Bütün Eserleri


Kuyucaklı Yusuf
Sf: 23
Zaten, bir felakete sükun ve itidalle tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir.


Sf: 24
 

Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, önlerine ilk çıkanla evleniverirler.


Sf: 40 
Şahinde de iş olsun diye bir müddet söylendi, sonra o da sesini çıkarmaz oldu: Yusuf, kimse farkında olmadan evin en sözü geçen adamı oluvermişti. Şahinde bile buna alışmıştı. Artık her şeyi tabii buluyor ve eskiden beri hep böyle imiş zannediyordu.


Sf: 61 
Hiç kendini bilmez gibi oynuyor, bütün acemi kumarbazlarda görüldüğü gibi, asabi ve çılgın bir oyunla talihi kendine çevirmek istiyordu. Bir kere kaybetti mi ikinci defa demin kaybettiğinin iki mislini ve üçüncü defa ikincide kaybettiğinin iki mislini koyuyordu. Böylece ziyanı, aklı başında olduğu zaman düşünmekten bile korkacağı bir miktara çıkıyordu.


Sf: 63 
“Görünmez kaza işte buna derler iki gözüm…” dedi.
“Duracak zaman değil. İşin çaresine bakmalı!”
“Çaresine bakılacak tarafı mı var? Elimdeki zeytinliği satsam ve bir senelik maaşımı kırdırıp buna ilave etsem yine yetmez; 320 altın bu… Bitti Hulusi Bey, her şey bitti. Düşün ki buradan tası tarağı toplayıp gitmek bile mümkün değil, burada kalıp sefil ve kepaze olmaya mahkumum. Üç senede, beş senede, elbet ödemeye çalışacağız!”


Sf: 64 
“…Sen yalnız aklını başına topla ve hiç itidalini kaybetme. Dünyada düzelmeyecek iş mi olur?”
Selahattin Bey bu gibi sözlerin ona teselli vermekten uzak olduğunu ima eden bir tavırla başın salladı.


Sf: 69
“…Hele böyle Şakir gibi hovardaları kadın kısmı nedense pek beğenir, sonunda da başını taştan taşa vurur…”


Sf: 75
Kadın yine ağlamaya başladı. Yusuf eskiden beri böyle ikide birde ağlayıveren insanlara kızardı. Fakat bu kadının gözyaşları o kadar hakiki, o kadar içten gelmeydi ki, görenlerin onun teessürüne iştirak etmemelerine imkan yoktu.


Sf: 76
“Onlara kimsenin kudreti yetmez!”
Selahattin Bey, “Benim kudretim yeter!” diyecekti, fakat bunu laf olsun diye söylemek bile elinden gelmedi.


Sf: 79
Kız, yüzünde hep o taş kesilmiş ifade ile olduğu gibi anasının kucağına kapandı. Hiç kımıldamıyordu. Eğer ağlıyorsa, bu pek garip bir ağlayıştı. 


Sf: 88
Ara sıra, akşamları, böyle kah bir riyaziye kah bir tarih kitabını eline alır, belki elli defa okuduğu yerleri bir daha gözden geçirirdi. Dünyada mektep kitabından başka bir şeyin okunabileceğini bilmiyordu.
Muazzez’in, yavaşça oda kapısını açarak, elinde tepsi ile içeriye girdiğini ve kendisine kahve getirdiğini farzetti.


Sf: 94
Yalnız delikanlı ara sıra elini uzatıp yataktakinin saçlarına dokunuyordu. Fakat gayet yavaş yapılan bu hareketleri Muazzez’in hissettiği şüpheliydi.


Sf: 96
En doğru hareket, gitmek, bu işin olmayacağını söylemek ve karşısındakinin pek haklı olarak fırlatacağı hakaretleri sessizce kabul etmekti.


Sf: 97
Ömrünün bu en güzel gecesini, ömrünün bu en korkunç gününün takip etmesi mi mukadderdi?
Hayatta hiçbir şey ona kıymetli görünmemiş, peşinden koşmak, erişmek sahip olmak arzusunu vermemişti. Etrafına daima bir yabancı gözüyle bakmış, hiçbir yere bağlanmak arzusunu duymamış, Bu yalnızlığın gururu içinde memnun olmaya çalışmıştı. Şimdi il defa bir şey istiyor, hem de korkunç bir şiddetle istiyordu. fakat niçin bu istek bir imkansızlıkla beraber gelmişti? Niçin hayatının bu en büyük arzusunu, şimdiye kadar belki yine içinde, fakat en gizli yerlerde saklı duran bu arzuyu, hapsedildiği yeri parçalayarak ortaya çıkar çıkmaz, öldürmeye mecbur kalıyordu?.. Niçin? Kimin için?..


Muazzez’e dair içinde uyanan ve şuuruna varan his, onun kendisinden koparılması ihtimaline karşı duyduğu müthiş bir acı oldu.


Sf: 99
Son cümleleri söylerken Yusuf’un yüzünü zehirli bir tebessüm kaplamıştı. Bunu fark eden Muazzez bir adım geriledi; bir şey demek için ağzını açtı, fakat diyemedi. Birkaç kere daha gayret etti, fakat bu sefer de gırtlağından ancak anlaşılmaz birkaç ses fırladı. Bir şeyler söyledim zannettiği halde, kelimeler ağzının içinde kalmışlar ve dışarı çıkamamışlardı.


Sf: 100
İki taraf da mümkün oluğunca ağırdan almış olmak için sual ve cevapların arasını uzatıyorlar, birbirlerine pek seyrek gidiyorlardı.


Sf: 101
Genç kızın cevap vermesini beklemeden odasına girdi.
İlk zamanlarda Yusuf’a karşı müthiş bir hiddet, hatta kin duymaya başlayan, sonra yavaş yavaş bu kızgınlığı büyük bir teessüre çevrilen Muazzez, son zamanlarda Yusuf’un halinden korkmaya başlamıştı.
Bazen kızın sözlerini hiç kesmeden, belki on dakika ve daha fazla dinliyor, gözlerinde anlayan, hatta aynı şeyleri hisseden ışıklar yanıyor, fakat karşısındakinin sözü biter bitmez, sanki hiçbir şey dinlememiş ve rüyadan uyanıyormuş gibi, kuru, yabancı, manasız bir cevap veriyor ve hemen uzaklaşıyordu.
Kübra ile anası ise evde iki hayal gibiydiler. Kendilerine lüzum olmadığı zaman yok oluyorlar ve arandıkları zaman, sanki havanın içinden, birdenbire beliriyorlardı. Onlar da sinirlerinin uzun süren bir uyanıklığını dinlendirmek için, Selahattin Bey gibi, manevi bir uykuya dalmışa benziyorlardı. 
Bugünden sonra, Muazzez, Kübra’dan büsbütün kaçar oldu. Sebebini bilmediği halde, bu kıza karşı içinde bir kızgınlık var gibiydi. Bir insana en muhtaç olduğu bu zamanlarda bile, aklına bir kere olsun Kübra gelmemiş ve o, bunu arayınca da ona ısınamamıştı. Isınmak şöyle dursun, birbirlerine susarak bakışırlarken onun gözlerinde kendisini ısırmak isteyen parıltılar sezer gibi olmuştu. Mümkün olsa gündüzleri bu evden kaçacak, yahut bir köşeye saklanacaktı.
Bereket versin, evde kapalı kalan ve ehli bir hayvan halinde, fakat çok daha maksatsız büyüyen kızların hepsinde olduğu gibi, onda da vücudunu ve kafasını hiçbir şeyle meşgul etmeden, hiçbir şey düşünmeden ve hiçbir şey yapmadan saatlerce, günlerce, belki aylarca, senelerce beklemek kabiliyeti vardı ve içini yakan düşüncelerden bitap bir hale gelince, mutlak hiçliğin kucağına atılıyordu.


Sf: 103
…parmakları işitilmeyecek kadar hafif şıkırdıyordu.
…sanki gelinin hareketlerinden en ufak bir noktayı kaçırmaktan korkuyorlarmış gibi, dikkatle bakıyorlardı.


Sf: 106
Güya kime söylediğini belli etmeyerek, fakat yarı yarıya Ali’ye bakarak küfürler savuruyor…


Sf: 107
Ali de doğrulmuştu; sapsarı yüzüyle karşısındakine bakıyor ve şu anda Şakir’i değil, etraftaki arkadaşlarını, bir korkaklık yaparsa onların ne diyeceğini düşünüyordu.


Sf: 113
Onun fikrince, nasıl harpte kazanmak için her vasıta meşru ise, adalette kazanmak için de mümkün olan her çareye başvurmakta beis yoktu.


Sf: 119
Bir şey söylemiş olmak için:
“Yusuf gene yok mu?” diye sordu.


Sf: 121
Bu buruşmaya başlamış ve ağlamaktan kızarmış çehrenin arkasında taze bir gençkız yüzü görür gibi oldu ve o anda ilk evlendiği gecenin ümit ve sevinç dolu hislerini tekrar yaşadı. Bu belki bir saniye, belki de daha az sürdü. Ondan sonra içini derin bir merhamet kapladı. Bütün kızgınlığına ve uzun senelerin verdiği bir istihfaf duygusuna rağmen, gördü ki karısı bu anda samimi idi ve kendisine bir şey oluyor diye sahiden korkmuş, sahiden telaş etmişti. Bu korkunun arkasında daha esnafça düşünceler aramak biraz insafsızlık olurdu.
…hemen, bir kuyu kadar boş ve karanlık bir uykunun içine yuvarlandı.


Sf: 122
Ailenin diğer üç ferdi, hatta bu cinayetten içten içe memnundular.
Şahinde bir bakkala kız vermediğine seviniyordu, Yusuf hem bir yükten kurtulmuş gibi kendisini serbest sanıyor, hem de, derinden derine üzülüyordu. Muazzez ise, artık gönlündekileri açığa vurabileceğini düşünerek memnundu.


Sf: 123
En küçük teferruatına kadar dimağına yerleşmiş olan bu hatıraları oradan çıkaramayacağını çabuk anladı, fakat bunun üzerinde düşünmeyecek, muhakemeler yürütmeyecek kadar kendisine hakim oldu.
Muazzez’e gidip:
“Bana gel, ben gerçi seni bir iş uğrunda feda ettim, benim için bu kadar az ehemmiyetin vardı; şimdi bu engel kalktı, başka bir mühim mesele çıkıncaya kadar sana bağlıyım!” demek de herhalde pek kolay bir şey değildi.


Sf: 124
Çok kere başını alıp gitmek, Balıkesir’de, Bandırma’da bir ağanın yanında arabacı, yahut işbaşı girmek istedi. Halbuki böyle yaparsa babasını, Muazzez’i, hatta Şahinde’yi üzmüş olacaktı. Buna ne hakkı vardı? Adamın kendisine geçen emeklerine böyle onu sebepsiz yere bırakıp gitmekle mi mukabele edecekti?


Sf: 125
Kocasına ilk nöbet geldiği zaman gösterdiği alaka da zamanla bir alışkanlığa çevrildi. Artık onu senelerden beri hep hastadır sanıyordu.
O kendine güvenen ve dünyaya meydan okuyan tavırdan Yusuf’ta eser kalmamış denilebilirdi. Konuşurken gözlerini insana dikip sert sert ve “söyleyeceğin bu manasız şeyler miydi?” demek isteyerek bakmıyor; hatta çok kere, yarım bıraktığı bir sözü karşısındakinin tamamlamasını, yani sonuna kadar götüremediği bir düşünceyi toparlamakta kendisine yardım edilmesini bekliyordu.


Sf: 126
Selahattin Bey bunları gördükçe hem seviniyor, hem de içini garip bir hüznün kapladığını hissediyordu. Eski Yusuf’a çok alışmıştı. Onun mütehakkim, dikbaşlı ve söz anlamaz hali kendisine daha sıcak geliyordu. Boynu bükük, mütereddit, mahcup delikanlıyı bir türlü ciddiye alamıyordu.
Bu söylediğimiz hisler aklından şöyle bir geçiyor ve derhal unutuluyordu; o kadar ki, aynı şeyleri bir başka sefer düşününce, ilk defa fark ediyorum sanıyor ve yeniden üzülüyor, seviniyor ve hayret ediyordu.


Sf: 127
…birkaç cana yakın dost ile yaptığı içki alemleri bugün bile tekrar istenilecek şeylerdendi. Bekarlığında fırsat düştükçe gönül eğlendirmekten geri kalmamış, bazen bir Ermeni hizmetçi ile, bazen bir zaptiyenin dul karısı ile de olsa, tatlı günahlar işlemiş ve hele yolu İstanbul’a düştükçe, Venedik ve Timono sokaklarının kaldırımlarını aşındırmıştı. Bir hayat başka türlü olacak değildi ya?
“Benim için yapılacak ne iş kaldı ki?” diyordu. “Yerimizi boşaltsak da dünyaya yeni geleceklere yer açsak…”
Fakat nasıl? Muazzez’i kim isteyebilir, kim alabilirdi? Ona göz koyup almaya kalkanların hali meydandaydı. Şair Bey ise elini, kolunu sallayıp serbest serbest ortalıkta dolaşıyordu. Bir kurşun da kendisi yemek isteyen kabadayı her zaman bulunmazdı.
Sonra ismi bu kadar geçen, uğruna vukuat çıkan bir kıza pek iyi gözle bakılmıyordu. Burası ufak yerdi.


Sf: 128
Hiçbir iş tutmayan ve boşta gezen bu “evlatlığa” yüz suyu dökmektense, aslan gibi bir damat bulup köşeye kurulmak herhalde çok daha akıllı işiydi.


Sf: 129
Yusuf’un kendisine karşı gösterdiği soğuk tavırdan doğan infial zamanla azalıyor, yerini, Yusuf’un böyle yapışının sebeplerini anlamak isteyen bir meraka bırakıyordu.


Sf: 131
Kaçmak, evden uzaklaşmak, oraya dönüp Muazzez’e şu suali sormamak: “Neyi canın isteyecek, neyi?”
Terden sırsıklamdı. Yerler o kadar sıcaktı ki, ayakkabılarının köselelerini bile geçerek tabanlarını yakıyordu. Koyu zeytin yapraklarını bile şeffaf yapan bir aydınlık vardı: Gözleri kör eden, etrafı birbiriyle kaynatan, karıştıran bir aydınlık… Güneş sanki ışığını kova ile yeryüzüne döküyordu.


Sf: 132
Buralarda durmakla kendini avutamayacağını anladı.


Sf: 133
Hain mahalle çocuklarının hücumuna uğrayan ve en güvendiği silahı usta parmaklar tarafından koparılan arıya karşı büyük bir merhamet hissediyordu. İçini bir hüzün kaplamıştı. Kendini eve götüren sebebi unutmuş gibiydi.


Sf: 136
…yalnız şimdi değil, bu eve geldiğinden beri, hatta ilk gördüğü günden beri Kübra’nın kendisine hep büyük ve şaşmaz gözlerle baktığını hatırladı.
“Ne diye gidiyorsun Yusuf Ağa?” dedi. “Ne yapacaksın gidip de…”
Yusuf karşısındakine bakarak başını salladı. Kız tekrar mırıldandı:
“Kendine yazık edeceksin… Senin yolun orası değil…”
Yusuf bu yarım ve manasız cümleleri tamamıyla anlamış gibi cevap verdi:


Sf: 139
“Ne diye buraya geldin Muazzez?” diye sorunca derin bir nefes aldı. Demek babasına bir şey olmamıştı. Yusuf’u buraya getiren diğer bir sebepti. Başka zaman olsa hiddetinden korkardı. Fakat şimdi gözlerini iki türlü sevinç yaşartıyordu: Hem deminki telaşının yersiz olduğunu düşünerek müsterih oluyor, hem de Yusuf’un buraya kadar sırf kendisi için, Muazzez için gelişinden anlatılmaz bir memnunluk duyuyordu.


Sf: 140
Yusuf başını önüne eğmişti. Buraya gelmiş olduğuna şu anda müthiş pişmandı. Eski hiddeti geçmiş, yerini, kötürüm eden bir teessüre bırakmıştı. Bir an evvel buradan gitmek istiyordu. Başını kaldırmadan:
“Peki, ne yaparsan yap!” dedi ve arkasını dönmek için bir harekette bulundu.
O zaman Muazzez onun yanına sokularak:
“Yusuf!” dedi.
“Ne?”
“Yusuf… Neden geldin buraya?”
Öteki cevap vermedi. Öyle ya, neden gelmişti buraya?
“Buraya benim için mi geldin?”
Ayıp bir şeyi itiraf eder gibi kızararak başını salladı:
“Evet!”
Karşısındakinin yüzüne bakınca Muazzez’in yüreği hopladı. Yusuf’un çehresi bu anda aynen o akşam kendisine “anladım” dediği zamanki ifadeyi almıştı.
Muazzez birdenbire:
“Haydi Yusuf, gidelim!” dedi.
Yusuf gene kıpkırmızı, peki demek ister gibi başını salladı.


Sf: 142
Muazzez arkadaki muşamba perdeyi aralayarak baktı. Yolun döndüğü yerde bir süvarinin kaybolduğunu ve bunun Şakir’e benzediğini gördü. O zaman içerisi annesine karşı büyük bir istihfaf hissiyle doldu. Demek kendisinin bağda olduğu bu oğlana haber verilmiş ve o da hemen atına atlayarak bağın yolunu tutmuştu.
Olduğu yerden yavaşça öne doğru giderek Yusuf’un bütün vücudunu kucaklamak ve onun alev gibi kulaklarına:
“Ben razıyım Yusuf, beni ne yaparsan yap, fakat bir dakika bile bırakma!” demek istedi. Bu anda araba dik bir bayırı tırmandı. Genç kız tekrar muşambayı kaldırınca Soğuktulumba’da olduklarını gördü:
“Yusuf, nereye gidiyoruz!”
Diye bağırdı. Çünkü kasabaya gidecek yerde atlar sağa dönmüş, Havran yolunu tutmuştu.
Yusuf sesini çıkarmadı, başını bile çevirmedi, atları sürmekte devam etti. Fakat Muazzez artık korkmuyordu. Arabanın ağzını kapayan vücut ona tükenmez bir emniyet hissi veriyordu.


Sf: 143
Yusuf hep ileri bakmakta ve kenarlardaki ağaçların daireler yaparak uzaklaştığını, yolda rasgeldiği köylülerin telaşla eşeklerini bir kenara çektiklerini fark etmemekte idi.


Sf: 146
Uzun uzun baktı ve sonra sessiz sessiz ağlamaya başladı. Elini yüzüne kapatıyor ve yaşlarını avuçlarına akıtıyordu. Yusuf onun ağladığını görmemeliydi. Bu kadar büyük bir saadeti onu verene göstermek doğru değildi. Bunu, kendine de izah edemeyerek, hissediyordu.


Sf: 152
Şahinde bu kadınla kızın bu eve niçin geldiklerini ne kadar az düşündü ise, şimdi niçin gittiklerini de o kadar az düşünüyordu.
Ara sıra: “Muazzez’i bu oğlan nereye götürdü acaba?” diyor, fakat bir süre sonra: “Acaba bu karılar giderken bir şeyimi alıp götürdüler mi?” diye üzülüyordu. Bu üzüntü, onu yerinden kaldırıp eşyasına baktıracak hale gelmeden, kayboluyor ve yerini boş bir gevşekliğe bırakıyordu.
Herhangi bir mesele üzerinde durup düşünmeye alışmamış olan kafası, yükünü atmak için bir insana muhtaçtı ve Şahinde Selahattin Bey’i, farkında olmadan, yalnız bunun için herhangi bir şeyi düşünmeye mecbur kalmaktan kurtulmak için, bekliyordu.


Sf: 154
“Yusuf ne zaman Hilmi Beylerin bağına gelip Muazzez’i almış?” diye sordu.
Karısı hemen cevap verdi:
“İkindi sıralarında…”
Sonra birdenbire düştüğü bir korkuya mağlup olarak, yalvarır gibi mırıldandı:
“Hilmi Beylere gittiğimizi nereden biliyorsun bey?”
Kaymakam omuzlarını silkti. Nereden bildiğinin o da farkında değildi. Cennetayağı, Yusuf, Muazzez, Kübra isimleri bir arada kulağına gelince bugün gidilen yerin Hilmi Beylerin bağı olduğu kanaati kafasında belirivermişti. Bu o kadar tabii olmuştu ki, karısına kızmayı bile akıl etmiyor, yalnız gitgide artan bir merakla:


Sf: 159
“Nedir bu yaptığın Yusuf?” dedi.
Sesinde ne bir şikayet, ne bir sitem vardı. Sadece soruyor ve öğrenmek istiyordu.
Bu Alevi köylerinin daha geniş mezhepli, daha samimi ve daha temiz olduğunu uzun memuriyet seneleri ona öğretmişti. Nahiye ve köyleri dolaşmaya çıktığı zamanlar buralarda kalmayı tercih ederdi. İsmail “Acı su getireyim mi?” deyinceye kadar bir “Kızılbaş” köyünde olduğunu nasıl fark etmediğine şaştı. Oğlanın açık, cesaretli ve kendine güvenen tavrından bunu anlamalıydı.
Önüne bırakılan ve bu köyün çamlarının mahsulü olan fıstıklardan birkaç tanesini ağzına attı. Midesine inen bu “acı” suyun birdenbire yorgunluğunu aldığını, tatlı bir zindelik verdiğini fark etti. Gözleri parlayarak Yusuf’a döndü:


Sf: 160
“Ben buralara kadar keyfimden mi geldim? Beni nasıl yalnız bırakacaksınız? Kızımdan ve senden ben bunu mu beklerdim? Beni Şahinde’nin eline bırakıp nasıl gidersiniz? Bu son günlerimde sizden başka kimim var? Keyfin isterse Yusuf, siz dönmezseniz ben de kalırım, sen kazanacağın para ile hem karını hem beni beslersin!..”
Yusuf şaşırdı; fakat Kaymakam’ın şaka söylemediğini ve bu sözlerin sarhoşluktan evvel düşünülmüş şeyler olduğunu anladı.


Sf: 162
Onu hem hayrete düşüren, hem düşündüren bir his de, Kübra ile tekrar ve muhakkak karşılaşacağına dair kafasında yaşayan bir kanaatti. Sanki yarım kalmış bir işin tamamlanması lazımdı ve günün birinde Kübra herhangi bir yerde bu işi tamamlamak için karşısına çıkacaktı.
Kafasının tam ortasında, saçlarının bir daire yaptığı yerden ensesine doğru inen harikulade muntazam bir hat, Muazzez’de hiç durmadan sarılıp öpmek arzusu uyandırıyordu.


Sf: 163
Bilinmeyen bir yerden bir felaketin geleceğinden eminmiş gibi onu kendine çekerek sımsıkı sarıldı.


Sf: 165
…bu kısa müddet esnasında içlerinde günlerce anlatmakta bitmeyecek şeylerin toplanıp biriktiğini sınırlardı.


Sf: 169
Yusuf’un cevap vermesini beklemeden aklına gelen başka bir şeyi soruyor,


Sf: 170
“Bu iş sana göre değil ama, ne yapalım?” dedi. “Biliyorum, canın sıkılacak, fakat insan yavaş yavaş alışır. Gördün ya, kimsenin bir iş yaptığı yok. Mesele o odanın içinde beş on saat oturabilmekte…”


Sf: 171
“Bazı şeyler vardır, canımızı sıkar; “Bu neden böyle? Böyle şeyleri dünyadan kaldırmalı!” deriz. Bazı şeyler de mevcut değildir. İçimizden bunların olmasını ister, hatta bu uğurda çalışırız. İkisi de saçma ve faydasızdır. İnsan dediğin mahluk hiçbir şeyi değiştiremez. Bunun için, gönlünün rahat olmasını istersen, gördüğün fenalıkların bile bir hikmeti olduğunu düşün ve yeryüzünde olmayan iyilikleri oraya getirmek sevdasına kapılma… Sonra en mühimi: Kendini halinden şikayet etmeye alıştırma! Ömrünün sonuna kadar dövünsen bu hayatın cefası tükenmez; kendine etmiş olursun. İçkiye de şimdilik pek heves etme. Bazen insan avunmak için başka çare bulamıyor ama, sen nefsine hakim ol. Biraz daha yaşlandıktan sonra nasıl olsa başlarsın. Hatta o zaman lazımdır da. Akşamdan akşama iki kadehin zararı yoktur. İnsana dünyayı unutturur. Eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten…”


Sf: 173
İşsizlikten şikayet etmiş, bir baltaya sap olmak istemiş, eve yük olmaktan kurtulmak için aylardan beri çareler düşünmüştü. İşte şimdi bir iş sahibi idi. Yazık ki bu iş ona boş gezmekten daha az sıkıcı ve daha az manasız gelmiyordu.


Sf: 174
Kendilerini nasıl bir akıbetin beklediğin bilmeyen ve “ya gazi, ya şehit!” diye bağırdıkları halde ölümü aklına bile getirmeyen zavallılar… Hayatın yeknesaklığı içinde birdenbire beliriveren bu korkunç değişikliği gülerek kabul eden, ona koşan ve ne için, kimin için ölmeye gideceklerini, nerede ve nasıl öldürüleceklerini sormayı asla aklına getirmeyen kahramanlar…
Senelerden beri aklına getirmek istemediği hadiseleri ve manzaraları bu kadar canlı olarak gözünün önünde görmek, Yusuf’a o zamana kadar duymadığı cinsten bir üzüntü verdi.

Sf: 176
Onun ocağa doğru eğilip, bir türlü ateş almayan odunları, gözleri yanarak üflediğini görüyordu.


Sf: 178
Konuşamıyor ve gözleri,derdini anlatamayan bir çocuk çırpıntısı ile, kızına koşmak istiyordu. İçleri zaman zaman parlayan ve etrafındaki canlı cansız her şeye, bırakmak istemezmiş gibi sarılan bu gözlerden, şimdi soluk bir renk almış olan yanaklara doğru, birkaç damla yaş süzüldü. 


Sf: 181
Hayatta bir insanı bu kadar üzecek bir hadisenin mevcut olabileceğine o zamana kadar ihtimal vermemişti.
Yusuf’un Muazzez’i bile görecek hali yoktu. Asıl ondan, onunla karşı karşıya gelmekten korkuyordu. Kaybettikleri şeyin büyüklüğünü o zaman daha çok anlayacaklarını ve buna tahammül edemeyeceklerini sanıyordu.


Sf: 182
Bu sesle dinin bir alakası yoktu. Böyle olmasa Sarı Hafız da, pek dini bütün olmadığını bildiği ve camide ancak bayramdan bayrama gördüğü Selahattin Bey için, bu kadar candan haykıramazdı. Burada Allah filan da yoktu; ölen bir insana, ölümü bütün dehşetiyle duyan bir insanın hitabı vardı. Ara sıra yeisle incelip titreyen; bazen tevekkül ve teslimiyetle ağırlaşan ve pesleşen bu sesleri, şimdi evinin bahçesinde dimdik uzanan Kaymakam muhakkak işitiyor ve anlıyordu. Yusuf bundan emindi. İhtimal cevap da veriyor ve Sarı Hafız bunun için ara sıra böyle daha ateşli, daha manalı haykırıyordu. Yusuf yanı başında kavak ağacının kütüğüne dayandı.  Her tarafı titriyor ve şu anda ölüm karşısında ürperen bütün dirilerin tercümanı olan Sarı Hafız’la, bahçedeki ölü arasında cereyan eden mukalemeyi dinleyerek dehşete düşüyordu.
Sf: 184
Akşamüzerleri yalnız başına evde otururken, sokaktan her geçenin ayak sesiyle yerinden hoplar, kapının çalınması ve soluk yüzüyle babasının içeri girmesini beklerdi. İnanamıyordu. Onun bir daha kapıyı hiç çalmayacağına, tulumbada Muazzez’e su çektirip yıkanmayacağına, uzun entarisi ve beyaz saçlarıyla bu evin içinde bir daha dolaşmayacağına inanamıyordu. Bir gün yine gelmesi lazımdı. Muhakkak lazımdı.


