Sf: 13
Melle (molla) diye çağrılması için küçük bir basamağı kalmış oları Seydo da oradaydı. Abdest alacaklar arasında. Başında keçeleşmiş terliğiyle (takke), omuz başlarından pamukları çıkmış ceketi”, kirden ne rengi ne de malı belli olan işliği (gömlek), paçalarının biri uzun öbürü kısa yamalı şalvarı, cin cin bakışları ve kasılışlarıyla “-ben de varım!” diyordu sanki.
Gururluydu. “Talib” adı verilen yüksek dereceli “fakl”ler (“fakih”ler, yani din öğrencileri) arasındaydı çünkü. Şeriatı da iyice ezberlediği için herkes e işittire işittire bir dua mırıldanıyordu. Arapçadaki şivesine ve fıkıhtaki kalıplarına uygun olarak.. Nicelerini imrendirerek… Kollar sıvalı, abdeste girişmişti. Çömeldi. Elini uzattı, ama yetişemedi kulleteyne. Bir ayağını aşağıdaki bir taşa koydu, sarkar gibi eğildi, artık yetişebiliyordu. Sağ elini soktu. Şeriaün su dediği sıvının yüzündekileri o yana bu yana itti. Abdest suyu yeri açmaktı çabası. Ama itilenler, hızla geri geliyor ve heme n eski durumun u alıyordu. Eleleydi tümü. Şeriatın su dediği şey buharlaşarak uçup gitmesin diye güç birliği etmişler gibiydi. Seydo, tek elle savaşı kazanamayacağını anlayınca , öbür elini de soktu. Kürekleşen ve süpürgeleşen eller işe yaramıştı bu kez. Avuçla “su” alacak ölçüde yer avuçladığı şeyle suratını yıkadı. Bir daha, bir daha. Bir avuç da ağzına götürdü. Avurtlarını doldurup boşalttı. Boğazından çıkardıkları, avuçladığı yerdekilere eklenmişti. “Sünnet”i tam yerine getirmek için boğazını iyice ayıklayarak, üç kez yapmıştı bu işi. Her işi üç kez yapmak gerekliydi. Burnuna da alıp boşalttı, Sümkürdü. Fırt eden “fırtık”lar (sümükler), fırlayıp kulleteyndeki yerini alıyordu. Ustalıkla yapılıyordu bu da. Abdest alma yerinden avuçladikça çevreye itilenler ama n vermediği için her yıkama işini çabuk yapmaya çalışıyordu. Seydo, yine de sünneti yerine getirmektee titizdi, eksik bir şey bırakmıyordu . Bi avuç da yüzüne alıp çarptı.
Sf: 14
İki eliyle yüzünden sıyırdığı kirli suları emerek ağzında topladı ve fırlattı. Yine ustalıkla, yine kulleteyne . Abdestinin öteki işlerini de yerine getirdikten sonra doğruldu. Islak elini cebine soktu, içindekilerle kabarıp torbalaşmış olan cebini karıştırdı, sümüklerle sertleşmiş kirli mendilini çıkardı sonunda . Bir güzel silindi. Siliniş de görkemliydi. Yüzünü kollarını kuruttu. İşliğinin kollarını indirdi, ilikledi. Hepsi yerli yerindeydi, hepsi Şeriatın dediğine uygundu. Artık hazır sayılırdı namaza.
Sf: 31
” Abdurrahman, Osso, Şehmus, Kasım, vare 16, zu vare nevbetee ratıbee!” Bu sözlerle çağrılan dört nöbetçi fak i hemen koşup geldi. İçlerinde en güçlüsü, Abdurrahman. He m yaşı büyük, hem de iriyarı. Nöbett sırası, başkalarından daha sık gelirdi ona. O da: “- Hayır!” demezdi. Sevinirdi bile. Yemek veren evlerle iyi ilişkiler kurmuştu, ayrıca çağırıp yedirenler bulunduğu için kamını doyurarak gelirdi. İllerden de korkmazdı pek. Genellikle itler ondan korkardı. Bir eliyle kazanın kulpundaki sopanın ucundan tutarken öbür elinde de bilekten daha “topuzlu sopa” (top gibi olan ucunda sivri demirler çakılı) bulunurdu. Yaklaşsın da görsün itler! Özel yaptırmıştı bu sopayı. Bir vurdu mu, köpek: ” – yandım!” diyen sesle hemen uzaklaşır ve sızlanır dururdu bir- süre. Onu n için herkes nöbeti gelince, Abdurrahman’la birlikte “ratib”e çıkmak isterdi. Bir güvenceydi Abdurrahman. Esmer, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kaşlı, fırlak şakaklı, havalı bir oğlandı. Fakiler arasındaydı ama, okumada hiç gözü yoktu. Bir türlü alamadığı sevdiği kızı, “Cemile”sini verselerdi “dağ”a bile çıkardı. Türko’yla da dosttu. O gün de birlikte ratibe çıkmaya çağırdı onu. O da hemen katıldı.
Sf: 32
Sopalar getirilip kazanların kulplarından geçirildi. Ekme k torbaları da takıldı. Sopaların bir ucundan bir faki, bir ucundan da bir faki tutup kaldırdılar. Ve Abdurrahman’la arkadaşları köyün bir kesimine, öbürleri de öbür kesimine yönelerek yola düştüler.
Abdurrahman ve arkadaşları ilk eve varıp kapıyı çaldılar. Bir çocuk çıktı, “faki hât” (öğrenci geldi) diye bağırdı. Biraz sonra bir kadın. Elinde toprak bir kapla “aniksiz” (yağsız, soğansız) bir bulgur çorbası. “Faki, kurbana bavetteke” (babana kurban faki) diyerek ve eksiğinin dileyerek verdi. Alıp kazana boşalttılar. Bir başka kapıya vardılar. Oradan da, yanında sütüyle birlikte “haşıl” (süt ya da yağla birlikte yenen un, bulgur karışımı bir şey), iki de “gagala” (somun biçiminde ekmek) aldılar. Haşıl kazana, “gagalalar” torbaya. Bir başka kapı. “Herle çorbası” (undan yapılma) geldi, bir de “lavaş” (açık ekmek). Çorba kazana, lavaş torbaya, Yürü! Bir başka kapı. Bir tabak bulgur pilavı, bir gagala. Neyi n nereye konulacağı belli. Dolaşılıyordu evler. Hiçbir ev adanmıyordu. Sebzeli yemek hiç yoktu. Arada sırada çörek getirenler de olmuŞtU. Etli yemek de getirilmişti. Yalnızca yoğurt, yalnızca süt, yalnızca pekmez getirip veren de çıkmıştı. Tüm ü kazana boşaltıldı. Ayrı ayrı götürülemezdi ya! Onu n gelenek böyle kurulmuştu. Kazan heme n hemen dolmak üzere. Dolaşılacak ev kalmamıştı.
Sf: 41
Ahmet, Recep’e, biraz önce konuştuklarını anlattı.
– Bir kustur da bu görsün, inanmir… dedi.
Recep hiç konuşmadan kanıtlamaya yöneldi. Gidip bir taşın üstüne oturdu. Yüksekçe ama ayakları yere değecek biçimde. Az eğildi. Bacaklarını da bi küçük ayırdı. Ve başladı işe.Tüm ilgisini verdi. Eline aldı. Bir o yana, bir bu yana çevirdi. Tükrüklediği parmaklarının arasında oynadı. Tükrük kurudukça tükrüklüyordu. Ağzında biriktirdiği büyükçe bir tükrügü, onun tam üstüne düşürdü, önüne arkasına yaydı. O da artık canlanmay a başlamıştı. Büzülüp yapıştığı yerden ayrıldı gövdesi. Ve bu gövdenin içinden kaplumbağ a gibi başını uzattı. Uzadıkça kalınlaşıyordu. İlgiler üzerinde yoğunlaşmıştı tümüyle. O da bunu anladığını belli ediyor, şiştikçe şişiyordu. Sonunda şişmesi ve büyümesi durdu. İyice dikilip kalkmış, çevresine bakarak ağzını açmıştı tutkulu tutkulu. Kusturmaya değil, koşturmaya hazırlanmış at gibi. Recep atının başını okşadı. Tükrüklü elini gezdirdi. Sonra da tükrükle doldurduğu avucunun içine aldı. Avucunu halkalaştırdı. Kusturulacak olan nesne iyice kayganlaşmıştı. Halka, kayarcasina gidip gelmeye başladı. Bir öne, bir arkaya. Tükrük kurudukça yeniden tükürmeler ve sürekli gidip gelmeler. Avuç bir sıkılıyor, bir gevşek tutuluyordu. Üzerinde gidip geldiği nesne adamakıllı kızarmıştı. Recep’in kendisi de. Ayrıca bayılır gibi kendinden geçmişti. Doruğa varılmıştı. Ve işte fışkırma. Ahmet’in kusma, kusturma dediği şey. Gerçekleşmişti sonunda. Koyu bir sıvı fışkırmıştı. Fırtığa benziyordu. Nasıl da atılmıştı tâ uzağa. İnmeye başlamıştı o uzun ve şişkin şey. Şaşkın, ilgi dolu bakışlar arasında. Başını sallaya sallaya ve arada bir sıçrayarak, titreyerek.. İndi, indi ve eskisi gibi büzülüp çekildi. Ahmet, çok gördüğü için alışıktı. Ya yanındaki? Ağzı açık kalmıştı. Bir “sihirbaz”ı izler gibi izlemişti. Ya da “mucize” gösteren bir peygamberi izler gibi. Ahmet dediğini kanıtlamıştı.
Sf: 61
Peygamber Muhammed’in sevgili karılarından Aişe için:
– Saffan’la zina ediyor… dediler. Ama Nur Suresi’ne 10 ayet birden indi!
– Doğru söylüyorsanız dört tanık getirin. Dendi. Dört tanığın, Saffan’la Aişe’nin o işi yaptığını görmüş olmaları gerekiyordu. Bulamadılar bu tanıkları. Bulunamayınca da iş kapandı.
Sf: 62
Gelelim ineğin namusuna! “Şeriat-ı Garra”da bunun da hükmü ağır. Peygamber buyurur:
-“Kim hayvanı ‘şey’ ederse hemen öldürün onu. Hayvanı da…” disi yazar. Dahası: Hayvanın yakılması gerektiğini de ileri sürer kimi imamlar. Adalet böyle işte! “Yumuşak başlı hayvan” mısın; iki ayaklısı da olsan, dört ayaklısı da olsan, hem ırzına geçilir hem de cezalandırılıp ölüme gönderilsin. Tanrı adına.
Sf: 64
Herkesin canının falanca meyveyi, filanca meyveyi, pastayı, dondurmayı., istemesi doğaldır. Ya Türko’nun canının ne istemesi doğal? Onun canı da bunları isteyebilir miydi? Bir dondurma , bir yaş ya da kuru pasta, bir taze meyve, bir kiraz, bir şeftali, bir kuru yemiş, fındık, fıstık., isteyebilir miydi? İsteyebilirdi elbet. Ama onu n canı bunlarla tanışmamıştı ki…
Onun canı, tanıştığı karpuzu, kavunu isterdi. İçini olmasa da kabuklarını. Kemirirdi. Karpuzunkinin içini kemirir, dışını atardı. Kavununkiniyse tümüyle yerdi. Yolda belde, nerede bulsa orada alır, çamurlarını temizler, pislik bulaşmışsa siler ve koyulup yerdi, Kimse ona , yere düşen bir şeyin alınıp yenmeyeceğini, mikrop olacağını söylememişti ki.. Üstelik öyle görmüştü hep. “Meyve’ler içinde bir kavun karpuz (kabuklarını) severdi, bir de “hedik”. Yani kaynatılmış buğday.
Sevgili hedik karşıdaydı işte: Kulleteynin hemen yanındaki küllükte. Uygun bir yerinde kurulu, büyük, kulplu bir kazanda , kulleteynin sularıyla kaynıyor, tam kıvamına gelince de yanında serili hasırlara, kilimlere, “cecim’lere seriliyordu. Kuruyup bulgur olsun diye.. Kurumadan selam verirdi buğularıyla…Özellikle de çocuklara. Selâm. Çocukla r için bir bayram. Koşup alırlar. Ceplerine , oralarına, buralarına doldururlar. Islak ıslak, sıcak sıcak. Kirli avuçların parmakları arasından kirli sular aka aka yemeye başlarlar. Yerler, yerler. “Karınları ağrıyasıya”.. Özlemişti hediği. Canı çok istiyordu. İsterdi, çünkü tanışıyordu. “Meyveler” içinde karpuz kavun, bir de hedik. Hedik. O dünyada en güzel eğlencelik. Daha da ötesinde bir şey. Niye kuruturlar sanki. Hep yense olmaz mı? Selamun aleyküm ey hedik! Ne güzelsin sen! Ne mutludur seni alıp cebine dolduran! Sonra da güzel güzel yiyen. Yiyen ve doyan! Ama sana doyulmaz ki..!
Sf: 66
Dayanamadı daha çok . Kitabı koltukta koştu. Doğru “abdesthâne”ye . Kendini dar attı. Şalvarını ivedilikle çözdü. Delik büyük olduğu için bacaklarının arasına alamadı. Bir kıyısına çöktü. Ve kıçını deliğe doğrultup “tırıklamaya” koyuldu. Önce tır tır tır; sonra pat pat pat. Çok kötü sürgün olmuştu. Tırıklayınca rahatladı. Ağrısı geçmişti. Mutlandı. Sıkıntıdan sonraki rahatlık, tadına doyulmaz bir mutluluktur. Sıkıntının ödülü. Tırık (ishâl), deliğin çevresine de saçılmıştı. Biraz yana çevrildi. Bir de ne görsün; yediği hediklerden bir kesimi gözlerinin önünde . Solucanlı tırığın içinde. Kocaman bir solucan kıvrıldı. Hedikler de diri diri. Sinekler üşüştü hemen. İri iri. Neyse şimdi sıra temizlenmekte. Kıçını silecek. Bi şeyler aradı. Temiz nesne ne gezer! Herkesin kullandığı bir iki taştan başkası yok. Bokları en kuru olanını alıp kullanması gerekiyor. Koltuğunun altına kıstırdığı “şeriat”i unutmuştu. Aslında ayakyoluna götürülemezdi o. Ama tırık öyle bir tutmuştu ki “feleğini şaşırmıştı”. Yoksa ayet ve hadisin bolca bulunduğu bir kitabı oraya götürür müydü? Kolunu uzattı. İşte olan oldu o sırada: “Şeriat” düştü. Hem de nereye: Delikten doğru, pislik yığını dereye. Aman Tanrı! Gitti “şeriat”. Felâke mi felâket. Çok üzüldü. Ağladı sessizce. Yapabileceği bi şey yoktu. En kuru taşı aldı, silmek için kıçına götürdü. Sildi. Çekip baktı ki taşta yer kalmamış. Oysa her yanını silmiş değildi kıçının. Parmakları ve el ayası da yarısına dek batmıştı. Öbür eliyle cebinden mendilini çıkardı. Önce elini, sonra kıçında yarım kalan kesimi sildi. Sonra katlayıp yerine koydu mendili. Ayağa kalktı, şalvarının da battığını gördü. Çıkardı tümüyle . Pislenmiş yeri, duvar diye konulmuş tahtalara silmeye yöneldi. Ama Sileyİm derken daha çok yerini bulaştırdı. Elini de… Bulaşan kesimi tahtaya silerken birden bir acı duydu. Kıymık batmıştı eline. Kıymığı çıkardı. Yeri kanadı. Bu kez kan oraya buraya bulaştı. Şalvarını giydi. Ve çıktı. Olanların en kötüsü, “şeriat”in bok yığınına gitmiş olmasıydı. Çok mutsuzdu.
