Salih Bozok: (1881, Selanik – 25 Nisan 1941, İstanbul), Türk asker ve siyasetçi. Mustafa Kemal Atatürk’ün yaveri ve arkadaşı.
Mustafa Kemal’in mahalle ve okuldan arkadaşı, yaşça da akranıydı. Harp Okulunu aynı yıl bitirdiler.
Atatürk’le dostlukları eskiye dayanmaktadır. O da Atatürk gibi, Selanik doğumlu. Yaşları da yakın. Selanik’ten mahalle komşulukları, hatta uzaktan akrabalıkları var. İlk subaylık yıllarında beraberler. 1908’de hürriyetin ilanından sonra yolları yine Selanik’te kesişiyor. Atatürk’ün onu daha o yıllardan “ömür boyu yoldaş” olarak seçtiğini gösteren ilginç bir sahne vardır :
Selanik’te meşhur Olimpos Gazinosu’nda oturdukları bir akşam, Mustafa Kemal sofradaki dostlarına ileride nasıl iktidara geleceğini anlatır. Sonra da orada bulunanlara gelecekteki görevlerini açıklar. Masadakiler; Fuat Bulca, Nuri Conker, Fethi Okyar ve Salih Bozok hayretle izler onu. Herkese görev bölümü yapıldıktan sonra, sıra Bozok’a gelince, Salih der seninle hiç ayrılmayacağız. “Seni kendime yaver yapacağım.” Masadakiler sorar:
“Peki sen ne olacaksın?”
Yanıt kısadır:
“Ben, size bu görevleri verecek adam olacağım!”
Atatürk ve Berberi – Yaşar Gürsoy
Sf: 10
Bugüne değin yaptığım tüm okuma ve araştırmalarda; Atatürk’ün yanında çalıştırdığı hizmetlilerine çok önem verdiği dikkatimden kaçmadı (kimsenin kaçırdığını da düşünmüyorum). Yaverlerine, kimi zaman onlardan bile fazla önem verdiği aşikârdır (hizmetlerine tevazu gösterir, şakalaşır, yanından hiç ayırmaz).
Sf: 14
Amiral Bristol’ün günlüğü
Halk zafer sarhoşuydu. Meclis kaynıyordu. Kumpaslar almış başını gidiyor, hemen herkes çıkarlarını düşünerek hareket ediyordu.
Karakol Örgütü ile Ankara arasında yaşanan sorunlar, Mustafa Kemal’i yeni arayışlara sürükledi. Günün şartlarına uygun bir istihbarat örgütü kurmakta kararlıydı, zira karakol örgütü ve ardından diğer mahallî istihbarat servisleri de kendisine güvenmiyordu.
Şeyh Said İsyanı
“Yıprandım Nuri!”
Ayrılık haberi, 5 Ağustos 1925 günü radyoda yayımlanan bir hükümet bildirisi ile duyuruldu.
Sf: 52
“İyi çocuğa benziyor. Lakin gerekli istihbaratı tekrar yaptırınız, üzerine güzel kıyafetler alınız. Giyimine dikkat etmeyen insanın ne kendisine ne de topluma saygısı vardır. Hemen göreve hazır ediniz… Ha! Siz yine de Refet Paşa ile olan yakınlığını bir tetkik ediniz.”
“Anlat bakalım Memo!”
Gazi’nin gözü bir ara Tevfik Bey’in küçük yaştaki kızı Emel’in saçlarına ilişti, “Bunun modası geçti,” diyerek, berberi Sabri’yi çağırttı ve orada saçları modaya uyar şekilde kestirtti, sonrasında da, “Bak şimdi çok güzel oldun, modayı ihmal etmemeli,” diyerek iltifat etti. Mehmet gördüklerine inanamadı.
O an için canının çektiği rakısını mutfakta içmeyi doğru buldu. Mutfağa girdi, salata doğradı, rakısını kalınca koyup masaya bıraktı tekrar Emine Hanım’ın bulunduğu odaya gidip kısa bir sohbet etti.
“Paşam öğrendiğim kadarıyla İstanbul kadısının en mühim görevlerinden biri on beş günde bir berberleri kontrol etmesiymiş. Zatıaliniz daha iyi bilir. Berberlerin asabi ve hiddetli olup olmadıkları bir heyet huzurunda türlü denemelere tabi tutulurmuş.
Sf: 78
Suikasttan sonra da otomobil ve benim motorumla adalara kaçacaklardı.
Karabekir Paşa Ankara’da tutuklandı ama İsmet Paşa yakın arkadaşını hemen serbest bıraktırdı. İçişleri bakanı Recep Peker durumu Cumhurbaşkanlığı’na ihbar etti. Gazi, İsmet Paşa’ya şifreli telgraf çekti:
Gazi, insan sarrafı…
Orada da başına buyruk hareket etti. Cesareti ve fedailiğiyle disiplinsizliğini örtmeye çalışıyordu.
