Sf: 17
“Annenin yatağında yat,” dedi Maria.

Hemen yatağa tırmandı, annesi yorganı üzerine çekip onu sevinçle salladı. Öyle mutluydu ki yatağın annesine ait bölümünde olmaktan, başı annesinin saçının oluşturduğu çukurda; babasının yastığını sevmiyordu, ekşi ve kaba bir kokusu vardı, oysa annesinin yastığı tatlı kokar, içini ısıtırdı.

“Bir şey daha biliyorum,” dedi Arturo. “Ama anlatmayacağım.”

August on yaşındaydı; fazla bir şey bilmiyordu. Çaylak kardeşi Federico’dan daha bilgiliydi tabii ki, ama yanında yatan Arturo ağabeyinin bildiklerinin yarısını bile bilmiyordu; kadınlar hakkında çok şey biliyordu Arturo.
“Anlatırsam ne verirsin bana?”
“Sana bir dondurma alırım.”
“Dondurma mı? Kış ortasında ne yapayım ben dondurmayı?”
“Yaza alırım.”
“Havanı alırsın. Şimdi ne verirsin bana?”
“Varımı yoğumu.”
“Anlaştık. Neyin var?”
“Hiçbir şeyim yok.”

Sf: 27
Rocco Saccone’yi bulmaya gidiyordu; Maria’nın gerçekten nefret ettiği tek insan; Rocco Saccone, Svevo Bandini’nin çocukluk arkadaşı, zamanında Bandini’nin evliliğini engellemeye çalışmış, viskici ve müzmin bir bekar; her mevsimde beyaz flanel giyen, cumartesi akşamları dans salonlarında evli Amerikalı kadınları baştan çıkarmakla övünen Rocco Saccone. Svevo’ya güvenirdi Maria. Beynini viski denizinde yüzdürecekti, ama asla ihanet etmezdi Maria’ya. Bundan emindi. Ama ne kadar emin olunabilirdi? İç geçirerek masanın yanındaki iskemleye yığıldı, yüzünü ellerine gömdü ve ağlamaya başladı.

Sf: 34
Saat beşe çeyrek kalayı gösterdiğinde sefaleti kendi kendini tüketmişti. Oda zifiri karanlığa gömülmüştü neredeyse. Burnunu ceketinin koluna sildi ve bir memnuniyet dalgası kapladı yüreğini; iyi bir his, önündeki on beş dakikayı son derece önemsiz kılan bir huzur. Işıkları açmak geldi içinden.

Sf: 35
Rosa, yavuklusu. Nefret ediyordu ondan Rosa, ama yavuklusuydu yine de. Onu sevdiğini biliyor muydu acaba? Bu yüzden mi nefret ediyordu yoksa? İçinde gerçekleşen gizemli şeyleri görebiliyor muydu, bu yüzden mi gülüyordu ona? Pencerenin önüne gitti, Rosa’nın evinin mutfak penceresinde ışık gördü. O ışığın altında bir yerde Rosa yürüyor, soluk alıyordu. Ders çalışıyordu belki de, çok çalışkan kızdı Rosa, en yüksek notları o alırdı sınıfta.
Pencereden dönüp Rosa’nın masasına yürüdü. Eşi benzeri yoktu o odada: bütün masalardan daha temiz, daha kız masası gibi, cilası daha parlak. Onun yerine oturdu ve titredi heyecandan. Ellerini tahtanın üzerinde gezdirdi, Rosa’nın kitaplarını koyduğu küçük rafın içinde gezdirdi. Bir kurşun kalem buldu parmakları. Dikkatle inceledi: Rosa’nın dişlerinin izi vardı üzerinde, çok silik. Öptü. Rafta bulduğu kitapları öptü; hepsi özenle kaplanmış, mis kokulu.
Saat beşte, duyuları aşk ve Rosa’yla coşmuş, dudaklarından Rosa dökülerek merdivenden inip kış gecesine yürüdü. St. Catherine Kilisesi okulun hemen yanındaydı. Rosa, seviyorum seni!

