Sf: 12
Bir Sürekli İlkyaz
Hiç balkonum olmadı benim 
ah bir balkonum olsaydı benim 
geniş kapısından geceleri 
portakal limon ve yasemin kokuları giren 
hiç olmadı benim… bir gün bile… 
ah neden bir balkonum olmadı benim.
Bir hançer gibiyim kendi etime!
              Hiç balkonum olmadı benim
yaz sonlarında bir akşam 
kaçak gövdeme bir sığınak olan 
zeytin dalları ve yüksek otlara bakan 
saksılar ve kalın sarmaşıklarla çevrili 
boynumun terlediği küçük bir yer.
             
Bir hançer gibiyim kendi etime!
             
Çocuklar türküsünü söylüyor şimdi 
bey oğluna varan mutsuz gelinin 
doğduğum kentin esmer çocukları 
kadınlar güvercin bileklerini sokuyor suya 
doğduğum kentin güneş kokulu kadınları 
temmuzun en tozlu bir saatinde 
genzimde bir şarap tortusu. Hatırlıyorum! 
Hiç balkonum olmadı benim.
             
Bir hançer gibiyim kendi etime!
             
Ellerimde soylu köklerini titreşimi var 
uyumak istiyorum bembeyaz hışırtılı bir çarşafta. 
çamların zeytin ağaçlarının sabırlı uykusunu 
portakal ve limanların alkol uykusunu
             
gemilerin gemicilerin yorgun uykusunu 
köylülerin acı buruk uykusunu 
uyanıklığın sonsuz uykusunu uyumak istiyorum 
ve kendi uyanıklığımı yaşamak 
önü açık küçük bir balkonda.
               Ama hiç balkonum olmadı benim. Hatırlıyorum! 
Ah neden bir balkonum yok benim!
              Sevgilim var, yorgun… Ben yorgunum… 
Bir hançer gibiyim kendi etime.
(Muğla, 1.12.1968)

Alandaki Ölüye
Vaktin hiç kurumaz mürekkebi 
hiç durmadan yazar güzel kalemi 
bir rüzgârgülü coşkusuyla 
yayar utkusunu bir baştan bir başa 
eker kendi uygar tohumunu 
şaşmaz elleriyle doğaya 
vaktin hiç kurumaz mürekkebi.
            Vaktin hiç kurumaz mürekkebi 
ve hiç silinmez masum kan.
               Orada senin düştüğün yerde 
bir demet kırmızı karanfil var 
orada senin düştüğün yerde 
hala sıcak alnı açık kan 
bakıyorum ağlıyorum 
gözyaşları su ve tuzdan başka nedir ki 
hem neye yarar senin düştüğün yerde ağlamak?
           Acı çekiyorum, hapiste gibiyim 
bıraktığın boşluğu hiçbir şey dolduramaz
           
zaman aşımı yoktur senin gerçeğinde 
düştüğün yerin bile ağladığı söyleniyor 
ben de ağlıyorum ama neye yarar?
               Ölüler konuşmaz 
ama sırtlarında yaşamın güzelliği taşırlar
sen sırtında inatçı ilkbaharı 
ve binlerce tomurcuk taşıyorsun 
binlerce renk binlerce koku binlerce tad 
esmer alnında inci çiçekleri 
güçlü omuzlarında gelincikler 
paramparça yüreğinde karanfiller açıyor 
ve ekleniyor soylu dirimin 
yel ve su gerçeğine.
              Biliyorum 
soğuyacak etin ve kemiğin 
ellerin ırmaklara kavuşacak 
esmer gövden güneşte yanmayacak 
hiçbir kadını öpemeyecek dudakların 
gözlerin anlatamayacak yüceliğini kavganın 
ama büyüyecek destansı sesin 
bir demir büyüyecek körfezin sularında.
             Yüzünü yitiriyorum 
çoğalıyor yüzün 
başka yüzler ekleniyor ince yüzüne 
bakışların buluşuyor binlerce bakışla 
sesin diriliyor ağaran gecede 
sesin diriliyor ağaran gece sesin 
sesler diriliyor ağaran gecede 
elin dostların eli oluyor 
elin şarkı nakaratları 
elin aşıkların mırıltıları 
elin penceremi açıyor ardına kadar 
temiz, pırıltılı hava doluyor odama.

