Sf: 8 
Gözlerin ruhun aynası olduğu söylenir. Bu söz, kendini salt gözleriyle dışavuran Ali için söylenmişti sanki.

Sf: 12
Hasan’la aynı memeden süt emmiştik. İlk adımlarımızı aynı bahçede, aynı çimenlerin üzerinde atmıştık. Ve ilk sözcüklerimizi aynı çatının altında söylemiştik.
Benimki Baba idi.
Onunkiyse Emir. Benim adım.
Şimdi geriye bakınca, 1975 yılında olanların -ve onu izleyenlerin- kökeninde işte bu iki sözcüğün yattığını görüyorum. 
Sf: 18
Baba’nın buz gibi gözleri gözlerime çivilendi; aynı anda gülmeyi kestim. “Şurada seninle iki erkek gibi konuşmaya çalışıyorum. Bir kez olsun becerebilir misin bunu?”
“Evet, Baba, can,” diye geveledim, Baba’nın bir-iki sözcükle canımı nasıl yakabildiğine bir kez daha şaşarak. Çabucak uçup giden, güzel bir an yaşamıştık (Baba bırakın kucağına almayı, benimle doğru dürüst konuşmazdı bile), bense bir aptal gibi harcamıştım onu. 
Sf: 19
“Güzel,” dedi Baba, ama gözleri ikircikliydi artık. 
Sf: 20 
“Yukarıda bir yerde bir Tanrı varsa, umarım benim viski içmem ya da domuz yememden çok daha önemli meselelerle uğraşıyordur.”
Çünkü gerçeği söylemek gerekirse, hep Baba’nın benden az çok nefret ettiğini hissederdim. Neden etmesin ki? Her şey bir yana, sevgili, biricik karısını, güzeller güzeli prensesini öldürmüştüm, öyle değil mi? Buna karşılık da en azından Baba’ya benzeme nezaketini gösterebilirdim. Oysa ona hiç çekmemiştim. Hem de hiç. 
Sf: 23
Rahim Han güldü. “Çocuklar boyama kitabı değildir. Onları sevdiğin renklere boyayamazsın.”
Sf: 24
Sana söylüyorum, Rahim, bu çocukta bir eksiklik var.”
“Zamanla kendi yolunu bulacaktır,” dedi Rahim Han.
“Nereye doğru peki?” dedi Baba. “Kendini savunamayan bir çocuk, hiçbir şeyi savunmayan bir erkek olur.”
Sf: 32
Hava değil, tuğla soluyordum.
Sf: 33
Bazı günler Baba’ya alabildiğine yoğun, dinsel denebilecek bir tapınma duyardım.
Sabahları nasıl Brut koktuğunu, sakalının yüzümü nasıl gıdıkladığını düşündüm. 
Sf: 35
“Söylesene, Hasan,” dedim. Gülümsedim, ama içimdeki güvensiz yazar ansızın telaşlanmıştı; duymak isteyip istemediğinden emin değildi.
Sf: 37
Bizi kollarına aldı. Bir an, kısacık bir an, o gece olanlara -artık ne olduysa- sevindim. 
Sf: 39
sosyopat.*
*Sosyal davranış bozukluğu olan, toplumsal tehlike arz eden, ruh sağlığı bozuk. 
Sf: 41
“Ne olduğunu öğrenmek ister misin?”
Başımı salladım. Zaten söyleyecekti. Assef her zaman kendi sorularını kendisi yanıtlardı.
Assef gözlerini yeniden bana dikti. Güzel bir rüyadan uyanan birine benziyordu.  
Sf: 43
“Lütfen bizi rahat bırak, Ağa dedi Hasan, düz bir sesle. Assef’e “Ağa” demişti; kısacık bir an, toplumsal sıralamadaki yerini beynine böylesine kazıyarak, onu bir an olsun aklından çıkarmayacak biçimde özümseyerek yaşamın nasıl bir şey olduğunu merak ettim. 
Sf: 47
Hasan kanmış olabilirdi, ama ben kanmamıştım. Doktorlar ne zaman acımayacağını söylese başın belada demekti, biliyordum. Bir yıl önceki sünnetimi gayet iyi anımsıyordum. Doktor bana aynı şeyi söylemiş, hiç hissetmeyeceksin, demişti. Ama o gece, uyuşturucu ilacın etkisi geçince, biri kasıklarımı kızgın kömürle dağlamaya başladı. Baba’nın beni sünnet ettirmek için neden on yaşıma kadar beklediğini anlamıyordum; bunun için onu asla bağışlamayacaktım. 
Sf: 53
Hasan’la bakıştık. Sonra da kahkahaları koyuverdik. Britanyalıların yüzyıl başında, Rusların da 1980’ler de öğrendiği şeyi, yakında bu Hintli çocuk da öğrenirdi: Afganlar bağımsız insanlardı. Afgan halkı gelenekleri sayar ama kurallardan iğrenir. Aynı şey uçurtma savaşında da geçerliydi. Tek bir kural vardı, o da kuralsızlık. Uçurtmanı uçur. Rakibinin ipini kes. Hadi, şansın açık olsun!
Sf: 55
Ama Hasan’la dalga geçmenin büyüleyici bir yanı vardı -hastalıklı bir zevki. Böceklere eziyet ederken hissettiğimiz türden. Tek farkı, şimdi onun karınca benim de büyüteci tutan kişi olmamdı. 
Sf: 56
Bugün bile, Hasan gibi söylediği her sözü inanarak, içtenlikle söyleyen insanların sözlerinin içine bakmakta zorlanırım.
“Ama merak ettim,” diye ekledi. “Benden böyle bir şey ister miydin, Emir Ağa?” Şimdi de o beni küçük bir sınavdan geçiriyordu.
Özü sözü doğru olanların ortak yönü de budur: Karşısındaki kişinin de içten konuştuğunu sanırlar.
Sf: 58
Bir akşam, Baba öykülerimden birini okuyor. Bir tanesini okuyacağını bilsem, ona yüz tane öykü yazardım. 
Sf: 63
Baba damdan beni izliyordu. Bakışları sırtımı kızgın bir güneş gibi dağlıyordu. 
Bunun üzerine bana yaklaştı, alçak sesle beni az da olsa korkutan bir şey söyledi: “Unutma, Emir Ağa. Canavar filan yok; hava da harika.” Kafasından neler geçtiğini çoğu zaman kesinlikle bilemediğim bu çocuk nasıl oluyor da beni açık bir kitap gibi okuyabiliyordu? Okula giden, okuma-yazma bilen bendim. Zeki olan bendim. İlkokul birinci sınıf kitabımı bile okuyamayan Hasan, beni rahat rahat okuyordu. Bu biraz rahatsız ediciydi, ama ne zaman neye gereksindiğini bilen birine sahip olmak, aynı zamanda rahatlatıcıydı da. 
Sf: 72
“Neyin oluyor?” diye sordu. Sorunun amacını anlayamamıştım, ama kendi kendime sabırlı ol, dedim; sabırsızlık adamın hızlı konuşmasını sağlayamazdı. 
Sf: 75
Çünkü sen onun için yalnızca çirkin bir köpek yavrususun. Sıkıldığı zaman oynayabileceği, kızınca da tekmeleyebileceği bir şey. Kendini kandırma.”
Ağzımı açtım, bir şey söylemeye hazırlandım, neredeyse söylüyordum: neredeyse. Söyleseydim, yaşamımın geri kalanı bambaşka olurdu. Ama söylemedim. Yalnızca bakmayı sürdürdüm. Donmuştum. 
