Sf: 12
Bir Sürekli İlkyaz
Hiç balkonum olmadı benim
ah bir balkonum olsaydı benim
geniş kapısından geceleri
portakal limon ve yasemin kokuları giren
hiç olmadı benim… bir gün bile…
ah neden bir balkonum olmadı benim.
Bir hançer gibiyim kendi etime!
Hiç balkonum olmadı benim
yaz sonlarında bir akşam
kaçak gövdeme bir sığınak olan
zeytin dalları ve yüksek otlara bakan
saksılar ve kalın sarmaşıklarla çevrili
boynumun terlediği küçük bir yer.
Bir hançer gibiyim kendi etime!
Çocuklar türküsünü söylüyor şimdi
bey oğluna varan mutsuz gelinin
doğduğum kentin esmer çocukları
kadınlar güvercin bileklerini sokuyor suya
doğduğum kentin güneş kokulu kadınları
temmuzun en tozlu bir saatinde
genzimde bir şarap tortusu. Hatırlıyorum!
Hiç balkonum olmadı benim.
Bir hançer gibiyim kendi etime!
Ellerimde soylu köklerini titreşimi var
uyumak istiyorum bembeyaz hışırtılı bir çarşafta.
çamların zeytin ağaçlarının sabırlı uykusunu
portakal ve limanların alkol uykusunu
gemilerin gemicilerin yorgun uykusunu
köylülerin acı buruk uykusunu
uyanıklığın sonsuz uykusunu uyumak istiyorum
ve kendi uyanıklığımı yaşamak
önü açık küçük bir balkonda.
Ama hiç balkonum olmadı benim. Hatırlıyorum!
Ah neden bir balkonum yok benim!
Sevgilim var, yorgun… Ben yorgunum…
Bir hançer gibiyim kendi etime.
(Muğla, 1.12.1968)
Alandaki Ölüye
Vaktin hiç kurumaz mürekkebi
hiç durmadan yazar güzel kalemi
bir rüzgârgülü coşkusuyla
yayar utkusunu bir baştan bir başa
eker kendi uygar tohumunu
şaşmaz elleriyle doğaya
vaktin hiç kurumaz mürekkebi.
Vaktin hiç kurumaz mürekkebi
ve hiç silinmez masum kan.
Orada senin düştüğün yerde
bir demet kırmızı karanfil var
orada senin düştüğün yerde
hala sıcak alnı açık kan
bakıyorum ağlıyorum
gözyaşları su ve tuzdan başka nedir ki
hem neye yarar senin düştüğün yerde ağlamak?
Acı çekiyorum, hapiste gibiyim
bıraktığın boşluğu hiçbir şey dolduramaz
zaman aşımı yoktur senin gerçeğinde
düştüğün yerin bile ağladığı söyleniyor
ben de ağlıyorum ama neye yarar?
Ölüler konuşmaz
ama sırtlarında yaşamın güzelliği taşırlar
sen sırtında inatçı ilkbaharı
ve binlerce tomurcuk taşıyorsun
binlerce renk binlerce koku binlerce tad
esmer alnında inci çiçekleri
güçlü omuzlarında gelincikler
paramparça yüreğinde karanfiller açıyor
ve ekleniyor soylu dirimin
yel ve su gerçeğine.
Biliyorum
soğuyacak etin ve kemiğin
ellerin ırmaklara kavuşacak
esmer gövden güneşte yanmayacak
hiçbir kadını öpemeyecek dudakların
gözlerin anlatamayacak yüceliğini kavganın
ama büyüyecek destansı sesin
bir demir büyüyecek körfezin sularında.
Yüzünü yitiriyorum
çoğalıyor yüzün
başka yüzler ekleniyor ince yüzüne
bakışların buluşuyor binlerce bakışla
sesin diriliyor ağaran gecede
sesin diriliyor ağaran gece sesin
sesler diriliyor ağaran gecede
elin dostların eli oluyor
elin şarkı nakaratları
elin aşıkların mırıltıları
elin penceremi açıyor ardına kadar
temiz, pırıltılı hava doluyor odama.
Sf: 15
Nasıl da özledim seni bir bilsen
düştüğün kent ateşler içinde sayıklıyor
doyasıya uyumak istiyorum
ve senin uyandığın dünyaya uyanmak.
