Sf: 29
Yelekli, kuşaklı, papyonlu kostüm de tam kuş kondurmuş. Bizim İrfan şahtı, şahbaz olmuş! Gelinin gözleri dört dönüyor. Okuldayken de sevmezdim bu kızı. Ne yaptı etti, kaptı sonunda İrfan’ı. Dul erkek olarak potansiyel çapkın statüsüne geçtiğiniz için evli çiftlerle efendi efendi oturamazsınız. Kıskanç kocalar kıllanır. Evlenip boşanmış bir erkek olarak sabıkalı addedildiğimiz için de bekarlar hoşlanmazlar. Masada zombi gibi bakarsınız ergenlerin sulu zırtlak muhabbetlerine. Bu yüzden dul erkekler askere bakaya giden adamlara benzerler. Hiç tahmin etmedikleri yerlerde, tuhaf adamlarla, tuhaf masalarda oturmaya mahkumdurlar.

Sf: 42
Bir ara buluşma nedenimizi yeni hatırlamış gibi lafa girdi:
“Ne diyorsun, yapabilir misin başkanlığı?”

Bir an duraladım. Ulan sanki gösterildik, ismimiz açıklandı, seçimlere girdik, rakibimizi ezdik, aldık başkanlığı da, nasıl yapacağımıza geldi sıra.
“Yaparım tabii ki niye yapmayayım,” dedim. “On yıldır hastane işletiyorum. O kadar insan ekmek yiyor. Orayı nasıl yönetiyorsam Belediyeyi de öyle yönetirim…”

Sf: 43
Peh! Özgüvene bak sen.
Biraz müstehzi, sırıttı. Sonra yerden aldığı ince bir dalı, çat diye kırıp göle attı.
“Bunlar iyi hoş da , politika ekip işidir doktor. Bizim de bir ekibimiz var. Ekipte envai çeşit adam olur. Çoğunun da başka işi yoktur. Adam ömrünü bu işlere harcamış. Seni terk etmemiş. Cahil, işsiz, salak ama senin yanında. Bu insanlara ahde vefa göstermek zorundasın. Sen, hastanede birisi işine yaramazsa ne yaparsın, atarsın işten. Bizde öyle değil. İşe yaramıyorsa daha fazla sahip çıkman lazım. Hatta çok becerikli olursa tehlikelidir. Uzaklaştırman gerekebilir. Sana tuhaf gelir şimdi bu anlattıklarım. Ama ilerde göreceksin. Diyelim Belediyeyi aldık. Başka oldum. Önüne, ‘buyur, imzala,’ diye dosya koyacaklar. İmarı var, ihalesi var. Bir şey alınacak, bir iş var, birine verilecek, falan filan. Kime vereceksin mesela? Herhalde kendi arkadaşlarımıza, değil mi?”

Şöyle bir durdum. Kenarından yürüdüğümüz durgun göle baktım. Nedense Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” filmi geldi aklıma. Final sahnesini bu gölde çektiğini hatırladım. “Resminle arama girme, ben sana değil, resmine aşığım,” diyen Boyacı Halil’in derdiyle hemhal olmak varken, aynı gölün kenarında, niye ve hangi yetenekleriyle burada olduğunu bilmediğim, kaba saba, muhtemelen cahil, şark çıbanlı bir vatandaşla ihale egzersizleri yapmaya kadar nasıl savrulmuştum?

“‘Sevmek Zamanı’ filmi burada çekilmişti biliyor musunuz?” dedim kendimi tutamayarak.
Biraz şaşırdı Başgan. “Ne diyorlan bu manyak?” der gibi baktı yüzüme.

Sf: 56
İkinci görüntüye geçtik.

Duvardaki resmin yarısında Obama’nın web sitesi var, diğer yarısında da benim sitenin tasarımı. Şirketin web sitesini yapan çocuk, ilk kez bir belediye başkan aday adayının web sitesini yapıyor. Bir önceki toplantıda büyük düşünmüş, kendimize örnek olarak dönemin Amerika Başkanı Obama’nın web sitesini seçmiştik.

Olamaz mı yani? “Büyük düşündük,” dedik ya en baştan.

Bilgisayarcı çocuk bir şeyler hazırlamış, hevesli belli ki. Fakat bu Obama’nın sitesi de hiç kimselere benzemiyor. Adamın sayfasını tıklayınca ekranda önce, yere yatmış enlice bir ağaç gövdesi gibi uzun ve kalın bir çizgi çıkıyor, yanlarında da yapraklar. Gövdenin yanlarında uzanan yaprakların üzerinde de kökünden ucuna kadar uzayan tarihler var. Misal, ağacın kökü ilk gittiği okul, arkadaşları, dereceleri, faaliyetleri, evliliği, çocukları, valiliği vs. devam edip gidiyor. Yaprak tarihlerinden birinin üzerine gidip tıkladığınızda, Obama o yıl neler yapmış, neler yaşamışsa onunla ilgili bilgiler, fotoğraflar, bazen de videolar çıkıyor.