Sf: 78
Assef, Hasan’ın yanına diz çöktü, Hasan’ın çıplak kalçalarını tuttu, kaldırdı. Bir elini Hasan’ın sırtına dayadı, öteki eliyle de kemerini çözdü. Kot pantolonunun fermuarını açtı. Külotunu sıyırdı. Hasan’ın arkasındaki konumunu aldı. Hasan mücadele etmedi. Bağırmadı bile. Başını hafifçe çevirdi; yüzünü gördüm. Bu yüzdeki teslimiyeti gördüm. Bu ifadeyi önce görmüştüm. Kurbanlık bir koyunun yüzünde.
Sf: 79
Koyunun gözlerine bakıyorum. Haftalarca rüyalarımdan gitmeyecek bir görüntü. Her yıl arka bahçede yinelenen bu ayini neden izlediğimi bilmiyorum, kabuslar otların üzerindeki kan kuruyup uçtuktan çok sonra bile peşimi bırakmıyor. Ama her seferinde izliyorum. İzliyorum, nedeniyse hayvanın gözlerindeki o kabulleniş. Saçma ama, hayvanın anladığını düşünüyorum. 
Sf: 81
“Nerelerdeydin? Seni arıyordum,” dedim. Bu sözcükleri söylemek, bir taş parçasını çiğnemekten farksızdı.
Alacakaranlığa, Hasan’ın yüzüne vuran, benim yüzüme de iyi kötü gizleyen gözlere minnet duydum.    
Sf: 84
Gazeteyi bıraktı, okuma gözlüğünü çıkardı; bu gözlükten nefret ediyordum; Baba yaşlı değildi ki, önünde uzun bir ömür vardı, bu kahrolası gözlüğü ne diye takıyordu?
Sf: 85
“Son günlerde Hasan’ı pek göremedim,” dedi, Baba. “Yalnızca soğuk algınlığı değil mi?” Alnının endişeyle kırışmasından nefret ediyordum. 
Sf: 88
Bunun, Baba’yla böyle bir gün geçirmenin, anlattığı öyküleri dinlemenin eğlenceli olması gerekmez miydi? Bunca yıldır istediğim şeye nihayet kavuşmuştum. Ama kendimi şu bakımsız havuz kadar boş hissediyordum. Bacaklarımı sarkıttığım havuz kadar.
Sf: 89
Kaka (Amca) Faruk temiz eliyle sırtıma pat pat vurdu. Gözüme bir bıçak sokuluyormuş duygusuna kapıldım. 
Sf: 91
“Ama senden bir şey isteyeceğim,” dedim, gözlerimi sımsıkı yumarak. 
“Ne istersen.”
“Beni taciz etmeyi kesmeni istiyorum. Beni rahat bırakmanı istiyorum,” dedim sertçe. Bana aynı biçimde karşılık vermesini, kapıyı ardına kadar açıp, asıl sen defol, demesini istedim; böylece her şey kolaylaşacak, düzelecekti. Ama böyle bir şey yapmadı; dakikalar sonra kapıyı açtığımda, orada değildi. Kendimi yatağa bıraktım, başımı yastıkların altına gömdüm ve ağladım. 
Sf: 94
Sınıfta gevezelikte kimselerden geri kaldığım yoktu, ama zengin ve herkesçe tanınan bir babam olduğu için, madeni çubuktan paçayı sıyırıyordum. 
Sf: 96
Baba yemek biter bitmez çalışma odasına çekilmeye başlamıştı. Ve kapıyı ardından kapatmaya. 
Sf: 100
“Ah,” dedim. Paketi Assef’ten aldım, bakışlarımı eğdim. Odamda tek başıma olmayı diledim; kitaplarımla baş başa, bu insanlardan uzakta. 
Sf: 108
Bu, Hasan’ın benim için yaptığı son fedakarlıktı. Hayır, deseydi Baba ona inanırdı, çünkü Hasan’ın asla yalan söylemediğini hepimiz bilirdik. Ve Baba ona inandığı zaman, ben suçlanacaktım; durumu, gerçekte kim olduğumu açıklamak zorunda kalacaktım. Baba beni asla, asla bağışlamayacaktı. Aynı anda dank etti: Hasan biliyordu. O geçitte olup biten her şeyi gördüğümü, orada öylece durup kılımı bile kıpırdatmadığımı biliyordu. Ona ihanet ettiğimi bilmesine karşın, beni bir kez daha, belki de son kez kurtarıyordu. O an onu bütün yüreğimle sevdim, hiç kimseyi sevmediğim kadar çok sevdim. 
Sf: 109
“Biz gidiyoruz, Ağa efendi,” dedi Ali.
“Ne?” Baba’nın yüzündeki kan çekiliverdi.
“Artık burada yaşayamayız.”
“Ama onu affettim, Ali, duymadın mı?” dedi Baba.
“Burada yaşamak bizim için artık olanaksız, Ağa efendi.Gidiyoruz.” Ali Hasan’ı kendine çekti, kolunu oğlunun omuzuna doladı. Koruyucu bir devinimdi; Ali’nin onu kimden koruduğunu biliyordum. Ali benden yana bakınca, gözlerindeki o soğuk, bağışlamaz anlamdan, Hasan’ın ona her şeyi anlattığını anladım. Assef’le arkadaşlarının yaptıklarını, uçurtmayı, beni. Tuhaf ama, birisi gerçekte kim olduğumu, nasıl biri olduğumu öğrendiği için memnundum; rol yapmaktan yorulmuştum.
Sf: 110
“Evet. Bizi otobüs durağına götürür müsün, Ağa efendi?”
O zaman Baba, daha önce hiç görmediğim bir şey yaptı; Ağladı. Bu beni korkuttu; yetişkin bir erkeğin ağladığını görmek. Babalar ağlamazdı ki.”
Sf: 112
Bu, Hasan’la birlikte izlediğimiz Hint filmlerinden biri olsaydı, tam da bu noktada dışarıya fırlar, yalınayak, sağa sola su sıçratarak koşardım. Arabanın peşine düşer, durması için çığlık çığlığa bağırırdım. Hasan’ı arka koltuktan dışarıya çeker, gözyaşlarım yağmur damlalarına karışırken, ona üzgün, çok üzgün olduğumu söylerdim. Sağanağın altında kucaklaşırdık. Ama bu bir Hint filmi değildi. 
Sf: 118
Rus askere bakıyordu. “Utanma duygusunun nerede olduğunu sor.”
İkisi konuştular. “Savaştayız, diyor. Savaşta utanma olmazmış.”
“Yanıldığını söyle. Savaş onuru ortadan kaldırmaz. Tam tersine, barış zamanından çok daha fazla onur gerektirir.”
Her zaman kahraman olmak zorunda mısın? diye sordum içimden, kalbim küt küt atarken. Bir kez olsun boş veremez misin? Oysa biliyordum, yapamazdı -doğası böyleydi. Bu kez sorun, doğasının hepimizi ölüme götürecek olmasıydı. 
Sf: 120
On beş dakika kadar sessizce yol aldıktan sonra, genç kadının kocası ansızın ayağa kalktı ve daha önce pek çok kişinin yaptığını gördüğüm şeyi yaptı: Baba’nın elini öptü. 
Sf: 121
Daha iki saat önce, Baba hiç tanımadığı bir kadının onurunu korumak için göğsünü kurşunlara siper etmişti. Şimdiyse bir adamı boğarak öldürmesine ramak kalmıştı. 
Sf: 122
Karanlıktan memnundum. Baba’nın yüzündeki ölümcül anlamı görmek istemiyordum. 
Sf: 123
İlk gece, erkekler hep birlikte dua ettiler. İçlerinden biri Baba’ya, neden onlara katılmadığını sordu: “Allah hepimizi kurtaracak. Neden ona yakarmıyorsun?”