Müthiş özledim seni! Özlüyorum!
Yumdum gözlerimi
bahar buluta girdi
bahar buluttan çıktı
ebemkuşakları içinde
yumdum gözlerimi
ağaçlı yolu örten yapraklar
uzak bir ırmağın hışırtısı
bir gül ve yanık benzin kokusu
bir kadın getirip yıktı yüzünü
gülümsemesiyle dağıldı gece
geldi senin kadının
bakışı destansı
dal gibi
dünya güzeli
senin kadının
getirip yıktı yüzünü.
Ölmediğini düşünüyorum
havada sesin var
ölmediğini düşünüyorum
“kanayan yerim benim”
ölmediğini düşünüyorum
dünyayı seninle konuşuyorum
ölmediğini düşünüyorum
adınla çağrılıyor işte çocuklar
öğretmenler senin adına yoklama yapıyorlar
senin adına askere gidiyor delikanlılar
senin adına umutlanıyor genç kızlar
ölmediğini düşünüyorum
Sf: 16
bir demir büyüyor körfezin sularında
ölmediğini düşünüyorum
düşleyerek sen olmayı!
Orada, senin düştüğün yerde
bir demet kırmızı karanfil var.
(Muğla, 10.9.1969)
Deniz Kıyısındaki Kadın
büyüyen bir çayırdır yaşamın senin
karanlığın üstüne iner her gece
örter onu tül perde duruluğuyla
deniz kıyısındaki kadın
benim uzak sevgilim
güneş işte böyle doğar darağacında.
(Muğla, 18.9.1969)
Sf: 17
Ülker Salı Günü Gelecek
Ülker salı günü gelecek
Kitaplar dergiler temiz çamaşırlar
Ülker salı günü gelecek
Yüzünde güneş, bitimsiz ilkyaz
Deniz ve yeşillik getirecek.
Bugün pazar yurdumun hapishanesinde
Yarın pazartesi, sonra salı
Salı günü Ülker gelecek.
Salı’ya Ülker gelecek
Ülker dağların üstü
Ülker’in gözleri yeşil
Ama gölge ve güneşte değişir.
Geçip gelecek zeytinlerin, otların arasından
Eli dağlara denizlere bulutlara değmiş
Saçlarının dibinde buruk reçine kokusu
Duracak demir parmaklıkların gerisinde
Bir yenilmezlik gülü halinde
Salı’ya Ülker gelecek.
Bugün pazar, hapishanede ve dışarda
Hapishanede pazar: Kum dolu gözler
Dışarıda pazar: Denizin üstü, atardamar
Ülker pazarı onurla karşılayacak
Düşünerek denizleşmesini bir coşkun ırmağın
Oğlum didikleyecek, tozunu atacak
Ülker salı’ya gelecek.
Salı günü Ülker gelecek!..
(Ankara, Eylül 1971)
Sf: 18
Dikkat Kan Aranıyor
Haziran! Üşüyorum bazen Haziranda
sanki kar tutmuş bir tatil günü
hatırlamışım gibi
kanayan ne varsa
Beynimde ve sırtımda taşıdığım kent
Bir kanser gibi boğazımda
Denizden ve dağlardan uzak
sokaklar, kaldırımlar sürgünündeyim
Saat beş!
Ve birden bir patlama: Bir kıyı imgesi
ve birden bir patlama: Bir kadın imgesi
saçları, boynu balık kokusu içinde
meşe yalımı gerçek bir kadın
Haziran! Ben üşüyorum haziranda
Usumda beyaz, kireç boyalı bir ev
usumda ortası çukur bir sokak
sırtımda kocaman bir ay
usumda kaynamış mısırı andıran kadınlar
terli boyunlar terli koltukaltları
kasıklar ak köpükler içinde
ve su damarları…
Gittim o gün bir saat yüzüme baktım
kanla yazıldı yüzüm, sonra gömüldü suya.
(Ankara, 30.9.1971)
Sf: 21
Nadejda Mandelstam’ın Ossip Mandelstam’a Son Mektubu…
… Her gece düşüme giriyorsun,
ne olduğunu soruyorum sana,
cevap vermiyorsun.