Nuri Bey, bu konuşmayı çocukluk arkadaşı ve can yoldaşı Mustafa Kemal’e hemen ertesi gün söyledi. O da kararlı bir ses tonuyla görüşünü dile getirdi: “Ali bizim arkadaşımız… Severiz de söveriz de… Ama Falih Rıfkı bir kalem! Bize hizmet ettiği ölçüde çevremizde olacak. Ali’den başka türlü yararlanırız… Falih Rıfkı’dan başka türlü…
Atatürk bir yandan Kel Ali’yi odaya sokmaya çalışıyor, bir yandan öfkesini burnundan bağırıyordu:
İki Alman doktor, uzun muayenelerden sonra Mustafa Kemal’in, çok sigara içmekten dolayı bir göğüs anjini geçirmiş olduğu sonucuna vardılar. Teşhis Profesör Neşet Ömer’in teşhisinin aynıydı.
Yemeğini bitirdi, sofradan kalkarken gözlerini Mehmet, İbrahim ve Nuri’nin üzerinde gezdirip konuştu:
Naci Paşa da, “Efendim, ben nazariyatın meftunuyum, fiiliyatın masumuyum,” diye yanıt verdi. Hoşuna gitti, gülümsedi.
“Selam arkadaş,” dedi her ikisi de.
Polislerle birlikte Mehmet’in de dikkatini çekti İğneciyan. Hemen gidip, “Hayırdır? Ne bekliyorsun burada?” diye sordu. İğneciyan’ın kızı tam o sırada ok gibi fırlayarak Gazi’nin yanına ulaşmayı başardı.
Afgan kralının Türkiye Cumhuriyeti’ni resmî olarak ziyaret eden devlet adamı olmasıydı. O tarihte aslında Türkiye Batı dünyasından bakıldığında büyük bir yalnızlık içindeydi. Avrupalı ülkelerde, “Türkiye, Batı dünyasında yerini alamıyor,” diye yorumlar yapılıyordu.
Kral ve kraliçe 1 Haziran günü yine İzmir vapuru ile Batum’a hareket ederlerken o güne kadar Ankara’yı başkent olarak kabullenmekte direnen ülkeler arasında da bir çözülme yaşandı. Bir süre sonra İtalyan Büyükelçiliği Ankara’ya taşınacağını açıkladı.
Bu sırada Mehmet ve Nuri silah seslerini duymuş Gazi’nin etrafında etten duvar örerek en güvenli gördükleri tenha bir köşede bekletmeye başlamışlardı. Silah sesleri dindiğinde ise vakit kaybetmeden Gazi hemen Saray’a götürüldü.
Mustafa Kemal Paşa, üç ayda yazdığı büyük Nutuk‘u 15 Ekim 1927’de Ankara’da, Büyük Millet Meclisi binasında toplanan CHP kurultayında, 20 Ekim 1927 günü akşamına kadar otuz altı saat müddetle okudu.
Gazi’nin istediği düzeltme
Dördüncü kez Amasya’ya geliyordu. Uzaktan trenin düdük sesini duyanlar istasyona koştu.
Gazi o gün Kırşehir’de Özel İdare’den maaş alan öğretmenlerden, birkaç aydır maaş alamadıklarından dolayı şikâyet mektubu almış ve o gece sofrasında bulunan ilgili bakandan, öğretmenlerin niçin aylardır maaş alamadıklarını sormuş. Bakan da, “Havalar kış… Belki de onun için postalar işleyememiştir,” diye yanıtlamıştı.
Sf: 146
Soba soğuktu. Sahibi tedariksiz davranmış odun stoklamamıştı.
“Hadi şimdi gitme vaktidir! Öğretmenler bizi bekler…”
Mutluydu. Kollarındaki genç kadın ile dans ederken adeta havada süzülen bir kuş gibiydi. Gelin Hanım, manevi kızı Nebile idi.
Gazi sıkı bir sorgudan sonra Nebile’nin sarayda kalabileceğini söyledi. Ama genç kız rahat durmuyordu. İleriki yıllarda Gazi’ye âşık olduğunu dahi gönül rahatlığıyla söyleyebilecekti.
Gazi, Ali Rıza’yı severdi. İlk tanıştıklarında adını sormuş, babası Ali Rıza Bey’i küçük yaşta kaybettiği için, hiç kimseye Ali Rıza diye hitap edemediğinden yüzü asılmış, yüreği burkulmuştu. O günden sonra da ona ismiyle hitap etmemiş, saçlarının renginden ötürü “Sarı” demişti.
Mustafa Kemal, Cumhuriyet Bayramı kutlama töreni sonrası TBMM’den çıkacakken, bu önemli anı görüntülemek ve tarihe mal etmek için fotoğrafçılar meclis kapısının tam karşısında Ankara Palas’ın önünde yerini çoktan almışlardı.
