüfuslu, paralı, cömert biriyse işinize karışmazlar. Beleşçi sünepeler. Çıkarcı götler.
Sf: 205
Kızgın olmaları sevmem miydi, yoksa sevdiğim kişinin yasaklı listesinden olması mıydı? Sanırım daha çok ikincisi.
Sf: 206
Babamın evde olan bitenle hiç ilgilendiğini de sanmam. Sırtıma tekme inmiş yatak döşek yatarken, “Niye yatıyo ki o?” Hasta mı? Osursun geçer yiyerif,” dediğini duydum.
Sf: 209
Başka türlü olsa, yani hali vakti yerinde insanlar olsak babamla birlikte öldürsen eğlenmeyiz ama bütün yıl görmediğimiz kadar yiyeceği bir arada görünce partiyi verenin kimliğini gözümüz görmüyor.
Sf: 212
Kırk yılın damı akan fakir kondusu bir geceliğine dünyaca ünlü pop yıldızlarını ağırlıyordu.
Sf: 213
Dangalak dangalak seyrettiler. Biz de küçükken babamın annemi dövmesini seyrederdik, çünkü 5 çelimsiz velet voltran’ı bile oluştursak bir nebze daha genç babamın gücünü alt etmemiz mümkün değildi. Bir de müdahale edince daha çok sinirleniyor, hepimizi birden karda kışta annemle beraber kapının önüne koyuyordu. Isınabilmek için gurkun altına doluşan civcivler gibi annemin etrafına toplaşıp ağlaşıyor, babamdan bizi içeri alması için yalvarıyorduk. Ne zaman ki büyüdük semirdik babam annemi dövmeye kalkışınca üstüne yürümeye, akbaba misali tepesine üşüşmeye başladık. Korktu bu bizden. Dayakları seyrekleşti, şiddeti yok olmaya yüz tuttu. Demek ki zalimin hakkı zulmüne boyun eğmemekmiş. Yalnız başına veya birlikte ne olursa olsun seyretmemek, etkiye karşı herhangi bir tepkiyle karşı koymakmış.
Sf: 217
Ben de sevmediğim tek kişiyle aynı ortamı paylaşmanın karşılığında sevmediğim “E”lerden kaçıyordum. Evdekilerden, evlilikten ve Ergün’den.
Sf: 218
Doğu, batıdaki bütün insanlara ilk olarak ölümü hatırlattı.
Sf: 219
İş olmadığı zamanlarda ise Derya ile vakit geçiriyordum. Yalan söylemeyi en sevdiğim insan oydu. Ona iyi gelecek ve güldürecek yalanlar. Mesela bu sene kış gelmediğini söyledim. Kış ülkemizin üstünden geçip Sibirya’ya gitmiş, meteorologlar bile şaşkınmış bu işe. Yerlerini çamur ve beton yığınları alan ağaçların hiç kesilmediğini de anlattım. Kesmedikleri gibi geçenlerde aşağı mahalleye orman getirmişler. Ağaçlara yüzlerce sincap atılmış. Ormanın ortasına Hansel ve Gratel’in şekerleme evinden konmuş. Koparıp yiyebiliyormuşsun. Bedava değil ama çok az parayla. Bir iki aya iyileşeceğini, annesini telefonda doktoruyla konuşurken duyduğumu ekledim. Annen sana şimdilik söylemiyor, çünkü sürpriz. Balkona her seferinde başka türden bir kuş kondurdum. Bak bak bu seferde kanarya geldi, sapsarı tıpkı güneş gibi. Ötüşü tam şöyle “Civik civik civik!” Dinlersen sen de duyarsın. Duyuyorsun değil mi? Yine kendimle ilgili güzel bir şey anlatmadım. Kendimden yana öyle bezgin bir tablo çiziyordum ki dışarıdan dinleyen benim de Derya gibi yatalak olduğumu zannederdi. İstediğim de buydu. Bütün ziyaretlerimde ve anlattıklarımda yine en küçük bir tepkisini yakalayamadım. Bu durumun daha ne kadar süreceğini merak ediyordum. Tüm hayatını, diyelim ki 80 yaşına kadar böyle mi sürdürecekti? Bu ne büyük adaletsizlik? Hey yine ben, bu durumun öte tarafta bir açıklaması olacak değil mi? Yani korkunç işler yapmış, belki demin bir kediyi sikerek öldürmüş ve şimdi şatafatlı bir yerde yüksek sesle müzik eşliğinde dans eden biriyle bu masum kızın arasındaki adalet uçurumunun bir açıklaması vardır diye düşünüyorum.