Baba burnuna bir tutam enfiye çekti. Bacaklarını uzattı. “Bizi kurtaracak olan, sekiz silindirle bir karbüratör,” dedi. Bu diğerlerinin Allah konusuna bir daha hiç değinmemelerine yetti.
Sf: 132
Baba yeniden evlenen ama ölmüş karısını bir türlü unutamayan bir dul gibiydi. Celalabat’ın şeker kamışı tarlalarını, Paghman bahçelerini özlüyordu. Evine girip çıkan insanları, Şor Pazarı’nın tıklım tıklım geçitlerinde yürümeyi, onu, babasını ve büyükbabasını tanıyan, onunla ortak ataları bulunan, geçmişi onunkiyle örtüşen insanlarla selamlaşmayı özlüyordu.
Sf: 133
Benim temiz, yumuşak öğrenci elimle onun pürtüklü, nasırlı işçi eli. Kabil’de bana aldığı bütün o kamyonları, trenleri, bisikletleri düşündüm. 
Sf: 137
Gözlerim yaşarmıştı; yüzlerimizi gizleyen gölgelere minnettardım. “Teşekkür ederim, Baba.” 
Daha fazlasını söylemek istiyordum; bu kibar, düşünceli davranışının beni ne kadar duygulandırdığını, benim için yaptığı, hala da yapmakta olduğu onca şeye ne büyük bir minnet duyduğumu. Ama bunların onu utandıracağını biliyordum. Onun için, yinelemekle yetindim: “Teşekkürler”
Soğuk, demli çay içiyor, kakule çiğniyordu; akşamdan kalma olup da başı ağrıdığında, en güvendiği tedavi yöntemiydi. 
Sf: 139
Los Altos’un tepelerine tırmanır, geniş pencereli villaların, dövme demirden, süslü kapıları koruyan mermer aslanların önünde yavaşlar, çimenleri güzelce kırpılmış gezinti yolları, tombul melekli çeşmeleri olan, park yerinde asla bir Ford Torino’ya rastlanmayan malikanelere bakardım.
Pasifik’i ilk gördüğümde, ağlamamak için kendimi güç tuttum. Çocukluğumun sinema perdelerindeki kadar engin ve maviydi. 
Sf: 143
İnce ellerinden umulmayacak kadar sert, güçlü bir el sıkışı vardı; bu kremli deri alttaki çeliği gizliyordu sanki.
Yanlış anımsamıyorsam, babanın gözleri avda da en az işteki kadar keskindi. 
Sf: 144
Sesinde şakacılıktan ya da alaycılıktan eser yoktu; yalnızca yüksekten bakmaya alışmış, kibirli birinin övgüsüydü.
Dar kalçalı, kömür karası, kadife saçlı, çok güzel bir kadındı; elinde bir termosla suni köpükten yapılma bir bardak vardı. Yüreğim hızlanıverdi; gözlerimi kırpıştırdım. Uçan bir kuşun kıvrık kanatları gibi birleşen, kalın  kaşlar; eski bir Pers prensesinin o narin, hafifi kemerli burnu. 
Sf: 145
Günün kalanını, gri minibüse bakma dürtüsüyle boğuşarak geçirdim.
“Beni bilirsin,” dedi Baba. “Sohbet dedikoduya döner dönmez, sıvışırım.”
Sf: 146
“Belki haksızlık, ama bazen bir kaç günde, hatta tek bir günde olanlar bütün bir ömrün akışını değiştirebiliyor, Emir.”
Sf: 148
Gözlerimin arka tarafa, oturmuş kitap okuyan Süreyya’ya kaymaması için olanca irademi kullanmam gerekirdi. 
Sf: 150
“Ne okuduğunu sorabilir miyim?”
Gözlerini kırpıştırdı.
Soluğumu tuttum. Ansızın, bit pazarındaki bütün Afganların gözlerini üzerimde hissettim. 
Sf: 151
Ve bu zehrin acısını o çekecekti, ben değil – Afganlara özgü çifte standardın, benim cinsimi fena halde kayıran eğilimin çok iyi bilincindeydim.
Sf: 153
Yalnızca cinsiyetimi belirleyen genetik piyango sayesinde kazandığım güç, beni bile az çok ürküttü.
“Ya?” dedi Taheri Hanım; gerekeni yapıp davetini geri çevirdiğine memnun olduğunu gizlemeden.
Sf: 154
O gece yatakta, Süreyya’nın gözlerinde oynaşan güneşin ışığı beneklerini, köprücük kemiğinin üstündeki zarif, kırılgan çukurları düşündüm. Sohbetimizi beynimde tekrar tekrar başa sardım. Yazıyormuşsun mu demişti, yoksa yazarmışsın mı? Hangisiydi? Örtünün altında dönüp durdum, tavana baktım; onu yeniden görünceye kadar katlanmam gereken altı yorucu, bitimsiz yelda’yı düşündükçe canım sıkıldı. 
Sf: 156
“Çocukça olduğunu biliyorum, ama Ziba’nın kendi mektubunu ilk yazdığı gün anladım: İstediğim tek şey öğretmen olmaktı. Onunla öyle gururlanıyordum ki; aynı zamanda da gerçekten değerli bir şey yaptığımı hissediyordum. Anlıyor musun?”
Sf: 158
“Sağ ciğerinde bir leke var. Kontrol etmelerini istiyorum. 
“Leke mi?” Oda ansızın küçüldü. 
Sf: 159
İçimden, bu “kuşku” sözcüğüyle iki koca hafta nasıl yaşayacağımı sormak geldi. Yiyip, içmeyi, çalışmayı, ders çalışmayı nasıl becerecektim? Beni bu sözcükle nasıl eve yollardı.
Şu anda mollayı, imanını ve Tanrı’ya duyduğu mutlak güveni fena halde kıskanıyordum. 
Sf: 160
Bütün bir haftayı nasıl geçireceğimi düşündüm. Keşke Süreyya yanımda olsaydı.
“Bu dürüst yanıt için teşekkür ederim, Doktor Amani” dedi Baba. “Kemo filan istemiyorum.” Yüzünde yemek kuponlarını Bayan Dobbins’in masasına bırakırken ki kararlılığın aynısı vardı. 
Sf: 161
Sigarayı tutan elini göğsüme  dayadı. “Bas! Ben kararımı verdim.”
“Peki ya ben Baba? Ben ne yapacağım?” Gözlerim doldu. Yağmurdan ıslanmış yüzünü bir tiksinti yaladı. Çocukken düştüğüm, dizlerimi paralayıp ağladığım zaman yüzünü kaplayan anlamın aynısıydı. Bu ifadenin nedeni, ağlamamdı; şimdi de öyle. “Yirmi iki yaşındasın, Emir! Koca adam oldun! Sen…” Ağzını açtı, kapadı, bir daha açtı. Söyleceklerini kafasında evirip çeviriyordu. Tepemizde, yağmur damlaları çadır bezinden yapılma tenteyi dövüyordu. “Sana ne olacağını soruyorsun öyle mi? Bunca yıldır bütün çabamın, sana öğretmeye çalıştığım her şeyin tek amacı, seni bu soruyu sormayacak biri yapmaktı!”
Kapıyı açtı. Sırtını bana döndü. “Bir şey daha var. Bunu kimse öğrenmeyecek, anlaşıldı mı? Hiç kimse. Bana acımalarını istemiyorum.” Sonra, loş hole girdi. O günü televizyonun karşısında, sigaranın birini söndürüp ötekini yakarak geçirdi. Neye ya da kime meydan okuduğunu bilemiyordum. Bana? Doktor Amani’ye? Yoksa hiç inanmadığı Tanrı’ya mı?
