Okumaya kıyamadığım kadar güzel bir kitap. Bitmesini istemeyeceğiniz kadar kısa. Bence o şiirin tanrılarındandı; bu güzel adam keşke şimdi yaşasaydı, yine aşık olsaydı ve bize hep o eşsiz aşklarını anlatsaydı…

Sunuş:
Sf: 1
Kendini aşka adamış, aşka tapmış bir adamın bir araya gelemeyeceğini bildiği bir bir kadına sevgisini, ikilemlerin yarattığı acılarını, düşlerini dile getirişinin ürünüdür bu kitap. Tabii yazan babam olduğu için “bir kadın” ifadesi gerçeği yansıtmıyor. Bu yazılanların kadınlara yazılmışlardır. Sevenin sevilene dil döküşüdür bu mektuplar…
Babam kendi oluşturduğu “Bütün Eserleri”nde “Mihriban’a Mektuplar”a yer vermemiş ve adeta onun varlığını yok saymıştır. Nedenini bilemediğim bu durumu görmezden gelemedim ve kendisini de tanıdığım Mihriban’a ben yer verdim. Çünkü babamın yazdığı bütün mektuplar aslında hala sahibini arıyor…
                                                                                                                            Lütfi Oğuzcan
                                                                                                                                Nisan 2008
İKİ KİŞİYE BİR DÜNYA
Senfonik Şiir
Birinci Bölüm: Kader kapıyı çalıyor (Andante)
İkinci Bölüm: Seninle kardeş değiliz (Allegro)
Üçüncü Bölüm: Karanlıkta (Presto)
Dördüncü Bölüm: Sana bir tanrı getirdim (Adagio)
KADER KAPIYI ÇALIYOR
(Andante)

Sf: 5
KADER KAPIYI ÇALIYOR
Gelme diyorsun
Bu gel demektir
Birazdan güneş doğacak
Doludizgin atlılar geçecek yüreğimden
Seni düşüneceğim
Gümüş mahmuzların parlaklığınca
Yağmur nal izlerini örtmeden
Sana geleceğim
Bekle beni

Sf: 6
Hindistan’da Banaras şehrinde seni aradım
Ganj’ın sularında lanetlenmiş insanlar yıkanıyordu
Ganj’ın suları pisti bulanıktı
İçtim
Bir kadın tanıdım Haydarabat’ta
Cüzzamlıydı, güzeldi üstelik
Sana benziyordu
Etli dudakları vardı
Brahman mabetlerinde seviştik üç gün üç gece
Taşların üzerinde yattık
Bir hayvan tarafımız vardı alımlı
Bir Tanrı tarafımız vardı iğrenç
Bir insan tarafımız olacaktı
Aradık üç gün üç gece
Bulamadık
Bir Tanrı tarafımız vardı korkunç
Sevemedik

Sf: 7
Sonra Nijerya’da Mozambik’te Altınsahilleri’nde
Kulaklarımda ulu ormanların uğultusu
Vahşetin musikisini dinledim yeşil yeşil
Zifir gibi bir yalnızlıktı içimde yokluğun
İri bir memeydin, kalçaydın avuçlarımda
Belki bir tutam tuzdan kirli
Seni düşündükçe susuyordum
Nehirler göller kandırmıyordu beni
O kadınlara gidiyordum
O bakır tenli kadınlara
O kadınlarla da yattım
Adam boyu yaprakların üzerinde
Boyanıp boyanıp yeryüzüne çıkıyorduk derinlerden
Yorgundum
Kuşkuluydum
İliklerime kadar bendim
Bir yeşildim
Bir beyazdım
Karanlıktım
İnsan eti yiyenler anladı beni

Sf: 8
Kanarya adalarında
Bir kamış kulübede iki ayna buldum
Birinde ellerim vardı kemik kemik
Parmaklarım beni çağırıyordu sana
Birinde gözlerim vardı
Ağlıyordum
Çiğnenmiş otlara döndüm
Ağlamaklı denizlere
Köpekbalıklarının azı dişleri avutmaz beni

Sf: 9
Bir gemiydim
Battım
Santa-Isabelle adasının önünde
Şimdi 3200 metre derindeyim
Sana ahtapot gözleri topluyorum
Sana mürekkepbalıklarının gözyaşlarını getireceğim
Bırak beni
Yosunlarla bir çeşmeden su içiyorum

Sf: 10
O derinliklerde bir mağarada buldum kendimi
Önce garipsedim çıplaklığımı
Utandım
Sonraları alıştım güzelliğime
Bir elim sendin
Bir elim ben
Ayaklarını göremezdin
Öyle uzaktaydı
Sağ kolumu Mekke’de kestiler şafak vakti
Utanmaz yalnızlığımla kaldım çaresiz
Bitmez
Haçlı Seferleri boyunca anlatsam maceramı
Yakına gel
Dört yanımız iri ıstakozlarla dolu
Yalnız değiliz

Sf: 11
Tut ki bu tuzlu balıklar da benim yüreklerim çarpıyor
Tut ki gözümün yarısı elmada yarısı kapanık
Tut ki ben beyazpeynirim ben zeytinim
Al
Ekmeğine katık et beni

Sf: 12
Dufy’nin bir sokağı vardı bilir misin?
İlkin seni o mor sokakta gördüm
Temmuz’un on dördüydü
Bütün itliği üzerindeydi güneşin
Bir yeşil elbisen vardı
Bir siyah ayakkabın vardı*
Bir gözlerin vardı
Bir dudakların vardı
Bir sen vardın
Ama ben yoktum o sokakta
Haiti** adalarında
Gauguin’le seni düşünüyordum
Absent kadehlerinde ellerini içiyordum
yudum yudum
Dufy’in sokağı aklıma nerden geldi?

Sf: 13
Bir çift zar aldım
Attım gökyüzüne
Adis- Ababa şehrine düştü
Adis- Ababa şehrine kadınlar
Hepyek bakıyordu yüzüme
Yüzümde cinayetler işleniyordu her gece
Kadmiyum kırmızısından kanlar akıyordu nehir nehir
Sen baksan görürdün
Her gözüme bir düşeş oturtmuştu
Sen görsen anlardın
Titanyum beyazı yalnızlığımı

Sf: 14
Budapeşte köprüsünün üzerinde
Bir çingene falıma baktı
Dedi üç günde öleceksin
Ben üç bin yıldır seni arıyorum
Lağım kokuları gibi, çirkef gibi kederliyim
İçimden dünyayı ipe çekmek geliyor
Cümle yıldızlar şahidim olsun
Yapmazsam adam değilim

Sf: 15
Şanghay’da orospular benimle yatmadı
Çirkinsin dediler
Pissin dediler
Yıkandım arındım
Afyon yüklü mavnalar geçiyordu Çin denizinden
Birisi geçmişime küfretti
Tuttum öldürdüm
Geçmişim seninle güzeldi, temizdi, aktı
Kirlettim
Affet beni

Sf: 16
Hammatsu’da bir geyşa kızı yüzüme tükürdü
Pyong-Yang’da kurşuna dizdiler beni
Tiz bir boru sesi üç defa ti çekti
Trampetler başımda zonkluyordu
Kederliyim
Çaresizdim
Canım Tchaikovsky’yi dinlemek istiyordu
Ah o keman konçertoları öldürdü beni

Sf: 17
Dinsizdim, İstanbul’da minareler üstüme yıkıldı
Yoksuldum, Kudüs’te kiliseler kabul etmedi beni
Gelme diyorsun
Bu gel demektir
Birazdan akşam olacak
Rachmaninoff’la bir meyhanede içmeliyim bu gece
Sonra sana gelmeliyim
Rachmaninoff nereye giderse gitsin

Sf: 18
Şimdi bir derin mavide akşam oluyor
Gök mavi deniz mavi
Mor dağlar yeşil ağaçlar mavi
Bozuk düzen mavi gecelerden sesleniyorum sana
Ne opera aryaları
Ne beşinci senfonisi Beethoven’ın
Bir yalnızlık marşıdır çalınıyor uzakta
Gün ışığı arkamızda kaldı bak
Tanyerinde unuttuk gözlerimizi
Gel artık
Hayata yeniden başlayalım
Gel artık
Bu mavilerde kimse görmez bizi

Sf: 19
Solfej anahtarlarını kaldıralım
Do’ların mi’lerin önünden
Bırakalım bu dünya alabildiğine dönsün
Ölmekse daha kolay ne var
Yaşamaksa sensiz mümkün değil
İskender adam edemedi bu dünyayı
Biz mi edeceğiz
Eflatun çözemedi yaşamanın sırrını
Biz mi çözeceğiz
Bütün yataklar bir kişilik
Git diyorsun
Nereye gideyim
Birazdan gece olacak
Ağır kılıçlar parçalayacak yüreğimi
Pis bir koku gibi çökecek üstüme yalnızlığım
Seni düşüneceğim stepler ortasında yorgun, kimsesiz
Doludizgin atlılar geçmeyecek yüreğimden
Bir gözümde gümüş mahmuzların pırıltısı hazin
Bir gözümde bozulmuş nal izleri
Durup durup ağlayacağım

Sf: 20
Sen bu ayrılıklar için mi yaratıldın söyle
Bu zehir zemberek kederler için mi?
Bak bütün orkestralar sustu
Bütün ışıkları söndü dünyanın
Korkma
Haydi uzat ellerini
Geçmiş yılları yeniden yaşayalım bir bir
Bak dinle
Bir seslenen var uzaklardan
Bak dinle
Kader kapıyı çalıyor
Gelme diyorsun
Gelme diyorsun
Bu gel demektir
SENİNLE KARDEŞ DEĞİLİZ

(Allegro)

Sf: 23
SENİNLE KARDEŞ DEĞİLİZ
Tanrı’nın bıraktığı yerden biz başlayalım
Üç milyar insanın yarısını sen öldür yarısını ben
Üç kişi kalsak yetişir yeryüzünde
Yaklaş bana
Seninle kardeş değiliz

Sf: 24
Hüzünle karışık sevinçlerden kurtulduk artık
Arzuların o belli belirsiz sıcaklığını sev
Biliyorsun
Önce Tanrı insanı yarattı
Sonra insan sevgiyi
Ne yapsak boş
Ne kadar çabalasak faydasız
Geriye dönemeyiz.
Olanlar oldu iş işten geçti
Çamurumuza sevgi katılmış bir kere

Sf: 25
Kim bu şarkıları söyleyen
Karcığar faslından düm tek üzere
Aklım bir yere erişti durdu
Susun
Şimdi üçgenlerle oynuyorum
Kaldırın bu daireleri
Bir model kız geldi soyundu karşımda
Saçlarından üç fırça yaptım
Üç tüp boyam vardı
Verenoz yeşili, zümrüt yeşili, krom yeşili
Hepsini kattım biribirine
Senin yeşilini buldum
Senin yeşilinde orkestralar Debussy’den çalıyordu
Senin yeşilinde unuttum siyahlığımı

Sf: 26
Bu deli eden uğultu nerden geliyor?
Kim kırdı bu aynaları?
Toplayın yüzümüzü görelim
Çirkin değiliz artık
Bir kapı açıldı önümüzde ölümsüzlüğe
Güzeliz
Sabahlar bizim oldu
Işık diyordun al işte
Kör kuyulara kadar ışıdı yeryüzü
Renk diyordun işte bak
Buram buram mavi
Çarşılar dolusu kırmızı
Süt beyazından geceler
Sarı güneşler ortasında turuncu bir gün
Yitirilmiş saadetlerin bahçesinde mor çiçekler

Sf: 27
Kardeş değiliz diyorum inanmıyorsun
Yalan bunca faziletler yalan
Bizi bu ciğeri beş para etmez insanlar mahvediyor
Aldırma diyorum sana
Dünya ikimiz için yaratıldı
Üç milyar insan iş olsun diye geldi yeryüzüne

Sf: 28
Verdiğin her kederin yüreğimde yeri var
Hangi kitabı açtıysam seni okudum yıllardır
Hangi aynaya baktıysam seni gördüm
Gel desen gelemem
Git desen gidemem
Öl desen kanım akmaz
Anladım artık seni sevmek yüce bir şey
Anladım seni sevmek Tanrı’ya yaklaşmak gibi

Sf: 29
İnsanlar içinde bir sana inandım
Bir seni sevdim kendimden başka
Uykularımın bölündüğü saatlerde
Sendin düşündüğüm soluk soluk
Sivri bıçaklar gibiydin karanlığımda
Gözümü yumsam seni görüyordum
Oynak türkülere benzeyen yürüyüşünle
Sen çıkıyordun karşıma
Karanlığımda
İki yıldızlı ellerin görülmedik
Karanlığımda
Bir orman yangınıydı dudakların