Sf: 220
Rüyalarımda devamlı otobüs yolculuğu yapıp onu aradım. Rüyalarım herkesin rüyası gibi saçmalıklarla doluydu. Şehirlerin hatta otobüslerin adının Nihat olması da neyin nesiydi. Bekledikçe beklemeye alışıyorsun zaten. Beklemekten önce ne yaptığını hatırlamıyorsun bile.
Sf: 221
Kendince beni cezalandırdığını sanıyor ama bilmiyor ki sessizliği bana sanki Bahama Adaları’na tatile gitmişçesine huzur veriyordu.
Annem yeterince teşbih, zikir, şükür…
Sf: 223
Benim için geldi bu. Yaratık inleyerek kendi ekseninde daire çizmeye başlayınca Aytel Kürsi’yi düşündüm ama aklıma tek gelen dua Süphaneke oldu. Süphaneke işe yaramaz ki. Cinleri perileri kovalayan duaların ejderhası Aytel Kürsi’dir, o yoksa Nas ve Felak onun yerine savaşır ama Süphaneke…
Sf: 228
Belki bana hak veriyordu ama başka bir dürtü onu bunu kabullenmemeye zorluyordu.
Sf: 231
Sonra ağzınıza biber sürüp kendinize nankör, vefasız, dönek dediniz mi? Beklediğinizle bir küsüp bir barıştınız, bir öpüp bir tükürdünüz mü suratının ortasına?
Sf: 240
“Sözümü tutamadım, affet.”
Öfkem bıçakla kesilir gibi kesildi. Onu kırmaktan ödüm kopuyordu.
Sf: 242
Bacağının üstünde sırtüstü yatarken gördüğüm manzara büyüleyiciydi. Talı bir ağzın üstünde şırıl şırıl akan sulara benzeyen iki ela göz ve hemen üstünde yavaş yavaş sallanan meyve ağaçlarının arasından görünen sapsarı güneş. Ressam olsaydım eve gidince yemez içmez resmederdim.
Elini cebine soktu ve ince bir zincir üstüne rengarenk küçük kuşlar sıralanmış bir kolye çıkardı.
“Bunu görünce beğeneceğini düşünüp aldım, aynı sen bak.”
Oralarda, nerelerde kaybolmuşsa beni düşünmüştü işte. Bir tezgahta gördüğü renkli kuşlardan boynuma varmıştı. Sadece ben değil o da beklemişti belli ki. Kışın bitmesini, baharı, yazı ve kolyeyi boynuma takacağı günü beklemişti. Bu nasıl sadece bir kolye olabilirdi? Kolyeyi takınca dönüp dudaklarına yapıştım, öptüm, öptüm, öptüm.
“Nihat, seni çok seviyorum çok.”
“Ben de seni…”
Orada gözlerin görmediği -görseler kaç yazardı ki- çalılıklar içinde uzun süre sarmaş dolaş koklaştık ve öpüştük. Ona Ergün’den bahsetmek için birkaç defa küçük anlık boşluklar yakaladım. Tam ben… diyecekken bakıyor, o bakışların altında Ergün’den bahsetmek, yemek yerken boktan bahsetmek gibi geliyordu. Zaten öyleydi de.Değersiz, önemsiz bulduğum küçük bir detayı dillendirmeye bile tenezzül etmek istemiyordum ama işin şöyle de bir yanı vardı. Ben birkaç ay aramadı ve söz verdiği mevsimde gelmedi diye hemen gidip bir başkasıyla sözlenecek kadar vefasız biriydim. Bunun bir muhasebesi, bir muhakemesi olmalıydı. Olmasın mı?