Son düşüm de şu:
Yiyecek alıyormuşum kirli bir dükkandan,
çevremde karanlık yüzler, yabancılar,
parayı verip yiyecekleri alıyorum
ama birden anlıyorum ki
dayanılmaz bir acıyla,
götürecek bir yerim yok bunları
çünkü sen yoksun
ve bilemiyorum artık nerede olduğunu.
Neredesin Ossia? …
Sf: 28
Bir Kent Ne Verebilir İnsana?
Bir kent ne verebilir insana, kazınmaz bir yenilgi duygusundan başka?
Bir komşu ölür, iç avluda toplanır insanlar,
tentürdiyot içen bir dulun intiharı konuşulur taşlıkta;
yıkıcılar gelir: çekiç, keser sesleri denizde yankılanır, bastırır seslerini balıkçıların,
bakarsın ki bütün evler ölmüş, kıyıda direnen üç kagir yapıdan başka,
– bahçesi ağaçlı, sarmaşıklar sıvanmış alnacına -,
sanki biri üç gün üç gece yağma ferman etmiştir.
Bir kent vardır, deniz kıyısındadır, ovadadır, dağın başındadır,
evler ölmüştür, silinmiştir el izlerin kapı tokmaklarından bir kent ne verebilir insana, kazınmaz bir yenilgi duygusundan başka?
(İzmir, 15.8.1979)
Sf: 29
Seni Beklerken
Bir yerlere gönderdim seni, gittin,
görmek için geri dönüşünü, kapıdan girişini,
Gittin: her şey eskidi, buruştu, kireçlendi;
erişilmez bir uzay boşluğu, bir buzul süre.
Dışarıya bakıyorum çıktığın kapıdan:
bir şilep gövdesi, bir depo, birkaç vinç,
gelip geçen insanlar, uğultusu komşu denizin.
Anladım birden, kendimi böyle kendimle denerken:
gitmemen geri gelmeden çok daha güzel,
ama seni beklemek de güzel, o da güzel.
(Ermoupolis, 20.8.1978)
Bir Taşın Anısına
Bir taş alıp denize atıyorsun, budalalık,
deniz taşı yutuyor, fiziğin yasası bu,
sen gidip çıkarmadıkça orada kalacak; ama
denersen de bulamazsın yerini, çıkaramazsın.
Öyleyse niçin şiir yazıyorsun, niçin yazıyorsun;
çıkaramadıktan sonra o tutsak taşı oradan,
kullanamadıktan sonra bir yapının harcında?
(Santorini Adası, 23.8.1978)
Sf: 37
Mutluluk
Bir gün bir asma sürgünü olacaksın
Ege dibinde bir taşın üzerinde biriken aydınlık
çığlığın içindeki sessizlik olacaksın
duvara tırmanan inatçı sarmaşık
su dolu testinin dışında yeşil yosun
rakı bardağında terleyen buğu olacaksın;
bir düğmede beyaz iplik olacaksın
bir gömleğin mavi teni üzerinde,
bir basma entari olacaksın bin bir renkli
bir genç kızın çıplak, terli gövdesinde,
fışkıran bıyıkları olacaksın bir delikanlının
ilk içkinin ilk sarhoşluğu olacaksın
torununu dizlerinde hoplatan dede
kızını okula gönderen anne olacaksın,
dünyanın dönüşü olacaksın güneşin çevresinde
güneş olacaksın Oğlak Dönencesi’nde
ilk sözcüğü olacaksın ölümden dönen hastanın
kılıcın kırıldığı taş olacaksın;
bir çentik açılacak omuzlarında, bir beyaz yara,
yağmur olup yağacaksın kendi yarana,
bir kaçak olacaksın ses ve öfkeye karşı
zaptiye bulamayacak gölgeni hiçbir yerde,
şerbet olacaksın yılana, çıyana karşı,
denizden esen serin rüzgar olacaksın,
bin bir devalı ot olacaksın, tohum olacaksın,
Karlovassi’de denizin sesi olacaksın,
haber olup geleceksin Çavuşkuşu’nun ağzında.
Ve bir ceviz ağacı olacaksın Gülhane Parkı’nda.
(Mersindere, 9.8.1983)
Sf: 38
Zorba ve Ozan
I.
Sessizliğin ortasında örselenmiş sözcükler,
sessizliğin sessizliğinde yaralı sözcükler,
sorarlar hummalı gözleriyle:
Ok mu, yay mı, av mı olmak istersin
alçakların sofra kurduğu
gurbet yurdunda?