Sf: 30
İstesen hayat verirdim bu karanlıklara
İstesen gökyüzünü bir mendil gibi yırtardım
Denizlerden, göllerden, nehirlerden
Sana görmediğim renkler yaratırdım
Zamanın ötesinde
Yeni bir dünya kurardım sana
İnsansız, Tanrısız, kedersiz
Severdin
Dağ rüzgarlarının serinliğince
Yaşardın
Bu sefil dünyamızdan uzak

Sf: 31
Bir yanıp bir sönen ışıklar gibiyim
Yumruk kadar yüreğimde sen varsın
Kutsal kederler içinde seninleyim artık
Sarı badanalı evlerde baş başayız
Bütün duvarlara gölgen kazınmış
Kokun sinmiş bütün perdelere
Kapılarda parmakların beyaz beyaz
Sokaklarda ayaklarının izi
Ben bu sokaklarda ölsem
Kaldırımlar çekmez ağırlığını
Söylesem aşkımı asırlar boyunca
Bu ikiyüzlü insanlar anlamaz beni

Sf: 32
Desem ki yeryüzüne beş peygamber geldi
Beşincisi sensin
Desem ki iki kişi kaldık dünyada
İkincisi sensin
Desem ki birisi var yeri göğü var eden
O da sen olurdun
Sana tapmak için
Kilden bir heykel yapardım güzelliğince
Bilsem ki sen Tanrı’dan iyisin
Bilsem ki Tanrı senden güzel değil

Sf: 33
Senin o kocaman kocaman gözlerin yok mu
Nasıl duruyor boşluğunda arzuların anlamıyorum
Nasıl nasıl bakıyor bana
Böyle merhametten uzak
Git diyorsun
Nereye gideyim?
Ümitlerim ne olacak?
Bunca şiirleri kim söyleyecek sana?
Kim anlatacak dünyaya sığmayan güzelliğini?

Sf: 34
Gitmek mümkün olsa da gitsem uzaklara
Sevmesem seni bir daha
Paramparça etsem yüreğimi cam gibi
Sonra yaksam
Savursam küllerini karlı dağlardan açık denizlerden
Yine seni severdim toz toz
Yine sana tapardım küllerimin ağırlığınca

Sf: 35
Bu oksijen gazı olmasa da olurdu
Ama Beethoven gelmeseydi dünyaya
Seni bu kadar sevmezdim
İkimizin ortasında o duruyor
Sağımızda birinci keman
Solumuzda ikinci keman
Karşımızda üçüncü keman
Sonra orglar, flütler, kontrbaslar
Sustur şu orkestrayı Beethoven
Şimdi dokuzuncu senfoninin sırası mı?

Sf: 36
Bunca yalnızlıklar, bunca yokluklar benim işim değil
Bu çirkinliği ben yaratmadım
Ne de bu kahpe güzellikleri
Bende sevmediğin ne varsa senden türedi
Şu karanlık bakışlar
Şu ellerimin pisliği
Şu dudaklarımdan çıkan iğrenç sözler
Besbelli senin eserin
Ne buldumsa sende buldum kötülükten yana
Ne öğrendimse senden öğrendim
Seni sevdikten sonra başladım yaşamaya

Sf: 37
Seni Tanrı yarattıysa beni kim yarattı
Bu azabı kim verdi bana
Çıngıraklı yılanların zehrini içtim
Balinaların kusmuklarını
Kükürt kokulu imkansızlıkların içindeyim
Oysa güzeldim tarihin ilk çağlarında
Görsen şaşardın
Öyle aydınlıktım
Öyle iyiydim
Kobalt mavileriyle doluydu yüreğim
Kurşun beyazlarıyla
Severdin beni
Midye kabuklarının yeşilliğince

Sf: 38
Sonunda dediğim çıktı işte
Samanyolundan bir yıldız düştü dünyaya
Sinekler gibi eziliverdi insanlar
Her şey bir anda olup bitti
Yapayalnız kaldık
Ne radyoaktivite ne mantar şeklinde bulutlar
Ne yaşamak sevinci ne ölüm korkusu
Sonunda üç kişi kaldık dünyada
Sen
Ben
Bir de Jiro’nun Manon Lesko’su

Sf: 39
Yine bana bakarken yüzün kızarıyor
Toplum kurallarından kurtulamadın daha
Bütün çayırlar bomboş
Görmüyor musun?
Al başını dağlara çık
Avaz avaz şarkı söyle sokaklarda
Bir kibrit çak
Bütün evler yansın
Yüz bin yılın öcünü al bu şerefsiz dünyadan
Sonra kaldır kendini denize at
Biraz serinle
Sevebildiğim kadar insanım ben
On gram arsenik yeter canıma
Beni düşünme

Sf: 40
Uzun Mistral rüzgarlarının üzerine
Nimbus bulutları geliyor kaç
Uykumuz bölündü çırılçıplağız
Kum fırtınası başladı
Çin seddinin ötesinde
Gölgemizi bir Asya şehrinde unuttuk
Taklamakan çöllerinde kaldı rüyalarımız
Haydi git
Çok olduk* iki olduğumuz yerde
Haydi git
Bir kalırsak yine var olacağız
KARANLIKTA

(Presto)

Sf: 52
Bizi alçaltan bu kanlı zafer taçları işte
Öptüğümüz o pis eller
O maymun maskara soytarılar
Küçük orospular
Kirli zevklerimiz
Yatağımıza giren frengili kadınlar
Aldığını geri vermez bir karanlık dört yanımızda
Hangi perdeyi aralasak gece
Hangi taşı kaldırsak çaresizlik
Ölüm isli bir fener ışığı bu karanlıklarda
Ölüm yorgun askerlerin tek umudu sıcak
Biz bu ölümlerle yakınız ölümsüzlüğe
Bu karanlıklarla uzak

Sf: 53
Siz dilediğiniz şarkıyı söyleyin yine
Yine karamelalarla kandırın küçük kızları
Irzına geçin torunlarınızın
O sapık arzularınız yükseltecek sizi
O karanlık odaların başıboş rahatlığı
Varın dilediğiniz gibi yaşayın artık
Bir gün bütün günahlarınız bağışlanacak Tanrı katında
Ne cehennem ateşleri ne o köprüler kıldan ince
Sizin için değil
Siz öyle Tanrıların böyle kullarısınız işte

Sf: 54
Şimdi de oturmuş tuz-biber ekiyorsunuz yaramıza
Kiliselerde camilerde öğütler veriyorsunuz Tanrı adına
Sonra her gece bir cinayet işliyorsunuz
Temiz çarşaflarda pis kanınız
Uykularımızda gölgeniz korkunç belalı
Sizi sayıyla mı verdiler bize?
Defolun karşımızdan
Bize kendi derdimiz yeter
Kanınızı bulaştırmayın ellerimize
SANA BİR TANRI GETİRDİM
(Adagio)

Sf: 67
Benim de bir insan tarafım vardı
Bakma öyle kötü olduğuma
Benim de dileklerim vardı
Benim de beklediğim vardı yaşamaktan
Yeter artık vurma yüzüme çirkinliğimi
Her gün bir kadın ağlar benim yüzümde
Büyük dertler içinde benim ellerim
Anlamıyor musun?
Sen sevildiğin için güzelsin bu kadar
Ben sevilmediğimden böyle çirkinim

Sf: 68
Bütün kötü yerlerde ben kokarım
Biliyorum
Bir hayvan leşiyim, öleli kırk gün olmuş
Fabrika bacalarında bir kara dumanım
Zehirim akrep kuyruklarında
Kötüyüm sevemediğin kadar
Öyle fenayım
Kapanmış bıçak yaralarında
Bu pis çöp tenekelerinde unut beni
Unut artık
Bayat bir ekmek gibi
Çürümüş bir elma gibi

Sf: 69
Sarı badanalı evlerde kazanlar kaynar
Sarı badanalı evlerde günah işlenir her gece
Sarı badanalı evlerde ölüler yıkanır
Sarı badanalı evleri sev biraz
Bu evlerde zaman benim akşamlarımdır yitirilmiş
Bu kazanlarda benim gözbebeklerimdir kaynayan
Bu sarılarda benim yüreğim bir ölür bir dirilir
Anladım
Bu dünyada benden başka kimse yok beni anlayan

Sf: 75
Kuşkonmaz dallarına astım kendimi
Sedir ağaçlarına, gül yapraklarına
Başımı taşlara vurdum
Gözbebeklerimde büyük camlar parçalandı
Tanrısal duygular içindeydim
Bir kemiklerinin sertliğini aldım
Bir teninin aklığını
Sonra sıcaklığını dudaklarının
Gel bak
SANA BİR TANRI GETİRDİM
Gel bak
BİR TANRI YARATTIM SENDEN

Sf: 87
KARANLIK DENİZ
Şimdi seni düşünüyorum, biliyorsun
Aklıma ellerin geliyor önce
Yağmurlu bir gün hatırlıyorum
Islanmış bir serçe kuşu hatırlıyorum
Durup durup ölümü hatırlıyorum
Alnıma bir ışık vuruyor karanlıkta
Sonra alabildiğine bir sessizlik başlıyor
Alabildiğine bir deniz
Alabildiğine kum
İçim ürpertilerle dolu
Karanlık denizlerin ortasına
Seni düşünüyorum

Sf: 103
KARANLIĞIN GÖZLERİ

Şimdi yoksun
Seni dilediğim gibi düşünebilirim artık
Tutar ellerinden öpebilirim uzun uzun
Kimseler ayıplamaz beni
Yokluğunda seni nasıl sevdiğimi anlayamazlar
işte gözlerin, işte dudakların
Senin olan ne varsa karşımda duruyor
Ayaklarını dilediğim yere götürebiliyorum artık
Sevdiğim şarkıları söyletiyorum dudaklarına
Ve hoyrat ellerimle seni
Her gün biraz daha güzelleştiriyorum

Sf: 107
Beni sevmesen ölürdüm
Beni sevmesen bir çakıltaşıydım şimdi
Beni sevmesen bir duvar gibi sağırdım
Kördüm bir ot kadar
Ölümden acıydım, ölümden beterdim
Beni sevmesen
Dünyayı bütün insanlara zindan ederdim

Sf: 108
Beni bunca saracak ne vardı?
Kanıma girecek
Gözbebeklerime oturacak
Bir senfoni gibi kulaklarımdan eksilmeyecek
Ne vardı?
Hiç karşıma çıkmasaydın
Bu kör olası gözler görmeseydi seni
Ne vardı
Güzelliğini hiç bilmeseydim
Bir dua gibi bellemeseydim adını
Ne vardı bütün gece
Gözlerimi tavana dikerek
Seni düşünmeseydim

Sf: 109
Belki karşımda değilsin
Bu gözler senin gözlerin değil
Aldatıyorlar beni
Karanlığın gözleri olmalı bunlar
Bana böylesine keder veren
Gülmeyi, yaşamayı haram eden
Bir karanlığın gözleri olmalı
Öyleyse sen hiçbir yerde yoksun
Sana hiçbir zaman yaklaşamayacağım
Yalan bu geçici sevinç, bu nur, bu ışık
Bu karanlığın ortasında yanan alev gözler
Bu bir kadeh içki gibi aydınlık

Sf: 110
Ne dedimse inanma
Seni değil kendimi aldatıyorum
Sen istediğin kadar
Varlığın ta kendisi ol
Ölümsüzlüğün ta kendisi
Ben günden güne yok olmaktayım
Bütün ışıkları kaldırıp attım bir yana
Anlamıyor musun?
Gökyüzü güneş olsa
Sensiz karanlıktayım

SAHİBİNİ ARAYAN MEKTUPLAR
ÖNSÖZ

Sf: 113
Sahibini Arayan Mektuplar’ı okuyanlar, sahipsiz bir mektup olmanın o büyü acısını acaba duyacaklar mı?
Bu mektuplar; sırlarını, hüzünlerini, yalnızlıklarını söyleyecekler mi onlara? Kim bilir?