Sf: 245
Nihat’a her şeyi en başından, hece hece, madde madde anlatmaya niyetliydim. O benden neyi gizlerse gizlesin ben ona bütün gerçeğimi anlatacak, dilerse beni bırakabileceğini teklif edecektim. Bazen ona bencil bir aşkı dayatıyormuşum hissine kapılıyordum. Belki ben istedim diye bu tehlikeli insanların yanı başında durmaya devam ediyordu, beni bırakma diye yalvardığım için. Başka amaçları da olabilir. Onu ne kadar da az tanıyordum. İlgilendiğim, ondan tek istediğim şeyin beni sevmesi olması hem bencilce hem de görgüsüzceydi. Hayatı boyunca sevilmeyen birinin bulduğu ilk sevgiye asalak gibi yapışmasının temsiliydim.
Sf: 246
Ailene inancını kaybetme elbette ama duyduklarına ilk ağızdan doğrulatmadan da hemen inanma, elinden geliyorsa böyle yap, gelmiyorsa da inanmamak en doğrusu.
Sf: 247
“Nihat, peki sen beni ne kadar tanıyorsun?”
Düğün çiçeklerinden ördüğü tacı bitirmek üzereydi. “Sen çok tatlısın.” Basit ve sevimli cümlesine güldüm.
Yüzü gölgelendi, bir tutam havayı derin derin içine çekip, “Onlar beni tanımak istedi ben de geri çevirmedim, dost canlısı insanlar olduklarını söyleyemem,” dedi. Cevabı ürkütücüydü. ikidir onlarla görüştüğünü ima etti ve ben bu konuyu irdelemekte ihmalkar davrandım. Kim bilir nerede kaç kişi kıstırdı itler.
Sf: 248
“Ne zaman?Nerede tanıştınız? Seni tehdit mi ettiler?”
Nihat’ın soruma cevap verirken gözlerinde beliren cesareti hayat boyu unutmam mümkün değil.
“Benim için bana söyleyecekleri hiçbir şey tehditkar veya korkutucu olamaz.
Bu abartalı bir cesaret. Hiç kimse bu denli manasız cesareti benimseyecek kadar gözü kara olmamalı. Değirmenlerle savaşılmaz. İki iki daha dört.
“Neden? Sana zarar verme ihtimalleri yok mu sence?”
“Var ama bu bir şey ifade etmiyor. Korkuyla yaşamak tarzım değil.”
Nihayet cevabını merak ettiğim bir başka sorunun vakti gelmişti.
“Benim için mi buradasın?”
İstiyordum ki, “Aah hayır tatlım sen de bir nedensin elbette ama esas bazı işlerim var bilirsin alacak verecek bok püsür,” desin, desin de ikincil kalmış olmaktan dağılsam bile başına gelebilecek belaların birincil sorumlusu olmayayım. Benim yüzümden tırnağı bile kırılmasın. Bir bakıma bencilce, alabildiğine korkakça bir istek. Ama…
“Senin varlığın sadece burada kalmam için değil, hayatta kalmam için de artık bir sebep,” diyerek beynimi allak bullak etti.
“Bu ne demek?”
“Bundan sonrasını eğer sen de istersen beraber devam edelim demek.”
Normal şartlarda herhangi bir insanın bu romantik cümle karşısında havalara uçmaması, söyleyenin boynuna sarılıp, “Evet, evet, evet,” dememesi mümkün değildi, fakat paranoyaklar, mutluluk veren herhangi bir şeyi kurcalayıp berbat etmeden dünyalarına sokmazlar.
“Nihat, ben onlardan korkmuyorum.”
Sf: 249
“Ben varken bile mi?”
“Sen varsın diye. Sen yokken onlardan korkmuyordum.”
Söylediklerim istemediğim bir noktaya gelip dayanmıştı. Delice sevmeme karşın neden uzaklaştırmak istediğimi kendim bile anlam veremiyordum. Nihat tavrımdan hoşlanmadı.
“Gideyim mi istiyorsun?”
