Sf: 16

Büyük harp teorisinin ya da stratejinin olağanüstü güçlükleri vardır ve bu konuları çok az kişinin yeteri kadar açıklıkla tasavvur ve tahayyül edebildiği rahatlıkla söylenebilir.
Bütün büyük komutanlar böyle hareket etmişlerdir ve bunların büyüklüğü ve dehaları da kısmen bu yetenekleriyle daima doğru karar vermiş olmalarından ileri gelmektedir.
Savunma, olumsuz amaçlı ama daha kuvvetli bir şekildir; taarruz olumlu amaçlı, daha zayıf bir şekildir; büyük başarıları  küçük başarılar tayin eder; o halde stratejik etkiler, belirli bir sıklet merkezine irca edebilir; koşullar zorunlu kılınca zayıf kuvvetlerin yaptığı bir gösteri, gerçek bir taarruzdur; zafer, yalnız muharebe alanının zaptıyla değil, aksine fiziki ve moral harp kuvvetinin tahribiyle kazanılır ve çoğu kez buna kazanılan muharebelerden sonraki takiple ulaşılır; zaferin kazanıldığı yerdeki başarı, daime en büyük başarıdır; o halde bir hattan ve bir yönden diğerine geçmek, ancak zorunlu hallerde uygulanan kötü bir durum olarak kabul edilebilir; kuşatma ancak, kesin üstünlük ya da kendi irtibat ve çekilme yollarımızın düşmanın irtibat ve çekilde yollarına üstün olması halinde yapılabilir; yan mevzileri de aynı koşullara tabidirler; her taarruz ilerledikçe zayıflar.
Sf: 18
Bazı bitkilerin meyve vermesi nasıl boylarının fazla uzamamasına bağlı ise, uygulamalı sanalarda da kuramsal yaprakların ve çiçeklerin fazla büyümemesi, aksine, kendilerine özgü toprağa, yani deneyime yakın bulunmaları gerekir.
Olmuş başakları görmek için tarlaya gitmek varken buğday tanesinin kimyasal öğelerinden başağın şeklini çıkarmaya çalışmak hiç kuşkusuz saçma olur. Araştırma ve gözlem, felsefe ve deneyim asla birbirini küçük görmemeli ve hiçbir zaman biri diğerini işe karıştırmamaya kalkışmamalıdır; aksine, birbirlerini karşılıklı desteklemelidirler. Bunun için u kitabın tümceleri, bir dış nokta olarak, iç zorunluluklarının kısa kemerleriyle ya deneyime ya da harp kavramının kendisine dayanmaktadırlar; dolayısıyla temelden yoksun değildir. (Birçok askeri yazarın, özellikle harbi bilimsel olarak ele almak isteyenlerin tutumunun bu olmadığını pek çok örnek ispat eder. Bunlar lehteki ve aleyhteki görüşlere o kadar çok yer verirler ki, birbirlerini yok eden bu görüşlerden geriye, iki aslan hikayesinde olduğu gibi kuyrukları bile kalmaz.) Canlı ve kapsamlı, sistematik bir harp teorisi kurmak belki de olanaksız değildir; fakat şimdiye kadar kurduğumuz teoriler, bu niteliklerden çok uzaktırlar. Bunlar, bilimsel olmadıklarından başka, sistemin tutarlılığı ve mükemmelliği çabasına rağmen saçma sapan, basma kalıp ve harcıalem gevezeliklerle doludurlar. Buna bir örnek göstermek istenirse, Lichtenberg’in bir yangın yönetmeliğinden aldığı şu parça okunabilir:
“Bir evde yangı çıkınca, her şeyden önce soldaki evin sağ duvarını ve sağdaki evin sol duvarını korumaya çalışmak lazımdır; çünkü, örneğin, soldaki evin sol duvarı korunacak olursa sağ duvarı, sağdaki evin sol duvarına karşı düşecek ve ateş de bu duvarın ve sağdaki duvarın sağında bulunduğundan (çünkü evin, yangının solunda bulunduğunu kabul etmiştik) sağ duvar, ateşe sol duvardan daha yakın bulunacak ve eğer korunmayacak olursa ateş, korunmuş olan sol duvardan önce kendisine geleceğinden tutuşacaktır; böylece korumamış olan bir şey, korunmuş olandan daha önce yanacaktır; o halde bunu bırakmak, ötekini korumak zorunludur. Sonuç olarak şunun bilinmesi yeterlidir: Eğer ev, yangının sağındaysa sol duvarının, solundaysa sağ duvarının korunması gerekir.”
Bu ipe sapa gelmez şeylerle aklı başında okuyucunun gözünü korkutmamak ve pek az işe yarar şeyin üzerine soğuk su dökerek tadını kaçırmamak için yazar uzun yıllardan beri devam edegelen harp üzerindeki düşüncelerinin, tanıdığı yetenekli kimselerle ilişkilerinin ve kendi kişisel deneyimlerinin ürünlerini, küçük, saf maden külçeleri halinde sunmayı tercih etmiştir. Bu kitabın, aralarındaki dış bağlantı çok zayıf olan bölümleri bu şekilde meydana gelmiştir; fakat, iç bağlantının (insicamın) eksik olmadığını umarım. Belki de yakında daha akıllı birisi çıkar ve bu tek tek tanecikler yerine konunun bütününü bize cürufsuz bir döküm halinde verir.
                                                          CARL von CLAUSEEWİTZ
Sf: 20
BİRİNCİ CİLT
Birinci Kitap
SAVAŞIN DOĞASI
Birinci Bölüm
SAVAŞ NEDİR?
2. Tanımlama
Konuya, savaşın siyasal yazı yazanlara özgü anlaşılması güç bir tanımlamasıyla girmek istemiyoruz; aksine savaşın, düellonun esas unsurlarına dayanmak istiyoruz. Savaş, çok genişletilmiş bir düellodan başa bir şey değildir. Pek çok sayıda tek tek düelloculardan oluşan bir birliği düşünmek yerine düello yapan iki kişiyi gözümüzün önüne getirecek olursak daha iyi yapmış oluruz. Bunlardan her biri, fiziksel gücüyle diğerine kendi iradesini kabul ettirmeye çalışır. O’nun ilk amacı, düşmanı mağlup etmek ve böylece daha sonra herhangi bir mukavemette bulunamayacağı bir duruma sokmaktır.
O halde savaş, düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemidir.
Sf:21
3. Aşırı derecede kuvvet kullanma
Şimdi insancıl kimseler, fazla kan dökmeden düşmanı silahtan arındırmanın ya da yenmenin sanatkarane bir yolu olabileceğini ve harp sanatının gerçek eğiliminin de bu olduğunu kolayca hayal edebilirler. Ne kadar iyi izlenim bırakırsa bıraksın bu yanılgının ortadan kaldırılması zorunludur; çünkü, harp gibi çok tehlikeli şeylerde iyi niyetlilikten doğan yanılgılar, yanılgının en kötüsüdür. Fiziksel kuvvetin bütün kapsamıyla kullanılması, hiçbir zaman aklın da beraber kullanılmasına engel olmadığından bu fiziksel kuvveti acımadan, kan dökmekten çekinmeden kullanan taraf, üstünlük sağlar. Böylece diğer tarafa da kuralı öğretmiş olur.
Sf: 22
Savaş bir kuvvet kullanma eylemidir ve kuvvetin kullanılmasında hiçbir sınır yoktur; o halde taraflar birbirlerini daha fazla kuvvet kullanmaya iteler; böylece, mantıki olarak aşırılığa kaçılması zorunlu bir karşılıklı etki doğar. Bu, karşılaştığımız ilk karşılıklı etki ve ilk aşırılıktır.
Sf: 23
Savaşan bir devlerin içine düşebileceği en kötü durum, tamamen silahtan arındırılmış olmaktır. Savaş harekatının hedefi, daima düşmanın silahtan arındırılması ya da mağlup edilmesidir.
Canlı iki kuvvetin birbiriyle çarpışması söz konusudur. Düşmanı mağlup etmediğim sürece, onun beni mağlup etmesinden korkmak zorundayım; o halde artık ben, kendimin efendisi değilim; aksine, düşman bana talimat veriyor, benim ona verdiğim gibi.
Kısmen de olsa sayıya dayandığından eldeki olanakların büyüklüğü, tayin edilebilir; fakat, irade gücünün kuvveti pek tayin edilemez ve ancak, düşmanı harekete geçiren nedenlerin gücüne göre değerlendirilebilir. Bu şekilde düşmanın karşı koyma gücünü, oldukça iyi tahmin edebileceğimizi kabul edersek kendi gayretlerimizi de buna göre ayarlayabilir ve gayretlerimizi, ya üstünlüğü sağlayacak kadar büyük tutar, ya da, buna gücümüz yetmediği takdirde, olanak oranında büyük tutarız. Fakat düşman da aynı şeyi yapar. O halde, yalın bir tasarı olarak tarafları tekrar aşırılığa iten yeni bir tırmanma başlayacaktır.
Sf: 24
Harp hiçbir zaman birden bire çıkmaz: yayılması bir anda olacak bir iş değildir. Bu nedenle düşman taraflardan her biri, diğeri hakkında daha çok, ne olması, ne yapması gerektiğine göre değil, ne olduğuna, ne yaptığına bakarak bir hükme varır. Bununlar beraber hiçbir zaman mükemmel bir yaratık olmayan insan daima mutlak iyinin gerisinde kalır ve bu nedenler, her iki taraf için de söz konusu olan bu noksanlık, yumuşatıcı bir ilke olur.
Sf: 28
Her eylem, gerçekleşmek için belirli bir zamana muhtaçtır; buna, eylemin süresi diyoruz. Bu süre, eylemi gerçekleştirenin acelesine göre uzun ya da kısa olabilir.
Biz burada sürenin uzunluğu ya da kısalığıyla meşgul olacak değiliz. Herkesin kendine göre bir tutumu vardır; yavaş davrananlar, fazla zaman harcamak istedikleri için böyle hareket etmezler, aksine yaradılışları gereği fazla zamana muhtaç olduklarından ve acele ettikleri takdirde kötü yapacaklarından böyle hareket ederler.
Sf: 31
18. İkinci bir neden, durumun içine çok iyi girilmemesidir
Fakat, savaş harekatını durdurabilen bir başka neden daha vardır: Durumun içine tamamen girilmemiş olması. Her komutan, ancak kendi durumunu tam olarak bilir; düşmanın durumunu ise pek güvenli olmayan raporlardan öğrenir; o halde, yaptığı muhakemede düşman hakkında yanılmış olabilir ve bu yanılgı sonucu, gerçekte kendisinde olan insiyatifin düşmanda olduğunu sanır.
Sf: 33
Savaş sanatı, canlı ve moral güçlerle meşgul olur; bu nedenle hiçbir konuda mutlak ve kesinliğe ulaşmaz; yani daime tesadüfe , şansa bir yer kalır; bu, en küçük işte bile en büyük işteki kadar büyüktür. Bu şans, taraflardan birindeyse, cesaret ve kendine güven de diğer tarafta yer almalı ve boşluğu doldurmalıdır. Cesaret ve kendine güven ne kadar büyükse şansa, tesadüfe bakılan yerde o kadar büyük olabilir. O halde cesaret ve kendine güven, savaşta çok önemli ilkelerdir.
Sf: 34
Bir toplumun -tüm halkın- özellikle uygar halkların savaşı, daima politik bir durumdan doğar ve ancak politik bir mucip sebeple başlatılır. O halde politik bir eylemdir.
Sf: 35
O halde politika, bütün savaş eyleminin iyice içine işleyecek ve savaşın içinde patlayan kuvvetlerin doğasının müsaade ettiği oranda savaş üzerinde sürekli bir etki yapacaktır.
Sf: 38
Daha sonra Savaş Planı adlı kitapta bir devleti silahtan arındırmanın ne demek olduğunu daha yakından inceleyeceğiz; fakat burada, üç genel madde olarak diğer her şeyi içine alan üç hususu hemen birbirinden ayırt etmek zorundayız. Bunlar: Silahlı kuvvetler, ülke ve düşmanın iradesidir.

Silahlı kuvvet muhakkak imha edilmelidir; yani, artık savaşa devam edemeyecek bir duruma sokulmalıdır. Bundan sonra “düşman silahlı kuvvetinin imhası” deyiminden sadece bunu anlayacağımızı burada açıklamalıyız.
Ülke zapt edilmelidir; çünkü ülkeden yeni bir silahlı kuvvet teşkil edilebilir.
Fakat bu iki şey tamamen yapılsa bile düşmanın iradesi de kırılmadıkça, yani düşman hükümeti ve müttefikleri barış anlaşmasını imzamaya ya da halk boyun eğmeye razı edilmedikçe harp, yani düşmanca gerginlik (muhasemat) ve düşman kuvvetlerinin etkisi sona ermiş kabul edilemez. Çünkü biz, ülkeyi tamamen işgal altında bulundururken içeriden yapılan yardımlarla ya da müttefiklerin yardımıyla savaş yeniden alevlenebilir. Tabii bu, barıştan sonra da olabilir ve savaşların tam bir kesin sonuca ulaşmadığından, kendi içinde sona ermediğinden başka bir şeyi ispat etmez. Fakat hal böyle olsa bile, aksi takdirde için için yanmaya devam edecek olan kıvılcımlar barış anlaşmasının imzalanmasıyla yavaş yavaş söner ve gerginlikler yumuşar; çünkü, bütün barıştan yana olanlar -ki, bunlar her ulusta ve her türlü koşullar altında daima büyük bir toplam tutarlar- direnmekten tamamen vazgeçerler. Zaten daha sonra ne olursa olsun, daima barış ile amaca ulaşılmış ve savaş sona ermiş sayılır.
Sf: 41
Düşmana taarruz ettiğimizde ilk darbeyi, nihayet her şey harabe haline gelinceye kadar bir dizi darbeyle sürdürmek, ya da düşmanda güven (emniyet) duygusunu kırmak, üstü olduğumuz duygusunu yaratmak ve onu gelecek hakkında endişeye sevk etmek için bir zaferle yetinmek isteyip istemememiz tamamen başka başka şeylerdir. Eğer bir zaferle yetinmek istiyorsak, düşman silahlı kuvvetlerinin imhası için kulanacağımız kuvvet ancak buna yetecek kadar olacaktır. Aynı şekilde, eyaletlerin zaptı da düşmanın yenilmesini hedef almadığı takdirde başka bir önlemdir. Düşmanın yenilmesinin hedef alındığı durumlarda düşman silahlı kuvvetlerinin imhası en etkin hareketi teşkil edecek, eyaletlerin alınması sadece bunun sonucu olacaktır. Düşman silahlı kuvvetleri imha edilmeden eyaletlerin alınması daima zorunlu bir musibet, bir baş belası kabul edilmelidir. Buna karşın, eğer düşman silahlı kuvvetlerini yenmeyi hedef alamayacak olursak e eğer düşmanın kanlı kesin sonuç yolunu aramayacağından, aksine korktuğundan eminsek zayıf tutulan ya da hiç savunulmayan bir eyaleti almak yararlıdır ve bu yarar, düşmanı genel başarı hakkında endişeye düşürecek kadar büyükse barışa götüren bir yol olarak da kabul edilebilir.