Sf: 15
Nasıl da özledim seni bir bilsen 
düştüğün kent ateşler içinde sayıklıyor 
doyasıya uyumak istiyorum 
ve senin uyandığın dünyaya uyanmak.
             Müthiş özledim seni! Özlüyorum!
             Yumdum gözlerimi 
bahar buluta girdi 
bahar buluttan çıktı 
ebemkuşakları içinde 
yumdum gözlerimi 
ağaçlı yolu örten yapraklar 
uzak bir ırmağın hışırtısı 
bir gül ve yanık benzin kokusu 
bir kadın getirip yıktı yüzünü 
gülümsemesiyle dağıldı gece 
geldi senin kadının 
bakışı destansı 
dal gibi 
dünya güzeli 
senin kadının 
getirip yıktı yüzünü.
              Ölmediğini düşünüyorum 
havada sesin var 
ölmediğini düşünüyorum 
“kanayan yerim benim”
ölmediğini düşünüyorum
dünyayı seninle konuşuyorum 
ölmediğini düşünüyorum
adınla çağrılıyor işte çocuklar 
öğretmenler senin adına yoklama yapıyorlar 
senin adına askere gidiyor delikanlılar 
senin adına umutlanıyor genç kızlar 
ölmediğini düşünüyorum

Sf: 16
bir demir büyüyor körfezin sularında 
ölmediğini düşünüyorum
düşleyerek sen olmayı!
             Orada, senin düştüğün yerde 
bir demet kırmızı karanfil var.
(Muğla, 10.9.1969)

Deniz Kıyısındaki Kadın
büyüyen bir çayırdır yaşamın senin 
karanlığın üstüne iner her gece 
örter onu tül perde duruluğuyla 
deniz kıyısındaki kadın 
benim uzak sevgilim 
güneş işte böyle doğar darağacında.
(Muğla, 18.9.1969)

Sf: 17
Ülker Salı Günü Gelecek
Ülker salı günü gelecek 
Kitaplar dergiler temiz çamaşırlar 
Ülker salı günü gelecek
Yüzünde güneş, bitimsiz ilkyaz 
Deniz ve yeşillik getirecek.
             
Bugün pazar yurdumun hapishanesinde 
Yarın pazartesi, sonra salı 
Salı günü Ülker gelecek.
             Salı’ya Ülker gelecek 
Ülker dağların üstü 
Ülker’in gözleri yeşil 
Ama gölge ve güneşte değişir.
           
Geçip gelecek zeytinlerin, otların arasından 
Eli dağlara denizlere bulutlara değmiş 
Saçlarının dibinde buruk reçine kokusu 
Duracak demir parmaklıkların gerisinde 
Bir yenilmezlik gülü halinde 
Salı’ya Ülker gelecek.
             Bugün pazar, hapishanede ve dışarda 
Hapishanede pazar: Kum dolu gözler 
Dışarıda pazar: Denizin üstü, atardamar 
Ülker pazarı onurla karşılayacak 
Düşünerek denizleşmesini bir coşkun ırmağın 
Oğlum didikleyecek, tozunu atacak 
Ülker salı’ya gelecek.
              Salı günü Ülker gelecek!..
(Ankara, Eylül 1971)

Sf: 18
Dikkat Kan Aranıyor
Haziran! Üşüyorum bazen Haziranda 
sanki kar tutmuş bir tatil günü 
hatırlamışım gibi 
kanayan ne varsa
              Beynimde ve sırtımda taşıdığım kent 
Bir kanser gibi boğazımda 
Denizden ve dağlardan uzak 
sokaklar, kaldırımlar sürgünündeyim
               Saat beş! 
Ve birden bir patlama: Bir kıyı imgesi 
ve birden bir patlama: Bir kadın imgesi 
saçları, boynu balık kokusu içinde 
meşe yalımı gerçek bir kadın
            Haziran! Ben üşüyorum haziranda 
Usumda beyaz, kireç boyalı bir ev 
usumda ortası çukur bir sokak 
sırtımda kocaman bir ay 
usumda kaynamış mısırı andıran kadınlar 
terli boyunlar terli koltukaltları 
kasıklar ak köpükler içinde 
ve su damarları…
              Gittim o gün bir saat yüzüme baktım 
kanla yazıldı yüzüm, sonra gömüldü suya.
(Ankara, 30.9.1971)