Sf: 185
Meğer kendisine 46 yaşında ihtiyarlamış gözüyle bakılan Selahattin Bey, bu evi ne kadar çok dolduruyormuş? Dört odalı ahşap bina sanki birdenbire tamamen boşalıvermişti.


Sf: 187
Fakat kulağı evdeki hizmetçinin sözleriyle dolu olduğu için, Kaymakam “Bu midir o?” deyince derhal anladı.
Ne kadar küstahça, ne kadar istihfafla soruyordu.
“Adın nedir?” yahut:
“Ne iş yapıyorsun?” derken, sanki dudaklarının arasından:
“Sen de adam mısın?” diyen ikinci bir cümle sessizce dökülüyor ve muhatabının dimağına varıyordu.


Sf: 191
Yusuf gözlerini karşısındakinin yüzüne dikerek uzun müddet baktı. Bir şey düşünmüyor, sadece kafasının içinden birdenbire hızla geçmeye başlayan bir hatıralar şeridinin durmasını bekliyordu.


Sf: 193
Yusuf’un bu sözleri anlayıp kafasına yerleştirmesini bekliyormuş gibi birkaç saniye sustu.


Sf: 195
“İyi ama, Yusuf, sen köylere gidip günlerce kalırsan, ben burada ne yaparım?” demek oldu.
O zaman Yusuf’un da çehresi de değişti; birdenbire düşünceli bir hal aldı. Bu cihet onun da aklına gelmemişti. Şimdi buna hayret ediyordu: Nasıl olmuş da bunu hiç düşünmemişti.


Sf: 196
Muazzez hemen onun sözünü kesti ve ancak bir kadının düşünebileceği kadar ince düşünerek:
“Deli misin sen Yusuf!” dedi. “Hükümetten çıkarsın da ne iş yaparsın? Tutacağın iş sanki seni hiç benden ayırmayacak mı?”


Sf: 197
Yusuf onu uyandırmaya kıyamadı. Ayaklarının ucuna basarak yatağın kenarına gidip oturdu ve karısına uzun zaman baktı.
Muazzez’in saçları iki örgü halinde beyaz yastığın üzerinde uzanıyordu. Örgülerinin uçları biraz çözülmüş ve kumral saçlar bir sırma püskül gibi dağılmıştı. Şakaklarındaki saçların bazıları da yanaklarına kadar uzanıyor ve genç kadının yüzünü ince, ipek bir tül gibi sarıyordu. Ağzı biraz aralıktı ve nefes aldıkça beyaz dişleri parlıyordu. Gözkapaklarında kıl gibi ince mavi damarlar dolaşıyor, biraz dağınık olan kaşları ara sıra hafifçe ürperiyordu.
Genç kadın kımıldadı. Başını yukarı çevirdi ve bir kolunu yorganın üstüne atarak daha geniş, daha rahat nefeslerle uykusuna devam etti. Yusuf gözlerini karısının göğsüne dikti. Yakası kapalı beyaz entarisinin altında kabaran göğsü muntazam nefeslerle şişiyor ve yorganın üzerinde uzanan beyaz eli hareketsizdi. Biraz içeri doğru kıvrılmış olan parmakları yorganın kıvrımlarından birini yakalamış gibi duruyordu.
Yusuf yarım saat kadar onu seyretti, sonra güneşin yükseldiğini görerek giyinmek için kalktı. Bu esnada Muazzez gözlerini açtı. Başucunda kocasını görünce gülerek doğruldu ve pencereye vuran güneşe bakarak:
“Aman Yusuf, ne uyumuşum, ne uyumuşum!” dedi.
“Yok canım, o kadar geç değil!”
“Dur sana kahvaltı getireyim!”


Sf: 199
“İşte böyle Yusuf, ömür bu, geçip gidiyor!” diye mırıldandı. İhtiyarlara mahsus bir eda ile söylenen bu sözler Yusuf’u güldüreceği yerde düşündürdü.


Sf: 201
“Hayır Yusuf, var tabii, biraz bulgur pilavı var, sen yoldan geldin de, belki doymazsın, canın başka şey ister diye sordum. Ama, gelirken bir şey getirmedinse artık istemez… Bir daha dışarı çıkma!.. Biraz turşu koyarım, pilavla birlikte çok güzel gider. Sen otur, ben seni çağırırım olmaz mı?” 
Koşarak gitti. Yusuf olduğu yerde, mıhlanmış gibi kaldı. Köylerde ekmek, peynir, yoğurt, yumurta gibi şeylerle karın doyurmaya alıştığı için, biraz evvel aşağıda yediği bulgur pilavı ona hiçbir şey düşündürmemişti. Fakat şimdi, Selahattin Bey’in evinde olduğunu hatırlayınca, sade bulgur pilavının, yanında hiçbir şey olmadan, veya birkaç biber turşusu ile, bu evde eskiden pek yenmediğini acı acı hatırladı. Demek, o korktuğu günler başlamıştı? Demek gülünç bir tahsildar maaşına kalan bu aile, sade bulgur pilavıyla karın doyuranlar arasına girecekti!
Boş teldolap, boş torbaların yığıldığı yeşil sandık gözünün önüne geldi: “Ah, nasıl oldu? Nasıl olur?” diye dişlerinin arasından mırıldandı.
Yumrukları imkansızlıkla sıkıldı. Hiçbir çare yoktu; hayatları belki daha kötüleşecek, fakat asla daha iyi olmayacaktı. Yusuf, sırtında ne büyük bir mesuliyet taşıdığını şimdi yavaş yavaş anlamaya başlıyor ve bunun altında eziliyordu.
Aşağıdan doğru mırıltılar duydu. Şahinde’nin perde perde yükselen sesinin yanında Muazzez’in yalvarmaya benzeyen sözleri duyuluyordu. Fakat konuşulanlardan bir şey anlamaya imkan yoktu. Yusuf kapıya yaklaşınca Muazzez’in:
“Anneciğim, Allah aşkına sus!” dediğini işitti. Eliyle kapıya sarılarak dişlerini sıktı: “Ah bu kadın!” dedi. Sonra ona kızmaya hakkı olmadığını, Şahinde’nin böyle yapmakta büsbütün haksız sayılmayacağını düşündü. Kadın, damadının evi doyurmasını pek tabi olarak ister ve kızını böyle bir kocaya verdiği için elbette üzülürdü. Alıştığı hayatı yaşatabileceği aklı kesmeden bir kaymakam kızını, hem de kaçırmak suretiyle alan erkek, kaynanasının her türlü iğnelemesine layıktı.
Yusuf: “Ne yapmalı?” diye düşündü.


Sf: 202
“Yusuf, sofraya gel!”
Ağır ağır merdivenleri indi. Havalar serinlediği için, iki yerde ateş yanmasın diye yemeği mutfakta yiyorlardı. Bakır sininin ortasında bulgur pilavı tenceresi duruyordu. Herkesin önüne birer parça kuru ev ekmeği konmuştu.


Sf: 203
Karşısındakilerin ikisi de, azaplarının sona ermesi için bu işareti bekliyorlarmış gibi, sür’atle kaşıklarını ellerinden atarak:
“Yarabbi şükür!” dediler.


Sf: 204
…altları çürümüş gözlerle evin içinde bir hayalet gibi dolaşmasını, çok bilmiş bakışlarla takip ediyordu.
Elbet kızı inadını kıracak ve anasına gelip yalvaracaktı. Şahinde’nin de istediği buydu. Bu evde kendisine sorulmadan yapılan işlerin neticesi olan bu sıkıntılardan dolayı kendini asla suçlu tutmuyor ve suçlu olanların ona gelip yalvaracağı günü bekliyordu.


Sf: 205
Aynı evde, yan yana ve birbirine tamamen yabancı olarak yaşamak, feci bir şeydi. Halbuki bu yabancı onun anasıydı.


Sf: 206
Herkes inkar edilir, ana inkar edilmezmiş. Ben seni dokuz ay karnımda taşıdım.


Sf: 207
“Sustum kızım, sustum. Haydi aşağı inelim. Bir iki lokma bir şey yiyelim. O da varsa…”


Sf: 208
Ziyaretlere başladığı zaman Yusuf’a, annesinin tavsiyesine uyarak hiçbir şey söylememiş olması, şimdi onu, daha sıkı bir ketumiyete ve hatta bazen mufassal yalanlar icadına sevk ediyordu.
Yusuf’u üzmemek, onu imkansızlık içinde kıvrandırmamak Muazzez’i sevindiriyor ve hareketlerinin bir kısmını böylece kendine mazur gösteriyordu.


Sf: 209
Biraz da şaşkınlık ifade eden bu tebessüm ona daha esrarlı bir güzellik veriyordu.
Her gittiği yerde karısının güler yüzlü, cıvıldayan çocuk sesi onu takip ediyor ve yüzünü, rüya görenlere mahsus tatlı bir gülümseme kaplıyordu.
Sonra kocasının haberi olmadan yaptığı şeylerin hiç de fena bir şey olmadığına dair beslediği kuvvetli kanaat ve bunu kocasından saklaması sebebinin sırf onunla manasız münakaşalara meydan vermemek olduğu düşüncesi Muazzez’e tam bir vicdan sükunu veriyor ve onu kocasının karşısına, kendini daha çok güzelleştiren bir cesaret ve neşe ile çıkarıyordu.


Sf: 210
Edremit, harbin ilk mahrumiyetlerini duymaya başlarken, Şahindelerin evinde eskisinden daha güzel ve bol yemek yeniyordu. Muazzez ancak sofra başında birkaç kadeh içtikten sonra, bu misafirin yeni kaymakam olduğunu öğrendi. Şaşkın şaşkın onun yüzüne baktı. Demek babasının yerine bu çıyan suratlı adam gelmişti.
Bu çıyan suratlı adam bir müddet sonra sarı dişlerini gösterip sırıtarak Muazzez’in yanağını sıktı. Başı dönen ve alnını avcuna dayayarak uyuklar gibi sallanan genç kadın başını kaldırıp yanındakine baktı ve sinek kovalar gibi elini salladı. Sonra tekrar daldı.
Gitgide coşan Kaymakam, onu oturduğu yerden çekip kucağına almak istedi. O zaman Muazzez ayağa kalkarak, odadakilerin yüzüne aptal gözlerle baktı, sallana sallana dışarı çıkıp odasına gitti ve yatağına serildi.


Sf: 212
Muazzez bazı günler deli gibi çırpınıyor, “Yusuf! Yusuf!” diye bağırıyordu. Onun her şeyi haber almasını, eve gelip kendisini dövmesini, hatta bıçaklanmasını, ortalığın altını üstüne getirmesini istiyor, ancak o zaman bu işlerden sıyrılabileceğini seziyordu.
Şimdi akşamın olmasını, sofranın kurulmasını, yahut bir yere gitmelerini biraz isteyerek bekliyor, rakı kadehlerini daha az yüz buruşturarak içiyor ve koluna gümüş bir bilezik takan bir erkeğin kucağına oturmaktan eskisi kadar nefret etmiyordu.


Sf: 213
Yeni kaymakam ise daimi misafirler arasına girmişti. Yavaş yavaş vahşiliği azalan Muazzez’e, uzun aşk konferansları veriyor; onu, maaşının yarısını yutan hediyelere boğuyordu. Şakir bu hallere garip bir hazla bakıyordu. İçinde bir anda hakim olan his, Muazzez’e karşı duyduğu istek değil, Yusuf’a karşı duyduğu kindi. Bir kere başkasının olan bu kızı nasıl olsa elinde farz ediyor, fakat onun kucaktan kucağa dolaşmasının Yusuf için ne acı bir talih olduğunu düşünerek gülüyordu. İşte, eninde sonunda bu yabanın Yusuf’undan yediği yumruğun acısını çıkarmıştı. Bu kıza bir zamanlar yan bakmasına müsaade edilmemişti ve bugün onu saatlerce hırpalıyor, kucağına alıyordu. Zamanı gelsin daha ileriye de gidecek, hatta kendisine verilmeyen bu kızın ortaya düştüğünü de görecekti.


Sf: 214
Bu yaptıkları, kızının rahatı ve sefaletten kurtulması içindi. Eğer fena bir şey yapıyorlarsa bunun mesuliyeti daha ziyade Yusuf’a, hatta merhum kocasına aitti. Hiç olmazsa mesuliyetin büyük bir kısmı! Onlar bu evin istikbalini düşünmüş, akıllıca hareket etmiş olsalardı, şimdi Şahinde ile kızı, elin heriflerine dalkavukluk edip onları eğlendirmeye mecbur kalmazlardı. Hele Yusuf haylazlık edeceğine senelerden beri bir baltaya sap olmuş olsa, veya Muazzez’e göz koymayıp kızı Şakir’e verseydi, vaziyetleri herhalde başka türlü olurdu. Bunları düşünmeyen Yusuf’un şimdi herhangi bir şekilde müdahale etmeye, kızmaya hakkı yoktu ve Şahinde, damadına karşı fena hareket ettiğine asla kani değildi.


Sf: 215
Bu onun karısı mıydı?
Muazzez’in yüzü yağlı yağlı parlıyordu. Saçları pösteki gibi dolaşmış ve yer yer terli yüzüne yapışmıştı. Burun delikleri genişlemiş gibi duruyor ve nefes aldıkça kanatları oynuyordu. Ağzı sırıtmaya benzeyen bir şekilde yarı açıktı. Gözlerinin etrafı çürük ve yorgundu. Kaşları hafif çatılmıştı. Fakat Yusuf’u asıl korkutan, bu çehrenin kirli sarıya benzeyen rengi idi. Yanaklarının eski pembeliği hiç kalmamıştı. Dudakları kabuk kabuktu. Ara sıra sağ yanağı hafifçe oynuyor ve bu ürperme kadının yüzündeki sırıtma ifadesini arttırıyordu. Kaşlarının çatıklığı ile garip bir tezat teşkil eden bu gülüş, Yusuf’a tamamen yabancı geldi. Daha çok eğildi, fakat Muazzez’in ağzından yayılan bir koku onu geri itti.
Bu kokunun ne olduğunu anlayamadı. Yalnız her zaman karısının nefesiyle beraber yüzüne vuran koku olmadığını hissetti. Beyni zonklamaya başladı. Ellerini uzatıp önündeki bu mahluku sarsmak:
“Ne oldun sen! Ne oldun sen! diye bağırmak istedi. Sonra bunu yapamayacağını anladı. Karısının uyandığı zaman kendisine müthiş şeyler söyleyeceğinden korkuyordu. Son günlerin birçok hadiseleri gürültülü bir hızla kafasından geçti. Olduğu yere düşecekti. Gene yavaş adımlarla dışarı çıktı, merdiven başında çöküp oturdu…
Sf: 216
Şahinde Yusuf’un yüzüne bakınca korktu, kolunu onun elinden kurtararak:     
“Bırak beni! Ne olmuş?” dedi.
Sonra birdenbire cesaretlendi.Neden korkacaktı.
“Ana gel şuraya otur. Kapıyı kapa da gel…” dedi.


Sf: 217
Şahinde Yusuf’un bu halinden daha çok telaşa düştü, fakat itaat etti.


Sf: 218
Şahinde her söylediği söze, ağzından çıkar çıkmaz inanıyor, ve bu ona cesaret veriyordu.
Yusuf susmuştu, bu işlerde bir sakatlık olduğunu hissediyor, fakat kaynanasına verecek bir cevap bulamıyordu. Zaten münakaşaya alışık değildi. En kuvvetli sandığı bir sözüne verilen rastgele bir cevap, onu susturmaya yeterdi.
Bir bakıma Şahinde’nin söyledikleri doğru olabilir, İzzet Bey sırf iyilik etmek düşüncesiyle bu eve devam etmiş bulunabilirdi. Fakat bunun böyle olmadığına Yusuf emindi. Neden? Bunu kendisi de bilmiyordu.


Sf: 219
Dışarıda rutubetli bir soğuk vardı. Evin içinde de gocuğunu çıkarmamış olan Yusuf, kemiklerine kadar üşüdü.
Sf: 220 
Nasıl olup da bu kadar sakin kaldığına kendisi de hayret ediyordu. Bugün öğrendiği şeylerin onda birinin onu çıldırmaya kafi gelmesi lazımdı. Halbuki Yusuf kendine, biraz güçlükle de olsa hakim oluyor ve kafasını çatlatırcasına çareler düşünüyordu.


Sf: 221
Belki ona bu kadar sükunet veren, henüz her şeyin kaybolmadığına, henüz birçok şeylerin kurtarılabileceğine olan inanışı idi.


Sf: 223
Evet, gidip o asker kaçağını, o Şakir olacak herifi, hatta Kaymakamı ve daha birçoklarını haklamak vardı; fakat böyle yaptıktan sonra kendisi ya hapse atılarak veya ölerek ortadan kalkarsa, Muazzez için daha iyi mi olurdu?
Böyle yapmakla neyi kurtarırdı? O zaman karısı adam akıllı ortaya düşer ve herhalde Yusuf’a dua etmezdi.
Bütün hayatında kendine göre bir iş bile yaptığını hatırlamıyor, bu ömrü başka birinin yaşadığını sanıyordu.
Bir aralık aklına Muazzez’i kaçırdığı gün, öğleyin eve gelirken çocukların kovaladıkları arı geldi. Bu anda kendini ona o kadar benzetti ki, gözleri yaşardı.
Tıpkı o arı gibi hem kuvvetli, hem zayıftı. Tıpkı onun gibi etrafını insafsız kimseler sarmıştı. Zehrini akıtmasına imkan vermeden onu kıskıvrak yakalıyorlar ve müdafaa vasıtalarını elinden alıyorlardı.


Sf: 225
“Bu kadar mı, Muazzez?”
Yusuf, bu sözün nasıl ağzından çıktığına şaştı. Bununla ne kastettiğini pek vazıh bilmiyordu. Yalnız Muazzez’in çehresi birdenbire değişmişti. Evvela bir korku, sonra müthiş bir acı onun çocuk yüzünü kapladı. Nefes alır gibi hafif bir sesle:
“Bu kadar değil, Yusuf!” dedi ve hıçkırmaya başladı.
Yusuf onun kolunu tuttu:
“Ne var öyleyse Muazzez?” dedi. “Daha başka neler var?”
Genç kadın büsbütün boşanan gözyaşı tufanı ile cevap verdi. Yusuf’un gözleri kararıyordu.


Sf: 230
Bozuk kaldırımlı dar sokaklardan aynı hızla geçti. Kahvelerde oturanlar bu vakitte bu hızla geçen atlıyı görebilmek için başlarını buğulu camlara yapıştırıyorlardı.
Kolanı gevşetmek için elini atın karnına götürürken durdu:
“Neden çözüyorum?” dedi. Karısını alıp hemen gitmeyecek miydi?
Bunu hakikaten yapıp yapamayacağını bir an kendi kendine sordu. Şahinde’nin halini düşündü. Muazzez’in ne cevap vereceğini, bu teklifi nasıl karşılayacağını merak ediyordu.


Sf: 231
Bir saniye kadar duraladıktan sonra eliyle kapıyı itti. Gördüğü manzara onu hiç şaşırtmadı. Kendini dört günden beri, farkında olmadan bu sahneye hazırlamış olduğunu anladı.
Muazzez oturduğu yerde doğrulmuştu. Evvela ne olduğunu anlamayarak gözlerini odada gezdirdi. Kadri Bey’in taarruzdan vazgeçmesi ve odayı birdenbire bir sükutun kaplayışı ona fevkalade geliyordu.


Sf: 232
Gözü, kapıda duran Yusuf’a ilişince, bütün vücudu sarsıldı. Bir hayali kovmak ister gibi elini yüzünde dolaştırdı. Kocasıyla arasındaki mesafeyi sislendiren bulutlar yavaş yavaş kayboldular ve Yusuf karşısında her zamankinden daha büyük ve daha vazıh olarak durdu.


Sf: 233
Bu anda bütün hayatıyla, bütün muhitiyle, bütün dünya ile hesap kesiyor ve bu hesaplaşma, şimdiye kadar her şeye baş eğdiği nispette korkunç oluyordu.
Silahında kurşun kalmadığını anlayınca bir an durdu. Karanlık odada en küçük bir hareket bile yoktu. Ya herkes ölmüş, yahut korkudan bir köşeye büzülmüştü.
Sf: 235
Karısının muntazam nefesi yüzüne çarpınca durdu. Her tarafı örten karların verdiği bir ışıkta, kucağındaki kadının yüzüne baktı. İçi bir saadet hissiyle ürperdi. Kısa ve belirsiz nefesler alarak uyuyan bu çehre, yine eski Muazzez’in çehresiydi.


Sf: 236
Muazzez o akşam, bilinmez bir hissin tesiri altında, kocasının boynuna sarılarak: “Yusuf, ben senden korkuyorum!” demişti.
Karısının o sözleri söylerken farkında olmadan bu akşamı kastetmiş olduğu düşüncesi birdenbire zihninde belirdi; yerinden fırlayarak:
“Neden? Neden?” diye bağırdı. “Neden benden korkuyorsun? Ne yaptım ben sana?”
Gidip onu kaldıracak ve soracaktı.
     İçimizdeki Şeytan
Sf: 266
En akıllımızın kafası bile bizden evvelkilerin depo ettiği bir sürü bilgi ve tecrübenin ambarı olmaktan ileri geçemez. Yaratmak istediğimiz şey de bu mevcut malları şeklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret. Bu gülünç iş bir insanı nasıl tatmin eder bilmiyorum. Bize ziyasını beş bin seneden gönderen yıldızlar varken, en kabadayısı elli sene sonra kütüphanelerde çürüyecek ve nihayet beş yüz sene sonra adı unutulacak eserler yazarak ebedi olmaya çalışmak, yahut üç bin sene sonra, kolsuz bacaksız, bir müzede teşhir edilsin diye, ömrünü çamur yoğurmak ve mermere kalem savurmakla geçirmek bana pek akıllı işi gibi gelmiyor.


Sf: 267
“Umumiyetle para enteresan bir şeydir zaten. Çok kere cebimden bir lira alır, önüme koyarak onu saatlerce seyrederim. Hiçbir fevkaladeliği yok.”


“Üzerine biraz fazla eğilince insanın burnuna ağır bir yağ ve kir kokusu da vurur. Fakat ne muazzam şeydir bu kirli kağıt azizim, bir düşün!”
“…uzun zamandan beri görmediğin bir ahbap çıkar. Kılık kıyafetinin düzgünce olduğunu görür görmez derhal aklına kendi meteliksizliğin gelir ve gafil dostundan, talihin varsa, bir iki lira borç alırsın… İşte ondan sonra mucize başlar.


Sf: 270
“Sana nasıl anlatabilirim. ‘İlk görüşte deli gibi aşık oldum, yanıyorum, tutuşuyorum!’ gibi laflar mı söyleyeyim?


Sf: 274
Ömer içinde birdenbire sevince benzer bir şey parladığını hissetti ve gene bir anda bu histen dolayı müthiş bir utanma duydu. Bu ölümü kendisine yardım edecek bir hadise olarak telakki etmenin pek dürüst bir şey olmadığını düşündü. Fakat içimizde, bizim “ahlak” tarafımızda hiçbir şekilde münasebete geçmeyerek hadiseleri muhakeme eden, neticeler çıkaran ve tedbirler alan bir “hesabi” tarafımız vardı ve onun dediği oluyordu.


Sf: 275
Delikanlı bir müddet onların arkalarından baktı. ve kendisine itiraf etmediği halde, Macide’nin başını çevirmesini bekledi.
“Kız galiba o yolun yolcusu? Ha? Şişman karıda da tam esnaf kılığı var ya!..”
“Sen zaten başka türlü düşünmezsin ki; o mübarek kafan her şeyi mevcut bir ölçüye uydurmadan rahat edemez. Bu adam şu kadını tanımıyordu, gitti, konuştu. Kadın polise vermedi, demek ki o yolun yolcusuydu. Oldu bitti. Başka bir şey olmaz. Hayatta fevkalade hiçbir hadise yoktur. Her şey birbirinin aynıdır. İşte bu kadar…”


Sf: 276
“Çocukluğunuzda ihtimal beraber oynadınız. İhtimal hafızanın bir köşesinde o eski çocuk çehresinin birkaç çizgisi canlandı.”


Sf: 283
“Rica ederim, size yakışır mı?” demekten ileri geçmeyen genç muallim,…”


Sf: 288
“Hiç” dedi, “Herkesi aptal mı sanıyor nedir? Bizim elimizden neleri geçti… Böyle kurtları genç kızların arasında başıboş salmaya gelir mi hiç! Ara sıra gözümüzün kör olmadığını anlatmalıyız…”


Sf: 289
Aklının almadığı bir bayağılığı, düşünmekten bile utandığı bir iftirayı bu kadar tabiilikle müdafaa eden bir insana karşı değil kendini müdafaa etmek, ona küfretmek bile imkansızdı.


Sf: 292
Çocuklar dersteyken Bedri ara sıra sınıfın önünden geçerdi. Macide bu sırada onun adımlarını yavaşlattığını ve camekanlı kapıdan sınıfa bakan gözlerinin kendini aradığını hissederdi.
Aralarında aynı haksızlığa uğrayan iki kişinin yakınlığı teessüs etmeye başlamıştı. Bilhassa Macide Bedri’nin ağır ve dalgın halinin tesiri altındaydı. Akşamüzerleri eve dönerken bazen arkada kalıyor ve herhangi bir iş için çarşıya inen Bedri’nin uzun boyu, biraz düşük omuzları,daima öne eğilmiş başıyla, yokuşun alt tarafında kayboluşunu seyrediyordu. Kendi kendine bile itiraf etmek istemediği halde, onun başka kızlarla fazlaca konuşması adamakıllı canını sıkıyordu. Böyle zamanlarda: “Acaba müdür bey haklı değil miydi?” diye kendine soruyor, fakat bütün bu değişmelerin müdürün o müdahalesinden sonra başladığını hatırlayarak nefsine karşı temize çıkmaya çalışıyordu. Arkadaşları o hadiseyi unutmuş görünmekle beraber, Bedri ile Macide’nin herhangi bir vesile ile yan yana gelmelerini, birkaç kelime konuşmalarını manalı bakışlar için bahane yapmakta devam ediyorlardı. Bu hal Macide’yi büsbütün şaşırtıyor, fakat nedense, Bedri’ye daha çok yakınlaştırıyordu. Artık her derste gözü kapının camındaydı. Ve onun koridordan geçmesini yüreği hızla atarak bekliyor, dışarıda adımlar duyunca, ne vaziyette olursa olsun başı çevriliyordu. Diğer çocukların dikkatine çarpacak herhangi bir şey yapmaktan adamakıllı korktuğu halde, Bedri’nin başkalarına uzun müddet mukabele ediyor ve cesaretinden dolayı garip bir gurur duyuyordu.


Sf: 293
O da artık lakayt değildi. Müdür onun gözlerini, istemeyerek, Macide’nin üzerine çevirmişti. Şimdi genç kızın insana hayret veren müzik istidadı kadar, onu alakadar eden bir boyu, bir çift eli ve içinde birçok şeyler saklı olan gözleri vardı. 
Onunla ders yapacağı zamanları sabırsızlıkla bekliyor, fakat bir gece evvelden rüyasını gördüğü bu saatlerde diğer çocuklara gösterdiği alakanın yarısını bile Macide’ye göstermiyordu. Bunda belki sebepli bir korkunun, kıza laf gelmemesi arzusunun tesiri vardı. Her mektepte insanı kusturacak kadar bol görünen bir talebe ve hoca muaşakası yapmak niyetinde değildi.


Sf: 295
O, müziğe diğer arkadaşları gibi, bulacakları kocanın seviyesini bir derece yüksek tutmakta yardımcı olsun diye heves etmemişti.


Sf: 300
“Siz burada mısınız?..” diye başka bir sualle cevap verdi. Sonra: “Ne saçma sual, değil mi?” diye ilave etti: “İşte görüyoruz ki buradasınız. Ne diye sorarız acaba?.. Türkçenin kendine mahsus bir manasızlığı… Dünyada hiçbir şey ifade etmemek kabiliyeti!”