Ben bu kitabı yazarken daha çok yıllardır mektup bekleyen insanları, postacının her geçişinde “mektup var mı?” diye soran ve daima “yok” cevabını alan insanları düşündüm.
Sevdiklerinden gelecek bir tek mektupla ömürleri boyunca avunacak o yalnız insanları.
Bitirdiğim zaman kendi kendime sordum:
Bu mektupları kime gönderecektim?
Zarfın üzerine hangi birinin adını yazacaktım? Dünyada yalnız insan o kadar çoktu ki!
Onun için bu kitabın adını SAHİBİNİ ARAYAN MEKTUPLAR koyuyor, onu bütün sevenlere ve yalnızlara armağan ediyorum.

Sf: 115
BİRİNCİ BÖLÜM
     Tuttum resmini indirdim duvardan.
     Duvar ağlamaya başladı.
BİRİNCİ MEKTUP
Geceydi… Bütün insanların çırılçıplak olduğu bir zamandı. Onları düşünüyordum; gümüş tepsilerdeki kristal kadehlerden zamanı yudumlayan insanları düşünüyordum. İrili ufaklı aynaların karşısında enseleri bembeyaz kadınlar boyanıyordu. Uzun uzun parmakları vardı kadınların. Öpülmeye alışmış dolgun dudakları vardı. Kocaman kocamandı kalçaları. O kadınları düşünüyordum.
Bir kurt bir geyiği kovalıyordu yüreğimde. Geyik soluk soluğaydı, yorgundu, bitkindi. Karların üzerinde akıp giden bir yıldız gibiydi. Koşuyordu. Koşmak kurtuluş değildi belki, ama bir ümitti. Koşmalıydı.
Oysa birer namlu ağzıydı kurdun gözleri. Avına güvenle, şehvetle yaklaşıyordu. Yeni bilenmiş, sedef saplı bıçaklara benziyordu dişleri.

Sf: 116
Bütün dileği et ve kandı, istese geyiğe hemen yetişebilirdi, ama uzasın istiyordu bu şehvetli koşu, bu bütün damarlarına yayılan sarhoşluk bitmesin istiyordu.
Ben seni düşünüyordum. Çünkü geceydi. Sevişme zamanıydı insanların. Yalnızdım. Beni kuşatan duvarlar birer beyaz çarşaftı bu saatte. Kapılar tüylü, yumuşak battaniyelere benziyordu.
Ben seni düşünüyordum. Kim bilir ne güzeldin soyunduğun zaman? Nasıl kadının? Nasıl öpüşürdün kim bilir? Nasıl kadın kadın kokardı her yerin? Tutup avuçlarıma sığdırıyordum seni, gözlerime, dudaklarıma sığdırıyordum.
Sensiz kahrolmak vardı. Seninle yaşamak vardı doludizgin. Seninle her gece birbirimizi yenilemek vardı odalarda. Odalara sığmamak vardı. Bir sel gibi taşmak vardı gecelerden.
Elimi uzatsam tutabilirdim seni, öyle yakındın. Zamana kokun sinmişti. Belki de uzaktın, günlerce koşsam yetişemezdim sana. Zamana kokun sinmişti.
Tuttum resmini indirdim duvardan.
Duvar ağlamaya başladı.

Sf: 117
İKİNCİ MEKTUP
Aramak… Ömür boyunca aramak… Yalnız seni aramak… Paslı teneke kutularda, küf kokan dolaplarda, çerçevelerde, tenhalarda, ağaç diplerinde, sonra vapurlarda, trenlerde hep seni aramak. Belki bu şehirde değilsin. Ne çıkar? Seni arıyorum ya. Belki de aynı sokakta evlerimiz, sabahları beni görüyorsun işime giderken. Sonra akşamı bekliyorsun, alacakaranlığı… Beni bekliyorsun ya da bir başkasını, bir başkasını.
Hiç gel, demeyeceğim sana. Aramak neredeyse ben oradayım. Ayaklarım ne güne duruyor? Yok yok birden karşıma çıkma. Kaç, saklan. Seni aramak istiyorum.
Git bu şehirden haydi git. Dağlara çık, o uzak dağlara. Rüzgarların krallığında hüküm sür. Baktın ki oraya da geldim. Yine kaç. Başını al, açıl denizlere. Gemilerin en güzeli, en büyüğü dilediğin limana götürmeli seni, dilediğin yerde demir atmalı. Ben küçük bir balıkçı kayığı ile peşinden gelsem yeter. Seni arıyorum ya!
Bir yıl, beş yıl, on yol değil; beşikten mezara kadar aramalı insan, ama ne aradığını bilmeli. Yaklaşıp uzaklaşmalı aradığından. Okyanus dalgaları üstünde bir küçük tekne gibi alçalıp yükselmeli. Yalınayak koşmalı yollarda, ayaklarını sivri taşlar kesip kanatmalı. Çöllerden geçmeli yolu, yanmalı, kavrulmalı. Sonra gözün alabildiğine ak, soğuk ülkelere düşmeli. Buzlar kırılmalı ayaklarının altında, üstüne kar yağmalı.
Bir gün bulacaksam bile parça parça bulmalıyım seni. Ayaklarını Afrika’dan getirip bir kağıt üzerine yapıştırmalıyım, saçların Sibirya’da olmalı, dudakların Çin’de. Gözlerin Hindistan’da bir mabudun gözleri olmalı, ellerin İtalya’da bir heykelin elleri. Bulsam da seni parça parça bulmalıyım.
Yine de bir yerin eksik kalmalı.
Yeniden yollara düşmeliyim, onu aramalıyım.
Ve tam seni tamamladığım anda ölmeliyim.

Sf: 119
ÜÇÜNCÜ MEKTUP
Gelme diyecektim, geldin. İyi ettin geldiğine. Nerdeyiz? Bir şehir yanıyor, dikkat et. Tutuşabiliriz, işte ilk ateş gözlerine düştü, sonra dudaklarına, saçlarının arasına kıvılcımlar doldu ışıl ışıl. Yanıyorsun, yanıyorum, yanıyoruz.
Aramakla yetinsek bunlar gelmeyecekti başımıza. Yine de memnunum. İyi ettin geldiğine. Taş olup kalmaktansa, ağaç olup yanmak iyi. Ellerini ver, ellerini. Öpüşmeye susadım. Tırnak uçlarından öpmeye başlayacağım seni. Titreme, yanıyorsun.
Koluma yat, sağ koluma, güçlü, erkek koluma. Dağılsın saçların, bırak. Nasıl olsa onları da öpeceğim tutam tutam. Kulak memelerini, gür kaşlarını, dudaklarını da öpeceğim. Dolgun dudaklarını, seven, sevdiren dudaklarını. Dişlerim, dişlerine değecek. Yum gözlerini, artık yaşamıyoruz. Belki de yaşamak bu, bizim bilmediğimiz.

Sf: 120
Öyleyse yeni yeni başlıyoruz yaşamalara, derin nefes almalara, o ölümsüz olmalara.
Bir ekşi elma ısırıyordum, dişlerim kamaşıyordu omuzbaşlarını gördükçe ve biraz sen oluyordum sevdikçe, seviştikçe.
“Işığı söndür,” diyordun, inadına yakıyordum. Yalvarıyordun, çıldırıyordum. Hiç ağlamadın. Ağlasan ne değişecekti. Ama ağlamadın işte yükseldin, yüceleştin, Tanrılaştın bir yerde. Öyle güzeldin anlatılmaz.
Alnımdan ter boşanıyordu, saçlarım yapış yapış olmuştu. Yüz merdiven inip yüz merdiven çıkıyordum bir dakikada. Derin bir kuyudan su çekiyordum. Bir mağara ağzından sana sesleniyordum. Karanlıklar içinde birbirimizi aydınlatıyorduk.
Sağır bir zamanda yaşadığımız. Sağır ve merhametsiz. Kör bir geceydi yumruklayan kapıyı, kör ve dilsiz.
Artık hiç sönmeyecekti, biliyordum.

Sf: 121
DÖRDÜNCÜ MEKTUP
Senden hiç ayrılmamak vardı. Zamanı durdurmak, bütün saatleri parçalamak vardı. İsyan içindeydim. Neydi bu çaresizlik? Bizi çepeçevre saran bu dört duvar neydi?
Bir ara Tanrı’yı düşündüm, peygamberleri, dinleri, kitapları düşündüm. Boş inançlarımız mıydı çaresizliği yaratan? O bizi eserimiz miydi? Öyleyse neden bizden büyüktü, güçlüydü?
Bunca yıl neyi aramış, kimi özlemiştim? Mademki benim olmayacaktın neden seni karşıma çıkardılar? Kim yaptı bunu? Bu kötülükler kimin eseri? Tanrı’nın işi yok da bizi mi görsün? Öyleyse kime inanacağız?
O kitaplar ki sabırdan bahsediyor. Ama ne kadar? Nereye kadar?
O dinler ki duadan bahsediyor. Kime, niçin ve ne zaman?

Sf: 122
O peygamberler hiç sevmediler mi?
Ben sana inanıyorum kitaplara değil.
Ben seni istiyorum. Dua değil. Sabır değil.
Artık gideceksin, biliyorum, vakit geç oldu. Yatakta izin kalacak, havada kokun ve yastığın üzerinde bir iki tel saçlarından. Telaş içinde giyinmeye başlayacaksın. “Çoraplarında eğrilik var,” diyeceğim, düzelteceksin. Dudaklarını boyarken, eğilip ensenden öpeceğim, için sevgiyle dolacak. Gözlerin ışıl ışıl, “Üzülme, üzülme,” diyeceksin, “yine geleceğim.”
Ya gelmezsen? Hayır hayır geleceğine inanıyorum. Fakat yine gideceksin. Yine gideceğini bilmek kötü. Dayanılmaz bir şey bu.
Hatırlıyorum; elini uzattın, “Allahısmarladık,” dedin, gittin. Gözden kayboluncaya kadar baktım arkandan, sonra kapıyı kapattım, bir başka kapı açıldı yalnızlığa.
Yürüyemiyordum, oturamıyordum. Yattım, uyuyamadım. Sanki yerçekiminden kurtulmuştum, boşluktaydım, ağırlığım kalmamıştı.
Elimde, tam nabzımın üzerinde bir saat işliyordu her şeyden habersiz. Çıkardım, duvara çarptım, parçalandı ve durdu.
Fakat sadece saatin sesiydi kaybolan. Yoksa zaman ilerliyordu.

Sf: 123
BEŞİNCİ MEKTUP
Ayrılık diye bir şey yok.Bu bizi yalanımız. Sevmek var aslında, özlemek var, beklemek var. Şimdi nerdesin? Ne yapıyorsun? Güneş çoktan doğdu. Uyanmış olmalısın. Saçlarını tararken beni hatırladın, değil mi? Öyleyse ayrılmadık. Sadece özlemliyiz ve bekliyoruz.
Zamanı hatırlatan her şeyden nefret ediyorum. Önce beklemekten. Ömür boyunca ya bekliyor ya bekletiyor insan, ikisi de kötü, ikisi de hazin tarafı yaşantımızın.
Bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar, sonra yürümesini, konuşmasını, büyümesini…
Zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını, kanunlara saygı göstermesini, insanları sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar. Ve sonra ölümü bekleniyor insanoğlunun.

Sf: 124
Verdiğin bütün acılara dayanıyorsam, seni özlediğim içindir. Beklemenin korkunç zehri öldürmüyorsa beni; seni özlediğim içindir. Yaşıyorsam; içimde umut varsa, yine seni özlediğim içindir.
Seni bunca özlemesem, bunca sevmezdim ki!

Sf: 126
ALTINCI MEKTUP
Ve tren ilerliyordu. Kadere yaklaşıyorduk. Bir alacakaranlık bastı zamanı. Gözlerim gözlerindeydi. Ellerini tuttum, titredin. Acı acı bir düdük öttü. Bir şeyler koptu içimizden.
Sonra tren durdu, indik, yollarımız ayrı ayrıydı. Şimdi, o gün verdiğin yalnızlığı yaşıyorum.

Sf: 129
SEKİZİNCİ MEKTUP
Bana çılgın diyorsun, seni sevdiğim için. Yanılıyorsun, sevmek çılgınlık değil. Sevmek insan tarafımızı bulmamızda bence. Biraz da yaklaşmamızdır Tanrı’ya zaman zaman.
Dünyada sevmeyenlere, sevemeyenlere acımalı. Ot gelip ot gidenlere acımalı. Sevebilen insan kendini keşfetmiş insandır. Talihli insandır. Çektiği bütün acılara rağmen, mutlu, kıvançlı insandır o. Aşktır yücelten bizi ve derinliğimiz aşktandır. Gerisi boş, yalan.
Aşksa, sevmektir. Durmadan, nefes alırcasına sevmektir.
Sevmekle, sevilmek ayrı şeyler… Sevilmeyi çoğaltmak, ona bir başka bir şekil vermek, daha da yoğunlaştırmak onu elimizde değil. Oysaki sevgimizi dilediğimiz gibi yoğurabilir, dilediğimiz şekli verebiliriz ona.