Sf: 21
Nadejda Mandelstam’ın Ossip Mandelstam’a Son Mektubu…
… Her gece düşüme giriyorsun, 
ne olduğunu soruyorum sana, 
cevap vermiyorsun. 
Son düşüm de şu:
Yiyecek alıyormuşum kirli bir dükkandan, 
çevremde karanlık yüzler, yabancılar, 
parayı verip yiyecekleri alıyorum 
ama birden anlıyorum ki 
dayanılmaz bir acıyla, 
götürecek bir yerim yok bunları 
çünkü sen yoksun 
ve bilemiyorum artık nerede olduğunu.
              Neredesin Ossia? …

Sf: 28
Bir Kent Ne Verebilir İnsana?
Bir kent ne verebilir insana, kazınmaz bir yenilgi duygusundan başka? 
Bir komşu ölür, iç avluda toplanır insanlar, 
tentürdiyot içen bir dulun intiharı konuşulur taşlıkta;
yıkıcılar gelir: çekiç, keser sesleri denizde yankılanır, bastırır seslerini balıkçıların, 
bakarsın ki bütün evler ölmüş, kıyıda direnen üç kagir yapıdan başka, 
– bahçesi ağaçlı, sarmaşıklar sıvanmış alnacına -, 
sanki biri üç gün üç gece yağma ferman etmiştir.
              Bir kent vardır, deniz kıyısındadır, ovadadır, dağın başındadır, 
evler ölmüştür, silinmiştir el izlerin kapı tokmaklarından bir kent ne verebilir insana, kazınmaz bir yenilgi duygusundan başka?
(İzmir, 15.8.1979)

Sf: 29
Seni Beklerken
Bir yerlere gönderdim seni, gittin, 
görmek için geri dönüşünü, kapıdan girişini, 
Gittin: her şey eskidi, buruştu, kireçlendi;
erişilmez bir uzay boşluğu, bir buzul süre.
              Dışarıya bakıyorum çıktığın kapıdan:
bir şilep gövdesi, bir depo, birkaç vinç, 
gelip geçen insanlar, uğultusu komşu denizin.
              Anladım birden, kendimi böyle kendimle denerken:
gitmemen geri gelmeden çok daha güzel,
ama seni beklemek de güzel, o da güzel.
(Ermoupolis, 20.8.1978)

Bir Taşın Anısına
Bir taş alıp denize atıyorsun, budalalık, 
deniz taşı yutuyor, fiziğin yasası bu, 
sen gidip çıkarmadıkça orada kalacak; ama 
denersen de bulamazsın yerini, çıkaramazsın.
               Öyleyse niçin şiir yazıyorsun, niçin yazıyorsun;
çıkaramadıktan sonra o tutsak taşı oradan, 
kullanamadıktan sonra bir yapının harcında?
(Santorini Adası, 23.8.1978)

Sf: 37
Mutluluk
Bir gün bir asma sürgünü olacaksın 
Ege dibinde bir taşın üzerinde biriken aydınlık 
çığlığın içindeki sessizlik olacaksın 
duvara tırmanan inatçı sarmaşık 
su dolu testinin dışında yeşil yosun 
rakı bardağında terleyen buğu olacaksın;
             bir düğmede beyaz iplik olacaksın 
bir gömleğin mavi teni üzerinde, 
bir basma entari olacaksın bin bir renkli 
bir genç kızın çıplak, terli gövdesinde, 
fışkıran bıyıkları olacaksın bir delikanlının 
ilk içkinin ilk sarhoşluğu olacaksın 
torununu dizlerinde hoplatan dede 
kızını okula gönderen anne olacaksın, 
dünyanın dönüşü olacaksın güneşin çevresinde 
güneş olacaksın Oğlak Dönencesi’nde 
ilk sözcüğü olacaksın ölümden dönen hastanın 
kılıcın kırıldığı taş olacaksın;
          bir çentik açılacak omuzlarında, bir beyaz yara, 
yağmur olup yağacaksın kendi yarana, 
bir kaçak olacaksın ses ve öfkeye karşı 
zaptiye bulamayacak gölgeni hiçbir yerde, 
şerbet olacaksın yılana, çıyana karşı, 
denizden esen serin rüzgar olacaksın, 
bin bir devalı ot olacaksın, tohum olacaksın, 
Karlovassi’de denizin sesi olacaksın, 
haber olup geleceksin Çavuşkuşu’nun ağzında.
             Ve bir ceviz ağacı olacaksın Gülhane Parkı’nda.
(Mersindere, 9.8.1983)