Sf: 36
İki ön pencerenin de perdeleri örtülüydü. Ön girişte durdu, kollarını kavuşturup ellerini koltukaltlarına sıkıştırdı sıcak tutmak için. Rosa’dan bir işaret bekliyordu, pencerenin önünden geçen silueti mesela. Ayaklarını yere vurdu, beyaz bulutlar çıkıyordu ağzından. Sonra başını öne eğdi ve derin karda bir kıza ait küçük ayak izini gördü. Rosa’nın ayak izi -bu bahçede başka kime ait olabilirdi ki? Soğuk parmaklarıyla izin etrafını iyice kazıdıktan sonra iki eliyle avuçlayıp taşıdı sokak boyunca…

Sf: 37

“Anneanne Donna benim annem değil.”
“Anneannen.”
“Sikmişim anneannemi.”
“Bu da günah.”
“Of, kapa çeneni.”

Sf: 39

Maria hastaydı. Federico ile August usulca annelerinin yattığı karanlık yatak odasına girdiler; kış soğuğuyla buz kesmiş, şifoniyerin üzerindeki eşyalarla sıcacık; annelerinin saçının kokusu hafiften, Bandini’nin kokusu daha baskın ama, odanın bir yerlerinde duran giysilerinin kokusu. Maria gözlerini açtı. Federico ağlamak üzereydi. August ise biraz kızgın.
“Karnımız aç,” dedi August. “Neren ağrıyor?”
“Kalkıyorum,” dedi Maria.
Eklemlerinin takırtısını duydular, yüzünün beyazına süzülen kan dalgasını gördüler; dudaklarının ekşiliğini, varlığının sefaletini hissettiler. August nefret etti. Birden kendi nefesindeydi o ekşi tat.

Sf: 46

Bandini eve dönmeyecekti bu akşam.
Kocasının eve dönmeyeceğini, eve dönmemek için bir yerlerde içtiğini  bilmek dehşet vericiydi.

Sf: 53

Ayaklarını bileklerine kadar küvetin içine soktu ve Bir Hiç Cinayet’i okumaya başladı. Banyo yapmak için normal sayılabilecek bir süre geçtiğine ikna oluncaya kadar okuduktan sonra kitabı sakladı, eliyle saçını ıslattı, vücudunu teni pembeleşinceye kadar havluyla ovdu, sonra da titreyerek oturma odasına döndü. Sobanın yanına çömelip havluyla saçını kurularken bir yandan da kış ortasında banyo yapmaktan nefret ettiğine dair bir şeyler mırıldandı Maria onu seyrederken. Yatağına giderken annesini bu denli iyi kandırdığı için pek memnundu kendinden. Maria da gülümsedi. Odasına doğru giderken boynundaki siyah kir halkasını görmüştü, ama banyo yapılamayacak kadar soğuktu gerçekten.

Sf: 69

Arturo söz konusu olduğunda hayır yapmak çerçevenin dışında kalıyordu. Hiçbir zaman hasta ziyaretinde bulunmamıştı, çünkü hasta tanımamıştı. Çıplakları hiç giydirmemişti, çünkü hiç çıplak tanımamıştı. Hiçbir zaman ölüleri gömmemişti, çünkü o işi para karşılığı yapanlar vardı. Hiçbir zaman sadaka vermemişti, çünkü verecek parası yoktu; hem onun “sadaka” dan anladığı bir somun ekmek vermekti, nerden bulacaktı bir somun ekmeği? Hiçbir zaman yaralılara yardım etmemişti, çünkü nedenini bilmiyordu, yaralılara yardım etmek insanların sahil kasabalarında filan. Hiç bir zaman cahillere yol göstermemişti, çünkü kendi cahildi zaten, yoksa o berbat okula gönderilmezdi. Hiçbir zaman karanlığı aydınlatmamıştı, çünkü ne anlama geldiği çözmemişti. Hiçbir zaman amansız hastalıklara yakalananları rahatlatmaya çalışmamıştı, çünkü tehlike söz konusuydu, hem öyle birini de tanımamıştı.