Sf: 130
Derinlikse derinlik, yükseklikse yükseklik, genişlikse genişlik.
Sevmekte gücümüz var, irademiz, aklımız var. Biz varız sevmekte. Sevmek yaratmaktır bir bakıma. Sevilmekse; yaratılmak.
Demek ki biz seninle birbirimizi yaratıyoruz durmadan. Sen beni yarattıkça güzelsin işte ve ben seni yarattıkça güçlüyüm, daha bir insanım.
Beni sevmeseydin yine bir şey değişmeyecekti benim için. Sen biraz eksik kalacaktın, biraz sen kaybedecektin. O kadar.
Şimdi insanların en güzeliyiz, en iyisiyiz elbette. Seviyoruz, seviliyoruz.
Sevgimi anlamadığın ve ona saygı göstermediğin anda ölebilirim. Karşılık vermediğin anda değil. Birbirimizi yeniden yaratmaya devam edelim.

Sf: 131
DOKUZUNCU MEKTUP
Kimdi o? Yanındaki kimdi? Ne konuşuyordunuz? İşte buna dayanamam. Kahrolurum.
Dün gece ne yaptın? Nereye gittin? Ah otursaydın, beni düşünseydin ya? Eğlenebildin mi bari?
Yatarken ne okudun? Sonra iyi uyuyabildin mi? Rüyanda neler gördün? Söylesene.
Anladım artık beni sevmiyorsun. Sevdiğini sanmakla yanılmışım.
Zaten çirkin bir adamım ben, sinirliyim, kıskancım, fazla hisliyim. Daima beni seveceğini düşünmemeliydim. Suçluyum. Kendimi sevgilerimin bencilliğinden kurtaramadım. Zayıf, bencil bir adamım öyleyse.
Sonra yalancıyım, ikiyüzlüyüm. Seninle konuşurken seninle yatmayı düşünüyorum. Sevgiyle elini tuttuğum zaman, aslında kalçalarını tutuyorum, bilmiyorsun.

Sf: 132
Kendime göre hesaplarım da var benim. Yanımda olman gurur veriyor, sevinç veriyor bana. Fakat sana kimse bakmasın istiyorum, kimse konuşmasın seninle. Hep benimle ol, durmadan benim ol. Günün her saatinde ve ölünceye kadar benim ol.
Beni seviyor musun? Evet mi? Öyleyse söyle. Kimdi o? Yanındaki kimdi? Nereye gidiyordunuz?
Seven zalimdir biliyorsun, aşk egoisttir. Sen zalim olma. Anlamıyorsun, anlamıyorsun… Biraz anla beni.
Sana sitem etmeyeceğim artık. Bütün suç benim. Seni bu kadar sevmemeliydim. Şu köhne ve utanmaz dünyada ne bir kimse bu kadar sevilmeye değer, ne de bir kimsenin bu kadar sevmeye hakkı var.
Kendimizi ne sanıyoruz? Biz neyiz ki? Sus, cevap verme. Teselliye ihtiyacım yok.
Seni bu kadar sevmenin cezasını kendime ödeteceğim.
Göreceksin.

Sf: 133
ONUNCU MEKTUP
Dün bir şiir daha yazdım senin için. Önce tuttum karşıma oturttum seni, konuşturdum, güldürdüm, ağlattım. Her halin hoşuma gidiyordu. Kadındın, ama önce insandın. Güzeldin ama önce iyiydin. Elbette sen yazacaktım, senin için yazacaktım.
Bana, “Çok yazıyorsun,” diyorlar. Bir insana, “Sen çok yaşıyorsun, artık öl,” denir mi? Benim yaşamam ve şiirim birbirinden ayrı şeyler değil ki! Yaşarken şairliğimi yaşıyorum ben.
Yürürken, konuşurken, sevişirken hep şairliğimin içindeyim, o da benim içimde. Birbirimizi tamamlıyoruz durmadan.
Sen hiç denize baktığın zaman bir orman gördün mü? Dağların gökyüzüne en yakın olduğu yerde yeraltı nehirlerini düşündün mü hiç? Öpüşürken, sevişirken açların, yoksulların yüreği çarptı mı sende? Güldüğün zaman Afrika’da isimsiz bir zenciyi hatırlayıp onun büyük acısını duydun mu derinden?

Sf: 134
Senin o güzel gözlerin bende yalnız seni görüyor. Seviyorsan beni seviyorsun, beni istiyorsun benden. Oysa ki ben sende bütün insanlığı, güzelliği seviyorum. Al gözlerimi de kendine bir benim gözlerimle bak. Gör, ne kadar erişilmez, ne kadar yüce olduğunu.
Her maddenin bir atomun olduğu gibi bir şiiriyeti de vardır. Bilgin atomu parçalayan, sanatçı ise şiiriyeti bulan, işleyen ve onu sanat eseri haline getiren insandır.
Şiir bir köprüdür madde ile ruh arasında. Şiir güzelliğin en yoğun ifadesidir ve nefes alışıdır. duygularımızın.
Atom gücü, elektrik gücü gibi bir de şiir gücü vardır dünyada. Sanatçı bu gücü ellerinde tutan kimsedir işte. Onu şiir, müzik, heykel ve resim haline getiren mutlu kişidir o.
Her zaman, her yerde söylemişimdir. “Hayatımdan şairliğimi çıkarırsanız geriye önemli bir şey kalmaz,” diye.
Yazmamı bana çok görmeyin.

Sf: 135
ON BİRİNCİ MEKTUP
Korkuyorum. Ölmekten mi? Hayır, yokluktan. Ölmek nihayet birkaç dakikalık mesele. Yürümek, uyumak gibi basit bir şey. Ama yokluk; ölüm. Evet, ölmek ve ölüm ayrı şeyler bence. Biri sonun başlangıcı, biri de son ve yokluk. Ölmekte şiir var, duygu var, anlam var. Ölüm, sadece karanlık, boşluk, anlamsızlık.
Doğmak başlangıcı yaşantımızın ve çilemizin. Ölmek sonu. Ölümse; öldükten sonraki zaman. O dizgin vuramadığımız at, o asla sahip olamadığımız kadın.
Örnek elimizde, ölüm Tanrı’nın sırrı, bedeli varoluşumuzun.
Ölümsüz olmalıydı ölmek dünyada. İnsan dilediği anda ölmeli, dilediği anda yaşamalıydı.
Ölümün gelmesini bekleyenler, ölmeyi bilmeyenlerdir. Yaşamanız Tanrı’nın bileceği bir şey, zamana hükmeden o, ölüme hükmeden de o.
Sf: 136
Yalnız ölmek bizim. Onunla yetinmek kalmış bize bu ölümlü dünyada.
Bu tek hakkımızı da suç saymış bizde önce gelenler. Suç demişler, günah demişler. Yaşatmışlar yaşamışız, öldürmüşler ölmüşüz. Nerde kaldı bizim üstünlüğümüz? İnsanlığımız, zekamız nerde kaldı?
Bitkiler, hayvanlar diledikleri zaman ölemiyorlarsa insan olmadıkları içindir. Ölmek asla şerefsizlik değil, hele korkaklık hiç değil. Yalnız yaşamaktan korkanlar, yılgınlar mı ölmek isterler sanıyorsun?
Cesaret başkalarına kötülük etme pahasına da olsa yaşamak mı? Cesaret, sürekli bir aldanmaya boyun eğmek mi? Durmadan aldatmak mı cesaret?
Kötü, korkunç bir dünya üzerinde yaşıyoruz. Bütün çabamız kendi kendimizi bitirmek ve son vermek insan nesline. Öyleyse bir adam eksilmiş olsa bu şuursuz kalabalıktan ne çıkar?
Hatırlıyor musun? Bir şiirimde;
     “Bir yere kadar yaşamak güzel
     Ama bir yerde ölüm güzel oluyor.” demiştim.
İşte bugün ölümün o güzel olduğu yerdeyim.
Sf: 141
İKİNCİ BÖLÜM
Gittiğine inanamıyorum.
Gel demeyeceğim.
ON DÖRDÜNCÜ MEKTUP
İlk defa göz göze geldiğimiz anı hatırlıyor musun? Kaçamak bir buluşmasıydı bu gözlerimizin. Seni istiyordum, biliyordun… Bakışların duygulu, anlayışlıydı, özlemliydi zaman zaman. Bakışların bir şarkı söylüyordu hiç bilmediğim. Seni dinliyordum, bakışlarını dinliyordum.
Dağbaşında apansız karşıma çıkan bir pınardı sanki gözlerin. Eğilip su içmek istiyordum kirpiklerinin arasından, içimde yaktığın ateşi söndürmek istiyordum. Ama o ateş gitgide büyüdü işte! Şimdi biraz da sen yan artık, benim yanacak yerim kalmadı.

Sf: 142
İnanamıyorum, sen var mısın? İnanamıyorum bir türlü. Tuttuğum ellerin mi? Öptüğüm dudakların mı? Kim bilir? Belki de yoksun, ben bir rüya görüyorum, biraz sonra uyanacağım. Her şey ansızın silinecek. Ne saçların kalacak ortalıkta, ne gözlerin. Yine kahredici yalnızlığıma döneceğim. Biraz daha yıkılmış, biraz daha sensiz.
O gün ilk defa seni gördüm. Düşün sen dünyaya geleli beri kaç yıl geçmiş aradan. Düşün ne kadar çok özlemiştim seni. Öyleyse hiç gitme, ne olur! Vereceğin her kedere razıyım. Acıların en büyüğünü sen tattır bana, zehirlerin en şiddetlisini senin elinden içeyim. Ama gitme ne olur?
Dudaklarım kurumuştu, içim yanıyordu. Suya hasret, kurumuş bir ot gibiydim. Yağmur olup yağdın üstüme, yeşerdim, filizlendim. Sonra güneş oldun, hayat verdin bana, koku verdin, renk verdin. Şimdi bırakıp gidersen bir daha ve son defa yine kuruyacağım, dağılıp toz olacağım anıyor musun? Çünkü senden sonra kimse gelmeyecek, biliyorum. Kimseler çalmayacak kapımı. Gidersen beni bana mahkum edeceksin, keşke ölsem diyeceğim o zaman, keşke ölsem!
Şimdi sendeyim, seninleyim, seni yaşıyorum. Beni bana bırakma!
Senden bir parçayım artık, belki de baştan başa sen oldum farkında değilsin. Beni bana bırakma!
Sen olduğun için mutluyum. Sen olduğun için de. İstersen ben olma. Hiç benim olma. Ama bırakma beni ne olur?
Beni bana bırakma!