Sf: 309
Ömer bu anda zavallı kıza sahiden acıdığını hissetti. Dört sene evvel ölen kendi babasını hatırladı. İstanbul’da leyli mekteplerde geçen ömrü, babasını adamakıllı tanımasına mani olmuştu. Ona aydan aya para yollayan ve tatillerde evine gidilen biri nazarıyla bakmaya alıştığı halde ölüm haberi kendisini adamakıllı sarsmıştı. İnsan oturduğu odanın duvarlarından biri yok oluvermiş gibi bir noksanlık, bir çıplaklık duyuyor, bir gün evveline kadar kolumuz, bacağımız gibi pek tabii surette mevcut olan bir şeyin birdenbire hiç olmasına inanmak istemiyordu.


Sf: 311
Bu sırada kendi kendine bir şeyler söylendiğini fark etti, bütün gayretine rağmen ne söylediğiniz hatırlayamadı. Kafasında onun iradesine tabi olmayan bir merkez işliyor ve o dikkatini buraya çevirmek isteyince derhal sisler içinde kayboluyordu. 


Sf: 312
Gözünün önünde bu kadar teferruatla canlanan yerler bir hayal değildi. Buraları muhakkak gördüğünü biliyordu. Ama ne zaman?
Bu hal çok kere başına geliyordu: Bir kitap okurken oradaki birkaç satırı tanır gibi oluyor,…


Sf: 313
Yahut birisine bir şey söylerken kafasının içindeki bir yer ona bu mukalemeyi aynı şahıslar ve aynı kelimelerle bir başka zaman gene yapmış olduğunu fısıldıyor ve Ömer sözlerini unutarak bunu araştırmaya başlıyordu.


Sf: 314
Ömer evin bütün odalarına hayalen yaptığı bu gezintinin sırf buraya varmak için olduğunu kendisine itiraf etmek istememişti.
“İsmi neydi? Macide, evet, Macide!” dedi. “Pek de güzel bir isim değil. Herhalde babası bir memur çocuğunda duydu ve kızına bu adı verdi. Ne olursa olsun, ismine rağmen yarın onu görürsem kendisine deli gibi aşık olduğumu söylerim…”


Sf: 315
Ruhları insana yabancılardan daha uzak olan böyle akrabaların evinde on sekiz yaşında bir kızın gece yarısı karanlık bir odada yapayalnız uyanık durması ve iki saat evvel öğrendiği acıklı hakikatle mücadeleye çalışması hazin bir şeydi. Ömer böyle zamanlarda insanın nasıl aptallaşarak etrafında dert dökecek birini aradığını biliyordu.


Sf: 316
Cildinin uyku esnasında çıkardığı ifrazdan…
Herkes uykuda iken musluğa gidip gürültü yapmak istemiyordu.


Sf: 317
“Demek soyunmuş ve yatmış!” dedi. Sanki elbiseyle sabahlamak matem icabı imiş gibi bunu biraz garip buldu.
Ömer söyleyecek başka bir şey bulamadı. Kızın gecelik kıyafetiyle, fakat hiç sıkılmadan ve gayri tabii bir telaş göstermeden karşısında duruşu ve cesaretli gözlerle bakışı onu büsbütün şaşırtıyordu. Macide yapmacık bir heyecanla kızarmaya, şurasını, burasını örterek kaçmaya kalksa Ömer belki: “Ne o, küçük hanım…” diye başlayan harcıalem şakalar yapacak ve yüzsüzleşecekti. Fakat karşısındaki kendisinden daha tabii, yani daha kuvvetliydi.


Sf: 319
Demek Galip Efendi de artık işlerin yakasını bırakmıştı. yağ iskelesindeki dükkana sabah namazından evvel gitmenin bir faydası olmadığını nihayet o da anlamış ve on altı yaşındaki çırağın namusuna güvenerek sabah uykusu kestirmeyi daha akıl karı bulmuştu.
Fakat bu garip genç kız etrafındakilere kederini bile göstermek istemeyecek kadar kendine güvenen bir mahluktu. Dudaklarındaki oldukça muvaffak tebessüm, ona yaklaşmak isteyenleri itiyor gibiydi.


Sf: 320
Bu anda bütün duruşu: “Halimi görüyorsunuz ya!” der gibiydi.


Sf: 323
“Ne tuhaf şey!” dedi. “Birçok bayıldığım kızların birçok iltifat ve müsaadeleri beni bu kızın manasını bile iyice anlayamadığım bir bakışı kadar sevindirmiyor. Evet sadece bir bakış ve belki de biraz merhametle karışık… Fakat bunun en azından lakayt bir bakış olmaması beni yerimden sıçratıyor. İçimde müthiş bir hafiflik, bir genişlik duyuyorum. Belki de hakikaten sevmek budur. Belki de ben şimdiye kadar sahiden sevmenin ne olduğunu bilmiyordum. Acaba kendimi kapıp koyuversem mi?.. Ne zaman irademe müracaat edersem büyük bir yorgunluk duyuyorum… Kendimi hadiselerin eline bırakayım mı? Acaba şu anda o ne düşünüyor? Herhalde beni değil… Niçin?.. Onun kafasında bir müddet yaşamamak için neleri feda etmem ki?.. Her şeyi.. Bana şimdi bir işaret versin, derhal, bir an düşünmeden şu tramvayın altına atlarım. Acaba atlar mıyım?..”


Sf: 324
Her geçen saniyenin içlerinde bir değişiklik yaptığını, onları birbirine daha çok tanıttığını fark ediyorlardı.


Sf: 325
Ara sıra veznedar Hafız Hüsamettin Efendi onu yardıma çağırır ve bir takım manasız defterlere manasız rakamlar yazmasını rica ederdi. Bu, ona hiç de sıkıcı gelmiyordu. Kendi kendine usuller icat ediyor, kolaylıklar buluyor, bazen de evvela birinci sonra ikinci, sonra diğer haneler olmak üzere alt alta yazıyor; on on beş rakam olduktan sonra kaç tanesini unutmadan yazabildiğini tecrübe ediyor ve kafasına bir nevi spor yaptırıyormuş gibi bunlardan zevk alıyordu. 


Sf: 326
Yanı başlarındaki küçük bir odada ve pirinç parmaklıklı bir kafesin arkasında çalışan veznedar Hafız Hüsamettin Efendi dairede belki yegane iş gören adamdı. Bazen herkes gittikten sonra da odasında kalır; beş altı türlü deftere ayrı ayrı kayıtlar yapar, kasasını üç dört muhtelif anahtarla kilitler ve pek az kimse ile konuşurdu. Ömer buraya ilk geldiği günlerde onunla ahbap olmuştu. Daima sakalları biraz uzamış olarak gezen, henüz 45 yaşında bile olmadığı halde, yarı ağarmış, yarı dökülmüş saçlarıyla altmışlık gibi görünen bu adamın hiç de basit bir insan olmadığını hemen anlamıştı. Kendine mahsus ve yeni nükteler yapıyor, etrafındakilerden bahsederken biraz keskin, fakat isabetli hükümler veriyordu. Büyük odaya pek az uğradığı halde oradaki bütün memurların hususiyetlerini nasıl bildiğine Ömer bir türlü akıl erdirememişti.


Sf: 328
“En büyüğü dayatıyor, gırtlağıma basıyor, ona vermeye mecbur oluyorum, fakat ötekilerin dördü de kız, ellerinden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor. Ben onları karşıma oturtur, kitap dedikleri şeyin lüzumsuzluğuna dair vaaz ederim. Dersleri zihninize nakşedin, derim, sonra benim bile ciddi kastetmediğim bu laflara onların nasıl inanarak kulak verdiklerini gördükçe hem gülesim hem ağlayasım gelir. Bu dairede de böyle: Birkaç kurnaz ve işbilirin yanında bir sürü de Allah’ın mübarek koyunları var… Yaşamak ve yeryüzünde üç adımlık bir yer işgal etmekle mühim bir iş yaptıklarını zannederler. Kimisi gençliğine mağrurdur; kimisi ihtiyarlığına ve tecrübesizliğine dayanıp böbürlenir; kimisi eskiden neyim diye övünür; kimisi ilerde neler olacağını ihsas ederek itibar kazanmak ister. Hepsi birden mahiyetini anlamadıkları bu değirmenin içinde yuvarlanıp giderler ve kainatın mihverinin kendilerinden geçtiğini vehmederler. Kimisinin de ihtiyarlıktan çenesi düşmüştür, benim gibi gevezelik edip durur.”


Sf: 329
Ara sıra, Ömer’i hayrete düşüren bir tabiilikle ve hiç küçülmeden, hiç ezilmeden, genç adamdan bir lira borç ister ve Ömer ondan borç isteyince de, tereddüt bile etmeden cebinde ne varsa çıkarır verirdi. Böyle zamanlarda çok kere Ömer ondan çoluk çocuğunun ekmek parasını almış gibi bir hisle ayrılırdı.


Sf: 333
Ömer düşündü:
“Burada, bu mahzende nasıl olur da koskoca bir ömür hapsedilir? Daha iyi, daha aydınlık bir yere varılacağına inanılmadan nasıl olur da bu yol yürünür? Halbuki Galip amca daha başka şeyler de görmüştür. Onun da çocukluğu ve delikanlılığı güneşli bahçelerde, geniş, alabildiğine geniş topraklarda geçmiştir. Şimdi buraya bir fare gibi tıkılmış bekliyor. Neyi? Ölümü! bu korkunç şeyi beklemek için bile daha güzel bir yer intihap etmek elimizde değil…”
Sokağın boşluğu ona vaktin çok geç olduğunu hissettirdi. Geriye dönerek Köprü’ye, oradan Beyoğlu’na doğru yürüdü.
Saat henüz dürttü. Konservatuvarın önüne gelince ne yapacağını şaşırdı. Kati olarak ne bir zaman, ne de bir yer tayin etmiş değillerdi Kapının önünde mi bekleyecekti, içeri girip soracak mıydı? Ne zaman? Dersler bitince mi? Dersler ne zaman bitiyordu?..
Hep böyle küçük şeyler yüzünden üzülürüm” diyerek kendi kendine söylenmek itiyadını ele aldı: “Bayağı bir randevu alır gibi, falan saatte falan yerde buluşalım, demeye dilim varmadı. Şimdi burada garip garip bekliyor ve içeri girip çıkanlara eğlence oluyorum. Halbuki insan yalnız esas meseleleri halletmek için kafasını yormalı ve teferruat kendiliğinden iyi bir şekilde halledilmelidir. Hayata mantık olsa böyle olur. Acaba dünyada benim kadar manasız şeyler düşünen var mıdır? Bir de utanmadan akıllı geçiniyoruz!”


Sf: 336
“O da sizi sevdiğim. Bunun dünyanın teşekkülünden beri kaç milyar defa tekrar edildiğini unutmuyorum, fakat siz söyleyin, canlılığından bir şey kaybetmiş mi?..”


Sf: 338
“Sizi tekrar görünceye kadar bu anları kafamda yaşatmaya çalışacağım.”


Sf: 339
Şimdiye kadar Macide’nin hiç düşünmediği bu şeyler Ömer tarafından söylendiği andan itibaren artık ona yabancı değildi.


Sf: 340
Ömer oralarda yoktu. genç kız iki tarafına sür’atle baktı ve tramvay caddesine doğru yürüdü. Bunu, yani Ömer’in gelmemesini beklediği ve istediği halde şimdi büyük bir teessüre kapıldığını gördü. Kaşları çatıldı, içinde birbirini çaprazlayan bir dürü hisler vardı. Kendi kendine söylendi:
“Daha iyi… Onu görmekten korkuyorum. Çünkü hiçbir sözüne itiraz edecek, hatta cevap verecek kudreti kendimde bulamıyorum.


Sf: 342
Ömer sol kolunu Macide’nin elinden yavaşça çekti, öbür tarafa geçerek onun koluna girdi. Birkaç adım sonra bu ona fevkalade soğuk ve çocukça göründü. Her iki elini süratle ceplerine sokarak yoluna devam etti.


Sf: 344
“Acaba kafamı bir çalı süpürgesiyle temizlemek mümkün müdür?.. Yalnız temiz şeyler kalsın… Fakat süpürge çöplerinden başka bir şey kalmamasından korkarım… Dün akşam ne yaptınız diye sordu… Ne diyeyim? Çünkü ne kırlara gidip koştum, ne de penceresinin altında sabahladım. Hava adamakıllı ayazdı. Kirli battaniyeme sarıldım ve horul horul uyudum.”
“Ben ikide birde böyle oluyorum, bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen de hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum.


Sf: 349
Haliç’e doğru uzanan denizi ikiye bölen Köprü, bir zencinin koluna takılmış bir pırlantalı bilezik gibiydi. Her şey usta bir ressam tarafından çizilmiş gibi muntazam ve yerli yerindeydi. Denizin sathını bembeyaz diliyle yalayıp geçen vapur projektörleriyle zavallı küçük kayıkların soluk fenerleri arasında bile bir ahenk vardı. Karanlık her şeyi birbirine uydurmuş, birbirinin içinde eritmişti.


Sf: 350
“Böyle bir geceyi bütün varlığımızla içemeyişimizin sebebi, kafamızı birçok saçma şeylerin doldurmuş olmasıdır. On bin, yirmi bin sene evvelki insanlar gibi olabilsek, tabiatı onların gözüyle görsek, muhakkak ki şimdi burada böyle sükunetle oturamazdık. Onlar güneşi, ayı, falanca büyük tepeyi veya filan bulutu ve yıldırımı babalarının hayrına mı Allah yaptılar?


Sf: 351
“…her şeyi, herkesi görüyor ve gafletimizi üstüne o tatlı, o iyi tebessümünü serpiyor. Dikkatle baksam onun parlak çehresi üzerinde birçok şeyler göreceğimi zannediyorum. Şu dakikada sarı nehir üzerindeki kayıklarında uyuyan yorgun kulileri, iri hindistancevizi ağaçlarının dalları arasında tüneyen papağanları, başlarını Nil’in kırmızı sahillerine yaslayarak dinlenen timsahları ve herhangi büyük bir şehrin herhangi bir eğlence bahçesindeki sevgilisini belinden kavrayan sarhoş kibarzadeleri aydınlatan hep aynı ışıktır. Halbuki ne kadar masum bir yüzü var; harp meydanlarında bağırsaklarını avuçlayarak ölenleri, apartman kapılarının önüne bırakılan çöp tenekelerini karıştırıp gıda arayanları, aynı gecede ikinci aşkını pencereden içeri almaya çalışanları gördüğü halde güzelliğini ve saffetini muhafaza edebiliyor.


Sf: 353
Kaldırımların yeknesak manzarasını bazen kapağı açık yatan boş bir cıgara paketi, bazen de herhangi bir yerde herhangi bir sebeple açılmış bir çukur bozuyordu. Köprü’yü ve Yenicami kemerini geçtikten sonra sokaklar daha tenhalaştı. Güzel vitrinli karanlık dükkanlar pis tahta kepenklerin arkasına saklanmışlardı. Macide’yle Ömer’in ayak sesleri birbirine karışıyor ve iki taraflarındaki duvarlara sürtünerek etrafa yayılıyordu. Beyazıt Meydanı’na gelince bir an durdular ve havuzda zavallı bir halde yatan mehtaba baktılar. Biraz evvelki muhteşem ahbaplarının bu hazin hali onları şaşırttı. 


Sf: 357
Düşündüklerini saklamayarak dışarı vuruveren zavallı Galip amca, karısına nazaran çok daha dürüsttü.


Sf: 367
Macide, sırtında paltosu filan olmayan Ömer’in ürpermeye başladığını hissederek, doğruldu:
“Haydi. kalkalım” dedi. “Üşüyeceksin!”
Macide ona ilk defa olarak “Sen” diye hitap ediyordu. Bu söz, hiç kimse tarafından ve hiçbir zaman bu kadar yerinde kullanılamazdı.


Sf: 368
Temizlik veya kirlilik düşünecek halde değildi. Bir an evvel gidecekleri yere varmak istiyordu.


Sf: 369
“Hiç kimse tarafından görülmeden buraya kadar geldik. Acaba her zaman böyle yanına birini alarak mı gelirdi? Belki de… Olsun…”


Sf: 370
“Eyvah!.. Şimdi yatacağız ha!.. Beraber mi? Tabi beraber… Sanki buraya gelirken bunu bilmiyor muydum? Bilerek ve isteyerek geldim. Neden korkuyorum?”
“Saçları gene gözlerine düşmüş, bunları her sabah ıslatıp taramalı… Fakat böyle daha güzel değil mi?


Sf: 373
“Dünyada insanlar kendinden başkasının kişiyle alakadar olurlar mı? Belki dedikodu için ara sıra…” dedi.
“Ne o Hafız Bey? Seni iyi görmedim?” dedi.
Veznedar gözlüğünü alnına kaldırarak genç adamı birkaç dakika süzdü. Fakat Ömer nun bakışlarının kendi üzerinde olmadığını, sadece aklını toparlamak için gözlerini rastgele bir yere çevirdiğini fark etti. 
Tekrar sordu:
“Bir haftadır görüşemedik… Size mühim havadislerim var.”
Hafız Efendi:
“Otur, anlat bakalım!” dedi.
Fakat bunu laf olsun diye söylediği, zihninin bu işlerle meşgul olmayıp başka yerlerde dolaştığı belliydi. 
“Daha evvel sen anlat… Bir şeye canınız sıkılıyor galiba?”
“Haydi, beni sorma da, lafına bak… Ne var?”
Ömer içinden: “Allah, Allah!.. Bizim Hafız’a ne oluyor?.. Geçen gün de acayipti. Fakat bugün büsbütün tuhaf.”


Sf: 375
Ömer’in hiç değilse bu akşam, öyle bir davete razı olmaya niyeti yoktu. Fakat veznedarın görünüşü insanı telaşa düşürecek gibiydi. Zaten Ömer, bütün patavatsızlığına rağmen, kendisinden bir şey isteyen insana ret cevabı vermeyi hemen hemen asla beceremeyen kimselerdendi. Çok kere acele bir iş için yola giderken herhangi geveze bir arkadaşı onu lafa tutabilir ve yarım saat saçma sapan konuştuğu halde Ömer onu bozmaya ve “yeter, işim var!” demeye muktedir olamazdı. Şimdi Hüsamettin Efendi’nin söyleyeceklerini merak da ediyordu. Kararını verdi.


Sf: 377
“İki yüz lira kefalet istiyorlarmış… O zaman tahliye edilecekmiş: ‘Seksen yerde alacağım var, bankada param var, fakat mevkuf olduğum için alamıyorum. Bu rezaleti de kimseye duyurmak istemiyorum. Ne yapacağımı şaşırdım. Allah rızası için sen bir çaresine bak, çıktığım gün tabii mesele yoktur, derhal getiririm!’ diyordu. Evvela aklım ermedi. Fakat edepsiz herif diller döktü, kah darıldı, kah ağlar gibi müteessir oldu, Kah bu kadar ehemmiyetsiz para için mırın kırın edişimi garip bulur göründü. Nihayet: ‘Bir araştıralım bakalım!’ dedim. ‘Aman, araştırmaya vakit yok. Bugün yarın çıkamazsam her işim mahvoldu. Taahhütlerim var, randevularım var, binlerce lira zarar edeceğim!’ dedi. Gaflet bu, inandım. Daireye gelip düşündüm, kimseden on para almaya imkan yoktu. İki yüz lira az bir şey değil ki… Lanet olsun, bir aralık çocukları gözümün önüne geldi, içim acıdı. Parayı çıktığı gün getireceğini söylemişti. Üstü başı düzgünce olduğu için: ‘Herhalde bir yerlerde tutuyor!’ dedim. Kasadan iki yüz lira alıp adliyeye yatırdım. Ondan sonra facia başladı. İsmail Efendi çıkar çıkmaz eski halini aldı, şu dalavereci, atlatıcı halini… Tevkifhaneden ayrılırken hemen: ‘Birader, derhal gidelim de, nereden bulacaksan bul, parayı ver, kasaya koyalım!’ dedim. ‘Vakit geç oldu, yarın çaresine bakarız!’ diye cevap verdi. Bu kadarı benim gözümü açmaya yetti… Bu onun eski ve malumum olan konuşma tarzıydı. Artık sonunun nereye varacağını pek iyi sezdiğim bir mücadele başladı. Dedim ya, ümidim yoktu. Çünkü yazıhane dediği odasına gittiğim zaman vaziyetini gördüm. Seksen yerdeki alacaklar, bankadaki paralar hep atmasyondu! Piyasayı sabahtan akşama kadar dolaşsa on lira bulması imkansızdı. Satacak, savacak bir şeyi olmadığı da muhakkaktı. Bu sefer boş yere ben ona yalvarmaya koyuldum. Düşün, benim gibi dünyada kimseye minnet etmemeye çalışan bir adam o aşağılık herife diller döktü: Çocuklarımdan, karımdan, yirmi senelik temiz memuriyet hayatımdan bahsettim. Herif insan değil ki… İnsan olsa da ne yapabilir? Şimdi beni atlatmakta mazurdu. Bunu imkansızlıktan yapıyordu. O asıl namussuzluğu mevkuf iken beni kandırmak suretiyle yapmıştı.


Sf: 379
“Sahiden fena vaziyet… Demek hiçbir yerden bir şey bulmaya imkan yok? O halde mümkün olduğu kadar bekleyip muhakeme bitince parayı almaktan başka çare kalmıyor…” 
“Sen galiba bana bir şey söyleyecektin! Nedir?” dedi. Ömer böyle bir arzusu olduğunu hatırlamayarak cevap verdi:
“Ne zaman? Haberim yok!..”
“Canım, daireden çıkarken beni görünce, ben de sana geliyordum, demiştin ya!.. Para mı isteyecektin?”
Ancak bu sözden sonra Ömer hatırladı ve cevap vermeyerek önüne baktı. Hafız sordu:
“Ne kadar?”
“Bir iki lira… Fakat nasıl olur?”
Öteki acı bir gülüşle:
“Merak etme…” dedi. Maaştan kalma paradır, haram değil… Hem senin böyle şeylere kulak asmadığını da biliyorum… Al!”
Cüzdanını çıkardı. Dört kağıt lirası vardı. Üçünü ona verdi. Ayrıldılar.


Sf: 381
Herkes “Görüyor musun ne bilgi, ne hafıza!” demek ister gibi birbirine bakar, bazen de coşuverip “Bravo üstat!” diye bağırırdı.


Sf: 383
“Hemen gidip alayım!” dedi ve Macide’ye sokuldu. Genç kız odaya girip çantasını arayarak:
“Bir ampul kaç paradır?..” diye sordu.
Ömer:
“Ben de para var!” dedi. Kafasından derhal başka bir fikir geçti. “Ne demek? Bir ampul kaç paradır, ne demek? Bana ampul parasını tam verecek de fazla bir şey vermeyecek mi? Bütün para vermekten korkuyor mu? Garip!..” Sonra kendinden utanır gibi “Ayıp… Benim böyle şeyleri düşünmem ayıp! Kızcağız gayet tabii bir alışkanlıkla bunu sordu” dedi. Bu arada Macide elindeki beş liralığı ona uzatarak, yavaş bir sesle:
 “Sen otuz beş kuruşum var, diyordun! Belki yetmez… Bunu al!” dedi.
Ömer ağlayacak gibi oldu. Macide’yi içeriye iterek kendisi de arkasından girdi. Kapıyı ayağıyla kaparken iki kolunu birden genç kızın boynuna sardı:
“Macide… Karıcığım… Ben çok fena bir mahlukum… Beni sen adam edeceksin!” diye mırıldanıyordu. Macide hayretle sordu:
“Neden? Neyin var?”
Ömer biraz evvel zihninden geçenleri söylemeye cesaret edemedi. Bir yalan attı:
 “Geç kaldım da onun için!..”


Sf: 384
Yaşını tahmin etmeye imkan olmayan bu adamın bakışları onu şiddetle rahatsız etti ve demin sıktığı elin daima terliymiş hissi veren soğuk ıslaklığı aklına geldi.
“İyi arkadaştır. Yalnız, bir dalda durmaz. Onu idare etmek lazım!.. Biraz zıpırdır!”
Macide bu sözlere kızdı. Ömer’in ne olduğunu kendisi de biliyordu, başkalarının onun hakkında böyle düşünebileceğini de tahmin ederdi. Fakat bu sözleri kendisinin yanında söylemelerini münasebetsiz buldu.


Sf: 388
“Herifin istediği şey!.. beş on lirası gitsin, ne ehemmiyeti var? Kendisine bir minnettar daha kazanacak… Etrafında daha çok iyiliğinden bahsolunacak, onun da zevki bu!.. Seyyar fazilet abidesi halinde gezmek istiyor… Fakat bu fena bir şey mi? Keşke herkeste aynı illet olsa… Sonra ne malum? Belki de adam hakikaten iyilik etmek ihtiyacını duyan ve bunu hasbi olarak yapan biridir!.. Kendimiz iyi olamıyoruz ve başkalarının iyiliğini küçük görmek için onlara reklamcı, hayır dua avcısı, hatta riyakar diyoruz.”


Sf: 390
Bunun için birkaç tabak, fincan, kaşık, bir tepsi ve daha bir sürü ehemmiyetsiz, ucuz fakat hep birden oldukça büyük bir yekun teşkil eden eşya almak icap etmişti.
Daha iyi bir işe geçmek, yahut maaşını arttırmak için Ömer postanedeki akrabasını gördü, “Münasip bir şekil olursa seni düşünürüm!” yolunda bir vaat aldı. Bu zatın vaziyetinden, kendisi hakkında pek de hoş olmayan malumata sahip bulunduğunu sezdi ve “Bizim alçak müdür şikayet etmiştir!” diye söylendi. “Halbuki bugünlerde ne kadar gayretimi arttırmıştım. Bizde hüsnüniyet hiçbir işe yaramıyor!”
Bir seneden beri mektup yazmaya bile üşendiği Balıkesir’den para istemek imkansız gibiydi. Belki de anası, oğlunun bu vefasızlığını, ancak onun kendisinden para filan istemediğini düşünerek mazur görüyordu.


Sf: 391
Gece böyle bir dükkanın camekanını kırıp yağma etmeyi, bazı mizah gazetelerinde, yahut zabıta hikayelerinde okuduğu ustalıkla dolandırıcılık ve hırsızlık vak’alarını tatbik etmenin mümkün olup olmadığını düşünüyor…
Bir gün bir tütüncü ona bir liranın üstünü vereceği yerde yanlışlıkla dört lira ve bir sürü ufaklık verdi. Evvela Ömer de işin farkına varmadı, fakat birkaç adım ayrılır ayrılmaz avucunda tutup henüz cebine koymadığı paralara bakmaya başladı. Kafası muhtemel bir tehlikeyi kovmak ister gibi işlemeye ve onun kulağına:
“Deli misin? Herifin kaybı ile kendi kazancını mukayese et!.. O belki farkına bile varmayacak, fakat sen rahat bir nefes alacaksın.. Aptallık etme.. O kim bilir günde kaç zavallıyı kafese koyuyor…” diye fısıldamaya başlamıştı. Ömer, “Canım, bu sebepler olmasa da geri verecek değilim!” demek isteyen bir baş sallamasıyla yoluna devam etti.
bundan sonra uzun müddet her alış veriş ettiği yerden kendisine fazla para verilmesini bekledi.


Sf: 393
Peri miydi? Perihan’dan mı çevrilmişti, yoksa büsbütün başka bir şey miydi? Macide bunları bilmiyordu. Yalnız, pek de aptal olmadığı görülen kızın periliğinden veya insanlığından pek bir şey kalmamış gibiydi. Cebinden çantayı çıkarışı kendi hareketi değildi, pastayı ağzına götürüşü, bir erkeğe lakayt olmak isteyerek el uzatışı, gülmek isteyişi, ciddi olmak isteyişi hep kendine yabancı hareketler, uzun zamandır çalışıldığı halde bir türlü benimsenememiş iğreti tavırlardı.
Bu iriler genç kızları hakim ve bön bir bakışla hemen cezbetmeyi muvafık buldukları halde, sıskalar avaz avaz bağırarak konuşmayı ve el şakaları yaparak kahkahalar savurmayı daha alaka verici bir hareket sanıyorlardı.


