Sf: 17
“Annenin yatağında yat,” dedi Maria.
Sf: 34
Sf: 35
Sf: 36
Verandada ayak sesi. Dünyanın bütün erkek ve kadınları verandanın basamağına bassa hiçbiri o sesi çıkaramazdı. Maria’ya baktılar. Maria soluğunu tuttu, telaşla bir dua daha okudu. Kapı açıldı, babaları içeri girdi. Kapıyı dikkatle kapattı, hayatını kapı kapatma ilmine adamış biri gibi.
Sf: 108
Mukaddes ve tavizsiz olabilirdin, ama herkesin acı çekmesini pahasına değil.
Sf: 116
Şömineyi onarmak için Dul’un sayfiye evine gitti yine. Halının üzerine branda bezi serdi, bir kovanın içinde harcını kırdı, gevşemiş tuğlaları söktü, yerine yenilerini yerleştirdi. İşi bütün güne yaymaya kararlı olduğu için diğer tuğlaları da söktü. Bir saatlik işti aslında, iki üç tane tuğlayı değiştirmek yeterliydi; ama öğlen olduğunda işin yarısındaydı henüz. Sonra Dul geldi, güzel kokulu odalardan birinden sessizce çıkıvermişti. Gırtlağı kurudu yeni. Gülümsemekten başka bir şey yapamadı. İş nasıl ilerliyordu? Çok dikkatli çalışıyordu; dizdiği tuğlaların yüzeylerinde tek bir harç lekesi yoktu. Branda bezini bile kirletmemiş, eski tuğlaları güzelce kenara istiflemişti. Kadının bunları fark etmiş olmasından memnuniyet duydu Svevo. Şöminenin içine döşenmiş yeni tuğlalara bakmak için eğildiğinde, korsenin içindeki muntazam kıçı yusyuvarlak; o zaman bile şehvet duyguları uyanmıştı içinde. Hayır Maria, topuklu ayakkabıları, ince bluzu, saçındaki parfüm kokusu bile içinden sadakatsizlik düşünceleri geçirmesine neden olmamıştı. Önceden yaptığı gibi hayret ve merakla seyrediyordu onu; bankadaki hesabında yüz, belki de iki yüz bin dolar yatan bir kadın.
Sf: 117
Marul yaprağı, ananas ve krem peynirden oluşmuş bir öğle yemeği. Kucağında pembe peçeteyle kahvaltı masasında otururken her şeyin aslında bir şaka olduğu, Dul’un onunla dalga geçtiği şüphesi içinde yiyordu. Kadın da yiyordu ama, hem de iştahla, lezzetli bir şey yermiş gibi. Maria ona böyle yemek sunsa tabağı pencereden fırlatırdı. Sonra porselen fincanda çay getirdi Dul. iki beyaz kurabiye vardı tabakta, başparmağının ucundan daha büyük değillerdi. Çay ve kurabiye. Diavolo! Çay içmek her zaman çıtkırıldımlık ve zayıflık işaretiydi onun için, kurabiyeden de hiç haz etmezdi. Ama kurabiyeleri ağzına tadı berbat iki hap atar gibi attığında Dul iki parmağının arısındaki kurabiyeyi kemirerek gülümsedi zarifçe.
Sf: 118
Dul ikinci kurabiyesine başladığında o kurabiyelerini yutmuş, çayını içmişti.
Sf: 119
Ama parasını ödemek için hiçbir harekette bulunmadı Dul. Bir kez daha o sütlü mavi gözler.
Sf: 134
Pis pis sırıttı Rocco. “Ne çıkar?” dedi. “Okumaktan ve yazmaktan başka şeyler de var hayattı.” Gardırobuna doğru gidip kapısını açtı. “Yazmak ve okumak!” dedi küçümseyerek. “Sana ne yararı oldu ki? Benim kadar çok elbisen var mı? Şu kravatlara bak. Colorado Üniversitesi’nin rektöründe bile yoktur bu kadar takım elbise okuyup yazmanın ona ne yararı olmuş?”
Rocco’nun yürüttü mantığa güldü Bandini.