Sf: 84
– Safo. “Kev ab”
– Nedir o
– “Memeleri yeni tomurcaklanmış kız”mış. Kur’an da geçiyor. Cennet kızlarındanmış
– Ya?!!!
Vallaha! senin “meme”lerin de onların ki gibi mi? Göster de göreyim!
– Burada olmaz, gel! Evde, anamdan başka kimse yok. O da tandırın başında ekmek pişirmeye dalmış.
Birlikte girdiler içeri. İçice bir kaç oda. Kapıları birbirine açıyor. Kiminin de hiç açılıp kapanan kapısı yok. Tandırın bulunduğu kesim de, aynı evde ama, ayrı bir bölümde. İyice dipteki odalardan birine gittiler. Oraya buraya yoğurt, ayran dökülmüş, üzerine de sinekler konmuştu. Yağ, peynir, kışlık yiyecekler oradaydı. Bir tulumdaki peynirin ağzı açıktı. Küflü küflü duruyordu. Safo, peynirin ağzını kapadı. Fistanını çıkardı, peynir tulumunun üstüne koydu ve çıkıp üstüne oturdu. Ayaklarını sallamıştı yine. Çırılçıplak.
– Haydi gel bak memelerime. Baktı, elini dokundurdu. Çok, çok hoşlanmıştı.
– Demek ki cennet kızları senin gibi olacak. “Tomurcuklanmış memeler de” seninki gibi. Öğrendim işte.
Sf: 85
– Haydi em! – Ben bebek miyim?
– Babam, anamın memelerini emiyor.
– Sen nereden biliyorsun?
– Gördüm. – Hadi oradan.
– Vallahi gördüm. Onlar şey ederlerken de gördüm. Uyuduğumu sanıyorlardı. Bense uyur gibi yapıyor, onlar işe girişirken yorganın altından bakıyordum. Dudaklarını kızın memelerine dokundurdu. Daha da hoşuna gitmişti. Kızın da çok hoşlandığı belliydi. Memelerine, özellikle uçlarına dokunuldukça gıdıklanıyor gibi bir tepki gösteriyor olsa da, gülüyor, bir daha dokunulmasını istiyordu. Kız çıplaktı, ama nedense bacaklarını birleştirmişti. Bacaklarının arası nasıldı acaba? ayırmasını söyledi.
-Olmaz!
– Niçin?
– Bilmem! Kızlığım gider sonra!
– Kızlığın nasıl gider?
– Sen şey yaparsın!
– Vallaha birşey yapmam ben.
– Öyleyse niye görmek istiyorsun?
– Fıkıh’ta, Şeriat’te, “ferc”den söz ediliyor. “Ferc-ı dahil” (kadınlık organının iç kesimi), “ferc-i hâriç” (katdınlık organının dış kesimi) diye geçiyor. Nasıl olurmuş, görüp öğrenmek istiyorum.
– Öyleyse dışını gör!
– Tamam
Orada biri gelip o durumu görse, çok doğal biçimde ve içtenlikle, bir “fıkıh” konusunu incelediğini söylerdi ona. Öylesine bir doğallık içindeydi. Yine de duyduğu mutluluk büyüktü.
Kız bacaklarını biraz ayırdı. O da. yaklaşıp baktı. Daha çok bir incelemeci gözüyle. Aldığı tadın bilincinde bile olmadan.
Kız fistanını giydi. Çıkıyorlardı.
Sf: 89
İçinde çocuk da olsa bir “Adem oğlu” öldüğü için kulleteynin tümüyle boşaltılması gerekiyordu. Kollar sıvandı, paçalar yukarı çekildi, işe girişildi. Kovalarla çekilmeye başlandı. Boşalt ha boşalt! Birçok şey çıkarıldı suyu boşaltılırken: Çul çapıttan, çoraptan pabuçtan, taştan tezekten kedi ölüsüne, kemik parçalarına değin her şey. Boşaltıldı tümüyle. Ve dipten yeni sular dolmaya başladı. Temiz sular. Bir süre sonra eski düzeyine ve eski durumuna gelecekti kulleteyn. Yine kirletilecekti. Yine türlü pislikler rahat rahat atılacaktı içine. Yine pisken, “temiz” sayılacaktı. Peki neden boşaltılmıştı öyleyse? Şeriat öyle dediği için, “fetva” öyle olduğu için. Suyun tümünün boşaltılmasının gerekip gerekmediği, mezhepte tartışılıyor olsa da fetva öyleydi. “Gereği” yerine getirilmiş oldu.
Sf: 99
Ölenin Tanrı borçları, başka borçları ve günahları temizlenir. Tanrı adına. Malvarlığına göre. Din adamlarına, din öğrencilerine çok verilirse çok temizlerinr, az verilirse aza temizlenir. Bunun, Hanefilerdeki biçimi başka, Şafiilerdeki biçimi başka olur. Hanefilerde “devir” adı verilen biçimiyle uygulanır. “Devr”in büyüğü vardır, küçüğü vardır. Din adamları, ölü sahiplerine, hangi türünden istediğini sorarlar, ona göre yaparlar. Ölen zenginse, sahipleri de cömertse, büyüğünü, yoksa küçüğünü yapma yoluna giderler. Çok yoksulsa, bir şey yapmazlar. Yani çok yoksul olan kişi öldü mü, borçtan, günahtan arındırılmış olarak gider öbür dünyaya.
Sf: 104
Ve sinekler, sinekler. Sofra hazırlanmıştı. Onu oturtular, kendileri de oturdu. Kaşıklamaya koyuldular. Bir pilava, bir ayrana dalıyordu kaşıklar. Yarışırcasına… Yarışa, üşüşen sinekler de katılıyordu. Yerlerden, yiyeceklerden kalkıp sofraya, sofradan uçup, yerlerdeki yiyeceklere, süte yoğurda konuyorlardı. Düşüp ölüyordu da zavallılar. Düşüp ölenlere baktı, batıp çıkmaya çalışanları izledi; düşüncelere daldı. Ezberlemeye çalıştığı “kırk hadis”ten bir hadise takıldı. “Sineğin bir kanadı batarsa, öbür kanadını da batırın. Çünkü bir kanadında zehir, öbür kanadında panzehir vardır” diyordu hadis. “Bunca sineğin kanadıyla nasıl uğraşılır? diye düşündü.
Sf: 116
Safo’yla birlikte çıktılar evden. Cami, apteshane, küllük, kuleteyn… Kulleteynde “taharet” yapanlar, yüzünde yüzen fırtıkkları, çöpleri iterek sabah namazına aptes alanlar. Bir iki horoz ötüşü. Telaşlı telaşlı mala davara, işe güce koşanlar. Arada bir bağırmalar, konuşmalar… Koyun, sığır, köpek sesleri… Kağnıların gıcırtıları. Ve sabahın serinliği…
Yürüdüler. Tutak’a giden yola girdiler. Konuşmadan ilerlediler. Sabah ezanı. Çığılık gibi çıkan bir ses. Serinlikte damlara, kuru ağaçlara bir konan, bir uçan kargalar… Köyü arkada bırakmak üzereler.
-Safo, artık sen dön.
Biraz daha geleyim.
Biraz daha yürüdüler.
Sf: 136
Böyle güç durumda “Şeriat”ın ne dediğini anlatmaya koyuldu hoca.
-“Teyemmüm”ü (toprakta abtes almayı) caiz görenler var. Amma en iyisi, İmam Ebu Yusuf’un fetvası.
– Onun fetvası nasıl?
Hoca açıkladı. “Düşü azan” bir başka deyişle “şeytanı atlayan ve o yüzden beli gelen kimse, hemen daranıp “kamış”ını yakalayacak, ucundan tutup “yılanın başını sıkar gibi” sıkacak. Ve de bir şeyle bağlayacak. Böylece meninin çıkmasını önleyecek.
Ne var ki soruyu soran kişinin buna kafası yatmadı pek.
-Hele dur hoca, onu ben nasıl yahalarım o sıra? haydi yahaladım: “yılanın başını sıhar gibi” de onun başını sıhtım; bağladım yerinden dolu dolu kopup gelen patlatmaz mı onu? Aman elini öptügüm, bir servetimiz var, o da elimizden gitmesin!!!
Gülüştüler. Hoca da güldü. ama karşılığını da verdi.
Ey neydek, başımızın bağlı olduğu Şeriat öyle diyer mi?
Gurban olim o Şeriate. Amma, en sıhıp mıhmam. Bırahırım çıhsın? Başımı derde sokmamam için o sabah namazını da gılmam, olur biter.
Sf: 138
Büzüldüğü yerde, yüzlere bakan, sözleri dinleyen küçük konuk bir soru yöneltti hocaya:
– Hocam, gök katlarının, yer katlannm her birinin beş yüz yıllık olduğunu okudun.
-Hee?
– Yaya “yörüyerek”mi, arabayla mı? Yahnd da, atla mı “beş yüz yıllık”?
Bu beklenmedik soru, dinleyenleri mest ederken, hocayı da şaşırtmıştı. Şaşkınlık, daha önce böyle bir soru hiç .sorulmamasmdan mı, yoksa soranın bir çocuk olmasından mıydı? Belli değil. Hoca bendini toparlayıp cevabı yapıştırdı:
– “Deve yürüyüşüyle herhal”.
Bunu nereden bildiğini de açıklamıştı: “Seferi” için Şeriattaki uzaklık, “deve yürüyüşü”yle ölçülür. Öyleyse burada da aynı ölçü geçerli. “Beş yüz yıllık bir kalınlık”, kitapta açıklanmadığına göre böyle anlamak gerekirdi. Yani göklerin ve yerlerin her bir katından öbür kata doğru “deve”yle yürüyen olsa, katı bir uçlan öbür uca, ancak beş yüz yılda geçebilecek. “Vay babo!!! Bir evde konukken başına gelen “düş azması”ndan söz açarak hocayı epeyce bocalatmış, cemaati de güldürmüş olan sevimli adam yine atıldı;
– Ey gözüne gurban olduğumun hocası hele dur, şu bizim bildiğimiz deve, o “kat”larda nasıl bulunmuş da, kaç yüz senede yol aldığını görebilmişler? Deve oralarda ne arar? Haydi söylesene gurban olduğum!
Hocanın cevabı da hazu-dı:
– Hele sen söle, her şeye gücü yeten Allah’ın ona gücü yetmez mi? Helbet, ona da yeter!
– “Amenna ve saddakna!” (inandık, iman getirdik, onaylıyoruz!) sesleri. Hoca için: “Allah’ın hikmetinden sual olunmaz!” biçiminde bir kurtarıcı cevap daha vardı, ama hoca bu kez bunu kullanmadı.
Sf: 160
– Hee, gurban olim Hayriye dediğin çoh dorgu. Öle yapah!
Derenin kıyılarında kazanlar kuruluydu. Hem su ısıtılıyordu, hem de kimi, çamaşırlar bitleri ölsün diye kazanlara .sokulup kaynatılıyordu. Akşama da daha vardı.
– Hayriye, kızım, oğlana bir “gölmek” ve işlik getir. Bir de şalvar bul. Yohusa, “enteri” menleri de olur.
Hayriye öbürlerini buldu ama, şalvar bulamadı. Yerine bir entari verdi.
– Haydi şimdi çıhar üstünü, gurban olim. Ceketini, işliğini, altındakini çıkardı. Şalvan kaldı. – Şalvarını da çıharsana yavrum.
– Utanirim. Karılar var.
– “Büllüg”ün mü görünür? Gurban olim verene, böyümüş de karılardan utanir! Çıhar babam, çıhar, utanma. Sen daha çocuhsun. On yaşında bile yohsun daha.
– Bene bahirler.
– Kız “saçı sirkeliler”! Bahmayın oğlana. Haydi bahmirler, bahmirler, sen çıhar şalvarmı. Haydi benim babam!
Çıkarıp verdi şalvarı. Eliyle de bacaklarının arasını kapattı.
Gülüştüler.
Bibisi şalvarı eline aldı, içini dışına çevirdi. Çevirmesiyle de çığlığı koparması bir oldu. Vıy başıma gelenler! Bitler oğlanı öldürmüşler. Anasının babasının bir tek oğlunu. Ve başladı ağlamaya. Şalvarda, dikiş aralarında gece kondular oluşturmuş sıra sıra bitleri görmüştü çünkü. O yörede, o insanlarda bit öyle şaşılası bir şey değildi. Hemen herkeste bulunurdu. Ama böylesi de görülmemişti. Görülebilecek türden de değildi. Oysa bitler ona, o da bitlere öylesine alışmıştı ki.. Bitlere, açıp bakmıyordu bile. Bakacak zamanı da yoktu. Daldı mı derslere, öyle sürer giderdi. Kaşınırdı yalnızca. Bitten kaşındığını çoğu zaman düşünmez, düşündüğünde de aldırmazdı dersler arasında. Aldırsa bile yapabileceği bir şey yoktu pek. Bit Eklembacaklılar dalının böcekler altakımından. 200 kadar türü var. 2 türü insan gövdesinde yaşar. Bu türlere alışıktı insanlar. Ama o şalvarda görülen gibisine değil. Şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
Ve zavallı bitler, alınıp atıldılar kaynıyan kazana. Biraz sonra da bi güzel pişecekler. “Sırttan geçinen” nice parazitler, hiç mi hiç ceza görmezlerken…
Bibisi hem ağlıyor, hem söyleniyordu:
– Savak (salak) babası, gözünün ağı karası bir tek oğlunu götürüp attı Kürtlerin içine. Bakanı olmadı, edeni olmadı,olacağı buydu. Vah bibin öleydi de bunu görmeyeydi.