Sf: 398
Bazen bir vapur acentesinin camekanındaki model gemiyi istiyor ve kendi kendine: “Param olsa derhal bunu alırım!” diyordu. Gözleri her şeye, saray lokmasından hasır şapkalara, rakı şişelerinden gümüş tabaklara kadar her şeye dayanılmaz bir hasretle takılıyordu. Bir seyyar fıstıkçının yanından geçerken parmakları tablaya doğru gitmek istiyor ve o kendine, terler içinde batarak hakim olabiliyordu.
Elinde satın almak imkanı bulunduğu zamanlar asla duymadığı bu arzuya mukavemet edemedi.
Adamakıllı yaz başlamış olduğu için, herkes terlemişti. İncecik ipekli elbiseler giymiş kadınların koltukaltlarından, pişmekte olan külbastı kokusunu andıran ağır ve ezgin bir hava yayılıyordu. Hepsinin yüzünde ciddi bir tecessüs ifadesi vardı. Birçoklarının yanında giden ve mendilleriyle yüzlerinin terini silen erkekler daha hafif, fakat daha keskin bir koku neşrediyorlar, fena halde sıkıldıklarını saklamaya lüzum görmeden, karılarına ters cevaplar veriyorlardı.

Sf: 399
Parmaklarının arsında yumuşak bir kadife parçası gibi kayan ince çoraplar aşağı doğru sallanıyordu. Saatlerden beri kafasında yer eden istek tekrar canlandı: “Param olsa bunu alır Macide’ye götürürdüm!” dedi ve birdenbire, evlendiklerinden beri karısına herhangi bir hediye, bir tek çiçek, bir avuç meyve veya bir mendil götürmemiş olduğunu hatırladı. Çorabı derhal oraya atarak mağazadan çıkmak istedi. Fakat durakladı. Elinde tuttuğu çorabın koncu, terli parmaklarının arasında yağlanmış ve lekelenmişti. Büyük bir telaşa düştü: “Ya bu lekeleri görürler de çorabı bana aldırmak isterlerse!” diye korkuyordu. Etrafına bakındı. Satıcı kızlar müşterilerle ve müşteriler de önlerindeki mallarla meşguldü. Bu alakasızlıktan istifade ederek yağlı tarafları, görünmeyecek şekilde içer kıvırmaya çalıştı. Bu esnada, nasıl olduğunu düşünmeye vakit kalmadan, bu uzun, yumuşak ve ipekli cismin, avucun içinde büzülüp kaybolduğunu fark etti. Eli yorgun bir halde aşağı doğru sallandı. Bütün vücudunu ani bir ter kaplamış ve her tarafı titremeye başlamıştı. Olduğu yerde mıhlanmış gibi duruyordu. Avcunun içindeki şeyi sür’atle tezgahın üzerine bırakıp dışarı fırlamak istiyor, bütün iradesine rağmen muvaffak olamıyordu. Sağ koluna felç gelmiş gibiydi. Tam elini kaldırırken birisinin bileğinden yakalayacağını: “Nedir bu avucunuzdaki?” diye soracağını zannediyordu. Gözlerini şaşkın şaşkın etrafında gezdirdi. Bu defa daha çok terlemeye ve titremeye başladı. Birkaç adım ilerisinde duran uzun boylu, kırmızı yüzlü, saçları sımsıkı arkaya taranmış bir adam gözlerini dikmiş, sert sert ona bakıyordu. Bunun mağazanın kontrole memur adamlarından biri olduğunu hemen tahmin etti. Lakayt görünmeye çalışarak sol eliyle çorap yığınını karıştırmaya başladı. Ara sıra gözünün ucuyla yanına bakıyor, uzun boylu adamın hala orada beklediğini anlıyordu. Müşterilerden birkaçı da yanı başlarında manasız bir şekilde duran bu garip delikanlıyı süzmeye başlamışlardı. Ömer bütün iradesiyle bir hamle yaptı ve avucunda çorap bulunan sağ elini pantolonunun cebine sokarak ağır adımlarla diğer kısımlara doğru ilerledi. Uzun boylu adam hala orada olduğu yerde duruyor ve başka taraflara bakar görünüyordu. Buna rağmen, Ömer onun gözlerinin gizlice kendini takip ettiğini zannetti. Kapıya doğru yaklaştıkça adımlarını hızlandırdı. Sokağa çıktığı zaman adeta koşuyordu. Akşam olmaya başlamıştı. Sür’atle sağa sola giden otomobillere ve tramvaylara ehemmiyet vermeden derhal karşı kaldırıma geçti. Kalbinin çarpıntısı dayanılmayacak kadar artmıştı, arkasında ayak sesleri duydukça hızlanıyordu, nihayet yan sokaklardan birine saptı ve adamakıllı koşmaya başladı. Burası dar ve dik bir yokuştu. On beş yirmi metrede bir dönemeç yapıyor ve yüksek  bahçe duvarıyla karanlık evlerin arasında kayboluyordu. Daha fazla gidemeyeceğini anlayarak bu duvarlardan birine dayandı ve kesik kesik nefes almaya başladı. Göğsünün sol tarafı doğrudan doğruya uzvi bir acı ile burkuluyordu. Gözleri arkasından gelenleri görmekten korkarak, yerin bozuk kaldırımlarına dikilmişti. Pantolon cebindeki sağ elinin zonkladığını hissetti. Parmakları sıkılmaktan ağrımaya başlamıştı. Yavaşça kolunu kaldırdı ve bej rengi bir kadın çorabının konç kısmının bir karış uzunluğunda avucundan fırladığını ve sallandığını gördü. “Eyvah, beni muhakkak gördüler… Bu, cebimden dışarıya da sarkmıştır!..” diye mırıldandı. Bir iki adım kadar duvardan açılarak kolunu gerdi ve avucundaki yumuşak maddeyi yukarı doğru fırlattı. Top halindeki çorap havada açılarak yüksek bahçe duvarının üstüne kadar çıkmış, fakat orayı aşamayarak tepede kalmış ve sokağa doğru sallanmaya başlamıştı. Ömer bu son irade cehdinden sonra daha fazla dizlerinin üstünde duramadı ve oraya, araları çamurlu taşların üstüne çökerek, biraz evvel çaldığı ve şimdi duvarda hafif hafif iki tarafa uçan çorabın altına, gözlerini kapadı.


Sf: 405
Her şeye rağmen, nefsi hakkında kullanacağı sözlerin ölçüsüne dikkat ediyordu. Bir an için bunun lüzumsuz ve saçma bir gururdan geldiğini düşündü ve derhal keskin ve inatçı bir ifade ile bütün kelimeleri bir daha sıralayıverdi:


Sf: 406
“Kadın bir oyuncaktan başka nedir?”


Sf: 407
Ömer uzun zaman cevap vermedi. Nihat kendi sözlerinin ona tesir ettiğini zannediyor, halbuki Ömer bu anda büsbütün başka şeyler düşünüyordu.


Sf: 408
“Bütün bunlar Nihat’ın saçmalarını dinlemekten… mağaza camekanlarına kurtlar gibi parlayan gözlerle bakmaktan ve çılgınca arzuların oyuncağı olmaktan iyidir.”


Sf: 410
“Sözlerimi unutma, üzerinde düşün!.. Hayatta kendine layık olan mevkii almak için her türlü çareye başvurmak meşrudur. Modası geçmiş ahlak kaidelerini unut!..”


Sf: 412
Onu iki ay evvel gördüğü ilk günden bu ana kadar başından geçenleri süratle bir daha yaşamak istiyordu. Yanında yürüyen ve bir zamanlar kendisini sarhoş eden sesiyle konuşmaya başlayan bu delikanlıya ne kadar bağlı olduğunu hissetti.


Sf: 413
…on üç on dört yaşlarında mahcup, fakat bazı hallerinden hayatı, hatta annelerinden ve babalarından iyi bildikleri anlaşılan genç kızlar oturuyorlar ve icabına göre çocukça, icabına göre hanımca cilveler yapacak kadar hünerli olduklarını ispata çalışıyorlardı.


Sf: 415
Profesör Hikmet, Macide’ye birtakım ciddi meselelerden bahsediyor: “Nerede okudunuz? Pederiniz necidir? İstanbul’u nasıl buluyorsunuz?” gibi ağırbaşlı sualler soruyordu.


Sf: 418
Bedri’nin biraz durgunlaştığı, her zaman gülümseyen yüzüne çocukça bir hüzün çöktüğü Macide’nin gözünden kaçmadı. Uzun zamandan beri aklına getirmediği bu delikanlıya karşı derin bir merhamet ve alaka duydu ve onu zannettiği gibi tamamen unutmamış olduğunu biraz da hayretle anladı. Bu sırada Bedri, Ömer’in suallerinden kurtularak Macide’ye döndü:


Sf: 419
“Beğenmiyorum… Bu havalar yerindeyken güzel. Fakat piyasa ağzı şarkı söylemeye alışanların gırtlağından bütün iptidai ve has güzelliklerini kaybederek fırlıyor…”


Sf: 422
…ikisi de birbirlerinin edebiyat ve fikir kıymetlerinin sıfır olduğunu ispata çalışmışlar…
…kollarını utana utana, fakat kendisinden hiç ummadığı bir hararetle, onun boynuna sardı.


Sf: 423
“Neden geç kaldın?” sualine ya: “Arkadaşlar ısrar ettiler, dayanamadım!” yahut: “Canım istedi… Dayanamadım!” şeklinde cevaplar veriyordu. Macide onun bu sözlerinin samimi ve doğru olmadığını biliyordu. Ömer’in bütün hareketlerini bu bir tek “dayanamadım!” kelimesinde hülasa etmek mümkündü. Hatta: “Niçin benimle evlendin?” dese: “Gördüm ve dayanamadım!” cevabını alacağını kati olarak tahmin ediyordu. 
Fakat bu birçok şeyler karşısında dayanamayan delikanlı, yıkılmadan, perişan olmadan yaşayabilmek için bir insanın yardımına muhtaçtı ve bunu bilmek Macide’ye gurur veriyor, onu Ömer’e daha çok bağlıyordu.


Sf: 425
“Bazı akşamlar Bedri ile beraber Ömer’i beklerken söz evlenmelerine intikal edince Macide ağzından memnuniyetsizlik ifade edecek bir kelime çıkmamasına dikkat ediyor ve Ömer’i ne kadar sevdiğini ihsas edecek sözler söylüyordu. Hatta, -belki de Ömer’in ihmali yüzünden- bir türlü yürümeyen ve kağıtları askıdan indiği halde muamelesi iki aydır tamamlanamayan nikah işini bile ondan saklamıştı. Bedri onları doğru dürüst, anne ve babalarının muvafakatiyle evlenmiş biliyordu.
Ömer hiçbir zaman karısını merak ettiğini söylememişti. Ömer çok kereler karısını fark bile etmiyordu. Onun sevgisi, bütün hisleri gibi ani ve şiddetliydi. Birdenbire coşuyor, belki dünyada hiç kimsenin muktedir olamayacağı kadar kuvvetle Macide’yi aşk fırtınalarına boğuyor, fakat bu tufandan sonra, bazen günlerce, sanki evdeki kadın uzak bir akraba, yahut ev sahibi madammış gibi lakayt bir hal alarak muhayyilesinin dünyasına çekiliyordu.


Sf: 426
Kendinde bulunmayan coşkunluğun, şiddetin, ani ve kuvvetli heyecanların Ömer’de çok olarak mevcut oluşu, ona daha ziyade bağlanmasına sebep oluyor, fakat kendisinde olup da Ömer’de bulunmayana vasıfların noksanlığını da acı acı hissediyordu.


Sf: 427
Fakat düşüncelerinin dönüp dolaşıp bir noktaya: Bedri’nin şimdi gelivermesi arzusuna vardığını far edince telaş etti. Bilhassa bu arzunun şu anda lüzumsuz olduğunu, çünkü Bedri’nin, birkaç gün evvel Ömer’e söz verdiği için, bu akşam nasıl olsa geleceğini hatırlayınca büsbütün kendinden utandı.


Sf: 428
“Teşekkür ederim. Ömer daha gelmedi mi?”
Bu sualinde biraz hayret, fakat birazcık da memnuniyet vardı.
Macide bir iskemle uzatarak:
“Daha gelmedi. Oturun!” dedi.
Karşı karşıya geçtiler. Her zaman bu şekilde oturuyorlardı. Ortalık henüz tamamıyla kararmadığı için lambayı yakmadılar.


Sf: 429
Sabahtan akşama kadar çalışıp kazandığı beş on kuruşun yarısını bu aileye verirken, Macide’nin sıkıntı çekmesini istemediği kadar Ömer’in müşkül vaziyete düşmesinden, Macide’nin karşısında ezilip büzülmesinden korktuğunu da kendine itiraf ediyordu.
Halbuki Ömer’e ve Macide’ye yardım ederken içinde mecbur olmadan iyilik yapmanın hodbin zevkini duyuyor, onları bir sıkıntıdan kurtardığı zaman birlikte ve adamakıllı seviniyordu. Bunlara mukabil hiçbir şey istediği yoktu. Çalışmak ve üzülmekten ibaret sandığı hayatına küçük de olsa yeni bir mananın gelmesi ona kafi bir mükafattı. 


Sf: 433
…kafasında yalnız bir tek düşünce: “Ah, bu sahne bir bitse… Bir bitse!” arzusu geçiyordu.
Bedri ona sahiden acıyarak baktı. Kendi gözleri de yaşarmıştı. Ömer’e mi, kendine mi, Macide’ye mi daha çok acıdığını bilmiyordu.


Sf: 437
Kadın içeri girdi. Macide onun elbiselerinin, alacakaranlıkta göründüğü kadar iyi vaziyette olmadığını tespit etti.
“Ben Bedri’nin ablasıyım!” dedi.
“Ne vakitten beri buraya gelmek istiyordum. Sizi yalnız görmem lazımdı. Aklı başında bir insan olduğunuzu, ne yalan söyleyeyim, pek zannetmiyordum.”
“Kızım… Kimsenin işine karışacak değilim. Canız istediği gibi yaşarsınız… Fakat aleme zarar vermemek şartıyla… Kardeşimin bir aile geçindirmeye mecbur olduğunu herhalde biliyordunuz, öyle olduğu halde hangi vicdanla onun varını yoğunu, bütün kazancını, anasının ve ablasının nafakasını elinden alıyorsunuz? Onu masum buldunuz diye işi bu kadar ileri götürmek doğru mu?”


Sf: 440
“Birdenbire üstüne bir fenalık geldi. Herhalde sinirli bir şey…”


Sf: 441
“Ne yaptın?” suali oldu.
Ömer fısıltı halinde söylenen bu kelimelerin ne kastettiğini anlayamadı. Acaba: “Neler yaptın? Neden yaptın?.. Bak beni ne hallere koydun?” manasına mıydı, yoksa: “Ne yaptın, gidip Bedri’yi gördün mü?” demek mi istiyordu? İkinci şekle cevap vermeyi daha kolay buldu.


Sf: 444
Macide hem merak, hem de kocasının bu hazin hali karşısında yeni doğmaya başlayan bir merhamet ve alaka ile onun gözlerinin içine baktı.
Ömer sür’atle doğruldu. Mümkün olduğu kadar karısından uzak durmak istediği anlaşılıyordu. Sırtını duvara dayadıktan sonra teker teker:


Sf: 445
“Köprü’de akşamüzerleri alışverişlerini yapıp paketlerini koltuklayan adamlara rastladıkça kendime sorardım: Senin neyin noksan? Neden? Neden sen evine bir şey götüremiyorsun? Neden borç alacak arkadaş veya olmayacak hülyalar peşinde koşmaktan başka elinden bir şey gelmiyor? Belki bunlar aslında o kadar feci şeyler değil… Belki yollarda gördüğüm insanların çoğu da benim gibi veya bana yakın vaziyette, fakat kafam her şeyi büyüten bir adese gibi… Oraya giren her şey, yünlü bir kumaş üzerine damlayan yağ lekesi gibi belli olmadan genişliyor, büyüyor… Başka bir şey düşünmek isteyince muvaffak olamıyorum… Bu sıralarda bizim Nihat da beni sıkıştırmaya başladı. Kendilerine birtakım dalavereli işler için para lazım olduğunu söyledi ve bu sırada bizim veznedardan bahsetti… Nihat’a lazım olan para bana vız gelir… Aldırış bile etmedim…Fakat bu veznedar meselesi kafamda takılı kaldı. İlk günlerde böyle bir şey yapabileceğini ciddi olarak düşünmedim, fakat ben farkında olmadan bu fikrin, bir ihtiyat tedbiri gibi zihnime yerleştiğini gördüm. Aklım başımdayken böyle bir alçaklığı tasavvur etmeyi bile ayıp, hatta cinayet sayıyordum.Fakat dört tarafa koşup çare arayan ve mütemadiyen imkansızlık duvarlarına çarpan kafam, son dakikada, tam yeis getireceği sırada, bu ihtimale sarılıp kendini kurtarıveriyordu.


Sf: 446
Bir türlü içeri giremedim. Nihayet bir hademe: “Hafız Bey odasında!” diye akıl öğretti. Ben de daha fazla tereddüt etmedim.
Macide yavaşça: “Bana bir şey anlatmadın!” dedi. 
“Sahi mi? Ben öyle hatırlıyorum… Nihat’la Profesör Hikmet’e anlattım. O zaman sen yok muydun? Neyse, fakat kaynını hapisten kurtarmak için vezneden iki yüz lira aldığını, bunu yerine koyamadığı için defterlerde kalem oynatıp işi idareyi çalıştığını herhalde söylemiştim. Aylardan beri hep tereddüt içindeydi. Kaynı mahkum olsa, yahut beraat etse kefalet olarak adliyeye yatırdığı bu parayı alıp kasaya koyacak ve defteri tashih edecekti, fakat mahkeme bitmek bilmiyordu… Bugün odasına girdiğim zaman hemen yüzüme bakıp o mahzun haliyle gülümsedi: ‘Hala bir şey yok!’ demek istediğini anladım. Fakat ben kararımı vermiştim. Gayet kısa kesmek, bunun için de hiç oyalanmadan, lakırdıya dalmadan, makine gibi istediğimi söylemek tasavvurundaydım… Şimdi pek hatırlayamıyorum. Tamamıyla yabancı biri gibi konuştum. Çoğunu Nihat’tan öğrendiğim cümleler ve tehditlerle zavallı adamı evvela şaşırttım; fakat sözlerimin sonuna doğru dudaklarında garip bir tebessüm belirdiğini gördüm. Derhal ağzım kurudu, sözümü kestim. O zaman Hüsamettin Efendi yerinden kalktı. Bana doğru geldi. Yakamdan tutup dışarı atacak sandım. Yapmadı. Şimdiye kadar kendisine asla tesadüf etmediğim pişkin ve külhanbey bir tavırla; ‘Aferin evlat iyi yetişmişsin!’ dedi. Sonra kısık ve bana o anda müthiş ve yersiz gelen bir kahkaha attı: “Zamanını da iyi intihap ettin. Maalesef seni boş çeviremeyeceğim. Mademki iki esnaf karşı karşıyayız, açıkça konuşalım. Dün gelsen metelik alamazdın, seni tekme ile kovardım. Yarın gelsen beni bulamayacaktın. Şeytan sana fısıldamış herhalde… Mübarek olsun… Ben bu işe daha fazla dayanamayacağım… Bir nihayet vermek lazım… Bu sabah kararımı verdim. Kasada epeyce para var, bir miktarını, daha doğrusu yüklenebildiğim kadarını alıp eve çoluk çocuğun nafakası olarak bırakacak, ondan sonra da başımı alıp gidecektim. Şeytan nereye çağırırsa oraya… Bu dünyada başka türlü olmak neye yarar? Dünyayı bizim kayınbirader gibi adamlar istila etmiş… Benim gibi bir acizin debelenmesi fayda verir mi? Beş çocukla bir karıyı süründürmeye ne hakkım var… Sen şimdi bu sözlerinle benim kararım takviye ettin… Sana teşekkür borçluyum evlat… Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin. Böyle biri mevcut olsa o sen olurdun ve şimdi buraya gelinceye kadar içimde bir şüphe vardı. Şu kainatta belki bir de iyi taraf vardır, fakat görmek nasip olmuyor diyor ve seni düşünüyordum. Bir daha teşekkür ederim. Beni boş hayallerle avunmaktan, yaptığıma pişman olmaktan kurtardın. Ben de kendimi, adam tanır bir şey zannederdim. Senin suratına bakınca melanet dolu ruhunu göreceğime yüreği çarpan bir insan görüyordum. Nah, bunak kafa… Al şu iki yüz elli lirayı, beni kimseye ihbar etme. Yarına kadar sükut hakkı olarak veriyorum. Ondan sonra istersen İsrafil’in borusunu al ve eflake ilan et… Vacibtaala polis olup gelse beni bulamayacak. Yalnız senden bir ricam var… Namusuna güvenerek istemiyorum. Kendin için de bir faydası yoktur, belki zararı olur da ondan söylüyorum: Paraları alıp eve verdiğimi ağzından kaçırma… Nereden biliyorsun diye belki seni de işin içine karıştırırlar… Merhametten değil, ihtiyaten sus… Haydi bakalım… Benim gözlerimi açtın, sana bir daha eyvallah… Şimdi arabanı çek… Namussuz insan suratı seyretmek istemiyorum. Kendim kendime yeterim… Durma… Defol!.. Defol!..’ Sarhoş gibi odasından çıktım. Bütün söylediği sözler beynimde zonkluyordu. Yerinden fırlayacakmış gibi büyüyen gözleri, yeis ve ümitsizlik içinde, insanlara ve hayata karşı artık teskin edilmeyecek bir kin ile titreyen sesi peşimi bırakmıyordu. Macide, yemin ederim ki dünya kurulalıdan beri hiç kimse kendini, benim o anda bulduğum kadar aşağılık ve iğrenç bulmamıştır. Kendimi tokatlamak istiyor ve bunu alabildiğine, kolumu gere gere yapamayacağımı düşünerek kuduruyordum. Pantolonumun sol cebinde ve avucumda tuttuğum banknotlar her adım atışımda hışırdıyor ve bir çirkefe dokunuyormuşum gibi içimi gıcıklıyordu. Derhal daireden çıktım. Paraları bir köşeye atmak istiyordum. Fakat zavallının birinin eline geçer diye korktum… Dünyanın en biçare, en alçak adamı bile, bu paralara müstahak olacak kadar düşkün değildi. ‘Ne yapmalı, ne yapmalı?’ diye düşünüyordum. Onları yanımda bulundurduğum her an beni daha çok şaşırtıyor, eritiyordu; fakat ben bu işkenceyi nefsime reva görmeyi bir nevi intikam sayıyordum… Birdenbire kendimi Beyazıt civarında buldum. Dolaşırken farkında olmadan buralara kadar gelmişim… Derhal aklıma Nihat’ın evinin bu taraflarda olduğu geldi… Evet, o herif bu paralara layıktı. Belki bunun ne demek olduğunu anlamayacak, hatta memnun olacaktı., fakat ben onun bu iki yüz elli liranın sahibi olduğunu bildikçe ondan nasıl iğreneceğimi düşünüyor ve adeta haz duymaya başlıyordum. Kumkapı tarafına giden yollardan birinde oturuyordu. Evde yoktu. Paraları boru gibi yuvarlayarak kapının altından içeri soktum. On parasızdım, fakat biraz hafiflemiştim. Ondan buraya kadar yayan olarak geldim…”


Sf: 451
“Hayat herhalde bir katakulli değildi. Ama neydi? Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.”


Sf: 453
Sonra güzel bir karı almak… Kafaca anlaşacağın ve ruhu ruhuna uygun bir kadın değil! Herkes gördüğü zaman ‘Aman’ Bakın, falancanın ne enfes karısı var!’ desin yeter!..


Sf: 454
“Hakkın var!” dedi. “Sizin de, benim de işimiz gevezelik… Yalnız bir farkla: Siz bir şey yaptığınızı zannediyorsunuz, ben ne yaptığımı, daha doğrusu ne yapmadığımı gayet iyi biliyorum. Sonra… ben daha çok kendi içimde yaşayan bir insanım… Bunun için size nazaran birkaç misli fazla yaşamış sayılırım.”
“Hemşire hanım nerede? Buyurmazlar mı?” diye soruyor ve Ömer gidip karısını getiriyordu. Böyle zamanlarda Profesör lakırdıyı gayet cazip mevzulara, mesela Arap müverrihlerine veya Selçukilerin silah kullanmalarına intikal ettirir, saatlerce tafsilat verir ve genç kadını böylece ilmine hayran ettiğini zannederdi.


Sf: 456
Ömer kabul etse bile kocasının içinde gene: “Ne diye benim ruhumun ahengini bozdun?” diyen bir taraf bulunacağını biliyordu.


Sf: 461
“Sokakta ayakkabı boyayan bir çocuğun işine müdahaleyi salahiyetimiz dışında sayarız, halbuki biz sanatkarların işine burnumuzu sokmayı en tabii hakkımız addederiz.”


Sf: 462
Wilhelm Tell
Sonra, hiç olmazsa küçük bir tenkitte bulunmanın, bu işlerden anladığını ispat için yegane vasıta olduğunu düşünerek ilave etti:
Tükürdüm gözlerimi ağzımdan boncuk gibi.


Sf: 466
Hiçbir zaman unutulmayan sürahi ile kristal bardağı…


Sf: 471
Müzik (!) bitince Macide geniş bir nefes aldı. Ayağını sıkan bir kundurayı çıkarmış gibi oldu. 
Bu sırada ön taraflarda oturanlardan birkaçı başka bir zavallı bulup yakasına sarılmışlardı. Uzun, beyaz sakallı, mevsimin yaz olmasına rağmen pardösülü bir zata hararetle bir şeyler teklif ediyorlardı.


Sf: 472
Macide kocasının bu haline canı sıkılarak biraz eğildi ve Ömer’in yanındaki kızla pek hararetli bir fısıltıya dalmış bulunduğunu gördü. Bir müddetten beri devam ettiği halde ona garip görünmeyen bu ahbaplık bu sefer onu düşündürdü: “Haydi, kalkalım, daha fazla oturamayacağım!” diyecekti. Buna vakit kalmadan nısfiye çalan adam taksimini bitirdi.  Eliyle alnının terini silerek ve etrafındakilerin biraz da alayla karışık olan tebriklerini ciddiye alarak yerine geçti oturdu.


Sf: 476
“Yapamıyor işte… Hiçbir şey yapmaya karar veremiyor… İnsan bir karar vermekten bu kadar korkar mı?.. Belki! Neden böyle düşünüyorum? Ben de bazı kararlar vermekten korkmuyor muyum?”
“Niçin yalnız yürüyorsunuz? Bedri bey neden böyle çabucak ayrıldı?” dedi.
Macide’nin kafasından:
“Demek benim arkada bir müddet Bedri ile yürüdüğümü görmüş!” düşüncesi geçti ve ancak ondan sonra Profesör’ün sualinde gizli ve manalı bir taraf, “Ben bazı şeyler biliyorum!” demek isteyen bir tehdit edası bulunduğunu fark etti. Dişlerinin arasından: “Köpek!” diye mırıldandı ve yanındakinin sualini cevapsız bıraktı.


Sf: 478
Asıl kızdığı şey, böyle bir yere girmek değil, Ömer tarafından sokakta, başkalarının eline bırakılıvermekti.
Yüzünden zeki olduğu anlaşılan genç kız, Ömer’i merakla dinler görünüyor ve ara sıra gözucuyla Macide’yi süzüyordu. Bu kaçak bakışlarda biraz da gurur bulunduğu Macide’nin gözünden kaçmadı. Kocasının, kendi yanında bir başkasına bu kadar musallat olması, o başkası için herhalde hoş bir şeydi. Macide onların pek yavaş olmayan konuşmalarına kulak vermek istedi, fakat söylenen sözleri anlamadı. Ömer birtakım garip teşbihler, dolambaçlı cümlelerle genç kızı bir şeye inandırmaya çalışıyor, öteki ise, aynı neviden cevaplarla bir şeyi kabulden kaçıyordu.
Macide, Profesör Hikmet’in kendisine uzattığı bir bardağı, acılığına rağmen, gözlerini yumarak bir defada içti. Genzi ve yemek borusu tutuşur gibi oldu. Biraz sonra midesinden başına doğru hafif ve tatlı bir duman yükselmeye başladı. Dudaklarının kenarında kendisiyle alakası olmayan bir tebessüm bulunduğunu pekala fark ediyor, fakat bunu oradan uzaklaştırmaya muktedir olamıyordu.