Gazi bir kaç adım attıktan sonra Ali Rıza’nın ağladığını fark etti. Durdu, yanına çağırtarak ne olduğunu sordu:
Akşam çağrılı bulunan herkes sofradaydı. Meraklıydılar. Gecenin konusunu Gazi belirledi:
Herkesin şaşkınlıktan dili tutuldu. Vasfi Rıza’nın iki damla yaş yanaklarından süzüldü. O sırada Dr. Reşit Galip imdatlarına yetişti ve, “Evet Paşam,” dedi. “Hepimiz mebus oluruz, vekil oluruz, hatta reisicumhur oluruz ama hiçbirimiz Mustafa Kemal olamayız… Bunun için müsaade edin de elinizi öpelim şimdi…”
Söylenenler Gazi’yi memnun etmişti, herkese sırayla elini öptürdü. El öpenler duydukları mutluluğu birbirlerine sarılarak gösterdi.
Bir ara Berber Mehmet’e takıldı:
Kıyafetinin son rötuşlarını ayna karşısında tamamlarken Mehmet ile göz göze geldi:
Gazi, lafın bir yerinde cesaretli adamları sevdiğini ama körü körüne cesaretin bir fayda getirmeyeceğini, zeki olmanın daha faydalı olacağını vurguluyordu.
“Emredersiniz Paşam!”
Hiç tereddüt etmeden ileri atıldı. Sırtı yüksek bir sandalyenin yanına gitti, üzerindeki ceketi hızla çıkartarak sandalyeye sarıp düğmelerini de ilikleyip yüksek sesle, “Buyurun Paşam, salın mermiyi namlunuzdan!” diye sesini yükseltti. Sofradakiler şaşkınlık yaşarken gördükleri karşısında Gazi’nin ne diyeceğini merakla beklerken, Gazi keyifle kahkaha atmaya başladı.
Hoca Kâmil Efendi, “Gözlerinin ışığı beni götürür Paşam…” yanıtını verdi. Mustafa Kemal Paşa ise biraz düşünceli, biraz da gelecek endişesini taşıdığını ifade ederek, “Baba bu işte muvaffak olmak da var, olmamak da… İnşallah muvaffak olacağız. Eğer olmazsak bizi asarlar, kelle gider, ne dersin?” diye sordu.
Gazi, Abdurrahman Kâmil Efendi ile sohbetinin ardından yörenin ileri gelenleri ile bir toplantı yapmak istedi. O sırada çok uzun sakallı biri dikkatini çekti ve Amasya valisine sordu:
Sapı sedef kakmalı bir tabancayı çıkarıp masanın üstüne koyu seslendi:
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu
Bu sırada, İzmir’de yayımlanan, Cumhuriyet Halk Fırkası yanlısı Anadolu gazetesinde Denizli Milletvekili Haydar Rüştü Bey’in Serbest Fırka aleyhine çok ağır suçlamalarla dolu bir yazısı çıktı. Bu yazı yüzünden CHF il idare binasının ve Anadolu matbaasının önünde yapılan gösteriler karşısında polisler silahla önlem almaya çalıştı. Halka ateş açılması sonucu on iki yaşındaki bir çocuk vurularak öldü.
“Dediğim gibi isabet olmuştur. Kazanın kapağı biraz kaldırılınca, içinden neler çıkabileceğini görmüş olduk. Bereket versin, vaktinde görmüş olduk. Bütün tarihimizde uğradığımız felaketlerin hemen hepsi, daima bu yobazların başının altından çıkmıştır fakat çok iyi oldu, çünkü bu sefer başlarını bir daha kaldıramayacakları şekilde ezeceğim!”
Menemen’de gerçekleşen bu isyan, Mustafa Kemal’i ve Türk milletini bir hayli üzmüştü.
Sarayda Gazi’nin başkanlığında dil meselesi hakkında özel bir toplantı vardı. Dil uzmanları, profesörler, gazete başyazarları büyük masanın etrafında oturmuşlar; Besim (Atalay) Bey ve arkadaşlarının -eski kelimeleri bir yana bırakıp yeni türetilen kelimeleri acilen devreye sokma- tezi tartışılıyordu.
Yunus Nadi Bey, “Bendeniz olmaz derim!” diye yanıtladı.
O sırada merdivenlerden yavaş yavaş inen Gazi’yi görmemişlerdi. Konuşmalarına istemeyerek de olsa kulak misafiri olmuştu.
Milletvekili demek o ülkenin en yetişkin insanı demektir! Onun için hareketlerinde sınırlanmamıştır; onun için dokunulmazlığı vardır, serbestçe fikrini söyleyebilsin, serbestçe hareket etsin diye… Milletvekili demek ‘beyaz eldivenli adam’ demektir. Gerekmedikçe, gerekmeyen şeylere dokunamaz, çünkü parmakları kirlenebilir.
Anne, Allah’ın yeryüzündeki timsalidir. Allah, anneyi insan yaratmak için vasıta eder. Ona kendi kudretlerinden bir değil birçok şey verir. Şu halde insan anasına nasıl anadiliyle hitap ederse, Allah da yine anadiliyle hitap eder.
Yakup Kadri Bey, Nuri Bey ile Kılıç Ali’nin yüzlerine bakarak, “Bunlar Gazi’nin barometresidir, çehreleri çatıksa, var bir hikmeti. Sert bir rüzgâr esecek sofrada,” diye içinden geçirdi ama düşündüğü gibi olmadı.