Azıksız, susuz, dirliksiz sözcükler:
Toprağın üzerinde ezik kara zeytinler.
(Türkbükü, 10.8.1985)
48
Sevdayı da karıncadan öğrendim, dedi Ozan,
dikenlerle yırttım gözlerimdeki perdeyi,
devlette bir ululuk görmedim sevda konusunda.
Utanmadan kendini teraziye koyuyorsun, dediler,
sen mi daha yücesin yoksa köpek mi?
Bunları bana değil Zorba’ya sormalılar.
Pas yapar, demiri eritir gözyaşları,
dağların yerini değiştirir ufacık bir karınca;
sabrı, gayret kemerini kuşananlar bilir.
Alay ediyorlar: Kılıç mı keskin, sözcük mü?
Kılıca bakıp kederle gülümsüyor bir şiir:
“Mum gibi başımı kesseler ne korkum var?”
(Paris, 30.5.1986)
Sf: 50
50
Düşlerim hiç gerçekleşmeyecek sanıyorsun –
dedi ozan, yargı gecesi, son söz olarak –
ayırabilir misin sen düşü gerçekten?
Düşlerimle demir attım dünyaya,
gördükten sonra ışıkla gölgenin kavgasını
ne yapayım ben artık düşsüz hayatı?
Geçen zaman kazandığım topraktır benim,
yıktığın kent bir gün benim kalem olacak,
ölümümü gördün ve dirilişimi göreceksin.
O gün, İsrafil’in Sur’u üç kez çalınca
geri döneceğim kanatlı atımla birlikte;
diyeceksin, şaşkın gözlerle bakarak bana:
Hep buradaymış bu, hiçbir yere gitmemiş.
(Paris, 12.6.1986)
Kör Kanarya
Gözleri kör edilmiş kanarya
ötüyor sırdaş sesiyle
üzen çiyli üzümler saatinde.
Bir başka yaşamdan konukları var;
bir bıçağın keskinliğini denermiş gibi
tüy diplerini kaşındıran anılar.
Gülün taç yaprağından sular içmişti,
yıkanmış tanyerinde uyumuştu
güneşini alıp karanlığını mum yaptılar.
Ötüyor içindeki karanlığın sesiyle
gözleri kör edilmiş kanarya.
(Ankara, 17.7.1984)
Nea Smirni Beşlisi
“Senin yirmi yaşında bir oğlun var,
benim yirmi günlük bir kedim bile yok!”
diyorsun bana defne buğuları içinde; …
Sf: 42
4. Yannis Kaçaunis
Kalanlar gidenleri daha çok özler:
Bir tırnak artığı, bir saç, bir yanılsama,
bir ayak sesi – uzak, uzak, uzak -, bir yanık koku.
Bir kedi tırmalar kapıyı – dışarıda unutan kim? -,
sesiyle çağırır seni iki yaşamın da tanığı olan:
“Bu toprak gönlümü okşuyor,” demeden önce,
“ne çok insan öldü öteki yaşamdan,” diye yakınır,
“buraya kadar yürüdük, artık burada kalalım!”
Farkında mısın işliyor durmadan yaranın saati,
eskiden bir ot çiğneyip üzerine koysan
kapanırdı yara, iz falan kalmazdı deride.
Evet, ama şimdi nerede bulacaksın o otları?
(Atina, 4.11.1984)
5. Sula ile Yorgo
Sesinin içine girsem, sesimin içine girsen,
memeden kesilmiş bir yazın anısında
sığınsak birbirimizin sesine.
Yumurtaları çalınmış kırlangıç yuvası kalbim,
yavrularını şahin kapmış bir zavallı güvercin,
ey acılar hasadında kervan başı duran!
Hasretini çekenin hasretiyle yanar hasret çeken.
(Atina, 5. 11. 1984)
Sf: 50
48
Vücudum ülkemdir benim, diyor Adonis,
Arapça yazıyorum, varlık ve yokluk
hep aynı şeydir bizim dilde.
Gerçeği arıyorsun dilin içindedir,
açtıkça sözcüklerin mühürlü ağzını
misk ve amber kokuları yayılır dünyaya,
doğanın ağzından nesneler çıkar,
yetim sözcükler kanar
insanın dudaklarında.