Sf: 162
Baba eski ülkeden tanıdıklarını selamlıyor, ben müşterilerle bir-iki dolar için çekişiyordum. Çok fark edermiş gibi. Tezgahı her kapatışta, yetim kalacağım güne bir adım daha yaklaşıyormuşum gibi. 
Sf: 163
İnsanlar bize doğru seğirtti. Birinin “nöbet geçiriyor” diye bağırdığını duydum. Bir başkası haykırıyordu: “911’i arayın!” Koşan ayak sesleri duydum. Kalabalık çevremizi sararken, gökyüzü karardı.
Baba’yı rahat bırakmaları için onları kandırmaya çalışır gibi. Dizlerimin ıslandığını hissettim. Baba’nın mesanesinin boşaldığını gördüm. 
Sf: 166
Bana çevrilen gözleri ışıl ışıldı. Nedense içimden gülmek geldi. Ya da çığlık atmak. Elimin ayasını ağzıma bastırdım, hafifçe ısırdım. Baba usulca kıkırdadı. 
Sf: 167
Boynuyla yaka arasındaki altı santimlik boşluk gözümden kaçmamıştı. Baba’nın gittiği zaman ardında bırakacağı bütün o boşlukları düşündüm, başka şeyler düşünmek için kendimi zorladım. Gitmemişti ki. Henüz değil.
Sf: 168
Karşı uçta uzun bir sessizlik oldu. “Virginia’da yaşarken, bir Afgan erkeğiyle kaçtım. O sırada on sekiz yaşındaydım… isyankarın… budalanın tekiydim… o uyuşturucu kullanıyordu… Bir ay kadar birlikte yaşadık. Virginia’daki bütün Afganların diline düşmüştük.
Sf: 169
Yeniden ağlamaya başladı.
Ona imreniyordum. Onun sırrı açığa çıkmıştı. Dile dökülmüştü. Üstesinden gelinmiş, icabına bakılmıştı. Ağzımı açtım, az kaldı ona her şeyi anlatıyordum: Hasan’a nasıl ihanet ettiğimi, yalan söylediğimi, onu evden kovdurduğumu, Baba’yla Ali’nin kırık yıllık ilişkisini buz ettiğimi. Ama anlatamadım. Süreyya Taheri’nin yüzlerce bakımdan, benden kat kat üstün biri olduğunun farkındaydım. Cesaret, bunlardan yalnızca biriydi. 
Sf: 173
Sofrada Süreyya’nın karşısına oturmak. Başını göğsüme bastırıp saçlarını koklamanın nasıl bir şey olduğunu hayal etmek. Onu öpmek. Onunla sevişmek.
Sf: 175
Terli erkekler halka olmuş, geleneksel attan dansı yapıyor.
Yaşamım boyunca, çevremde hep erkekler olmuştu. O gece bir kadının yumuşaklığını, sevecenliğini keşfettim. 
Sf: 176
Havai fişekleri, Rahim Han’ın defteri verdiği geceyi, on üçüncü doğum günümü, cızırdayan, kırmızı, yeşil, sarı buketler halinde patlayan kıvılcımları anımsadım.
Defteri Süreyya’ya geri verdim, odadan çıktım. Baba ağlamamdan nefret ederdi. 
Sf: 177
Baba eğilmemizi söyledi, her ikimizi de öptü. 
“Az sonra morfininle suyunu getiririm. Kaka can,” dedi Süreyya.
“Bu gece istemem” dedi Baba. “Bu gece ağrım yok.”
“Peki” dedi Süreyya. Battaniyesini üzerine çekti. Kapıyı kapadık. 
Baba bir daha hiç uyanmadı. 
Sf: 178
Baba yaşamı boyunca ayılarla güreşmişti. Gencecik karısını kaybetmek. Oğlunu tek başına büyütmek. Sevgili memleketini, vatan’ını terk etmek. Yoksulluk. Aşağılanma. Sonunda da, karşısına yenemeyeceği bir ayı çıkmıştı. Ama o zaman bile, Baba güreşi kendi koşullarına göre kaybetmişti.
“… Taimani’deki evi onun sayesinde yaptım…”
“… Allah ondan razı olsun…”
“…. ondan başka başvurabileceğim kimse yoktu, o da beni geri çevirmedi…”
“… bana iş buldu… beni pek tanımazdı bile…”
“… ağabeyim gibiydi…”
Onları dinlerken, kim olduğumun, ne olduğumun aslında Baba tarafından, onun insanların yaşamında bıraktığı iz tarafından belirlendiğini fark ettim. Bütün hayatım boyunca, ‘Baba’nın oğlu’ olmuştum. Ama o artık yoktu. Bana yolu göstermezdi artık; bundan böyle yolu kendim bulmak zorundaydım.
Bu düşünce beni dehşete düşürdü. 
Sf: 179
Baba’nın yasını tutanların arabalarıyla Mission Bulvarı’na doğru uzaklaştığını görebiliyordum. Yakında biz de çekip gidecektik ve Baba tek başına kalacaktı. 
Süreyya beni kendine çekti; gözyaşlarım nihayet boşaldı.
Sf: 161
Süreyya kendini bildi bileli, annesiyle babasının ayrı odalarda yattığını anlattı. Adamın zaman zaman aksileşen, pireyi deve yapan biri olduğunu öğrendim.: Karısının getirip önüne koyduğu kurma’dan bir ısırık aldıktan sonra içini çekip tabağını iterdi; Taheri Hanım, “Sana başka bir şey yapayım” der, ama general onu duymazdan gelip somurtur, karnını soğan ekmekle doyururdu. Bu tür huysuzlukları Süreyya’yı kızdırır, annesini ağlatırdı. Süreyya babasının yatıştırıcı ilaçlar aldığını söyledi. Sosyal yardım parasıyla geçindiğini, ABD’de bir kez olsun çalışmadığını da; onun konumundaki birine yakışmayacak bir işte çalışmaktansa devletin verdiği çekleri yeğliyordu -bitpazarı onun için bir hobi, Afgan dostlarıyla bir araya gelme fırsatıydı. General Afganistan’ın er ya da geç özgürlüğüne kavuşacağına, monarşinin yeniden kurulacağına ve onu yine göreve çağıracaklarına inanıyordu. Böylece her gün gri takım elbisesini giyiniyor, köstekli saatini kuruyor ve bekliyordu. 
Sf: 181
En küçük bir kuşkum yoktu: Elime bir tüfek alıp önüme gelene ateş etseydim bile, o beni bir an sendelemeyen bir sevgiyle sevmeyi sürdürdü.
Sf: 182
Kızının tek başına, kocasız, çocuksuz öleceği korkusundan. Her kadının bir kocaya ihtiyacı vardı. Bu, onun içindeki şarkıyı susturan biri olsa bile.
“Oğulları her gece diskolarda, et peşinde. Kız arkadaşlarını gebe bırakır, evlilik dışı çocuk sahibi olurlar ama kimse ağzını açıp bir şey söylemez. Eh, delikanlılar eğleniyor işte! Ben tek bir hata yaparım ve ansızın herkes mang, namus diye cıyaklamaya başlar; ömrümün sonuna kadar da başıma kakar.” 
Sf: 183
Yanağını öptüm, kaldırımdan uzaklaştım. Arabayı sürerken, neden farklı olduğumu düşündüm. Belki de nedeni, erkekler tarafından yetiştirilmemdi; kadınların arasında büyütülmemiş, Afgan toplumumun onlara uyguladığı çifte standarda doğrudan maruz kalmamıştım. Belki de nedeni, Baba’nın bir Afgan olarak sıradışı bir baba olmasıydı: 
Sf: 184
Her cuma mezarına gidiyordum; bazen, mezar taşında bir buket taze süsen bulunca, Süreyya’nın da uğradığını anlıyordum.