İçimden, “Yaşa istiyorum,” demek geliyordu ama beni ciddiye almazdı. Daha dolaylı olmalıydım. “Onları tanımıyorsan, ne kadar acımasız ve dik kafalı olduklarını tahmin bile demezsin. Kötüler. Saf kötülük var içlerinde. Kendilerinden başkasının varlığını sevmiyorlar. Gözleri görmese bile bir yerlerde başka fikirlerin doğuyor olması bile uykularını kaçırıyor. Ulaşabildikleri her yere ulaşmak ve farklılıkları yok etmek istiyorlar. Düşün ki o fikir yanı başlarına gelince neler hissediyorlardır. Alevi olmaman fark etmeyecektir. Kürtsün. Kürt olmasan ırz düşmanısın. Irz düşmanı olmasan ekmeklerine ortaksın. Bir şekilde suçlusun ve her zulmü hak ediyorsun. Bütün bildiklerinle onlara yaklaşsan, anlayabilecekleri tüm lisanları kullanarak yaşam hakkını, farklılığın normalliğini, bütün dünyayı tek bir fikre sığdırmanın imkansızlığını anlatsan ve bunu aylarca tekrar etsen yine de kalın kafalarına girmenin olanağı yok. Tek vatan, tek bayrak, tek millet, tek din. Savundukları şeyleri neden savunduklarını, ilk ne zaman savunmaya başladıklarını dahi bilmiyorlar. Kemal Sunal’ın Davacı filmi gibiler, davanın nasıl küçük bir sebepten başladığıyla değil kimin kazanacağı ile ilgileniyorlar.
Sf: 251
Kendi ellerimle kalbimin ortasına bir yara açmıştım.
Sf: 252
Babamın uzun zamandır eve gelmiyor olması hiçbirimizin umrunda değildi. Hayatının hiçbir döneminde sabah gidip akşam evine gelen bir adam olmadı. Bazen günlerce, bazen de aylarca kayıplara karışır ve tam sala okutup, tebrikleri kabul etmeye başladığımızda çıkagelir. Nereye gittiğini, neler yaptığını, üstüne başına ne olduğunu sormak hiçbirimizin haddi değildir. Yıldız Abla bir defasında, gecenin kör vakti kapımızı kırarcasına çalmış, babamı kapıp götürmüştü. Babam sabaha karşı döndüğünde kızdırıp ürkütmeden, bin dereden su getirerek nereye gittiğini sormuştuk. Dişlerini birbirine gıcır gıcır sürterek, “Göğde ışıklı uçan bir şey görmüş onu göstertti.” diye cevap verdi, o böyle uçan cisim, ışık falan deyince ufo olduğunu düşünüp heyecanlandık ve daha da detaylı anlatmasını istedik. İşte o saniye her birimizi ayrı ayrı gökte uçan cisme çevirdi. O gün bugündür mezardan çıkıp gelse kim öldürdü diye sormadık.
Sf: 254
Babamın çok eşliliği yediden yetmişe kadar bilinen ve kanıksanan bir gerçek olduğu için kimse faturayı ona kesmeyecekti.
Sf: 255
Ben ne biliyordum ki sanki? Kapalı kapılar arkasında, bilmediğim zamanlarda bildiğim adamlar tarafından tehdit edilmiş, hırpalanmış olabilirlerdi. Bunları bana söylemeyi tercih etmedi, ruhuma dahi hissettirmedi. Ne zaman karşısına çıksam tanrısal gülümsemesi ile baktı yüzüme. En ufak renk vermedi, ben üzülmeyeyim diye, tıpkı annem gibi. Belki de günlerce, aylarca pencere önlerinde ben onu beklerken, o benden saklamak zorunda olduğu yaralarını iyileştiriyordu. Ondan ömrümün sonuna kadar benliğimin parçası kalacak çok şey öğrendim. Cesaret, beklemeyi bilmek ve sabır en önemlileri elbette. Ama asıl bana öğrettiği yanlışlarımdı. Sadece düşünceleri, inançları, ırkları tıpatıp aynı olanlar için kurgulanmış, gayrısı eksik, kusurlu ve yanlışlarda farz edilmiş steril, ırkçı, faşist dünyamı onunla tanışana kadar çok fark ettiğimi söyleyemem. En iyi Kürt ölü Kürttür sözü üstünde kafa bile yormuyordum. O olmasaydı kocaman bir teknede yoğrulan bu bencil hamurun katı, sert, acı, kekremsi malzemelerinden biri olup gidecektim. Düzenin mezesi olmamayı öğretti bana. Bildiklerini sorgulayıp isyan etmeyi.