Sf: 138
Gitmişti, dağ yolundan inen arabasının motor sesini duydu Svevo. Thaf bir dürtüye kapıldı. Evde yalnızdı, bir başına. Dul’un yatak odasına girip özel eşyalarını karıştırmaya başladı. Çekmeceleri açtı, eski mektupları ve belgeleri inceledi. Tuvalet masasının üzerindeki parfüm şişelerini tek tek açıp kokladı, sonra aldığı yere koydu. Uzun zamandır arzu ettiği bir şeydi bu, kendini evde yalnız bulunca zıvanadan çıkmıştı: Dul’a ait olan her şeye dokunmak, her şeyi koklamak istiyordu. İç çamaşırlarını okşadı, soğuk mücevherlerini avucunda sıktı. Yazı masasının küçük ve davetkar çekmecelerini karıştırdı; dolma kalemleri, kurşun kalemleri, şişeleri ve kutuları inceledi. Raflara baktı, sandıkları karıştırdı; dikkatini çeken her parçayı alıyor, özenle inceledikten sonra yerine koyuyordu. Soygun hazırlığı yapan bir hırsız mıydı? Bu kadının geçmişinin gizini mi çözmeye çalışıyordu? Hayır, hayır. Kendini yeni bir dünyanın içinde bulmuştu, bu dünyayı iyi tanımak istiyordu.
Ek yatak odasındaki mavi yatağa gömüldüğünde on biri geçiyordu saat. Böyle yatak görmemişti kemikleri o güne kadar. Tatlı uykuya dalmadan önce kilometrelerce derine inmişti sanki. Kuş tüyü yorgan ısıtıvermişti kulaklarını. Hıçkırığı andırır bir biçimde iç geçirdi. O gece biraz huzur bulacaktı hiç olmazsa. Ana dilinde mırıldandı kendi kendine.
Sf: 151
Öğle tatilinin kalanını takım arkadaşlarını ikna etmeye çalışarak geçirdi. Bu akşam oynamaya ne dersiniz? Saha kupkuru. Tuhaf ifadelere dinlediler onu, tutucuları Rodrigez bile, okulda beysbolu Arturo kadar seven tek oyuncu. Bekle, dediler “Bahara kadar bekle, Bandini.” Tarafındaki kavak ağaçlarının altında tek başına bir saat beklediğinde biliyordu gelmeyeceklerini; evin yolunu tuttu yavaşça, Rosa’nın evinin önünden geçti; evin bulunduğu kaldırımdan, Rosa’nın ön bahçesinin önünden. Çim o kadar yeşil ve parlaktı ki tadı geldi ağzına. Rosa’nın evinin yanındaki evin kapısı açıldı, dışarı bir kadın çıktı, yerdeki gazeteyi alıp başlıklarına göz gezdirdi, bir yandan da şüpheci bakışlarla Arturo’yu süzmüştü. Ben bir şey yapmıyorum; geçiyorum sadece.
Derin günler, hüzün dolu günler.
Sf: 153
Majestik Bilardo Salonu’nun poker odasında da yoktu ama.
Barmen Jim.
“İki saat önce şu İtalyan taşçıyla çıktı.”
“Rocco Saccone mi?”
“Ta kendisi şu yakışıklı İtalyan.”
Odasında buldu Rocco’yu masaya oturmuş, pencerenin kenarında duran radyoda müzik dinlerden bir yandan da ceviz yiyordu. Ceviz kabuklarını atmak için gazete sermişti yere. Kapıda durdu Arturo, Rocco’nun bakışlarındaki yumuşak karanlık gelmekle iyi etmediğini söylüyordu ona. Ama babası odada değildi, tek bir iz yoktu odada babasına ait.
“Babam nerede, Rocco?”
“Nereden bileyim? O senin Baba. Benim baba değil.”
Sf: 155
Ama bütün erkek çocukları gibi Arturo da doğruyu sezme yeteneğine sahipti.
“Seninle kaldığını sanıyordum.”
“Kendi başına kalıyor.”
Bir yalan daha.
“Nerede kalıyor, Rocco?”
Ellerini havaya kaldırdı Rocco?”
“Söyleyemem. Çoktandır görmedim onu.”
Bir yalan daha.
“Barmen Jim’in dediğine bakılırsa bu gece birlikteymişsiniz.”
Rocco ayağa fırlayıp yumruğunu salladı.
“O Jeem, yalancı orospu çocuğu! Burnunu her şeye sokar. Baban iyi adam. Ne yaptığını biliyor.”
Artık biliyordu.
“Rocco,” dedi. “Effie Hildegarde adında bir kadın tanıyor musun?”
Şaşırmış göründü Rocco. “Affie Hildegarde mi?” Gözleri tavanda gezindi. “Kim bu kadın? Neden bilmek istiyorsun?”