Sf: 145
ON ALTINCI MEKTUP
Artık aldanmak istemiyorum. Beni sevgililerinin ölümsüzlüğüne inandır, korkularından, şüphelerden kurtar. Hiç aldanmamışların o engin iç rahatlığına hasretim. Ayıkla, arıt beni. Bütün insanlar aldanıyormuş, sürekli bir aldanmaymış yaşamak… Ne çıkar? Ben artık aldanmak istemiyorum ya! Sen ona bak… Onun için seni erişemeyeceğin bir yere çıkarmayacağım, olduğun gibi seviyorum seni. Olmanı istediğim gibi değil! Hiç olmayacağın gibi değil. Nerdeysen orda dur. Nasılsan öyle kal.
Bütün mevsimleri bir günde, bütün yılları bir mevsimde yaşamaya razıyım seninle. Yanımda olduğun zamanlar nasıl apaydınlık oluyorum, nasıl içim huzurla doluyor, görmüyor musun? Gözlerimin derinliğine bakma; başın dönmesin. Gelecek günleri düşünme, korkma büyük hazlar yaşamaktan.
Sf: 146
Erişemeyeceğin hiçbir mutluluk yok. “Yaşadım,” diyememeyeceğin hiçbir günün olmayacak benimle.
Hiç aldatma beni, hiç yalan söyleme. Bir gün aldatsan bile aklandığımı senden öğrenmeliyim önce. O zaman ölsem de mutlu ölürüm inan. Biraz da olsa inanmış ölürüm.
Aldanmak… En büyük yıkıntısı içi dünyamızın. Aldanmak… Ses veren üç telimizden birinin kopması. Aldanmak o en son, fakat en kesin kabullendiğimiz gerçek. Sen hiç aldatma ne olur? Yıkılışım da sevgim kadar büyüktür benim. Bırak, kalbimden ses veren bütün teller ben yaşadıkça sana inanmayı söylesin. Sana kayıtsız şartsız inanmak olsun; bütün kazancım yaşamaktan. O zaman her şeye katlanırım. Korkulardan, endişelerden uzakta her saniye yaşadığımı bilirim. Çaresizlikler beni korkutmaz. Şu aşağılık dünyanın hiçbir acısı seni sevmeyi unutturamaz bana artık.
İnanmak; seni düşündükçe söylediğim bir şarkı olmalı dudaklarımda. İnanmak; gökyüzünün en karanlık zamanında bile görebileceğim bir yıldız olmalı. Dağlardan, denizlerden esen serin rüzgarlar gibi, senden gelen bir şey olmalı inanmak. Kimi gün kalem olmalı parmaklarımda, kimi gün kulağımda musiki, gözlerimde ışık olmalı; içtiğim suda, yediğim ekmekte sana tüm inanmanın tadını duymalıyım. Her sabah ilk ışık, sana inanarak yaşayacağım mutlu bir gün getirmeli bana. İşte o zaman yokluğuna bile dayanabilirim, özlemlerim daha derin bir anlam kazanır. Seni beklerken şüphelerin o kahredici zehriyle, geciktiğin her saniye bir defa ölmem.
Artık aldanmak istemiyorum. Seni, aldatmak zevkinden sonuna kadar mahrum edeceğim. Beni aldatmanın acısını da sevincini de hiç tattırmayacağım sana. Çünkü, aldattığın zaman; yemin ediyorum yeryüzünde olmayacağım. İnanmışlığını ölüme kadar sürsün, bırak.
Zarımı son defa senin için atıyorum.

Sf: 150
ON SEKİZİNCİ MEKTUP
En güzel beraberlik seninle olmak diyorum, nasıl en korkunç yalnızlık sensiz olmaksa… Biraz önce buradaydın, aradan geçen zaman henüz kokunu bile dağıtamadı. Oturduğun koltukta ağırlığının izi duruyor. Dokunduğun her yerde sıcaklığın var, baktığın her şeyde aydınlığın.
Gittin mi? Ben şimdi yalnız mıyım? Duvarlar üzerime yıkılıyor, yüzümde parçalanıyor aynalar, resim çerçeveleri. Tarifi mümkün olmayan bir boşluk içindeyim. Gözlerim kapıda, belki yine gelirsin diyorum. Uzaktan ayak sesleri geliyor. Sen değilsen gelen biliyorum, ama yine de bir ümit var içimde vazgeçemediğim.

Sf: 151
Sonra sevdiğin bir plağı çalmak geliyor aklıma. Birden seviniyorum. Her şeye rağmen yine seninleyim, ne iyi! Beşinci senfoniyi dinliyorum. Odayı orkestranın güçlü, tanrısal sesi dolduruyor. Hiç ayrılmadığımıza ve ayrılmayacağımıza inanıyorum. Yüzyılların ardından bir Beethoven sesleniyor, isyan ediyor zamana. Ve sonra bir başka plakta Schumann ağlıyor, ben ağlıyorum, uzaklarda sen ağlıyorsun. Aşkın ve sanatın ölümsüzlüğüne bir kere daha inanıyorum.
Artık seni sevdiğime pişman değilim.

Sf: 152
ON DOKUZUNCU MEKTUP
“Duyarlarsa,” diyorsun. Duysunlar ne çıkar? Seven insanın bir suçlu gibi ezik olması neden? Sevmek ve sevilmek hakkımızı kullanıyorsak bundan kime ne? İnsan olarak aşktan başka övünecek neyimiz kaldı? Erdem yalan söylemek mi? Hırsızlık etmek mi? Katil olmak mı? Yoksa esirleri fırınlarda yakmak mı erdem? Bir milletin gençliğini savaş meydanlarında yok etmek mi? Yalnız sofular mı erdemli bu dünyada? Çıkarını düşünenler mi namuslu? Aşka saygı duymayanlar utansın yaşadıklarına, sevenler değil.
Sf: 153
Hiçbir şeyden çekinme artık. Bak! Şimdi seninle vardığımız o yerde kimseler yok. Yıldızların erişilmezliğinde, duyguların sonsuzluğundayız. Zamanı aştık, en güzeli kendimizi aştık seninle.
Onun için şimdi ilk defa beni sevmek hakkını sana tanıyorum. Anla, seni ne kadar sevdiğimi.

Sf: 156
YİRMİ BİRİNCİ MEKTUP
Sen yalnızlığın bu türlüsünü bilmezsin işte. Ve asıl bilmediğin en büyük yalnızlık da senin verdiğin yalnızlıktan başka bir şey değil. Senin yokluğundan gelen o yalnızlık olmasa, öbür yalnızlıklar bana bu kadar koymazdı.
Sf: 158
YİRMİ İKİNCİ MEKTUP
Senin için “yalan söylüyorlar” dediler. Kimse farkında değil dudaklarında yalanın ne kadar güzelleştiğinden. Yalansız bir seni düşünmeye imkan var mı? Senden gelen, senin dudaklarından çıkan bütün yalanlara razıyım. “Seni seviyorum,” dediğin zaman, yalan söylemiş olsan bile, bu sözü bütün gerçeklere değişmeye hazırım.
Sf: 159
Aşkın seni sevmek olduğunu benden başka bilen var mı söyle? Seni zulümlerinle, yalanlarınla kim bunca ilahlaştırabilir söyle?
Sf: 160
YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Sf: 161
Beni tanımadan önce yaşadığın yıllar var ya; onları da kıskanıyorum. Düşün, bensiz yaşayacağın bir dakikaya bile tahammülüm yok artık. Bir gün güzel bileğindeki küçük saati parçalayabilirim, bensiz bir zamanı sana bildirdiği için. Mümkün olsa bütün o dakikaları, o günleri sana yeniden yaşatmak isterdim.
Seni kıskanıyorum. Verdiğin huzura rağmen bir kadını kıskanmanın büyük huzuru içindeyim. Oysa sen beni tanınıncaya kadar kıskançlığı daima ilkel bir duygu olarak düşünür, reddederdim. Bu davranış belki de o güne kadar kıskanılmaya senin kadar değer bir insanı tanımamış olmanın verdiği eziklikten gelirdi.
Hep böyle kıskançlığımı besleyecek kadar güzel kal.

Sf: 162
YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP

Sf: 163Ancak, bir kurşun atımı uzaktasın benden, biliyorum ve ciğerlerime saplanmış bir kurşun gibisin hala. Seni çıkarıp atmak da elimde değil, sana gelmek de… Gelebilsem ne değişecekti ki? Beni hatırlayacak mıydın? Hatırlasan da sevinecek miydin gelişimden? Gözlerinin içi gülecek miydi? Hiç konuşmadan, “Bende seni özledim,” diyebilecek miydi ellerin? Hayır, değil mi? Öyleyse hiç gelmeyeceğim sana. Böylesi daha iyi.
Gün oluyor; seni unutabilmek için bu şehirden çok uzaklara gitmek istiyorum. Sokaklar, evler, caddeler, vitrinler seni hatırlamasın diye.
Gün oluyor; anlıyorum senden ve bu şehirden kaçmanın faydasızlığını… Çünkü; biliyorum nereye gitsem benimle geleceksin ya da gittiğim her yerde senden bir şey olacak.

Sf: 164
Sen unuttun fakat unutulmadın. Bense unutulduğumu biliyor, fakat unutamıyorum. İnan, unutabildiğim gün seni yeniden ve daha çok sevmeye başlayacağım.
Sf: 165
YİRMİ BEŞİNCİ MEKTUP
Sahibini arayan son mektup
Bugün bendeki resimlerini ve mektuplarını yakıyorum. Küllerini sana göndereceğim. İşte! Hepsi önümde duruyor.
Şu resim çekilirken karşında ben vardım, hatırladın mı? Üzerini “seni daima seveceğim” diyerek imzalamışsın. Bu seni en çok anlatan resimdi biliyorum, bana en yakın olduğun resimdi… Karşında ben vardım, gözlerin gözlerimdeydi… İçin benimle doluydu, bakışların gibi. Önce bu resmini yakacağım, bu en çok sen olan resmini. Sonra da diğerlerini yakacağım. Hepsi birer birer kıvrılıp kül olacak sonunda. Ya mektupların? Herbirini çok çok öptüğüm mektupların… Satır satır içimde çakılı duran mektupların. Onlar da yanacak. Senden madde olan hiçbir şey kalmasın istiyorum, bende.

Sf: 166
İçimde bıraktığın eziklik yeter artık. Artı seninle değil, verdiğin acılarla avunacağım. Seni bütün arzuların üzerinde, bütün özlemlerin ötesinde seveceğim artık. Sensiz bir dünya yaratacağım senden. Dünya duracak, ama sen durmayacaksın. Zaman bitecek, ama sen bitmeyeceksin. Bir gün bütün çiçekleri solacak bahçelerin, yıldızlar ışık vermeyecek, güneş doğmayacak hiç. Ama sen solmayacaksın, sen eksilmeyeceksin. Seni maddenin dışına çıkarıyorum, ölümsüzlüğün kapılarını açıyorum sana. Anlamıyor musun?
Daha düne kadar her yerini ayrı ayrı seviyordum. Ellerini tuttuğum zamanlar ürperirdim, başım dönerdi gözlerine bakınca. Dudakların her öpüşte yeniden dünyaya getirirdi beni. Al işte, hepsini sana bırakıyorum. Güzelliğin de senin olsun, dişiliğin de…
Göreceksin, bir gün her yerin şu mektuplar, şu resimler gibi kül olup dağılacak. Bir tel bile kalmayacak saçlarından. Niceleri gibi sen de göçüp gideceksin bir gün. Önce gençliğin terk edecek seni. Ellerin buruşacak, belin bükülecek, ak pak olacak saçların. Boş bir çuvala döneceksin. Sonra, aynaya bakınca bugün çok güvendiğin güzelliklerinin de seni birer birer bıraktığını göreceksin. Gözlerinde o vahşi parıltı kalmayacak, bütün ateşi sönecek dudaklarının.
Ama ben o halinde bile seni terk etmeyeceğim. Çünkü benim içimde hep bugünkü gibi kalacaksın. Taptaze, sımsıcak ve korkunç güzel! Yalnız benim gözlerimde bir manası olacak bakışlarının. Ben yok olduğum zaman da satılarımda yaşayacaksın. Hiç ihtiyarlamadan, hiç değişmeden, hiç tükenmeden… Adım adınla anılacak, adın adımla…
Mektuplarınla resimlerini yakacak gücü kendimde bulamasam,  o zaman da kendimi yakardım. Şu herkeste seni gören gözlerimi, şu her yerde sana koşan ayaklarımı ve şu her zaman sana yazan ellerimi yakardım. Tenimden yükselen alevler ta Allah’a kadar uzanır, ona çaresizliğimi anlatırdı.

Sf: 167
Seni güçsüz, zayıf bir insan tarafından sevilmenin hayal kırıklığına uğratmamak için, şimdi benim yerime, senden kalanları yakacağım. Ben yaşadıkça, varlığım bütün çaresizliklere meydan okuyacak.
Unutma; seni sevdiğim için ölebilirdim, seni sevdiğim için yaşayacağım.
Biraz sonra mektuplarınla resimlerini tutuşturacak bir kibrit çöpü gibi çekiliyorum
hayatından. Her şeyiyle onu sana bırakıyorum. Hayatın senin olsun, istersen hayatım da.
Ama sen kendinin bile olamayacaksın artık… Ben yaşadıkça, adım söylendikçe…
Seni bensizliğe ve kendimi sana mahkum ediyorum. – İstanbulHaziran-Eylül 1962
Sf: 172
HÜZÜN ŞARKILARI
Sevememek bize sevmeyi öğretmişti.
Sf: 173
Islak, kederli bir gündü. Orman bütün yapraklarını yere dökmüştü. Yağmurun kuru yapraklara vurdukça çıkardığı ses hala kulaklarımızda. İşte orada, o ormanda çirkin, bodur bir ağaç var. Görüyor musunuz? Dibine dökülmüş sarı yaprakların altında cansız bir kuş yatıyor.
Güzelim tüyleri çamur içinde. Boncuk boncuk gözleri kapanmış. Bir daha açılmamak üzere kenetlenmiş gagası. Üşümüyor artık, ıslandığını duymuyor. Ve biz, onun kaybetmenin acısını, içimizde bir hançer gibi duyuyoruz. Hala yağmur yağıyor. Aramak mı? Artık neyi aramak? Ağlıyoruz. Yağan yağmur sefil gözyaşlarımıza karışıyor.
Bu yağmur hiç dinmeyecek ve biz daha çok ağlayacağız. Bir tüy için, bir sevgi için!