Sf: 42
Bu iki husustan başka, düşmanın kuvvet israfını artıran üç özel yol daha vardır. Birincisi işgaldir; yani düşman eyaletlerini sahip olmak niyetiyle değil de haraç almak ya da yakıp yıkmak için ele geçirmedir. Burada asıl ama., ne düşman topraklarının zaptı ne de düşman silahlı kuvvetlerinin yenilmesidir; amaç sadece düşmana zarar vermektir. İkinci yol, girişimlerimizi özellikle düşmana verilen zararı artıracak maddelere yöneltmektir. Silahlı kuvvetlerimizin kullanabileceği bu iki  yolu düşünmekten kolay bir şey yoktur: Bunlardan birincisi , düşmanı yenmek istediğimiz zaman kullanılır: İkincisinde düşmanı yenmek söz konusu değildir ve düşmanı yenmenin zaten söz konusu olamayacağı hallerde tercih edilir. Alışılagelmiş olan deyimle, birincisi daha ziyade askeri, ikincisi daha ziyade politik sayılır. Fakat daha yüksekten bakıldığında ikincisi de birincisi kadar askeridir ve her biri, sadece mevcut koşullarla uyduğu takdirde amaca elverişlidir.
Sf: 43
Sadece dayanmak, savaş yapmak değildir; fakat mukavemet bir faaliyettir ve bu faaliyetle o kadar çok düşman kuvveti imha edilmelidir ki düşman niyetinden vazgeçmek zorunda kalsın.
Sf: 49
Biri diğerinin bir parçasını, bir bölümünü oluşturmayan farklı ki amaç, birbirini yok eder; ve bu amaçlardan birini gerçekleştirmek için kullanılacak kuvvet, aynı zamanda diğerine de hizmet edemez.
Sf: 51
Politik amaçlar önemsiz, nedenler zayıf, kuvvetlerin gerilimi az ise tedbirli bir komutan, büyük bunalımlara ve kanlı çözümlere gitmeden düşmanının hareket alanındaki ve kabinedeki zayıflıklarından yararlanarak onu barışa zorlayacak bütün yolları beceriyle dener. Eğer komutan varsayımlarını uygun mucip nedenlere dayandırmış ve başarıya ulaşacağını ummuşsa bundan dolayı onu suçlamaya hakkımız yoktur. Ama yine de komutandan savaş tanrısının kendisine sürprizler hazırlayabileceği kaygan bir yolda ilerlediğinin bilincinde olmasını, düşman keskin bir kılıçla savaşırken kendisini bir eskrim kılıcıyla savunmak durumunda kalmaması için düşmanı daima gözaltında tutmasını istemek zorundayız.
Sf: 53
Kişisel tehlike karşısındaki cesaret de iki türdür: Birincisi ister kişinin organik yapısından, ister hayata fazla kıymet vermesinden, isterse alışkanlıktan gelsin kişinin tehlike karşısında kayıtsız kalabilmesidir; fakat her hal ve karda bu, devamlı bir durum olarak kabul edilir. İkinci tür cesaret, hırs, vatan sevgisi coşkunluk gibi her türlü lumlu nedenlerden meydana gelebilir. Bu takdirde cesaret, sadece bir durum değil, aynı zamanda duygusal bir hareket, bir duygudur.
Savaş, belirsizlik alanıdır; savaşta harekatın üzerine bina edildiği şeylerin dörtte üçü az ya da çok büyük bir belirsizlik sisi içindedir. O halde sezgiyle gerçeği bulup çıkarmak için ince ve derinliğine nüfuz eden bir zekaya savaşta öncelikle ihtiyaç duyulur.
Savaş, şans ve tesadüfler alanıdır. İnsan faaliyetlerinin hiçbirinde bu davetsiz misafire harpteki kadar yer verilmez; çünkü hiç bir alanda insanlar savaştaki kadar onunla temasta değildirler. Şans ve tesadüf, bütün durumlarda belirsizliği artırır ve olayların akışını bozar.
Sf: 54
Devamlı çatışmayı umulmayan mutlulukla atlatmak isteyen biri, vazgeçilmez iki niteliğe sahip olmalıdır. Birincisi, Fransızca deyimiyle coup d’oeil (nüfuzu nazar, bir bakışta olayları kavrama yeteneği), ikincisi kararlılık denir.
Sf: 56
Yalın akıl cesaret demek değildir; çünkü en akıllı insanların çoğu kez zararsız olduklarını görüyoruz. O hale akıl önce cesaret duygusunu uyandırmak, sonra da bu duyguyu beklemek ve desteklemek zorundadır; çünkü sıkışık anlarda düşüncelerden çok duygular insanlara egemen olur.
Aklı kıt olan kimseler kararlı, azimkar olmazlar. Bunlar güç durumlarda duraksamadan hareket edebilirler ama bunu düşünmeden yaparlar ve tabii, düşünmeden hareket eden herkeste olduğu gibi sonra kendi kendileriyle çelişkiye düşebilir. Bu tür hareketler bazen isabetli de olabilir; fakat, yukarıda olduğu gibi burada da söyleyelim ki, askeri dehanın varlığını gösteren elde edilen başarıların ortalamasıdır.
Sf: 57
rütbedeyken büyük kararlılık göstermiş olan kimselerin daha yüksek rütbelerde bu kararlılıklarını yitirmiş olduklarına dair pek çok örnek vardır. Eskiden bildikleri gibi hareket ne kadar çok alışmışlarsa o kadar çok çekingen, o kadar çok yüreksiz olurlar.
Sf: 59
Oysa en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün komutanların gösterdiği bu çabalar, bu beceri ve buluşlar, bu rekabet hırsı, bu itici unsurlardır ki, bir ordunun etkenliğini artırır ve başarısını sağlarlar. Bu böyle olduğuna göre en büyük komutana gelince soruyoruz: İhtirassız bir başkomutan olabilir mi? Böyle bir şey düşünülebilir mi?
Sf: 60
Doğaları bakımından insanların birbirlerinden olan farklılıklarına bir göz atacak olursak ilk önce lenfatik veya tarafsız dediğimiz çok az heyecanlanan tiplerle karşılaşırız.
İkincisi; çok heyecanlı fakat duyguları hiçbir zaman belli bir sınırı aşmayan tiplerdir; bunlara duygulu fakat sakin insanlar deriz.
Üçüncüsü, aşırı derecede hassas, barut gibi çok çabuk ve çok şiddetli patlayan fakat hiddetleri devamlı olmayan kimselerdir.
Nihayet dördüncüsü, küçük nedenlerle harekete geçmeyen, hiçbir zaman çabuk hareket etmeyen, aksine yavaş yavaş harekete geçen fakat duyguları çok güçlü ve uzun süre devam eden tiplerdir. Bunlar kuvvetli, derin ve gizli tutkuları olan insanlardır.
Sf: 64
O halde yabancı görüşlere karşı direnme daha iyi bir kanının, yüksek bir ilkeye inanmanın sonucu değil de muhalefet duygusunun ürünü olursa karakter gücünün derhal inatçılığa dönüşeceğini söyleyebiliriz. Bu tanımlamanın, daha öncede kabul etmiş olduğumuz gibi pratikte pek bize yararı yoksa da inatçılığın düpedüz bir karakter üstünlüğü sayılmasını önler; nitekim inatçılık ve karakter üstünlüğü birbirlerine çok yakın şeyler olmalarına rağmen çok farklı şeylerdir; hatta inatçılık karakter gücü olmaktan o kadar uzaktır ki, akıllarının kıtlığından karakterleri de zayıf olan pek çok inatçı insan vardır.
Sf: 66
Bir hafif süvari ve avcı eri, komuta ettiği keşif kolunu dağ, tepe aşarak sevk ve idare edebilir; bunun için sınırlı bir kavrama ve tasavvur yeteneğine sahip olması yetelidir; ama bir büyük konutan, bir eyaletin ve ülkenin genel coğrafyasını bilmek, yolları, nehirleri ve dağları gözünde canlandırmak ve bu arada sınırlı yer kavrayışı (ortsinn) sezgisini ihmal etmemek zorundadır.
Sf: 74
Savaşta alınan bilgilerin büyük bir kısmı çelişkili, daha büyük bir kısmı yanlış, çoğu ise oldukça şüphelidir. Bu durumda subaydan istenebilecek olan şey ancak uzmanlık, tecrübe ve fikrin verebileceği doğruyu, yanlışı ayırt edebilme yeteneğidir. Subay, olasılık kanunlarına göre hareket etmelidir.
Kısacası, haberlerin çoğu yanlıştır ve insanların korkaklığı, yalanlara ve yanlışlara yen boyutlar kazandırır. Kural olarak insanlar, iyi haberlerden çok kötü haberlere inanmak eğilimindedirler.
Sf: 76
Savaşta her şey çok basitti; fakat en basit şey bile zordur. Güçlükler, birbiri üzerine yığılır ve öyle bir sürtüşme medan getirir ki, savaşı görmemiş olan biri bunu göz önünde doğru dürüst canlandıramaz. Bir yolcu düşünün ki, akşama doğru o günkü seyahat programı sona erdiğinde iki istasyon daha kat etmek istesin, posta atlarıyla şose üzerinde dört, beş saat daha gitmek hiçbir şey değildir. Fakat sondan bir önceki istasyona vardığında at bulamazsa ya da kötü bir at bulabilirse, bölge dağlık, yollar berbatsa, gecenin karanlığı bastırırsa, çok yorucu bir yolculuktan sonra nihayet son istasyona varan yolcu orada iyi kötü yatabilecek bir yer buunca çok mutlu olur. Harpte de, kağıt üzerinde dikkate alınmasına imkan olmayan bir sürü küçük olay, her şeyi etkiler ve hedefin çok gerisinde kalınır. Ancak, demir gibi güçlü bir irade bu sürtüşmenin üstesinden gelir; engelleri ezer, ama bu arada tabi makine de hurdahaş olur. İleride bu sonuçlarla daha sık karşılaşacağız. Mağrur bir komutanın sağlam iradesi, bir kendin ana caddelerinin ona doğru yöneldiği bir dikilitaş gibi harp sanatının ortasında hükmedici görkemiyle dimdik durur.
Sf: 77
Askeri makine , yani ordu ve orduya ait her şey esasında çok basittir ve bu yüzden de idaresi kolaymış gibi görünür. Fakat gerçekte hiç de öyle olmaz; abartılmış ve gerçek dışı olan her şey derhal ortaya çıkar. Tabur daima, eğer tesadüf isterse içlerinden bir insan topluluğu olarak kalacaktır. Savaşın beraberinde getirdiği tehlikeler ve gerektirdiği bedensel çabalar bu sakıncayı o kadar artırırlar ki, bu sakıncanın en önemli nedeni olarak kabul edilirler.
Sf: 78
Nasıl ki, görmüş geçirmiş biri, bir alışkanlık haline gelmiş olan karar taktıyla her zaman duruma uygun biçinde konuşur ve davranırsa, uzun savaş tecrübesi olan bir subay da büyük küçük bütün olay karşısında, uzun savaş tecrübesi olan bir subay da büyük, küçük bütün olaylar karşısında, deyim yerindeyse, savaşın nabzının her atışta daima doğru tahminlerde bulunur ve uygun kararlar verir. Bu tecrübe ve idman subayın düşüncelerine yön verir. Neyin ne olacağını anlar. Böylece kolay, kolay zayıf tarafını göstermez; eğer bu zayıf taradını belli etme savaşta sık sık meydana gelirse güven sarsılı; bu, son derece tehlikelidir.
Kusursuz bir komutan olabilmek için tecrübeden ve güçlü bir iradeden başka diğer bazı nadir zeka niteliklerine de sahip olmak lazımdır.
Sf: 79
Nasıl ki insanın göz bebeği karanlıkta büyür, mevcut azıcık ışığı adeta emer, yavaş yavaş eşyayı biraz seçmeye başlar ve nihayet adam akıllı görürse, savaşa alışkın, yetişkin askerin savaştaki durumu da böyledir; buna karşın tecrübesiz asker, sanki zifiri karanlık gecede hareket eder gibidir.
Sf: 80
Uzun süre barış içinde yaşayan bir devlet, bu savaş alanlarından bazı subayları, ama tabi iyi hizmet etmiş subayları kendi hizmetine almak ya da kendi subaylarından bazılarını bu savaş alanlarına göndermek ve harbi tanıyıp, öğrenmelerini sağlamak çarelerini daima aramalıdır.
Sf: 84
Bir yürüyüş kolunu, bir nehrin ya da dağ silsilesinin bu tarafında ya da öbür tarafında yürütmek, stratejik bir karardır; çünkü, yürüyüş sırasında br muharebe kaçınılmaz hale gelirse, düşmana nehrin bu tarafında muharebe imkanı tanıma amacı güder.
Sf: 93
Deha ne yapmışsa, kuralların en güzeli muhakkak odur ve teori, bunun nasıl ve niçin böyle olduğunu göstermekten daha iyi bir şey yapmaz.
Herkes baskının, yandan ve geriden yapılan taarruzların moral etkisini bilir; düşman arkasını döner dönmez herkes, onun cesaretini küçümser ve takip ederken, takip edilirkene nazaran tehlikeyi daha çok göze alır.
Sf: 97
Fakat başkomutanlığa kadar, ne kadar yukarıya çıkarsa güçlükler de hemen hemen her şeyi dehaya bırakacak kadar artar.
Sf: 98
Ömrünün yarısını karanlık bir konunun bütün ayrıntılarıyla  aydınlatılmasına harcayan bir uzman, aynı konuyu kısa zamanda öğrenmek isteyen birinden tabi daha ileri gidecektir.
Sf: 102
İnsan aklı, ona verilen bilgiler ve fikri yönlerle eğitilir. Ancak bu eğitim büyük kimseleri yüceltir, küçük kimseleri sadece dar kafalı yapar.