Birden saza, “Dur!” diye haykırdı.
Gazi aslan sütünün son yudumunu alıyordu. Sofradaki kısa süren sessizliği doktoru Mim Kemal (Öke) bozdu:
Yalnızlığa tanıklık eden köşkünün söndürülmeyen ışıklarına doğru yol alırken hüzünlüydü. Latife Hanım’ı aklından geçirdi.
Gazi o güne değin epey mal varlığı edinmişti ama 12 Haziran günü hazineye devredeceği mallarında mirasçıların mahfuz hisselerini önleme amacıyla 3207 sayılı kanunun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabulünü sağladı: “Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin, Medeni Kanun’un 452. maddesi dairesindeki tasarrufları, mahfuz hisseler hakkındaki hükümden müstesna olup bütün mallarında muteberdir.
Kıymet heyecanlandı. Kalem tutan parmakları titriyordu.
bunları görmedik efendim,” dedi Kıymet.
Hikmet Bey için bu sürpriz olmuştu. Oysa Gazi, Hikmet Bey’i Milli Eğitim Bakanı yapmayı önceden düşünmüş ve fırsat kollamıştı. O fırsatı bu şekilde yakaladı ve Hikmet Bey 27 Ekim 1933 günü bakanlık koltuğuna oturdu.
52 yaşındaydı. Kurduğu devleti hızla gelişmiş dünya ülkelerinin arasına koymaya çabalarken yorgun düşmüştü. Canı sıkkındı. Ne Çankaya Köşkü’nde ne de Dolmabahçe’de gönlünce vakit geçiremiyordu. Attığı her adımda her saniye korunmak canına tak etmişti. Epey zamandır içkiyle arası da yoktu.
Gazi odasında yalnız kalmıştı. Bir başına, denize karşı son kadehini içmeyi tercih etmişti ki, aklına kaçıp halkın arasına karışmak geldi. Ama cebinde parasının olmadığını fark etti. Telefona sarıldı, Başyaver Rusuhi (Soyak) Avrupa’daydı. Yaver Celâl’i (Üner) buldu ve, “Bana biraz bozuk para bırakın. Hizmet eden çocukları sevindirmek istiyorum,” dedi.
“Koşun, arayın, bulun! Balıkadamları denize atın, düşmüş olmasın! Allah muhafaza; oraya da bakın…”
Kral Alexander ve eşi Kraliçe Mari motorla rıhtıma yanaştı. Gazi her ikisini de nazikçe ellerinden tutarak karaya çıkardı ve, “Hoş geldiniz,” diyerek saraya buyur etti.
“Buyurun Kral Hazretleri!”
İran Şahı Pehlevi, Gazi, Adalet Bakanı Şükrü (Saracoğlu) Bey ve Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine poker oynuyordu. Saat epey ilerlemişti. Salonda bulunanlar heyecanla oyunu izliyordu.
Bu bir dostluk çağrısıydı. Gazi 20 yıl önce Gelibolu’da savaştığı, 15 yıl önce İstanbul’u işgal eden düşmanına barış elini uzatıyordu.
“Müşterilerin bunlar mıydı?”
Az sonra geri dönmüştü ama beraber çıktıkları kişiler yanında yoktu. Bu kez başka bir masaya gidip oturdu. O masadakiler de kalkıp çıkıp gittiler.
Gazi bir baktı ki; kapının önü otomobiller, resmi, sivil polisler, saray muhafızları ile dolmuştu. Döndü Muhittin Bey’e sordu:
Gazi o yılın Cumhuriyet Bayramı gecesi, âdet edindikleri üzere, Ankara Palas salonlarında davetlisi bulunan, bir geçit törenine katılmış pilotlarla sohbet sırasında birden havacılara : “Düşman donanması en hassas bölgemize yaklaşmaktadır. Bombamız, mermimiz bitti, ne yaparsınız?” diye sordu. Bütün pilotlar, “Hayatımız bedeli de olsa gemilere uçağımız ile çarparız,” cevabını verdiler. Gazi bu cesur cevap üzerine, herkesin duyacağı biçimde: “Benim havacılarım hayatları pahasına da olsa vatanını böyle savunur,” diye sesini yükseltti.
Gazi, intihar pilotunun çaresizlik içinde, ideal bir saldırı biçimi olacağını pilotlarına benimseten ilk lider oldu. Fevzi Uçantürk
Gazi, “Arkadaşlar lütfen hocamızı dinleyelim,” diye sözü kendisine bıraktı.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Naim Hazım Hoca’nın açıklamasını yerinde buldu ve kendisine teşekkür etti.
Atatürk’ün 1930 yılının başlarında ileri sürdüğü Türk Tarih Tezi’ne göre doğal nedenlerle Orta Asya’dan dünyanın değişik yerlerinde yayılan Türkler, gittikleri yerlere, ileri uygarlıklarını da götürmüşlerdi. Dolayısıyla Hititler, Sümerler, Akadlar, Etrüksler, Mısırlılar gibi ileri antik uygarlıklar Türk kökenliydi.