Sf: 72

Sinemaya bile gidemez olmuştu, çünkü sinemaya sadece kadın kahramanların vücutlarını seyretmek için giderdi. “Aşk” filmleri severdi. Kızların arkasından merdiven çıkmayı seviyordu. Kızların kollarını, bacaklarını, ellerini, ayaklarını, ayakkabılarını, çoraplarını, elbiselerini, kokularını ve varlıklarını seviyordu. On iki yaşına geldiğinde hayatında sadece iki şeye önem veriyordu; beysbol ve kızlar, ama o onlara kadınlar demeyi yeğliyordu. Tınısını seviyordu sözcüğün. Kadınlar, kadınlar, kadınlar. Sözcüğü tekrar tekrar dillendiriyordu, çünkü bundan gizli bir haz duyuyordu. Ayinde bile, etrafında yüzlerce kadın varken, bu düşkünlüğe kaptırıyordu kendini.

Sf: 104
Verandada ayak sesi. Dünyanın bütün erkek ve kadınları verandanın basamağına bassa hiçbiri o sesi çıkaramazdı. Maria’ya baktılar. Maria soluğunu tuttu, telaşla bir dua daha okudu. Kapı açıldı, babaları içeri girdi. Kapıyı dikkatle kapattı, hayatını kapı kapatma ilmine adamış biri gibi.

Sf: 108
Mukaddes ve tavizsiz olabilirdin, ama herkesin acı çekmesini pahasına değil.

Sf: 116
Şömineyi onarmak için Dul’un sayfiye evine gitti yine. Halının üzerine branda bezi serdi, bir kovanın içinde harcını kırdı, gevşemiş tuğlaları söktü, yerine yenilerini yerleştirdi. İşi bütün güne yaymaya kararlı olduğu için diğer tuğlaları da söktü. Bir saatlik işti aslında, iki üç tane tuğlayı değiştirmek yeterliydi; ama öğlen olduğunda işin yarısındaydı henüz. Sonra Dul geldi, güzel kokulu odalardan birinden sessizce çıkıvermişti. Gırtlağı kurudu yeni. Gülümsemekten başka bir şey yapamadı. İş nasıl ilerliyordu? Çok dikkatli çalışıyordu; dizdiği tuğlaların yüzeylerinde tek bir harç lekesi yoktu. Branda bezini bile kirletmemiş, eski tuğlaları güzelce kenara istiflemişti. Kadının bunları fark etmiş olmasından memnuniyet duydu Svevo. Şöminenin içine döşenmiş yeni tuğlalara bakmak için eğildiğinde, korsenin içindeki muntazam kıçı yusyuvarlak; o zaman bile şehvet duyguları uyanmıştı içinde. Hayır Maria, topuklu ayakkabıları, ince bluzu, saçındaki parfüm kokusu bile içinden sadakatsizlik düşünceleri geçirmesine neden olmamıştı. Önceden yaptığı gibi hayret ve merakla seyrediyordu onu; bankadaki hesabında yüz, belki de iki yüz bin dolar yatan bir kadın.

Sf: 117
Marul yaprağı, ananas ve krem peynirden oluşmuş bir öğle yemeği. Kucağında pembe peçeteyle kahvaltı masasında otururken her şeyin aslında bir şaka olduğu, Dul’un onunla dalga geçtiği şüphesi içinde yiyordu. Kadın da yiyordu ama, hem de iştahla, lezzetli bir şey yermiş gibi. Maria ona böyle yemek sunsa tabağı pencereden fırlatırdı. Sonra porselen fincanda çay getirdi Dul. iki beyaz kurabiye vardı tabakta, başparmağının ucundan daha büyük değillerdi. Çay ve kurabiye. Diavolo! Çay içmek her zaman çıtkırıldımlık ve zayıflık işaretiydi onun için, kurabiyeden de hiç haz etmezdi. Ama kurabiyeleri ağzına tadı berbat iki hap atar gibi attığında Dul iki parmağının arısındaki kurabiyeyi kemirerek gülümsedi zarifçe.