Yatağın sağ tarafında yatıyordu, ben solu yeğliyordum. Kabarık yastık seviyordu, ben sert yastık. Mısır gevreğini kuru yemeyi seviyordu (çerez atıştırır gibi); ben sütle karıştırıp.
Sf: 185
Hiç olmazsa onun gibi değilim; herkes Şoravi’ yle savaşırken öylece oturup ortalığın yatışmasını bekleyen, toz duman dağılınca da harekete geçip hükümetteki o küçük, şık koltuğunu geri isteyen biri…
Sf: 186
“Lütfen, nazr olmasın, Hala can,” dedim, yanağını öperek. “Yalnızca zekat yeter; parayı ihtiyacı olan birine verirsin, tamam mı? Koyun kesmek yok.” 
Sf: 187
“Seninle öyle gururlanıyorum ki,” dedi karım, kadehini kaldırırken. “Kaka burada olsa, o da gururlanırdı.”
“Biliyorum,” dedim, Baba’yı düşünerek. Keşke beni görebilseydi.
Bu aynı zamanda, Süreyya’yla çocuk sahibi olmaya çalıştığımız yıldı.
Sf: 188
Baba olma düşüncesi, içimde bir duygu karmaşası yaratıyordu. Pek çok duyguyu aynı anda yaşıyordum; korku, heves, yılgınlık ve heyecan. Kendi kendime soruyordum: Ben nasıl bir baba olurum? Tıpkı Baba gibi olmak istiyordum; ona hiç mi hiç benzemek istemiyordum.
İliklerine kadar Peştun olan general, bu konuyu ağzına bile almıyordu elbette; bu durumda, kızıyla bir erkeğin arasındaki cinsel eylemi açık açık dile getirmiş olurdu -her ne kadar bu erkek, dört yıldır kızıyla evli olsa da. Ama Cemile Hala bizi bebek konusunda sıkıştırırken, generalin gözleri parlıyordu.

YAŞAM BİR TRENDİR, ATLA!..
Bize bir rota çizdi: Önce ben kontrol edilecektim. “Erkekler kolaydır,” dedi.
Sf: 189
Bunun üzerine, roman için aldığım avansı kullandık. IVF dölleme, uzun, zahmetli, moral bozucu ve başarısız oldu. Bekleme odalarında saatlerce oturup Good Housekeeping ya da Reader’s Digest gibi dergileri okumakla, kağıttan yapılma önlükleri defalarca giyip floresan lambalı, steril, buz gibi muayene odalarına girip çıkmakla, cinsel yaşamınızı bir yabancıyla en mahrem ayrıntılarına kadar konuşma rezilliğine katlanmakla, sayısız iğne, sonda ve numuneyle geçen aylardan sonra, Doktor Rosen’le trenlerine döndük. 
Sf: 190
“Hep bir gün onu, dokuz ay boyunca kendi kanımla beslediğimi bilerek, kollarımın arasında tutacağımı hayal ettim; bir gün gözlerine bakmayı ve orada seni ya da kendimi görüp şaşırmayı, sonra, bebek büyüdüğünde o yüzde senin ya da benim gülümseyişimi görmeyi… Bunlar olmayınca… Yanılıyor muyum?”
Sf: 191
“Onları suçlayamazsın. Bazen, sırf onları dünyaya getirenleri bulmak için, senin onların uğruna yıllarca uğraşıp didindiğin evi terk ediyorlar. Kan çok güçlü bir şeydir, baçem, bunu asla unutma.”
Sf: 196
Gel. Yeniden iyi biri olmak mümkündür, demişti Rahim Han tam telefonu kapatırken. Öylesine söyleyivermişti; son anda aklına gelmiş gibi. 
Yeniden iyi biri olmak.
Sf: 199
“…ülkende olup bitenler korkunç, yar. Afgan halkıyla Pakistan halkı kardeş gibidir. Böyle bilir, böyle söylerim. Müslümanlar birbirine yardım etmeli, dolayısıyla…”
Kulağımı adamın sesine kapattım, kendimi de kibarca baş sallama konumuna ayarladım.
Sf: 201
San Jose Üniversitesi’ndeki yaratıcı yazarlık öğretmenimiz, basmakalıp deyimler için şöyle derdi: “Onlardan vebadan kaçar gibi kaçın.” Sonra da, kendi şakasına gülerdi. Sınıf da onunla birlikte gülerdi, ama ben yerinde kullanılan klişelerin şu ‘cuk oturma’ özelliğiyle insana bir kestirme yol sunduğunu düşünürüm. Onlar insanın işini kolaylaştırır. Ne yazık ki, yinelene yinelene içi boşalan deyimler, bir klişenin her şeyi kısaca, birkaç sözcükle anlatıverme özelliğini gölgeliyor. Örneğin şu ‘eli ayağına dolaşmak’ deyişi. Hiçbir şey, Rahim Han’la kavuşmanın ilk dakikalarını bundan daha iyi anlatamaz.
Sf: 202
“Adı Süreyya Taheri.” Evde bekleyen, benim için endişelenen karımı düşündüm. Yalnız olmadığıma memnundum.
Derin derin iç geçirdi. “Süreyya canla çocuklarınız var mı?”
“Hayır.”
“Ah.” Çayını yudumladı, başka soru sormadı; Rahim Han tanıdığım en duyarlı, sezgileri en güçlü insanlardan biriydi.
Sf: 203
Kalaşnikof’unun dipçiğini alnıma indirdi. “Bunu bir daha yaparsan, dilini keserim, seni yaşlı maymun!” dedi. Rahim Han yamru yumru parmağıyla yarasını ovuşturdu. “Büyükbabası olacak yaştaydım; orada, yüzümden kanlar akarak öylece oturdum ve o köpekoğluköpekten özür diledim.”
Sf: 189
“İzin ver de seni evime götüreyim. Sana iyi bir doktor bulurum. Habire yeni tedavi yöntemleri buluyorlar. Yeni ilaçlar, deneysel tedaviler var. Bunlardan birini deneyebiliriz…” Boşa konuşuyorsam, farkındaydım. Ama ağlamaktan iyiydi – ki, sonunda onu da yapacağım kesindi. 
Sf: 211
Utangaç, son derece saygılı, zarif bir kadındı; konuşurken sesi bir fısıltıdan farksızdı, o güzelim kestane rengi gözlerini kaldırıp da yüzüme bakamıyordu. Ama Hasan’a bakışlarını gören biri, onun Arg’daki tahtta oturan birine baktığını sanırdı. 
Sf: 213
Onlardan böyle bir şey istememiş olsam da, yemeği, temizliği, kısacası bütün işleri üstlendiler. Hasan bahçedeki çiçeklere bakıyor, suluyor, sararan yaprakları ayıklıyor, yeni gül fidanları dikiyordu. Duvarları boyadı. Yıllardır kimsenin uyumadığı yatak odalarını slip süpürdü, kimsenin yıkanmadığı banyoları temizledi. Evi birinin dönüşüne hazırlıyordu sanki. Babanın ektiği mısırların arkasındaki duvarı anımsıyor musun, Emir Can? Hasan’la ona, ‘Hastalıklı Mısır Duvarı’ derdiniz, hani? Güz başında, bir gece yarısı bir roket duvarın yarısın yıkmıştı. Hasan duvarı kendi elleriyle onardı; tuğlaları tek tek, özenle yerleştirdi. O yanımda olmasaydı ne yapardım, bilmem. 