Atatürk, General Fahrettin Altay’a Türk generalleri arasında en uzun boylu olduğu için Altay Dağı’na benzetmek isteği ile bu soyadını vermişti.
“Hamdullah’ın tercümesi ‘Tanrıöver’dir,” dedi ve bu ismi kendi el yazısıyla bir kağıda yazdı. Kağıdı sofranın üstünde duran geniş tasın içine koydu, “Yadigâr olarak sakla,” dedi.
Pilotlar: “Evet çarpmaya hazırız!”
“Kaptan, şimdi İtalyan Donanması’na rastlarsak ne yapacaksın?”
Daha sonra paraşütle atlayışlar başladı.
O anda bir cisim boşluğa yuvarlandı, beyaz bir paraşüt açıldı. Paraşütçü genç atlamıştı. Atatürk, paraşütçü yere inmeden tören alanını terk etti.
Atatürk yazlık açık renk bir elbise içinde neşeli ve sağlıklı görünüyor, sabırsızlıkla bir şey bekler gibi bir hali vardı.
Sonra, masada bulunan Nuri Conker ile Çanakkale Savaşları’ndaki anılarından söz açtı.
Atatürk, Falih Rıfkı Atay’ın Caddebostan Sahili’ndeki küçük ama şirin köşküne gitmek istedi.
Buzdolabını açtı. Ziyafet için hazırlanmış en nadide yemeklere elini bile sürmeden, pilav ve fasulye tabaklarını aldı. Enver hemen Atatürk’ün ellerindekileri alıp, “Isıtayım sayın Paşam!” diye söze girdi. Ama Gazi itiraz etti:
Atatürk sofrada konuşulan konular hakkında, misafirlerinin ayrı ayrı düşünce ve görüşlerini dinlemekten zevk alır, bunun için herkese fırsat verir, gerçeğe ulaşmak isterdi. Gizli kapaklı işlerden, dedikodudan hoşlanmazdı.
Atatürk’ün en çok kızdığı, hiç sevmediği, hiç istemediği şey, bulunduğu yerde şahsı etrafında inzibati tedbirler alınması idi. Milletine çok itimat ettiği için: “Bu millet bana ne kurşun atar ne da attırır!” diye bir emir vererek bütün tedbirleri kaldırtır, zabıtanın vazifesini de hayli zorluğa uğratırdı.
“Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz!”
Sf: 354
Festivalde Artvin halkoyunları ekibi birinci oldu. Artvin barı oynanırken Atatürk’ün bar başı olarak oyuna katılmasından sonra bu oyun “Atabarı” olarak anılmaya başladı.
Burhan Göksel şaşırdı. Yanındaki koltuk değneklerine baktı. Daha sonra da durumunu aktardı:
Dans bitiminde bir arkadaşı yanına yaklaşıp, “Ne kuvvetli emir değil mi?” diye sordu. Genç subayın yanıtı, “Hayır. O bir emir değil, Atatürk’ün büyüleme kuvvetiydi,” oldu.
Masaya geçildi. Edward kendini sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek, “Sizi tebrik ederim ve teşekkür ederim, kendimi İngiltere’de zannettim,” diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sohbet keyifle sürüyordu.
Atatürk, Stalin, Kalinin…
Gece boyunca kasvet çökmüştü. Uyuyamamış, yatağında dönüp durmuştu. Sabah olup da bedenini berber koltuğuna bıraktığında huzursuzluğu sürüyordu.
Mehmet’in konuşup konuşmamak arasındaki gidip gelmeleri dikkatini çekince sordu:
Almanya ve İtalya’nın İsmet İnönü’yü cumhurbaşkanı yapmak istedikleri kulaktan kulağa yayılmıştı. 4 Şubat 1937 tarihli bir İngiliz istihbarat belgesine göre Almanya ve İtalya’nın amacı kontrol edilebilir bir hükümet kurmaktı.
Atatürk söylediği gibi Trabzon gezisine o ay içinde gidemedi. Üçüncü ve son gidişi 11 Haziran 1937 tarihine rastladı.
Atatürk çiftliklerini hazineye bağışlaması nedeniyle millet ve Meclis adına kendisine teşekkür telgrafı çeken Başbakan İsmet İnönü’ye cevap verdi:
1937 ılık bir Eylül akşamı. Florya’da halk biten bir ilk günün yorgunluğunu çıkarıyordu. Sandal gezintisi yapan gençlerin şarkıları, şakalaşmaları, birbirlerine seslenişleri denizde tuhaf yankılar yapıyordu.
Atatürk’ün sandalı ortada, kulağa çok hoş gelen kürek hışırtıları arasında durgun denizde yavaş yavaş ilerlemeye başladılar.