Sf: 118
Dul ikinci kurabiyesine başladığında o kurabiyelerini  yutmuş, çayını içmişti.

Sf: 119
Ama parasını ödemek için hiçbir harekette bulunmadı Dul. Bir kez daha o sütlü mavi gözler.

Sf: 134
Pis pis sırıttı Rocco. “Ne çıkar?” dedi. “Okumaktan ve yazmaktan başka şeyler de var hayattı.” Gardırobuna doğru gidip kapısını açtı. “Yazmak ve okumak!” dedi küçümseyerek. “Sana ne yararı oldu ki? Benim kadar çok elbisen var mı? Şu kravatlara bak. Colorado Üniversitesi’nin rektöründe bile yoktur bu kadar takım elbise okuyup yazmanın ona ne yararı olmuş?”
Rocco’nun yürüttü mantığa güldü Bandini.

Sf: 138
Gitmişti, dağ yolundan inen arabasının motor sesini duydu Svevo. Thaf bir dürtüye kapıldı. Evde yalnızdı, bir başına. Dul’un yatak odasına girip özel eşyalarını karıştırmaya başladı. Çekmeceleri açtı, eski mektupları ve belgeleri inceledi. Tuvalet masasının üzerindeki parfüm şişelerini tek tek açıp kokladı, sonra aldığı yere koydu. Uzun zamandır arzu ettiği bir şeydi bu, kendini evde yalnız bulunca zıvanadan çıkmıştı: Dul’a ait olan her şeye dokunmak, her şeyi koklamak istiyordu. İç çamaşırlarını okşadı, soğuk mücevherlerini avucunda sıktı. Yazı masasının küçük ve davetkar çekmecelerini karıştırdı; dolma kalemleri, kurşun kalemleri, şişeleri ve kutuları inceledi. Raflara baktı, sandıkları karıştırdı; dikkatini çeken her parçayı alıyor, özenle inceledikten sonra yerine koyuyordu. Soygun hazırlığı yapan bir hırsız mıydı? Bu kadının geçmişinin gizini mi çözmeye çalışıyordu? Hayır, hayır. Kendini yeni bir dünyanın içinde bulmuştu, bu dünyayı iyi tanımak istiyordu.

Ek yatak odasındaki mavi yatağa gömüldüğünde on biri geçiyordu saat. Böyle yatak görmemişti kemikleri o güne kadar. Tatlı uykuya dalmadan önce kilometrelerce derine inmişti sanki. Kuş tüyü yorgan ısıtıvermişti kulaklarını. Hıçkırığı andırır bir biçimde iç geçirdi. O gece biraz huzur bulacaktı hiç olmazsa. Ana dilinde mırıldandı kendi kendine.

Sf: 151
Öğle tatilinin kalanını takım arkadaşlarını ikna etmeye çalışarak geçirdi. Bu akşam oynamaya ne dersiniz? Saha kupkuru. Tuhaf ifadelere dinlediler onu, tutucuları Rodrigez bile, okulda beysbolu Arturo kadar seven tek oyuncu. Bekle, dediler “Bahara kadar bekle, Bandini.” Tarafındaki kavak ağaçlarının altında tek başına bir saat beklediğinde biliyordu gelmeyeceklerini; evin yolunu tuttu yavaşça, Rosa’nın evinin önünden geçti; evin bulunduğu kaldırımdan, Rosa’nın ön bahçesinin önünden. Çim o kadar yeşil ve parlaktı ki tadı geldi ağzına. Rosa’nın evinin yanındaki evin kapısı açıldı, dışarı bir kadın çıktı, yerdeki gazeteyi alıp başlıklarına göz gezdirdi, bir yandan da şüpheci bakışlarla Arturo’yu süzmüştü. Ben bir şey yapmıyorum; geçiyorum sadece.