Sf: 104
İktidarlarının derecesine göre başkomutanlar arasında bile bir ayrım, bir derecelendirme yapabileceği kendiliğinden anlaşılır.
Sf: 105
Bir mimarın, karışık bir hesapla bir payanda kemerinin kuvvetini hesaplamak için kalemi eline aldığında sonuç olarak bulduğu gerçek kendi zihninden çıkan bir gerçek değildir. Önce büyük güçlüklerle verileri arayıp bulmak zorunda kalmış, sonra bunları kanunlarını kendi bulmadığı bir akıl ameliyesine tabi tutmuş, hatta o anda bunun zorunluluğunun bile pek farkında olmamış, bunları adeta mekanik bir şekilde kullanmıştır. Ama savaşta asla böyle olmaz. Her şeyin durmadan değişmesinin yarattığı zihni tepki, komutanı, bilgisinin tüm akli mekanizmasını içinde taşımaya ve her yerde ve her an gerekli kararı bizzat vermeye zorlar.
Sf: 107
Canlı varlıkların niteliklerinin rüşeymde saklı olması gibi savaşın ana hatları da politikanın rahminde saklıdır.
Sf: 110
Henüz düzenini kaybetmemiş piyadeye karşı zaruret olmadıkça süvarinin kullanılmaması, ateşli silahların ancak güvenilir bir etkiye sahip olur olmaz kullanılmaları, muharebede kuvvetin, mümkün olduğu kadar büyük kısmının son an için tasarruf edilmesi ilkeleridir. Bütün bu hükümler her durumda muhakkak uygulanamaz; fakat, yeri geldiğinde kapsadıkları gerçeklerden yararlanılabilmesi için her an komutanın aklında olmalıdırlar.
Sf: 112
Savaş, sapların boyuna bosuna bakmadan iyi orakla iyi, kötü orakla kötü biçilen bir buğday tarlası değildir; baltanın düşünülerek, hal ve koşullara ve her dalın yönüne göre kullanılmasını gerektiren büyük ağaçlardan oluşan ormandır.
Sf: 114
Büyük bir komutan, yaptığı işi ne kadar kusursuz yaparsa yapsın, yapış biçiminin daima sübjektif bir yanı vardır ve belirli bir üslubu olduğuna göre bunda komutanın kişiliğinin de büyük ayı bulunacaktır; bu kişilik, her zaman komutanın üslubunu taklit eden kimsenin kişiliğine uymaz. 
Sf: 115
nedenlerden sonucun çıkarılmasına gelince, çoğu kez bu , üstesinden gelinemez büyük bir güçlüktür, çünkü gerçek nedenler hemen hemen hiç bilinmez. Bu gerçek nedenlerin bilinmemesi haline, hayatın diğer hiçbir durumunda savaştakinden daha sık rastlanmaz; çünkü, savaşta olaylar nadiren tam olarak bilinir.
Sf: 117
Genel muharebe düzeninde süvarinin, piyadenin yanında değil de gerisinde bulunması, her ne kadar taktikte bir kural haline gelmişse de bu kuraldan ayrılan her düzeni kötülemek delilik olur. Eleştiri, bu ayrılmanın nedenlerini araştırmalı ve ancak bu nedenler yeterli olmadığı zaman teorik tespite dayanmalıdır. Ayrıca, bölünmüş bir taarruzun başarı ihtimalini araştırmalı ve ancak bu nedenler yeterli olmadığı zaman teorik tespite dayanmalıdır. Ayrıca, bölünmüş bir taarruzun başarı ihtimalini azalttığı teoride kabul edilmiş ise de bölünmüş taarruz yapılan ve başarısızlığa uğranılan her yerde başarısızlığın gerçek nedeninin bölünmüş taarruz olmadığını hiç araştırmadan başarısızlığı bölünmüş bir taarruzun sonucu olarak kabul etmek ya da teorinin doğru olmadığını iddia etmek için kullanmak akılsızlık olur. Eleştirinin araştırıcı ruhu bunların ikisine de müsaade etmez.
Sf: 122
Çünkü, olaylar arasındaki ilişkiyi aydınlatmak ve sayısız bağlantılar arasından en önemlisini seçip ayırmak tamamen yetenek işidir.
Sf: 125
Genellikle, kuvveti oraya buraya dağıtmaktansa darbeleri, birbiri ardına bir yöne yöneltmek daha yararlıdır; çünkü , kuvvetleri dağıtmak zaman kaybına neden olur ve birbiri ardına bir yöne yöneltilecek darbeler, verdirecekleri büyük zaiyat nedeniyle düşmanın moralini zayıflatacağından yeni başarılar daha kolay sağlanır; o halde bu şekilde hareket edildiği takdirde elde edilen üstünlüğün bir bölümü boşa gitmiş olmaz.
Sf: 126
Araçları incelerken eleştirinin sık sık savaş tarihine başvurmak zorunda kalması doğaldır; çünkü savaş sanatında tecrübenin değeri, bütün felsefi gerçeklerden fazladır.
Sf: 137
bize, ayrı ayrı kollarla yapılan taarruz sonucu kaybedilmiş bir düzeni muharebeden söz eden birine biz de aynı düzeni kullanarak kazanılmış bir düzine muharebeden söz edebiliriz. Bu yoldan bir sonuca ulaşılamayacağı görülüyor.
Sf: 144
Bir bölümü aklıyla, bir bölümü zekasıyla, bir bölümü de sebatı ya da irade gücüyle olağanüstü sayılan binlerce kişiden belki de hiçbiri, bir komutanın meslek hayatında ortanın üstüne çıkabilmesi için gerekli nitelikleri kendine toplamış değildir.
Sf: 157
En tahrip edici ateş altında bile normal düzenini koruyan, hiçbir zaman bencil bir korkuya kapılmayan ve bölgesini adım adım savunan, zaferinden gurur duyan, yenilgi felaketinde bile itaat gücünü bir atletin adaleleri gibi mahrumiyet ve meşakkat eğtimiyle kuvvetlendiren, bu çabaları sancağına musallat olan bir lanet olarak değil zaferi elde etmenin aracı olarak gören ve bütün bu yükümlülükleri ve erdemleri tek bir düşünce, yani silahının namusunu savaş yapabilir kutsal bir ayet gibi aklından çıkarmayan bir ordu, savaş ruhunu gerçekten içine sindirmiş bir ordudur.
Sf: 159
Fazla ciddiyet ve sert bir hizmet düzeni, bir birliğin savaşçı niteliğinin uzun süre devamını sağlayabilir ama bizzat bu niteliğinin uzun süre devamını sağlayabilir ama bizzat bu niteliği kazandırmaz, bu nedenle ciddiyet ve sertlik daima değerlidirler ama fazla abartılmamalıdırlar.
İlk aksilik karşısında dünyanın en iyi morali bile kolaylıkla paniğe dönüşür ve korkunun bir tür büyük sözü olarak Fransızca sauve qui peut (herkes başının çaresine baksın) denebilir. Böyle bir ordu, ancak komutanının meziyetiyle bir şeyler yapabilir kendi gayretiyle değil.
Sf: 160
Cesaretle korkaklığın karşılaşmasında cesaretin başarı ihtimali büyüktür; çünkü korku, bir dene kaybıdır. cesaret ancak, uzak görüşlü bir tedbirlilikle karşılaştığı zaman yenik düşer.
Tedbiri insanların çoğu korktukları için tedbirlidirler.
Sf: 161
Çünkü savaşta hiçbir şey itaatten üstün tutulmaz.
Fransız atasözünde saklı hayat tecrübesinin savaş için teme ilkesi budur: Tel Brille au seconda qui s’eclipse au premier (ikinci sırada parlayan biri; birinci sırada gölgede  kalabilir).
Tarihin bize alelade ya da kararsız başkomutanlar olarak tanıttığı generallerin hemen hepsi küçük rütbelerde cesaret ve kararlılıklarıyla ün yapmış kimselerdi.
Komuta kademesi ne kadar yükselirse yapılan işe aklında, zekanın ve kavrayışın egemen olması da o kadar artar; dolayısıyla da mizacın bir niteliği olan cesaretin payı azalır; bu yüzden yüksek makamlarda cesarete pek seyrek rastları, ama rastladığımız zamanlarda da bu yüksek makamlardaki cesaret, hayranlık yaratan bir cesarettir.
Çok zayıf ve tamamen kararsız olmayan sıradan biri, bizzat olayların içinde yaşamadan karar vermem mümkün olduğu sürece tehlike ve sorumluluktan uzak olarak odasında bilgisiyle doğru bir karara varabilir. Fakat tehlike içine girince ve sorumluluk yüklenince kavrayışını kaybede; çünkü burada kimse ona yardımcı olamaz.
İskender, daha cesur olduğu için hayal gücünü daha çok etkiler; Friedrich, daha çok iç zorunluluklardan hareket ettiği için akla daha yakın gelir.
Ama şimdi başka bir önemli noktaya değinmek zorundayız: Bir orduya  cesaret ruhu ya halk cesaret olduğu için ya da cesur komutanlar yönetiminde başarılı bir savaşta kazanılmış olduğu için yerleşmiştir. İkinci halde ordu, daha zayıftır.
Sf: 164
Harpte büyük bir birliğin komutanı, kendini devamlı surette doğru ve yanlış haberlerin; korkudan, ihmalden, aceleden doğan hatalarınİ doğru ya da yanlış görüşten, kötü niyetten, doğru ya da yanlış görev duygusundan ve tembellik ya da yorgunluktan kendisine karşı gösterilen itaatsızlıkların; insanın düşünemeyeceği tesadüflerin ortasında bulur. Kısacası; çoğu endişe verici, pek azı cesaretlendirici yüz binlerce izlenimin etkisi altında kalır. Bu münferit olayları çabucak değerlendirme sezgisi, bunlara, kayanın dalgalara karşı koyması gibi yüksek bir cesaret ve maneviyat ile karşı koyması gibi yüksek bir cesaret ve maneviyat ile karşı koyma gücü ancak uzun savaş deneyimleriyle elde edilir. Bu izlenimlere dayanamayanlar, hiçbir girişimlerini uygulamazlar; bunlar için, dönülmesini gerektiren, kesin nedenler olmadıkça alınan kararda kararlı ve sabırlı olmak çok zorunlu bir dengedir. Ayrıca savaşta, sonsuz çaba harcamadan, yorgunluk ve üzüntülere katlanmadan kazanılmış hiçbir şerefli girişim yoktur. Fiziki ve ruhi bakımdan zayıf insanlar, bu zorluklar karşısında daima pes etmeye hazır ise de dünyanın ve gelecek kuşakların hayranlık duyacakları kararlılığın ve sabrın ifadesi olan büyük bir irade gücü, bu insanları hedefe götürebilir.
Sf: 168
Leipzig Muharebesi’nde de Napoleon 160.000 kişilik ordusuyla 280.000 kişilik düşmanı yenememişti, halbuki üstünlük uzun süre iki kat bile değildi.
Bütün bunlardan -, bugünün Avrupası’nda en yetenekli komutanların bile kendilerinden iki kat kuvvetli düşmana karşı zafer kazanmalarının çok güç olduğu sonucu çıkar. İki kat üstünlüğün, en büyük komutanlara karşı bile terazinin gözüne bu derece büyük bir ağırlık koyduğuna bakınca büyük ve küçük muharebelerden normal hallerde iki kat olması bile önemli bir üstünlüğün, diğer koşullar elverişsiz de olsa zaferi sağlamaya yeterli olduğunu hiç kuşkusuz kabul edebiliriz.Tabi on kat üstünlüğün bile üstesinden gelmeye yetmeyeceği bir dağ geçidi düşünülebilir, fakat böyle bir durumda artık muharebeden söz edilemez.
Sf: 172
Baskın, büyük ölçüde başarılı olduğu zaman düşmanın cesaretini kırar, bunun sonucu olarak da kargaşa artar; dolayısıyla başarı büyür; bu konuda büyük, küçük yeterince örnek vardır.
Ancak, baskın na kadar kolay yapılırsa etkisinin de o kadar azalacağı açıktır; aksine, zor yapılan baskınlarda etkinin artması gibi.
Sf: 175
Baskını ancak başkasına iradesini kabul ettiren taraf yaptırabilir.
Sf: 178
Savaşta bu gibi şeyler, göstermelik planlar ve emirler, mahsustan düşmana ulaştırılan yanlış haberler vb. normal olarak stratejik alanda o kadar az etkili olurlar ki, ancak münferit ve kendiliğinden çıkan fırsatlarda kullanılırlar; yani komutandan gelen özgür faaliyetler olarak kabul edilemezler.
Sf: 181
Eğer ateş muharebesinde 500 kişiye karşı 1.000 kişi kullanılacak olursa bu muharebede verilecek zayiatın büyüklüğü, düşman kuvvetlerinin  büyüklüğüyle kendi kuvvetlerimizin büyüklüğünden meydana gelir. Gerçi 1.000 kişi bir defada 500 kişiden fazla ateş eder ama 500 kişiden fazla da isabet alır; çünkü 1.000 kişinin 500 kişiden daha sık duracağı varsayılabilir. 1.000 kişiye isabet edecek kurşun sayısının 500 kişiye isabet edecek kurşun sayısının iki katı olacağını kabul edecek olursak tarafların zaiyatı birbirine eşit olur.
Sf: 182
Savaşta çok büyük kuvvetler kullanmanın nasıl sakıncalı olabileceği bu şekilde açıklığa kavuşmuş oluyor; çünkü, ilk anda üstünlük bize ne kadar yarar sağlarsa sağlasın bir süre sonra belki de bunun cezasını çekmek zorunda kalırız.
Sf: 184
Bu nedenle bu taze kuvvetleri sona saklamak için taktikte olduğu gibi stratejide de ilk başarıyı mümkün olduğu kadar az kuvvetle sağlamaya çalışmalıdır.
Sf: 186
O halde geliştirmeye çalıştığımız yasa şudur: Stratejik bir amaca tahsis edilmiş mevcut bütün kuvvetler, aynı anda kulanılmalıdır; her şey bir tek harekata ve bir ana ne kadar çok sıkıştırılırsa bu kullanam o kadar mükemmel olur.
Sf: 187
Büyük kuvvetlerimizin zayıf görünen yerlerini geriden takviye etmek ve kuvvetlerimizin tertibatını daha çok düşmanın önlemlerine göre düzenleyebilmek için az ya da çok ama daima hazırlıklı olmak gerekir.
Düşmanın yürüyüş kollarını muharebe için nereye sevk edeceği ancak göz keşfiyle anlaşılabilir; düşmanın bir nehri nereden geçeceği, kısa süre önce yaptığı bir kaç tesisten beli olur.