Huriye, oğlana entariyi giydirdi. Sonra:
– Haydi ana, siz şimdi gidin. Oğlanın karnı da acıhmıştır. Haydi durmayın!
Sf: 165
Durumlarının düzelmesinde, Ahmet’in hep bağlı kaldığı ilkelerinin payu büyüktü. Ötekilere de aşıladığı temel ilkelerinin başında, şu geliyordu: “Bela gelcek işlere girmemek.”
-“Garışma, neyine gerek!”
Sık sık kullandığı sözler arasındaydı bu. Kimseyle kavgaya girmez, kavga olunca da “şahit mahid yazarlar” diye hemen sıvışırdı.
Sf: 174
Gösterilen kapıdan içeri girdiler. Karşıda, masasında oturan bir adam.
– Ne istiyorsunuz? diye sordu.
Bibisi konuştu:
– Bu benim gardaşımın oğlu. Duran.
– Peki isteğiniz ne?
– Canınızın sağlığı, bizim heç isteğimiz yoh.
– Niçin geldiniz buraya?
– Vallaha ne bilim, siz çağırmadız (mı)?
Ocaklardan ırah, bir herif kesmişler. Sen sölesene oğul! Bu kez o konuştu:
– Ben gördümüdü
-Neyi gördün çocuğum?
– “Başı kesik herifi.
– Haa, tamam tamam. Dur bakim senin adın, soyadın neydi? Adını, soyadını söyledi, başı kesik adamı nasıl gördüğünü anlattı. Savcı da ifadesini yazdırdı. İşlerinin bittiği söylenince de çıktılar.
Artık arkalarına bile bakmadan, hızh hızlı gidiyorlardı evlerine doğru.
Sf: 175
Geniş bir kap içinde ortasında süt ya da yağ gölleştirilerek yenen bir karışım olan “haşıl” pişirilmişti o akşam. İşte güçte olanlar da toplanıp gelmiş, kimse dışarda kalmamıştı. Tandır başında yenecekti. Lamba alınıp getirildi, uygun bir yere kondu. Sofra kuruldu ortaya. “Sele”den ekmekler “indirildi”. Ağaç kaşıklar getirildi, dizildi.
“Peşhun”un (sofra tahtasının) çevresine oturdular. Oturanlarla kaşıklar sayıldı. Bir kaşık eksik. Başka kaşık olsa getirilecekti, ama yok. İki kişinin aynı kaşıkla yemesi gerekiyordu. Evin anası, sorunu çözümledi:
– Ben, onunla barabar yiyerim. Zaten az yiyecem, iştahım yoh…
“Onunla” derken kocasını gösteriyordu. İki kişinin aynı kaşıkla yemesi çok doğaldı. Daha çok kişi de aynı kaşıkla yerdi sırasınca. Kaşığın hiç bulunmadığı zamanlarda da elle, ekmek kaşıklaştırılarak yenirdi.
Sf: 190
Oğlan, Arapça kitaplardan birçok satırlar okudu, anlamını anlattı. Ayrıca ezberlediklerinden okudu, açıkladı. Tavuğun yolunması işi bitmişti. Parçalanmasına; yıkanıp tencereye yerleştirilmesine sıra gelmişti. O iş de orada yürütüldü. Baba oğul konuşması, bir yarışmaya, bir boy ölçüşmesine dönüşmüştü. Çünkü oğlanın okudukları ve açıkladıktarı karşısında baba da geri kalmış gözükmek istemiyordu. “Ben de bir şeyler biliyorum. Ben de daha çok şey biliyorum..” havasındaydı. Oysa birçok yönden baba çok gerilerde kalmıştı. Oğlanın birçok öğrendiklerini baba bilmiyordu: Oğlan Arapça dilbilgisini, oldukça ileri sayılabilecek ölçüde öğrenmişti. Babaysa bu alanda hiç okumamıştı. Oğlan, elindeki Arapça kitaplan okuyabiliyor, anlamını verebiliyordu. Babaysa bunları okuyamıyordu bile. Oğlan birçok şey ezberlemişti Arapça metinlerden. Şiirler ezberlemişti, dini öğütler ezberlemişti, hadisler ezberlemişti. Hepsini de olabildiğince Tüıkçeye çevirebiliyordu. Babaysa bunlardan habersizdi. Buna karşılık, Türkçe kitaplarda, ibadet ve dini “kıssa”lar (öyküler) alanında okudukları çoktu. Cemaatinede de bunlardan anlatıyordu. Bunların çoğunu da oğlu bilmiyordu. Ama oğlan bunları küçümsüyordu. Taraştılar:
– Baba o Türkçe kitapların çoğu asılsız.
– Hele eşşeğin sıpasına bah; Nerden bilirsin asılsız olduğunu?
– Vallaha asılsız. “Sahih” (sağlam) hadislere uymir.
– Uyir uyir, sen daha öğrenecen. Derslerin daha yuharılara çıhtığında öğrenecen. Babası; oğlu, umduğundan da çok okumuş diye hem seviniyor; hem de kendisinin geri kalmış olmasına üzülüyordu. Ama geri kaldığını “itiraf” etmiyordu bir türlü. Babalığın “hükmünü” göstermeye çalışıyordu. Zaman zaman da azarlamalara başvuruyordu. Ama nene araya giriyor, torunundan yana ağırlığını koyuyordu:
– Ne kıshanirsin, işte benim oğlum (torunum) daha çoh ohumuş, daha çoh bilir!
– Ana sen ele diyirsin, şımarir.
– Şımarmaz benim yavrum şımarmaz.
Ana da karışmadan edemedi:
– Vıy, senin gözün götürmir mi ne? dedi kocasma.
– Sus kız sen!
– Vıy anam, hele herifin derdine bah. Karşısına almış oğlanı, çekişip durir. Niye götürüp bırahtn taa Kartallı’lara? Ohusun diye değil mi? Sevinip “ögüneceğin” yerde, “didikleyip” durirsin çoh ohudu diye. Helbet…
– Kes yeter. Seni mi dinliyek?
-!!!
Tartışma kesildi. Parçalanıp temizlenen tavuğun yerleştirildiği tencere, hemen oracıktaki ocağa konmuş; ocak ta yakılmıştı. “Tavuklu pilav” pişecekti.
Sf: 192
Yemeyi bahçede yemeye karar verildi.
“Peşhun”, tencere, genişçe ve derince bir kap. kaşıklar, ekmekler, soğan.. Bu sofra, yalnızca büyüklere hazırlanmıştı. Ananın dışındaki büyüklere. Ana (Hatun), “elin herifi”yle bir sofrada yemek yiyemezdi. Büyüklerin sofrasına oğlan da katıldı. Öbürleri ayrı yiyeceklerdi. Büyükler yiyip bitirdikten .sonra. Kalanı. Hep öyle olurdu.
Büyükler karınlarını doyurdular. Artanı da küçükler yediler. Aynı kaptan.
Ardından çay getirildi. Yine büyüklere… Küçükler çay içmez. “Çok ayıptır”.
Sf: 194
Güienaz soluk soluğa koşup haber getirdi:
– Ana, giz ana köye “çarşı” gelmiş!
– Sus kız geberesice! Ne bağirirsin, oğlan uyir! Uyandırırsın. Gurban olasın onun tırnağına. Siz “yarıh”lar (kızlar) hepiz gurban olasız! Siz neye yararsınız?
Bu tür azarlamalara kızlar alışıktı. Çünkü kızların ailede hiç değeri yoktu. Kız çocuğu mu “yarıh”tır. Bacak aralarındaki durum, “yarılıklık”, onlar için hep bir kınanma nedeniydi. Abdul Hoca’nınkiler de az değildi. Bir “yarık” olmuş, yetmemiş, bir daha. “Allah’tan işte”! Artık “yetsin” diye üçüncüsüne “Yeter” adı konmuş; ama “Allah yine yeter dememiş”; bir “yarık” daha gelmiş. Bir en çok iki yıl arayla ard arda dizilmişler. “Allah’ın hikmetinden sual olunmaz”! Bunca “yarık”lar içinde ”bir tane büllüklü” var. Onun için de o değerli. Hem “tek”, hem de oğlan. Çok küçük ve cılız durumuna bakmaksızın alınıp Kürtlerin içine atılmış, ona o yaşta inanılmaz çileler çektirilmiş ve çektirilecek olsa da aile için o çok çok değerli.
Gülenaz hemen sesini yavaşlattı.
Sf: 196
El ele tutuşuldu. Oğlan Gülenaz’ın; o da Zinnur’un, o da Yeter’in elinden tuttu. Torba oğlanın sırtında, “çarşı”nın yolu… Hangi şey tutar bu mutluluğun yerini..? Başta “büllüklü”, yanında da “yarıklar” dizi dizi!…
Hafız Celal’le Abdul Hoca’nın sohbeti çok koyuydu. Arada bir karşılıklı bilgi “tartma”ları olsa da bu çok sürmüyordu. Hafız bilgiliydi. Üstelik Abdul Hoca’nın bilmediği Arapça’yı iyi biliyordu. Bildiğini de gösterip baskın geliyordu. Hele Hatun ara sıra hizmet için yanlarına geldiğinde iyice coşuyordu. Abdul Hoca’ysa Türkçe kitaplardaki dini bilgileri edinmişti. Bu bilgilerle kendi oğluna kafa tutar gibi çıkışlar yapabiliyorsa da, Hafız Celale aynı türden çıkışta bulunamazdı. Söyleşileri yalnızca din üstüne de olmadı. Çok çeşitli konulan, köyleri, köylüleri, geçim sıkıntılarını…da içine alıyordu. Özellikle de Celâa’in “cer” konusu üzerinde duruldu. Ve yatsı namazına değin sürdü. Bu namaz kılınır kılınmaz da yataklar serildi…
Sf: 203
Mezin Ahmet, bu Çerkezler, seni burada durdurmazlar.
Abdul Hoca’ya söyleniyordu bu. Söylenen de karısı Hatun’du. Hatun, taktığı bu adla seslenirdi kocasına. Aslında “Mezin Ahmet”, Şarkışla’nın bir köyünde herkesin biraz safça tanıdığı bir müezzin adıydı.
Hoca, karısını hem azarlar, döverdi; hem de sırasında dinlerdi. Bu uyarısını da yabana atmamıştı. Simo’da, Çerkezlerin içinde ev, tarla, çayır satın aldığına pişmandı artık. Esmer’de ağaların elinde kalan topraklarının acısını çıkarırcasına Simo’da satın alma yoluna gitmişti, ma neye yarardı? Tekti, yalnızdı bir sürü istemez kimselerin karşısında.
-Bilirsin, ben de bilirim amma, bir kerre yanıldık. Kurtulmah da zor olacah.
-Get, başha bir kövde imamlıh bul, satah savah gidek.
Hele dur bahah, Allah Kerim.
Sf: 212
-Duraaaaan!!!
Demek anası da onu aramaya çıkmıştı. “
– Bu oğlan niye gelmedi, malla davarla nerde kaldı?” diye düşünerek…
-Ola Duraaaaaan!!!
– Burdayım, ana burdayım.
– Duraaaaan..!
– Anaaaaa! Ben burdayım, burdayım!…
Sonunda anası işitmişti onun sesini.
Ola orda mısm?
-Burdayım.
Anasının karaltısı gözüktü. Görür görmez de hemen yanına koştu. Bir yandan da ağlıyordu.– Ola nerde kaldın, niye bu keder bekledin? Ağlıyarak karşılık verdi anasına.
– Uyumuşum, koyunlar uzahlaşmıştı. Onları aradım.
– Buldun mu? – Buldum da beşi “eskik”.
Sf: 213
– Baban ikimizi de öldürür.
– Barabar arıyah.
– Olmaz, artıh gedek. Karanlıh bastırdı. Daha geç kalırsah elimizdekileri de kurda kuşa yediririk. Hani inekler, öküzler nerde?
– Aşağıda otlirler.
– Heyben?
– Aha şoo ağaçta asılı.
– Haydi seğirt, al, gidek. Koşup aldı heybeyi. Boynuna taktı. Koyunları da alıp sığırların yanına indiler. Ve hepsini önlerine katıp köyün yolunu tuttular. Bir-bir buçuk saat sonra da vardılar.
Yolda, beş koyunun eksik olduğunu babaya söylememeyi, ertesi gün gelip aramayı kararlaştırmışlardı. Vardıklannda, baba yan gelmiş yatıyordu.
– Kız getirdiniz mi hayvanları?
-Heee!
– Ey otlamışlar mı?
– Heee, otlamışlar, karınlarını şişirmişler.
– Ey. Şimdi bir “istihkan” (bardak) çay yap da içim.
Sf: 234
Hatun, kocasını çok iyi anlıyordu. Üzüntüsünü paylaştı.
– Malı mülkü burda almamıza ey etmedik, amma olan oldu bir kere. Allah’tan hayırlısı. Ben diriyirm ki, sen hemen get, başha yerde bir imamlıh ara.
– Yahın kövlerin imamları var. Bir şirvanşeyih köyünde imamdı. Çerkezler daha çok ücret verince buraya gelmişti. Bir de Şirvanşeyih’i “ahlak” yönünden “çok düşük” bulunuyordu. Herkes, birbirinin karısını kaçırıyordu. Hemen herkesin birden çok karısı vardı. Usandıkları zaman, karılarını değiştiriyorlardı. Hocanın çok yadırgadığı, şaştığı durumlar meydana geliyordu. Bir gün Ramiz Ağa, muhtarın iki karısın götürmüştü. Olaylar herkesin gözü önünde oluyordu. Herkes de olağan karşılıyordu. Değişiklik isteyen kocalar da, karılarının alınıp götürülmesine pek ses çıkarmazlardı. Pazarlık bile yaparlardı aralarında. Bir cuma günü, hoca camiden gelirken muhtar önüne çıktı.
– Dur hele, hoca sene bir şey diyecem
-?
Muhtar, hocayı bir yana çekti. Oturdular. Muhtar başladı konuşmaya:
– Bah hoca! Ramiz Ağa’yla sen ey konişirsin, ben konişmirim.