Ben, oğluna hasret Mersinli,
ikisinden bir şey yapmaya çalışıyorum,
denizin karşısında bu eylül sabahı.
Ama, eylül, sabah ve deniz,
ne sözcüktür ne de bir nesnedir
benim yazmayı hayal ettiğim şiirde.
(Türkbükü, 4.9.1993)
Sf: 61
Şiir Üstüne
Şairin İşi …
Sf: 63
Romancılar arasında, bütünsel imgeyi yaratabilmiş olanların sayısı iki ya da üç, ama beş değil. Onlar için de tehlike çanları çalıyor. Yalnızca bizde değil, dünyanın birçok ülkesinde de böyle. Tolstoy, Balzac, Stendhal, Dostoyevski ve Faulkner’ın hala en büyük romancılar sayılmalarının nedeni bu. Çünkü bu romancılar, uzman değildiler, genbilikçi’ydiler (ck*: Pratisyen, uzman olmayan) …
Sf: 65
Şiir ve Işık*
Tartışmaya açık bir tanımlama yapmak istiyorum: Çağdaş şiir havadan ve sudan heykel yapmaktır; ama döküm yoluyla değil, çamur gibi yoğurarak, taşı ve mermeri yontar gibi. Bir adım daha atalım: Işığın heykelini yapmaktır, ışığı heykele dönüştürmektir. Kaosa düzen vermektir. Hiç ve her şeyin karşıtlığı: Şiir hiçbir şey değil, her şeydir.
“Şiir ve ışık” teması, sanki şiir ile ışığın zorunlu bir ilişkisi varmış gibi bir izlenim yaratıyor. Doğru mu, yoksa yanlış mı bu izlenim? Yoksa yalnızca benim kapıldığım bir yanılsama mı?
Edmond Jabes, “Şiir gecenin kızıdır,” diyor. Peki gecenin kızının gene gece olması, gecede kalması bir yazgı mıdır?
Sf: 66
Ağustos ayıydı. Ege denizinin birkaç mil açıklarında bir teknedeydim. Arkadaşlar tüple dalış yapıyorlardı. Biri, denizin dibinde, iki kaya arasında bir amfora gördüğünü söyledi, ardından, tekneye iple bağlı küçük ağlardan birini alıp dalışa geçti. Bu arada ben düşünmeye başladım: Söz konusu amfora bir Finike, Grek ya da Roma batığının kalıntısı olabilirdi. Denize atılmış ya da düşmüş olabilirdi. Sonuçta, en azından iki bin yaşındaydı. Amforanın çamurunu, onu yapan ustanın ellerini, gözlerini düşündüm; uzun deniz yolculuklarında, yıllarca, şarap, su, zeytinyağı ya da sirke taşıdığını düşündüm. Daha da önemlisi, amforanın çamurunun kururken emdiği ışığı düşündüm. Şimdi, amforanın içindeki, amfora biçimindeki havayı ve çeperlerinin aydınlığın içinde oluşturduğu görünmez ışık heykelini düşünüyorum. Otuz bir yıl önceki düşüncelerimle, şimdiki düşüncelerim birbirini tamamlıyor. Dalgıç arkadaşım denizin dibindeyken düşünmeyi sürdürüyordum: Amfora herhangi bir nedenle, en azından iki bin yıldır denizin dibinde duruyordu. Deniz suyunun içini doldurduğu ve çeperini sardığı gövdesiyle, ışığa bir su süzgecinin gerisinden bakmıştı; bir saniye sonra bir insan eli onu alacak ve bunca aradan sonra yeniden gün ışığına çıkaracaktı: bu bir yazgı değişimiydi. Bir ara poloraid fotoğraf kağıdında nesnenin yavaş yavaş ortaya çıkışını, somutlanışını düşündüm. Amfora ışığı bir kez daha emerek yeniden kendisi olacaktı. Biraz sonra, ağın içinde, yavaş yavaş sudan çıkacak ve biz görecektik onu. Amforanın denizden çıkışı, tıpkı betimlediğim gibi oldu. O anda, birkaç ışıklı saniyeye sığan iki bin yıllık geçmişi düşündüm ve o iki bin yıl ile o birkaç saniyeyi şiire dönüştürmeyi istedim. İçimdeki şiir damarını kışkırtan hiç kuşkusuz ışık düşüncesiydi.