“Yok bir şey.”
Emindi artık. Rocco hol boyunca peşindeni geldi, sonra merdivenden aşağı bağırdı; “Hey, evlat! Nereye gidiyordun şimdi?”
“Eve.”
“İyi,” dedi Rocco. “Çocukları evde olmalı.”
Sf: 156
Ürperdi zevkten Arturo. Vay canına, ne kadar da iyi görünüyordu! Ayağında kırmızı terlikler, mavi pijamanın üzerinde kuşağı beyaz püsküllü kırmızı bir rob. Vay anasını; Banker Helmer’e benziyordu. Vay be, ne adam! Babası içeri girip arkasından kapıyı kapattığında toprağı sevgiyle kucakları, dişlerini keskin çam iğnelerine geçirdi. Oraya babasını eve getirmek için geldiğini düşündükçe! Aklını kaçırmış olmalıydı. Babasının o yeni dünyadaki görkeminin kılına bile zarar vermek istemezdi. Annesi acı çekmek zorundaydı: o ve kardeşleri aç kalmak zorundaydılar. Ama değerdi. Ah ne kadar da iyi görünüyordu! Koşar adımlarla bayırın inerken zihni az önce gördüğü manzaradan oburca besleniyordu: arada sekiyor, dereye bir taş atıyordu.
Huzur vermeyen uykusunu uyuyan annesinin çökük, harap olmuş yüzüne baktığı anda babasından nefret etti yine.
Sarstı annesini.
“Onu gördüm.”
Annesi gözlerini açıp dudaklarını ıslattı.
“Nerede?”
“Rocky Mountain Otel’de kalıyor. Rocco’nun odasında, o ve Rocco, ikisi.”
Sf: 159
“Sınıf ayağa kalkıp diz çöksün.”
Kalktılar, kimse rahibenin sakin gözlerinden başka bir yere bakmadı. “Biraz önce Üniversite Hastanesi’nden fevkalade üzücü bir haber almış bulunuyoruz.” dedi. “Metin olmalıyız. Sınıfımızın sevgili öğrencilerinden Rosa Pinelli bugün saat ikide zatürreden öldü.”
Sf: 160
“Hey Arturo. Sevgilin ölmüş. Onun için dua ettik bugün.”
Arturo yemiyordu, çatalının ucunu tabağındaki balığa bastırıp duruyordu. İki yıl boyunca annesine ve kardeşlerine Rosa’nın sevgilisi olduğunu söyleyip övünmüştü. Şimdi sözlerini yutmak zorundaydı.
“Sevgilim değildi. Arkadaşımdı sadece.”
Ama başını eğip gözlerini annesinin bakışından kaçırdı. Karşısında oturan annesinin şefkatinin ona doğru geldiğini, onu boğduğunu hissedebiliyordu.
“Rosa Pineli öldü mü?” diye sordu annesi. “Ne zaman?”
Kardeşleri gerekli yanıtları verirken anne şefkatinin sıcaklığı boşaldı tepesinden aşağı, gözlerini kaldırıp ona bakmaya korkuyordu. İskemlesini geri itip masasından kalktı.
“Ben aç değilim.”
Gözlerini annesinin gözlerinden kaçırarak mutfağa girdi, oradan arka bahçeye çıktı. Yalnız kalıp ağlamak, göğsündeki sıkışmadan kurtulmak istiyordu; çünkü benden nefret ediyordu, beni görünce tüyleri diken diken oluyordu; ama annesi rahat bırakmadı onu, ayak seslerini duydu. Kalktı, arka bahçeyi kat etti, tel örgünün üzerinden atlayıp arka sokağa geçti.
“Arturo!”
Köpeklerinin gömülü olduğu otlağa yürüdü, karanlıktı orası, görülemezdi; sonra sırtını siyah söğüt ağacına dayayıp hıçkıra hıçkıra ağladı; çünkü benden nefret ediyordu, çünkü hırsızlık yaptım, ama Rosa, ah Rosa, ben o kolyeyi annemden çaldım, hırsızlık denmez buna; bir Noel armağanı, hem hesabını da verdim, günah çıkarmaya gittim.
Annesinin seslendiğini duydu, neden olduğunu bilmek istiyordu.