Benim karılara tad vermirmiş. Çok dögirmiş? Bene gelip haber verdiler. Ben garıları ona, dögsün kötülük etsin diye vermedim. Hele Cennet’in dögülmesine heç dayanamam. Sen “müsasiplik”le ağnat, karılarımı dögmesin. Eğer dögerse, gider çeker alırım. Onun karılarını da ona gönderirim. Yoh eger dögmezse, ey tutarsa, biraz daha galsınlar. Sen ağnat ona!
Hoca oradaki durumlara alışmıştı, ama yine de şaşıp kalmıştı muhtadın tutumu ve söyledileri karşısında. Kendi karısının da bir gün elinden alınabileceği kuşkusuna düşmüştü. Bir dayanağı vardı, o da karısının sağlamlığı.
Abdul Hoca, “ahlak” yönünden “düşük” bulduğu köye bir daha gitmek istemiyordu. Onlar birkaç kez gelip: “Gel gene bize imam ol! demişlerdi, hoca kabul etmemişti.
Sf: 237
Öğle üzeri. Ailenin bireyleri mutlu mutlu içeri dışarı girip çıkıyordu. Zaman zaman olurdu bu tür mutluluklar. Genellikle de, pişen yemeğin çeşidine bağlı olarak oluşurdu. O gün de bir “culuk” (hindi) kesilmişti. Bir kesimi kebap oluyor, bir kesimi de bulgurla pişiriliyordu. Ocağın üstündeki kara dipli kazan, dibinin karasma aldırmadan görkemli görkemli duruyor, güzelim yemeğin kokularını çevreye yayan buharlar çıkarıyordu. Küçük çocuklar da çevresinde dört dönüyordu. Keyifli keyifli.
– Ola mala davara bahtın mı?
– Bahtım ana. Yamaçta otlirler.
Yemek pişmişti. Oğlan, kazanın üzerinden bir parça kaçırdı eli yana yana yedi. Biraz da bacılarına verdi. Onlar da ellerini, dillerini yalarak yediler. Ana bağırdı:
– Ola ne yapirsiniz? Babaz namazdan gelsin, sofra gurulsun o zaman yeyin. Korhmayın, çoh, hepinize yeter. Cırılana keder yersiz. (Yani yırtılana dek yersiniz)
O Ana her yemekte, benzer sözleri söylerdi, herkese, sofranın kurulmasını beklemesini bildirirdi. “Ama dinleyen kim?” Hele oğlan, hiç dinlemezdi. Elini, dilini yaka yaka yemeyi çok severdi. Sıcak tencerenin üstünden kaçırarak…
Baba da geldi. O da yemeğin çekici kokusunu almıştı. Mutlu mutlu, sedirdeki yerine gitti, minderine oturdu. Sofra tahtasının, ardından tencerenin, kaşıkların, ekmeklerin, suyun getirilişi. Herkesin, sofra çevresinde dizilişi. Hindinin, anasının eliyle parçalanışı, paylaştırılışı, herkesin payının, önündeki ekmeğinin üzerine konulusu. Pilavın büyükçe bir kapla ortaya yerleştirilişi. Aynı kaptan herkes kaşıklasın diye.. Ve büyüklerden başlayan saldırış…
Herkes tıka basa doyurdu karnını. Eller ağızlar yağlı. Biraz sonra sabun, ibrik ve leğenin getirilişi, ellerin ağızların yıkanışı, aynı “peşgir”le silinişler. Yemek işi bitince çocuklar dağılmıştı. Hocanın ve anasının çayı geldi. Hoca, uzun uzun çekerek ve ses çıkararak keyifle çayını içerken, oğlan sokuldu:
– Baba, kızmassan bi şey deyecem.
– Haydi de bahalun ne deyecen?
– Sen anamı niye dögirsin, günah değil mi?
– Hele eşşegin doğurduğunun sorduğu suale bah. Böyürsen örgenirsin, kanlar dögülür.
– Niye? – Kur’an öle diyir. Nisa suresinin 34. ayetinde Allah diyir ki: “Kadınlarızı dögün!”.
– Amma, karı herife karşı gelirse. Anam sene karşı gelmir ki.. Her işi görir. Yıkiyir, yedirir, içirir. Bah, yemek pişirdi, yedirdi, doyurdu.
– Kazanan kim? Ben kazanirim.
– İşleri gören de, hep anam. Sen imamlıktan başha ne iş yapirsin? Tarlaya, harmana gettiginde de anam yardım edir. Çoluk çocuğa, mala davara bahan da anam.
– Eşşegin sıpasına bah hele. Nasıl da anasmı korir!
Sf: 239
Güzel güzel ödüyorlardı hayvanlar. İnekle dana yanyana. Dana şımarık. Anasının başını uzattığı otları, önünden, ağzından alıp alıp kaçırıyordu. Anası da her ana gibi bundan mutlu oluyor gibiydi. Biraz ötede, güçlü ayaklarıyla kavradığı yerde, deli deli otlayan tosun. Gücünün ve “saltanat”ının doruğunda. Hemen yanıbaşında öküzler. Boyunduruk altından kurtulmuş olmanın tadını çıkarmaktalar. Özgürlüğün mutluluğu. Ama şimdilik. Az ötede koyunlar. Koyun koyuna, boyun boyuna “yayılmaklalar” ağızlarına göre olanı bularak.. İçlerinde bir görkemli: Koç. Hepsinden başka olduğunu kanıtlarcasma kıpırdıyarak, dans ediyor gibi. Otundan, otlanmasından da geri kalmıyor. Ne ki, en çok ilgilendiği şey, başka: Egemenliğindeki koyunlardan, üstüne atlamasını isteyenlerin “-gel, atla!” anlamındaki çağrısı. Çağrıyı alır almaz; hemen gidip atlıyor. Ön ayaklarını dişinin üstüne koyarken, arka ayaklanyla yere basıyor ve upuzun, sip sivri nesnesini, sokmak istediği yere kolaylıkla sokuyor. Çok geçmeden de güçleri birkaç saniyelik erkekler gibi fişeğini atmış, işini bitirmiş olarak iniyor. Biraz otluyor, bir daha. Biraz otluyor, bir daha. Bir daha, bir daha.. İki atlayış arasında biraz otlamadan edemiyor. Atlama gücünü otlardan alıyor sanki.
Bunları izliyordu hep. Hava da oldukça güzeldi. Koçun koyuna atlayışını izlerken, köpeklerde tanık olduğu çiftleşmeyi, köpeğin kancığına atlayışını anımsayıp göz önüne getirdi. Karşılaştırdı. Benzerlikleri vardı, ama benzemezlikleri de vardı. Erkek köpeğin cinsel organı koçunkine oranla hem kalın, hem de topuzlucaydı. Sokulduğu yere kolay giriyor, ama kolay çıkmayabiliyordu.
Koça yaklaştı. Eliyle sırtını, okşadı. Sonra eğilip o sivri nesnesini tuttu. Yuvasına çekilmiş olan nesneyi, üstündeki derinin üzerinden o yana bu yana kıpırdatmaya, deriyi ileri geri etmeye ve itmeye başladı. Receb’in Murat ırmağının kıyısında eliyle “kusturmak” için erkeklik organına yaptığı gibi., koçunkini de elle kusturup kusturamayacağmı görmek istiyordu. Ve görüyordu: Kusturuyordu koçunkini de. Koçunki de atı atıveriyor, “fırtığını” fırlatıveriyordu. Denemesinden ve sonucundan memnun olmuştu.
Sf: 245
Şirvanşeyih’te bir de yakınlan vardı: “Kirve”. Sünnette “kirve”, çocuğu dizine, kucağına oturtur, sünnetçi de sünnet ederdi. Bundan sonra da, “kirve” ile, çocuk ve anası babası arasında bir çeşit akrabalık oluşurdu. Oradaki kirveleri, Ramis ağaydı. İki katlı evi vardı köyde. Başka da iki katlı ev yoktu. Ramis ağanın, “odası da açıktı” her zaman. Ve herkese Ramis ağa, Abdul Hoca’yı ve oğlunu görür de bırakır mı hiç? Bırakmadı. Ertesi gün, Kop’a kadar da at almasıyla o gönderecekti. Akşam, “Abdul Hoca geldi” diye herkes toplanmıştı odada. İk karısını, Ramis ağanın iki karısıyla değiştiren muhtar da gelmişti. Bu şaşılası şeydi. ÇünküRamis ağayla, muhtarlığı biç bırakmayan muhtar küsülüydü. Demek ki barışmışlar. Karılannı değiştirmenin dışında kolay anlaşabiliyor olmasalar da.. Muhtarın da odası vardı ve onunki de açıktı. O, herkesi kendi odasına, Ramis ağada kendi odasına çekmeye çalışırdı. Kimin odası daha kalabalık olursa, onun göğsü daha çok kabanrdı. Birbirierinin odalarına da pek gitmezlerdi. Köyde çoğunun olduğu gibi, onların da dörder karıları vardı. Ama ikisinin de iki karısı epeyce eskimiş, “işe yarar olmaktan çıkmış”tı. O nedenle de bunlar “sabit”ti, bunları değiştirme gereği duyulmuyordu, ikisinin de iki karısı genç ve güzeldi. Aralarında zaman zaman değiştirdikleri de bunlardı. Muhtarın karılarından Cennet adlı olanı, güzelliğiyle ünlüydü. Cennet’i bir kumasıyla birlikte Ramis ağa kaçırmıştı. Muhtarda Ramis ağanın iki karısını kaçırmıştı karşılık olarak. “Kaçırma”, gerçek anlamında değil, lafın gelişi. Gerçekte, kadınlar götürülürken kocaları biliyordu ve karşı koymuyordu. Danışıklı bir durum. Karşılıklı olarak getirdikleri kadınlarla, doyumlarını alana ve usanana dek yaşıyorlar, usanınca da yine karşılıklı olarak herkes kendi kadınlarını geri alıyordu. Ufak tefek tartışmalar olsa da, “alan da veren de memnun” oluyordu. Karılar da pek “şikâyetçi” görünmüyordu. Karşılıklı “karı değiştirme”, köyün, öteden beri sürüp gelen bir geleneğiydi. Yalnız buna “değiştirme” değil de, “kaçırma” adı veriliyordu. Hoca merak ediyordu: Cennet, acaba nasıl kocasının yanında mı, Ramis ağanın yanında mı? Biraz sonra durum aydınlandı: Cennet, yine Ramiz ağaya kaçmıştı. Yine kumasıyla birlikte. Odadakilere hizmet eden, çay getirip götüren de, Cennet’ti. Oyalı ve boncuklu “yazma” sıyla (başörtüsüyle) çok alımlıydı. Cilveli cilveli hizmet ediyordu. Cennet ki ne “Cennet”!…
Muhtar, “Abdul Hoca’nın hatın için odaya geldiğini” anlatarak söze başladı. Ve köylerinin imamı bulunmadığını, bütün köylünün de Abdul Hoca’yı istediğini anlattı. Bir süre bunun üstüne konuştular. Herkes istiyordu gerçekten. Ama hoca, şimdilik söz vermiyordu. Çocuğu, okusun diye uzaklara, Tutak’a, ya da Kartallı’ya götürüp bırakacağını, imamlık içinse kararını sonra, dönüşte vereceğini söyledi. Bu arada hoca, bir rahatsızlığını belirtmeden edemedi:
– Bu kövdeki, “karı kaçırma” işinden hoşlanmirim. İşin doğrusu bu!
Ramis ağa, biraz okumuş bir kişiydi. Eski yazıyı bilirdi. Eski yazıyla birçok kitaplar okumuştu. Hocanın sözlerine karşılık, yerinden hafifçe kıpırdayarak:
– Hoca, “karı tebdil etme”. Kufan’da da yoh mu? dedi.
– Yoh “lebi” (tabii). Kur’an’da da olur mu heç böle şey?
– Hoca, sen daha ey bilirsin ya, Kur’an’da da var.
– Kur’an’ın neresinde var?
– Ahzab Suresinde. Gerçekten de Ahzab Suresinde 52. ayetinde, peygambere seslenerek: “-Bundan sonra, sana hiçbir kadın, cariyelerin bir yana, güzellikleri ne kadar hoşuna giderse gitsin, hiçbirini, başka bir eşle, değiştirmen, helâl olmaz!” dendiği görülüyordu. Demek ki peygambere, bu buyruktan önce, karılarını, güzellikleri hoşuna giden başka karılarla değiştirmesi helal”di. Kimi yorumculara göre, bu “helâl’lik, peygamber için bir daha geri gelmemek üzere ortadan kalkmış, kimilerine göreyse, yalnızca bir süre ortadan kalkıp sonradan yine geri gelmişti. Her neyse, demek ki, sözü edilen ayetten önce böyle bir “helâl’lik vardı ve peygambere, karılarından dilediğini, güzelliği hoşuna giden başka karılarla “değiştirme” izni veriliyordu. Sonuç, “karı değiştirme” diye bir olay vardı demek. Peygamber için var olan, başka inanırlar için niye olmasın?
Ramis ağa, hocaya başka bir ayet daha gösterdi; Tahrim Suresinin 5. ayeti. Bu ayette de, peygamberin karıları. Tanrı katından ileri sürülen koşullar çerçevesinde davranmazsa, o karıların, “daha iyileri”yle, “evlenmiş ya da hiç evlenmemiş kadınlarla, kızlarla, değiştirilebilecekleri” bildirilmekteydi. Abdul Hoca, Ramis ağanın gösterdiği ayetler konusunda birtakım yorumlar ileri sürmüştü, ne ki inandırıcı olmamıştı Ramis ağanın söyledikleri karşısında. Hoca da, kimseyi yolundan çeviremeyeceğini görerek susmak zorunda kalmıştı. Bununla birlikte, hocaya oldukça saygı gösterildiği görülüyordu. Ramis ağa da çok saygılıydı. Çaylar içildi, tatlı tatlı söyleşiler oldu. Sonra vakit ilerleyince herkes birer ikişer çıkıp gitti odadan.
– Baba bit erkeğe bir karı yetmir mi? Allah niye dört karıya izin verir?
– O’nun hikmeti. Hikmetinden sual olunmaz.
– Benim ahlım kabul etmir.
– Senin ahlın daha ne ki?
– Peygamberimizin karıları dörtten de çohmuş.
– Hee. O, Allah’ın sevgili kulu.
– Ayrıca cariyesi de varmış.
– Hee…
– Ramiz emmi Arapça ohumamış amma çoh bilir.
– Böh bilir.
– He vallaha bilir.