Sf: 177
Dudaklarından çıkan her kelime, suya bir taş atılmışcasına büyüyor içimde. Nereye gitsem kulaklarımda o yarı karanlık, çocuksu sesin. Sonra kendine has kokun; o kokuların en çıldırtıcısı, en kahredicisi… Ve gözlerin; esmer bir akşamüstünün serin hüznünü getiren gözlerin… Görebildiğim, duyabildiğim her şey bana seni sevmeyi söylüyor. Uzaklaştıkça yaklaşıyorum sana. İşin en kötüsü, yaklaştıkça da uzaklaşmaktan korkuyorum.
Belki hiçbir zaman sana sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Ne sana, ne senden başkasına. Düşün ki, çoğu zaman kendime bile söyleyemiyorum. Sanki söylediğim anda her şey bitecek ve bu emsalsiz büyü bozuluverecekmiş gibi geliyor. Bir insanın kendini aldatması ne güçtür bilirsin. Bu sevmek korkusunun aslında çok sevmek olduğunu biliyor, fakat anlatamıyorum. Galiba asıl korkumuz sevmek değil! Onun arkasına gizlediğimiz sevilmemek korkusu! Küçük küçük aldanmalarla kendimizi avutmaya çalışıyor, düştüğümüz çıkmazda bir teselli arıyoruz. Kim bilir, belki karşılıklı bir oyun oynuyoruz seninle. Belki de aynı korkular içindeyiz, birbirimizden haberimiz yok.

Sf: 178
Sevmek çoğu zaman var olmaktır. Sonunda bizi yok olmaya götürse bile.
Sf: 181
O durmadan kaçıyor, sen ardından gitmiyorsan; o günün her saatinde saklanıyor, sen yollara düşüp deli divane aramıyorsan; o sana acıların en büyüğünü tattırıyor, sen bundan en yüce hazzı duymuyorsan; boşuna aldatma kendini, onu sevmiyorsun demektir.
Sf: 183
O sana sevmeyi, gerçek aşkı öğretti. Sen onu hep sevecek ve sevilmenin mutluluğunu tattıracaksın. O, hiç sen olmasan bile, seni bir parça sevmese bile.
Sf: 184
Çağırdığın zaman gelmiyor mu? Bırak gelmesin… Böylesi daha iyi. Onu yokluğunda sevmeye devam et ve bekle.
Birbirimiz için yaratılmamışsınız. Apayrı dünyalarınız. O hep yalan söylüyor sana. Sen nasıl yıllardır onu aramış ve bulmuşsan; o da bir başkasını atıyor. Belki yarın bulacak, belki de hiç bulamayacak. Ne değişti? Sen değilsin onun aradığı.

Sf: 189
Bir tek ümit var senin için. Yazdıklarının senden sonra anlaşılması! O zaman bugün seni anlamayanlar, ardından bir sevgi yarışına çıkacaklar. Tavan arasında unutulmuş eski eşyalar gibi ortaya çıkarılacak dostlukların, aşkların. Sen yaşadığın müddetçe bu sonu gelmez acıları çekmek zorundasın.
Sf: 191
Belki seni bir daha hiç görmeyeceğim. Görsem bile ne değişecek? Belki beni tanımayacaksın bile. Gözlerini eğerek geçip gideceksin yanımdan. Aynı şehirde iki yabancı yaşayacağız artık. Birbirimizin varlığından habersizmişçesine, yıllar yılı bir hayat yükünü taşıyıp gideceğiz. Hatıralar gitgide içinde küllenmeye başlayacak. Bana ait hiçbir şeyi hatırlamak istemeyeceksin. İşte şimdi o dayanılmaz unutuşu ta derinden hissediyor ve başımı ellerimin arasına alıp unutulduğumu ağlıyorum.
Şimdi seni sevdiğime değil, yaşadığıma ağlıyorum.

Sf: 194
Tren, kesik kesik homurtularla son istasyona doğru yaklaşıyor. Camdan dışarı bakıyorum; renk ren otlar, ağaçlar, tarlalar, tepeler bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Uzaklarda hayal meyal insanlar görüyorum. Yaşantılarını sürdürmeye çalışan ezilmiş ve fakir insanlar. İçime doldurduğum havaya onların umutsuzluğu yayılıyor.
Sf: 195
Ve tren duruyor. Yakamda senin çok sevdiğin bir çiçekle inip kalabalığın arasına karışıyorum.
Bu tren bir gün seni de alıp götürecek. Sen de bilmediğin insanlarla bu son yolculuğa çıkacaksın. Onun için şimdi seni öpmek için bekliyor. O zaman bütün güzelliklerin, bütün kederlerin ve umutların dünyada kalacak. Sen de aslında her şeyin boş ve yalan olduğunu bu yolculukta anlayacaksın. Sona yaklaştıkça önceleri için ürperecek, korkacaksın. Sonra gözlerimizin karanlığa alışması gibi yavaş yavaş alışacaksın bu yokluğa. Sevdiklerin gelecek aklına birer birer. Sevildiği günler gelecek. Yaşadığın emsalsiz aşk gecelerini hatırlayacaksın ve bu gecelerin pırıl pırıl sabahlarını. Görünmez bir el bütün vücudunu baştan aşağıya okşayacak. Saçlarının koklandığını, dudaklarının öpüldüğünü hissedeceksin. Sonra bırakıvereceksin kendini bu sonu gelmez sandığın sarhoşluğa. Bir an gözlerini yumacaksın ve tren duracak. Bundan sonra başka bir istasyon olmadığı için acele etmene lüzum yok. Fakat yine de toprağı bekletme. Çiçekler, ağaçlar, otlar seni karşılamaya gelmişler. Görüyor musun? Boşuna bakma çevrene, beni arama. Bu defa karşılayıcılarının arasında ben yokum. Korkma! Yalnız geldin, yalnız gideceksin.

Sf: 207
Benimle değilsin belki, ama ben hep seninleyim görüyor musun? Seninle zamanların en değerlisinde, nazların en tadılmamışındayım. Özlemlerin en yücesindeyim seninle. Bahçelerin en güzel çiçekleri sen göresin, sen koklayasın diyedir. Sen tadasın diye verir ağaçlar meyvelerini, insanlar her sabah sana kavuşmak ümidiyle uyanır ve dökülür caddelere. Milyonlarca göz her baktığı yerde seni arar, sana koşar ayaklar ve bütün eller yalnız senin için çalışır, senin için yaratır. Körlerin bile göremediği ama, hayal ettiği sensin. Dilsizler konuşsa ilk senin adını söylerdi. Sağırların duymak istediği senin sesindir sadece. Bir insan seni seviyorsa, seni düşünebiliyorsa yaşıyor demektir. Sen ölümsüzlüğün çekirdeği ve emsalsizliğin ta kendisisin. Senin için söylenir bütün şarkılar, her şiir senin için yazılır. Kızgın çöllerden, balta girmemiş ormanlardan kutuplara kadar dünyanın her yerinde var olan sensin. Sen olmasan dünya olmazdı, biz olmazdık. Tanrı bile olmazdı. Bu evren senin için yaratıldı. Yaşamamız senin için ölmeye hazırlıyor bizi.

Sf: 209
“Kim bilir? Belki de ben aldanıyorum. Öldük, farkında değiliz. Bu haz ölmekse; yaşamak zaten çok değersiz kalıyor yanında. Seninle böyle tekrar tekrar ölmeye razıyım.”

“Ne o? Giyiniyor musun? Akşam mı oldu? Sahi gidecek misin? Nereye? Biraz daha kal.
“Peki, peki git öyleyse. Hayır, darılmadım. Hayır, sana kızmıyorum. Bütün kızgınlığım bu vakitsiz gelen ayrılık saatine, bu pis, bu manasız akşamüzerine.”
“Haydi, git. Fakat unutma, yine seninleyim.”

Sf: 211
Sabah seninle doğan güneş biraz sonra batacak. Akşamın esmer hüznü ortalığa çökmeye başladı. Hafiften bir yağmur çiseliyor. Şehrin caddeleri pırıl pırıl bu akşam saatinde. Her biri bir başka yere gidiyor insanların. Telaşlı adımlar yorgun bedenleri bilinmeyen bir karanlığa doğru sürüklüyor. Yağmur değil yağan sanki, hüzün… Bir günün ağırlığı altında ezilmiş yüzlerini seyrediyorum insanların. O yılgın, o bunalmış yüzlerini… Bir iğne saplanmış gibi yüreğime tarifsiz bir acıma hissi duymaya başlıyorum. Senin varlığında habersiz olan insanlara acımaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Bense sana doğru koşuyorum, attığım her adım biraz daha sana yaklaştırıyor beni. Seninle beraber değerlenecek olan emsalsiz bir geceye yaklaştırıyor. Yağmur hızlandı ve zaman yağmur damlarının o iç ürperten sesine uymuşçasına akıp gidiyor. Birkaç dakika sonra yanında olacağım. Ne iyi! Sana yaşattığın bir günü anlatacağım. Sensizliğin dayanılmazlığını söyleyeceğim sana. Karanlık yaklaşıyor, bak, dinle gecenin ayak seslerini. Fakat korkma benimle beraber kapından içeriye gece değil, bir başka sabah girecek. Bu da benim sabahım, bizim sabahımız. İşte! Elimi kapının ziline uzatıyorum, üç defa çalıyorum. Kapıyı açıyorsun, kucaklaşıyoruz. Her yerimiz apaydınlık. Gece ve karanlık dışarıda kalıyor.
Sf: 212
Sen de bir yerde bütün kadınlar gibisin. Durmadan, usanmadan arıyor, fakat ne aradığını bilmiyorsun, bilmeyeceksin de. Bulabildiklerin seni kandırmayacak, doyurmayacak. Daima mevcut olmayanı özleyecek, mümkün olmayanı arayacaksın. Beni aramadan buldun, baksana onun için varım. Arasan beni bulamazdın ki!
Onu bulsanız bile kaybetmekten korkar, asla tadına varamazsınız. Beşikten mezara kadar süren bir aramaktır yaşamanız. Arandığınızı hissettiğiniz anda da kaçar saklanırsınız. Çünkü sizi arayan çoğu zaman aradığınız değildir. Bulamayacağınıza öylesine inanmışsınızdır ki! Sanki bulduğunuz anda her şey bitiverecektir, hiçbir manası kalmayacaktır yaşamanın.

Sf: 213
Yaşamayı çekilir yapan da sizsiniz, çekilmez hale getiren de. Bütün kötülükler sizin eserinizdir, bütün iyilikler gibi. Her kan dökülen yerde bir-iki tel vardır saçlarınızdan.
Gururunuz her şeyinizdir. Zaman zaman onu ayaklarınızın altına alır, fakat sonunda yine ona mağlup olursunuz. Sizi sevenlerin gururu ise bir haz verir size. Aslında karşılaştığınız bütün hayal kırıklıkları, kederler, ümitsizlikler, gözyaşları kendi sevgili gururunuzun armağanlarıdır. En korktuğunuz şey bir gün terk edilmektir. Ama onu kaybedeceğiniz için değil. Önce davranıp onu terk etmediğiniz için kendinize kızarsınız. Kıskançlık yalnız sizin kullanabileceğiniz bir haktır yeryüzünde. Sizin kalbinizde asil, sizi sevenlerin kalbindeyse bayağı bir duygudan başka bir şey değildir.
Sen de bütün kadınlar gibisin demiştin. Hayır! Hayır! Galiba bütün kadınlar senin gibi. Hepsi SENDEN bir parça, her biri SENİNLE aynı yerde. Fakat benim yüreğim SENİN İÇİN çarpıyor.