Sf: 479
Hakikaten büyük muharrir yerlere kadar eğildikten sonra mühim zatların yanındaki bir iskemleye, oturacak kısmının ancak dörtte biriyle, ilişmişti. 


Sf: 480
“İçtiği zaman çok hoş sohbet olur… Onun için böyle meclislerde pek sevilir ve aranır. O da bedavadan sarhoş olur ve eğlenir…”


Sf: 481
Macide içinden: “O da Ömer’in dudaklarına bakıyor!” dedi. Bir an onların öpüştüklerini tasavvur etti ve hiç heyecanlanmadı. Kafasından: “Ne halt ederlerse etsinler!”


Sf: 482
Muharrir Hüseyin Bey’in yanında oturan gözlüklü kız, pek ciddi olmayan bir telaşla:
“Aman, tenha yerlere geldik. Nereye gidiyoruz?” dedi


Sf: 483
…kafası, uzun zaman koşup yorulduktan sonra güneşin altına ve sarı otlara yatan bir çocuk vücudu gibi ince sızılarla karışık bir uyuşukluğa gömülüyordu.
Gecenin ve rutubetli havanın ağırlığı sinirleri yatıştırmışa benziyordu. Sanki eğlenmek için değil, bir kere başlamışken bitirilsin diye devam ediyorlardı. Kızlara da bir halsizlik ve perişanlık gelmişti. Yüzleri buruşmuş, muvakkat tazelikleri geçmişti. Münevver hanımlara yakışır bir şekilde boyasız oldukları için daha ziyade hovarda delikanlılara benziyorlardı.


Sf: 485
“Erkekler bazen ne kadar basit oluyorlar… Zannediyorlar ki, bir erkeğe karşı hiddet, hatta nefret duymaya başlayan bir kadın, hemen başka erkekler bulup boyunlarına sarılmak ister… Bu herif herhalde bu usulün para edeceğini sanıyor…”


Sf: 487
Öyle insanlar olabilir ki, hayatta onları bir an bile bu vaziyette görmek mümkün değildir!..”


Sf: 492
“Herhalde bundan evvel de böyle şeyler yapmıştır… Sonra ya yana yattık…Bana süründü. Beni kollarının, aynı kollarının arsına aldı… Ne pis şey!..” diye söylendi.
Birdenbire, bu caddedeki bütün insanların öteden beri hep sırıtarak dolaştıklarını keşfetti ve kızdı. Dükkanların önünden geçtikçe burnuna vuran kokular da canını sıkıyordu. Bir manavdan yayılan şeftali kokusu yanı başındaki tuhafiyecinin naftalinine ve her ikisi birden, nereden geldiği anlaşılamayan kızarmış çiroz kokusuna karışıyordu. Gelip geçen otomobillerin arkada bıraktıkları yanmış benzin dumanları da bunlarla birleşerek, Macide’nin yüzüne yapışıyor ve genç kadın, ağaçlar arasında dolaşırken yüzüne takılan örümcek ağlarını kovar gibi elini yanaklarında ve burnunda gezdiriyordu.


Sf: 495
Bu hayattan daha doğru ve akıllı bir şey olması lazım, fakat bunun ne olduğunu ben de bilmiyorum.


Sf: 496
“…bir müddet daha bocaladıktan sonra, yolunu bulacaksın, fakat yalnız olman lazım. Herhangi bir insanın, ayaklarına dolaşmaması lazım…”
“Ben hayatımda kimseye haksızlık ve fenalık etmemeye çalışmış ve başkalarına yapılan haksızlığa bile kendimeymiş gibi üzülmüş bir insanım…”


Sf: 497
“Bir genç kızın çok güç atacağı bir adımı seve seve , inana inana attım. Bunlardan pişman değilim… Kimse beni zorlamamıştı. Doğru buldum ve yaptım.”
“Ben biraz kazaya kurban gidiyorum sayılır. Bir otomobil çarpsa, bindiğim sandal devrilse yahut dibinde oturduğum ağaca yıldırım çarpsa bunlardan kimseyi mes’ul etmek aklıma gelir miydi? İşte, sana da bu kadar az kabahat buluyorum.”


Sf: 498
Hiçbir zaman pek sevmemiş olduğu bu eşyaya teker teker bir bağlılığı bulunduğunu hissetti. Elle tutulan yerleri yağlanmış kalın perdeler bile bu akşam daha sıcak yüzlü idi. Sanki her şey onu bir tarafından çekip alıkoymaya çalışıyordu. Masanın bir kenarında öğleden kalma bir çay fincanı vardı. Dibindeki kurumuş şekere bir sinek musallat olmuş, kalkıp iniyor ve bazen uzunca bir müddet kalıyordu. Macide gözlerini o hayvana dikti ve daldı.


Sf: 501
Macide, size itimat ediyorum, demek istiyor ve karşısındakinin gözlerinin daha çok, daha başka şeyler söylediğini zannediyordu.
Biraz evvel kendisini eteğinden çekerek dışarı bırakmak istemeyen oda, insanı boğacak kadar daralmıştı.
Az insan bulunan sokaklarda gezmek istiyordu. Halbuki caddeler kalabalık ve aydınlıktı.
Yolda, bu vakitte yalnız bir kadın gören birkaç beyaz pantolonlu ve kıvırcık saçlı kibarzade arkasına takılmak istedi. Macide yürüyüşünü daha hızlandırarak onlardan kurtuldu. Kahramanlar, bir kadın elde etmek için koşup terlemeyi fazla bir zahmet saymışlardı.


Sf: 510
Macide, hep Bedri ile beraber olmak üzere, haftada iki defa Ömer’i ziyaret ediyordu. İçinde gene o tahlil edemediği birbirine zıt hisler vardı. Kocasını görmediği zaman onu adamakıllı sevdiğini, fakat artık beraber yaşamalarına imkan olmadığını düşünüyor; fakat karşı karşıya gelince, sevdiği adamla bu Ömer arasında pek az münasebet bulunduğunu, buna rağmen, onu böyle bir vaziyette bırakıp ayrılmanın imkansızlığını, hatta Ömer buradan kurtulduktan sonra da hayatlarını bir müddet beraber sürüklemeye çalışmanın icap edeceğini kabul ediyordu.


Sf: 511
“Onun böyle aciz, belki de bana muhtaç olduğu bir zamanda bu darbeyi vurmak… Fakat ne darbesi? Ne muhtacı? Yanına gittiğim zaman yüzü buruşan o…”


Sf: 512
“On beş günden beri Ömer’e de, bana da o para yetiştiriyor… Her ziyaretimde Ömer’in bana verdiği birkaç liranın Bedri’den çıktığını bilmek keramete muhtaç değil… Hapishanede para kazanmaya başlamadı ya!.. Fakat Bedri doğrudan doğruya bana para teklif etmeye utanıyor… Ona karşı ne kadar borçluyum… Daha doğrusu borçluyuz…”
Masalarda oturanların kendilerine dikilen gözleri, vücudunda dolaşan yabancı eller gibi onu rahatsız ediyordu.
Genç kadın büsbütün şaşırdı. Beş on gün evvel kendisine lüzumundan biraz fazla teveccüh göstermiş olan kabadayı, arkadaş canlısı, fedakar ve olgun alimin bu kabalığına ilk anda mana veremedi, fakat bir muvkufun karısı olduğunu hatırlayınca gülmeye başladı.
“Aman yarabbi… Benden korkuyorlar!..” dedi.


Sf: 514
“Mesela Mehmet Bey’le asla Mehmet Bey olarak konuşmaya imkan bulamazsın. Siyasetten bahsedecek olsan karşında şu Fransız gazetesinin veya bu diktatörün nutkunu bulursun… Müzik lafı açsan bilmem hangi gavurun kitabı veya hangi Müslümanın makalesiyle karşılaşırsın… Beğendiği yemeği söylerken bile Mehmet Bey değildir. Mühim adamların nasıl yemekleri beğenmesi lazım geldiğini düşünmeden bir şey diyemez. Çok kere iki lafı birbirini tutmamak mecburiyetindedir. Çünkü edebiyat hakkında duyup veya okuyup benimsedikleri şu müellefin fikirleri ise, tesadüfen, müzik hakkında bilgileri de, dünya görüşü ve sanat anlayışı itibarıyla ona taban tabana zıt bir başka muharrirden edinmedir.


Sf: 516
Bir erkek yanı başında uzun uzun konuşmuştu. Fakat bu sefer Ömer’i dinlerken olduğu gibi elinde olmayarak bir sarhoşluğa düşmüyor, kafasında bir takım düğümlerin çözüldüğünü, iradesinin, kaybolacağı yerde, daha kuvvetlendiğini görüyordu.


Sf: 517
Gardiyan Ömer’i getirdi. Gene tıraşı uzamıştı. Hastaymış da sesi çıkmıyormuş gibi eliyle işaret ederek Bedri’yi çağırdı.
“İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir.”


Sf: 518
Ne kadar seversem seveyim, bir kişiye bağlı kalmak bana garip geliyordu… Sokakta gördüğüm kadınlara dikkatli bakmaktan kendimi alamıyordum.


Sf: 519
Fakat o müsamere akşamı iş çığrından çıktı. Orada bizim eski arkadaşları; beraber okuduğumuz, koridorlarda gevezelik ettiğimiz, gezintilerde oynadığımız kızları, hatıralarımda yer tutan bir hayat devresinin canlı mümessilleri olarak görünce derhal her şeyi unuttum… Belki sana Macide anlatmıştır… İçtim ve beni seven bir insanın yanında yapılmayacak kadar sululaştım. Karım buna da tahammül edecekti… İş sadece sululuktan ibaret olsaydı!.. Fakat ben daha ileri giderek bayağılaştım… Saygısızlaştım ve etrafın çirkefliğinden bunalacak halen gelen Macide’yi yapayalnız bıraktım… Dahası var… Onu iğrendiren bu muhitin bana hiç de yabancı olmadığını, beni hiç de sıkmadığını ve tiksindirmediğini göstermiş oldum…


Sf: 520
Denilebilir ki: Genç kadın sensiz ne yapsın? Nereye gitsin? Bunu senin demeyeceğine eminim.


Sf: 521
“Kim bilir… Belki uzak bir günde, büsbütün başka insanlar olarak tekrar karşılaşırız ve belki gülüşerek birbirimize ellerimizi uzatırız… Macide hakkında bir şey söylemeye lüzum yok… Onu bütün bir emniyetle sana bırakıyorum. Onu benim kadar ve sahiden sevdiğini, onu benden daha çok koruyabileceğini biliyorum… Göreceksin, yavaş yavaş sana alışacaktır. Fakat bir müddet bırakmak lazım… Bir erkek ona çok acı tecrübeler verdi, bunları unutmadan, kim olursa olsun, başka bir erkeğin fazla sokulmasını belki istemeyecektir… Sen bütün bunları daha iyi anlar ve düşünürsün… Onu bir doktor gibi tedavi et… Dünyada ondan daha harikulade mahluk yoktur… Bedri… Yemin ederim ki Macide’den daha kıymetli hiçbir şey mevcut değildir… Bunun kadrini bil…”
Bedri arkasından geliyordu. Sokağa çıkınca durdular. Ömer sağ kolunu dimdik uzattı. Bedri bu eli yakalayacağı yerde karşısındakinin boynuna sarıldı. Ömer’in kendi vücuduna sarıldığını ve bu esnada delikanlının her tarafının titrediğini hissetti.
Ne yapacağını, Macide’ye bunları nasıl anlatacağın değil, sadece Ömer’i, arkadaş Ömer’i düşünüyor ve onu, her şeye rağmen kendinden daha mesut buluyordu.


Sf: 523
Arkalarından, on beş yirmi adım uzaktan Ömer geliyordu. Macide’nin başını çevirmesiyle onun geriye dönmesi bir oldu. Şimdi, başı biraz öne doğru eğilmiş, ağır adımlarla tekrar yokuş yukarı çıkıyordu.
Macide durakladı. Bedri’nin kolunu bırakmıştı. Kalbi deli gibi çırpınıyor, gözünün önünden bin bir türlü hayaller, manzaralar, insanlar, dumanlar, renkler geçiyordu… Fakat bu hal ancak bir an sürdü. Derhal kendini topladı. Tekrar Bedri’ye tutunarak:
“Hayır… Hayır… Gidelim!..” dedi.

Kürk Mantolu Madonna
Sf: 547
Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. 
Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.


Sf: 548
Evvelce bana iş bulmaları için müracaat ettiğim ve hiç de fena bir muamele görmediğim bazı tanıdıklara sokakta rastladığım zaman başımı önüme eğip hızla geçiyordum; evvelce bana yemek yedirmelerini serbestçe rica ettiğim ve sıkılmadan ödünç para aldığım arkadaşlarıma karşı bile değişmiştim. “Vaziyetin nasıl?” diye sordukları zaman, acemi bir gülümseme ile: “Fena değil… Tek tük muvakkak işler buluyorum!” diye cevap veriyor ve hemen kaçıyordum. İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.


Sf: 550
Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı adetlerinden biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra o zamana kadar “siz” diye hitap ettikleri dostlarına ahbapça “sen” diyecek kadar alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak… Bütün bunlarla son günlerde o kadar çok karşılaşmıştım ki, Hamdi’ye kızmak ve gücenmek aklıma bile gelmedi.


Sf: 551
Bana rast geldiğinden memnun görünüyordu. İhtimal, eriştiği mertebeleri gösterebildiğine, yahut da, benim halimi düşünerek, benim gibi olmadığına seviniyordu. Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz. Hamdi de bana aynı hislerle hitap eder gibiydi:
Yüzümde, pek ahmakça olduğunu adamakıllı hissettiğim bir gülümseme ile hayran hayran ona bakıyor ve bu halimle kendisine daha çok cesaret veriyordum.
“Sen zeki çocuksundur, bilirim; pek çalışkan değildin ama, bunun ehemmiyeti yok.
Bunları söylerken mektepte kendisinin de ileri gelen tembellerden olduğunu tamamen unutmuşa benziyordu. Yahut da bunu burada yüzüne vuramayacağımdan emin olduğu için pervasızca konuşuyordu.


Sf: 552
Ertesi gün, öğleye doğru Hamdi’nin şirketine gittim. Halbuki dün akşam evinden çıktığım sırada buna hiç niyetim yoktu. 
“Dün akşam ses çıkarmadan dinledin ve onun sana karşı velinimet tavrı takınmasına razı oldun ya, haydi bakalım, bunu sonuna kadar götürmeli, sen buna layıksın!” demek istiyordum.


Sf: 553
Fakat dışarı çıkıncı koridorda bir müddet durakladım ve bana tarif ettiği odaya gitmekle burayı bırakıp çıkmak arasında bir hayli tereddüt ettim.


Sf: 554
Nihayet rastgele bir kapıyı araladım ve içeride Raif Efendi’yi gördüm. Onu evvelden tanımıyordum. Buna rağmen, masanın başına eğilmiş bu adamın başkası olamayacağını derhal hissettim. Sonradan bu kanaatin nereden geldiğini düşündüm. Hamdi bana: “Bizim Almanca mütercimi Raif Efendi’nin odasına senin için bir masa koydurdum, kendisi sessiz sedasız, allahlık bir adamdır, kimseye zararı dokunmaz.” demişti. Sonra herkese bay, bayan denildiği bu sıralarda ondan hala efendi diye bahsediyordu. İhtimal bu tariflerin kafamda yarattığı hayal orada gördüğüm…
Bir yabancı ile karşı karşıya oturulduğu zaman adet olduğu üzere oda arkadaşımı gizliden gizliye tetkik etmek, kaçamak bakışlarla hakkında ilk -ve tabii yanlış- kanaatler edinmek istiyordum. Fakat onun bu arzuyu hiç hissetmediğini ve başını tekrar önündeki işe eğerek ben odada yokmuşum gibi meşgul olduğunu gördüm.


Sf: 556
İnsanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır?


Sf: 560
Elimde tuttuğum resmin çizgilerindeki isabet, bunun bir heveskar elinden çıkmadığını gösteriyordu. Bunu yapan kimsenin uzun seneler resimle uğraşmış olması lazımdı. Burada sadece baktığını sahiden gören bir göz değil, gördüğünü bütün incelikleriyle tespit etmesini bilen bir hüner de vardı.


Sf: 561
Ankara’nın asfalt döşeli yollarına hiç benzemeyen bozuk kaldırımlı dar mahalleleri geçtim. Birbiri arkasına yokuşlar ve inişler vardı. Uzun bir yolun sonunda, adeta şehrin bittiği yerlerde, sola saptım ve köşedeki kahveye girerek evi öğrendim: Taş ve kum yığılı arsaların arasında tek başına duran iki katlı, sarı boyalı bir bina. Raif Efendi’nin alt katta oturduğunu biliyordum. Zili çaldım. Kapıyı on iki yaşlarında bir kız çocuğu açtı. Babasını sorunca, yapmacık bir tavırla yüzünü buruşturup dudaklarını bükerek:
“Babam rahatsız efendim, yatağından çıkamıyor, siz içeri buyurun!” dedi. Bunu söylerken de benim bu kibar muameleye hiç layık olmadığımı kaş ve gözleriyle anlatmak ister gibiydi.


Sf: 564
“Ziyaretinize teşekkür ederim oğlum!” dedi.
Sesinde bir sıcaklık vardı. İçimden geçenleri sezmişe benziyordu.


Sf: 565
Gülünecek bir tarafım olmadığını biliyordum. Fakat bunlar da o yaşlardaki her kof insan gibi, ilk rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı.


Sf: 566
Üstleri başları daima bakımsız, yüzleri ve elleri daima kirli ve benizleri daima soluk olan çocuklarına, anlayamadığı mel’un bir düşmanın musallat ettiği iki ceza gibi kızıyor, süslenip sokağa çıkacağı sırada kirli elleriyle üstüne dokunmamaları için onları yanından nasıl uzaklaştıracağını bilemiyordu.
Ferhunde Hanım’ın kocası, İktisat Vekaleti şube müdürlerinden Nurettin Bey ise bizim Hamdi’nin bir başka türlüsüydü. Otuz, otuz iki yaşlarında, kumral ve dalgalı saçlarını ihtimala arkaya tarayıp berber çırakları gibi kabartan, “Nasılsınız?” dedikten sonra bile büyük bir hikmet savurmuş gibi dudaklarını birbirine yapıştırarak hafifçe başını sallayan bir adamdı. Konuşurken insanın yüzüne sabit gözlerle bakar ve bu esnada gözlerinin içinde: “Yahu, sizin söyledikleriniz de laf mı? Siz ne bilirsiniz sanki?” diyen bir tebessüm dolaşırdı.
…fakat orada ancak biraz lisan, bir de mühim adam tavırları almayı öğrenmişti.


Sf: 567
(Ev halkındaki bu istihfaf illetinin onlara, pek hayran oldukları be enişteden geçtiğini zannediyorum.) Sonra üstüne başına çok dikkat ediyor, her gün tıraş oluyor, yıpranmış pantolonlarını kendi nezareti altında sıkı sıkı ütületiyor, ayakkabının en şıkını, çorabın en fantezisini bulmak için bir cumartesi gününü dükkan dükkan gezmeye hasredebiliyordu. Hatta sonraları öğrendiğime göre, aldığı maaş kendisinin ve karısının giyimine ancak yetmekte, iki kayın biraderin eline geçen otuz beşer liradan da bir hayır olmadığı için, evin bütün masrafı bizim Rauf Efendi’nin cılız ücretine yüklenmekteydi. Buna rağmen, evde zavallı ihtiyardan başka herkesin borusu ötüyordu. Raif Efendi’nin, daha kırk yaşına gelmeden ihtiyarlayan, gevşemiş etleri, göbeğine kadar sarkan memeleriyle acayip bir şişmanlığı birleştiren karısı Mihriye hanım, bütün gününü mutfakta yemek pişirmek, boş zamanlarında yığın yığın çocuk çorabı yamamak, ve kızkardeşinin birbirinden haşarı “yumurcaklarına” bakmakla geçirdiği halde, bir türlü ev halkına yaranamıyordu. Hiç kimse evin nasıl döndüğünü sormuyor, sadece, kendisini çok daha yüksek bir hayata layık gördüğü için, yemekleri beğenmemek, bir şeye dudak büküp burun kıvırmak suretiyle, yeni bir tatsızlık çıkarıyordu. Nurettin Bey: “Bu ne biçim şey canım?” derken adeta: “Benim verdiğim yüzlerce lira nereye gidiyor Allah aşkına?” demek ister gibiydi. Boyunlarına yedi liralık eşarp takan kayın biraderler ise: “Ben bu yemeği sevmedim, bana yumurta pişir…” yahut: “Ben doymadım, bana sucuk kızartıver!” diye Mihriye ablalarını sofradan kaldırıp mutfağa yollamaktan hiç çekinmiyorlar, sonra da, herhangi bir akşam ekmek almak için on bir kuruş lazım olunca, bunu ceplerinden vermeye kıyamayarak, odasında hasta yatan Raif Efendi’yi daldığı uykudan uyandırıyorlar; bu da yetmiyormuş gibi onun için hala iyi olmadığına ve bakkala kendisinin gidemediğine kızıyorlardı.


Sf: 569
…kocasını yatak odasına çekerek tatlı olmaya çalışan bir sesle…


Sf: 570
Birçok vesilelerle, onun hisleri kütleşmiş bir adam olmadığını fark etmiştim. Hatta bunun aksine olarak çok alıngan, gayet ince görünüşlü ve dikkatliydi. Yalnız önüne bakar gibi duran gözlerinden hiçbir şey kaçmıyordu. Bir gün bana getirilecek kahve için kızlarının dışarıda birbirleriyle yavaş sesle: “Sen pişir!” diye münakaşa ettiklerini duymuş, hiç sesini çıkarmamış, fakat on gün sonra ikinci bir defa evlerine gidişimde hemen dışarı seslenerek:
“Kahve pişirmeyin , içmiyor!” demişti.
Kendisine ağır gelen bu hadisenin tekrarlarını görmemek için yaptığı bu harekette beni kendisine mahrem etmiş olması, ona daha çok bağlanmama sebep oldu.


Sf: 573
Onun herhangi bir şeye içi sıkıldığını söylemesi beni şaşırttı.
Gece vakti, kar ve rüzgarda, tenha yollarda, göğsünü bağrını açarak saatlerce dolaşmak Raif Efendi’den beklenir şey değildi.
Ben ev halkına niçin bu yalanı söylediğini değil, bana niçin hakikati söylediğini merak ediyor…


Sf: 574
İçimde, ancak sarhoş olduğum zamanlar hissettiğim, müthiş bir yürümek ve koşmak arzusu vardı. Saatlerce, günlerce gidebileceğimi zannediyordum.
Rüzgar çoğaldığı için adeta göğsümden biri iter gibi oluyor, bu kuvvetle mücadele ederek ilerlemek bana zevk veriyordu.


Sf: 575
Onun yaşadığı yerde yaşamak, onun gibi yaşamak demek değildi.
Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?
Raif Efendi beyaz örtülü yatağında, kızlarının genç vücutlarıyla karısının yorgun uzuvlarından odaya yayılan havayı koklayarak,


Sf: 576
“Ben onlar için hiçbir şey değilim… Hiçbir şey değildim…Senelerden beri aynı evde beraber yaşadık… Bu adam kimdir diye merak etmediler… Şimdi çekilip gideceğimden korkuyorlar…”


Sf: 577
“Evet, karım ve kızım… Ama işte o kadar…”
“Beni orada da rahat bırakmazlar ki!” diye mırıldandı.


Sf: 578
“Orada, gözün içinde ne varsa hepsini getir!” dedi. “Ne varsa…”
Raif Efendi’nin senelerden beri oturduğu iskemlede oturduğumu ve onun her gün birkaç defa yaptığı hareketi tekrar ettiğimi şimdi fark etmiştim. Acele ile gözü çektim. Burası da boş gibiydi. Yalnız bir kenarda oldukça kirli bir havlu gazete kağıdına sarılmış bir sabun parçası, bir sefertası gözü, bir çatal ve Singer marka burgulu bir çakı vardı. Bunları çabucak bir kağıda sardım. Gözü yerine iterek ayağa kalktım, fakat arka taraflarda herhangi bir şeyin kalmış olabileceği aklıma gelerek gözü yeniden çektim ve elimle içini araştırdım. Hakikaten de dipte defter gibi bir şey vardı. Onu da alarak diğer eşyanın arasına koydum ve dışarı fırlattım. Odanın içinde kaldıkça, Raif Efendi’nin bir daha bu iskemleye oturmaması ve bu çekmeceyi bir daha açmaması ihtimali zihnimden çıkmıyordu.


Sf: 579
İçeride bir insan canıyla uğraşırken onun yakınlarından birine kirli bir havlu ve eski bir çatal uzatmak pek münasebetsiz bir şey olurdu. Ayağa kalkıp ortadaki büyük masanın etrafında dolaştım. Büfenin aynasında kendimi gördüğüm zaman oldukça şaşırdım. Sapsarı kesilmiştim. Kalbim hızla atmaya başladı. Kim olursa olsun, bir insanın yaşamakla ölüm arasındaki büyük köprüde çabalaması korkunç bir şeydi. Sonra, onun en yakınları: Karısı, kızları, akrabaları dururken, benim onlardan fazla alaka ve teessür göstermeye hakkım olmadığını düşündüm.


Sf: 582
İnsanlara kendinden hiçbir şey bırakmak istemeyen ve yalnızlığını, ölüme giderken bile beraber alan bu adama karşı içimde nihayetsiz bir merhamet ve onun mukadderatına karşı nihayetsiz bir alaka uyandı.
Başladığım şeye devam etmek ve son bir çareyi denemek için ona daha çok sokuldum ve kendisine karşı duyduğum bütün alaka ve sevgiyi gözlerimde toplamaya çalıştım.
Sf: 583
“Bana karşı da bu kadar saklanmaya muhakkak lüzum görüyor musunuz? Dünyada benim için en kıymetli insansınız… Buna rağmen sizin gözünüzde herkes gibi bir hiç olduğumu söyleyerek mi beni bırakıp gitmek istiyorsunuz?”
“Yarın sabah getirir, gözünüzün önünde yakarım!” dedim. Hasta, biraz evvelki titizliğine hiç benzemeyen bir tavırla: “Ne yaparsan yap!” makamında omuzlarını silkti.


Sf: 584
Ondan ayrılmanın bana güç geleceğini biliyordum. Fakat bunun bu kadar korkunç, bu kadar acı olacağını tasavvur edememiştim.


Sf: 586
… dün bir kahraman olarak ismi ağızdan ağıza dolaşan bir sergerdenin bir hafta sonra tenkil edildiği ve ölüsünün Edremit’te Konakönü Meydanı’nda asılı durduğu ilan ediliyordu.
Fakat bu sırada işgal kuvvetleri kasabaya geldiler ve her türlü kahramanlık heveslerim, içimde boğulup kalmaya mahkum oldu.


Sf: 587
Tabiatımda manasız denilecek kadar ileri giden bir çekingenlik vardı ki, çok kere etrafım tarafından yanlış anlaşılmama, aptal yerine konmama sebep olur ve beni üzerdi.
Sınıfta arkadaşlarımın yaptığı bir kabahat daima benim üzerime atldığı halde ben kendimi bir kelime bile olsun müdafaaya cesaret edemez, eve döndüğüm zaman bir kenara saklanıp ağlardım.