Sf: 215
Sen bilmezsin, Emir, ama gençken dünyalar güzeli bir kadındı. Gamzeli bir gülüşü, erkekleri çıldırtan bir yürüyüşü vardı. Sokakta yanından geçen biri, ister erkek olsun isterse kadın, durup ona bakakalırdı. Şimdiyse…
Bazen camdan dışarıya, bahçeye bakar, Hasan’la annesinin çömelmiş bir yandan konuşurken bir yandan da domates topladığını ya da bir gül fidanını budadığını görürdüm. Kaybolan yılları telafi etmeye çalışıyorlardı, sanırım. Bildiğim kadarıyla, annesine bir kez olsun nerede olduğunu ya da neden gittiğini sormadı; o da hiç anlatmadı. Galiba bazı öykülerin anlatılması gerekmiyor. 
Sf: 216
Sanaubar, oğlanın dört yaşına bastığını görene kadar yaşadı, sonra, bir sabah uyanmadı. Yüzü sakin, huzurluydu; artık ölmeye hazır gibi. Onu tepedeki mezarlığa, nar ağacının yakınına gömdük; son duasını okudum. Hasan için ağır ağır bir kayıptı – sonradan bulduğun bir şeyi yitirmek her zaman daha zordur. Ama küçük Sohrab için daha yıkıcı oldu. Evin içinde dolanır, Sasa’yı arardı. Öte yandan, çocukları bilirsin; öyle çabuk unuturlar ki. 
Sf: 218
“Savaş bitti, Hasan” dedim. “Artık yeniden barış olacak, inşallah, huzura, mutluluğa kavuşacağız. Roket yok, ölüm yok, cenaze yok artık!” Ama o radyoyu kapadı, yatmadan önce bir şey isteyip istemediğini sordu.
Birkaç hafta sonra, Taliban uçurtma yarışlarını yasakladı. İki yıl sonra, 1998’de de Mezra-ı Şerif’teki Hazaraları katletti.
Sf: 219
O kış ve onu izleyen yaz yaptıklarımın iğrençliği beni bir kez daha vurdu. Adlar beynimde çınlıyordu; Hasan, Sohrab, Ali, Ferzane, Sanaubar, Rahim Han’dan Ali’nin adını duymak, yıllardır açılmamış, tozlu bir müzik kutusu bulmak gibiydi; kapak açılır açılmaz melodi başlamıştı.
Sf: 221
Ferzane can, Sohrab ve ben bu mektubun eline geçmesini, seni sağlıklı ve Allah’ın nuruyla aydınlanmış bir halde bulması için duacıyız. Lütfen, mektubu sana ulaştırdığı için Rahim Han Efendi’ye en içten teşekkürlerimi ilet. Bir gün, umarım ben de senden bir mektup alır, Amerika’daki yaşamını okurum. Belki içinden fotoğrafın da çıkar, gözlerimizi aydınlatır. Ferzane canla Sohrab’a seni o kadar çok anlattım ki; birlikte büyüdüğümüzü, oynadığımız oyunları sokaklardaki koşuşturmalarımızı. Yaptığımız haylazlıklar ikisini de güldürüyor.
Emir Ağa,
Çocukluğumuzun Agganistan2ı ne yazık ki çoktan öldü. İyilik bu toprakları terk etti; ölümlerden kaçmanın yolu kalmadı. Ölüm, her an, her yerde ölüm. Kabil’i korku sardı; sokaklar, stadyum, pazar yerleri korku dolu; o artık hayatımızın bir parçası, Emir Ağa. Vatan’ımızı ele geçiren vahşiler, insan onurunu hiçe sayıyor. Daha geçen gün, Ferzane’yle birlikte patatesle nan almak için pazara gitmiştik. Satıcıya patatesin fiyatını sordu, ama adam onu duymadı – galiba bir kulağı sağırdı. Bunun üzerine Ferzane biraz daha yüksek sesle sordu, ansızın genç bir Talip koşarak yanımıza geldi ve elindeki sopayı Ferzane’nin baldırına var gücü ile indirdi. Öyle sert vurmuştu ki, karım yere yığıldı. Adam avaz avaz bağırıyor, Ahlak ve İffet Bakanlığı’nın kadınların yüksek sesle konuşmasını yasakladığını haykırıyordu. Ferzane’nin bacağındaki geniş morluk günlerce geçmedi, bense öylece durup karımın dayak yiyişini seyretmekten başka hiçbir şey yapamadım. Karşı koysaydım, o köpek hiç kuşkusuz beynime kurşunu sıkardı; hem de seve seve! O zaman Sohrab’ım ne yapardı? Sokaklar aç yetimlerden geçilmiyor zaten; sağ olduğum her gün için değil, karımın bir kocası olduğu, oğlum da yetim kalmadığı için.  
Sf: 224
Hasan asfalta devriliyor; karşılıksız bağlılığa adanmış yaşamı ondan ayrılıyor, hızla uzaklaşıyor – tıpkı kovaladığı, rüzgara kapılmış uçurtmalar gibi.

Sf: 225
Doğru sözcükleri bulmak için kendimi zorladım, bulamadım. Hasan’ın ölümünü, bu gerçeği sindirecek zamanım bile olmamıştı. 
Sf: 226
Gözlerimi yere eğdim. 
“Ölen birinin son arzusunu yerine getirmeni istiyorum, hepsi bu,” dedi tane tane.
Az önceki yorumuyla bir kumar oynamıştı. Kozunu kullanmıştı. Ya da o anda, ben öyle düşündüm. Sözcükleri aramızda asılı kalmıştı, ama o hiç olmazsa ne söyleyeceğini biliyordu. Oya ben hala uygun sözcükleri aranıyordum, üstelik odadaki yazar bendim. Sonunda, şunda karar kıldım: “Belki de Baba haklıydı.”
Sf: 227
Dik bir yamaçtan aşağıya kayan, tutunabileceği bir ot, bir çalı arayan ama eli boş kalan biri gibiydim. Oda sallanıyor, yalpalıyordu – aşağı yukarı, sağa sola. “Hasan biliyor muydu?” dedim bin güçlükle; dudaklarım bana ait değildi sanki. Rahim Han gözlerini yumdu. Başını salladı.
Sf: 229
Bir duvardan aşağıya kayma duygusu hafiflemişti. Onun yerini, kendi evinde uyanıp da bütün eşyaların yer değiştirdiğini gören ve artık hiçbir köşe bucağı tanıyamayan birinin yabancılaşma duygusu almıştı.  
Sf: 229
Ama yine de, mezun olduğum günün gecesi, bana az önce hediye ettiği Ford’da yanımda oturan, bira kokan Baba gözümün önünden gitmiyordu: Keşke Hasan da bugün yanımızda olsaydı. 
Sf: 231
Rahim Han, kendime karşı hep çok katı olduğumu söylemişti. Ama ben bundan kuşkuluydum. Evet, Ali’nin ayağının altına o mayını yerleştiren ben değildim; Hasan’ı vurması için Taliban’ı çağıran da. Ama Ali’yle Hasan’ın evden gitmesine ben neden olmuştum. Bunu yapmasaydım bütün bunlar olmazdı, olaylar başka türlü gelişirdi. Bu, çok mu zorlama bir varsayımdı? Belki Baba, Amerika’ya giderken onları da yanına alırdı. Belki Hasan şimdiye kendi evini kurar, onun bir Hazra olduğunu şu kadarcık umursamayan, daha doğrusu Hazra’nın ne olduğunu bile bilmeyen bir ülkede bir iş, bir aile, bir yaşam sahibi olurdu. Belki olmazdı. Ama olabilirdi de.