Derin günler, hüzün dolu günler.

Sf: 153
Majestik Bilardo Salonu’nun poker odasında da yoktu ama.
Barmen Jim.
“İki saat önce şu İtalyan taşçıyla çıktı.”
“Rocco Saccone mi?”
“Ta kendisi şu yakışıklı İtalyan.”

Odasında buldu Rocco’yu masaya oturmuş, pencerenin kenarında duran radyoda müzik dinlerden bir yandan da ceviz yiyordu. Ceviz kabuklarını atmak için gazete sermişti yere. Kapıda durdu Arturo, Rocco’nun bakışlarındaki yumuşak karanlık gelmekle iyi etmediğini söylüyordu ona. Ama babası odada değildi, tek bir iz yoktu odada babasına ait.

“Babam nerede, Rocco?”
“Nereden bileyim? O senin Baba. Benim baba değil.”

Sf: 155
Ama bütün erkek çocukları gibi Arturo da doğruyu sezme yeteneğine sahipti.
“Seninle kaldığını sanıyordum.”
“Kendi başına kalıyor.”
Bir yalan daha.
“Nerede kalıyor, Rocco?”
Ellerini havaya kaldırdı Rocco?”
“Söyleyemem. Çoktandır görmedim onu.”
Bir yalan daha.
“Barmen Jim’in dediğine  bakılırsa bu gece birlikteymişsiniz.”
Rocco ayağa fırlayıp yumruğunu salladı.
“O Jeem, yalancı orospu çocuğu! Burnunu her şeye sokar. Baban iyi adam. Ne yaptığını biliyor.”
Artık biliyordu.
“Rocco,” dedi. “Effie Hildegarde adında bir kadın tanıyor musun?”

Şaşırmış göründü Rocco. “Affie Hildegarde mi?” Gözleri tavanda gezindi. “Kim bu kadın? Neden bilmek istiyorsun?”

“Yok bir şey.”

Emindi artık. Rocco hol boyunca peşindeni geldi, sonra merdivenden aşağı bağırdı; “Hey, evlat! Nereye gidiyordun şimdi?”

“Eve.”
“İyi,” dedi Rocco. “Çocukları evde olmalı.”

Sf: 156
Ürperdi zevkten Arturo. Vay canına, ne kadar da iyi görünüyordu! Ayağında kırmızı terlikler, mavi pijamanın üzerinde kuşağı beyaz püsküllü kırmızı bir rob. Vay anasını; Banker Helmer’e benziyordu. Vay be, ne adam! Babası içeri girip arkasından kapıyı kapattığında toprağı sevgiyle kucakları, dişlerini keskin çam iğnelerine geçirdi. Oraya babasını eve getirmek için geldiğini düşündükçe! Aklını kaçırmış olmalıydı. Babasının o yeni dünyadaki görkeminin kılına bile zarar vermek istemezdi. Annesi acı çekmek zorundaydı: o ve kardeşleri aç kalmak zorundaydılar. Ama değerdi. Ah ne kadar da iyi görünüyordu! Koşar adımlarla bayırın inerken zihni az önce gördüğü manzaradan oburca besleniyordu: arada sekiyor, dereye bir taş atıyordu.

Huzur vermeyen uykusunu uyuyan annesinin çökük, harap olmuş yüzüne baktığı anda babasından nefret etti yine.

Sarstı annesini.
“Onu gördüm.”
Annesi gözlerini açıp dudaklarını ıslattı.
“Nerede?”
“Rocky Mountain Otel’de kalıyor. Rocco’nun odasında, o ve Rocco, ikisi.”