Sf: 588
Eski bir Roma tarihinde, Mucius Scaevola isminde bir murahhasın düşmanla sulh müzakeresi yaparken, kendisine teklif edilen şartları kabul etmezse öldürüleceği yolundaki tehdide cevap olarak, kolunu yanı başındaki ateşe sokup dirseğine kadar yaktığını ve bu sırada sükunetle müzakereye devam ederek, böyle tehditlerle korkutulamayacağını gösterdiğini okuduğum zaman, elimi aynı şekilde bir ateşe sokmak ve aynı metaneti nefsimde denemek arzusuna kapılmış ve parmaklarımı oldukça ağır bir şekilde yakmıştım.
Evde veya atölyede karaladığım şeyler arasından ancak en manasızlarını gösterebiliyor, bana dair herhangi bir şey ifade eden, içinde benden herhangi bir şey bulunan resimleri büyük bir titizlikle saklıyor ve ortaya çıkarmaktan utanıyordum. Bunlar tesadüfen birinin eline geçse, çıplak ve mahrem bir halde yakalanmış bir kadın gibi şaşırıyor, kıpkırmızı oluyor ve kaçıyordum.


Sf: 589
Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?


Sf: 591
…yüzlerinde çok mühim işler yapmış insanlara mahsus bir ciddilikle evlerine dönen veya bir erkeğin koluna asılarak baygın gözleriyle etrafa tebessüm saçan kadınları…


Sf: 593
National Galeri’deki bir tabloyu saatlerce seyrettiğim ve sonra günlerce aynı çehreyi ve manzarayı kafamda yaşattığım oluyordu.


Sf: 595
Ressamın sergide yalnız tek bir eseri, kendi portresi bulunduğu anlaşılıyordu. Bundan biraz da memnun oldum. Bu harikulade resmi yapan kadının başka tablolarının, üzerimde bu kadar büyük bir tesir yapamayacağını, hatta belki de ilk hayranlığımı azaltacağını düşünerek korkuyordum. Geç vakte kadar içeride kaldım. Ara sıra dolaşıyor, görmeyen gözlerle diğer tablolara bakıyor ve sonra çabucak aynı yere dönerek uzun müddet seyrediyordum.


Sf: 596
Benim gibi yavaş ve heyecansız bir adamın bu kadar telaşına kendim de hayret ediyordum.
Daha ziyade klasiklerin yolunda yürümek istediği anlaşılan ressam kadının, hayret verecek kadar büyük bir ifade kabiliyetine malik olduğu, kendi portrelerini yapan sanatkarların çoğunda görülen “güzelleştirme” veya “inadına çirkinleştirme” temayüllerinin onda bulunmadığı söyleniyor.


Sf: 597
Onu herhangi bir yerde görmek mümkün olabilirdi… Bu ihtimali düşününce ilk duyduğum his, büyük bir korku oldu. Benim gibi hayatında hiç macerası olmayan bir erkeğin ilk defa böyle bir kadınla karşılaşması hakikaten korkunç oldu.


Sf: 598
…kimseye haber vermeden aşık olduğum komşumuz Fahriye ile hayalen, çok kere hayasızlığa kadar varan münasebetlerim olduğu halde, kendisiyle sokakta karşılaştığım zaman yerlere yıkılacak kadar şiddetli çarpıntılara uğrar,..
Bir kadın herhangi bir şekilde hoşuma gidince ilk yaptığım iş ondan kaçmak olurdu. Karşı karşıya geldiğim zaman her hareketimin, her bakışımın sırrımı meydana vuracağından korkar, tarif edilmesi imkansız, adeta boğucu bir utanma ile dünyanın en zavallı bir insanı haline gelirdim. Hayatımda hiçbir kadının, hatta annemin bile gözlerine dikkatle baktığımı hatırlamıyorum.


Sf: 599
Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum Kürk Mantolu Madonna‘yı seyre dalıyor, ta kapılar açılıncaya kadar orada bekliyordum. Sergi bekçilerinin ve birçoğu her gün orada bulunan ressamların artık beni bellemiş bulunduklarını fark etmiştim. İçeri girer girmez yüzlerinde bir tebessüm dolaşıyor ve gözleri bu acayip resim meraklısını uzun müddet takip ediyordu. Son günlerde diğer tabloların önünde oynamaya çalıştığım rolü de bırakmıştım. Doğrudan doğruya kürk mantolu kadının önüne gidiyor, oradaki sıralardan birine oturarak gözlerimi bir karşıma, bir de, bakmaktan yoruldukları zaman, önüme çeviriyordum.
“Evet!” dedim, “Güzel bir resim…” Sonra, neden bilmem, bir yalan söylemek, bir nevi izahat vermek lüzumunu hissederek mırıldandım:
“Anneme pek benziyor da…”


Sf: 601
İnsanlar, birbirlerinden hiçbir şey anlamayan insanlar, beni buradan da kaçırıyorlardı.


Sf: 603
Yüzünde o kendine mahsus hazin ve bıkkın ifade ile, etrafının farkında değilmiş gibi yürüyordu. Bizi görünce bir saniye hayret etti ve bu anda bakışlarımız karşılaştı. Onun gözlerinden gülümsemeye benzer bir şeyin geçtiğini gördüm.
Sıcak nefesi bu sefer bana, tahammül edilemez derecede ağır gelmeye başlamıştı.


Sf: 606
Düşman vatandan kovulmuş, milli ordu Havran’ı kurtarmıştı. babam mektuplarında coşuyor ve birbiri arkasına vatanperverane cümleler sıralıyordu.


Sf: 607
Sanki kafama gelmekte ısrar eden bir fikri uzaklaştırmak istiyordum. Her tabelayı okuyor, her ışık reklamını tetkik ediyordum.
Sanki aradığım insan birdenbire peyda oluverecekmiş gibi gözlerimi ilerideki elektrik direğinin altına diktim.


Sf: 608
Gecenin herhangi bir saatinde bir sokaktan geçen bir kadının ertesi akşam gene aynı yerden geçmesi icap ettiğine nereden hükmediyordum.


Sf: 610
Derhal tanıdım. Artık bütün tereddütlerim bin bir türlü manasız tahminlerim uçup gitmişti. İçimi tekrar bir burkulma sardı. Onun burada, etrafına bu kadar yalandan tebessümler saçmaya, bu kadar istemeden şuh cilveler yapmaya mecbur kalarak çalışması bana pek hazin geldi.


Sf: 613
Zaten küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim… Bu hal gerçi birçok fırsatları kaçırmama sebep olurdu, fakat fazlasını isteyerek talihimi ürkütmekten her zaman çekinirdim.


Sf: 614
Bu harikulade güzel rüya ne kadar çok devam ederse o kadar iyiydi. Onu kesmeye, yarım bırakmaya, hakikat pahasına da olsa uyanmaya hakkım yoktu.


Sf: 615
Onu o zaman nasıl olup da tanıyamadığımı bir türlü anlamıyordum. Tablo, aslını görmek kudretini gözlerimden alacak kadar mı beni sarmıştı?
“Fakat siz, o zaman hiç o resme benzemiyordunuz!” diye mırıldandım.
“Nereden biliyorsunuz?” dedi. “Yüzüme bakmadınız ki!” 
“Hayır, zannetmem… Nasıl olur?”
“Evet, birkaç kere baktınız… Ama nasıl?.. Sanki görmemek için!..”
Sonra, hala avuçlarımın içinde duran ellerini çekerek:
“Arkadaşlarımın yanına döndüğüm zaman, beni tanımadığınızı söylemedim.” dedi. “Yoksa size çok gülerlerdi!”
“Teşekkür ederim!”


Sf: 616
Kafamın içinde ona söylenecek uçsuz bucaksız şeyler bulunduğunu hissediyordum,  senelerce söylense bitmeyecek şeyler… Fakat hiçbiri şu anda aklıma gelmiyordu.


Sf: 617
“Bu dalgınlığınızda garip bir cazibe vardı… Söylediğim gibi merak da ediyordum. Nihayet yanınıza sokulup konuşmaya karar verdim. Diğer ressam arkadaşlar da sizi merak ediyorlardı… Onlar da ısrar ettiler… Fakat keşke yapmasaydım… Sizi tamamen kaybettik… Bir daha sergiye gelmediniz.!”
“Benimle eğleneceklerini zannetmiştim!” dedim. Fakat derhal pişman oldum. Bu sözümden alınabilirdi. Halbuki o:
“Evet, hakkınız var!” diye cevap verdi.
Sonra, bir şey arıyormuş gibi gözlerini yüzümde gezdirerek:
“Berlin’de yalnızsınız değil mi?” dedi.
“Ne gibi?”
“Yani… Yalnız işte… Kimsesiz… Ruhen yalnız… Nasıl söyleyeyim… Öyle bir haliniz var ki…”
“Anlıyorum, anlıyorum… Tamamen yalnızım… Ama Berlin’de değil… Bütün dünyada yalnızım… Küçükten beri…”


Sf: 619
“Bu da benim bir nevi eğlencemdir!” dedi. “Sokakta birisinin arkamdan geldiğini hissettim mi bütün tecessüsümü yenerek, başımı çevirmemekte ısrar ederim ve bu sırada kafamdan birçok ihtimaller geçiririm: Peşimdeki genç olabilir, ihtiyar ve çökmüş bir kadın avcısı olabilir, zengin bir prens, fakir bir talebe, hatta sarhoş bir serseri de olabilir. Adımlarının çıkardığı sesten kim olduğunu tayin etmeye çalışırım ve bu şekilde, nasıl geldiğimi anlamadan yol bitiverir… Demek bu akşam sizdiniz ha?.. Halbuki ben mütereddit adımlarınızdan  yaşlı ve evli bir adam zannetmiştim.”


Sf: 620
Garsonu çağırıp hesap gördüm. Birdenbire açılmış cesaretlenmiştim. Uzun yapraklı bir defterin üzerine birkaç rakam yazan adamın yüzüne, “Saadetimi fark etmiyor musun a sersem!” der gibi dik dik bakıyor, henüz salonu terk etmemiş olan müşterileri, hatta orkestrayı, gülerek selamlamak için kuvvetli bir arzu duyuyordum. İçimde birdenbire bütün insanlarla sarmaş dolaş olmak, uzun yıllar birbirinden ayrı aldıktan sonra nihayet kavuşan dostlar gibi coşkun bir muhabbetle herkesi öpmek arzusu vardı.
Böyle hovardalıklar hiç adetim olmadığı halde, paltomu veren kadına bir mark bıraktım. 


Sf: 621
Gözlerimi kaldırınca hayret içinde kaldım. Karşımdakinin yüzünde de müthiş bir şaşkınlık, hatta bir utanma vardı. Boynundan yanaklarına doğru bir kırmızılık yayılıyordu. Gözleri, yarı kapalıydı ve bana bakmaktan çekiniyordu. Aklımdan derhal bir sual geçti: “Neden böyle yapıyor? Kendisinin böyle bir kadın olmadığı muhakkak… Fakat neden böyle yapıyor?”


Sf: 622
“Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hülasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek… Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden vermeyiz… Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum.”
“Ne kuzuların ağzından vahşi kurt dişlerinin sırıttığını gördüm.”


Sf: 624
Ruhumdan ezici bir şüphenin kalktığını hissettim. Onunla alelade bir çapkınlık macerası yaşamaktan korkuyordum. Bunu yapamazdım. Kürk Mantolu Madonna’yı bu halde görmektense, onun tarafından aptal, acemi yerine konmayı tercih ederdim. Fakat bu ihtimal de üzücüydü.


Sf: 625
Bir şeyler mırıldanıyor, fakat bunların ne olduğunu bilmiyordum. Dikkat edince onun ismini tekrarladığımı ve bir sürü okşayıcı kelimelerle hep ona hitap ettiğimi anladım.
Çocukluğumdan beri ilk defa olarak, hayatımın sebepsizliğini ve boşluğunu düşünerek içim ezilmeden, “Bugün de geçti işte… Ve bütün günlerim hep böyle geçecek, sonra ne olacak sanki!” demeden uykuya daldım.


Sf: 626
İçimde ona karşı tarifi imkansız bir şefkat vardı. Yatağında nasıl uzandığını, nasıl ağır ağır nefes aldığını saçlarının yastığa nasıl serildiğini tasavvur ediyor ve hayatta bu manzarayı görmekten daha büyük bir saadet olamayacağını düşünüyordum.
Fakat her defasında haklı çıkan gene bu ilk his oluyordu. Hakkında müspet hüküm verdiğim bir insanın zamanla bana fena göründüğü veya bunun aksi olduğu olurdu. O zaman kendi kendime: “Demek ilk intibam beni aldatmış!” derdim, lakin bir müddet sonra, -bu müddet kısa veya pek uzun olabilirdi- ilk hükmümün doğruluğunu, bunun üzerinde mantığın, harici tesirlerin veya aldatıcı vak’aların yaptığı değişmelerin yalancı ve geçici olduğunu kabule mecbur kalırdım.


Sf: 627
Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?.. Ben de, o zamana kadarki hayatımın boşluğunu, gayesizliğini sırf böyle insandan mahrum oluşumda bulmaya başlamıştım, insanlardan kaçışım, içimden geçenlerin en küçük bir parçasını bile etrafıma sezdirmekten çekinişim bana sebepsiz ve manasız görünürdü. Zaman zaman beni saran hüzünlerin, hayat bıkkınlığının bir ruhi hastalık alameti olmasından korkardım. Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrünün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.


Sf: 628
Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı… Bunların, bütün ömrümce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden geçen her şey için: “Adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki?” demiştim. Eskiden her insan hakkında, hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilmez bir hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl: “Bu beni anlamaz!” demişsem, bu sefer bu kadın için, gene bir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak: “İşte bu beni anlar!” diyordum…

Yeni başlayan hafif bir yağmur suyun tüylerini diken diken ediyordu.
Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak… Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak…


Sf: 629
Bu şüpheyi derhal kafamdan kovdum. Böyle düşünmenin ona karşı bir itimatsızlık, bir haksızlık, kendi kurduğum binaya bir tekme vurmak olduğunu hissediyordum.
Kafam derhal birtakım teselliler bulmaya bile başlamıştı. Hayatımın birdenbire böyle yeni ve ilerisi karanlık bir yola girmesi benim için belki hayırlı olmayacaktı. Eski sükunetime dönmek, uyuşuk günlerin zincirine yapışıp kalmak daha rahat değil miydi?
“Kendi kabahatiniz, beyim” dedi. “Ben sizi bir buçuk saatten beri bekliyorum. Evin önüne gelmeyerek bu şairane manzarayı tercih ettiğinizi biraz evvel, tesadüfen fark ettim!”
Demek beni beklemişti. Demek ben onun için ehemmiyeti olan bir insandım. Okşanmış bir küçük kedi gibi gözlerinin içine baktım. 


Sf: 630
Ben bu sükuttan fevkalade memnun olduğum halde, mutlaka bir şeyler söylemek icap ettiğini düşünerek, kendimi yiyordum.


Sf: 631
Çiy taneleriyle örtülmüş beyaz bir çiçek gibi nemli ve soluk yüzünü bana çevirerek:


Sf: 632
“Biliyor musunuz, Berlin’de senenin ancak yüz gününde hava açık ve güneşli, iki yüz altmış beş gününde kapalıdır.”
Canlı bir vücudu kendisine uygun olan iklimden ayırarak, birkaç meraklının keyfi için bu berbat şartlara tabi etmek bir nevi işkence değil midir?


Sf: 635
“Ama siz de bu meraklılardan birisiniz…”
“Evet, fakat buraya her gelişimde içim derin bir hüzünle doluyor!”
“Ne diye geliyorsunuz öyleyse?”
“Bilmem!”


Sf: 634
“Buna rağmen dünyada ciddiye aldığım yegane iş budur… Sırf bunun için resim yaparak geçinmek istemiyorum. Çünkü o zaman kendi istediğimi değil, benden istenileni yapmaya mecbur olacağım… Asla… Asla…


Sf: 635
Islak kumlar ayaklarımızın altında gıcırdıyordu.
Beni kemiren sadece büyük bir yalnızlık hissiydi ve gene bu yalnızlığın tesiriyle, bana yakın olduğunu anladığım bir insana karşı birçok noktalarda kendimi aldatmaya hazırdım.


Sf: 636
Karşımdakinin durgunluğu bana da geçmişti. İçimde sebepsiz bir sıkıntı ve ezilme vardı. Kadın bunu fark edince, düşüncelerinden kurtulmaya ve biraz açılmaya, gülümsemeye çalıştı. Elini masanın üzerinde duran elime vurdu:
“Ne somurtuyorsunuz? Genç bir kadınla ilk defa yemek yiyen delikanlılar daha neşeli ve konuşkan olur!” diye şaka yaptı. Fakat söylediklerine kendinin de inanmadığı görülüyordu. Nitekim çabucak eski halini aldı. Herhangi bir şey yapmış olmak için gözlerini etraftaki masalarda gezdirdi.


Sf: 637
“Ama niçin beni kabahatli zannettiler? Kendilerine asla vaat etmediğim, sadece kafalarında yaşattıkları bir şeyi vermedim diye mi? Bu haksızlık değil mi? Sizin de hakkımda aynı şekilde düşünmenizi istemem… Bunu da lehinizde bir nokta olarak kaydedebilirsiniz…”


Sf: 638
“Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız?.. Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak?”
“Mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daima tiksindirdi. Hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. Bu hal beni müthiş bir yalnızlığa itti.


Sf: 639
“Aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlere karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler. O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakıyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk bir erkek kadar hodbin, kendini beğenmiş ve nahvetli fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir.”
Biraz durup yüzümü tetkik etti. Biraz şarap içti. Konuştukça açılıyor, ve sıkıntısından kurtuluyor gibiydi.


Sf: 640
“…fakat siz de benim aradığım değilsiniz… Gerçi biraz evvel bahsettiğim o manasız nahvet sizde yok… Fakat pek çocuk, daha doğrusu pek kadın gibisiniz… Tıpkı annem gibi sizi de birinin idare etmesi lazım… Bu ben olabilirim…”


Sf: 641
Biraz büyükçe olan alt dudağını daha çok dışarı çıkarmış, böylece, ağlamak üzere olan küçük bir kız halini almıştı.  Gözleri bunun aksine olarak, düşünceli ve araştırıcıydı. Kısa bir zaman içinde yüzünün ne kadar çok ifade değiştirdiğine hayret ediyordum.


Sf: 644
…her yaştan birçok jigoloların bu zamanlarda oraya gidip kendilerini beğendirmeye çalıştıklarını duymuştum.
“Ne demek? Teşekkür ederim!”
“Of! O kadar çok teşekkür ediyorsunuz ki!”
“Biz Şarklılar çok kibar insanlarızdır… Ne düşünüyordum biliyor musunuz? O adam sizi öptü ve ben hiç kıskanmadım.”
“Sahi mi?”
“Ve niçin kıskanmadığımı merak ediyorum!”
Ona birçok şeyler söylemeyi gündüzden tasarlamıştım. Fakat bunların hiçbiri aklıma gelmiyor, kafamdan yepyeni şeyler geçiyordu.


Sf: 645
İkimiz de, bu akşamın intibalarını içimize yerleştirmek ister gibi dalgın ve doluyduk. 


Sf: 646
Belki düşünmemek için, bana daha çok sokuldu.
Hiçbir şey düşünmemek, hiçbir şey hatırlamamak istiyordum. Bu gecenin hadiseleri, onlara hatıralarımda bile dokunmaktan ürkecek kadar kıymetliydiler. 
Karanlık merdivenli pansiyon bana pek şirin, koridorları dolduran bütün kokular hoş geldi.


Sf: 647
Fakat karşısındakinin her kanaatini doğru bulup benimsemek için vesile aramak da bir nevi ruh yakınlığı alameti değil miydi?
Bilhassa Frau van Tiedemann’ın bir eşy duymamasını istiyordum. Maria bunda belki mahzur görmezdi, fakat ben, belki Türkiye’den kalmış itiyatla, böyle icap ettiği kanaatindeydim.
Sf: 648
Buluştuğumuz zaman, ayrı kalmış arkadaş çocuklar gibi seviniyor, el ele tutuşarak yürüyorduk.
Nasıl doğduğunu anlamadığım bir arzu ile bu eli yakaladım ve avucunun içini öptüm.


Sf: 649
“İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.”
“O, içimizde zaten mevcut olan hislerin bizi şaşırtacak kadar şiddetlenivermesinden ibarettir.


Sf: 650
Şimdiye kadar bana bu derece yakın olan bir insana tesadüf etmediğim için, bence bütün meselelerin üstünde onu muhafaza etmek arzusu vardı.
…seyretmekte olduğu ve yakalamak istediği harikulade güzel bir kuşu küçük bir hareketiyle kaçıracağından korkan bir insan gibi atıl kalıyordum.


Sf: 652
“Yılbaşının da sence hiçbir hususiyeti yok mudur?” diye sordum.
“Hayır” dedi, “senenin diğer günlerinden ne farkı var sanki? Tabiat onu herhangi bir şekilde ayırmış mı? Ömrümüzden bir sene bile geçtiğini göstermesi bile o kadar mühim değil; çünkü ömrümüzü senelere ayırmak da insanların uydurması… İnsan ömrü doğumdan ölüme kadar uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunun üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir…”


Sf: 653
İçimde sebepsiz bir can sıkıntısı vardı:
“Ne olacak sanki?” diyordum. “Hakikaten bu gecenin fevkaladeliği nerede? Kendimiz uydurup kendimiz inanıyoruz. Herkes evine gidip yatsa daha iyi. Biz ne yapacağız? Bunlar gibi birbirimize sarılıp döneceğiz… Bir farkla: Biz öpüşmeyeceğiz…”
Maria’nın keman çalması ve şarkı söylemesi zannettiğimden de kısa sürdü ve gürültüye geldi. Bu akşam herkes kendi kendinin numarası olmayı tercih ediyordu.


Sf: 654
O beni mahzun zannediyordu. Halbuki değildim. Şimdi, gülemeyecek kadar mesuttum ve saadetimi ciddiye alıyordum.
Göğsünden hafif fakat harikulade güzel bir ten kokusu yayılıyordu. Bütün bunların üstünde, ona yakın olmak, onun için bir şey olduğunu bilmek vardı.


Sf: 656
Onun ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğunu zannetmekle ne kadar hata etmiş olduğumu anlıyordum.
Neredeyse ağlayacak diye korkuyor, onu bir an evvel evine götürüp bırakmayı bu sefer ben istiyordum.
Şimdi duyulur duyulmaz bir sesle, karma karışık sözler mırıldanıyordu. Evvela kendi kendine şarkı söylemeye çalıştığını zannettim, sonra bana hitap ettiğiini anlayarak kulak verdim:


Sf: 657
İlk defa gördüğü bir insanı tetkik ediyormuş gibi beni süzdü,


Sf: 658
Gözleri kapandı. Kafasının içinde şuraya buraya kaçan ve bir türlü yakalanmayan bir şeyi tutmaya çalışır gibi bir ceht sarf ediyor, alnı ve kaşlarının arası buruşuyordu.
Saçları alnına dökülmüştü. Yandan vuran elektrik ışığı kirpiklerinin gölgesini burnunun üst tarafına düşürüyordu. Alt dudağı hafif hafif ürperiyordu. Yüzü bu anda tablodakinden de, Arpie Madonnası’ndan daha güzeldi.


Sf: 659
“Tabii… Tabii!” dedi. “Tabii sizi seviyorum. Hem çok seviyorum… Başka türlü olmasına imkan var mı?.. Herhalde seviyorum… Muhakkak seviyorum. Fakat neden şaşırıyorsunuz? Başka türlü olacağını mı zannediyordunuz? Beni ne kadar çok sevdiğinizi anlıyorum… <ben de sizi şüphesiz o kadar çok seviyorum…”
Başımı kendine doğru çekti ve bütün yüzümü ateş gibi buselere boğdu.
Bir şey noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm.


Sf: 660
Bana “Uyandınız mı?” demişti. Gerçi son günlerde birbirimize rastgele bazen sen, bazen siz diye hitap ediyorduk. Fakat bu gecenin sabahında bana böyle mi demeliydi?
Gülümsüyordu. Fakat bu, onun her zamanki içten, yakın tebessümü değildi. Daha ziyade Atlantik’teki müşterilere karşı sarf ettiklerine benziyordu.
Kalktım, yüzümü yıkadım ve çarçabuk giyindim. Onun beni, yattığı yerden göz ucuyla takip ettiğini sezmiştim.


Sf: 663
“Haydi artık git… O kadar yalnız kalmak istiyorum ki…”
Elini gözlerinden çekmişti. Yüzüme adeta yalvararak bakıyordu, kolunu uzattı. Parmaklarının ucundan tuttum.


Sf: 664
… her adımlarında boyları bir uzanıyor, bir kısalıyor gibi görünüyordu.
Buraları evvelce de bir kere gördüğümü hatırlıyor fakat ne zaman geldiğimi, buranın neresi olduğunu bir türlü bulamıyordum.
Demek ki ben bir türlü sevemiyordu. Hakkı vardı. Beni hayatımda hiç, hiç kimse sevmemişti. Zaten kadınlar pek acayip mahluklardı. Bütün hatıralarımı toplayarak bir hüküm vermek istediğim zaman, kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyordum. Kadın sevebileceği zaman sevmiyor,


Sf: 665
Sonra onun da ne kadar ıstırap çektiğini görmüştüm. Sırf bana acıdığı için bu kadar üzülmesine imkan yoktu. O da aradığı ve bulamadığı bir şeye yanıyordu. Fakat bu neydi?
Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız anda bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.
Yalnızlığımı hissediyor ve üzülüyordum fakat bundan kurtulmanın mümkün olabileceğini ummuyordum. Maria, daha doğrusu onun tablosu karşıma çıktığı vakit, bu haldeydim.
Önümdeki seneler bana tahammül edilemeyecek kadar hazin görünüyordu.


Sf: 667
Muhakkak ki dünyanın en lüzumsuz adamıydım. Hayat beni kaybetmekle hiçbir şey ziyan etmeyecekti. Hiç kimsenin benden bir şey beklediği ve benim hiç kimseden bir şey beklediğim yoktu.
Fakat ruhumun en derin bir köşesinde bu kanaat yeryüzünün bana ihtiyacı olmadığı kanaati, her zaman için yerleşip kaldı.


Sf: 668
Şehre yaklaştıkça ümitsizliğim artıyordu. Bundan sonraki günlerimin ondan ayrı ondan ayrı olarak geçeceğini bir türlü kabul edemiyor, bu ihtimal, ciddilikten uzak,gülünç, imkansız buluyordum… Hiçbir zaman başımı eğip yalvarmaya gidemezdim. Böyle bir şey hem elimden gelmez, hem de bir faydası olmazdı… Çocukluğumda kurduğum hayallere benzeyen, fakat onlara nazaran daha delice daha saçma ve daha kanlı şeyler tasavvur ediyordum: Gece tam onun Atlantik’te numara yaptığı sıralarda, kendisini telefona çağırmak, rahatsız ettiğim için af diledikten sonra, kısaca veda ederek, mikrofon başında kafama bir kurşun sıkmak, ne güzel olurdu! Bu müthiş sesi duyunca, evvela ne olduğunu anlamayarak bir müddet duracak, sonra deli gibi “Raif! Raif!” diye bağırıp benden bir cevap almaya çalışacaktı. Yerde son nefesimi verirken ihtimal ki, bu sesleri duyar ve gülümseyerek ölürdüm. Benim nereden telefon ettiğimi bilmediği için çaresizlik içinde çırpınacak, polise haber veremeyecek ve ertesi gün elleri titreyerek gazeteleri karıştırıp, esrarı çözülemeyen bu facia hakkındaki tafsilatı okurken kalbi nedamet ve yeis içinde çırpınacak, ömrünün sonuna kadar beni unutamayacağını, kendimi kanla hatırasına bağladığımı anlayacaktı.


Sf: 669
Sabahleyin o kadar kolay kabul ettiğim korkunç kararı değiştirmeliydi.
Her gün odamda oturuyor, kitap okumaya çalışıyordum. Bir tek harfini bile fark etmeden sayfaları çeviriyor, bazen, dikkat etmeye azmederek baştan başlıyor, fakat birkaç satır sonra gene zihnimin başka yerlerde dolaştığını görüyordum.