– Sus ola! Bilmesi onun başına çalına. Bahsana ne diyir? “Karı değiştirme Kur’an’da varmış”! Heç ele şey ola?
Sf: 248
– Ama ağa görmir misin ayet gösterir. Ben de bilirim. Ayette “tebeddele” geçir. “Tefa’ul” babından. Bu babın “bina”sı “lâzım (geçişsiz)” amma burada “muteaddi (geçişli). “Tebdil” yani “değiştirme” manasında. Baba ister istemez, biraz şaşkınlık, biraz da hayranlıkla dinliyordu oğlunu.
– “Bedel”den. Yani bir karıya “bedel”, başka bir karı. Yaa, vallaha ele. Demek ki var karıları değiştirme. He vallaha.
– Sus ola eşşeğin sıpası sus. Sus da get yat.
Yatmıştı. Ne ki kafasındakiyle…
Sf: 251
Baba oğul, köyden köye gittiler. Kimi yerlerde, rastladıkları arabalara biniyorlardı. Öküz arabalarına… Kimi yerlerde, bu arabalarla özel olarak gönderiliyorlardı. Kimi yerlerdeyse, yaya olarak gidiyorlardı. Sekizinci günde Tutak’a yaklaştılar. Bir buçuk iki saat daha yürüseler, Tutak’a varacaklar. Bir ses işittiler. Arkalarına döndüler ki, iki jandarma. Halktan oldukları halde halka karşı hazırlanmış iki “Anadolu zebanisi”. 300 – 500 metre öteden, koşarak geliyorlar. Hoca, çok korkardı jandarmalardan. Çok korkutulmuştu, çok “zulüm” görmüştü. Jandarma, yörenin insanları için “korku” ve “zulüm” demekti zaten. Ama hoca için ayrıca korkunçtu. “Durun!” sesleri karşısında, baba oğul, ister istemez durdular. Jandarmalar, gelip kavuştular:
– İyi yakaladık seni! Kaç gündür senin peşindeydik! Hocaya söyleniyordu bu. Hocanın yüzü kireç gibi olmuştu. Dudakları da morarmış, titriyordu. Hoca, neden arandığını, peşine neden düşüldüğünü titrek bir sesle sordu. Jandarmalar, azarı, küfrü bastı:
– Sus ulan bir de soruyor, alçak herif. Suçsuzmuş gibi konuşuyor. Çıkar nüfus kağıdını. Hişnikli köpekler bile bunlar kadar korkunç değildi hoca için. Hoca, elini ceketinin cebine attı, nüfus kağıdını aramaya başladı. Korkudan, telaştan bi türlü bulamıyordu. O bulamayınca da, jandarmalar bir yandan dipçikle dürtüyorlar, itiyorlar; bir yandan da en ağır sövgülerle sövüyorlardı.
– Vallaha billaha cebimdeydi.
– Cebindeymiş! Seni namussuz seni! Anasını avradını… Şimdi seni de, çocuğunu da burada bir düzelim de akim başına gelsin! Hoca ne yapacağını şaşırmıştı, oğlu da ağlıyordu. Hem de sövüyordu içinden.
Oğlan ağlayarak:
– Baba ceketini ver bir de ben bahim… dedi.
Sf: 252
Jandarmaların tüyler ürpertici aşağılamaları, dürtüklemeleri arasında hoca ceketini çıkarıp verdi oğluna. Oğlan, bir sürü şeyin doldurulduğu cepleri orada bir yere döktü ve nüfus kâğıdını buldu. Sevinçle babasına verdi.
Hoca nüfus kağıdını jandarmalara uzattı. Jandarmalar alıp baktılar.
– Askerlik yapmamışsın sen.
– Yaptım, orada yazılı.
– Ananın, karının a.’mı yazılı, nerede yazılı? Artık hoca dayanamadı. Korkudan arınmış büyük bir öfkeyle, çekip aldı nüfus kağıdını ve gösterdi:
– İşte burada yazılı, terbiyesiz herifler! Sizin mahsadınız başha, soymah istirsiniz, bende de para pul yoh. Ellerinizdeki tüfeklere güvenirsiniz. Yohusa ikizi de burada haklardım pis herifler. Size Türk askeri denmez.
Jandarmalar hiç beklemedikleri bir karşı çıkışla karşılaşmışlar, kalakalmışlardı. Şaşkınlıkları geçtikten sonra yine küfürle iki yandan biraz dipçik kullandılarsa da hoca artık korkmuyordu. Oğlunu da çekmiş bir yana, ağlamamasını söylemişti. Jandarmalar “alttan almaya” başladılar. “Kötü niyetleri olmadığını” söylediler. Karşılarındakinin hoca olduğunu da bilmiyorlardı. İşini mesleğini sordular. Hoca tehlikeyi bildiği için mesleğini söylemedi.
– Çiftçiyim dedi.
Ama oğlu, babasının “imam” olduğunu söyleyince hocalığı da ortaya çıkmış oldu. Jandarmalar bundan yararlandılar:
– Bir de yalan söylüyorsun “çiftçiyim” diyerek. Hoca olduğunu saklıyorsun. Büyücülüğün üfürükçülüğün anlaşılmasın diye… Köylerde senin büyü, üfürük yaptığını söylediler. Biz de onun için senin peşine düştük. Ve şimdi yakaladık. Seni Karakola götüreceğiz. Bir sürü de dayak ye orada, aklın başına gelsin.
– Büyü, haramdır, ben öyle şey yapmam.
– Sen derdini Karakolda anlat. Haydi gidiyoruz.
Sf: 253
Hep birlikte yola koyuldular. Dereyi, ardından tepeyi aştılar. Biraz daha yürüdükten sonra Tutak karşıda gözüküyordu.
Bu arada hoca, müftüyü tanıdığını, müftünün çok iyi dostu olduğunu söyledi, kendisine yapılan kötülüğü, hakareti anlatacağını belirtti. Jandarmalar ürkmüştü bu açıklama üzerine. Dostluk göstermeye başladılar. Biri, zorla hocanın elini çekip öptü, özür diledi. Öbürü de özür dilemeye katıldı.
– Anasını, avradını s.tiğimin köylüleri, demek ki bize yalan söylemişler, seni yanlış tanıtmışlar. Bilseydik, sana hiç öyle davranır mıydık? Elhamdülillah biz de müslümanız. Hocalara bizim de “hörmet”imiz var. Ama biliyorsun, kanunlarımız büyüyü, üfürüğü yasaklamış. Başımızdakiler bizi sıkıştırıyorlar. “Biz de emir kuluyuz”. Kaymakama hergün sıkı emirler geliyor, kaymakam da başımızdakine m ir veriyor. Jandarmalar, baskı gerekçelerini uzun uzun anlattdar. Tutak’a varmadan hocanın gönlünü almaya çalıştılar. Yükünün taşınmasına yardım ettiler. “Müftü”den çekiniyoriardı çünkü. Müftü, arkalıydı, Tutak’ın ileri gelenlerindendi. Tutak’taki Kaymakam’dan, Ağrı’daki Valiye kadar, müftüye saygı gösteriyorlardı. Tutak’taki karakolda bulundukları için jandarmalar da bu durumu biliyordu.
Jandarmaların biri:
– Benim de babam, Kayseri’de imamdır. Babam duysa bizim yaptığımızı, beni evlatlıktan reddeder. Hoca efendi, ne olur bizi affet! dedi. Hoca da yumuşamıştı.
– Af Allah’a mahsus. Allah affetsin. Bir daha da kimseye zulmetmeyin. – Sağ ol hoca efendi. Tutak’a gelmişlerdi. Jandarmalardan ayrılış. “Cırık Ahmet”in evi, abla Gülbeyaz’ın duygulu karşılayışı, enişte Ahmet’in hiç de içinden gelmediği belli olan “hoşgeldin”i.
Sf: 254
Hoca, enişteyle konuştu:
– Müftü sene ne dedi?
– Duran’ı çok beğenmiş ohutmak istir. Gene de sen müftüye bahma, oğlanı Molla Nasu-‘a götür. Biz de geder, gelir baharıh.
Abdul Hoca bir de gidip Müftüyle görüştü. Müftü, oğlanı olağanüstü buluyordu ve okutmak istiyordu. Ne var ki, oğlanın tek kalabileceği evin sahibi, “Cırık Ahmet” istemiyordu! Yine tek çare: Kartallı köyü. Oğlunu alıp yine Kartallı’ya götürdü ve Molla Nasır’a “teslim” etti. Aynı gün de ayrıldı Kartallı’dan.
Sf: 256
Yine “ders”ler alınacak, “müzakere”ler, “mütâlaa”lar, “metin ezberleri” olacak, sabahları: “Rabe, rabe!” (Haydi kalk, kalk!)”lar, türlü pisliğin yuvalandığı, çöplerin, “fırtık”ların, balgamların kol kola, kucak kucağa yüzdüğü, şeriat ürünü kulleteynde “şapur şupur”lar, “taharet”ler, “abdest”ler, eskilere eklensin diye yeni fırtık ve balgam fırlatmalar, çoğu buradan alman sularla pişirilen her tür yemeğin kapı kapı dolaşılarak büyük kulplu kazanlarla toplanıp getirilmesinin adı olan “ratib”ler, kısacası: Küllükler çöplükler halkıyla, birer molla adayı olan “faki”lerin, “tâlib”lerin, “molla”ların güz ve kış dönemlerindeki yaşamlarından biri daha başlayacak. Halkın şeriat terzilerine biçtirilip diktirilen ilkellik giysisini, zalim düzenle bütünleşen şeyhlik, ağalık, mollalık yararına sürdürmek için…
Sf: 258
Türko, arkadaşlarından ayrılmayı hiç de doğru bulmuyordu. Ama Safo’yu da kırmak istememişti.
-Safo bunlan niye getirdin?
– Yemen için.
– Ama “râtib”…
– “Râtib”i seviyor musun?
– Evet. Hayır da evet.
– Sen bir daha yemek getirme olur mu?
– Olur, Ama anam “götür” derse?
– Arkadaşlanndan ayrılmak islemiyor, “ayıp olur” diyor dersin,
– Peki,
– Yalnız, bu yemek tabağı kalsa iyi olur. Çünkü benim hiç tabağım yok,
– Kalsın, bizde çok tabak var. Kaşık da kalsın.
– Ben sizi görmeye gelirim.
– Akşam gel, olur mu?
– Bu akşam Husso’lara gideceğim. Daha sonra gelirim.
Her zamanki gibi Kürtçe konuştular bunları. Neden ki, Safo, hiç Türkçe bilmiyordu, “Türko”ysa Kürtçeyi iyi öğrenmişti artık.
Safo gitti. O da çekilip bir yana getirileni yemeğe koyuldu. Salo’ların gösterdikleri yakınlığa bakılırsa, onlarda da yiyip içebilirdi. Dahası onlarda yatıp kalkabilirdi. Ama bu, orada “faki”lerin geleneğine tersti. O köylü olan öğrenciler de vardı, onlar da camide yatıp kalkıyorlar, “râtib”den yiyip içiyorlardı. Bu, kendine özgü bir disiplinin gereğiydi.
Sf: 265
Yüksek derslere tırmanmıştı. “Mantık”, “maani” gibi. Okuyup geçtiği alanlarda da derinleşiyordu. Bir yandan da okutmaya başlamıştı. Aşağı derslerde olanlara ders veriyor. Bu da çok yararlı oluyordu kendine. Unuttukları olursa, anımsanmış oluyordu.
Sf: 269
Bir başka haber de Recep’in kendisiyle ilgili: Recep nişanlanmış.
– Kız güzel mi?
– Hee, çoh güzel.
– Zayıf mı “tavlı” (şişman) mı?
– Tavlı. Ben zayıf karı alır mıyım? Karının üstüne çıktın mı, karı altımda yayla gibi olmalı.
– !!!
Sf: 277
Türko’nün okuyup ezberlediklerinden aktararak anlattıkları, öteki fakilerin hayranlıklarını toplamıştı. Ne var ki, kendi anlattıklarıyla kendini doyuramamıştı. Hep takılırdı bu konuya. “Kader” ve “kaza” üzerinde derin derin düşünürdü: “Bu dünyayı Tanrı yaratmışsa kötülükleri neden yaratmış? ‘İmtihan için’ olduğu söyleniyor. İmtihan olmasaydı olmaz mıydı? Herşey ve herkes tam Tanrı’nın istediği gibi iyi olsaydı, öyle yaratılsaydı, imtihana gerek kalır mıydı? Herşeyi yapan, eden Tanrı’ysa insan neden suçlu, günahlı saydıyor? Kader ve kaza karşısında, insanın ‘iradesi’ ne işe yarıyor? Sonuçta yine Tanrı’nın dediği olduğuna göre, insanın herhangi bir yolu, herhangi bir davranış biçimini seçmesinin ne önemi kalıyor? İnsanları cehennemde, ateşte yakmak, kader ve kazanın sahibi kendisi olduğu halde böyle bir cezayı insanlara çektirmesi; Tanrı’nın yüceliğiyle ve ‘merhamet’iyle nasıl bağdaşıyor? Sorular, birbirini kovalıyor, birbirini doğruyor, sonra da burgulaşıyor ve çengelleşiyordu kafasında. Kitaplardaki açıklamalar ve mezheplerin görüşleri de bunların kafasından çıkarılıp temizlenmesine yetmiyordu. Saldıran sorulan, yalnızca “tevbe estağfirullah”larla bastırmaya çalışıyordu.
Sf: 287
O da ne? Alaflıktan “kofik”li bir kadın çıkıp indi. Her yanı saman dolu. İşte, ardından da bir erkek. Ceketi ve uzun donuyla.. O da toz ve saman içinde. “Nereden çıktı bunlar?” Demek ki alaflığın bir kesimindeydiler. Ses çıkarmadan yatmışlardı. Biri altta, biri üstte. O kesim, yeterince aydınlık olmadığı için de gözükmemişler, farkedilmemişlerdi. Alaflık, oldukça derindi çünkü. Kadının giyinik olması da, bir gören eden olur olmaz ya da bir tehlike sezilir sezilmez, hemen fırlamaya hazır bulunma gereğinden ileri geliyordu. Giyiniklik, erkekle kadının yatarken işlerini görmelerine engel değildi. Yatma sırasında, gereken yerlerini açarlar, işlerini görürlerdi. Onlar da öyle yapmışlardı. Pek rahat olmasa da.. Rahatlık aranır mıydı böyle durumlarda? “Kofik”li genç kadın, ahır sahibinin karılarındandı. Mutlu görünüyordu. Ahırı süpürmek için varıp “çalgı”yı aldı eline.