Sf: 215
Koyu, kopkoyu bir mavilik sarıyor gökyüzünü. Uzaklarda, çok uzaklarda ışıkları bu mavi duvarı aşan bir tek yıldız var. Öteki yıldızları çıplak gözle görmek mümkün değil. Fakat o br tek yıldız bütün mesafelere ve karanlıklara meydan okurcasına parlayıp duruyor. O yıldıza senin adını takıyorum. Sen de bütün insanların hafızamdan silindiği bir anda o yıldız gibi tek başına, dünyama ışık vermeye devam ediyorsun. Zaman duvarını aşan senin varlığın sadece. Gözlerimi o yıldıza dikiyor ve ellerimi gökyüzüne uzatarak bütün gücümle bağırıyorum. “Hep orada kal! Çirkin ve yalan dünyamıza inme. Yalnız ışıklarını gönder bize yeter. Ne olur orada kal, hep orada kal!”
Derken o günkü oyunda bitecek, gece olacak yine ve sen gideceksin. Bense karanlığa ve yalnızlığa döneceğim.

Sf: 221
Dinle sana sevmenin ne olmadığını söyleyeceğim önce. Ne olduğunu sen sonra anlayacaksın. Dinle. Sevmek alışveriş değildir. Geometri değildir, aritmetik değildir. En değerli şeydir belki, ama karşılığında hiçbir şey alınamaz. Karşılıksız bir çeke atılmış, kuru bir imza değildir sevmek. İskambil kağıdı değildir, zar değildir, bir dilim ekmek değildir, bir kadeh içki değildir, hesap pusulası değildir sevmek. Sevginin bedeli yine sevgiyle ödenir, altınla değil. Sevilmekse; sevmenin mükafatıdır ancak, karşılığı değil. Bir sevgiye eş bir başka sevgi olamaz. Çünkü her sevgi birbirinden büyüktür. Sevgi tartılamaz, sevgi ölçülemez. Sevgi; gram değildir, mesafe değildir. Derinli sanırsınız, yüksekliktir o. Sevgi; dudak değildir, göz değildir, saç değildir. Sandalye değildir sevgi, yatak değildir, çarşaf değildir. İçki değildir, içemezsiniz, fakat her şeyden güzeldir sarhoşluğu. Geçip karşısına seyredemezsiniz, manzara değildir, tablo değildir, heykel değildir. Okuyamazsınız, kitap değildir. Bilmece değildir. çözmezsiniz. İsteseniz de içinizden atamazsınız. Siz ağladıkça o güçlenir içinizde. Akmaz, gözyaşı değildir. Kuş değildir uçmaz, çiçek değildir koklanmaz. Bitmez, çile değildir. Ne desen o değildir sevmek.
Sevgiyi tarif etmeye kalksam, seni anlatırdım.

Sf: 223
Şimdi ölümü düşünüyorum da soğuk bir ürperti sarıyor bütün vücudumu. Yaşamak çilesinden kurtulmayı aklım almıyor. Her şeyin bir gün sadece hiç oluvereceğini düşünmek bile dayanılır şey değil. Yaşadıkça senden kurtulamayacağımı biliyorum, fakat belki de gerçek yaşamak bu. Ölümle hayat arasındaki tek fark senin varlığın belki de. Sen olmasan böylesine sarılabilir miydim yaşamaya? Ölümden kaçabilir miydim? Her yeni güne umutla başlıyorsam, senden bir şeyler bulurum diyedir. Her sabah o gün seninle olacağımı düşünerek çıkarım evden. Ve her gece ne kadar karanlık olursa olsun senin için yaşanmaya değer.
Sen yaşadıkça ölümü düşünmeyeceğim, inan ölmeyeceğim. Yaşaman yaşamamı gerektiriyor. Seni sevdikten sonra, ölüm kurtuluş değilmiş. Anladım.

Sf: 225
“Senden” diyordum. “Seninle” diyordum. “Senin için” diyordum. Şimdi sensizim. Seninle olmamın haksızlığını öğrettin bana. Artık senin için yazamam bile.
Bana kendi idam hükmümü imzalattığın kalemi kırıyorum.

Sf: 229
YAĞMUR ALTINDA
Ne zaman yağmur yağsa ben hep böyle olurum. Bir küskünlük, bir bezginlik sarıyor içimi. Yağmur damlalarının toprakta kayboluşu bana insanoğlunun çaresizliğini hatırlatıyor durmadan. Hepimiz birer yağmur tanesinden başka neyiz ki? Önce bir buğu halinde topraktan yükseliyor, sonra bir küçük damla olarak yine toprağa dönüyoruz.
Yağmur altında yürüyorum. Eski ceketim ne kadar da ıslanmış, gitgide ağırlaşıyor omuzlarımda, içimde garip bir ürperti var. Fakat üşümek değil bu. Rıhtıma kocaman kocaman gemiler yanaşmış. Beyaz, bembeyaz gemiler… Onlardan birine binip gitmek geliyor içimden; uzaklara, çok uzaklara. Adımlarımı sıklaştırıyorum. İçimi çılgınca bir arzu kaplıyor.
Gitmek! Evet gitmek! Fakat nereye? Kendimden, bir başka anlamda senden kaçabilecek miyim?

Sf: 230
Yağmur daha da hızlanıyor. Damlaların vurduğu yerde bir acı hissetmeye başlıyorum. Sanki yüzlerce jilet yüzümü parçalıyor. Gemiler bomboş yağmur altında, rıhtım bomboş, iskeleler bomboş. Görünürde kimse yok. Sadece küçük, sıska bir köpek halatların arasına büzülmüş titriyor. Öylesine yalnız ve zavallı ki! Küçük kahverengi gözlerini öpmek geliyor içimden. Fakat o benim yaklaştığımı görünce ürkek, telaşlı adımlarla kaçmaya başlıyor. Kim bilir kaç kere aldanmış, kaç kere bir okşayış yerine bir küfür, bir tekme bulmuş? Ben de şimdi bu köpek kadar yalnızım. Fakat kaçamıyorum. Bir köpek olmadığım için…
Bu yağmur dinsin artık. Gökyüzünün bu kirli rengi dokunuyor bana. Oysa Tanrı’nın mavi gözleri her zaman daha güzel, daha parlak olmalı. Bu kirli gri, onun gözlerinin rengi değil. O değil bu alacakaranlık. Ona büyüklük kadar aydınlık yakışır.
Bu yağmur dinsin artık. Madem ki en büyük o; bize gözyaşlarını değil, sabır göndersin verdiği ömre dayanabilmek için. Engin şefkatini göndersin bize. Bir günlük saadet, bir anlık huzur göndersin, yeter. O ağlamasın bizim için. Bizim ona ağladıklarımız yetmiyor mu?
Kimim? Nerden geldim ben? Nereye gidiyorum? Hafızam birdenbire çok uzun yıllar öncesine iniyor, soğuk bir kış gecesini hatırlıyorum. İlk defa üşüdüğüm, ilk defa aç kaldığım geceyi… Çocuk kalbimin o ilk isyanı, ilk incinmişliği hala sımsıcak bir yara gibi içimde. İnsan aç olursa uykusu gelmiyor, hele aç bir çocuk olursa… Pastayı çok severdim küçüklüğümde. Aç kaldığım gece hep pastalar gelir aklıma, pastacı dükkanları geldi. Elimde olsa bütün pastacı dükkanlarının çocuklara bedava olamasını sağlardım.

Sf: 234
GÜZELLİĞİN ANLAMI
Ben nice çirkinler gördüm, bilemezsin. Bir kardeşim ölmüştü küçükken. Aramızda birkaç yaş vardı. Minicik vücudunun bir tahta kutuya konduğunu gördüm. Sonra toprakta yen açılmış bir çukura gömdüler o kutuyu. Bir yığın sorularla doldu küçük başım. Çocuk ruhumun derinlerinde bir isyan filizlendi. Ölümün çirkinliğini ilk anladığım gündü o. İrademiz dışında geldiğimiz bir dünyadan böyle apansız gidivermenin ne kadar gülünç olduğunu düşündüm bir zaman. Ben mahallenin tozlu sokaklarında çember çevirirken, artık o yoktu. Merhametsiz bir kader alıp götürmüştü onu. Hepimiz küçük vücudunu yavaş yavaş çürümeye bırakmıştık. Günler geçtikçe onun çirkin ve iğrenç yalnızlığını daha iyi anlamaya başladım. Bir başka çirkinlik de bizim ölüm karşısındaki zavallılığımızdı. Sonra yıllar geçti aradan… Hiçbir ölüm, bana ölümün çirkinliğini unutturamadı.
Sf: 235
Şimdi ne zaman bir cenaze görsem; dünyadan bir güzellik daha eksildi, diye düşünürüm. O kadar güzeldi kardeşim. Onu adice, onu kahpece bıraktık o toprağa. Daha güzel olabileceği bir dünyadan mahrum etti o çirkin ölüm. Ve bizler hiç utanmadık zavallılığımızdan…
Büyüdükçe ölüm kadar çirkin başka şeyler de görmeye başladım çevremde. Önce parayı tanıdım. Parasız aç bile kalınabileceğini öğrendim. Parayı kazanmak için sarf edilen emeğe nice şerefsizliklerin karıştığını gördüm. Kirli eller, daha kirli bir elin kölesi oluyor, onun bayağılıklarını alkışlıyordu. Hırsızlıklar para içindi. Yalanlar, ikiyüzlülükler para içindi. Bir kadın etini satıyordu para için. Kadınlık, daha önemlisi insanlık gururu ayaklar altında çiğneniyor imrenmişçesine, kendi gururunu da çengele asıp bir alıcı bekliyordu. İnsan etinin iğrenç alışverişini sevmedim hiçbir zaman.
Sonra insan yüzünün menfaatler karşısında ne kadar çirkinleşebildiğini gördüm. En dost bildiğimiz kişilerin kendi çıkarlarına olmayan bir tutum, bir olay karşısında dostluklarından nasıl soyunduklarını gördüm. Nice büyük sandığımız sevgilerin bitpazarlarına düşüşünü gördüm. Nice çirkin yüzler gördüm en güzel yüzlerin altında. Düşün ki Mihriban! Ben senin göremediğin çirkinliklerimi gördüm. Her şeyin bir fiyatı var dünyada. Bedeli ödendikten sonra satın alınamayacak şey o kadar az ki! Her eşyayı, her kişiyi, her duyguyu dikkatle incelersen bir yerinde mutlaka fiyatının yazılı olduğunu göreceksin. Yalnız boşuna bakma aynalara, bir senin fiyatın yok ve bir senin bedelin ödenemez dünyada.
Güzellik işte bu! Fiyatı olmayan şey, alınamayan şey.

Sf: 237
Senin güzelliğinin anlamı, bütün güzellikleri anlamsız kılıyor artık.
Sf: 239
Alışkanlığım devamlı sana çekiyor beni. Durup durup dudaklarını öpmek geliyor içimden. Saçlarını okşamak geliyor, ellerini tutmak geliyor. Kokunun tenime sindiğini hissediyorum geceleri. Teninin dudaklarımda eridiğini hissediyorum. Boynunun en güzel yerini benden başka kimse bilemez artık. Seni kimse benim kadar benimle bir bütün olduğuna inandıramaz.
Gitgide bu alışkanlığın içinde kaybolduğumu hissediyorum. Beni yaşadığım zamanın dışına çıkarıyorsun.

Sf: 240
Bir gün tarih öncesinde yaşıyoruz, bir gün bulutların üstünde. Uzun süren bir baygınlık sonrasının o anlatılmaz başdönmesi içindeyim. Bütün merdivenler birbirine eklendiği zaman seninle vardığım yüksekliğe erişemez. Açılmış bütün kuyuların derinliği, içimde seni bulduğum yer kadar derin değil.
Alışkanlık, kozasını ören bir ipekböceği gibi gitgide tamamlıyor bizi. Emsalsiz bir oluşun içinde yuvarlanıyoruz. Korkunç bir yangın başladı yüreklerimizde. Özlem, kıskançlık, arzu ne varsa içimizde hepsi birdenbire tutuştu. Alev almayan bir yerimiz kalmadı. Alevlerimiz muhteşem bir kızıllığın içinde yıldızlara kadar uzanıyor. Hiçbir su bu ateşi söndüremez artık. Nehirler, denizler boşalsa üstümüze hiç sönmeyeceğimizi biliyorum. Bu yangın biz birer kor yığını haline gelinceye kadar sürecek.
Önce bakışlarımız alıştı birbirine, sonra parmak uçlarımız. Bu oluş tamamlandığı anda yeryüzünde bizden güçlüsü olmayacak. En mutlu olduğumuz yerde en güçlü de olacağız seninle. Bu bir sonun değil, bir varoluşun başlangıcıdır. Geçmişteki bütün alışkanlıkların bana alışmanı önleyemez artık.