“Çocuklar! Ben Kurtuluş Savaşı’nı da, devrimleri de sizlerin anası, babası, dayısı, kısacası tüm yurttaşlarla birlikte yaptım. Ama görüyorum ki bana güveniniz çok kuvvetli. Şimdi size soruyorum, yeteneksiz bir ulusun başında bulunsaydım, bu savaşı bu devrimleri yapabilir miydim?”
Atatürk’e ait Orman Çiftliği’nin hazineye bağlanması ve talep önerisinin İnönü’den geçmesine karşılık, Atatürk’ün isteksiz davranması; çiftlikte bulunan bira fabrikasının genişletilmesini istemesine karşılıki İnönü’nün bu öneriyi reddetmesi; Atatürk’ün İnönü’nün gerekçelerini yakınlarına soruşturması ve bunun gibi günlük pek çok ayrıntı sayılabilecek gelişmelerin yarattığı tartışmalar, çekişmeler, çatışmalar nihayet iki can dostun arasını bozmuştu.
Atatürk, 20 Eylül 1937 tarihinde İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nın Medhal Salonu’nda II. Türk Silahlı Kuvvetleri Kongresi’ni düzenledi. Kongreye yurtdışından yabancı tarihçiler de davet edildi. Uygarlık kollarının her tarafa Orta Asya’dan yayıldığını ve göçlerin yine oradan başladığını iddia eden Türk Tarih Tezi onların incelemesine sunuldu. 20-25 Eylül tarihinde tertiplenen ve uluslararası bir kongre niteliği taşıyan bu toplantılarda yapılan açıklamalarla Türk Tarih Tezi’nin evrensel bir tarih gerçeği olduğu savunuldu.
Orta Asya’dan göçerek yeryüzünün dört yanına akın eden Türklerin, neolitik ve maden kültürlerini dünyaya yaydıkları tezinin kabul edilmesiyle milli tarihimiz, gerçek karakterini dünyaya kabul ettirmiş sayıyordu. Milletimizi uygar milletler birliğinden ayrı olarak düşünen ve ikinci sınıf bir ırk sayan kin edebiyatı sonunda çürütülmüş oluyordu. Atatürk’ün bu konuda söylediği sözler şunlardı:
“Gözün aydın! Yine kızın olmuş Mehmet…”
Mersinlilerin coşkun sevgi gösterileriyle karşılandı. Resmi ziyaretler istemediği için Atatürk ve yanındakiler Yakup Ersoy’un portakal bahçesine götürüldüler. Ağaçlar arasında gezinirken Sabiha Gökçen, soymuş olduğu bir mandalinayı Atatürk’e ikram etti. Bir çakı isteyen ve dalından bir portakal koparan Atatürk, “İlk defa kendi elimle ağacından portakal kopardım, ne kadar zevkli şey,” diyerek portakalı soyup yedi. Portakalı soymak için uzatılan çakılar içinden belediye başkanının çakısını almıştı.
Koca bir dev olarak bildiği Atatürk günden güne eriyordu. Kimse Atatürk’e hasta olduğunu söylemiyor; söyleyemiyordu, çünkü onlara göre Atatürk ölümsüzdü ya da Atatürk hasta olduğunun gerçeğiyle yüzleşmek istemiyordu. Musallat olan siroz, konulan sirozdan mı, yoksa daha önceki yıllarda; savaş meydanlarında bulaşan sıtma belasından mıydı? Üstelik Atatürk sadece bunlarla değil, küçüklüğünde geçirdiği difteri, kulak egzaması, iki kez geçirdiği kalp krizi, diş, böbrek ve karaciğer rahatsızlıklarından mı o hallere düşmüştü.
Atatürk, Başbakan Celal Bayar’ı köşküne kabul etti. Bayar’ın yurtdışından yabancı hekim getirilmesi isteğini tekrarlaması üzerine: “Çocuk ne yapacaksan çabuk yap, ben hastayım!” diye karşılık verdi. Bayar biraz olsun rahat nefes aldı, umutlandı.
Prof. Dr. Fissinger ısrarlara rağmen Türkiye’de fazla kalamayacağını söyleyerek meslekdaşlarına, “Atatürk o kadar cazip bir kudret ve kuvvete sahip ki, bir gün daha kalacak olursam, derhal O’nun iradesi altına girivereceğim, hâlbuki bir doktor olarak benim O’na hâkim olmam lazım, üç ay sonra gelirim…” dedi.
Fissinger umut ile umutsuzluğun eşiğinde, bir bilen ancak söylemek istediği gerçekleri gizlercesine, habercilerin ruhunu okşayan bir yanıt verdi:
Florya Köşkü hizmete girdiğinden o yana Atatürk hiç böyle keyifsiz olmamıştı. Istırabı yüzüne yansıyordu. Kahvesini yudumlarken engin denize dalıp gitti. Yanında bulunan herkes hiç gürültü yapmıyor, kendisinden gelecek emirleri bekliyor, hatta bir şeyler istese de yapsak ve mutlu etsek diye sabırsızlanıyordu. Berber Mehmet de öyle düşünenlerdendi.