Sf: 288
Süpürmeye koyuldu. “Mazgal”a doğru.. Herif de kaşağıyı aldı, “camuş”Iarı kaşağılamaya girişti. “Türko”ysa onları görmezlikten geliyordu.
“lâ dahle li”l-akli fi hükmi’l- ilahi ve fi tecvizi…”
Adamın karılarından biri daha. Odadan çıkıp geliyor. Söylene söylene. Öfkeli olduğu belli. Genç kadına doğru yürüyor, bağırıyor.
– Doymadı mı gözlerin daha? Herifi yiyip bitireceksin! Gece yetmiyor, gündüzleri de altından beri gelmiyorsun orospu! Eyvah kavga başlıyacak. Erkeklerini paylaşamıyan kumaların kavgası. Erkek, ilgilenmez görünüyor.
Eski karı, kavgaya kararlı. Ağzından köpükler saçıla saçılaa, Kürtçedeki sövgülerin en okkalılarıyla sövüp sayıyor. Genç kadınsa hiç oralı değil. Başını işine eğmiş, “çalgı”yı çalıp duruyor, boklara sidiklere. Bu durum, eski karıyı, daha da çıldırtmışa benziyor.
– Söylesene orospu, ne susuyorsun! Herifi mal gibi kendine bağladın! Gözün ne zaman doyacak?! Eski karı, sövgülerle kalmadı. Varıp bir vurdu genç kadına. Herifte yine ses yok. Genç kadın, başım kaldırıp bir dikildi, yine işine koyuldu. Hiç sesini çıkarmadan. Bakalım sabrı ne zaman tükenecekti. Eski karı, bir vuruş daha indirdi yumruğuyla. iştee o sırada genç kadın katlanamaz olmuştu artık. Elindeki “çalgı”yı kaldırdığı gibi eski karının kafasına.. Bir boğuşma. Hem de ne boğuşma. Saç saça, baş başa. Herif durmuş bakıyor. Ne ses çıkarıyor, ne de gidip ayırıyor. Kadınlar, yenişmeye çalışıyorlar. Hiç biri yenilmek, altta kalmak istemiyor. Genç karı, eski karıyı, ortada bokların yığılı olduğu “mazgal”a çekti. Başındaki “kofik”, düşüp yuvarlandı, sonra da ayaklar altında kalıp çiğnendi. Çevresindeki zincirleri, paralarıyla.. Genç kan, öbürünü “mazgaf’a sokmaya çalışıyor. Bir süre itişme ve boğuşma sonunda birlikte yuvarlandılar. İkisi de “mazgal”ın boklarına gömülmüş debeleniyor. Herif yine gidip ayırmıyor. Dahası: Keyifleniyor gibi bakıyor. O sırada 15-16 yaşlarında bir kız gözüktü. Ardından başka çocuklar. Ve yaşlı bir kadın. Koşup ayırdılar iki kadını. İkisinin de her yanı boklara bulanmışa. 5-6 yaşındaki çocuk, anasının eteğine yapışmış ağlıyordu. Sümükleri ağzına aka aka.. Evin herifiyse, bakıp bakıp gülüyordu. Toplanıp gittiler odaya. “Türko”ysa şaşkın kalakalmışkı. Neden sonra kendine gelip ezberlerine döndü.
“Ve fi tecvizi Ta’lilihi fi’l-ba’zi kavlâni (Tann’nın işlerinin bir nedene, niçine bağlı olup olmadığı konusunda iki görüş vardır…)
Sf: 290
Her öbek, bir ayçiçeğinin yaprakları dizilişinde. Kitaplar önde, açık ve çenelere dayalı. Gözler kitaplarda. Okunsun okunmasın. Uyuma uyuklama da yok. Olursa gözetleyen görevlilerin vurması, dürtmesi hazır. Camsız fitilli lambalardan çıkan koyu, kalın isler, tavandaki hedeflerine önce direk gibi varıp dayanmaktalar. Sonra vurulan noktaların çevrelerini döne döne fırçalamalar başlamakta. İslerin kolları daha da geniş çevreye uzanıyor, kıvrıla kıvrıla yayılıyor ve kim bilir kaç bin kez fırçaladıktarı yerleri bir kez daha fırçalayıp yalıyor. Kollar birleşiyor, ayrılıyor, yeniden birleşiyor, yeniden ayrılıyor. Kucakladıkları tavanda, “koşat”larda, duvarlarda, mimberde, mihrapta, rahlelerde, kitaplarda, yataklarda, yaygılarda buluşuyorlar, aynlıp bir daha buluşuyorlar. Kollar sarmaş dolaş. Her zamanki gibi. Öbekler bu kollar arasında, “sakin” ve sessiz. Hepsi birbirinin ayrılmaz bir parçası. Ağızlar ve burunlar da bolca payını alıyor islerden. Yine her zamanki gibi. “Fırtık”lara, balgamlara karışan isler, ertesi gün, sabahın erken saatlerinden başlıyarak, karıştıklarıyla birlikte, kulleteyne fırlatılacaklar, kulleteynin yüzündeki kalın örtüyü biraz daha kalınlaştıracaklar. Ve karakışın soğuğuyla donup buzlaşacaklar. Kışın her sabahında olduğu gibi…
Sf: 292
Bir sürü mutlu düşüncelerle kucak kucağa kaldıktan sonra kalktı, ceketini, şalvarını giydi. İnce kilimlerden birine de bürünerek, “abdesthane”ye gitmek üzere dışarı çıktı. Tipi kesilmişti. Kar da yağmıyordu. Ama alabildiğine bir ayaz vardı. Elinde ibrik, koşarak “abdesthane”ye girdi, çabuk çabuk işini görüp çıktı. Tam camiye yönelmişti ki, kulleteynde bir ses işitti. Bir de baktı ki: Abdurrahman. O soğukta soyunmuş. Çırıl çıplak. Abdurrahman’ın yanına varmaktan kendini alamadı. Kulleteyn buz tutmuştu. Abdurrahman kıyıdan bir kesim buzu kırmıştı. Ve daldı buzlu suya. Ağzına, burnuna da su verdikten, “guslettikten” sonra hemen çıktı. Titriyordu. Kurulanmadan ve çabuk çabuk üstünü giymeye koyuldu. “Gece düşü azdığı, şeytan atladığı vc cünüb olduğu” için “gusül abdesti” almıştı. Zorunluydu. Sabah namazına hazırlık gerekti. Karakışın ayazında, kulleteynin fırtıklı, balgamlı buzlarını kırıp yıkanmak, “cehennemde yanmak”tan daha kolaydı. İnanmıştı Abdurrahman. Askerlikteki Mehmetçik’ler de aynı tutumu gösterip kışta kıyamette, bulabildikleri derelerin, çayların buzlarını kırarak “boy abdesti” almıyorlar mıydı? “Cünüplük”ten kurtulmak için şarttı boy abdesti. Koşullar ne olursa olsun. “Din, Şeriat” öyle diyordu. Suya batıp çıkmak, temizlenmek sayılıyordu. Abdurrahman da temizlenmişti işte.
Sf: 296
Hava soğuk mu soğuk. Kar yağmıyor, tipi de yok. Ama dondurucu bir ayaz. Hergünkü iki büyük, kulplu kazan. Her birini yine ortasına sokulan sopalarla iki £aki taşıyacak. Kapı kapı dolaşılacak, yemek ve ekmek toplanacak. Yemekler kazanlara, ekmekler çuvallara.. Süt, yoğurt, pekmez gibi şeylerse, yemeklerin döküldüğü kazanlarda yer alacak. Yani herzamanki gibi, eti, sütü, pilavı, pekmezi, hoşafı, çorbası, turşusu… hep aynı kazanlarda toplanacak. Ve bu karışım caminin “hücre”sine götürüldükten sonra tabağı olanların tabaklarına, olmayanların da ekmeklerine konularak paylaştırılacak.
Her zamanki gibi düşüldü yollara. Ellerde eldiven yok. Eller soğuktan, tutulan yerlere, sopalara yapışıyor. Ayaklarda çarık. Baş ve kulaklar sarih, ama ağız, burun açıkta. Kar, fakilerin dizlerini aşıyor, Türko’nun da göğsüne yaklaşıyor. “Vay babo”! Bata çıka ve karlar yarıla yarıla, kimi kesimde birbirinden epeyce uzak evlerin yolu tutuldu. Köpeklerin yüreklere saldığı korkularla.. İtler, büzülüp sindikleri yerlerden çıkıveriyorlar birden.. Kimilerinin boyunlarında demir şişler. Aman zaman vermemekte, karakışla yansırlar.
İki kesim faki de, toplıyacağını topladdctan sonra, “yoksulun da yoksulu” durumundaki evlere uğrayacaklar, topladıklarından onlara biraz verecekler. Kimlerin hangi evlere uğrayacakları, önceden kararlaştırılmıştı. Bir kesimine Şehmus ve Taha, bir kesimine de Abdurrahman ve arkadaşları ağrıyacaktı.
Tüm evler dolaşılmıştı. Döne döne.. Ve eller, ayaklar dona dona.
Şehmus ve Taha, işlerini bitirmiş, camiye yönelmişlerdi. Abdurrahman ve arkadaşları da işlerini bitirmek üzerelerdi. Yalnız, uğrayacakları bir ev kalmıştı. “Yoksulun da yoksulu” olanlardan ve çaresizlerden. Bu eve uğrayacaklar, “râtib”den vereceklerdi. Bu evde, bir kadın, bir çocuğu, bir de çok yaşlı kayınbabası vardı. Genç kadının kocasıysa, askerlikte “vatani görev”ini yapıyordu.
Sf: 297
“Faki”ler bu eve vardılar. Varır varmaz da acı acı yükselen bir sesle karşılaştılar.
– Bu bir çığlık.
– Evet,kadının çığlığı.
– Ne olabilir?
– Kimbilir?
– Kapıya vurup girelim mi?
– Öyle yapalım.
Kapıyı çaldılar, sonra da itip açtılar; Bir de ne görsünler: Kadın, doğum yapıyor. ”Faki”ler hemen geri çıkacak oldular, ama kadının yardım istediğini görünce çıkmadılar. Kadın doğuracak, ama doğuramıyor. Yanında yalnızca bir çocuk var. Anası ağlarken o da ağlıyor.
– Halo Abdo nerede?
Abdo dayı, yani kadının kayınbabası olan yaşlı adam, köyde ebelik işini de yapan yaşlı kadınlardan birini getirmeye gitmiş. Gideli de çok olmuş. Kadın, ağlayarak anlatıyor.
– Kurban olayım beni bırakmayın, bana yardım edin, bir ebe bulup getirin. Kadın, ebelik edebilecek olan ve yaşlı adamın getirmeye gittiği kadının hangi evde olduğunu söylüyor. “Faki”lerden biri hemen gidip bakmalı, getirmeli. Abdurrahman:
– Ben giderim, diyor ve fırlıyor. Yürüdü Abdurrahman. Üşüyen ayaklarının ve ellerinin sızısına aldırmadan.. Karlarla boğuşma. Arada bir karların örttüğü çukurlara düşüp kalkma. Yöneldiği eve yaklaşmıştı ki, yaşlı adamı karşısında buldu. Ama yazık ki iş işten geçmiş olarak. Düşüp debelendiği, çıkmayı başaramadığı çukurda. Yarısına değin karlara gömülü. Gövdenin kalan, kesimiyse kardan adam. Yamalı ceketi ve kuşağı karlarla kaplı. Başının takkesi ve sargısı, çözülüp düştüğü yerde karlar içinde. Donuk bir yüz. Yardım ister gibi bakarken donup kalmış olan gözler. Kılları, buzlaştırdığı karlara yapışmış sakal. Çırpınırken yorgun düştüğü belli olan ve iki yanda serili kalan kollar. İz yaptığı yerde kıvrılmış parmaklar.
Sf: 298
– Halo Abdo,Halo Abdo!
Abdo dayı gitmiş.
Abdurrahman cenazeyle uğraşarak zaman yitirmenin doğru olmayacağını, doğuramayan kadınıı kurtarmak gerektiğini düşünerek ayrıldı. Ebelik edecek kadının evine vardı. Kadın evdeydi. Durumu anlattı Abdurrrahman. Ama yaşlı kadın, o karda, kışta dışarı nasıl çıkacak ve götürülmek istenen eve nasıl gidecekti?
– Gel, sırtıma bin! Abdurrahman sırtladı kadını. Ve düştü yola. Bu sırada doğum yapamayan kadının evinde neler oluyordu? Kadın acılarla bağırıyor, kıvranıyor; yanmdakilerse birşey yapamıyor. Yalnız Osso, ağlıyan çocukla ilgileniyor, susturmaya çabalıyor. Türko da bir şeye yaramış olmak için çıkmış ezan okuyor. Doğum kolay olsun diye. Anası doğururken, babası böyle yapıyordu çünkü. Bir süre sonra Abdurrahman sırtındaki yaşlı kadınla yetişti. Yaşlı kadın hemen kolları sıvadı. “Faki”lere de sobaya ısınması için su koymalarını söyledi.
– Sonra siz bir yana çekilin, ben Allah’ın izniyle doğurturum. Yaşlı kadının anlattığına göre, “çocuk ters çevrilmiş”, doğum onun için güç oluyormuş.
– Dişini biraz daha sık kızım, kurtulacaksın!
Ve doğum gerçekleşti. Ana kurtuldu. Ne var ki, çocuk, birkaç dakika yaşadı ancak. Yaşlı kadın, genç kadını yatıştırmaya, avutmaya çahşıyordu:
– Daha çok gençsin. Çok çocuk doğurursun daha. Üzülme, canın sağ olsun, kocanın canı sağ olsun! Cenazeyi de getirmek gerekiyordu. Abdurrahman, genç kadına duyurmadan, yaşlı kadına anlattıktan sonra, Oso’yu alıp çıktı.
Sf: 299
İki faki varıp yüklendiler cenazeyi. Ve getirip dışarda, yarısına dek karlara gömülü kağnının üstüne koydular. Sonra evden bir hasır götürüp cenazenin üstüne örttüler. Yaşlı kadına da bi yana çekip anlattılar. Çıkmak zorundalardı. “Ratip” kazanındaki karışımdan,bir tasa koyduktan, biraz da ekmek bıraktıktan sonra çıktılar. Cenaze için yine geleceklerini, yaşlı kadına anlattıktan sonra çıkmışlardı evden.