Sf: 241
SENDEN ÖNCESİ
Düşünüyorum da; bir bakıma senden öncesi yok gibi bir şey. Çünkü senden önceki yıllar sana hazırladı beni. Senden öne tanıdığım kişiler, seni bulduğum zaman değerini daha iyi anlayabilmem için birer sebepten başka bir şey değillerdi.
Sf: 242
Büyük arenalara benzeyen sokaklarında kan ve zulüm kokardı. Bir semtinde parfüm kokularıydı havaya karışan. Bir semti amonyak kokardı.
Sf: 243
Nice insanlar gördüm ben Mihriban. Bir yoksula en küçük bir iyiliği yapmaktan çekinen, fakat bir gecenin cömert bir saatinde on binleri, yüz binleri vahşi bir zevkle kaybeden insanlar gördüm.
Sf: 244
Yokluğun öyle bir uçurumdu ki, yeryüzündeki bütün uçurumları uç uca eklesek, yokluğunun yanında bir nokta gibi kalırdı. Bütün girdaplar bir araya gelse; varlığının derinliğine yaklaşamaz şimdi.
Sf: 248
ZAMANI AŞMAK SENİNLE
Bugün yine bir yalnızlık nöbeti tuttu beni. Başımı alıp yollara düştüm. Gördüğüm bütün insanların gözleri bana düşman gibi bakıyordu. Kendimi başka bir alemden gelmiş, tuhaf bir yaratık gibi hissediyordum. Şehrin uzak mahallerinden geçtim. Issız sokak aralarında dolaştım durdum. Uykuda gezen bir insan gibiydim. Derken bir ormanda buldum kendimi. Öyle büyük bir sessizliğin içindeyim ki! Ayaklarımın altında kırılan dalların sesinden başka bir ses duymadan yürüdüm yürüdüm. Yaklaşan bir sonbaharın hazin kokusunu doldurdum ciğerlerime. Ezik bir yaprağın haykırışlarını duydum. Ormanın içlerine doğru rüzgarın temasıyla ağaçların nasıl ağladıklarını işittim. Uzaklarda bir puhukuşu ötüyordu.
Sesi ağaçların hıçkırık sesine karıştığı zaman, garip bir musiki oluyor, görünmeyen tılsımlı çalgıların esrarlı şarkılarını dinletiyordu bana.

Sf: 250
Başımı döndüren bir güzelliğin ortasındaydım. Her yere bir afyon kokusu sinmişti sanki. Devrilmiş bir kütüğün üzerine oturdum, seni düşünmeye başladım. Ve ansızın bir korkuyla ürperdi içim. Birdenbire yanımda buldum seni. Çok yakınıma oturmuş, gülen gözlerinle bana bakıyordun. Elimi uzatsam kaybolacaktın sanki. Uzaklara meydan okurcasına, imkansızlıkları hiçe sayarcasına gelmiştin işte! Her şeyinle yine sendin. Bir zaman korkudan bakamadım gözlerine. Sadece görmeden, duymadan, dokunmadan içtim varlığını. Sonra ağaçlardan sızan yapayalnız bir gün ışığında buluşuverdi gözlerimiz. Korkularım dağıldı, öyle gerçektin ki!… Tabiatın o bakir güzelliği içinde bile emsalsiz ve şahaneydin. Bir süre hiç konuşmadan bakışlarımızın birbirine karışmasıyla mest olduk. Avuçlarım yanmaya başladı hazdan. Biraz ürkek, biraz arzulu uzandım ellerini tuttum. Ellerin üşümüştü. Dudaklarıma, sonra yanan alnıma götürdüm. Serin bir rüzgar esmeye başladı. Yaklaştın, başını omuzlarıma koydun. Saçlarımın saçlarına olan özlemi dindi birden. Öyle yakındın ki! Kalbinin vuruşlarını duyuyordum, nefes alışını duyuyordum. Eğildim, yüzünden öpmek istedim, bir de baktım ki yoksun. Gelişin gibi gidişin de bir rüyaya benzedi. Bir sır gibi kayboluverdin. Sadece omuzlarımda simsiyah saçlarından bir-iki tel kaldı. Bir de havada kokun var. O çıldırtan, deli eden, o beni alıp en uzaklara götüren kokun…
Kalktım, yürümeye başladım. Bir an önce ormandan kurtulmak istiyordum. Orman büyülemişti beni. Ağaçların seyrekleştiği yerden uzaklarda bir deniz göründü. Bir akşam güneşinin ışıkları altın tozu gibi serpilmişti üzerime.
Koşarcasına yürüyordum. Ayaklarıma dikenler batıyordu. Bir an önce denize kavuşmaktı tek düşüncem. Bütün ağaçlar peşime düşmüştü, arkamdan bir kovalıyordu sanki.
Deniz kıyısına geldiğim zaman güneş ufukta ateşten bir top halindeydi. Her an bir parçası denizin sonsuz maviliklerinde kayboluyor, yavaş yavaş sönüyordu. Islak kumların üzerine oturdum. Denizin sürüklediği bir dal parçasıyla yere adını yazdım. Bir dalga geldi, giderken adının harflerini de birlikte götürdü. Tekrar tekrar yazdım ve dalgalar tekrar tekrar sildi adını. Sonra deniz bu oyundan usanmış olmalı ki mızıkçılık eden bir çocuk gibi hırçınlaşmaya başladı. Dalgalar artık üzerime kadar geliyor, beni ıslatıyordu. Birden kocaman bir dalga geldi üzerime doğru. Çekilirken, bir de baktım ki yine yanımda sen varsın. O büyük dalga kim bilir nerelerden seni getirmişti bana. Bu defa çırılçıplaktın. Vücudun güneşi içmişti sanki. Omuzların pırıl pırıldı. Her yerinden başka bir aydınlık taşıyordu. Biraz önce denizin üzerine serpilmiş altın tozlarından daha güzeldi tenindeki sarı tüyler. Mağrur ve eşsiz güzelliğinin batan güneşe, gitgide hırsından kuduran denize meydan okuyuşuna hayran oldum. Mermere şekil veren eller senin vücudunu tanısalardı; daha ölümsüz bir şey olurdu sanat. Dünyanın her şehrinde bir heykelin olmalıydı senin. Ve insanlar senin güzelliğini görüp çirkinliklerinden utanmalıydılar.
Uzun uzun seyrettim seni. Güneşin son ışıkları da bizi terk ettiği zaman mavi, ince bir tül sardı vücudunu gece. Hala gözlerim kamaşıyordu, hala derin ürpertiler içindeydim. Topuklarından saçlarının ucuna kadar her yerini bin defa, yüz bin defa öpmek geliyor içimden. Kalbimde bir sancı, başımda bir uğultu vardı tarifsiz. Bir sel gibi taşan, bütün bentleri yıkan uçsuz bucaksız arzularımı susturamıyordum artık. Yaklaştım, ayak bileklerini tuttuğum anda, yine kocaman bir dalga geldi üstümüze. Bir an gözlerimi yumdum. Açtığım zaman yine sen yoktun. O dalga seni almış, denizin içlerine doğru götürüyordu.

Sf: 251
Ardından koştum, yetişemedim. Başka dalgalar beni kıyıya doğru sürükledi. Yorgun başımı başka yönlere de çevirdiğim zaman, bir yanda güneşin, bir yanda ayın doğuşunu gördüm. Günler anlamını yitirdi. Takvimler ve saatler kahroldu utançlarından. Her yerde güzelliğinle mağlup ettiğin zaman, bir ölüden farksız şimdi.
Büyüksün, çok büyüksün, en büyüksün Mihriban. Görmüyor musun zamanı aştık seninle?

Sf: 256
Bir gün seyircilerden birisi, ona bambaşka şeyler söyledi. Et, kemik ve kumaş olmadığını hatırlattı ona. Güzelliğinin aslında çok daha büyük ve ölümsüz bir güzelliğin küçük bir parçası olduğunu haykırdı.
Sf: 257
Yaşadıkça aynaya baktığın zaman artık bir tek kadın göreceksin. O benim sevdiği kadın, o benim inandığım kadın. O benim taptığım ve yaşadıkça o benim tapacağım kadın.
Baktığım zaman bana onu göstermeyen bütün aynaları bir gün kırabilirim.

Sf: 258
ZAMANIN AKIŞINDA
Gitgide yaşlanması insanın ve her gün biraz daha değişmesi ne tuhaf. Tenin sertleşmesi, gözlerde o eski delişmen pırıltının kalmaması, yüzde derin, silinmez çizgilerin belirmesi ister istemez kişinin iç dünyası da etkiliyor. Artık çok uzak bir hatıra olan gençliğin bir daha geri gelmeyeceğini düşünmek belki acı. Fakat gitgide yaklaşan daha yaşlılık günlerinde yine seninle beraber olabilmek ümidi, engin bir teselli oluyor benim için. Sensizliklerle dolu geçen bir gençliği sevmiyorum, özlemiyorum artık.
Sf: 264
KİM BİLİR
Şehirlerden, insanlardan uzakta bir evimiz olsun isterdim. Bir penceresinden bakınca uçsuz bucaksız deniz görünmeliydi. Alabildiğine vahşi ve çılgın bir deniz. Kimi gün açılıp açılıp kapımıza kadar gelmeliydi dalgalar. Tuzlu köpükler saçlarımızı ıslatmalıydı. Geceleri denizin uğultusu kulaklarımızdan hiç eksilmemeliydi. Serin bir rüzgar esmeliydi ansızın, iliklerimize kadar üşümeliydik. Ocakta yanan odunların parıltısında gözlerinin en açık rengini görmeliydim. Alevlerin aksi yüzüne vurmalıydı, öptükçe yanmalıydı dudaklarım. Sonra odunlar sönmeliydi, korların kırmızılığında sevmeliydim seni sabaha kadar… Pencereden giren günün ilk ışığı bizi uyanık bulmalıydı. Uykusuzluğumuzun farkına varmadan yeni bir günün ilk saatlerini yudum yudum içmeliydik. Sonra güneş biraz yükseldiği zaman uykuların en güzeli, en dayanılmazı çökmeliydi gözlerimize.
Sf: 265
Belli belirsiz bir uykunun içinde nefes alışını bile duymalıydım. Uyanır uyanmaz deniz kıyısına inmeliydik. Mutluluğumuzu kumlarla köpükler seyretmeliydi yalnız.
Denizden usanınca el ele yakınımızdaki ormana gitmeliydik. Koyu yeşil gölgeler kararıncaya kadar vahşi çiçekler toplamalıydık seninle.
Orada her ağacın gövdesine bir mısra yazmalıydım senin için.
Böylece mevsimler geçmeliydi. Rüzgardan başkası çalmamalıydı kapımızı.Ve biz bütün bu yalan dünyadan, ikiyüzlü insanlardan uzakta; bugüne kadar kimsenin tatmadığı hazları tatmalı, kimsenin varamayacağı bir yere varmalıydık.
Kim bilir diyorum. Kim bilir belki de bir gün bunların hepsi gerçek olacak… Deniz kıyısındaki küçük ev, yakınımızdaki orman, elimizde yetiştirdiğimiz çiçekler ve geceler, o upuzun mutluluk dolu geceler. Ocakta alev alev yanan odunlar, alevlerin yüzündeki emsalsiz aksi ve durmadan aşka çağıran gözlerin…
Kim bilir belki de asıl gerçek bu! Yaşantımız yalan olan. Bu sensiz geçen günler, bu dayanılmaz özlem belki de sonsuz bir beraberliğe hazırlıyor bizi. Belki dünyaya gelmedik henüz. Belki çoktan sona erdi yaşantımız. Belki hiç birbirimizi görmedik, tanımadık. Ayrı değil, beraberiz belki.
Yaşıyorsam; gelecek günlerin seni getireceğine inandığım içindir.
Bütün bu çaresizliklerin ortasında en güzel zamanları ve kendimi sana hazırlıyorum Mihriban.
Oraya bir gün varacak mıyız dersin? Kim bilir?
Sf: 264
Varsın şimdi, bu karanlıklar her gün biraz daha koyulaşsın. Varsın bu yokluklar, bu çaresizlikler biraz daha bastırsın. Nasıl olsa güneş hiç batmamacasına doğacak bir gün. Er geç aramızdaki kalın duvarlar yıkılacak. Nice fırtınalardan, çalkantılardan sonra demirleyeceğimiz limanın çok yakınlarındayız. Rüzgar dinmek üzere. Beraberliğimizin başlayacağı günlerin eşiğindeyiz Mihriban.

Doktrin: “Ne yaşarsanız yaşayın; birine en son davranış şekliniz, onda bıraktığınız tek fotoğraftır.” – T.S. Eliot