Sf: 191
Eğer bir birlik, yan ve gerisinden kuşatılacak olursa bu birlik çabucak artık geri çekilmesine imkan kalmayan bir noktaya gelir; böyle bir durum, dövüşmeye devam bakımından hemen hemen mutlak bir imkansızlıktır; o halde bir birlik, böyle bir duruma düşmemeye çalışmak ya da böyle bir durumdan kendini kurtarmak zorundadır.
Sf: 192
Bir savaş alanından diğerine ateş edilemez; tasarlanan stratejik bir kuşatmayı gerçekleştirinceye kadar çoğu kez haftalar, hatta aylar geçer.
Sf: 194
Hiçbir hareket yapmadan saatlerce birbirine sarılmış duran iki güreşçiden söz edilebilir mi? O halde savaş eylemi, kurulmuş bir saat gibi devamlı hareket halindedir.
Gerçekten de savaşta hareketi amaç edinmeyen kuvvetler için yapılan masraflar, mantık karşısında nasıl haklı çıkabilir? fırıncı, ancak ekmek pişirmek istediği zaman fırınını ısıtır; atlar arabaya ancak yola çıkılmak istendiği zaman koşulur.
Sf: 195
İnsanın kavrayış ve muhakemesinden mükemmel olmayışıdır; özellikle bu durum savaşta çok daha belirgin bir hal alır; çünkü kendi durumumuzu her an tam olarak bilmediğimiz gibi, gizlemeden yararlandığı için düşmanınkini çok daha az biliriz.
Üçüncü neden, savunmanın daha büyük bir güce sahip olmasıdır; bu güç saatin içindeki bir kilit çarkı gibi işe karışır ve zaman zaman tam bir duraklama meydana getirir. A, B’ye taarruz etmek için kendini çok zayıf hissedebilir; ama bundan B’nin A’ya taarruz ermek için yeteri kadar kuvvetli olduğu sonucu çıkmaz. Taarruza geçmekle sadece savunmanın verdiği ek güç düşmana verilmiş olur. Bunu bir cebir formülüyle ifade edecek olursak a+b ile a-b arasında fark 2b’dir. Bu nedenle her iki tarafında taarruza geçmek için sade kendisini çok zayıf hissettiği değil, gerçekten zayıf olduğu durumlar olabilir.
Sf: 196
Bütün bu durumlarda nerede çıkarların itici gücü yetersiz ise orada düşmanlık da zayıftır; nerede düşman fazla bir şey yapmak istemiyorsa orada düşmandan korkulmaz.
Sf: 197
Kendi gücünden başka kanun tanımayan kaba bir düşmanın karşısına yarım yamalak politika ve katı harp sanatıyla çıkan hükümetlerin vay haline! Böyle durumlarda her türlü faaliyet ve gayret noksanlığı terazinin düşman kefesinde bir ağırlık teşkil eder. Bu taktirde, bir eskrimcinin durumunu bir atletinkine çevirmek artık kolay değildir ve çoğu kez en küçük darbe, her şeyi yere sermeye yeter.
Sf: 198
1812 seferiyle Rusya’nın evvela geniş topraklara sahip bir devletin zapt edilemeyeceğini (zaten önceden bilinebilecek bir şeydi), sonra da meydan muharebeleri, başkentler, eyaletler kaybetmekle her durumda başarı ihtimalinin azalmayacağını (eskiden bütün diplomatlar bunu, çürütülemez bir ilke olarak kabul edelerdi, bu nedenle de kötü koşullarla da olsa geçici bir barış anlaşmasına hemen hazırdılar), aksine düşmanın taarruz gücü tükendiğinde bu geniş topraklara sahip devletin üstün kuvvetlerle savunmadan taarruza geçebileceğini ve çoğu kez kendi ülkesinde en kuvvetli durumda bulunacağını öğretmesinden beri, ayrıca 1813’te Prusya’nın, milis yoluyla yapılacak ani çabaların bir ordunun kuvvetini altı katına çıkarabileceğini ve milis kuvvetlerinin ülke dışında da ülke içindeki kadar iyi kullanılacağını göstermesinden beri anlaşılmıştır ki, millerin yürekliliği ve duyguları, devlet gücünün, savaş gücünün ve silahlı kuvvetlerin oluşumunda en büyük faktördür.
Sf: 201
Bu incelemeden sağlayabileceğimiz en önemli yarar, gerilim durumunda alınacak her önlemin, denge durumunda alınan aynı önlemden daha önemli ve daha başarılı olduğu ve bu önemliliğin gerginliğin en yüksek derecesinde doruğuna varacağı sonucudur.
Sf: 207
O halde, diğer bütün özel amaçları bir tarafa bıraktığımız takdirde düşmanın tamamen ya da kısmen imhasını bütün muharebelerin tek amacı olarak kabul edebiliriz.
Sf: 209
O halde, kombine planların yönü bakımından düşmana uzak mesafelerden üstünlük sağlayabilmek için düşmana daima ters istikametten yaklaşma imkanları araştırmalıdır.
Tehlikenin kol gezdiği ve asıl egemen unsurun cesaret olması gereken bir sahrada aklı, cesaretten yararlı saymak haklı da olmaz.
Sf: 213
Moral kuvvetlerdeki eşitliğin bozulmasını kesinlikle küçümsememeliyiz; çünkü moral kuvvetlerin mutlak bir değeri yoktur ve nihai sonuçta muhakkak görünmezler; fakat o kadar büyük bir ağırlığa sahip olabilirler ki, bu dayanılmaz kuvvetle herkes yenilebilir. Bu nedenle moral kuvvetler, çoğu kez harekatın büyük hedeflerinden biri olur.
Donan bir uzvun kolayca tekrar vücudun diğer kısmının sıcaklığına ulaşması gibi, yenilen bir tümenin cesareti de ordunun diğer kısmıyla karşılaşır karşılaşmaz kolayca ordunun cesaretine yükselir. O halde küçük zaferlerin etkisi tamamen ortadan kalkmaz; ama düşman üzerindeki etki kısmen kaybolur. Eğer yenilen ordu ise böyle olmaz çünkü tümenler hep birlikte çökerler. Büyük bir ateş, birçok küçük ateşin yarattığı sıcaklıktan çok daha başka bir sıcaklığa ulaşır.
Az kuvvetlerle kazanılan zafer, sadece iki kar kazanç değildir; anı zamanda, yenilenin karşılaşmakta daima korkacağı büyük ve genel bir üstünlüğü de gösterir.
Sf: 214
İki cephede dövüşmek tehlikesi ve daha da kötüsü geri çekilme imkanının kalmaması, hareketleri ve mukavemet gücünü felce uğratır, zafer ve yenildi seçeneklerini etkiler; bunlar ayrıca yenilgi halinde zaiyatı da arttırır ve çoğu kez zaiyatı azami haddine, yani imhaya kadar götürürler. O halde gerinin tehdit edilmesi, yenilgiyi muhtemel, hatta kesin hale getirir.
Muharebeler için gerçek bir içgüdü doğuyor: Kendi gerimizi emniyet altına almak ve düşmanın gerisini kazanmak.
Sf: 215
Düşman silahlı kuvvetlerinin imhasını amaçlayan muharebelerde bile muharebe sahasından çekilme her zaman bu niyetten vazgeçildiği anlamına gelmez.
Sf: 219
Bir düşman karakolunun sadece bulunduğu yerden atılması istenirse başka türlü, tamamen imhası istenirse başka türlü hareket edebilir. Bunun gibi, bir yerin ne pahasına olursa olsun savunulması isteniyorsa başka türlü, bu yerde sadece bir süre için düşmanın durdurulması isteniyorsa başka türlü hareket edilir; birinci halde geri çekilmeyle az çok ilgilenilir, ikincideyse geri çekilme esas konudur; vb.
Sf: 226
Düşmanın yan ve gerilerine taaruz edilerek yapılacak bir yardımın, aynı ağırlığı daha uzun manivela koluyla daldırmak gibi çoğu kez daha etkili olacağını düşünmeden kabul etmek zorundayız.
Sf: 233
Kilit noktası elden çıkan mevzii artık savunulamaz; muharebeye devam edilemez.
Sf: 234
bir muharebenin genel başarısı, bu muharebeyi oluşturan çarpışmalarda (kısmi muharebelerde) elde edilen başarıların toplamından ibarettir.
Sf: 241
En parlak zaferler bile komutanın cesaret ve teşebbüs ruhu olmadan büyük sonuçlar vermez.
Sf: 242
Tıpkı yer yuvarlağının dönüşü doğrultusunda atılan bir top mermisinin, doğudan batıya atılmış da olsa bu ters hareketle genel hızının bir bölümünü kaybetmekle beraber hareketine devam edeceği gibi.
Savaş insanın zayıf yanları olduğunu varsayar ve bunlara yönelir.
Sf: 252
Gece muharebelerinde her şeyin az çok tesadüfe bırakıldığı ve zaten esasen bir meydan muharebesinin sonunda düzenin ve harekatın akışının çok bozulmuş olacağı düşünülünce her iki komutanın da gecenin karanlığında harekatı sürdürmekten korkmaları kolayca anlaşılır. Eğer yenilen düşmanın tamamen dağılması veya yenen ordunun cengaverlikteki büyük üstünlüğü başarıyı garanti etmeyecek olursa her şey, en cüretkar komutanlar da dahil olmak üzere kime güleceği belli olmayan kadere bırakılmış olur. O halde meydan muharebesi karanlığın basmasından kısa süre önce sona ermiş olsa bile kural olarak gece takibi sona erdirir. Yenilenin harekatı durdurup toplanmasına, ya da geceleyin de çekilmeye devam ederse harekatta ön almasına imkan verir. Bunda sonra yenilen artık hissolunacak  kadar iyi durumdadır. Bölünmüş, parçalanmış, birbirine karışmış olan birliklerin çoğu bulunmuş, cephaneleri tamamlanmış, birliğin tümü yeniden düzene sokulmuştur. Şimdi galip düşmanla yapılacak muharebe artık yeni bir muharebedir; eskisinin devamı değildir. Bu muharebe, iyi bir sonuç alınmasına müsaade edecek kadar uzakta da cereyan edebilir; bu yeni bir muharebedir ve galip tarafın çökmüş harabeleri toplaması değildir.
O halde yenen tarafın takibi geceleyin de devam ettirebildiği hallerde bu takip bütün sınıflardan oluşan kuvvetli bir öncüyle yapılacak olursa yenenin etkisi olağanüstü artırılmış olur; buna Leuthen ve Belle-Alliance Meydan Muharebelerinden örnekler gösterilebilir.
Sf: 256
Yenen, ordunun tümünü olsun, artçısını olsun düşmanı seçmiş olduğu ordugahtan güneş batarken korkutup kaçıracak olursa yenilen ya gece yürüyüşü yapmak ya da en azından gece mevziini değiştirmek ve daha geriye almak zorunda kalacaktır ki, ikisi de aşağı yukarı aynı şeydir. ama yenen geceyi sakin geçirebilir.
Sf: 263
Düşman hakkında bildiklerimiz daima çok noksan olacaktır; bu bilgiler gözetlemelerden, keşif kollarından, esirlerin sorgulanmasından ve casuslardan edinilen bilgilerdir ve bu nedenle değişmez değildirler; zamanla değerlerini yitirirler; çünkü bu bilgilerin elde edilmesinden sonra düşman mevzileri değişmiş olabilir.
Sf: 264
Fakat savunan taraf, küçük bir yarara daha sahiptir şöyle ki, savunan, mevzilerinin bulunduğu bölgede mütearrıza nazaran daha çok kendi evinde bulunuyor gibidir; bir orada oturan, karanlıkta yolunu yabancıdan daha kolay bulur. Savunan, kuvvetlerinin her birinin yerini kolayca bulmasını bilir ve birliklere mürearruzdan daha kolay ulaşır.
Buradan, gece muharebelerinde müearrızın savunandan daha çok gözlerine muhtaç olduğu ve bu nedenle de bir gece taarruzuna ancak olağanüstü nedenlerle karar verilebileceği sonucu çıkar.
Sf: 265
Küçük birliklerin sessizce düşmana sokulması büyük birliklere nazaran daha kolay olur; tüm ordunun kollar halinde sessizce düşmana sokulması ise nadiren yapılabilir.
Sf: 269
İşlerin iyi gitmesi için bir ve aynı savaş alanında sadece bir başkomutan bulunmalı ve bir savaş alanının başkomutanı hiçbir zaman belirli bir derecede bir bağımsızlıktan mahrum edilmemelidir.
Sf: 271
Günümüzde ordular, silah, donatım ve eğitim bakımından birbirine  o kadar benzemektedir ki, en iyisiyle en kötüsü arasında bu bakımdan çok dikkati çekebilecek bir fark yoktur.
Sf: 275
Bu düşüncelerimizi bir kez daha özetleyecek olursak:
1. Sınıflar arasında en bağımsızı piyadedir.
2. Topçu tamamen bağımlıdır.
3. Diğer sınıflara bağlantıda en önemlisi piyadedir.
4. Bu üç sınıftan en lüzumsuzu süvaridir.
5. Üç sınıfın birleşmesi en büyük kuvveti meydana getirir.
Sf: 276
Çeşitli sınıfların kurulması ve bakım için gerekli harcamalarla bunları muharebede yapacakları işlerin birbiriyle mukayesesi mümkün lsaydı, en uygun oranın ne olacağı hakkında tamamen soyut bir sonuca varılabilirdir. Bu oranın ilk unsurunun tespit edilmesi bile güçtür; faktörlerden biri, yani masrafların tespiti güç değildir; ama diğeri insan hayatının değeridir ki, kimse bu hususta bir sayı vermek istemez.
Sf: 285
Sekiz tümene bölünmüş 100.000 kişiye komuta eden bir başkomutan, üç tümene bölünmüş 100.000 kişiye komuta etmekten çok daha büyük bir güç harcar. Bunun nedenleri çok çeşitlidir; fakat en önemlisi, bir komutanın birliklerinin her biri üzerinde bir tür mülkiyet hakkı olduğuna inanması ve bölümünün uzun veya kısa bir süre için elinden alınmasına karşı koymasıdır. Birkaç savaş tecrübesi bunu herkese gösterecektir.
Sf: 287
Orduyu ikiye bölen büyük bir nehir, ordunun yarısına bir komutan tayinini zorunlu kılar. Kısacası, sotun kuralların uyması gereken yüzlerce kritik bölgesel özel hal ve koşullar vardır.