Sf: 159
“Sınıf ayağa kalkıp diz çöksün.”

Kalktılar, kimse rahibenin sakin gözlerinden başka bir yere bakmadı. “Biraz önce Üniversite Hastanesi’nden fevkalade üzücü bir haber almış bulunuyoruz.” dedi. “Metin olmalıyız. Sınıfımızın sevgili öğrencilerinden Rosa Pinelli bugün saat ikide zatürreden öldü.”

Sf: 160
“Hey Arturo. Sevgilin ölmüş. Onun için dua ettik bugün.”

Arturo yemiyordu, çatalının ucunu tabağındaki balığa bastırıp duruyordu. İki yıl boyunca annesine ve kardeşlerine Rosa’nın sevgilisi olduğunu söyleyip övünmüştü. Şimdi sözlerini yutmak zorundaydı.

“Sevgilim değildi. Arkadaşımdı sadece.”

Ama başını eğip gözlerini annesinin bakışından kaçırdı. Karşısında oturan annesinin şefkatinin ona doğru geldiğini, onu boğduğunu hissedebiliyordu.

“Rosa Pineli öldü mü?” diye sordu annesi. “Ne zaman?”

Kardeşleri gerekli yanıtları verirken anne şefkatinin sıcaklığı boşaldı tepesinden aşağı, gözlerini kaldırıp ona bakmaya korkuyordu. İskemlesini geri itip masasından kalktı.

“Ben aç değilim.”

Gözlerini annesinin gözlerinden kaçırarak mutfağa girdi, oradan arka bahçeye çıktı. Yalnız kalıp ağlamak, göğsündeki sıkışmadan kurtulmak istiyordu; çünkü benden nefret ediyordu, beni görünce tüyleri diken diken oluyordu; ama annesi rahat bırakmadı onu, ayak seslerini duydu. Kalktı, arka bahçeyi kat etti, tel örgünün üzerinden atlayıp arka sokağa geçti.

“Arturo!”

Köpeklerinin gömülü olduğu otlağa yürüdü, karanlıktı orası, görülemezdi; sonra sırtını siyah söğüt ağacına dayayıp hıçkıra hıçkıra ağladı; çünkü benden nefret ediyordu, çünkü hırsızlık yaptım, ama Rosa, ah Rosa, ben o kolyeyi annemden çaldım, hırsızlık denmez buna; bir Noel armağanı, hem hesabını da verdim, günah çıkarmaya gittim.

Annesinin seslendiğini duydu, neden olduğunu bilmek istiyordu.

“Geliyorum.” diye seslendi, gözyaşlarının dudaklarında bıraktığı tadı yalayarak gözlerini iyice kuruladı. Tel örgünün üzerinden atladığında annesi üzerinden şalıyla ona doğru geliyordu; bir şey gizlemeye çalışırmış gibi omzunun üzerinden eve bakıyordu arada sırada. Arturo’nın sıkıntılı yumruğunu açtı çabucak.

Sf: 161
“Şşşş. August ile Federico’ya sakın bir şey söyleme.”

Avucunu açtı, bir elli sentlik duruyordu avucunda.

“Sinemaya git,” diye fısıldadı. “Artanıyla da kendine dondurma al. Kardeşlerin bilmemeli, ağzından kaçırma”.

Kayıtsız bir biçimde dönüp sokağa çıktı, parayı anlamsızca avucunda tutarak yürümeye başladı. Birkaç adım gittikten sonra annesi seslendi arkasından.

“Şşşş. Babana tek kelime etme. Babandan önce evde olmaya çalış.”