Sf: 38
Zorba ve Ozan 
I.
Sessizliğin ortasında örselenmiş sözcükler, 
sessizliğin sessizliğinde yaralı sözcükler,
sorarlar hummalı gözleriyle:
            Ok mu, yay mı, av mı olmak istersin 
alçakların sofra kurduğu 
gurbet yurdunda?
               Azıksız, susuz, dirliksiz sözcükler:
               
Toprağın üzerinde ezik kara zeytinler.
(Türkbükü, 10.8.1985)

48
Sevdayı da karıncadan öğrendim, dedi Ozan, 
dikenlerle yırttım gözlerimdeki perdeyi, 
devlette bir ululuk görmedim sevda konusunda.
              Utanmadan kendini teraziye koyuyorsun, dediler, 
sen mi daha yücesin yoksa köpek mi? 
Bunları bana değil Zorba’ya sormalılar.
            Pas yapar, demiri eritir gözyaşları, 
dağların yerini değiştirir ufacık bir karınca;
sabrı, gayret kemerini kuşananlar bilir.
             Alay ediyorlar: Kılıç mı keskin, sözcük mü? 
Kılıca bakıp kederle gülümsüyor bir şiir:
“Mum gibi başımı kesseler ne korkum var?”
(Paris, 30.5.1986)

Sf: 50
50
Düşlerim hiç gerçekleşmeyecek sanıyorsun –
dedi ozan, yargı gecesi, son söz olarak –
ayırabilir misin sen düşü gerçekten?
               Düşlerimle demir attım dünyaya, 
gördükten sonra ışıkla gölgenin kavgasını 
ne yapayım ben artık düşsüz hayatı?
              Geçen zaman kazandığım topraktır benim, 
yıktığın kent bir gün benim kalem olacak, 
ölümümü gördün ve dirilişimi göreceksin.
              O gün, İsrafil’in Sur’u üç kez çalınca 
geri döneceğim kanatlı atımla birlikte;
diyeceksin, şaşkın gözlerle bakarak bana:
               Hep buradaymış bu, hiçbir yere gitmemiş.
(Paris, 12.6.1986)

Kör Kanarya
Gözleri kör edilmiş kanarya 
ötüyor sırdaş sesiyle
             üzen çiyli üzümler saatinde.
              Bir başka yaşamdan konukları var;
bir bıçağın keskinliğini denermiş gibi
              tüy diplerini kaşındıran anılar.
             
Gülün taç yaprağından sular içmişti, 
yıkanmış tanyerinde uyumuştu
            güneşini alıp karanlığını mum yaptılar.
             Ötüyor içindeki karanlığın sesiyle 
gözleri kör edilmiş kanarya.
(Ankara, 17.7.1984)

Nea Smirni Beşlisi
“Senin yirmi yaşında bir oğlun var, 
benim yirmi günlük bir kedim bile yok!”
diyorsun bana defne buğuları içinde; …

Sf: 42
4. Yannis Kaçaunis
Kalanlar gidenleri daha çok özler:
Bir tırnak artığı, bir saç, bir yanılsama, 
bir ayak sesi – uzak, uzak, uzak -, bir yanık koku.
         Bir kedi tırmalar kapıyı – dışarıda unutan kim? -, 
sesiyle çağırır seni iki yaşamın da tanığı olan:
“Bu toprak gönlümü okşuyor,” demeden önce, 
“ne çok insan öldü öteki yaşamdan,” diye yakınır, 
“buraya kadar yürüdük, artık burada kalalım!”
               Farkında mısın işliyor durmadan yaranın saati, 
eskiden bir ot çiğneyip üzerine koysan 
kapanırdı yara, iz falan kalmazdı deride.
              Evet, ama şimdi nerede bulacaksın o otları?
(Atina, 4.11.1984)

5. Sula ile Yorgo
Sesinin içine girsem, sesimin içine girsen,
memeden kesilmiş bir yazın anısında 
sığınsak birbirimizin sesine.
               Yumurtaları çalınmış kırlangıç yuvası kalbim, 
yavrularını şahin kapmış bir zavallı güvercin, 
ey acılar hasadında kervan başı duran!
               Hasretini çekenin hasretiyle yanar hasret çeken.
(Atina, 5. 11. 1984)