Sf: 296
Muharebeye tam anlamıyla hazır olmayan her birlik, düşmanın yaklaşmasını bizzat görmeden önce öğrenmek öğrenmek ve keşfetmek için bir öncüye muhtaçtır; çünkü görüş sahası kural olarak silahların etki alanından daha uzun değildir. Gözleri kollarından uzağı görmeyen bir insan ne işe yarar? İleri karakolların ordunun gözü olduğu daha önce söylenmişti.
Sf: 343
Güçlü bir karakter, yumuşak bir insana nazaran çok daha fazla şeyler ister.
Sf: 344
Daha önce de söylemiş olduğumuz gibi başlangıçta pek eksik olmayan hayvan yemi, bölge tahrip edilince yokluğu ilk hissedilen madde olacaktır; çünkü, hacmi nedeniyle yemin uzaktan temin edilmesi çok güçtür ve at, gıdasızlığa insandan çok daha az dayanır. bu nedenle çok sayıda süvari ve topçu bir ordu için gerçek bir yük ve zafiyet sebebi olabilir.
Sf: 350
Düşman toraklarında ilerleyen ordu, her türlü itaat mekanizmasından yoksundur; yetkili makamlarını ancak silah zoruyla yerlerine oturtmak zorundadır; bunu her yerde kurban vermeden, güçlüklerle karşılaşmadan bir anda yapamaz. Bundan düşman topraklarındaki bir ordunun, kendi ülkesindeki gibi irtibat ve muvasala sistemini değiştirerek bir üsten diğerine sık sık geçemeyeceği, genellikle hareketlerinin çok sınırlı, kuşatmalara karşı çok hassas olacağı sonucu çıkar.
Sf: 354
Yani üç arazi türünün her biri üç şekilde etki yapar: Geçişe engel olarak, görüşünüşe engel olarak ve örtü olarak; tabii her biri kendi türüne göre.
Ormanlarla kaplı bir arazide görüş engeli, dağlık arazide geçi engeli hakimdir; çok etkili bir arazide her ikisi de orta derecededir.
Sf: 355
Aşağıdan yukarıya doğru yapılan her fiziki kuvvet gösterisi, yukarıdan aşağıya doğru yapılandan daha güçtür; muharebede de bunun böyle olması gayet normaldir ve bunun iç ana nedeni vardır. Birincisi, her yükseklik bir yaklaşma engeli olarak kabul edilir; ikincisi, yukarıdan aşağıya doğru atışta gerçi menzil uzamasa da bütün geometrik koşullar dikkate alınınca, isabetin aşağıdan yukarıya doğru atışınkinden daha iyi olduğu görüşür; üçüncüsü, yukarıda daha iyi görüş imkanı vardır. Bunların hepsinin muharebede nasıl birleşeceği burada bizi ilgilendirmiyor; biz sadece taktiğin yüksekte bulunmaktan sağladığı avantajları bir araya topluyor ve bu toplamı ilk stratejik avantaj olarak mütalaa ediyoruz.
Hükmetme, yükseklik, tahakküm altında bulundurmanın gücü bu unsurlardan meydana gelmektedir; bir dağ yamacında bulunan ve düşmanına tepeden bakan birinin üstünlük ve kendine güven duygusu ile aşağıda bulunan birini zafiyet ve endişe duyguları bu kaynaklardan doğar. Belki de bu toplam etki, olması gerekenden çok fazladır, çünkü yüksekliğin avantajları, bu avantajları değiştiren hal ve şartlara mantıki olarak değerlerini yitirirler. 
Sf: 364
Savunmanın Yararları
Savunmanın amacı nedir? Korumaktır. Korumak, kazanmaktan daha kolaydır. Bundan, eşit koşullar altında savunmanın taarruzdan kolay olduğu sonucu ortaya çıkar. Pekiyi, korumanın ve saklamanın daha büyük kolaylığı nereden geliyor? Yararlanmadan boşu boşuna geçirilen bütün zamanın terazide savunan tarafın kefesine girmesinden ileri gelir. Savunan, ekmediği yerde biçmektedir. Hatalı görüş, korku ve tembellik yüzünden taarruzun her ihmali, savunanın yararına olur. Bu yarar, Prusya Devleti’ni Yedi Yıl Savaşı’nda birkaç kez batmaktan kurtardı. Savunmanın kavram ve amaçtan çıkan bu yararı, bütün savunmaların tabiatında bulunmakta ve günlük hayatta, özellikle savaşa benzeyen hukuki münasebetlerde Latin atasözü “beati sunt possidenntes” (ne mutlu ki, ona sahip olanlara) ile ifade edilmektedir. Savunmanın öncelikle yararlandığı bir diğer husus da sadece savaşın tabiatından gelen arazi durumunun sağladığı korumadır.
Sf: 368
Seçtiği, tanıdığı arazide pusu kuran savunanın, taarruz edene nazaran düşmanına daha çok baskın yapacağı gayet açıktır.
Sf: 379
Savunaya razı olan zayıflar daima silahlanmalı ve baskına uğramamalıdır; savaş sanatı bunu böyle istiyor.
Sf:381
Halk
Savaş alanındaki tek tek kişilerin savaş üzerindeki etkisinin çoğu zaman nehre karışan su damlası gibi fark edilmeyecek kadar az olmasına rağmen yerli halkın savaş üzerindeki toplam etkisi, bir halk ayaklanmasının söz konusu olmadığı hallerde bile fark edilmeyecek kadar az değildir.
Sf: 383
Fakat büyük bir yazarın dediği gibi fıkraların üzerine çıkamayan, bütün tarihi bu fıkralarda çıkardığı sonuçlar üzerinde kuran, her zaman yalnız kişilerle, olayların görünürdeki kısımlarıyla işe başlayan, ancak teşvik görünce derine inen, yani hiçbir zaman derinliklerdeki genel hal ve koşullara ulaşamayan birinin düşüncesi de hiçbir zaman bir durumdan fazla değer taşımaz ve tabii felsefenin durumların genelliği hakkındaki hükümleri ona bir rüya gibi görünür.
Sf: 391
Yani ancak düşman taarruz ederse düşmanı yenme amacı vardır; eğer etmezse savunmanın toprağı elde tutmakla yetineceği kendiliğinden anlaşılır.
Sf: 394
Düşman kalelerimizi kuşatacak olursa tam zamanında onları kurtarmak zorundayız; yani olumlu hareketle kesin sonuç almak zorundayız.
Düşman, herhangi bir yerimizi kuşatmadan ülke içlerine kadar bizi takip edecek olursa bu durumda daha çok zaman kazanır ve düşmanın en zayıf olduğu anı bekleyebiliriz. Savunan her gün kuvvetlendikçe, taarruz eden de zayıfladıkça kesin sonucun alınması savunanın lehine olur.
Sf: 403
Savunma taarruz edeni bir mevziide bekler; bunun için uygun bir bölge seçmiş ve donatmıştır; yani araziyi yeterince tanır; önemli noktalarda mükemmel siperleri yapmıştır; irtibat yolları açılmış ve düzeltilmiştir; bataryalar gömme top mevzilerine yerleştirilmiştir; köyler tahkim edilmiştir ver uygun yerler büyük kuvvetler için örtülü mevziler haline getirilmiştir vs. Yaklaşma yolları bir veya birbirine paralel birkaç hendek ya da diğer engellerle kesilerek veya hakim noktalar tahkim edilerek yaklaşılması zorlaştırılmış olan az çok kuvvetli bir cephe, mevziin kilit noktasına kadarki temas noktalarında düşman kuvvetlerini kendi kuvvetlerinden daha çok eritecek durumdadır. Kanatların dayandığı istinat noktaları, birkaç yandan yapılacak ani hücumlara karşı savunanı korur.
Sf: 405
Savunan taraf çoğu kez daha zayıftır; yalnız silahlı kuvvetler bakımından değil, diğer bakımlardan da zayıftır; zaferiyle büyük bir sonuç elde edecek durumda değildir ya da olmadığına inanmaktadır; tehlikeyi atlatmak ve askeri durum dolayısıyla ölçülü hareket edebileceği sorun değildir; bununla beraber hemen daima bu bir zorunluluğun sonucu olur; bu zorunluluk savunmanın, verdiği muharebelerde esas itibariyle düşmanın imhasını değil püskürtülmesini hedef alan bir rol oynamasından kaynaklanmaktadır. Biz bunu çok tehlikeli bir yanılgı, mesele ile şeklinde zaferin yalnız muhtemel olmadığını taarruzdaki kadar büyüklük ve etkinlik kazanabileceğini ve bunun sadece bir seferi oluşturan tüm muharebelerin toplam başarısıyla değil, yeteri kadar kuvvet ve irade mevcut olukça münferit muharebeyle de gerçekleştirilebileceğini kesinlikle iddia ediyoruz.

Sf: 407
Tek başlarına düşmana karşı çıkamayacak kadar zayıf olan birlikler, kale duvarlarının arkasında bulunanların korumasıyla bölgeyi elde tutacak ve br dereceye kadar efemen olacak duruma gelirler.
Kalesi bir savunma ordusunun yüz hassas noktası vardır; o, zırhsız bir vücuttur.
Sf: 409
Büyük ve zengin kentlerin güvenliğini sağlamak için: Bu madde birincinin çok yakından akrabasıdır; çünkü büyük ve zengin kentler, özellikle ticaret merkezleri orduların doğal iaşe ambarlarıdır; bunların elde bulundurulması veya kaybedilmesi orduyu doğrudan doğruya ilgilendirir. 
Sf: 410
Birkaç mil uzunluğunda bir göz hiç kuşkusuz mükemmel bir dayanak noktası olabilir; ama uygun büyüklükte bir kale bundan daha fazlasını yapar.
Sf: 411
Düşman taarruzuna karşı gerçek kalkan olarak: Savunanın cephe ilerisinde bıraktığı kaleler, düşman taarruzunun  akışını büyük buz parçaları gibi kırarlar. Düşman bunları çevirmek zorundadır ve bunun için de -eğer kale mürettebatı akıllı ve cesursa- bu  mürettebatın yaklaşık iki katı kuvvete ihtiyacı vardır.
Sf: 412
Kale normalin çok üstünde kuvvetli bir ileri karakol olarak düşünülebilir ya da çevrenin mükemmel gözetlenmesini sağlar; bu gözetleme önemli bir yerde ve çevresinde oturan vatandaşlarla gizli haberleşme yoluyla daha da artırılır. 6-8.000 hatta 10.000 kişinin oturduğu bir yerin, normal bir ileri karakolun bulunduğu köre nazaran çevre hakkında daha fazla bilgi edinmesi doğaldır.
Haber getirmek ya da düşman gerisinde bazı girişimlerde bulunmak üzere kalenin önünden geçip giden küçük birlikler kaleye dayanabilirler ve kalenin korumasına ve sağladığı emniyete sığınabilirler; yani bir kale, yerini terk edemese de ileri sürülmüş bir birliğin etkisine sahiptir.
Savunan, birliklerini topladıktan sonra tertibatını kalenin arkasında alabilir, taaruz eden arkasında kalacak olan kalenin tehlikesini ortadan kaldırmadan bu tertiplenme noktasına ilerleyemez, böylece savunan, düşman ilerleyinceye kadar tertiplenmesini tamamlamış olur.
Sf: 414
Ayrıca kale yaralıların sığınacağı, liderlerin karargahı, kasanın bulunacağı yer olduğu gibi büyük gelişmeler için toplanma yeridir, nihayet muhasara sırasında düşmanı mahalli kuvvetlerin hücumuna elverişli hale getiren mukavemetin merkezidir.
Sf: 417
Kaleler sınırlara aittirler; çünkü kaleler devleti savunurlar ve devlet, sınırlar savunulduğu sürece savunulmuş olur.
Sf: 423
Silahlı kuvvetlerimizi taarruz edilemez bir mevzide tuttuğumuz takdirde muharebeyi reddederiz ve düşmanı kesin sonucun başka bir yoluna gideriz.
O halde böyle bir mevziin gücü ne derece olmalıdır? Açıkcası, düşmanımız taarruza ne kadar kararlıysa, mevzi dde o kadar kuvvetli olmalıdır ve bu, kişisel durumun muhakemesine bağlıdır. Bir Napoleon karşısında, bir Daun ya da Schwarzenberg karşısındakinden daha kuvvetli bir koruma gerisine çekilmek lazımdır ve zorunludur.
Sf: 425
Her çevirme, çeviren için daima bir tehlike yaratır ve bu tehlike, kuvvetlerin ilk istikametlerinden ayrıldıkları ölçüde artar.
Sf: 435
Bir yürüyüş kolu dar bir geçitten yılankavi şekilde dağa tırmanır ve kıvrıla kıvrıla yukarı çıkarken, topçular ve arabacılar yorgunluktan birmiş atları eğri büğrü yollarda kırbaçlarken, her kırılan araba bin güçlükle yolun dışına çıkarılırken, herkes arkada durum beklerken, küfür ve beddua ederken kendi kendine, şimdi düşman birkaç yüz kişiyle buraya gelse de kaçıp kurtulsak diye düşünür. Tarih yazarları bir avuç insanın bir orduyu durdurabileceği dar yollardan söz ettiklerinde bunu dile getirmektedirler.
Sf: 437
Dağlık arazide savunmanın esas karakteri kesin bir pasifliktir; o halde, orduların bugünkü hareketliliğini kazanmadan önce tarafların dağlarda savunma eğiliminde olmaları oldukça doğaldı.
Sf: 447
Dağda ova olmayacağı ve ovadan dağ yapılmayacağı.
Sf: 448
Düz bir tek zafer, düşmana silahı bıraktırır. Bu zaferden sonra zapt eden bir savunma durumuna girer; bu savunmada dağlık arazi, onu savunan kadar, hatta savunandan daha fazla zararlı olacaktır. Savaş devam ederse, dışardan yardım gelirse, halk silaha sarılırsa, dağlık arazinin bütün bu aksi tesirleri artacaktır.
Sf: 456
Düşmana, köprüsünü kurmak için 24 saatlik bir zaman lazım ve bu 24 saat içinde diğer vasıtalarla 20.000 kişiden fazla kuvvet geçiremeyecekse, savunan da yaklaşık 12 saat içinde istediği herhangi bir noktada 20.000 kişi bulunduran imkanına sahipse nehir zaten geçilemez; Çünkü, düşmanın bu sürede ancak 20.000 kişinin yarısını geçirebileceği kabul edilir. 12 saate ihbar zamanı da dahil olduğundan bu sürede dört mil yürünebilir; böylece her sekiz mile 20.000 kişinin yerleştirilmesi gerekir ve 24 millik bir nehrin savunulması için 60.000 kişiye ihtiyaç duyulur. Bu kadar kuvvet, düşman nehri iki yerden geçmeye kalksa da istenilen noktada 20.000 kişi bulundurmaya yeter.