Aradan yıllar geçti. Bu kez Akdeniz’de, Santorini Adası’nda deniz kıyısındaydım. Binlerce çakıl taşı arasında yumurta büyüklüğünde bir taş gördüm. Kimbilir kaç yıl orada, oralarda, duruyordu. Güneş altında, elle tutulmayacak kadar ısınmış bu taşı elime aldım ve hiç düşünmeden denize fırlattım. Bir an sonra, bu davranışımla, bu çakıl taşının yazgısını değiştirmiş olduğumu hissettim. Çakıl taşının zamanını ve mekanını değiştirmiştim. Bu davranışım onun için bir tür milat olmuştu. Işığını elinden almıştım çakıl taşının. Tahmin edebileceğiniz gibi bu davranışımın şiirini de yazdım. Bu nedensiz davranışımdan bir tür şiirsel ders çıkardım. Taşı ışıksız bırakmış, onu kör etmiştim.
Bir Taşın Anısına (23.8.1978)
Bir taş alıp denize atıyorsun, budalalık,
deniz taşı yutuyor, fiziğin yasası bu,
sen gidip çıkarmadıkça orada kalacak; ama
denesen de bulamazsın yerini, çıkartamazsın.
Öyleyse niçin şiir yazıyorsun, niçin yazıyorsun;
çıkaramadıktan sonra o tutsak taşı oradan,
kullanamadıktan sonra bir yapının harcında? …
Sf: 68
İnsan ateşi her ne nedenle bulursa bulsun, ateşin bir türevi olan alev ve ışığı, görme olanağı olarak kullanmıştır. İnsanın en ilkel, en sonsuz tutkusudur görmek eylemi: Görmek için ışığa gereksinim vardır. İç gözümüzle görmek için de içimizdeki gereksinimimiz vardır.
Görmek nesneleri birbirinden ayırmaktır. Karanlıktaki nesneler, ayrıntıları olmayan bir kitledir. Karanlıktaki kitle bildiğimiz nesnelerden oluşabilir, ya da o karanlıkta varsayımsal nesnelerin bulunduğunu hayal edebiliriz. Karanlıktaki nesneleri imgelem gözümüzle görebilmemiz için imgelem lambamızın yanması gerekir. Ancak o zaman nesnelerin imgesi imgelemimizde somutlanabilir: Tıpkı benim amforanın denizden çıkarak belirmesi gibi.
Şiirinin üzerine yazıldığı zihinsel, imgelemsel kağıdı bir fotoğraf kağıdına benzetiyorum. Negatif filmden ışık alan ak kağıt, fotoğrafçının laboratuvarında, özel kimyasal su içinde, aldığı ışığı dışarıya yansıtarak nesneleri güzelleştirir. Şiir de tıpkı böyledir: Aldığı ışığı dışarı püskürtür. Kuşkusuz fotoğraf ile nesne arasındaki bire bir denklik şiirde söz konusu değildir. Aslında, nesne ile fotoğrafı da bir ve aynı şeyler değildir. Işığın vurduğu, ışığı alan ve onu yansıtan hiçbir şey kendisi değildir artık. Çünkü araya ışık ve göz girmiştir, gözün bağlı olduğu imgelem girmiştir. Fotoğraf için ışık bir an ise, şiir için bir süreçtir.
Şiir görmek ise (ben buna inanıyorum), şiirsel nesnenin görülmek için ışığa gereksinimi vardır. Şiir bir keşif de olabilir, ama bir keşiften söz edebilmemiz için bir “nesne” gereklidir. Karanlıktaki nesne kendisi için vardır, ama bizim için yoktur; belki de ancak bir olasılıktır.
Güneş doğuyor, dağın gölgesi suya vuruyor. İşte şiir.
Odaya giriyorsunuz, elektrik düğmesini çeviriyorsunuz. İşte şiir. Şiiri yazıyorsunuz.
(Çile Törenleri)
Doktrin: “Demokrasi su ise testi laikliktir… Türkiye nüfusunun en azından yüzde ellisi dünya ortalaması düzeyinde ise bu laiklik sayesindedir. Köle ruhlular, laik ve demokrat olamaz. Özgürlüğü laiklik ve demokrasi yaratıp besler.” – Özdemir İnce
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (29)
- english (8)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (149)
- kitap (156)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)