Sf: 50
48 
Vücudum ülkemdir benim, diyor Adonis, 
Arapça yazıyorum, varlık ve yokluk 
hep aynı şeydir bizim dilde.
               Gerçeği arıyorsun dilin içindedir, 
açtıkça sözcüklerin mühürlü ağzını 
misk ve amber kokuları yayılır dünyaya,
            doğanın ağzından nesneler çıkar, 
yetim sözcükler kanar 
insanın dudaklarında.
               Ben, oğluna hasret Mersinli, 
ikisinden bir şey yapmaya çalışıyorum, 
denizin karşısında bu eylül sabahı.
              Ama, eylül, sabah ve deniz, 
ne sözcüktür ne de bir nesnedir 
benim yazmayı hayal ettiğim şiirde.
(Türkbükü, 4.9.1993)

Sf: 61
Şiir Üstüne
Şairin İşi …

Sf: 63
Romancılar arasında, bütünsel imgeyi yaratabilmiş olanların sayısı iki ya da üç, ama beş değil. Onlar için de tehlike çanları çalıyor. Yalnızca bizde değil, dünyanın birçok ülkesinde de böyle. Tolstoy, Balzac, Stendhal, Dostoyevski ve Faulkner’ın hala en büyük romancılar sayılmalarının nedeni bu. Çünkü bu romancılar, uzman değildiler, genbilikçi’ydiler (ck*: Pratisyen, uzman olmayan) …

Sf: 65
Şiir ve Işık*
Tartışmaya açık bir tanımlama yapmak istiyorum: Çağdaş şiir havadan ve sudan heykel yapmaktır; ama döküm yoluyla değil, çamur gibi yoğurarak, taşı ve mermeri yontar gibi. Bir adım daha atalım: Işığın heykelini yapmaktır, ışığı heykele dönüştürmektir. Kaosa düzen vermektir. Hiç ve her şeyin karşıtlığı: Şiir hiçbir şey değil, her şeydir. 
“Şiir ve ışık” teması, sanki şiir ile ışığın zorunlu bir ilişkisi varmış gibi bir izlenim yaratıyor. Doğru mu, yoksa yanlış mı bu izlenim? Yoksa yalnızca benim kapıldığım bir yanılsama mı?
Edmond Jabes, “Şiir gecenin kızıdır,” diyor. Peki gecenin kızının gene gece olması, gecede kalması bir yazgı mıdır?
Sf: 66
Ağustos ayıydı. Ege denizinin birkaç mil açıklarında bir teknedeydim. Arkadaşlar tüple dalış yapıyorlardı. Biri, denizin dibinde, iki kaya arasında bir amfora gördüğünü söyledi, ardından, tekneye iple bağlı küçük ağlardan birini alıp dalışa geçti. Bu arada ben düşünmeye başladım: Söz konusu amfora bir Finike, Grek ya da Roma batığının kalıntısı olabilirdi. Denize atılmış ya da düşmüş olabilirdi. Sonuçta, en azından iki bin yaşındaydı. Amforanın çamurunu, onu yapan ustanın ellerini, gözlerini düşündüm; uzun deniz yolculuklarında, yıllarca, şarap, su, zeytinyağı ya da sirke taşıdığını düşündüm. Daha da önemlisi, amforanın çamurunun kururken emdiği ışığı düşündüm. Şimdi, amforanın içindeki, amfora biçimindeki havayı ve çeperlerinin aydınlığın içinde oluşturduğu görünmez ışık heykelini düşünüyorum. Otuz bir yıl önceki düşüncelerimle, şimdiki düşüncelerim birbirini tamamlıyor. Dalgıç arkadaşım denizin dibindeyken düşünmeyi sürdürüyordum: Amfora herhangi bir nedenle, en azından iki bin yıldır denizin dibinde duruyordu. Deniz suyunun içini doldurduğu ve çeperini sardığı gövdesiyle, ışığa bir su süzgecinin gerisinden bakmıştı; bir saniye sonra bir insan eli onu alacak ve bunca aradan sonra yeniden gün ışığına çıkaracaktı: bu bir yazgı değişimiydi. Bir ara poloraid fotoğraf kağıdında nesnenin yavaş yavaş ortaya çıkışını, somutlanışını düşündüm. Amfora ışığı bir kez daha emerek yeniden kendisi olacaktı. Biraz sonra, ağın içinde, yavaş yavaş sudan çıkacak ve biz görecektik onu. Amforanın denizden çıkışı, tıpkı betimlediğim gibi oldu. O anda, birkaç ışıklı saniyeye sığan iki bin yıllık geçmişi düşündüm ve o iki bin yıl ile o birkaç saniyeyi şiire dönüştürmeyi istedim. İçimdeki şiir damarını kışkırtan hiç kuşkusuz ışık düşüncesiydi. 
Aradan yıllar geçti. Bu kez Akdeniz’de, Santorini Adası’nda deniz kıyısındaydım. Binlerce çakıl taşı arasında yumurta büyüklüğünde bir taş gördüm. Kimbilir kaç yıl orada, oralarda, duruyordu. Güneş altında, elle tutulmayacak kadar ısınmış bu taşı elime aldım ve hiç düşünmeden denize fırlattım. Bir an sonra, bu davranışımla, bu çakıl taşının yazgısını değiştirmiş olduğumu hissettim. Çakıl taşının zamanını ve mekanını değiştirmiştim. Bu davranışım onun için bir tür milat olmuştu. Işığını elinden almıştım çakıl taşının. Tahmin edebileceğiniz gibi bu davranışımın şiirini de yazdım. Bu nedensiz davranışımdan bir tür şiirsel ders çıkardım. Taşı ışıksız bırakmış, onu kör etmiştim.