Sf: 462
Büyük birliklerin dar bir boğazdan geçerken karşılaştığı zorluk gerçekte düşünülenden çok daha büyüktür. Gerekli zaman çok fazladır; düşmanın, geçiş sırasındaki çevredeki yüksekliklerden yapabileceği etki tehlikesi çok rahatsız edicidir. Boğazı ilk geçen birlikler fazla ilerler ise erkenden düşmanla karşılaşırlar ve üstün bir kuvvet tarafından mağlup edilmek tehlikesinde kalırlar; geçiş noktasının yakınında kalırlarsa en kötü duruma düşerler. Düşman ordusuyla boy ölçüşmek için böyle bir arazi kesiminden geçiş çetin bir girişimdir ve büyük bir üstünlükle beraber sevk ve idarede emniyet ister.
Sf: 465
Savaşta berrak bir bilinçle, tam ve sağlam bir iradeyle yapılmayan her şey başarısızlıkla sonuçlanır; düşmanla açık arazide karşılaşmaya cesaret edilemediğinden ve geniş bir nehrin, derin bir vadinin düşmanı durduracağı umuduyla yapılan bir nehir savunması da kötü sonuç verir. Burada kendi durumuna itimat çok az söz konusudur; komutanlar, normal olarak hemen yerine getirilecek ön sezilerle doludurlar. Açık arazi, bir düello gibi tam eşitliği şart koşmaz ve savunan, hızlı yürüyüşler olmadan, araziyi tanımadan, hareket özgürlüğüne sahip olmadan sırf savunmanın özelliği dolayısıyla avantaja sahip olmayacağını ve en azından nehir ve vadisinin ona yardımcı olabileceğini bilir.
Sf: 466
Kelleyi koltuğa alarak üstün kuvvetlerle uğraşmak uçuruma götüren tehlikeli bir yoldur.
Sf: 484
Eğer bir yol bir sırt hattını kesiyorsa, en yüksek noktaya ulaşınca tanrıya şükredilir; çünkü yol artık yokuş aşağı gider. Bu tek başına yürüyenler için böyledi; ama ordu için daha da önemlidir. Bütün güçlükler üstesinden gelinecek gibi görünür; çoğu kez gerçekten de üstesinden gelinir; yokuş aşağı iniş en kolaydır; insan kendisini, üstünlüğü kaptırmak istemediği herkesten üstün hisseder; bütün ülke kuşbakışı görülür ve önce görüşle ülkeye egemen olunur. Böylece, bir yolun dağdan aşarken ulaştığı en yüksek nokta daima kritik olarak kabul edilir.
Sf: 485
Fakat bir bölgenin, bütün suların oradan aktığı yüksek bir noktası çoğu kez sadece yüksek noktadan başka bir şey değildir. Bir dağa saygı göstermek isterlerse, üzerine trigonometrik bir işaretten başka bir askeri nişan koyamazlar. Böyle bir dağ, filamayla işaret için biraz yararlı olabilir; ileri sürülmüş bir süvari karakolu için daha az yararlıdır; bir ordu için ise hiç yararlı değildir.
Sf: 498
Her taarruz edenin kuvveti ilerledikçe zayıflar.
Sf: 499
Nihayet geri çekilenle takip eden arasında besin maddeleri bakımından öyle bir nispetsizlik vardır ki, geri çekilen çoğu kez bolluk içinde yaşarken takip eden yokluk çeker.
Geri çekilen, çekilme yolları üzerinde önceden stoklar yapmak imkanına sahipken takip eden her şeyi geriden getirmek zorundadır; uzun süre hareket halinde olunca en kısa ikmal yollarında bile bu iş güçtür ve dolayısıyla baştan itibaren kıtlık çekilir.
Bölgenin sağladığı bütün imkanlardan önce geri çekilen yararlanır ve çoğu kez de hepsini tüketir. Geriye sadece sömürülmüş köyler ve kentler, biçilmiş ve çiğnenmiş tarlalar, suyu bitmiş çeşmeler, kurumuş dereler kalır.
Sf: 501
Tabii ülke içlerine çekilmenin halk ve ordu tarafından anlayışla karşılandığı ve hatta güveni ve umudu yükseltebildiği haller de vardır; fakat bu haller çok nadirdir. Normal olarak halk ve ordu çekilmenin serbestçe yapılan bir hareket mi yoksa geriye sürülmek mi olduğunu hatta ayırt bile edemez; yarar sağlamak için akıllıca yapılmış planlı bir hareket mi olduğunu çok daha az ayırt eder. Halk, feda edilen eyaletin kaderini görünce acıyacak ve kızacaktır; ordu komutanına ve kendine güvenini kolayca kaybedecek ve geri çekilme sırasındaki devamlı artçı muharebeleri korku ve endişelerini gittikçe artıracaktır.
Sf: 502
500.000 kişiyle Moskova üzerine yürünebilir; ama 50.000 kişiyle yürünemez; ikinci durumda hal ve koşullar düşman için birincisi kadar elverişli olsa bile 50.000 kişiyle Moskova’ya kadar gitmek olanaksızdır.
Sf: 503
1. Varsaydığımız üstünlüğü dolayısıyla ilerleyenin kuvveti daha büyüktür.
2. Savunan daima toprak kaybettiğinden bu fedakarlığıyla her zaman yeri tespit ve ilerleme şeklini tayin hakkını elde eder. Savunan planını önceden yapar ve çoğu zaman bu planı hiçbir şey bozmaz. Fakat ilerleyen planını düşmanın tertibatına göre yapmak ve düşmanın tertibatını daima araştırmak zorundadır.
3. Çekilen, bir taraftan çekilişini kolaylaştıracak her şeyi yapar, yolları ve köprüleri düzelttirir, en iyi ordugah yerlerini seçerken diğer taraftan da takip edenin ilerlemesini güleştirmek için her şeyi yapar; köprüleri tahrip eder, zaten kötü olan yolları daha da bozar en iyi ordugah yerlerini ve su kaynaklarını düşmana bırakmaz, kendisi kullanır vs.
Sf: 510
Orduların büyük yığınlar haline gelmesini sağlayan harp takelüfü (milli savunma yükümlülüğü) sistemi, genel askerlik mükellefiyeti ve rediflerin kullanılması eskiden çok sınırlı olan askeri sistemi genişletmiştir.
Genellikle aklını kullanarak silaha sarılan halk, bunu hor görerek reddedenlere karşı göreceli bir üstünlük kazanır.
Sf: 511
Halk savaşının başarısı zamana bağlı olduğundan iki taraf birbirini erkilerken bir gerginlik meydana gelir; bu gerginlik ya halk savaşının bir, iki yerde boğulması ve diğer yerlerde yavaş yavaş söndürülmesiyle gevşer yahut bu genel yangının düşman ordusunu sarmasıyla bunalıma dönüşür ve düşman, tamamen çökmeden ülkeyi boşaltmak zorunda kalır. Halk savaşının böyle bir bunalıma dönüşmesi için ya işgal edilen ülkenin yüzölçümü arasında gerçekte rastlanmayan bir orantısızlık olması lazımdır. O halde hayale kapılmak istenmiyorsa halk savaşını bir daimi ordunun savaşıyla birlikte düşünmek ve ikisini kapsayan bir plan yapmak gerekir. Halk savaşının tek başına etkin olabileceği haller şunlardır:
1.Savaş ülkeni içerilerine yayılmış ise;
2.Savaş bir tek facia ile kesin sonuç vermeyecekse;
3.Savaş alanı çok büyük bir araziyi kaplamış ise;
4.Halkın karakteri bu önemi destekliyor ise;
5. Ya dağlar, ormanlar ve bataklıklar, yahut da etkili arazinin tabiatı nedeniyle arazi çok kesik ve geçilmez ise.
Halkın kalabalık veya az oluşu kesin bir etki yapmak; çünkü halk savaşında insanın azlığı çok az görüşür. Yerli halkın fakir veya zengin oluşu da kesin bir rol onamaz, ya da ne azından oynamamalıdır; fakat fakir, ağır işlerde çalışan ve yokluklara alışkın insanların savaşçı ve kuvvetli göründükleri unutulmamalıdır.
Sf: 513
Bizim düşüncemize göre halk savaşı, bir sis ya da bulut kütlesi gibi bir yere kümelenmemelidir; aksi takdirde düşman bu kümeye uygun bir kuvvet yönelterek onu tahrip eder ve pek çok esir alır; bunun üzerine halkta cesaret kalmaz; herkes, artık işin bittiğine, bundan sonraki uğraşların boşuna olduğuna inanır ve silahı bırakır. Fakat şimşeği çaktırabilecek tehdit edici bulutlar oluşturulması zorunludur. Bu noktalar, evvelce söylemiş  olduğumuz gibi esas itibariyle düşman harp alanının kanatlarındadırlar. Halk savaşı oralarda pek küçük nizami birliklerle daha büyük ve daha düzenli bir bütün haline gelmelidir; böylece düzenli bir ordu görünümü kazanır ve daha büyük girişimlerce cesaret edecek duruma gelir. Bu noktalardan itibaren müstahfızların, en kuvvetli darbelerini indirdikleri düşman gerisine karşı yoğunlukları azalmalıdır. Oralardaki büyük kuvvetler, düşmanın geri gönderdiği daha önemli garnizonlara hücum etmelidirler, böylece düşmanda korku ve endişe yaratırlar, kendi halkımızın ve ordumuzun moralini yükseltirler; müstahfızlar olmasa toplam etki güçlü olmaracak ve düşman yeterince huzursuz edilemeyecektir.
Bir ordu komutanı için halk harbinin bu istenen şekilde oluşmasını sağlamanın en kolay yolu müstahfızları küçük nizami birliklerle desteklemektir. Nizami ordunun küçük birlikleriyle böyle cesaretlendirici bir destek yapılmaz ise halkın çoğu güvenini ve silaha saılma isteğini yitirir. Bu destek için ayrılacak birlikler ne kadar kuvvetli olursa çekici kuvvet o kadar güçlü, düşman üzerine yuvarlanacak çığ o kadar büyük olacaktır.
Sf: 514
O halde müstahfız imkan buldukça bir dağın girişini, bir bataklığın setlerini, bir nehrin geçitlerini savunabilir ve bunları savunmalıdır; fakat bir kere yarıldı mı
 en iyisi hemen dağılmalı ve bir savunma mevzii kuracak ve tıkayacak dar bir yer buluncaya kadar beklenmeten hücumlarıyla savunmasını sürdürmelidir. Halk ne kadar cesur, ne kadar savaşçı, düşmana karşı kini ne kadar büyük, arazisi ne kadar elverişli olursa olsun, çok büyük bir tehlike atmosferinde hal savaşının sürdürülemeyeceği inkar edilemez. O halde herhangi bir yerde önemli bir ateş meydana gelirse, büyük bir darbeyle söndürülmedikçe haanın müsaade ettiği en uzak noktalara kadar sıçramalıdır.
Sf: 515
Hiçbir devlet kaderinin, yani bütün mevcudiyetinin -kesin sonuçlu da olsa- bir meydan muharebesine bağlı olduğuna inanmaz. Yenilince yeni kuvvetlerini silah altına çağırabilir ve her taarruzun, taarruz edende meydana getireceği doğal zafiyet olayların gelişiminde ani bir değişiklik meydana getirebilir; yahut da dışardan yardım gelebilir. Ölmek için daima daha vakit vardır; bataklığa düşen birinin saman çöpünden medet umup sarılması nasıl doğal bir iç güdüyse kendisini uçurumun kenarında gören bir halk son kurtuluş çaresine başvurması da o kadar doğaldır.
Sf: 518
Ağırlık noktası nasıl daima kitlenin büyük kısmının toplandığı yerde bulunursa ve yükün ağırlık noktasına indirilen her darbe nasıl en etkilisi ise, ayrıca en kuvvetli darbe nasıl kuvvetin ağırlık noktasıyla elde edilirse savaşta da öyle olur. İster bir tek devlet, ister bir devletler ittifakı olsun her savaş edenin silahlı kuvvetleri elbette bir birliğe ve dolayısıyla bütünlüğe sahiptir ve nerede bir bütünlük varsa orada ağırlık noktasının karşılığı ortaya çıkar. O halde bu silahlı kuvvetlerin belli bir ağırlık noktası vardır; bu noktanın hareketi ve yönü diğer noktalar hakkında karar verir ve bu ağırlık noktası  silahlı kuvvetlerinin büyük kısmının toplandığı yerde bulunur.
Sf: 521
Bu arada düşmanın geçici olarak küçük veya büyük bir arazi parçasını ele geçirmesi önemli değildir; çünkü bu ona sadece bor verilmiştir.
Sf: 523
Büyük kuvvetlerle düşman topraklarında ilerlemek içi uzun süre yetecek besin maddeleri ve donatım stokları vb.nin önceden hazırlanması gerekir; bu, savunana, kendisin buna göre düzenlemesi için zaman kazandırır; bununla berber her devlette savunma hazırlıkları taarruz hazırlığından daha fazla olduğu için savunanın zamana ihtiyacı daha azdır.
Sf: 524
Dolayısıyla savunan birçok durumda düşmanın ağırlık merkezi hakkında yanılmaz. Başka bir deyişle, savunan doğru bir mevzi tutmuş ise düşmanın kendisini arayacağından çoğu kez emin olabilir.
Sf: 530
Savaşta insan kendini çoğu zaman taarruzda savunmadakinden daha hafif ve cesur hisseder; fakat bu bütün birliklerin sahip olduğu bir duygudur; sms komutanın aynı iddiada bulunabileceği bir ordu hemen gevşememek ve bu yüzden gerçek bir yararı kaçırmamak gerekir.
Sf: 538
Beklemenin savunmaya en büyük yararı sağladığını bu kitabın Üçüncü Bölümü’nde söylemiştik. Bu hayatta nadiren olur; ama savaşta duruma göre çok görülür. İnsanın anlayışının mükemmel olmayışı, kötü bir sonuçtan korku, harekatın gelişimini etkileyen tesadüfler, durumun müsaade ettiği hareketlerin bir bölümünü yapılamaz hale getirirler. Her şeyin tam bilinmediği, felaket tehlikesinin bulunduğu, tesadüflerin diğer insan faaliyetlerine nazaran çok daha fazla olduğu savaşta, hataların sayısı da çok daha büyük olacaktır. İşte bu, savunmanın, kendiliğinden yetişen meyveleri topladığı zengin alanlardır.