Saat 15.30’u gösterdiğinde Atatürk ve beraberindekiler Savarona’nın güvertesindeydiler. Hayli çökmüş olmasına karşın her zamanki gibi çok şık ve çok yakışıklıydı. Ne var ki ilaçlarını aksatmasa bile, doktorlarının verdiği perhize pek uymadığı görülüyordu. Atatürk giderek ağırlaşan hastalığına karşın Savanora’da mutlu olmaya çalışacaktı.
Atatürk, Savarona’yla vatan topraklarından bir tek Erdek’i ziyaret edebilecekti. O ziyarette de yattan inmeyecek, Erdek halkı kendisini görmese bile, büyük önderin, Cumhuriyet kuşaklarına hitaben, “Beni tanımak, yüzümü görmek, sesimi işitmek değildir,” demesini bir kez daha akıllarına kazıyacaktı.
“Bu yatı bir çocuk oyuncağını bekler gibi beklemiştim, bana hastane mi olacaktı?” dediği zamanın en pahalı ve lüks yatı Savarona.
Hasta olduğu baştan beri halktan gizlenmişti, fakat nasıl olduysa o günlerde hastalığı İstanbul halkı arasında yayılıverdi. Bu yetkili bir tebliğe değil de, belki yattakilerden birinin izni esnasında ağızından kaçırması neticesiydi. Atatürk 9 Temmuz Cumartesi günü bunu öğrendi fakat fazlaca üzerinde durmadı.
Sabaha karşıydı. Saat 06.30’a geliyordu. Yatak odasındaki zili acı acı çaldı. Yan odada bulunan Salih Bozok ses yapmasın diye kunduralarını ayağından çıkardı, odanın kapısına geldiğinde Atatürk’ü yatağı içinde oturmuş sigara içerken buldu. Salih Bozuk’un kapıdan baktığını görünce, “Vealeykümselam,” dedi, “nöbetçi sen misin?” Sonra gülümsemeye çalışarak ilave etti:
Mütemadiyen kızartma ve dondurma istiyor, Aşçı Mehmet Usta da olduğu halde vermiyordu.
Atatürk doğrulup yatağın içine oturdu, önüne ayaklı yemek tablasını aldı ve yazmaya başladı. Çok sakindi. Arada bir yazdıklarına da göz attı. Hem yazıyor hem de bazı kelimeleri değiştiriyor, cümleleri manalarına zarar vermeden kısaltıyor ve sadeleştiriyordu.
Her seferinde Cumhuriyet’in ilanı yıl dönümlerinde Ankara’da gerçekleştirilen resmigeçitlerde Atatürk hep hazır bulunurdu. Bu yıl da Cumhuriyet’in 15. yıldönümü münasebetiyle yapılacak olan geçit resminde bulunarak bir kez daha halka ve orduya doğrudan hitap etmeyi çok istiyordu. Bu maksatla ölçüleri çok değişmiş olan bedenine uygun frakını ısmarlamış, diğer taraftan da törenlerin yapılacağı hipodromdaki şeref tribününe çıkabilmesi için bir asansör ilavesi yapılmıştı. Lakin hastalığın nasıl seyrettiğini gören kendisi de, vaziyeti kavramış ve Ankara’ya gitmekten ümit kesince, “Bu zayıf halimde Ankara’ya gitmekte bir fayda görmüyorum. Gidersem hiç kimsenin yardımı olmadan hiç olmazsa otomobile kadar yürüyebilmeli, arkadaşlarımla selamlaşabilmeliyim, bunları yapamayacağım, anlıyorum,” dedi.
Bir gün sonrasında Ülkü’yü severken mutluluğu yüzünden okunuyordu. Hasan Rıza Soyak’ı yanına çağırdı ve memnuniyetini dile getirdi:
29 Ekim 1938 Cumartesi günü Cumhuriyet Bayramı nedeniyle yapılacak geçit resmine katılacak.
Süvariler ister istemez kıyıya sokuldular. Yine burada, gemilerin yol keserek saray önünde durabilmeleri için makineleri stop etmeleri bildirildi. İnşirah ve İnbisat, Dolmabahçe Sarayı önünde durdu. 54 numaralı vapurda bulunan Kuleli Askeri Lisesi Bandosu İstiklal Marşı’nı çalmaya başlayınca, her iki vapurdaki talebeler de yüksek sesle marşa katıldı.
Saray penceresinden onları nemli gözlerle seyreden Atatürk çok duygulandı ve onlara doğru bir elini kaldırarak, “Bu bayramlar sizlerin ve istikbal sizlerin olacak! Hoşçakalın gençler,” dedi.
Artan su, sıkıntı vermeye başlayınca Atatürk yeniden karnından su alınmasında ısrar etmeye başladı. Doktorlar önce karşı çıktılarsa da, oybirliği ile suyun ertesi günü alınmasına karar verdiler.