“Geliyorum.” diye seslendi, gözyaşlarının dudaklarında bıraktığı tadı yalayarak gözlerini iyice kuruladı. Tel örgünün üzerinden atladığında annesi üzerinden şalıyla ona doğru geliyordu; bir şey gizlemeye çalışırmış gibi omzunun üzerinden eve bakıyordu arada sırada. Arturo’nın sıkıntılı yumruğunu açtı çabucak.
Sf: 161
“Şşşş. August ile Federico’ya sakın bir şey söyleme.”
Avucunu açtı, bir elli sentlik duruyordu avucunda.
“Sinemaya git,” diye fısıldadı. “Artanıyla da kendine dondurma al. Kardeşlerin bilmemeli, ağzından kaçırma”.
Kayıtsız bir biçimde dönüp sokağa çıktı, parayı anlamsızca avucunda tutarak yürümeye başladı. Birkaç adım gittikten sonra annesi seslendi arkasından.
“Şşşş. Babana tek kelime etme. Babandan önce evde olmaya çalış.”
Benzin istasyonunun karşısındaki kafeteryaya girip bir dondurmalı süt söyledi, tadını alamadan içemeye başladı. Bir grup üniversite öğrencisi girdi içeri, bütün tabureleri doldurdular. Yirmi yaşlarında uzun boylu bir kız oturdu yanına. Atkısını çözüp deri ceketinin yakasını açtı. Tezgahın arkasındaki aynada kızı seyrediyordu; yanakları gece ayazıyla pembeleşmiş, gri gözleri kocaman ve heyecan dolu. Kız aynada onu seyrettiğini fark etti, ona doğru dönüp gülümsedi; dişleri muntazam ve pırıl pırıl.
“Merhaba!” dedi dudaklarında kendinden küçük erkek çocuklara ayrılmış bir gülümsemeyle, “Merhaba,” diye karşılık verdi Arturo. Kız başka bir şey söylemeden öbür yanındaki üniversiteye döndü, göğsünde gümüş altın karışımı bir “C” harfi bulunan meymenetsiz bir tip. Ona acısını unutturan bir canlılık ve parlaklık vardı kızda. Yemek kokularının arasında kızın leylak parfümünü çekti içine. Kız kolasını yudumlarken uzun ve ince parmaklarını seyretti, dudaklarının dolgunluğunu, sıvıyı yudumlarken pembe boğazının titreyişini. Doldurmalı sütün parasını verip gitmek üzere ayağa kalktı. Kız dönüp yüzünde güle güle anlamına gelen bir gülümsemeyle onu yolcu etti. O kadar, ama kafeteryanın önünde durduğunda Rosa Pinelli’nin ölmediğine kanaat getirdi, raporlar karışmıştı, hayattaydı; içerdeki kız gibi soluk alıyor, gülüyordu; dünyadaki bütün kızlar gibi.
Sf: 163
Rosa, Rosa’m benim, benden nefret ettiğine inanamıyorum, çünkü şimdi bulunduğun yerde nefret yoktur; hala aramızdasın, ama çok da uzaktasın. Ben bir çocuğum sadece ve yüzünün güzelliğini, holde yürürken çizmelerinin attığı kahkahaları düşününce gittiğin yerin gizemi gizem değil benim için. Çünkü balımdın benim, dünyanın en iyi kızıydın ve senin kadar iyi bir kıza aşık olmuş biri çok kötü olamaz. Ve şimdi benden nefret ediyorsan, ki inanmıyorum ettiğine, o zaman ıstırabıma bak ve seni burada istediğimi gör, çünkü o da iyi bir şeydir, Geri gelmeyeceğini biliyorum, Rosa, gerçek aşkım; ama bu öğle sonrasında varlığının düşü hissediliyor bu soğuk kilisede, merhametinin huzuru, sana dokunamamanın hüznü; çünkü seni seviyorum ve sonsuza dek seveceğim; ve yarın bir gün benim için toplandıklarında, işte o zaman bileceğim, onlar toplanmadan önce; ve hiç yadırgamayacağız birbirimizi, sen ve ben…
Sf: 171
“Annen nasıl?”
“Eve dönmeni istiyor,” dedi. “Spagetti pişiriyor. Seni de sofrada görmek istiyor. Bana öyle dedi.”
Bir taş daha kaldırdı, bu seferki daha da iri; büyük çaba, yüzü morardı. Sonra taşı koyup üzerine yaslandı nefes nefese. Eli gözüne gitti, parmağıyla burnunun yanından aşağı süzülen yaşı süzülen yaşı süpürdü.