Sf: 539
Bir kaleyi korumak için ordunun kalenin önünde tertiplenmesi ilk bakışta biraz saçma, bir tür aşırılık gibi görünür; çünkü kale, düşman taarruzuna bizzat karşı koysun diye yapılmıştır. Bununla beraber bu kuralın binlerce kez uygulandığını görüyoruz. Fakat, çelişki gibi görünen bu hususun binlerce durumda hata olduğunu söylemeye kim cesaret edebilirdi? Sürekli tekrar edilip duran bu şeklin köklerinin derinde bir nedeni olması gerekir.
Sf: 546
Düşmanla her yerde onun başarı ihtimali çok az olan, başarısızlık nedeniyle geri çekilmesi halinde büyük tehlikeyle karşılaşacağı ya da amacına ve durumuna göre büyük kuvvetler kullanması gereken muharebeler yapılırsa düşmana engel olunur.
Önemli bir muharebenin kazanılması, sınıf ve silahlara üstünlüğün itibarını kazandırır; başkomutanın, sarayın, ordunun ve halkın gururunu okşar ve her taarruzdan doğal olarak bu beklenir.
Sf: 548
Başkomutan, her şeyi onların düşüncesine bırakamaz; aksine, onların hareketlerine bağlı olan ve aksi takdirde ani değişen durumlarda kolayca orantısızlığa kayabilecek olan hallerde onlara bazı şeyleri emretmek zorundadır. Bu kaçınılmaz bir durumdur. En küçük komutana kadar hakimane, amirane irade olmadan iyi bir sevk ve idare imkansızdır ve kim, insanların daima en iyiyi yapacağına inanma ve bunu bekleme alışkanlığını sürdürürse, iyi bir sevk ve idareyi artık hiç beceremez.
Bir yerde yapılan savaş ne kadar uzarsa iaşenin temini de o kadar önem kazanır.
Sf: 553
Bir seferdeki her başarısız faaliyetin başkomutanların birinin veya ikisinin becerikliliğinden ileri geldiğine inanıldı; halbuki, bu başarısızlıkların genel ve asıl nedenleri daima savaşın meydana getirdiği hal ve koşullardaydı.
Sf: 560
Savunmanın her önlemi, taarruzun bir önlemini götürür.
Sf: 574
Seçilen yandan yapılacak taarruz, düşman çekilmesini tehdit etmeli.
Sf: 579
Savaşta korku; çok doğal ve oldukça da lüzumundan fazla bir olgudur.
Sf: 584
Zayıf olan, daha çok fizik ve moral kuvvet sarf etmek zorundadır. Bu, daima mantıki kalırsak her yerde rastlayacağımız ve akıllı muhakemenin mantıki tecrübesi sayabileceğimiz bir sonuçtur.
Sf: 587
Fakat rusya ve Polonya’da olduğu gibi büyük bir arazi tamamen ormanlarla örtülü ise ve taarruz edenin gücü onu aşmaya yetmez ise, durumu çok kötüleşir. Taarruz edenin iaşede ne kadar çok güçlük çekeceğini ve orman karanlığında düşmana sayıca üstünlüğünü nasıl hissettireceğini düşünmek gerekir. Hiç kuşkusuz bu taarruzda meydana gelebilecek en kötü durumlardan biridir.
Sf: 589
O halde taarruzun esas hedefi Düşman başkenti ise ve savunan başkent ile taarruz eden arasında mevzilenmiş ise doğrudan doğruya başkente yönelmek yanlış olur; en iyisi, düşman ordusu ile başkent arasındaki irtibata yönelmek ve zaferi orada aramaktır.

Fakat ilerleme bitince taarruz eden yavaş yavaş savunma durumuna geçer ve gerinin örtülmesi daima zorunlu, daima daha çok ana konu olabilir. Çünkü taarruz edenin gerisi, eşyanın tabiatı gereği savunanın gerisinden daha zayıftır; hatta savunan, gerçek taarruz başlamadan çok önce taarruz edenin irtibat ve ulaştırma hatlarına etki yapmak için daima araziyi düzenlemeye başlayabilir.
Sf: 595
Taarruz edenin ne derecede girişken cüretkar olacağını önceden tahmin etmek, savunanın tasavvur edeceğinden çok daha güçtür.
Savunanın önlemlerini önceden alması zorunludur; taarruz eden ise önlemlerini elinin altında tutmak avantajına sahiptir.
Sf: 597
Az araç ancak küçük kalelerin zaptına müsaade eder. Küçük bir kaleyi gerçekten almak büyüğü önünde başarısızlığa uğramaktan daha iyidir.

Çok kuvvetli inşa edilmiş ama az önemli bir kaleye az kuvvetle taarruz ederek kuvvet kaybetmek delilikten başka bir şey değildir.
Sf: 611
50.000 kişi orta büyüklükte bir kenti, yalnız 50.000 kişilik bir kuvvete karşı değil, biraz daha büyük bir kuvvete karşı da başarıyla savunabilir.
Sf: 614
İlerlemede kuvvetlenmenin esas nedenleri şunlardır:
1. Düşmana silahlı kuvvetlerinin vereceği zaiyat. Çünkü düşmanın zaiyatın normal olarak bizimkinden fazladır.
2. Düşmanın cephaneliklere, depolara, köprü vs. yerlere dağıtacağı ölü kuvvet nedeniyle uğrayacağı kayıplar; halbuki biz böyle bir kayba uğramayız.
3. Düşmanın, arazisine girdiğimiz andan itibaren eyaletlerini kaybetmesi; dolayısıyla yeni kuvvet kaynaklarını kaybetmiş olması;
4. Bu kaynakların bir bölümünün bizim elimize geçmesi, başka bir deyişle düşmanın sırtından yaşama yararı sağlamamız.
5. Düşman birliklerinin hepsinin iç insicamını ve nizami hareket imkanı kaybetmesi;
6. Müttefiklerinin düşmandan ayrılması ve bazılarının bize dönmesi;
7. Nihayet düşmanın kısmen silahı bırakacak kadar cesaretsizliği.
Zayıflamanın nedenleri ise:
1. Düşman kalelerini muhasara ya d gözetlemeye zorlamamız; yahut da düşmanın zaferden önce aynı şeyi yapması ve geri çekilmede bu birlikleri kendi üzerine çekmesi;
2. Düşman arazisine girdiğimiz andan itibaren savaş alanının tabiatının değişmesi; düşmanca olması; işgal ettiğimiz sürece bizim olduğundan bu araziyi işgal etmek zorunda kalmamız ve bu işgal işinin her yerde güçlükler çıkarması ve ister istemez bütün kuvveti zayıflatması;
3. Düşman kendi kaynaklarına yaklaşırken bizim kaynaklarımızdan uzaklaşmamız, bunun sarfedilen kuvvetlerin ikmalinde  duraklamalara neden olması;
4. Tehdit edilen devletin diğer devletleri kendisini korumaya çağırması tehlikesi;
5. Nihayet, tehlikenin büyüklüğü nedeniyle düşmanın büyük çava harcaması, buna karşın muzaffer devletin çabalarının gevşemesi.

Bütün bu yararla ve sakıncalar birlikte varolurlar; adeta birbirleriyle karşılaşırlar ve ters yönde yollarına devam ederler.
Sf: 617
Devamlı surette zayıflayan silahlı kuvvetlerin ikmallerini yapacakları kaynaklardan uzaklaşmaları, mesafeyle artar. Bir bölgeyi zapt eden bir ordu burada bir gaz lambası ışığına benzer; fitili besleyen gazyağı ne kadar alçalırsa ve odan noktasından ne kadar uzaklaşırsa ışık o kadar küçük olur ve nihayet söner.
Düşmanda daha büyük bir mukavemetin meydana gelmesi. Bazen düşman kokudan ve uyuşukluktan silahını atar; ama bazen de o coşkun bir saldırı hırsına tutulur; herkes silaha sarılır ve yenilgiden sonra mukavemet, öncekine nazaran çok daha büyük olur.
Sf: 618
Burada ister istemez akla şu soru geliyor: Eğer hal böyle ise zaferi kazanan tarafı, kendi zafer yolunu izlemeye, taarruzda ilerlemeye tahrik eden nedir? Bu, gerçekten zaferden yararlanma olarak tanımlanabilir mi? Kazanılan üstünlük, azalmadan durman daha iyi değil midir?
Eğer düşmanı tamamen mağlup etmek istiyorsak ileri doğru attığımız her adımda üstünlüğümüzün zayıflamasına katlanmak zorundayız.
Sf: 620
Vücutta her kuvvet etkisini göstermek için zamana muhtaçtır. Bir kuvvet, eğer yavaş yavaş sarf edilirse hareketli bir vücudu ayakta tutmaya yeterli olabilir; eğer zaman yoksa vücut onu yener.
Sf: 621
Aldığı yaranın acısıyla düşman, güçsüz kalıp çökecek m, yoksa yaralı bir boğa gibi daha mı azacak? Bunu keşfetmek.
Başkomutanların büyük çoğunluğu hedefe çok fazla yaklaşmaktansa çok gerisinde kalmayı tercih eder ve bu yüzden büyük cesaret ve girişim ruhu çoğu kez boşa gider; yani amacını kaybeder. Yalnız az vasıtayla büyük iş yapan mutlu sona ulaşır.
Sf: 622
En büyük komutanların savaştan nasıl adeta hiç önemsemeden sade bir dille bahsettiklerini, bin bir parçasıyla bu ağır makinenin ayarının ve çalıştırılmasının onlarında ağzında nasıl kendi şahıslarıyla ilgili basit bir iş şeklini aldığını, böylece o müthiş harp eyleminin nasıl bir tür düello imiş gibi kişiselleştirildiğini duyuyor ve okuyoruz.
Sf: 625

İKİNCİ BÖLÜM
MUTLAK VE GERÇEK SAVAŞ
Hiç bir savaş, savaş ve savaşta neye ulaşmak istendiği söylenmeden başlamaz. Birincisi, yani savaşla elde etmek istediğimiz şey amaç, ikincisi, yani savaşta ulaşmak istediğimiz şey hedeftir. Bütün istikametler bu ana düşüncelerle tayin edilir ve amaç, en küçük harekette bile etkisini gösterir.
Taraflardan biri gerçekten yenilinceye kadar savaş eyleminin durmayacağı ve sükunete ulaşamayacağı sonucunun çıkarılması gerekir.
Sf: 627
Düşünce ve eylemlerimizin temelinde yatan ana fizik, yakın etkenleri tamamen başka kaynaklardan da gelse düşünce ve eylemlerimize belirli bir ton ve karakter verir; tıpkı ressamın, üzerine sürdüğü boyalarla tablosuna şu veya bu tonu verebilmesi gibi.
Sf: 628
Yalnız bir sonuç vardır; yani nihai sonuç. Nihai sonuca kadar hiçbir şey kesin değildir; hiçbir şey kazanılmamış, hiçbir şey kaybedilmemiştir. Burada şunu vurgulamak gerekiyor: sonuç eseri taçlandırır. O halde bu görüşe göre savaş bölünmez bir bütündür.

Sf: 629
Savaş birbirinden bağımsız tek tek sonuçlardan oluşur; bir önceki, bir sonrakini etkilemeyen oyun partilerinde olduğu gibi. O halde burada sadece sonuçların toplamı söz konusudur ve münferit başarı bir oyun fişi gibi kenara konabilir.
Sf: 632
Nihayet diğer devletlerin politik ilişkilerini ve savaşın bu ilişkilerde meydana getirebileceği etkileri incelemek zorundayız. Bu çeşitli koşulların ve çeşitli ilişkilerin saptanmasının kolay bir iş olmadığı, tersine çok karışık ve zor olduğu ortadadır. Ancak gerçek bir deha kıvılcımı doğruyu bir bakışta bulup çıkarabilir, akademik düşünüşler bu kadar karmaşık bir işe tamamen egemen olunamayacağı kolayca anlaşılabilir.
Tehlike ve sorumluluk, sıradan insanlarda akli melekelerin özgürlüğünü ve faaliyetini artırmaz, azaltır; yok eğer bu faktörler muhakeme kabiliyetini güçlendirir, ona kanat takarsa, o zaman karşımızda olağanüstü zeki ve akıllı bir insan var demektir.

Sf: 638
Bir İskender, iyi kılıcının yanı sıra iyi bir kaleme de sahip olmak zorundadır ve bu takdirde bile fetihlerinde nadiren ileri gidebilir.
Sf: 639
Aklın ilerlemesi hiçbir zaman abes bir sonuca götürmez, evvelce söylediğimiz gibi asla iki kere ikinin beş ettiği sonucunu vermez.
Kesin bir zorunluluk olmadan, sırf zafer kazanmak için muharebe eden komutan fazla cüretkar sayılırdı. Genellikle sefer bir muhasaradan, ya da çok hareketli bir seferse iki muhasaradan sonra sona ererdi; bundan sonra ordular kışı geçirmek için konaklar yerleşir ve bu normal bir zorunluluk sayılırdı; bu konaklama sırasında taraflardan hiçbiri diğerinin kötü emniyet tedbirlerinden yararlanmaz, aralarındaki ilişki tamamen kesilirdi. Ben, kış konakları, bir seferde girişilecek faaliyetin belirli bir sınırını oluştururdu diyorum.
Sf: 642
Bu nedenle her çağın olaylarını değerlendirirken o çağın özelliklerini göz önünde bulundurmak gerekir; eğer her çağın yetiştirdiği komutanları anlamak ve doğru değerlendirmek istiyorsak çağın bütün ayrıntılarını kılı kırk yararcasına inceleyecek yerde genel çizgilerine o çağın görüş açısından bakmaya çalışmalıyız.
Sf: 644
İskender, Gustav Adolf, XII. Charles ve Büyük Friedrich’in ağırlık noktaları ordularındaydı; bu ağırlık merkezi tahrip edilmiş olsaydı bu büyük komutanlar rollerini kötü oynamış olurlardı.
Düşman, ancak, her şeyi kazanmak için her şeyi kaybetmek göze alınırsa imha edilebilir.
Sf: 645
Bu nedenle tecrübelere göre düşmanın yenilmesine başlıca aşağıdaki hal ve şartların yol açtığını sanıyoruz:
1. Bir dereceye kadar bir güç oluşturuluyorsa ordusunun dağıtılması;
2. Sadece devlet kuvvetinin merkez değil değil de aynı zamanda politik kuruluş ve partilerin merkezi ise düşman başkentinin alınması;
3. Düşmandan daha önemli ise başlıca müttefiklerine etkin bir darbe indirilmesi.

Düşmanı mağlup etmenin, ancak onun ağırlık noktasında birleşen mukavemetinin kırılmasıyla mümkün olabileceği.