Sf: 232
Baba’nın söylediği bir şeyi anımsadım. Senin sorunun, kavgalarını senin yerine hep bir başkasının yapmış olması, demişti. 
Sf: 235
“Eh, Amerikan ilaçları kadar cicili bicili değil, biliyorum; yalnızca annemden öğrendiğim eski bir çare.”
Aramızı ısıtma fırsatını kaçırdığıma pişman olmuştum. 
“Madem öyle, bir denesem iyi olacak.”
Kalabalık etmektense acı çekmenin daha doğru olacağın bilecek kadar Afgan’dım. Zorla gülümsedim. 
Sf: 247
Birde aklıma bir şey geldi: Bir başka dünyada olsaydı, bu çocuklar kamyonun arkasından koşamayacak kadar aç olmazlardı. 
Sf: 248
Baba o gece beni öyle kızdırmış, öyle korkutmuş, öyle gururlandırmıştı ki.
Sf: 249
“Kabil senin anımsadığın yer değil.”
“Biliyorum. duydum,” dedim. 
Ferit bana, duymakla görmenin aynı şey olmadığını belirten bir bakış fırlattı. Ve haklı çıktı. Çünkü Kabil nihayet karşımda belirdiğinde, Ferit’in bir yerlerde yanlış yola saptığı duygusuna kapıldım.
Sf: 250
Yanlarında yetişkin bir erkek görmek, neredeyse olanaksızdı. Savaşlar Afganistan’da babaları, çok az bulunan bir mala, değerli bir ayrıcalığa dönüştürmüştü. 
Sf: 251
Kabil’e dönmek, eski, unutulmuş bir dosta rastlayıp talihinin yaver gitmediğini, sahip olduğu her şeyi yitirdiğini görmekten farksızdı. 
Sf: 255
Baba annemi bana hep kaba fırça darbeleriyle tanımlardı; “Harika bir kadındı,”. Bense hep ayrıntıların açlığını çekerdim; saçlarının güneşte parlayışı, en sevdiği dondurma, en sık mırıldandığı şarkılar; tırnaklarını yer miydi? Ama Baba onun anılarını kendisiyle birlikte mezara götürmüştü. 
Sf: 256
Sokaktaki bu yaşı adamdan annem hakkında, Baba’dan bir ömür boyunca alabildiğimden çok daha fazla bilgi edinmiştim.
Kamyonda geri dönerken Ferit’le az önceki olaya, Afgan olmayanların akıl almaz bir rastlantı olarak değerlendirecekleri şeye, sokaktaki bir dilencinin annemi tanımasına değinmedik. Çünkü Afganistan’da, özellikle de Kabil’de böylesi mucizelerin son derece olağan olduğunu ikimiz de biliyorduk. Baba şöyle derdi:”Hiç karşılaşmamış iki Afganı al, bir odaya kapat, on dakika sonra akraba çıkarlar.”
Sf: 257
Adamın, kapının gerisindeki varlığını hissedebiliyordum. Orada durmuş dinliyor, duraksıyor, kuşkuyla umut arasında gidip geliyordu. 
Sf: 264
Bir ayağı dizin hemen altından kesilmiş olanı, sağlam ayağının üzerinde sekiyordu. Elindeki takma bacağı göğsüne bastırmıştı. “Ne yaptıklarını biliyor musun? Bacak için pazarlık ediyorlar.”
Sf: 266
Kapıdan bahçeye kadar uzanan araba yolu, Hasan’la bisiklet kullanmayı öğrendiğimiz yaz sırayla, tepe üstü çakıldığımız bu yol hiç de anımsadığım kadar geniş değildi.
Ev, çocukluğumdan anımsadığım o geniş, beyaz malikaneden çok farklıydı. Daha küçük görünüyordu.
Sf: 270
Kabil’de değişmeden kalabilen bir şey bulabilmiştim, Kebap, anımsadığım kadar yumuşak ve lezzetliydi.
Ağa, Nasrettin Hoca’nın kızıyla ilgili hikayeyi biliyor musun? Hani bir gün kızı eve gelmiş, kocasının onu dövdüğünden yakınmış?” Karanlıkta gülümsediğini hissedebiliyordum; benim de yüzüme bir tebessüm yayılmaktaydı. Yeryüzünde, kurnaz Hoca’ya ilişkin birkaç fıkra bilmeyen tek bir Afgan yoktur. 
Sf: 271
Güldüm. Kısmen şakaya, kısmen de Afgan mizahının hiç değişmemesine. Savaşlar çıkmış, internet icat olmuş, bir robot Mars’ta gezinmişti ve Afganistan’da biz hala aynı Nasrettin Hoca fıkralarına gülüyorduk. 
Hoca’nın bir keresinde “sırtında ağır bir çuvalla eşeğini sürdüğünü duymuş muydun?” dedim.
“Hayır.”
“Yolda karşılaştığı biri neden çuvalı semerin üzerine koymuyorsun, diye sormuş. Hoca şöyle demiş: Ama bu gaddarlık olur; zavallı hayvan beni bile zor taşıyor zaten.”
Sf: 272
Bol baharatlı sosa bulanmış nohut kokusu havayı dolduruyor, sidik ve ter kokularına karışıyordu.
“Yakalanırsa öyle bir kırbaçlanır ki, babası mezarında ters döner,” diye mırıldandı Ferit. 
Sf: 274
Baba’nın çok uzun zaman önce söylediği bir şeyi anımsadım:
Şu kendini her şeyden üstün gören maymunların sakalına tüküreyim. Tespih çekip anlamadıkları bir kitabı ezbere tekrarlamaktan başka ne bilirler? Afganistan bunların eline düşerse, Allah yardımcımız olsun. 
Sf: 275
Sonra, pikaptan uzun boylu, geniş omuzlu bir adam indi. Onu gören seyircilerin bir kısmı sevinçle bağırıp alkışladı. Bu kez sesi yüksek çıktığı için kırbaç yiyen olmadı. 
Sf: 276
Her şey bitip de kanlı cesetler gayet sıradan, aldırışsız bir tavırla kırmızı pikapların kasalarına (ayrı ayrı) fırlatılınca..
Sf: 278
Baba’nın şu an yanımda olması için çok şey verirdim. Baba olsaydı, ön kapıyı ardına kadar açıp içeriye dalar, sorumlu kişiyle görüşeceğini bildirir, yoluna çıkanın da sakalını yolardı. Ama Baba öleli çok olmuştu; Hayward’daki küçük mezarlığın Afgan bölümünde yatıyordu. Daha geçen ay, Süreyya’yla birlikte mezar taşının önüne papatyalı, süsenli bir buket bırakmıştık. Artık tek başımaydım. 
Sf: 279
Bacak bacak üstüne attım. Bacağımı indirdim. Terli ellerimi dizlerime koydum. Bu beni gergin mi gösterirdi? Ellerimi birleştirdim, bunun daha da kötü olduğuna karar verdim, sonunda kollarımı göğsümde kavuşturdum. 
Sf: 290
“İğrenç bir şey bu.” dedim. 
“Nereden biliyorsun? Hiç denedin mi ki?”
“Onu daha iyi bir yere götürmek istiyorum.”
“Nedenini söyle.”
“Bu konu beni ilgilendirir.” diye yineledim. Bana böyle ters, aksi konuşma cesaretini neyin verdiğini bilmiyordum; belki de nedeni, nasılsa öleceğim gerçeğiydi. 
Sf: 293
Kendi dişlerim boğazıma dolunca, boğulmamak için onları yutuyorum; onları fırçalamak, diş ipiyle temizlemek için harcadığım bütün o saatleri düşünüyorum. 