Sf: 670
Uykuda bile olsa uyandırmak kararıyla, evinin yolunu tuttum. Münasebetimizin hududu, her şeye rağmen bunu yapmak hakkını bana verecek kadar genişti. Bir sarhoşluk gecesinin sabahındaki sahneye bu kadar kıymet vermek doğru olamazdı.
“Orada kimse yok!” dedi. Yüreğim hopladı:
“Başka yere mi taşındılar?”
Telaş ve heyecanım karşımdakini biraz yumuşatmışa benziyordu, başını sallayarak cevap verdi:


Sf: 671
Gece yarısından sonra gelen ve bu müthiş soğukta kendisini rahatsız eden ziyaretçiye karşı belki de hak ettiğinden biraz fazla nezaket gösteren kapıcının bana verebileceği hiçbir bilgisi yoktu. Ne böyle bir kadının geldiğinden, ne hastalığından, ne de nereye yatırıldığından haberi vardı. Her sualime, canı sıkıldığı halde gülümsemeye çalışarak: “Yarın dokuzda gelin, öğrenirsiniz!” demekle mukabele ediyordu.
Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. Gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.


Sf: 672
Ben bu yirmi beş gün zarfında ne yaptığımı şimdi pek hatırlamıyorum. Galiba onu gidip gördüğüm, başucunda durarak, terleyen yüzünü, ara sıra kenara kayan gözlerini ve büyük bir güçlükle nefes alan göğsünü seyrettiğim zamanların haricinde hiçbir şey yapmadım. Hatta yaşamadım bile; çünkü yaşasam şimdi aklımda bu günlere ait hiç olmazsa küçücük bir hatıra bulunurdu.


Sf: 674
Jacob Wassermann’ın “Hiç Öpülmemiş Ağız”…


Sf: 676
Onun da uyanık olduğunu, nefesini dıuyulmayışından anlıyordum. Yavaş yavaş gözlerime ağırlık çöktüğü halde, her akşam duymaya alıştığım bu muntazam ve yumuşak nefes hışırtısının başlamasını bekledim. Kendimden geçmemek için gayret ediyor ve mütemadiyen kımıldıyordum. Buna rağmen ilk dalan gene ben oldum.


Sf: 677
Her gün aynı şekilde kalkıyor, aynı işlerle meşgul oluyor, öğleye kadar sabun fabrikasına gidiyor ve öğleden sonra, ona gazete veya kitap okuyarak, dışarıda gördüklerimden veya duyduklarımdan bahsederek, akşamı buluyordum. Bunun böyle olması lazım mıydı, değil miydi? Bilmiyordum.


Sf: 679
En ufak bir ses çıkarmıyor, göğsü herhangi bir hıçkırıkla sarsılmıyordu. Dünyada bu kadar rahat, bu kadar sükun için de ağlanabileceğini tasavvur edemezdim.


Sf: 680
İçinde bir seneden fazla bir zamandır yaşadığım bu oda, birçoğu Türkiye’den getirdiğim eşyalarım, şurada burada atılmış olan kitaplar, bana tamamen yabancı görünüyorlardı.


Sf: 681
Onun içindekini öğrenmemek suretiyle, etrafımda dolaşan bir felaketi uzaklaştırabileceğimi ümit ediyordum.
Ne olmuştu? Etrafımda hiçbir şeyin değişmediğini görüyordum. Her şey biraz evvel gelirken olduğu gibiydi. Ne bende, ne beni saran eşyada bir başkalık vardı. Maria her halde pencerede beni bekliyordu. Buna rağmen artık yarım saat evvelki “ben” değildim. Binlerce kilometre uzakta, bir insan yaşamaz oluvermişti; bu vak’a günlerce belki de haftalarca evvel olduğu halde, ne ben, ne Maria herhangi bir şey sezmemiştik. Günlerin birbirinden farkı yoktu. Fakat birdenbire, avuç içi kadar kağıt, Her şeyi altüst ediyor, beni beni bu dünyadan alıp oraya götürüyor, benim buraya değil, telgrafın geldiği uzak yerlere ait olduğumu hatırlatıyordu.
Burada birkaç aydan beri beni saran hayatı sahici zannetmek, bunun devamına ümit bağlamak suretiyle ne kadar yanıldığımı gayet iyi anlıyordum. Bir taraftan da bu hakikati hala kabul etmemek için çırpınıyordum.  Bunun böyle olmaması lazımdı. Herhangi bir yerde doğmuş ve herhangi bir adamın oğlu bulunmuş olmak bu kadar mühim değildi.Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması bu derece güç olan bu dünyada, bu nadir saadete ermekti. Öte tarafı hep teferruattı.
Sf: 682
fakat öyle olmayacağını da gayet iyi biliyordum. Hayatımızın birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret olduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi. Göz mü mühim kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa mı, diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl bir mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk.
Maria Puder’e meseleyi anlattığım zaman bir müddet sustu. Yüzünde garip bir tebessüm vardı: “Ben dememiş miydim?”


Sf: 683
Beni bir tarafa bırakarak kendine ait projelerden bahsetmesi biraz tuhafıma gitti.
“Boş yere vakit ziyan etmeye ne lüzum var?” dedi. Bir an evvel giderim ve seni, yol hazırlıklarını tamamlamakla serbest bırakırım.


Sf: 684
“Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırsan gelirim…” dedi.
Evvela ne demek istediğini anlamadım. O da bir an durdu ve ilave etti: 
“Nereye çağırırsan gelirim!” 


Sf: 686
Gerçi babamı gerçek bir muhabbetle sevmem için de ortada bir sebep yoktu; onunla aramızda daima bir yabancılık mevcut kalmıştı ve irisi bana: “Senin baban iyi bir adam mıydı?” diye sorsa, verecek cevap bulamazdım. Çünkü iyiliği ve fenalığı hakkında bir fikir sahibi olacak kadar onu tanımıyordum. Babam benim için “insan” olarak hemen hemen hiç mevcut değildi; yalnız “Baba” dedikleri mücerret bir mefhumun insan şeklinde görünüşüydü. 
Bütün bunlara rağmen kafamda onun hatırasını kirletecek bir şey yoktu. Onun boşluğunu değil, fakat yokluğunu hissedecektim. Havran’a yaklaştıkça içime daha çok hüzün çöküyordu. Evimizi ve bütün kasabayı, onsuz tasavvur etmek bana güç geliyordu. 


Sf: 687
Bir sürü saçma işlerle uğraştığım bu çamurlu ilkbahar ve boğucu yaz günlerinde…


Sf: 688
Babamın nedense en çorak, en yolsuz, en güdük yerleri bana bırakmış olduğunu hayretle görüyordum. Buna mukabil, ovada, sulak ve kasabaya yakım yerlerde bulunan ve her bir ağacı yarım çuvaldan fazla mahsul veren zeytinlikler ablalarıma, yani eniştelerime bırakılmıştı. Gezip dolaştığım yerlerdeki ağaçların çoğunun, senelerden beri budanıp temizlenmedikleri için, yabanileşmeye başladıklarını, babamın zamanında kimsenin zahmet edip bu dağ başlarından mahsul kaldırmaya gelmediğini anladım.


Sf: 689
Bütün mektuplarını önüme dökerek teker teker okudum. Son aylarda yazılanlarda biraz şaşkınlık, saklanmak isteyen bir şeyler ve her zamanki Maria’ya pek yakışmayan kaçamaklı, gizli kapaklı ifadeler vardı. Hatta, bir an evvel çağırmamı mı istiyor, yoksa çağırmamdan korkuyor ve sözünden dönmek mecburiyetinde kalacağı için üzülüyor mu diye tereddüde düştüğüm de olmuştu. artık her satırdan, her yarım kalmış ifadeden her şakadan bir takım manalar çıkarıyor ve deliye dönüyordum.


Sf: 690
Bana hareket etmek, görmek, duymak, hissetmek, düşünmek, hülasa yaşamak kabiliyetini veren bir şey içimden çekilip alınmış gibi, posa haline geldiğimi fark ettim.


Sf: 691
Almanya’da kaldığım iki seneye yakın zaman zarfında ne kadar az insanla tanışmış olduğumu düşününce hayret ettim. Berlin’den başka bir yere gitmemiştim. Şehri aşağı yukarı çıkmaz sokaklarına kadar biliyordum. Gezmediğim müze, resim galerisi, nebahat ve hayvanat bahçesi, orman ve göl bırakmamıştım. Buna rağmen bu şehirde yaşayan milyonlarca insandan ancak birkaç tanesiyle konuşmuş, yalnız bir tanesini tanımıştım.
İnsanlara karşı duyduğum şüphe, kin derecesine çıktı. Bana yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. Kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra!..” diyordum… Ne yapmıştı, bu malum değildi;


Sf: 692
Öyle ya… Bir ayrılık anında basit bir heyecanın sevkiyle verilmiş bir sözü tutmamak için en kolay çare, münasebeti hiç münakaşasız kesivermekti.
…saf bir çocuğa biraz da gönlünü almak için söylenmiş bir söze bağlanarak meçhul bir hayata, nereye varacağı malum olmayan bir maceraya atılmak, onun daima iyi işleyen kafasının kabul edeceği bir iş değildi.
Bazen kendimi bir müddet için unuttuğum, bir insanda kendime yakın bulduğum taraflar oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir şekilde yerleşmiş olan o korkunç hüküm, derhal kendini gösteriyor; “unutma, unutama, unutma ki, o sana daha yakındı… Buna rağmen böyle yaptı…” diye beni hakikate davet ediyordu. Herhangi bir kimsenin bana bir adıma kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor: “Hayır hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı… Aramızda artık mesafe bile kalmamıştı… Fakat işte, sonu!” diyordum. İnanmamak, inanmamak… Bunun ne kadar korkunç olduğunu her gün, her an hissediyordum. Bu histen kurtulmak için yaptığım bütün hamleler boşa çıktı… Evlendim… Daha o gün, karımın bana herkesten daha uzak olduğunu anladım. Çocuklarım oldu… Onları sevdim, fakat hayatta kaybrtmiş olduğum her şeyi bana asla veremeyeceklerini bile bile…
Bile bile aldatıldım ve bundan bir nevi de zevk duydum. 


Sf: 693
Lisan bildiğim için, pısırıklığıma rağmen çabuk terakki edeceğimi umuyordu. 


Sf: 694
Beş on kuruş ekmek parası için bana tahammül edilebilir miydi? İnsanlar birbirinin maddi yardımlarına ve paralarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtılar. Bu olmadıktan sonra, aile sahibi olmanın hakiki ismi, “birtakım yabancılar beslemek”ti.


Sf: 698
Düşündüğüm zaman ben de onun çehresini hatırlayamadım ve on seneden beri ilk defa olarak, ne benim onda, ne de onun bende resmimiz bulunmadığını fark ettim.


Sf: 702
Tekerlekler bir raydan bir raya atlarken kızımın uyuyan başı hafifçe sarsılıyor…
On sene, tam on sene, zavallı ruhumun bütün kırgınlığıyla, bir ölüye kızmış, bir ölüyü suçlu tutmuştum.


Sf: 703
Ömrümün sonuna kadar, diz çökerek, onun hatırasına karşı işlediğim cinayetin kefaretini vermeye çalışsam, bunda gene muvaffak olamayacağımı, insanların en günahsızına kabahatlerin en ağırını; seven bir kalbi yüzüstü bırakmak ihanetini yüklemenin, asla affedilmeyeceğini seziyordum.
Daha birkaç saat evvel, bende bir fotoğrafı bulunmadığı için, yüzünü hatırlayamadığımı zannetmiştim.
Halbuki bu anda onu, hayattayken gördüğümden çok daha canlı, teferruatlı olarak görüyordum. 


Sf: 704
Bir hayatı baştan aşağı dolduracak kadar zengin olan hatıralar, böyle kısa bir zamana sıkıştırıldıkları için hakikattekinden daha canlı, daha tesirliydiler.


Sf: 705
Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam…


Sf: 706
Raif Efendinin ölümü bana o kadar tesir etmemişti. İçimde onu kaybetmiş gibi değil, asıl şimdi bulmuş gibi bir his vardı.
Dün akşam bana: “Seninle şöyle bir oturup konuşamadık!” demişti. Ben artık böyle düşünmüyordum. Dün akşam onunla uzun uzun konuşmuştum.



Sf: 721 
Yazarın önsözü
“Şiir ve hikayelerim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum. Bunların bir kısmının çocuk denecek bir yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir; çünkü bu çeşit bir yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem, sahibini ıslah olmaz bir zevksizlik ve tam istidatsızlıkla suçlandırmakta tereddüt etmem. Bunların benim san’at hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından, sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da onları başkalarına okutmak için bir sebep olamaz.
Buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıkaramadım. Çünkü, bir kere okuyucu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye hakkım olmadığı kanaatindeyim; ama böylece belki de eski bir hatayı devam ettirmekten başka bir şey yapmıyorum. 
İyiyi kötüden ayırmak külfetini okuyucuya bıraktığım için özür dilerim.” – Sabahattin Ali
Sf: 726
Değirmen
Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz, nefesimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.
…bir kadını öpmek, onu istemek, sevmek midir?..
Çırçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?..
Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?
Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetli bağırabilir misin?
Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim…


Sf: 727 
Ve bir kurşun atımı ötede…


Sf: 729 
Acaba birisi sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?..


Sf: 732 
“Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için sahiden azap olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: ‘Ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık değil mi?’ demek isterse, ben ne yaparım? Her sözümden, her tavrımdan alınır; kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider…”


Sf: 733 
Günler kuvvetli bir rüzgarın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbiri arkasına geçip gidiyorlardı.


Sf: 735 
Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam.
Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgar ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklarda taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.
Bi nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık.


Sf: 736 
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir.



Sf: 739
Kurtarılamayan Şaheser
…ve geceleri küçük balıklar, aynı nehre avuç avuş serptiği gümüş kırıntılarını toplamak için, suyun üstünde sıçrıyorlardı.


Sf: 740
İhtimal minimini ipek mendillerini de -tabi dalgınlıkla- ayaklarının dibine düşüreceklerdir.
…sanki gür alevli bir meşale göğsünün içerisinde dolaşarak kaburgalarını yalıyormuş gibi kıvranıyordu.


Sf: 750
Ve bir feryat, duvarları sarsan, havayı karıştıran, yüzyıllık ağaçların fırtınada devrildikleri zaman yaptıkları gürültüye, ormana bir yıldırım düştüğü zaman vahşi hayvanların kopardıkları çığlıklara, ateş saçan bir yanardağın geniş çatlaklarından fırlayan boğuk ve yırtıcı ıslıklara benzeyen bir feryat genç şairin göğsünden fırladı.


Sf: 770 
Viyolonsel
Nasıl bazı ağaçlar yerleri değiştirildiği zaman -usta bir bahçıvan elinde bile olsalar- yaşayamazlarsa, genç kadın da burada yaşayamayacaktı.


Sf: 772 
Notayı istemek imkansızdı. Bu hastaya ömrünün sonuna geldiğini belli etmek olacaktı.

Sf: 781
Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi
İnsan onu, bir cenaze dönüşünden sonrahiç soyunmayarak senelerce aynı halde kalmış sanabilirdi.


Sf: 782 
Korkuyu şimdiye kadar içimde böyle madde halinde hissetmemiştim.


Sf: 783 
“Pek mi korktun?” diyordu. “Niçin, niçin korkuyorsun? Senden, yani hayattan büsbütün ayrı bir şey diye mi? Fakat bu aptallıktır. Onun bizden farkı, bizim ondan farkımız nedir ki? Hiç… Bak, eğil de bak… Bu dişler yok mu, bu muntazam dişler, onların arasından, şimdi bizim konuştuğumuz şeylere benzemeyen ne tatlı sözler çıkardı bilsen… Düşünüyor musun ki, bakmaya tiksindiğin bu dişleri görebilmek için onun tebessüm etmesi sabırsızlıkla beklenirdi!.. Tahmin edebilir misin ki, boğazına dolanarak seni boğacakmış gibi korktuğun bu saçların güneş altında ne hayat dolu parlayışları vardı.

Sf: 784

Bir Delinin Hikayesi
Öyle zamanlarım olur ki, beni sessizce bekleyen odama giderken, bu her akşamki yürüyüş

beni sıkar, boğar ve ben caddeyi örten kalın kar tabakasının üstüne uzanarak orayı nefesimle eritmek, ta toprağa kadar bir delik açmak isterim. Evin kapısını her akşamki gibi anahtarla açmak, sonra kapamak, karanlık koridorda yavaşça ilerlemek, merdiven basamaklarını ayaklarımın ucuyla aramak, -ki onları saymış ve ezberlemiştim ve dönemeç yerlerinin kaçıncı ayaktan sonra geldiğini gayet iyi bilirdim- nihayet odama girmek… Bütün bunlar beni deli eder. Bir kere de başka şeyler yapabilmek için mesela, balkona tırmanmak,
pencerenin camlarını kırarak içeri girmek ihtirasını duyarım. 

Odamda beni kitaplarım bekler. Bu, yegane tesellidir. Her eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım bu odada yalnız onlar her zaman için yeni bir koku taşırlar. Her zaman söyleyecek birçok lafları vardır. Mesela, masanın kenarındaki ucu kırık mermer tütün tablasını belki yüz defa üstten, alttan, sağdan, soldan tetkik etmiş, elime alarak saatlerce kırık yerdeki ince damarları ve pürüzleri seyretmişimdir. O, bana artık kendi sesim kadar bildiktir. Halbuki en çok okuduğum bir kitabın en çok okuduğum bir satırı bile bana bazen başka şeyler söyleyebilir. Yalnız onların böyle en mahrem taraflarını bile görebilmek için uzun bir beraberlik lazımdır. Kitaplar yeni tanıdıklarına karşı çok ketum olurlar. Bir kere de onlara laubali oldunuz mu size malik oldukları her şeyi verirler ve onlar bizim isteyebileceğimiz her şeye fazlasıyla maliktirler. Kitapları bir kadın gibi sevenler, yalnız bekar odalarının azabını daha az duyarlar. Ellerinde bir kitapla beraber yattıkları, başuçlarındaki lambayı yaktıkları zaman, bahtiyar bir evlilik hayatının daima tekrar edilen saadetini hissederler. Kitaplarda zifafa girmesini bilen adam, beşerliğinden kurtulmaya başlamıştır. Ve biz daima, daima beşeriz.


Sf: 798 
Kadını hiçbir zaman inkar etmedim. Hatta geceleri beni odama o kadar karışık halde yollayan, ekseriye bir kadın muvaffakiyetsizliğidir. Ve ben, bilmiyorum neden, hiçbir kadından aşk iltifatı görmüş değilimdir. Kadınlar benden hoşlanıyorlar, fakat beni sevmiyorlar. Ben onlarda herhalde ya pek çocuk, ya pek ukala bir tesir yapıyorum. Gayet iyi bilirim ki, en münevver ve en zeki kadın bile, mesela bir “Balzac romanlarının kıymeti” muhasebesine feda edebilirim. Ve bende, onların asıl bayıldıkları gurur ve teenniden, ağırlıktan eser yoktur.

Bütün bunlara rağmen kadın gene benim en zayıf tarafımdır. Fena bir zamanımda bana her haltı ettirebilir. Kadın benim etimin, kemiğimin, kanımın ve muhayyilemin müthiş bir ihtiyacıdır. Buna mağlup olmak bir  hayvanlık, bunu inkar etmek daha büyük bir hayvanlıktır. Onlarla beraber olduğum zaman donuk, ihtirassız adeta cinsi hislerimden uzaklaşmış bir adam oluyorum. Ve kadın muvaffakiyetsizliklerimin en büyük sebebi de, zannediyorum ki, budur. Bilmem bunun sebebi bir utanma veya bir korku mu? Fakat dimağımın içimde kabarmak isteyen bu ihtiyacın bana adi, pis ve gülünç göstererek beni susturduğunu biliyorum. Ama yalnız ve kadından uzak kaldığım zamanlar… O zaman dimağım da beni yalnız bırakıyor: Yahut bana hükmünü geçiremiyor ve ben feci bir hırs ve imkansızlık içinde çırpınıyorum. Öyle zamanlarım olur ki, -bunun için de mesela bir kitabın çok masum bir cümlesi veya sokaktan gelen bir kadın sesi kafidir- o zaman benim için yalnız kadın vardır. İliklerimin içinden bile “Kadın!” diye bağıran sesler işitirim. Ve o zaman benim için yalnız tek bir kadın vardır. Yani bütün kadınlar benim için birdir. O zaman genç, ihtiyar, güzel, çirkin, herhalde bir kadına malik olmak benim için su içmek gibi bir şeydir. Hatta bu ihtiyacın derece ve şiddetini anlamak için muhayyilemde kabaran kadın hayallerini gittikçe çirkinleştirir, kötüleştiririm. Nihayet öyle bir an olur ki, bu hayal pis ve korkunç bir acuzeye kadar iner. Ve ben, ben onu da isterim. Böyle zamanlarımda kadınları yalnız bir tek hissimle severim, hatta anamı bile… Her gelişinde boğmaya mecbur olduğum bu hislere gitgide daha çok esir oluyorum.

Bir gün haftalık mecmuadaki bir çorap reklamı şiddetle gözlerimi buğulandırdı ve damarlarımda, kadın isteyen acayip bir kanın dört nala dolaştığını hissettim. Koltuğun kenarlarını yakaladım. Sonra ayağa kalkarak odanın bir başından bir başına hızlı hızlı yürümeye başladım. Nihayet daha fazla dayanamayarak sokağa fırladım. Caddeye çıkınca bu kadın kalabalığı içinde şaşırdım. Geliyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar ve konuşuyorlardı. Hepsinin yüzüne sanki bir tanıdığı arıyormuş gibi bakındım. Gözlerimi vücutlarında gezdiriyor, kalçalarda uzun müddet kalıyor, bacaklara indiğim zaman tıkandığımı, boğulur gibi olduğumu, avaz avaz bağırmak istediğimi hissediyordum. Ve her şeyden evvel, kendilerini soyuyordum: Çırçıplak… Sonra bu çıplak vücutları yakalıyor, eziyor, kıvırıyor, boyunlarını, enselerini ve kollarını öpüyordum. Hiçbir zaman kendimi kaybetmiş değildim. Hatta yürüyüşümdeki, bakışımdaki tabiilik ve sükunetin içimdeki vuk’uatla yaptığı tezada, kendime bile hissettirmeden, kıs kıs gülüyordum. Akşam üzeriydi ve kadınlar daha çok birbirlerine benzemeye başlamışlardı. O kadar ki boyları ve vücutlarının şekli bile gitgide aynı oluyordu. Ve ben onların başka başka kadınlar olduğunu yalnız değişen kokularından fark ediyordum.


Sf: 802 
“Baba şehit, anne aç… Kardeşler var… Hem de mektebe gidiyorlar.Derhal kendini feda ediyorsun, değil mi? Ne müthiş şey be! Söylesene senin hikayen hangisi? Belki de sen adamına göre başka şeyler anlatıyordun. Bu da seni,n zekanı gösterir. O kadar güç bir şey de olmasa gerek, sen kitap okur musun? Ha? Öyleyse hiç korkma… Bir kişiye üç dört hikayeyi birleştirip anlatsan sermayen gene tükenmez.”


Sf: 803 
Gözlerime bir yaşın çıkmak istediğini hissettim ve alt dudağımı ısırarak bunları geri gönderdim. 


Sf: 806 
İçimde müthiş bir ağlamak ihtiyacı vardı kendimi tuttum.
Sf: 816
Bir Orman Hikayesi 


Onun sözlerini, orkestra içindeki bir flütün diğer aletlerin sesinden ayırt edilmeyen sesi gibi karışık duyuyordum.


Sf: 819 
“Sonra duydum ki, delikanlılarla kadınlar onun bulunduğu odayı sabaha kadar durmadan taşlamışlar. Bir şey yapamamaktan, bir şey yapamayacağını bilmekten doğan bir şaşkınlıkla taşlamışlar. Tıpkı şeytan taşlar gibi… İçlerindeki hırsı böylece söndürmeye çabalamışlar… Zavallılar.”
Yapraklar, içerisinde bir piyano bulunan odada bağrıldığı zaman piyano tellerinin çıakrdığı hafif, ince uğultuya benzeyen karışık, birbirinden ayrılmaz, acayip mırıltılarla kımıldıyorlardı. Orman dev büyüklüğünde bir çocuk gibi mışıl mışıl uyuyordu ve bu sesler onun nefesleriydi.
Sf: 841
Candarma Bekir
…garip oğlan kurşundan değil, korkudan öldü. Benim kurşun ona diriyken değil ölüp yere yıkılırken değdi.
Sarhoş
Sf: 847
“…sus, anam babam!”
Sf: 850
Bir Cinayetin Sebebi
…arasında hızlı, dolaşık adımlarla geçti. Üzerine dikilen gözlerin tesirinden kurtulmak için etrafına bakınıyordu.
Çünkü bilirsiniz ki erkekle kadın arasında daimi bir arz ve talep vardır: Biricisi kadın, ikincisi erkek tarafından; eğer talep kadın tarafından olursa o kadar hoş olmuyor.


Sf: 852 
Nasıl anlatayım efendim, çorabının yırtığı, şapkasının kurdelesi kadar benimle alakadar olmuyor, evlerindeki kedi kadar bile beni sevmiyordu.


Sf: 853 
…sokakta görseler başlarını bile çevirmeyecekleri bu adam katil olunca gözlerinde bir ehemmiyet almıştı. Bir kahraman gibi ondan bahsediyorlar.
…Necmi’yi sahiden kıskandığımı hissettim: Güzelliğini, tavırlarını değil, katilliğini…
Çünkü onun bu kadar beğenilmesine sebep, yalnız katil oluşuydu.
Sf: 860
Bir Fanila İçin
Karşımızdaki çamlığa yakın karlar, aktörlerin beyazlatmak için saçlarına serptikleri pudraları andırıyordu.
Sf: 864
Komik-i Şehir
 …saatlerce öter…


Sf: 865 
Ayakları yumurta çalkalamak için kullandıkları teller gibi birbirine dolaşıyor, gözlerine inen oksijenli saçlar, kibar bir el vuruşuyla geriye atılıyordu.


Sf: 873 
…bir ölü elinin mor damarları gibi kıvrıntılar yaparak uzuyordu…


Sf: 875 
Koltuğundan kalkarak kızın yanındaki iskemleye oturdu. Elleri iradesini dinlemeyerek, onun aşağıya doğru mecalsizlikle sallanan uzun kollarını yakalamak istiyordu.
Niçin çekiniyordu sanki?..Bu sapa kazanın kralı demek değil miydi o?.. Kim hesap sorabilirdi kendisinden?.. Bilhassa böyle bir tiyatrocu kız için!..
Yüzü kıpkırmızı olmuştu.Damarlarında dolaşan kan değil, yanardağ lavlarıydı sanki. Her uzvu geriliyor, titriyor, dudakları farkında olmadan, dişleri arasında parçalanıyordu. Ne söylediğini şaşırmıştı:


Sf: 877 
“Eğer vermezsen… O zaman… Biliyor musun… O zaman seni öldürürüm… Bu elimle… Boğazını sıkarım… Seni zevkle… Kahkahayla öldürürüm… Bilsen seni öldürmek ne tatlı olur… Yarın dairene geleceğim… Onu orada bulurum değil mi?.. Yoksa!..
Ellerini uzatarak korkunç işaretler yaptı… Hızlı adımlarla dolaşık sokaklarda kayboldu…
Kaymakam şaşırmıştı, bu gözlerin sahibi dediğini yapacağa benziyordu… Bu adam bir deliydi… Öyle ya… Adamakıllı deli.
Sf: 883
Kağnı
Sen gününü şaşırıp gidemezsin, candarma seni alır götürür, gayrı kendin istesen bile yakanı sıyıramazsın.


Sf: 884 
…bunların üzerinde uçan ve kalkıp inerken güneşe rastlayınca yemyeşil parlayan sinekler onları eğlendiriyordu.