Sf: 256
Her sevgili kendisinin daha çok seven olduğuna kanır ararken illaki arama, sorma sayısına başvurur. Oysa arama sayısı, hayatına müdahale, güvensizlik, tetkik gibi olumsuzlukların kanıtı da olabilir. Normal bir ilişkide diğerinin hayatına müdahil olmak olağanken, birbirimizin arkasını kolladığımız, başını belaya sokmamak için azami çaba sarf ettiğimiz bu ilişkide ise aramamak, sormamak, mümkün olduğunca uzak durmak olağan hale geldi. O zarar görmeyecekse, ben gerekirse sessiz sedasız yıllarca beklerim. Ben zarar görmeyeceksem de o.
Sf: 257
“Orası veya burası fark eder mi, nereye istersen gelirim,” diyerek “nereye” sorumun özrünü sundum. Yüzünde tarifsiz bir gülümsemeyle sımsıkı sarıldı. Enfes kokuyordu. “Seni çok seviyorum kara gözlüm,” dedi. Ben de seni… Daima seni… Oturup her zamankinden daha huzurlu ve sanki tamamen ermişçesine yaprakları seyretmeye başladık.
Sf: 259
“Annem mi yoksa Nihat mı? Can mı Canan mı? Geceleri hem beklemenin hem ayrılığın sancıları mideme vurdu, sırtımı ortadan ikiye yardı. Nihat. Evet elbette. Onu bırakırsam daha çok pişman olurdum, çünkü bu evden eninde sonunda yollanacaktım. Bekledim. Günler boyu, önünde küpe çiçeği saksıları dizili penceremizden ayrılamadım ve hep aynı iki yaprağın arasından, aynı sokağın, aynı köşesine baktım. Ağzımdan acı su gelmedikçe, susuzluk dilimi damağıma yapıştırmadıkça yerimden ayrılmadım. Sokağımızda yaşanan ufacık detayları ezberledim.
Sf: 261
Belki kendi düştü, belki azgın sular çekip aldı veya en çok kulağımıza geldiği kadarıyla güvenip sırtını döndüğü bir el tarafından itildi. Bilemeyiz.
Sf: 262
Bu güzel varlığın dünyada bu kadar az kalması haksızlıktan başka bir şey değildi.
Sf: 263
ve oturup ağladık niye
ve niye hiç görmemiş gibi sanki
oturup hep birlikte ağladık
ona şaşırıyorum ona şaşırıyorum biz sanki hiç tanrı görmedik
hadi hiç görmedik diyelim
çok doğru
tanrı da mı hiç görmedi bizi
Sf: 266
Dehşetten ve tiksintiden kulaklarımı kapadım. Nefes aldıklarını bile duyacak mecalim kalmamıştı. İkisinin söylediği her kelime ayrı ayrı bıçak olup ciğerlerime saplandı ve ağzımdan ciğerimin kalan son parçaları döküldü. Yalan söylüyordu. Yalan en sevdikleri lisan, ata mirası bunlara. Eğer suçsuz olsalardı bu kadar panikle beni susturmaya çalışmazlardı. Aylarca Nihat’ın izini sürdüklerini, peşinde dolaştıklarını ve onu tehdit ettiklerini biliyordum. Ergün’ün birdenbire ortaya bir aşk yalanı ile çıkması, hiç durmadan hemen her gün beni ziyaret edip polis olduğunu vurgulaması ve olaydan sonra birden yok olması iz sürmekten başka ne anlama gelir? Peki ya Nihat’ın evinin yanması, dükkanının kapanması. Her ne kadar bağlantısı yok gibi görünse de bir kış gecesi yaşanan bıçaklama olayı. Nihat’ın sık sık ortadan kayboluşu ve en sonunda tamamen… Nihat bana anlatmak istedi. Biliyorum, sorsaydım, sormasını becerebilseydim bana bunu söyleyecekti. Benim kör olası izbe hatırım için geri dönüp meydan okudu bu insanlara. Çağırmasaydım dönmeyecekti. Ne işi vardı ki bu korkunç bataklıkta, bu hurda krallığında. Dönmeseydi ölmeyecekti. Benim yüzümden… Benim yüzümden. Benim.
Sf: 269
Yazık ki kendine ceza kesmen bile onlara hakaret
Film sonu yazıları bitince çıkan sürpriz sahneyi bekledim bir umut. Çıkmadı bir şey.
Doktrin: “Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.” – Bertrand Russell
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (76)
- ★★★★★ şaheser (25)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- hayat kanunları (18)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (381)
- röportaj (3)
- tefrika (19)