“Ratip” kazanı, çuvalla ekmek götürüldü cami “hücre”sine. Oradakilere durum anlatıldı. Öbür fakilerin götürdükleri dağıtılmış ve yenmişti. Abdurrahman ve arkadaşlarının götürdükleri de paylaşıldı. O da yendikten sonra, cenazeye hazırlık başladı. Cenazenin, cami yanında yıkanması kararlaştırılmıştı. Kimi, mezar kazmaya gönderildi. Kimi teneşiri alıp cenazeyi getirmekle görevlendirildi. Kimine kazanla su ısıtma görevi verildi. Kimine de sabun, eldiven, kefen sağlayıp getirmesi söylendi. Bir yandan da köyün ileri gelenlerine, bu arada Şeyh Şaban’a ve Molla Nasır’a haber verildi.
Görevlendirilenler, aldıkları işi yerine getirdiler. Mezar kazılmış, su ısıtılmış, cenaze getirilmiş, sabun, eldiven, kefen gibi şeyler hazırlanmıştı. Cenaze yıkanıp kefenlendi, teneşire kondu, sonra da “musalla”ya. Namazı kılındı. Büyük hoca Molla Nasır kıldırmıştı namazı. Şeyh Şaban da hazır bulunmuştu. Ve götürülüp gömüldü Abdo dayı.
Sonra, doğru cenaze evine. Genç kadına durumu anlatmaktan başka bir yol yoktu. Şeyh Şaban ve Molla Nasır, kadını teselli eden sözlerle anlattılar. Baş sağlığı dilediler. Herkes birer birer baş sağlığı diledikten sonra cemaat ayrıldı. Fakiler camiye, köylüler de evlerine.. Ardından, kadınlar gelip doluşmuştu cenaze evine…
Sf: 305
Hazırlanan sofra. Bulgur pilavına gömülü tavuk. Tavuğun parçalanıp paylaştırılışı. Pilavın, herkesin kaşık sallayacağı bir büyük kaba konulusu. Tandıra ilk vurulan ve çıkarılan lavaşlar. Lavaşlann sofrada herkesin önüne dizilişi. Sıcak lavaşlardan eller yana yana koparıp ağızlara götürmeler. Evin erkeğinin soğanı ezmek için yumruklayışı. Kaşıklarla, bir yandan tepsideki pilava, bir yandan tasdaki ayrana ve turşuya saldırışlar. Kadın, bir yandan kaşık yarışında geri kalmamaya çalışırken bir yandan da tandıra vurduğu ekmeklerin pişip pişmediğine bakıyor, pişenleri çıkarıyor, yerlerine, açılıp hazırlanmış olan hamurları yapıştırıyor. Dışarda karakış, tipisiyle ıslıklarını çala dursun, içerdekiler keyifli. Tandırbaşı keyfi, yemek keyfi, sıcak lavaş keyfi. Bir de kötürüm kızın kötürümlüğü olmasa, oradakilerin mutluluğuna diyecek olmayacak.
Sf: 318
Köyde doğan çok olduğu gibi, ölen de çok olur. Hele kışın… Yaprak dökülür gibi dökülür köylüler. Çocuklar, gençler, yaşlılar. Kimi, üşütür; hastalanıp ölür. Kimi doğarken, ya da doğururken, ya da doğumdan sonra kan yitirirken ölür. Kimi bir “kaza”ya uğrayarak ölür. Kimi kavgada ölür. Kimi de yolda belde kalarak, donarak ölür. Kış boyunca böyleleri çok görülür, duyulur. Haberler yayılır: “Falanca yolda gelirken ya da giderken yolunu şaşırmış tipide, boğularak ölmüş. Donarak ölmüş.” diye. Ayrıca bir dereyi ya da ırmağı buzun üstünde geçerken buzun kırılmasıyla düşüp boğulanlar, karlarla örtülü bir uçuruma, bir çukura yuvarlanarak ya da bir yerde saplanıp kalarak ölenler.. Hemen her gün duyulur ölüm olayları. Ölen ölür, kalan kalır. Ölenlerin yakınları yanar; o kadar. Kimin neden üzüldüğü çoğu kez bilinmez. “Ecel”e bağlanır. Yörenin Türkleri arasında yaygın bir söz var: “Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane”. Yani ölüm için gösterilen nedenler birer uydurmadır. Asıl neden: “Ecel”. Ecel geldi mi ne yapsan yararsız. “Ecele çare bulunmaz”. Kimin ne zaman, nerede ve nasıl öleceği alnında yazılı. Tanrı eliyle kazılı alınlarda. Gözükmese bile. Değişmez ve şaşmaz. Böyle inandırılmışlardır hep. Herşeyin asıl nedeni “ecel” olunca da, doktora, ilaca gerek yok. “Gerek var” dense de nerede bulunur? “Şeher”lerde, ağalarda, beylerde olur bunlar.
Sf: 324
Murat buz tutmuştur. Ama yine de dikkatli olmak gerekmektedir. Buzların üstü karla örtülüdür. Ayaklarını dikkatli atarak geçmeye başlarlar ırmağı. Abdurrahman herkesten önde gitmektedir. O sırada olan olur: Buzlar kırılıvermiştir. Ve zavallı Abdurrahman buzların altında. Arkadaşlarını bırakıp dönmek zorunda kalırlar. Gözleri yaşlı…
Abduırahman’ın ölüm haberi, onu çok sarsmıştı. Çok iyi, en iyi dostuydu çünkü. Açıktan ağladığı oldu, için için ağladığı oldu. Günlerce unutamadı. İnanamıyordu bi türlü. Birgün çıkıp gelecekmiş gibi, “bak işte geldim.” diyecekmiş gibi ve söylenenleri yalanlayacakmış gibi içinde yer tutan bir beklentiyi uzun süre taşıdı. “Tanrı’m, niye yardım etmedin Abdurrahman’a? O, kızı seviyor, kız da onu seviyordu. Abdurrahman bir Firavun muydu ki boğdun onu ırmakta? İşlerin senin hep böyle mi olur? Senin hikmetine akıl ermez ama, bu hikmet, nasıl bir hikmet?!” Düşünürken bi çeşit kırgınlık, küskünlük duyuyordu içinden. “Gitti Abdurrahman!”
Sf: 325
Tipiler biraz ara verince, Husso’nun düğünüe başlanmıştı. Köydeki tüm düğünler gibi ahırda.
Ahırlar. Soğuktan kaçanların en iyi sığınağı. Kimilerin yatak odası. Bok, sidik içinde düşe kalka oyun oynayan çocukların oyun alanı. “Faki”lerin “metin” ezberleme ve okuma yeri. Sevgililerin buluşma, sevişme yeri. Ve evlenenlerin düğün salonu.
Sf: 326
Zengin ve varlıkların düğünlerinde kuruyemiş de dağıtılır. Çoğunluğun düğünündeyse böyle şeyler bulunmaz. Böyle şeyler yerine “kavurga”lar,'”çedeneli kavurga”lar dağıtılır.
Husso çok varlıklı değilse de, çedeneli kavurganın yanında, kuru üzüm de dağıtılıyordu. “Türko”nun cepleni doldurulmuştu. Çok sevinmişti o da. Bir yandan ağzına atıyor, bir yandan da okşar gibi ellerini şişkin ceplerınde gezdirıyordu. Mutluluğuna diyecek yoktu. Okumayı, metin ezberlemeyi unutmuştu o gün. Herkesin özellikle düğün sahibinin, Husso’nun ve anasının büyük ilgisini görüyordu. Gözler üzerindeydi. Bu da mutluluk veriyordu ayrıca.
Husso gidip onu kucağına aldı. Götürüp, ahırın en güzel yerine oturttu. “Geleceğin büyük din alimi” diye sundu herkese. Sonra, gelinin armağını olan nakışlı çorapları elleriyle ayağına giydirdi. Hepimiz seni çok seviyoruz. Bunları da Hammame senin ayağına göre örüp göndeımiş.
Türko”, şalvarının paçalarının katlanıp içine sokulduğu ve dizlerine değin ulaşan, Anadolu halkının ördüğü yerli kilimlerde de benzeri görülen nakışlarla süslü çoraplarına bakıyordu. Anlatılmaz bir sevinçle…
Sf: 328
Metin ezberi için Safo’ların ahırına gitmişti yine. “Fi’l-akii ğufrânu kiifrin câizun ve lâkin+Etâ lehû nassu tahlidin bi nîrânin” (Akıl, kâfirliğin başlamasını caiz görür. Ne var ki, onların ateşte sürekli yanarak cehennemde kalacaklarına ilişkin kesin âyet ve hadis kanıtları bulunmakta…)
Safo yine gelip dikilmişti karşısına.
– Yeter çok çalıştın, biraz dinlen.
– Ezberleyeceklerim var daha.
– Sonra ezberlersin.
Safo gidip iyice yaklaştı oha. Anasıyla babasının “şey etmeleri”nden söz açtı. Bakıştılar, gülüştüler. Safo’dan bir öneri:
– Biz de onlar gibi yapalım mı?
– Olmaz.
– Niye? – Birden çıkıp gelirler, görürler.
– Gelmezler. Çünkü Sabo (kötürüm kız) uyuyor.
– Babamla anam da dayımlara gittiler. Akşama kadar da gelmiyecekler.
– Ya gelirlerse?
– Vallaha gelmezler.
– Günâh olur.
– Olmaz, biz daha çocuğuz.
– Çocuklara da günah olurmuş.
– Kim diyor?
– Şeriat kitabı. Evlenecek yaşa geldiler mi, çocuklara da günah olacağını söylüyor.
– Biz o yaşa gelmedik ki!
– Sen o yaşa gelmişsin. Geçmişsin bile.
– Ben daha 12 yaşındayım.
– Şeriatimize göre; kızlar 9 yaşma geldiler mi, evlenecek çağa gelmiş oluriar.
– Yaaa?!!!
Sf: 329
– Vallaha. Peygamberimiz Aişe 6 yaşındayken evlenmiş. Ama Aişe anamız 9 yaşına basınca “zifaf olmuşlar.
– Peygamberimiz kaç yaşındaymış o sua?
-52 yaşında.
– Bunu da kitap mı yazıyor?
– Evet. Hadis kitapları. Buhari’de bile yar.
– Buhari ne demek?
– Büyük hadis kitabı.
– Şimdi biz babamla anam gibi yapsak, “günâh olur” öyle mi?
– Evet. Sana günâh olur.
– Sana olmaz mı?
– Benim yaşım küçük. Oğlanlar, 12 yaşına basmayınca evlenecek yaşa gelmiş olmazlar. Ama ben “faki” olduğum için biraz da bana yazılır günâh.
– Günah yazılırsa ne olur?
– Cehenneme atarlar.
– Kimler atar?
– Zebani’ler. Azap melekleri.
– Pis Zebaniler.
– Kız öyle söyleme. Meleklere öyle söylenmez.
– Onlar da yakmasınlar insanları.
– Onlara Allah emrediyor.
Sf: 320
Ratib nöbetçileri, “zalim” kışın egemen olduğu o günkü gibi o gün de büyük bir savaştan çıkmış gibiydiler. Karlara bata çıka, döne döne ve elleri ayakları dona dona evleri dolaşmışlar, toplayacaklarını toplamışlar; yemek karışımlarıyla dolu kazanları ve “lavaş”, “gagala”, yani ekmek dolu “telis”leri taşıyıp getirmişlerdi camiye. Herkes payını aldıktan, yiyeceğini yedikten sonra da “müzâkere” başlamıştı. Büyük hocanın vekili bir mollanın, daha doğru molla adayının yönetiminde olacaktı. O gün, Şehmus’tu yöneten, önce herkes, kendi dersinde takıldığı yerleri sordu, bilenlerin açıklamalarıyla öğrenebildiği ölçüde öğrendi; sonra genel bir konunun “müzakere”sine geçildi. “Taharet” genel başlığı altında toplanan temizliğin kimi kesimleri ele alınıp tartışılacaktı:
Önce “pis” (necis) olmaları gözden geçirildi özet olarak. Bu konu sık sık ele alınıp özetlenirdi. Şeriat’in ve şeriat hükümlerini anlatan kitapların da en başında yer alıyordu. Çünkü “ibadet”e girmek için “taharet”, yani temizlik şarttı. Temizlik denince de pisliğin ve pis olanın ne olduğu bilinmeliydi. “Pisler”, iki ana bölümde inceleniyordu. “Ğaliz”, yani pisliği tam, kesin olan kaba pisler, birinci bölüm. “Hafif yani pisliği tartışmalı, ya da pislik ve ince pislikler de ikincisi. Örneğin “bok”ların, “sidik”lerin kimi “ğalîz”, kimi de “hafif pislerdendir. Çünkü “eti yenen”lerle “eti yenmeyen”lerin “bok”ları, “sidik”leri bir değildir. Bu konuda, Şafii mezhebinin dışındaki mezhepler, daha çok ayrım yaparlar: Hanefi mezhebine göre, “eti yenen” hayvanların, örneğin “deve”nin sidiği, “hafif pis”lerdendir. Dahası, peygamber, kimi Araplara, “deve sidiği”ni içmelerini buyurmuştur. Buhari ve Müslim de bunu yazar. “Eti yenen”lerden “serçe”, “güvercin” gibi kuşların “bokları “pis” kapsamına girmemekte. “Temiz”dir çünkü. Tavuk, kaz, ördek gibi hayvanlann “bok”ları, bunlar “eti yenen” türden olsa da. Ebu Hanefi’ye göre “tam pis”tir. Çünkü bunlar, insan pisliği de yemekteler. Ama hanefi mezhebinin öbür iki imamına göre, bu hayvanların “bok”ları “pis”se de “hafiflerdendir. Maliki mezhebine göre, sığır, koyun gibi hayvanların bokları, sidikleri temizdir. Hanbeli mezhebine göreyse, eti yenen hayvanların hangi türü olursa olsun, boldan da, sidikleri de temizdir. Şafii mezhebine göreyse, tümünün boku da sidiği de “pis”tir. Ama bu pisliklerden “temiz”lenmek “güç” olabilir. O zaman da temizlenmese de bağışlanır. Böyle özetler yapılırken “fırtık” ve “meni” üzerinde de duruldu.