Benzin istasyonunun karşısındaki kafeteryaya girip bir dondurmalı süt söyledi, tadını alamadan içemeye başladı. Bir grup üniversite öğrencisi girdi içeri, bütün tabureleri doldurdular. Yirmi yaşlarında uzun boylu bir kız oturdu yanına. Atkısını çözüp deri ceketinin yakasını açtı. Tezgahın arkasındaki aynada kızı seyrediyordu; yanakları gece ayazıyla pembeleşmiş, gri gözleri kocaman ve heyecan dolu. Kız aynada onu seyrettiğini fark etti, ona doğru dönüp gülümsedi; dişleri muntazam ve pırıl pırıl.

“Merhaba!” dedi dudaklarında kendinden küçük erkek çocuklara ayrılmış bir gülümsemeyle, “Merhaba,” diye karşılık verdi Arturo. Kız başka bir şey söylemeden öbür yanındaki üniversiteye döndü, göğsünde gümüş altın karışımı bir “C” harfi bulunan meymenetsiz bir tip. Ona acısını unutturan bir canlılık ve parlaklık vardı kızda. Yemek kokularının arasında kızın leylak parfümünü çekti içine. Kız kolasını yudumlarken uzun ve ince parmaklarını seyretti, dudaklarının dolgunluğunu, sıvıyı yudumlarken pembe boğazının titreyişini. Doldurmalı sütün parasını verip gitmek üzere ayağa kalktı. Kız dönüp yüzünde güle güle anlamına gelen bir gülümsemeyle onu yolcu etti. O kadar, ama kafeteryanın önünde durduğunda Rosa Pinelli’nin ölmediğine kanaat getirdi, raporlar karışmıştı, hayattaydı; içerdeki kız gibi soluk alıyor, gülüyordu; dünyadaki bütün kızlar gibi.

Sf: 163
Rosa, Rosa’m benim, benden nefret ettiğine inanamıyorum, çünkü şimdi bulunduğun yerde nefret yoktur; hala aramızdasın, ama çok da uzaktasın. Ben bir çocuğum sadece ve yüzünün güzelliğini, holde yürürken çizmelerinin attığı kahkahaları düşününce gittiğin yerin gizemi gizem değil benim için. Çünkü balımdın benim, dünyanın en iyi kızıydın ve senin kadar iyi bir kıza aşık olmuş biri çok kötü olamaz. Ve şimdi benden nefret ediyorsan, ki inanmıyorum ettiğine, o zaman ıstırabıma bak ve seni burada istediğimi gör, çünkü o da iyi bir şeydir, Geri gelmeyeceğini biliyorum, Rosa, gerçek aşkım; ama bu öğle sonrasında varlığının düşü hissediliyor bu soğuk kilisede, merhametinin huzuru, sana dokunamamanın hüznü; çünkü seni seviyorum ve sonsuza dek seveceğim; ve yarın bir gün benim için toplandıklarında, işte o zaman bileceğim, onlar toplanmadan önce; ve hiç yadırgamayacağız birbirimizi, sen ve ben…

Sf: 171
“Annen nasıl?”

“Eve dönmeni istiyor,” dedi. “Spagetti pişiriyor. Seni de sofrada görmek istiyor. Bana öyle dedi.”

Bir taş daha kaldırdı, bu seferki daha da iri; büyük çaba, yüzü morardı. Sonra taşı koyup üzerine yaslandı nefes nefese. Eli gözüne gitti, parmağıyla burnunun yanından aşağı süzülen yaşı  süzülen yaşı süpürdü.

“Gözüme bir şey kaçtı,” dedi. “Küçük bir taş parçası.”
“Biliyorum. Bana da olmuştur.”
“Nasıl annen?”
“İyi. Çok iyi.”
“Bana kızgın değil mi artık?”
“Hayır. Eve dönmeni istiyor. Bana söyledi. Akşama spagetti var. Kızgınlık denemez buna herhalde.”
“Onunla sorun yaşamak istemiyorum artık,” dedi Bandini.
“Burada olduğunu bile bilmiyor. Hala rocco Saccone’nin yanında kaldığını sanıyor.”