“Şahane, biz de aynısını yapalım!” demişiz hemen.

Yapalım da nasıl? Bilgisayarcı çocuk yapmış bir şeyler, ama boşluklar pek fazla, haliyle oraları da bana doldurtacak.

Bir süre sonra, ilk fotoğraf düştü ekrana. Beyaz giysiler içinde, kara melekler gibi bir “Bebek Obama.” Altında doğum tarihi, doğduğu kasaba falan.

Biz de biliyoruz doğum tarihimizi, şükür. Lakin, doğum ve bebeklik fotoğrafımın olması ihtimali, Jüpiter’de su bulunmasından daha uzak bir ihtimal. Ben doğum tarihimi biliyorum hiç olmazsa, abilerim o kadar şanslı da değiller. Annem onların doğum tarihlerini genellikle, “koç katımında”, “zerdaliler çiçek açmıştı”, “arpalar bi parmak olmuştu” ya da “daha yeni halıyı kesmiştim ıstardan” tarzında, epeyce soyut kavramlarla tarif ederdi. Ben doğduğumda babam, odanın bir köşesinde duran, bazen banyo, bazen de yüklük olarak kullanılan geniş ahşap dolabın kapağının içine yazmış doğum tarihimi: 12 Eylül 1965. Evet, 12 Eylül! Kimse kendisi seçemiyor doğum gününü.

Sf: 66
Neden sonra konuştu. Yumuşak ve merak eden bir tonda: “Belediye başkanı oluyormuşsun, gazetede gördüm resmini.”
“Pıh!” diye güldüm. Gevşeyiverdim birden. “Hangi gazetede?”
“Bilmiyorum adını. İnternette gezerken gördüm. ‘En kuvvetli aday’ falan yazıyordu.”
“Ya, henüz kesin değil aslında. Öyle bir teklifte bulundular da tam kararımı vermedim yani.”
“Bence çok iyi yaparsın sen. İyi başkan olur senden.”
“Ciddi misin?”
“Ciddi söylüyorum. Çalışkansın, detaycısın. Takıntılı, obsesif adamlar iyi yönetici olurlar, biliyorsun”

Ulan övüyor mu, yeriyor mu, hala çakıyor alttan alta, “Senden iyisi mi var? Ortalıkta o kadar yeteneksiz adam var, senin gibileri olmalı bence siyasette.”

Sf: 69
Akşamın erken saatlerinden itibareni restoranın giriş kapısında, davetli bekleyen gelin damat gibi dikilmeye başladık. Yaklaşık otuz civarında muhtar çok bekletmeden art arda geldiler. Gelmeyenlerin birçoğunun da mazereti var, katılım iyi yani.

Radyocu’nun tembihini tuttum, yemekten önce tek laf etmedim.

“Önce karınlarını doyursunlar, sonra istediğin kadar konuşursun, tok olurlarsa sıkılmadan dinlerler, merak etme,” demişti, biz de öyle yaptık.

Harun güzel bir power point sonum hazırlamış, dondurmalı irmik helvası servisi başladığında ışıkları hafifçe karartarak sunuma başladım. İlçenin tarihçesi, demografik yapısı, eksiği gediği, sıkıntıları, olası çözümleri filan…

Kahveler içilirken de bitirdim, fazla uzatmadım.

Sf:97
iki şeyin çok önemli olduğunu hemen anlamıştım: Birincisi, siperi tahkim ederek yeni mevzie doğru hareketleneceksin, ikincisi; ilerleme şansın yoksa, en azından bulunduğun yeri koruyacak, mevzii terk etmeyeceksin.