Sf: 647
Düşman eyaletlerinden birinin işgaline yeten kuvvet, yeni duruma hakim olmaya her zaman yeterli olmayabilir; kaynaklar üzerindeki baskı giderek artar ve sonunda bunlar yetersiz hale gelir. Böylece zaman faktörü, tek başına durumu değiştirebilir.
Herhangi bir istilayı gerçekleştirecek kadar kuvvetli isek, onu bir hamlede, bir takım aşamalardan geçmeden gerçekleştirecek kadar kuvvetli olmamız lazımdır.
Sf: 648
Tabii yakın bir hedefe ulaşmak, uzak bir hedefe ulaşmaktan daha kolaydır; fakat yakın hedef amacımızı alamıyorsa burada durup  dinlenip yolun ikinci yarısını kolayca kat edemeyiz. Küçük bir sıçrama, büyük bir sıçramadan daha kolaydır; fakat geniş bir hendekten atlamak isteyen biri hiçbir zaman ilk önce yarısını atlamaz.
Sf: 649
O halde daha önemliyi ihmal etmek pahasına zapt edileni süratle emniyet altına almaya çalışma gibi yanlış bir fikrin tuzağına düşülmemelidir.
Sf: 651
Ya düşman ülkesinin küçük veya orta büyüklükte bir bölümünü işgal etmek yahut da daha iyi koşullar sağlanıncaya kadar kendi topraklarımızı elde tutmak; bu sonuncusu, savunma harbinin alışagelmiş halidir.
Bu iki şekilde hangisinin nerede daha doğru olacağı, bize, ikinci şekil için kullandığımız “daha iyi koşullar sağlanıncaya kadar” ifadesini hatırlatır.
Sf: 652
Kendisinden çok kuvvetli bir devletle anlaşmazlığa düşen küçük bir devleti düşünelim; bu küçük devlet, her yıl durumunun daha kötüye gideceğini kabul ederse ve savaşı önleyemeyecekse durumunun daha az kötü olduğu zamandan yararlanmak zorunda değil midir? O halde bu küçük devlet taarruz etmek zorundadır; ama bunu, taarruz kendisine yarar sağlayacağı için değil -çünkü taarruz tam tersine kuvvet eşitsizliğini daha da artıracaktır- ya en kötü zaman gelip çatmadan kesin sonuca gitmek zorunda olduğu ya da bu arada sonradan yararlanabileceği birkaç avantaj sağlamak zorunda olduğu için yapacaktır. Bu teori saçma görünemez. Ama bu küçük devlet, düşmanın kendisine taarruz edeceğinden tamamen emin ise ona karşı ilk başarısını kazanmak için savunmaya geçebilir ve geçmelidir; bu takdirde zaman kaybetmek tehlikesinde de değildir.
Sf: 654

ALTINCI BÖLÜM-A
POLİTİK AMACIN SAVAŞ HEDEFİ ÜZERİNE ETKİSİ
Başka bir devletin davasına sahip çıkan bir devletin, onu kendi davası gibi ciddiye aldığı asla görülmez. Orta büyüklükte bir yardım ordusu gönderilir; bu ordu başarılı olmazsa işe hemen hemen birmiş gözüyle bakılır ve işin içinden mümkün olduğu kadar ucuz sıyrılmaya çalışılır.
Devletlerin koruma ve karşı koyma ittifaklarıyla birbirlerine karşılıklı yardım vaat etmeleri Avrupa politikasında geleneksel bir konudur; fakat hiçbir devlet başka bir devletin düşmanlıklarını ve çıkarlarını kendisininkiler gibi benimsemez ve yürekten katılmaz; harbin konusunu ve düşmanın çabalarını dikkate almadan sadece önceden kararlaştırılmış çok küçük bir kuvvetle kendisini desteklemeye söz verir.
Sf: 657
Milletler ve hükümetler arasındaki politik ilişkiler hiç diplomatik notalarla sona erer mi? Savaş, diplomatik düşüncelerin yazılı ve sözlü ifadesinin başka bir türlü değil midir? Savaşın tabii kendine özgü bir grameri vardır; ama kendine özgü mantığı yoktur.
Sf: 661
Nasıl ki, bir dili iyi bilmeten biri doğru düşündüğü halde ara sıra yanlış söylerse politika da çoğu kez asıl niyetine uygun olmayan şeyleri emreder.
Savaşın tamamen politik amaca uyması ve politikanın kendini harp araçlarına uydurması gerektiğine göre devlet adamlığı ve komutanlık aynı şahısta birleşmediği takdirde yapılacak tek şey vardır: Başkomutanı kabine üyesi yapmak. Böylece başkomutanın, harekatına esas olacak önemli kararların alınmasına katılması sağlanmış olur.
Sf: 663
Sırf savaşın askeri kavramından hareket edilerek bu hata görülebilir ve düzeltilebilir miydi? İmkansız. Çünkü sadece karşıt unsurların niteliğine bakarak bütün sonuçları önceden görecek ve uzak ihtimaller hakkında kehanette bulunacak filozof bir strateji uzmanı çıkmış olsaydı bile bu olağanüstü yeteneklerinden pratikte faydalanmak herhalde mümkün olmazdı.
O halde bir kez daha söyleyelim: Savaş politikanın bir aracıdır; ister istemez politikanın karakterini taşımak zorundadır; her şeyi politikanın ölçüleriyle ölçmelidir; bu nedenle ana hatlarıyla savaşın sevk ve idaresi, kalem yerine eline kılıcı almış, ama yine de kendi kanunlarına göre düşünen politikanın ta kendisidir.
Sf: 664
YEDİNCİ BÖLÜM
MAHDUT HEDEFLİ TAARRUZİ SAVAŞ
Eğer hedef düşmanı yenme olamıyorsa dolaylı bir pozitif hedef seçilebilir ve bu pozitif hedef ancak düşman ülkesinin bir bölümünün zaptı olabilir.
Böyle bir zaptın yararı, düşmanın devlet kuvvetini, dolayısıyla da silahlı kuvvetlerini zayıflatmamızda, kendi kuvvetimizi çoğaltmamızda ve savaşı kısmen de olsa düşmanın sırtından sürdürmemizdedir. Ayrıca, barışın yapılmasında düşman eyaletlerinin elde bulunması açıkça bir kazanç olarak kabul edilir; çünkü ya bu eyaletleri alırız ya da başka bir yararla (avantajla) değiştirebiliriz.
Düşman arazisi ne kadar kendi arazinin devamı ise, onun içinde ya da onun uzantısı ise, ne kadar esas kuvvetlerin istikameti üzerinde bulunuyorsa silahlı kuvvetlerimizi o kadar az zayıflatır. Yedi Yıl Harpleri’nde Saksonya, Prusya harp alanının doğal bir devamıydı ve Büyük Friedrich’in kuvveti Saksonya’nın işgaliyle azalmadı; aksine daha güçlendi; çünkü Saksonya, Silezya’ya Mark’tan daha yakındı ve aynı zamanda O’nu örtüyordu.
Sf: 665
Esasında düşmanın bizim eyaletimizi zapt etmesiyle uğranılan kayıp, her iki eyaletin değeri aynı da olsa, bizim düşman eyaletini zapt etmekle sağladığımız kazançtan etkisiz kalmış olacaktır. Yalnız düşman için de aynı şey söz konusu olduğundan bu husus, zapt etmekten çok elde bulunanı korumayı düşünmenin nedeni olmamalıdır; ama oluyor. Kendi eyaletimizi kaybetmekle devletimizin duyacağı acı, ancak daha büyük bir düşman eyaletinin zaptıyla telafi edilebilir.
Sf: 677
bir noktadan hareket eden bir ordu, başarıyla düşman topraklarına girince egemen olduğu saha genişler ve artık buraya kadar ilerlediği yollarla sınırlı kalmaz; aksine biraz genişler.
Düşman devletin halkı yumuşak ve savaşa alışık değilse, çok şey yapmamıza gerek kalmadan muzaffer ordumuzun gerisinde geniş bir saha açılır; fakat cesur ve sadık bir halk ile uğraşmak zorunda isek ordumuzun gerisindeki saha az, çok dar bir üçgen olur.
Sf: 679
Düşmanı yenmek için yapılan bir taarruz eğer düşman devletin kalbine atılan bir ok gibi cüretli değilse hedefine ulaşamaz.
Sf: 681
Her yararsız zaman kaybı, her yararsız dolaşma bir kuvvet kaybıdır ve dolayısıyla nefret uyandıran bir stratejidir. Taarruzun tek üstünlüğünün kavganın açılışında yapabileceği baskın etkisinde olduğu unutulmamalıdır. Taarruzun en kuvvetlisi, birden bire ve hiç durup dinlenmeden yapılanıdır ve düşmanın mağlup edilebildiği her durumda hemen daima bu ikisi vardır.
Sf: 688
Fakat stratejideki büyük sahalarda birliklerin geometrik durumlarının sebep olacağı kararların başkomutana bırakabileceği artık üzerinde anlaşmaya varılmış bir konudur. O halde ast komutanların komuşalarının ne yaptığını ya da yapmadığını sorma hakkı yoktur; onlara sadece kendilerine verilen hedefi izlemeleri emredilebilir. Bu sırada gerçekten çok kötü bir durum meydana gelirse daima tam zamanında yukarı makamlar tarafından yardım edilebilmelidir. Çünkü ancak bu suretle ayrı ayrı etki tarzının şu kötülükleri önlenebilir.
Sf: 692
Yüksek komutanın düzenlenmesine bu kitabın sonunda özel bir bölüm ayıracağız.
Kitapta böyle bir bölüm yok (çevirenin notu).
Sf: 698
Clausewitz bugün de halk tarafından modern askeri stratejinin babası olarak kabul edilmektedir.
Sf: 699
Sager de savaşı “bir düşmana kendi fikrini kuvvet kullanarak zorla kabul ettirme dirişi” olarak tarif ediyor. Bu herhalde bugün bilinen en iyi tanımlamadır.

Sf: 700
Politik, sosyal ve ekonomik sorunların çözümü için kuvvet, daima daha az uygun bir çare olarak görünecek. Teknoloji, gelecekte askerlik alanında da ezici bir üstünlük kazanacak gibi görünüyor.
Sf: 701
Lenin başta olmak üzere birçok sosyalist lider Clausewitz’in fikirlerini kendi açılarından incelemişlerdir.
Mao, Prusyalı generalin, savaşının politikanın devamından başka bir şey olmadığı hakkındaki en önemli tezini ele almış ve devrimci savaşın iç aşamalı konseptiyle bağlantılı bir strateji yaratmıştı. Bu strateji, daha ziyade Clausewitz stratejisinin konvansiyonel askeri unsuruna dayanan Amerikan ordusunu şaşkına döndürmüştü.
Amerikalılar “askeri” kavramına önem verirken Mao’nun “politika” kavramına önem vermesi O’na zafer kazandırmıştı. Amerikalılar gerçekten de Vietnam’da konvansiyonel bir savaş yapmışlardı; ama Vietnam Savaşı, konvansiyonel savaştan tamamen başka bir şeydi; “O, her şeyden önce politik bir savaştı.”
Sf: 702
Vietnamlıları tamamen kendi desteğinize bağımlı kıldınız; onları kendi kendilerine yeterli bir  duruma getirmediniz. Eğer bir devletin korunması tamamen dış desteğe bağlı ise, o devlet, yaşama yeteneği olmayan bir devlettir.
“Nükleer savaşı olası görmüyorum. ABD ve Rusya gibi çok büyük nükleer güce sahip ili devlet arasında bir nükleer savaş, mantıki de değildir; çünkü hiçbir politik amaç, böyle bir harpte her iki taradın ödeyeceği bedele değmez. Bu nedenle onlar, başka çareler aramak zorundadırlar.
Sf: 703
“Dünyayı Değiştiren Kitaplar” adlı yayında General Clausewitz’in “Savaş Üzerine” isimli yapıtı hakkında şunlar yazıldı: “1000 sayfalık bu yapıt, bütün çağların ve milletlerin askeri yazıları arasında müstesna bir yer tutuyor. Bu kitapta Napoleon savaşlarından ve Fransız İhtilali’nden edinilen bilgiler değerlendirilmiş olmasına rağmen yapıt, strateji ve taktik için bir el kitabı olmaktan çok savaşın temel prensipleri hakkında kapsamlı bir araştırmadır… Savaşın felsefesi hakkında derin bir inceleme, değeri asla tatışma konusu olmamış bir eserdir”
Sf: 705
1973-1980 yılları arasında dünyanın her tarafında ve de farklı bloklarda yapılan açıklamalarda daima Clausewitz’in savaş hakkında söylediği meşhur “politikanın, diğer vasıtaların karışmasıyla devamıdır” sözü üzerinde duruyor ve bu sözün atom çağında geçerliliğini koruyup koruyamadığı tartışılıyor. Doğuda olduğu gibi Batıda da tutumlar, bu sözün reddinden tıpkı eskiden olduğu gibi tasdikine kadar değişiyor. Ama Clausewitz’in sözü bugün dillerdedir; o halde O’nun tezi, sınırlı da olsa, bir nükleer harp için de geçerliliğini koruyor demektir. Tabii burada “savaş kendi iç yapısına göre daima politikanın devamıdır” ifadesini felsefi yöntemle idrak etmek şarttır. Fakat harbin, belirli bir hedef karşısında politikanın aleti olup olmadığı yapılan savaşın türüne tabidir.
Sf: 706
Senghaas, “Clausewitz’e Bakış” adlı incelemesinde “Savaş politikanın diğer vasıtalarla devamıdır” cümlesini ele alarak “ancak Clausewitz’in savaşı sistematik incelemesinde yaptığı gibi büyük bir tutarlılık içinde bulunan formüllerin hemen kabulü bir anlam taşır, ama bunun dışında kalanlar ister istemez ya içi boş süslü sözler ya da doktriner talimatlar olarak zamanla değerini yitirir ve unutulur” diyor. Bu sözleriyle O, Clausewitz’in güncelliğini koruduğunu, politikayla meşgul olanların bu cümlenin gerçek anlamından yararlanmaları gerektiğini özellikle vurgulamış oluyor.

Doktrin: “Savaşan, kaybedebilir. Savaşmayan, çoktan kaybetmiştir.” – Che Guevara