“KOMİK OLAN NE?” Bir kaburga daha çatırdadı, bu kez solda, aşağıda. Komik olan 1975 kışından bu yana ilk kez kendimi huzurlu hissetmemdi. 
Sf: 306
Emir can, bence borcunu ödemenin, gerçek kefaretin yolu da budur: Pişmanlığı iyiliğe dönüştürmek.
Sf: 313
Baba tek önemli günahın hırsızlık olduğunu söylüyor. Yalan söylediğinde, bir insanın gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. 
Sf: 319
Alacakaranlıkta, yüzü solan ışığı yansıtan iki gözlük camından ibarettir. “Siz Afganlar…, şey, biraz gözü kara insanlarsınız. 
Sf: 321
Afganistan’da çocuk çok ama çocukluk yok.
“Baba kötülerin bile canını yakmanın günah olduğunu söylerdi. İstemeden kötü olmuşlar. 
Sf: 325
Yıllar öncesini, Ghargha Gölü’ndeki günü düşündüm; Hasan’ın taşı benimkinden daha fazla sekince, Baba onun sırtını sıvazlamıştı. Baba’nın hastane odasındaki hali gözümün önüne geldi; Hasan’ın dudağındaki pansuman çıkartılınca, yüzünün nasıl ışıdığı. “Bence ikimiz de aynı oranda sevdi, ama farklı biçimlerde.” 
Sf: 330
Sonunda sıcaktan kurtulup içeriye girince, klima yüzüme bir bardak buzlu su gibi çarptı. 
Sf: 333
“Ölüm belgeleri elinizde mi?”
“Ölüm belgesi mi? Burada Afganistan’dan söz ediyoruz! Oradakilerin çoğunda doğum belgesi bile yok.”
Sf: 337
Sonra küvete girdim, dumanı tüten sıcak suda, su soğuyup derim buruş buruş oluncaya kadar yattım.
Cümleye ya bir kahkahayla ya da gereksiz bir özürle başlayan tiplerdendi: Özür dilerim, beşte orada olurum, gibi.
Sf: 340
“Anlamıyorum,” dedim. Canım bir şeye vurmak istiyordu.
Sf: 341
Hükümet daireleri çok daha acil davalarla meşguldür ve evlatlık işlemlerine öncelik tanımaz.
Sf: 345
Yaşlar gözlerinde birikti. Yüreğime bir diken batıverdi.
Sf: 337
Uzun zaman önce okuduğum bir şeyi anımsadım: Çocukların dehşetle baş etme yöntemi budur: uyuyakalmak.
Sf: 352
Bu, direksiyonu son anda kıvırıp kafa kafaya toslaşmaktan kıl payı kurtulan birinin hissettiği türden bir sersemleme.
Sf: 353
“Biraz uyusan iyi edersin,” diyor bir hemşire. Onu tanımıyorum – ben uyuklarken nöbet değişmiş olmalı.
Hastane gündüzleri, tepedeki parlak, beyaz floresan lambalarının aydınlattığı, bitmek bilmez, bol kıvrımlı koridorlarıyla bir arı kovanı gibidir. 
Sf: 352
Aramızda, yatağın üzerinde bir güneş dilimi vardı; bir an için, o ışığın gerisinden bana bakan bu kül rengi yüz, Hasan’ın ölü yüzü oldu; müezzin akşam ezan’ına başlayıp da Ali bizi çağırıncaya kadar bilye oynadığım Hasan’a değil; güneş batıdaki kiremitli çatıların ardına devrilirken, tepeden aşağıya kovaladığım Hasan değil; Sağ olarak son kez yatak odamdan, yağmurun dövdüğü camdan gördüğüm, ılık bir yaz sağanağında, Ali’nin peşi sıra bohçasını taşıyan, sonra, biraz zorlanarak kaldırıp Baba’nın arabasının bagajına koyan Hasan yüzü.
Sf: 359
Yanıtını beklerken, zihnim uzun zaman öncesine, bir kış gününe gitti. Hasan’la yapraksız bir vişne ağacının altında, karın üzerinde oturuyorduk. O gün Hasan’la gaddarca oynamış, bana olan sadakatini kanıtlamak için pislik yer misin, diye sormuştum. Şimdi merceğin altındaki bendim; sözünün eri, güvenilir biri olduğunu kanıtlamak zorunda olan. Bunu hak etmiştim.
Onun özlemini çektiği şey, eski yaşamıydı. Sahip olduğu şeyse, ben ve Amerika. Koşullar düşünüldüğünde, o kadar da kötü bir yazgı değildi, ama bunu ona söyleyemezdim. Beyninde iblisler at koştururken, algı yeteneğin bir lüks olup çıkar. 
Sf: 360
Tek bilmek istedikleri, sonunun mutlu gelip gelmediğiydi. Bugün biri bana Hasan. Sohrab ve benim öykümün mutlu bitip bitmediğini sorsa, ona nasıl yanıtlayacağımı bilemem.
Mutlu son diye bir şey var mı?
Sf: 359
Süreyya, Sohrab’ın yanına diz çöktü. Elini tuttu, gülümsedi. “Selam, Sohrab can. Ben Süreyya Halan. Hepimiz dört gözle seni bekliyorduk.”
Onu gözleri hafif nemli, Sohrab’a gülümserken görmek, rahmi ona ihanet etmeseydi nasıl bir anne olacağı hakkında bir fikir veriyordu.
Sohrab ağırlığını öteki ayağına verdi, uzaklara baktı. 
Sf: 362
Hasan’la Sohrab’ın yan yana, güneşe karşı gözlerini kısıp dünya sanki çok iyi, çok adil bir yermiş gibi gülümsediği fotoğraf.
Sf: 363
Ama biz konuşurken, gözlerinin ikide bir divanda uyuyan Sohrab’a takıldığını fark etmiştim. Asıl varmak istediği noktanın etrafında dolanıp durduğumuz duygusuna kapıldım. 
Sf: 364
“Durum şu, General Efendi: Babam hizmetkarının karısıyla yatmış. Kadın da Hasan adında bir oğlan doğurmuş. Hasan öldü. Divanda uyuyan çocuk, onun oğlu. Benim yeğenim. İşte, soranlara aynen böyle söylersiniz.”
Herkes susmuş, bana bakıyordu.
“Bir şey daha var, General Efendi,” dedim. “Bir daha, benim yanımda ondan asla ‘Hazara çocuk’ diye söz etmeyeceksiniz. Onun bir adı var Sohrab.”
Sohrab’ın suskun olduğunu söylemek, yanlış olur. Suskunluk, huzur içeriyor. Sakinlik, dinginlik. Yaşam düğmesinin sesini kısmak gibi.
Sessizlik ise düğmeyi kapatmak. Kesmek. Tamamen durdurmak.
Sf: 368
“Afganları Paghman’dan çıkartabilirsin, ama Afganların içindeki Paghman’ı asla çıkartamazsın,” dedim. 
Hepsi de Baba’yı Kabil’den tanıdıklarını söylediler, onu saygıyla andılar. Baba şöyle ya da böyle, hepsinin yaşamına dokunmuştu. Böyle büyük bir insanın olduğu için şanslısın, diye eklediler. 
Sf: 371
Bunu yapmayalı öyle uzun zaman olmuştu ki; bunca yıldan sonra kendimi gülünç duruma düşürüp düşürmediğimi merak ettim.
Sf: 372
Bütün kalbimle zamanın durmasını diledim.
Sf: 375
Minicik bir şey. Ormandaki bir yaprak; ansızın havalanan bir kuşun kıpırdattığı bir yaprak.

Doktrin: “Afganistan’da çocuk çok ama çocukluk yok!” – Khaled Hosseini