Sf: 102
“Baktım pencereden, bayağı kalabalıklar. Yanlarına bir de polis almışlar, kapıyı zorluyorlar. Bırak gelsinler dedim Cemal’a. Geldiler. Üçü erkek bir de bayan. Böyle, yeni mezun bir avukat kız. Oraya buraya saldırıyo. Napıyosun dedim. Haneye tecavüze girer, bi dakka dedim. Duraladı. Tabii bizi cahil sanıyor. Kızım ben senin öğrendiklerini çoktan unuttum, senin mezun olduğun okulu iki kere okudum desem, afedersin öküz gibi yüzüme bakacak. Neyse, dedim yok öyle, langur lungur girmek, siz söyleyeceksiniz ben açacağım. Nereyi istiyorsun? dolapları mı? Buyur, buradan. Başka? Et kıyma makinesi. Tamam, buyurun götürün. Fakat terbiyesiz tabii ki. Maksat borçluya eziyet etmek. Baktım dipfrizi götürmeye kalkıyor. Bi dakka dedim, ne oluyor? Siz biliyor musunuz dipfrizin pozisyonunu? Bilmiyorsunuz. Bi kere o dipfriz lizing malı. Kiralık yani. Berkoğlu Limited’e ait değil. Sen ancak Berkoğlu Limited’in demişbaşlarını haczedebilirsin. Doğru mu? Onu da bulursan! Böyle bakıyor yüzüme. Yanındaki hıyar buzdolabına saldırdı. Dedim, dolap dolu, personelin yiyecekleri var, götürmeyin. Afedersin, rahmetli babamın bi lafı vardı: ‘Bi insanın ibne olması için ille mabadına bişi girmesine lüzum yoktur.’ derdi. Aynen o hesap. N’oldu şimdi buzdolabını götürünce. Personelin morali bozuldu tabii. Ben takmam. Niye takcam? Hacizlerin hepsine de ilk sıraya alacaklı benim arkadaşı koymuşum. Bizim Mükerrem. Tanırsın. Yazdım hatır çekini, verdim Muko’ya. Hacizden satışa koydukları anda zaten mallar Muko’da. Problem yok.

Sf: 109
“Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı… Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olaydı… Olsaydı o zaman mesele olurdu işte. Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan: Hişt, dedi. Dönüp baktım…”

“Çok güzelmiş,” dedi Figen. “Kimin şiiri?”
“Sait Faik’in. Şiir değil ama, ‘Hişt’ diye bir öyküsü vardır, oradan.”
“Burayı anlatıyor sanki.”
“İyi tahmin ettin. Adaya ait bir hikaye zaten. yazar, bu yokuşu çıkarken, bir kuşun kendine ‘hişt’ dediğini duyar gibi olur ve o kuşun peşine düşer.”
“Nasıl bitiyor hikaye? Buluyor mu kuşu sonra?”
“Yok… Yokmuş belki de öyle bir kuş. Ama sonunda kendisi gibi bir kuş olup, ‘hişt, hişt’ sesi çıkarıyor durmadan. Öyle de bitiyor…”
“Güzel hikayeymiş,” dedi Figen.

Sf: 144
“Ne oldu, hayırdır?”
“Boş ver!” dedim önce, sonra da döküldüm: “Kör nokta nedir biliyorsun değil mi?”
Cevap vermedi. Zaten cevap versin diye sorunlan bir soru olmadığı o kadar belli ki.
Baktı yüzüme.
“Kişinin kendini tanıyamadığı nokta kör noktaymış,” diye devam ettim.
“Ben kendimi tanıyamadığım bir yerdeyim bugünlerde.”
“Tamam,” gibi bir şeyler söyledi ya da bana öyle geldi. Devam ettim sonra:
“Ama kişinin öznesinin yazılı olduğu yer, tam da bu kör noktaymış.”
Bir süre sustuk.
“Nietzsche haklı çıktı yani!” dedi. Ah! Biliyormuş bak aforizmayı.
İstanbul’u seyrederek ve susarak geçirdik o akşamı…
Güzel bir akşamdı…

Sf: 191
Annemin, ortaokulu yeni başladığımda, kasabanın tek hafiyecisinden alınan “seneye de giyer” ceketimin sol iç cebine koyduğu beyaz mendili arıyorum. Evet, işte gardrobun arkasında, her zamanki yerinde. Her şeyi unutabilirim, lakin ondan vazgeçmem.

Sonra fotoğraflar, evet onlar da eski ayakkabı kutusunda sessizce bekliyorlar. Mendili ve kutuyu çıkartıp yatağın üzerine koyuyorum. Mendilde babamın kokusu var. İçime çekiyorum. Ama fotoğraflar sararmışlar. Nedense çok üzülüyorum. Birden babam beliriyor yanımda. Her zamanki gibi basit cümlelerle anlatmaya başlıyor söyleyeceklerini:
“Niye üzülüyorsun? Fotoğraflar görüntülerin kimyasal bir biçimde ıslatılmasıyla karta geçirilir ve kuruduktan sonra kenarları makasla düzeltilerek küçük beyaz zarflara konur ve bu yüzden üzerinden günler geçtikçe sararılar. Bir de, mektuplar yazıldıktan sonra mutlaka unutulurlar.

Doktrin: “Beni yaşarken kendisine iki şey hayran bırakmıştır; biri üzerimizdeki gök kubbe, öteki ise içimizdeki vicdan.” – Immanuel Kant