Sf: 331
“Fırtık” ister sümük, ister balgam biçiminde olsun; tüm mezheplere göre “temiz”di. Yalnız “fırlatılırken”, çok dikkat edilmeli; öne, yani “kıble”ye doğru değil; sağa, ya da sola fırlatılmalı. Ya da ayağın altına… Sonra da ayakla ezilirse iyi olur. Bir başka biçimi daha var: Eğer “balgam” biçimindeyse, peygamberin yaptığı gibi yapılabilir: Peygamber balgamını çıkarmış, “giysisinin bir ucuna tükürmüş, sonra da üstüne (eliyle) basıp dağıtmıştı”. Özellikle de Ebu Davud’un yer verdiği bu hadisin kimi biçimlerine, Buhari de yer verir. Bu gösteriyor ki, “fırtık”, temizdir ve hangi türü olursa olsun, “elbise”ye de silinebilir. Temiz olmasa, mendillere silinip ceplerde taşınır mı?
Şafii mezhebine göre, “meni” de “fırtık” gibidir ve “temiz”dir.
“Pis” olanlardan nasıl temizleneceği üzerinde durulurken “işeme” ve “sıçma”nın “adabı”ına değinildi: Bu işin görüleceği yere, sol adım önce atılarak girilecek. Ve temizlikte de sol el kullanılacak. Bir başka önemli nokta da “kıble”ye dönülmeyecek. Tam bu konu görüşülürken, Hâfız Celâl gelip girmişti içeri. Bir yandan kızarmış olan burnunu, kulaklarını ve ellerini sobaya doğru tutarken, bir yandan da, konuya kulak kabartmıştı.
– Durun Allah’ın Kürtleri., diyerek şakak biçimde seslendi ve bir fıkra anlatü: Adamın biri, oğlunu “molla” olsun diye “medrese”ye göndermiş. Oğlan okuyacağı kadar okumuş ve babasının yanma dönmüş. Babası tarlada çalışıyormuş. Bir süre sonra adamın çişi gelmiş, bir yana çekilmiş, işemeye başlamış. “Kıble”ye doğru.. Bunu gören oğlu hemen uyanda bulunmuş:
– Baba, aman yapma!
Niye?
– Kıbleye doğru işenmez!
Adam yönünü değiştirmiş. Ama oğlan yine karışmış:
– Aman baba olmaz!
– Bu kez niye olmaz?
– Görmüyor musun güneşe doğru yöneldin. O yöne doğru da işenmez, günâhtır!
Adam yine yönünü değiştirmiş. Ama bu kez de oğlunun başka bir gerekçeyle karşı çıktığını görmüş. Çatlıyacak nerdeyse. Bakmış ki başka yolu yok; sırt üstü yatmış. Yukarı dikilen nesnesinden attırmaya başlamış. Bu şaşılası durumu gören biri, yanaşıp sormuş:
– Heyy, ne yapıyorsun? Öyle işenir mi, kendi ağzına işiyorsun! Sidiklerin bir kesimi adamın ağzına geliyormuş çünkü; Adam hiç aldırmadan işini bitirdikten sonra cevabını vermiş:
– Sen de çocuğunu molla yaparsan kendi ağzına işersin işte böyle. Patlayan kahkahalar ve “tevbe estağfirullah” biçimindeki mırıldanmalar…
“Müzâkere” sürdürüldü.
Bir dikkât edilmesi gereken nokta da: “Cin”ler. “Cinlerin yuvalan”na işenmemeli.
– “Cinleri yuvaları” nereler?
– “Delik”ler. Peygamberin açıklaması vardır:
– “Deliklere işemeyin! Çünkü bunlar, cinlerin yuvalandır.” “Cinlerin yiyecekleri”yle de temizlenilmemeli. Yani, sıçtıktan sonra kıçı temizlemek için bunlar kullanılmamalı.
– “Cinlerin yiyecekleri” neler?
– “Kemik”ler, “gıgı”lar (deve ve davarların yuvarlak düşen bokları) ve “kömür”ler, “yanmış olan şey”ler.
Peygamberin bu konuda da açıklaması vardı. “Sahih” (sağlam) hadis kitaplannın yer verdikleri bir hadise göre: Cinlerden bir “taife” peygambere gelmiş ve yakınmışlardı:
– “Ey Muhammed! Senin ümmetin, kemikle, deve ve davar gıgılarıyla ve yanmış şeylerle kıçlarını temizliyor. Oysa Tannı, bunları bize ‘rzık’ (yiyecek) olarak vermiştir…” Peygamber cinleri dinleyince bu yakınmayı haklı bulmuş ve bunun üzerine, bu tür şeylerle kıçların silinmesini yasaklamıştı. İşeme ve sıçma duasını okuyarak Tanrı’ya sığınmak gerekiyordu. Çünkü bu ihtiyaçların görüldüğü yerler, “şeytanların yuvalandıkları yerler”dir.
Peygamberin açıklamasına göre, bir de buna dikkat etmek gerekiyordu.
– Kişi üç taşla kıçını silerse temizlenmiş olur”. Kıçı temizlemek için “üç taş” yeterli. Kıçın kıyılarında kalan pisliklerin, o kişinin kendine zararı yok. Hemen tüm mezheplere göre böyle.
Sf: 334
Hafız Celal içeri girerken kapıyı aralık bu akmıştı. İvedilikten…
Canavar soğuğun elinden kendini dar atmıştı çünkü. Aralıktan soğuk giriyordu. Ve bir it başını uzatmıştı.
Ortalık iti. Herkesin tanıdığı “garib”lerden, kimsesizlerden. İçeri bakınca, kimbilir içeridekileri “çok mutlu yaratıklar” olarak görüyordu. Neden ki içerisi sıcaktı. Hiç değilse dışansı gibi değildi. Ve içerdekiler, onun gibi üşümüyorlardı. Oysa içerdekiler de “gariban” takımındandı.
İt bakıyordu içerdekilere.
– Oşt, oşt!
Başını geri çeken it, sonra yine uzattı.
Birinin gidip kapıyı kapaması gerekiyordu. Ama herkes “müzakere”de.
Hafız Celal, eski öğrencisine buyurma hakkını kullanarak:
-Duran! Git o iti kov, kapıyı da eyce ört! dedi.
O da hemen fırladı. Gitti, ite baktı, ama dokunmadı. Orasından burasından buzlardan dikitler oluşmuştu itin. Belli ki ya üzerine su dökülmüştü; ya da zavallı suya düşmüştü. Tir tir ütriyordu.
“Sen de benim gibi garibsin. Sahibin olsa burada olmazdın. Sıcak bir yerde, ahırda mahırda olurdun. Şimdi ne yapabilirim ben sana? Kapıyı kapayıp seni dışarıda bıraksam donarsın soğuktan. Zaten donmak üzeresin. İçeri alsam, köpeksin, içerisiyse cami içi. İçerdekilerde Şafii. Hanefîlere göre de sen camiye giremezsin, ama, Şafiilere göre hiç yerin yok. Hanefiler seni ‘pisliğin kendisi’ (neces-i ayn) saymazlarken, Şafiiler seni öyle görürler. Sen, ‘pisliğin kendisi’sin onlara göre. Kısacası, camiye alamam seni. Şu Tanrı’nın işine bak. Seni niye yaratmış? Madem ki yaratmış; niçin sahip çıkmaz?” İte baktıkça düşündü, düşündü yine ite baktı. Bocalıyor, bir çözüm bulamıyordu. Kapıyı kapamaksa, ne içinden, ne de elinden geliyordu. Bir çözüm bulamamaktan ağlamaya başladı. Bağırdılar:
Sf: 335
– Türko, ne bekliyorsun, kapasana kapıyı!
Hiç bir karşıhk yarmedL Herkes ilgilenmişti. Kimse bir anlam verememişti “Türko”nun durumuna. Osso ve Taha, merak edip yanına gittiler.
– Ne yapıyorsun, kapıyı kapasana!
Kapıyı kaparken baktılar ki “Türko” ağhyor. – Dur hele sen ağlıyorsun!
Niye ağhyorsun, o itten mi korktun ?
– Korkmadım. O zavallıdan korkulur mu?
– Peki neden ağhyorsun öyleyse?
– Zavallı soğuktan donacak.
Onun neden ağladığını anlamışlardı, itin durumuna iyice dikkat etmedik1ikleri halde onlar da acımıştı. Ama ellerinden ne gelirdi? Belki de “Türko”yu avutmak işin Osso:
– İte acıdığın belli. Ama Allah onu it yaratmış. Caminin içine alamayız ya… dedi. Ve ağlamamasını, üzülmemesini söyledi.
– Allah bizi de it yaratabilirdi. Biz il olsaydık, bu soğukta donmayı isler miydik? Bizi dışarıda bırakanlara beddua etmez miydik?
Türko’nün hu karşılığı onları duygulandırmıştı. Öbür fakilerin yanına gidip durumu anlattılar. “Türko”nun ve Hafız Celal’in dışındaki fakilerin tümü Şafii mezhebinden oldukları için üzerinde birleşilen görüş şuydu:
“Kelb”, yani köpek, “pis”tir, ona ne dokunulabilir, ne de onun camiye alınması caizdir. Bu arada Türko, üstünü başını sıkıca giyindi, bir de küçük kilim eline alıp kapıya doğru yöneldi. Onu böyle gören Osso, kuşkulanmıştı. “Bu soğukla nereye gidiyor olabilir? Metin ezberlemek için bir yere gidiyor olamaz. Çünkü eline kilap almadı.” diye düşündü. İzlemeye karar verdi.
Sf: 336
Türko, dışarı çıkınca, itin, duvarın dibine büzülmüş olduğunu gördü. Bi yandan da titriyordu hayvan. Türko’ya baktı. Yardım ister gibi bakıyordu. Türko, elindeki kilimi götürüp onun üstüne örttü. Kendisi de sutını duvara verip dikildi.
Durumu izleyen Osso, fakilere bağırdı:
– Fakiler, gelin hele! Gelin de şu Türko’nun yaptığını görün.
Gelen durumu görüp şaştı ve içerdekilere de duyuracak biçimde şaşkınlığını dile getirdi. Merakla gelen dikildi, gelen dikildi. İçerde kimse, kalmadı ve dondurucu ayazda, caminin önünde koca bir kalabalık oluştu. Gülüşmeler, acımalar, “Allah Allah şunun yaptığı İşe bak!” anlamlı mırıldanmalar, köpek yerine “pislendi” diye kilime üzülmeler… Kalabalık arasında kalan it de şaşkındı. Olduğu yere çöktü. O çökünce üzerindeki kilim sıyrılıp düştü. Türko hemen gidip aldı kilimi ve itin üstüne örttü. Ardından içeri koştu. Gitti; öğleyin yemek üzere sakladığı, orası burası ısınmış ve üstünde yemekler karışımından bulunan ekmek parçasını alıp döndü; götürüp ite uzattı. Soğuktan tüyleri dik dik olmuş ve tüylerinin ucunda buzlar oluşmuş olan hayvancık, güçsüz biçimde başını uzattı. Ekmekten bir parça ısırdı. Yine güçsüz güçsüz yemeye başladı. Kimseye bakmıyordu. Küsmüştü sanki herkese. Arada bir, isteksiz araladığı göz kapaklarının arasından Türko’ya bakıyor gibiydi. Ya da Türko’ya öyle geliyordu. Titremesi de durmamıştı. Biraz azalmıştı o kadar. Uzatılan ekmeği bir daha ısırdı. Yavaş yavaş çiğneyip yuttu. Bir daha, bir daha.. Derken ekmeği bitirdi. O yedikçe Türko seviniyordu. Kalabalıksa, büyük bir gösteriyi izlercesine onları izliyordu. Dondurucu soğuğa aldırmadan.. Fakileri caminin önünde birikmiş gören köylüler de gelip katıldı kalabalığa. Gelenlerden biri, önemli bir şey açıklıyacağını belli eden bir havayla:
– Durun hele, ben bu iti kulleteyne düşmüş çıkarken gördüm biraz önce.
Meğer zavallı it, kulleteynden su içmeye gitmiş. Buzların kırıldığı kesimden su içmeye çalışırken, kırılmadık kesimin üstüne çıkmış. Dayanamayacağını nereden bilsin? Buzlar kırılıverince kulleteyne düşmüş. Bir sürü bocaladıktan sonra çıkabilmiş ancak. Ve sahipsiz olduğu için de caminin önüne gitmekten başka bir yol bulamamış. İt aklı işte, sığınılacak yer olarak camiyi görmüş. Camidekilerin Şafii olduklarını nasıl bilsin?
Sf: 340
– Ölmüş bu!
– Ölmüş! Geçekten ölmüştü “garib”.
Hayvanların boklannı doldurup dökmek üzere taşımaya yarayan “teşkere” (sedye biçiminde taşınan, ortası çukur bir şey) getirdiler; uzaklardaki bir dereye atmak üzere itin ölüsünü koydular ve alıp götürdüler. Türko, son derece üzgün, bakıyordu arkadan.
Kalabalık dağıldı. “Faki”ler camiye, köylüler evlerine…
Türko da, dışarıda biraz daha kaldıktan sonra, beklemenin anlamsızlığını düşündü; itin üstünü örttüğü kilimi alıp camiye girdi. Camide, Hâfız Celal, “faki”lere takıldı:
– Gördünüz mü Allah’ın Kürtleri, kulleteyninize it düşmüş: Sizse orada abdest alıyorsunuz, su alıp yemek pişiriyorsununz! Siz işte öylesiniz!
Köpek Şafiilere göre “pisliğin kendisi”ydi. Ne var ki, düştüğü yer, rastgele bir yer değildi, kulleteyn”di. Ve Peygamberin de, en sağlam hadis kitaplarında bile yer alan bir açıklaması vardı:
– “Bir su eğer kulleteyn ölçüleri içinde olursa pis tutmaz.” Yine de kimi durumlarda ve kimi pislikler nedeniyle kulleteyn boşaltılırdı; çünkü öyle gerekiyordu. Örneğin içine biri düşüp öldüğü zaman.
Sf: 356
– O kızı çoh sevdin mi?
– Safo’yu mu?
– Hee
– !!!
– Haydi, söyle utanma. O da seni sevmiş.
– Kim dedi?
– Belli olirdi.
– !!!
– O kızı sene alah mı, (sana alalım mı)?
– Ben ohirim, ohuyup alim olacam
– Gene olursun. Kız, ohumanı elinden alacah değil ya.
– Bir eve koyarıh.
– Böyümeden, çoh ohumadan, evlenemem ben.
– Sen bilirsin.
Doktrin: “Adalet yoksa devlet koca bir çeteden başka nedir ki?” – Aurelius Augustinus
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (76)
- ★★★★★ şaheser (25)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- hayat kanunları (18)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (381)
- röportaj (3)
- tefrika (19)