Bandini yüzünü aradı Arturo’nun.
“Ama Rocco’nun yanında kalıyorum,” dedi. “Beni evden kovduğundan beri onun yanında kalıyorum.”

Yalan.
“Biliyorum,” dedi. “Ona söyledim.”
“Ona söyledin mi?” dedi Bandini balyozu indirerek, “sen nereden biliyordun ki?”
“Bana Rocco söyledi.”
“Anlıyorum,” dedi şüpheyle bakarak.
“Baba, ne zaman döneceksin eve?”

Islık çaldı anlamsız bir biçimde, ezgi filan yok. “Hiçbir zaman dönmem belki,” dedi. “Buna ne dersin?”

“Annem dönmeni istiyor. Seni bekliyor. Seni özlüyor”
Kemerini yukarı kaldırdı.

“Beni özlüyor demek! Özlesin, ne olmuş?”
Omuz silkti Arturo.

“Bütün bildiğim eve dönmeni istediği.”
“Belki gelirim belki gelmem.”

Sf: 174
Jumbo Bandini’ye dönüp onu bir hırıltıyla susturdu.

“Seni aşağılık küçük canavar,” dedi Dul. “Svevo Bandini, bu münasebetsiz çocuğun bu şekilde devam etmesine göz mü yumacaksın?”

“Arturo!” dedi Bandini sertçe.

“Siz köylüler!” dedi Dul. “Siz yabancılar! Hepiniz aynısınız, siz ve köpekleriniz, hepiniz!”

Svevo bahçeyi kat edip Dul Hildegarde’ye doğru yürüdü. Dudakları aralandı. Ellerini önünde kavuşturmuştu.

“Bayan Hildegarde,” dedi. Bu benim oğlum. Onunla bu şekilde konuşamazsınız. O bir Amerikalı. Yabancı değil.

“Sana da konuşuyorum!” dedi Dul.

“Bruta Animale!” dedi Bandini. “Puttana!!”

Tükürük sıçratmıştı kadının yüzüne.

Arturo’ya döndü.

“Hadi,” dedi. “Eve gidelim.”

Dul kımıldamadan baktı onlara. Jumbo bile kadının öfkesini hissetmiş, iğrenç kokan ganimetini yere bırakıp geri çekilmişti. Çam ağaçlarının aşağı inen yola açıldığı çakıl taşı döşeli yere gelince dönüp arkasına baktı Bandini. Yüzü morarmıştı. Yumruğunu havaya kaldırdı.

“Animal!” diye bağırdı.

Arturo yola çıkmış onu bekliyordu. Birlikte indiler kahverengimsi patikadan. Tek kelime etmeden, Bandini burnundan soluyarak. Dere yatağında bir yerde Jumbo dolanıyor, onun geçtiği yerlerde çalılar çıtırdıyordu. Zirveleri bulutlar sarmıştı, güneşe rağmen soğuk bir rüzgar esiyordu zaman zaman.

“Aletlerin ne olacak?” dedi Arturo.

“Benim aletlerim değil onlar. Rocco’nun. O bitirsin işini. İstediği de buydu zaten.”

Jumbo fırladı çalıların arasından. Ölü bir kuş vardı ağzında, çok ölü bir kuş, günlerden beri.

“Allahın cezası köpek!” dedi Bandini.

“İyi bir köpek o, Baba. Avcı.”

Sf: 175
Batıdaki maviliğe baktı Bandini.

“Yakında Bahar gelecek,” dedi.

“Hem de nasıl!”

Daha cümlesini tamamlamadan minik ve soğuk bir şey dokundu eline. Eridiğini gördü, küçük yıldız biçiminde bir kar tanesi…

Doktrin: “Dünyaya bakış açımızın sağlam temelleri ve derinlik veya sığlığı çocukluk yıllarında oluşur. Bu görüş daha sonra özenle düzeltilir ve mükemmel hale getirilir, ama özde değişmeden kalır.” – Arthur Schopenhauer