Ölümüne iki gün kalasıya kadar tıraşından hiç vazgeçmedi. Hastalığının ileri safhalarında, yani komalara girip çıktığı günlerde, doktorların ve çok yakın dostlarının dışında odasına sadece Berber Mehmet, Kütüphaneci Nuri, ve Sofracıbaşı İbrahim’in girmesine izin verildi. Atatürk bunu bizzat emir olarak vermiş, “Özel hemşire falan istemem bana benim çocuklarım herkesten iyi bakar,” demişti.
Ve sonra odaya gelip elbirliğiyle Atatürk’ü yatakta doğrultmaya başladılar. Tam o sırada Atatürk, Mim Kemal’in gözlerinin içine anlamlı bakışlar göndererek, “Bana ne oluyor böyle?” dedi ve sonra tekrar, “beni yatırın,” diye cılız bir sesle söylendi.
Saat 09.00… Nabız 130’du. Atatürk’ün gözleri kapalı, göğüsü sık sık inip çıkmaktaydı. Son yolculuğuna çıkmaya hazırlandığı oda ve koca saray derin bir sessizlik içindeydi.
O ana kadar metanetini muhafaza eden Hasan Rıza Soyak da hıçkırıklara boğuldu. Atatürk’ün yüzü gittikçe rengini değiştiriyordu, hançeredeki hırıltı gittikçe artıyordu. Acımasız Azrail son darbeyi indirmeye hazırlanıyordu. Atatürk sert bir asker baş çevirisi gibi başını birdenbire kendisine bakanlara çevirdi, gözlerini açtı ve baktı.
Alçı ve malzeme hazırdı.
Doktorlar Mehmet’e, Atatürk’ün yüzünün maskının alınması öncesinde tıraş etmesini söyledi. Mehmet üzüntüden bitap düşmüştü.
Makbule Atadan sarayın merdivenlerinden telaşla inerek Celâl Bayar’ın yanına vardı, çığlığı bastı, sonra da:
Germina: “Mustafa Kemal, milletleri dahilen ve haricen değiştiren, savaş sonrası şefler arasında, daima hususi bir yer işgal edecektir.”
Atatürk’ün katafalkı önünden geçen birisi vardı. Atatürk’ten esinlenerek ülkesine yenilikler yapmaya kalkınca, 1928 yılında krallıktan indirilerek sürgüne gönderilmiş Amanullah Han vardı. Roma’dan başka bir adla uçağa binerek İstanbul’a gelmiş, “Onunla vedalaşmaya ve ağlamaya geldim,” demişti.
Sağlığında Atatürk’e sadr-ı a’zamlardan kimi sevildiği sorulduğunda, “Alemdar Mustafa Paşa ile Mustafa Reşid Paşa’yı severim, fakat Alemdar’ın biraz kültürü olsaydı cumhuriyet ilan ederdi. Mustafa Reşid Paşa’nın kültürü, Alemdar’ın kudreti birleşseydi, ben tarihe başka bir vazife ile girerdim,” demişti.
Protokole son anda giren bir gemi de Atatürk’ün çok arzulayıp istifade edemediği, O’na hastane olan Savanora’ydı. Normalde cenaze programında yoktu, ancak kaptan Sait Özege zekice davranmış saraya gidip yatı protokole sokabilmek için tarihteki Türk hükümdarların cenazesinde uygulanan eski Türk geleneğini hatırlatarak, “Büyük adamların ölümünde atıyla yatı takip etmelidir,” demişti.
“Sandukanın 1934’te hizmete açılan Etnografya Müzesi’ne muvakkat kabir adıyla konulmasının da ibretle hatırlanacak hikayesi vardı: Arkeolog Remzi Oğuz Arık, Alacahöyük’te Hititler devrine ait çok değerli kalıntılarla, Anadolu’daki Türk medeniyetinin Yunan’dan asgari bin yıl daha eski olduğunu, reddedilmesi imkansız ispatlarıyla ortaya koyup Etnografya Müzesi’nde teşhir edince, Atatürk büyük heyecan içinde kendisini kutlamış, kucaklamış, öpmüş, bulunanları bir bir incelemiş, daha sonra mermer sütunlara dayalı hole girince, loşluk, derin bir sükût ve cidarlardan sızan ışık huzmeleri içinde zaman dehlizini hatırlatan mimarinin etkisiyle olacak, yanındakilere yavaş sesle:
I. Dünya Savaşı’nda Türkiye’yi istila etme gayesiyle Gelibolu’ya yüklenerek en kanlı çarpışmalara sebebiyet veren müttefik kuvvetleri komutanlarından Mareşal Baron William Birdwood, Çanakkale’de aylarca inatla dövüştüğü hasmını, şimdi selamlamak için gelmiş fakat ayaklarından rahatsız olduğu için koltuk değnekleriyle cenazeyi ancak Türk Ocağı’nın balkonunda beklemişti.

Doktrin: “Türk genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır.’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
“Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir.’ diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.’ diyecek.
“Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haklı ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, ‘Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.’
İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!” – Mustafa Kemal Atatürk – Bursa Nutku
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (76)
- ★★★★★ şaheser (25)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- hayat kanunları (18)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (381)
- röportaj (3)
- tefrika (19)