Bir Taşın Anısına (23.8.1978)
Bir taş alıp denize atıyorsun, budalalık, 
deniz taşı yutuyor, fiziğin yasası bu, 
sen gidip çıkarmadıkça orada kalacak; ama 
denesen de bulamazsın yerini, çıkartamazsın.
           Öyleyse niçin şiir yazıyorsun, niçin yazıyorsun;
çıkaramadıktan sonra o tutsak taşı oradan, 
kullanamadıktan sonra bir yapının harcında? …

Sf: 68
İnsan ateşi her ne nedenle bulursa bulsun, ateşin bir türevi olan alev ve ışığı, görme olanağı olarak kullanmıştır. İnsanın en ilkel, en sonsuz tutkusudur görmek eylemi: Görmek için ışığa gereksinim vardır. İç gözümüzle görmek için de içimizdeki gereksinimimiz vardır. 
Görmek nesneleri birbirinden ayırmaktır. Karanlıktaki nesneler, ayrıntıları olmayan bir kitledir. Karanlıktaki kitle bildiğimiz nesnelerden oluşabilir, ya da o karanlıkta varsayımsal nesnelerin bulunduğunu hayal edebiliriz. Karanlıktaki nesneleri imgelem gözümüzle görebilmemiz için imgelem lambamızın yanması gerekir. Ancak o zaman nesnelerin imgesi imgelemimizde somutlanabilir: Tıpkı benim amforanın denizden çıkarak belirmesi gibi. 
Şiirinin üzerine yazıldığı zihinsel, imgelemsel kağıdı bir fotoğraf kağıdına benzetiyorum. Negatif filmden ışık alan ak kağıt, fotoğrafçının laboratuvarında, özel kimyasal su içinde, aldığı ışığı dışarıya yansıtarak nesneleri güzelleştirir. Şiir de tıpkı böyledir: Aldığı ışığı dışarı püskürtür. Kuşkusuz fotoğraf ile nesne arasındaki bire bir denklik şiirde söz konusu değildir. Aslında, nesne ile fotoğrafı da bir ve aynı şeyler değildir. Işığın vurduğu, ışığı alan ve onu yansıtan hiçbir şey kendisi değildir artık. Çünkü araya ışık ve göz girmiştir, gözün bağlı olduğu imgelem girmiştir. Fotoğraf için ışık bir an ise, şiir için bir süreçtir. 
Şiir görmek ise (ben buna inanıyorum), şiirsel nesnenin görülmek için ışığa gereksinimi vardır. Şiir bir keşif de olabilir, ama bir keşiften söz edebilmemiz için bir “nesne” gereklidir. Karanlıktaki nesne kendisi için vardır, ama bizim için yoktur; belki de ancak bir olasılıktır. 
Güneş doğuyor, dağın gölgesi suya vuruyor. İşte şiir. 
Odaya giriyorsunuz, elektrik düğmesini çeviriyorsunuz. İşte şiir. Şiiri yazıyorsunuz.
(Çile Törenleri)

Doktrin: “Demokrasi su ise testi laikliktir… Türkiye nüfusunun en azından yüzde ellisi dünya ortalaması düzeyinde ise bu laiklik sayesindedir. Köle ruhlular, laik ve demokrat olamaz. Özgürlüğü laiklik ve demokrasi yaratıp besler.” – Özdemir İnce