“Gözüme bir şey kaçtı,” dedi. “Küçük bir taş parçası.”
“Biliyorum. Bana da olmuştur.”
“Nasıl annen?”
“İyi. Çok iyi.”
“Bana kızgın değil mi artık?”
“Hayır. Eve dönmeni istiyor. Bana söyledi. Akşama spagetti var. Kızgınlık denemez buna herhalde.”
“Onunla sorun yaşamak istemiyorum artık,” dedi Bandini.
“Burada olduğunu bile bilmiyor. Hala rocco Saccone’nin yanında kaldığını sanıyor.”
Bandini yüzünü aradı Arturo’nun.
“Ama Rocco’nun yanında kalıyorum,” dedi. “Beni evden kovduğundan beri onun yanında kalıyorum.”
Yalan.
“Biliyorum,” dedi. “Ona söyledim.”
“Ona söyledin mi?” dedi Bandini balyozu indirerek, “sen nereden biliyordun ki?”
“Bana Rocco söyledi.”
“Anlıyorum,” dedi şüpheyle bakarak.
“Baba, ne zaman döneceksin eve?”
Islık çaldı anlamsız bir biçimde, ezgi filan yok. “Hiçbir zaman dönmem belki,” dedi. “Buna ne dersin?”
“Annem dönmeni istiyor. Seni bekliyor. Seni özlüyor”
Kemerini yukarı kaldırdı.
“Beni özlüyor demek! Özlesin, ne olmuş?”
Omuz silkti Arturo.
“Bütün bildiğim eve dönmeni istediği.”
“Belki gelirim belki gelmem.”
Sf: 174
Jumbo Bandini’ye dönüp onu bir hırıltıyla susturdu.
“Seni aşağılık küçük canavar,” dedi Dul. “Svevo Bandini, bu münasebetsiz çocuğun bu şekilde devam etmesine göz mü yumacaksın?”
“Arturo!” dedi Bandini sertçe.
“Siz köylüler!” dedi Dul. “Siz yabancılar! Hepiniz aynısınız, siz ve köpekleriniz, hepiniz!”
Svevo bahçeyi kat edip Dul Hildegarde’ye doğru yürüdü. Dudakları aralandı. Ellerini önünde kavuşturmuştu.
“Bayan Hildegarde,” dedi. Bu benim oğlum. Onunla bu şekilde konuşamazsınız. O bir Amerikalı. Yabancı değil.
“Sana da konuşuyorum!” dedi Dul.
“Bruta Animale!” dedi Bandini. “Puttana!!”
Arturo’ya döndü.
“Hadi,” dedi. “Eve gidelim.”
Dul kımıldamadan baktı onlara. Jumbo bile kadının öfkesini hissetmiş, iğrenç kokan ganimetini yere bırakıp geri çekilmişti. Çam ağaçlarının aşağı inen yola açıldığı çakıl taşı döşeli yere gelince dönüp arkasına baktı Bandini. Yüzü morarmıştı. Yumruğunu havaya kaldırdı.
“Animal!” diye bağırdı.
Arturo yola çıkmış onu bekliyordu. Birlikte indiler kahverengimsi patikadan. Tek kelime etmeden, Bandini burnundan soluyarak. Dere yatağında bir yerde Jumbo dolanıyor, onun geçtiği yerlerde çalılar çıtırdıyordu. Zirveleri bulutlar sarmıştı, güneşe rağmen soğuk bir rüzgar esiyordu zaman zaman.
“Aletlerin ne olacak?” dedi Arturo.
“Benim aletlerim değil onlar. Rocco’nun. O bitirsin işini. İstediği de buydu zaten.”
Jumbo fırladı çalıların arasından. Ölü bir kuş vardı ağzında, çok ölü bir kuş, günlerden beri.
“Allahın cezası köpek!” dedi Bandini.
“İyi bir köpek o, Baba. Avcı.”
Sf: 175
Batıdaki maviliğe baktı Bandini.
“Yakında Bahar gelecek,” dedi.
“Hem de nasıl!”
Daha cümlesini tamamlamadan minik ve soğuk bir şey dokundu eline. Eridiğini gördü, küçük yıldız biçiminde bir kar tanesi…
Related posts
1 Comment
Bir Cevap Yazın Cevabı iptal et
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (76)
- ★★★★★ şaheser (25)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- hayat kanunları (18)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (381)
- röportaj (3)
- tefrika (19)
İyi ki doğdun