Sf: 885 
Sarı Mehmet’in anası ifadesinde hiçbir şey söylemedi. Yalnız: “Ben kimseden davacı değilim.” dedi. “Oğlun eceliyle mi öldü,vuruldu mu?” sorgusuna bile aynı cümle ile mukabele ediyordu. Oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı, fakat hükumet kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç geliyordu. Otuz sene evvel bir kere kasabanın pazarında köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış ve bunu şahit göstermişti. O zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. Halbuki o zaman daha gençti de.
…bütün Anadolu kadınları gibi ses çıkarmadan ve pek az hıçkırarak ve çömelerek ağlıyordu.
Sf: 888
Kamyon
“Dur azıcık… patlamadın a!..” diyor; sonra gözlerini müşterilerde de gezdirerek sözünün yalnız şoföre değil, başka sabırsızlananlar varsa onlara da dokunur olduğunu anlatmak istiyordu.


Sf: 889 
Birbiri arkasına dizili tahta sıralarda oturmayıp yarım lira eksiğine en arkada yere çömelen ve kamyonun şiddetle sarsılan bu kısmında ikide birde, başlamak üzere olan uykularından fırlatılan köylüler, cıgara da içmeyerek, boş gözlerle bakışıyorlardı.


Sf: 890 
Kendisine akıl öğretti:
“Ülen, sen deli misin? Otomobile de para mı verilirmiş?..” dedi ve ona, Şoföre yarım lira peşin verdikten sonra bir daha beş para vermemesini, İzmir’e yaklaştıkları zaman usulca arkasından atlayarak tüymesini ve İzmir’e yayan girmesini söyledi. Yalnız şunu da ilave etti:
“Amanın tetik ol, İzmir’e girmeden otomobili durdurup yol parasını toplarlar. Sen daha evvel atlamazsan yandığın gündür. Şoförler seni yatırıp suyunu çıkarana kadar döverler, üstelik de don gömlekten gayrı neyin varsa alırlar…”


 Sf: 912
Bir Şaka
Gözleri yarı kapalı, düşünüyorlar veya düşünmüyorlardı.


Sf: 914 
 Ve onlar bu karmakarışık ve içine Arapça cümleler serpiştirilmiş sözleri hiçbir şey anlamadan derin bir alaka ile dinlerlerdi.
Cavit Bey de söylediklerini pek anlamış değildi. 
Birçok grameri düzgün cümleler ağzından yavaş yavaş dökülür, fakat bu cümleler, hatta bu cümlelerin içindeki kelimeler birbirine manaca bağlanamazdı.


Sf: 915 
…hakikatte bir hiçten ibaret olan bu havadisler Cavit Bey’i o gece uykudan mahrum ederdi. 


Sf: 916 
“Bir kere çıkayım da, sonrası kolay. Ölsem ne olur?”



Sf: 917

Etrafındakilerin yüzündeki alayı fark etmeyecek kadar kendini hülyalarına kaptırmıştı.
Felaket, nedense, başkalarında olduğu zaman bile bizi yanından kaçırıyor.


Sf: 918 
Ancak tahliye edilenlerin yaptıkları bu cömertlik bana onlarınkine benzer tatlı bir zevk veriyordu. En sonra Cavit Bey’i gördüm. Tekrar elimi sıktı ve ben ona da iki lira verdim… Tahliye edilen mahkumların birçoğu gibi…
Mektup Cavit Bey’dendi. İstanbul’a değil Sinop’a gönderildiğimi öğrenince bütün arkadaşların çok üzüldüklerini söylüyor ve şöyle devam ediyordu:
“Kardeşim, size yaptığım büyük fenalığı vicdanıma mazur gösterebilmek için beni affettiğinizi söylemeniz lazım. Size karşı olan hatam büyüktür. Bir müddet için hiddetime yenilmiş, bana yaptığınız o şakadan sonra geceleyin temiz kalple Allah’a dua ederek: ‘O da bana yaptığı gibi bir şeye uğrasın!..’ demiştim. Duamın bu kadar çabuk kabul edileceği ve size bu kadar ağır dokunacağı aklıma gelemezdi… Yaptığım bu kötülüğü bana bağışlayınız!..”
Sf: 920
Duvar
Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak azap mıdır? Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kuşun bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir?


Sf: 922
‘Belki af çıkar; cezasını sonuna kadar yatan kaç kişi var ki?..’ diye kendimizi avutmaya çalıştık.


Sf: 926 
Orada, binlerce seneden beri güneş görmemiş olan rutubetli taşların üstünde bembeyaz bir insan iskeleti uzanıyordu.
Çoğu birbirinden ayrılmış olan kemiklerin ayakucunda bir çift eski kundura, yanı başında meşin bir torba vardı.
Başımı kaldırarak yanımdakine baktım. O hala elimi tutuyor ve sinirli sinirli sıkmaya devam ediyordu. 
Yüzü sapsarıydı ve bu yüzde, henüz ölümden kurtulanlarda görülen şaşkın bir hayata sarılış vardı…

Sf: 952
Fikir Arkadaşı
Mussolini ne demiş? “Adam olmak için şu kadar sene hapis yatmak gerek,” demiş; değil mi?

Sf: 955
Düşman
Hayat ne güzel, fakat ne can sıkıcı şeydi!.. Gündüz daire… Hafif bir iş, bol para… Akşamüzerleri güzel bir yemek, bazen sinema… Çay… Poker… Sonra uyku… Bunların hepsi güzeldi, fakat bütün günü dolduran bu eğlendirici işlerin içinde insan bir boşluk hissi duymaktan kurtulamıyordu. Bir şey eksik gibiydi, bütün ömrünce işlemeyen bir yeri varmış gibiydi.


Sf: 958
Sahibinin bekar olduğunu, Yazıhaneye benzer bir masanın üstündeki perişan kağıtlar gösteriyor ve hizmetçinin bu oda ile meşgul olmaktan men edildiği anlaşılıyordu.


Sf: 961 
Birkaç İngiliz istasyonu, senelerden beri nevileri değişmeyen dans havaları çalıyordu.


Sf: 963 
“Polis izi üzerinde imiş… Ya benim evimde bulunursa?..”
Etrafına bakındı… Bu sıcak odadan, bu alıştığı eşyalardan ayrılmayı düşündü ve bunun korkusuyla bütün etrafındaki şeylere adeta yapıştı.

Sf: 969
Bir Skandal
En büyük zevklerimden biri, mütefekkir geçinen birçok adamları, saçmalığını kendimin de bildiğim fikirlerle susturmaktı.
“Budalalarla alay etmeyecek olduktan sonra niçin zeki oldum?” diyordum.”


Sf: 970 
Başkaları için ayıp olan şeyler bende affediliyordu.


Sf: 974 
Temiz bir yüzü vardı ve çok güzeldi; o kadar ki, başka tarafa bakarsam göreceğim her şeyin bu çehrenin kafamdaki aksini bulandıracağını zannediyor, gözlerimi yüzünden ayıramıyordum.


Sf: 975 
Bu sefer de baktı. Öyle manalı filan bakmadı; fakat baktı ve ben nedense bu bakıştan lüzumundan fazla memnun oldum. 


Sf: 977 
“Ah, böyle bir kardeşim olsa!”
İnsan kendini ne kolay aldatıyor. Kafam hemen rehavetle yastıklara doğru kaydı. Güzel ve şefkatli bir hemşirenin kollarındaymış gibi tatlı bir uykuya daldım.


Sf: 979 
“Böyle deme Nurullah Bey, siz buraları tanımıyorsunuz!”
“Allah aşkına müdür bey, bu cümleyi ikide bir elbirliği etmiş gibi bana tekrarlayıp durmayınız. Ben Merih yıldızından gelmedim. Ben de bu memleketin çocuğuyum, buraları ben de sizin kadar, belki sizden iyi tanırım.”
Müdür acı acı güldü. İçinden bana “zavallı” dediği muhakkaktı.
Müdür: “Siz bilirsiniz,” diye mırıldandı; fakat: “Sen görürsün!” demek istediği besbelliydi.


Sf: 980 
Ben onu dinliyordum. Hayret! En zeki ve güzel kızları bile dinlemekten sıkılan, kadınlarla yalnız aşıkdaşlık etmekten hoşlanan ben, ciddi konuşan kadınlara için için gülen ve onları baştan çıkarmak için planlar yapan ben, bu genç kızın basit sözlerini samimi bir alaka ile ve akıllı uslu dinliyordum.


Sf: 983 
…fakat bilhassa nerede bulunduğunu bilmiyor zannettirecek kadar etrafına ehemmiyet vermeyişi beni hayrete düşürüyordu.
Ya hakikaten muhite ehemmiyet vermeyecek kadar kendisini kuvvetli ve emin hissediyordu, yahut da ne yaptığının farkında olmayacak kadar çocuk ve düşüncesizdi. 


Sf: 984 
Şaşkın şaşkın gülümsemeye çalışıyor, fakat beceremiyordum.
Şimdiye kadar olan münasebetlerimde, arkadaşlığımızın lüzumsuz olmaya başladığını ilk söyleyen daima bendim ve hiçbir hanım bunu kendisi yapmaya kalkışamazdı. Sebebi çok basitti: Bütün münasebetlerimde, taşkınlığıma ve pervasızlığıma rağmen, azami bir nezaheti muhafazaya dikkat eder, böylece, benden hiç beklemedikleri bir tarz-ı hareketle onları şaşırtır, üzerlerinde nüfuz sahibi olurdum. Her temiz olanın başkaları üzerinde nüfuzu olduğu gibi.


Sf: 986 
Ne kadar kendime hakim olsam içerimde böyle şeylere tahammül edemeyen bir yer vardı ve insan herhalde beş on günde değişik başka bir adam oluvermiyor.
Şükufe’yi görmek için mekteplerine gittiğim zaman bir talebeye bir şeyler anlatmakla meşguldü ve beni adeta görmemezliğe geldi. Talebe çıkıncaya kadar ayakta bekledim. Talebe de mümkün olduğu kadar geç çıkmaya niyet etmiş gibiydi. Şükufe benim odada mevcudiyetimden haberdar değilmiş gibi davranıyordu.
“Niçin geldiniz?..” dedi.


Sf: 987
İlk suali ben sorsaydım, hakim vaziyette ben olacaktım. Onun çabuk davranması beni küçülttü. Adeta buraya özür dilemeye gelmiş vaziyetine düştüm. 
Söz söylemek şimdi bana dehşetli güç geliyordu. Her söz bir inkar ve bir müdafaa olacaktı. Bu kadar aşağılık bir şeyde kendimi müdafaa değil bir kelime ile “hayır” demek bile bana ağır geliyordu.


Sf: 989
Şimdiye kadar etrafa yaptığım hücum ve tenkitlerin bana zarar vermekten başka bir neticesi olmamıştı. Bu herifler kendileri gibi iki elli, iki ayaklı bir adamın sözlerini dinlemeyi nedense haysiyetlerine yediremiyorlardı. 


Sf: 990
Beria’ya aşık olmadan onunla hayatımı birleştirmek kararı verdim ve bu kararı verdikten sonra ona aşık oldum yahut önceden de aşıktım da bunu ancak bu karardan sonra kendime itiraf ettim.
Muhakkak olan, bu aşkın şimdiye kadarkilere hiç benzemediği idi. Şimdiye kadar olanlar bir kasırga, dalları budakları kıran, ortalığı birbirine karıştıran ve bir müddet sonra çekilip giden bir kasırga gibiydiler. Halbuki bu sefer ki aşkım bir mevsim gibi sakin, ağır, belirsiz adımlarla gelmişti. Ve nasıl nasıl bir mevsim bu belirsiz gelişine rağmen ortalıkta hayret verecek bir değişiklik yaparsa bu aşk da beni bu tanınmayacak hallere sokmuştu ve artık çekilip gideceğe hiç benzemiyordu.
Dünyada hiçbir aşkın ebedi, hatta uzun ömürlü olmadığı muhakkaktır. Bunun aksini düşünenler başkalarını veya kendilerini aldatmaya çalışan divanelerdir. 
Dünyada en tahammül edilemeyecek şey de artık aşık olmadığımız birisiyle beraber yaşamak mecburiyetidir. Şu halde aşık olduğumuz birisiyle hayatımızı birleştirmek, en hafif tabiriyle, düşüncesizliktir.


Sf: 992
“Niçin geldiniz Nurullah Bey, bir şey mi söyleyecektiniz?” dedi. 
Suratıma bir kamçı yemiş gibi oldum.
Bir kere bana artık seyrek görüşelim manasına gelebilecek bir kelime bile söylemiş değildi, ikincisi bir aydan beri kendisini ilk defa görüyordum. Beni budala yerine mi koyuyordu acaba? Yoksa kendisine herkesin inanacağı ve asla itiraz edemeyeceği kanaatinde miydi?


Sf: 993
Ne talep etmiştim bu kızdan ki onu reddediyordu?
“Öyleyse gideyim!” dedim, sözler ağzımdan ben farkında olmadan dökülmüştü.
Ne gidersin a salak!


Sf: 995
Güliver’in cüceler memleketine düştüğünden daha çok hayret içindeydim. Ve bana tiksinti veren bu ruh cüceleri beni de her tarafımdan sımsıkı bağlamışlardı. Kıpırdanmaya imkan yoktu.


Sf: 999
Ne kadar insanlıktan uzak mahluklardı bu kadınlar. Onları anlamaya asla imkan yoktu. 
Onların hareketlerinde sebep ve şuur arayan bizler, böyle bir şey bulamayınca, “Kadın anlaşılmaz ve derin bir mahluktur.” diyoruz; şeytani bir kuvvetle bizim üzerimizde hüküm yürüten bu mahlukun boş , manasız ve basit bir “yarı hayvan” olduğunu kendimize itiraf etmek istemediğimiz için…
Odamda kendi kendime onunla konuşuyor, yalvarıyordum.


 Ve niçin o, ince parmaklarını yüzümde gezdirerek bana, yalnız bana inandığını söyleyemiyordu?


Sf: 1003
…ateşe atılan yaş bir dal gibi kıvranıyor, inliyor… ve ağlıyorum… Birçok sarhoşlar için herkese göstermek değil, kimsenin göremeyeceği köşelere kaçmak, insanlardan uzaklaşarak ve yaşlarımın yarısını içime akıtarak ağlıyorum. 
Fakat, beyaz kağıtlardan daha temiz birisini bulamadım, ve gözyaşlarımı satırların arasına döktüm.


Sf: 1013
…nasıl yaralanan ve bize ıstırap veren bir…….. gözümüzde kıymet kesbeder ve biz onu daha çok seversek…


Sf: 1021
O, gözlerini hiç kimsenin üzerinde durdurmayarak, boşlukta dolaştırmaya başladı. 


Sf: 1023 
…üzerinde bulunduğu halı, tabanların yakıyormuş gibi sık sık ayak değiştiriyordu.


Sf: 1033 
 Çobanın ileri fırlak beyaz dizlerinin arasından çıkan müsterih bir nefes, hayvanın yüzüne yayılıyor ve onun pembe dili bu nefesi emiyormuş gibi titriyordu.



Sf: 1037

Çoban başını çevirerek arkasına baktı. Artık bu konuşmadan sıkıldığı anlaşılıyordu.

Sf: 1049
Mehtaplı Bir Gece
…evlerin alt kısımlarını karanlık sarmıştı. Biraz daha yukarılarda, çatılara doğru gitgide açılan bir aydınlık vardı.


Sf: 1050 
…sonra birdenbire içini bir sızının kapladığını ve ölmek istemediğini anladı.

Sf: 1062
Köstence Güzellik Kraliçesi
Biliyor musunuz, bir dakika, hatta bir saniyede verilen hatta verilmeyen bir karar, bir tereddüt anı, insanın hayatı üzerinde ne uçsuz bucaksız neticeler doğurabiliyor.
Sf: 1064
Yalnız, onları hatırlamak bana tatlı bir iş gibi geldiği halde, bunu aklıma getirmekten adeta korkuyordum.


Sf: 1072
Yeni Dünya
Asfalt Yol 
Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter kokusudur. Dünyada hiçbir koku beni bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar çok hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir. 
Sf: 1074
Bazen koşup yolu avuçlarımla düzelmek, orada hiç olmazsa beş on metrelik bir yeri bir “yol” haline koyarak kendi hisseme düşen vazifeyi  yapmış olmak istiyorum.
Sf: 1095
Çaydanlık
Odada herhangi birimiz herhangi bir meseleden bahsedecek olsak derhal lafı yarıda kestiriyor:
“O, senin bildiğin gibi değil!..” diye kendisi söze başlıyordu. Herkesin bir kusurunu bulur, herkese bir şey, hatta bir çok şey öğretmeye kalkardı. Zavallı Satılmış nasıl vukuat işlediğini anlatırken bile Süleyman Efendi’nin müdahalesinden kurtulamamış, kendi başından geçen vak’anın doğrusunu ihtiyardan öğrenmek mecburiyetinde kalmıştı. İhtiyar adam öksüre öksüre:
“Yok, yok… Senin bildiğin gibi değil… Sen orada yatarsan adam değil kuş bile vuramazsın… Pusuyu nereye kurduğunu bile bilmiyorsun…” diyerek cinayet mahalline dair uzun tafsilata girişiyor ve asıl fail bu izahatı hayret, hatta biraz da hürmetle dinliyordu. Bu ihtiyar efendinin dedikleri gerçi hakikate uygun değildi, ama öyle bir akıllıca sayıp döküyordu ki, herhalde doğru olacaktı. 


Sf: 1098 
“Hanım, burası neresi? Mahpus koğuşu, hırsız yatağı. Adamın gözünden sürmeyi çalarlar. Uğurlu adamın burada işi ne…”


Sf: 1106
Ayran
…tahayyül etmesi kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı için, bu boşluk ona bir dinlenme gibi geliyordu.


Sf: 1112
Isıtmak İçin
Nedense hayatta hiçbir şey bana yer değiştirmek kadar güç gelmemiştir. Dolaşmayı çok sevdiğim halde, bir evden başka bir eve, sırf hoşuma gitmediği için taşınmak, beni her zaman ürkütmüştür. 


Sf: 1117 
“Hiç olmazsa dinlerdin. Kim olursan ol… Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır… Hiç olmazsa bir tek sözü…”


Sf: 1119 
Aklımdan derhal iki lirayı eline sıkıştırarak oradan kaçmak geçti. Kaçmak, her zamanki gibi, her şeyden kaçmak… Görmekten, duymaktan ve beraber ıstırap çekmekten kaçmak.

Sf: 1125 
Gece ilerledikçe şoförün uyku ile mücadelesi artıyordu. Ben doğrudan doğruya bir şey söylemeyerek:
“Bu yolda sık sık kaza olur mu?” yolunda kinayelere başvurdum.


Sf: 1127 
“Olsun… Hem ağlar, hem güler… Karı bu… Öldüğüne ağlarsın, yakanı kurtardığına sevinirsin!”


Sf: 1130 
“Dünya yıkılsa haberim olmaz ama, motorun sesini cenazem bile duyar!”

Sf: 1135
Selam
Önümdeki uzun mermer masanın üzerinde, sinek pislemesine engel olmak için pudra ile damgalanmış yaldızlı çerçeveli büyük bir ayna vardı.


Sf: 1137 
“Otobüslere daha vakit var. Otur da sana şu Yusuf’un meselesini anlatayım. Allah insanın aklını başından almasın, yoksa!” dedi
Adeta emreder gibi söylemişti ve yüzünün hakim tavrı, alnının buruşuklukları beni itaate sevk etti. Otobüs beklediğimi nereden bildiğime de ayrıca hayret ettim.


Sf: 1138 
Yusuf’un da konuşacak lafı olur mu ki? Kız da ona söyleyecek ne bulur? Benim gibi biri…


Sf: 1140 
“Kart adamın sevdalısı tatsız olur, yapıştıkça yapışır.”
“Sevdalıya pent vermesi kolaydır.”


Sf: 1141 
“Hem Yusuf dükkanını kapatıp gidince onun müşterisi de bana kaldı. Çocuklarının nasibi bana devroldu. Onların nafakası boynumuza borçtur.”

Sf: 1147
Bir Mesleğin Başlangıcı
Bir müddet durdum sonra saçmaladım:
“Bu kadın da pek kart şeyler…” Sonra derhal tashih ettim: “Fakat sesleri fena değil… Ustaca okuyorlar…”
“Sen ne iş yaparsın Recep Ağa?” dedim.
Hayretle beni süzdü. “Aptal mı bu herif?” demek istediği belliydi.
“Görmüyor musun ne iş yaptığımı?” dedi. “İlle bunun adını mı söylemeli?” Mahcup mahcup önüme baktım. Başımı kaldırdığım zaman Recep’in beni hala süzmekte olduğunu gördüm. Bu sefer bakışlarında benim merakımı, hayretimi iyice anlayan bir gülümseme görür gibi oldum. Hakikaten bu gülüş biraz sonra bütün yüzüne yayıldı, ona hem masum, hem kurnaz bir çocuk çehresi gibi tatlı bir hal verdi.
Başımı tasdik makamında öyle sür’atle salladım ki, adam tekrar ve daha güçlü güldü. Sonra ciddileşerek uzun zaman önüne baktı. Ben de bir şey soramıyor, sarhoş oldukları için artık istenilen şarkıyı söyleyemeyen ve keyiflerine göre bağırıp oyuna kalkan kadınlara bakıyordum.


Sf: 1148 
“Biz bu işe kabadayılık yüzünden başladık!” dedi.
Ne demek istediğini iyi anlayamadığım için yüzüne baktım.
“Allah inandırsın böyle…” dedi. Sonra, ikide birde sessiz gülüşlerle sözünü keserek, kısaca anlattı:
“Gençliğimde ben bu yakaların en kabadayı, en gözü pek hovardasıydım. Hatırımı saymayan delikanlı yoktu. Babamdan kalma beş on kuruş da vardı, kimseye muhtaç değildim. Arkadaşlar sağ olsun, hiçbir eğlenceyi bensiz yapmak istemezlerdi, sen olmayınca tadı çıkmıyor derlerdi. Sonra ortalığı yıldırmış olduğum için, şurda burda saklı karıları bensiz alıp getiremezlerdi. Zorlu bir efenin yanındaki avradı sürüyüp almak için hep beraber gider, lüzum olursa tabancaya, bıçağa sarılır, evvel Allah boş dönmezdik. Sonraları namımız öyle bir yayıldı ki, hangi avratın kapısına dayansam gelmem demez oldu. Ama yalnız bana… İşte oğlum, meğer bu kabadayılık bizim işin başlangıcı imiş. Benim haberim yoktu… Şimdi şimdi anlıyorum… Bir eğlence yapsak , bir avrat oynatmaya kalksak hemen arkadaşlar bana gelirler: ‘Aman Recep, kurbanın olalım, bu kahpeyi senden başkası sürüyemez…’ derlerdi. Bu laftan gönlüme de hiçbir kötülük gelmezdi ha, ne olacak, arkadaş hatırı için olduktan sonra… Ama yavaş yavaş bizim babadan kalma mallarda hovardalıkta eriyip gitmeye başladı. Arkadaşlardan gizlimiz yok ki, bir gün bana: Aman Recep dediler, bu iş böyle gitmez, aklına bir kötülük gelmesin ama, senin yaptığın doğru değil, hem yoruluyorsun, hem de araba parasını biz verelim… Eh, bunda ne var, pekala dedim. Bir zaman böyle gitti. Bizde geçinecek kadar bile mal kalmadı… Avrat oynatmaya falan gitmez oldum… Arkadaşlar yine geldiler, sen olmadan bu iş olmuyor, senden daha zorlu kabadayı aramızda yok, bizi boşlama… dediler. Fakat bu sefer avradın masrafını da bize verdirmez oldular. Yavaş yavaş eğlencenin masrafını görürken de benden para almadılar. Ben de, aman, ille masrafa katışacağım! diyecek halde değildim… Derken günün birinde işi açığa vurdular. Uzun etme Koca Recep dediler, sen olmazsan biz avrat bulamayacağız, arkadaşlık namına sen bu işi yapıyorsun, ama kendi işinden gücünden oluyorsun, bak malını mülkünü bu yolda yedin, al şunu bakalım, aramızda topladık… Bunu deyip elime birkaç kayme sıkıştırdılar. Ama bundan sonra da halleri tavırları bir değişiverdi. Artık üç beş kağıdı cebine koyan, Koca Recep, bana filan avratı getiriver, diye yanaşmaya başladı. İşte böyle…”
Birdenbire sustu, hikayesini yarıda bırakmış gibi bir hali vardı. Önüne bakıyordu.
“Peki sonra?” dedim. 
Yüzüme tekrar dalgın dalgın baktı:
“Ne sonrası?” dedi. “Sonrası işte gördüğün gibi olduk!..”
Arkadaşım yerinden kalkmış bana doğru geliyordu. Birkaç kişi, her biri bir yana sızıp kalmış olan karıları arabalara yüklemeye çalışıyordu. Hava adamakıllı serinlemişti. Biz de doğrulduk. Recep ağa sakalını karıştırarak önden gidiyordu. Arabada da hiç konuşmadık. Yalnız şehrin kenarında inip birbirimizden ayrıldığımız sırada yanıma geldi, tavrı o kadar ciddi ve düşünceliydi ki, hikayesine devam edecek sandım ve bekledim. Fakat o:
“Lüzumum olacak olursa beni İsmail’in kahvesinde ararsın!” dedi ve omuzları dik, başı önde, evinin yolunu tuttu.


Sf: 1153
Bir Konferans
Köylü içinden gelen bir gülüşü zapt etmek istiyormuş sandıracak kadar ciddi bir çehre ile:
“Aman beyim!” dedi. “Anlamadık diyelim de bir daha baştan mı anlatsın?”


Sf: 1175
İki Kadın
Gece yarısına doğru odanın ortasındaki yatakta bir hırıltı başladı. Evvela Hacer uyandı, sürüne sürüne gidip Esra’yı bularak:
“Kalk kız, kalk… Can teslim ediyor!” dedi. 


Sf: 1176 
“Komşular ne yapacaklar!.. Gece vakti elalemi uyandırınca Kerim Ağa’nın canı geri gelecek değil a!”


Sf: 1178
On yedi lirayı bir sana bir bana Esma ile paylaştı, fakat karşısındakine sekiz verip kendisi dokuz aldı. Ayrıca gümüş köstekli saati de çıkısına koydu.


Sf: 1180
Sulfata 
…güzel işlenmiş, çiçekli bir bahçe gibi önümde uzanan ovaya; dağın eteğinde, siyah kiremitli damları, beyaz minareleri, kırmızı tuğladan uzun fabrika bacalarıyla kabartma gibi duran kasabaya; gümüşi yapraklı kavak ağaçları arasında kaybolan köylere; ve güneşin altında mor bir sise gömülen karşı dağlara baktım.


Sf: 1182
Ne biçim bir insan olduğunu ve benim burada bulunuşumu nasıl karşılayacağını bilmediğim için, ona yolda rastlamak istemiştim. 


Sf: 1187
Zavallı, yabancı bir erkeğe duyurmamak için inlemesini bile zapt etmeye çalışıyor, açık ağzından ıslık gibi sesler çıkararak hızlı hızlı soluyordu.


Sf: 1198
Hasanboğuldu
…tut ki birbirimizi düşte görmüş de uyanmışız…  Bırak beni dağıma gideyim.


Sf: 1199 
İnsan ruhlarının ince ve derin kıvrıntılarını bütün karmaşıklığı ile anlayan ve şaşılacak bir kolaylıkla anlatan bu genç Yörük kızı sanki birdenbire büyüyüvermişti.
Sf: 1203
Güneş bin yedi yüz metrelik dağın arkasına adeta vaktinden evvel saklanmakla, günün bu en güzel zamanını sanki isteye isteye uzatıyordu.



Sf: 1210
Sırça Köşk Portakal 
“Musa Denizer!.. Musa Denizer!”
Çocuğunun hem adını, hem soyadını birlikte söyledikçe oğlan gözünde büyüyordu.


Sf: 1212
Beyaz Bir Gemi 
Çünkü sanat yeryüzünde ve insanların içinde olup bitenleri, çöplükle sarayı aynı hakikatten uzak ve güzelleştirici örtüye bürüyen ay ışığı gibi, tatlı bir yalan bulutunun arkasından göstermeye mecburdu.


Sf: 1223 
Yapacak işleri olmadığı için dünyayı dolaşmaya çıkan aylakçı zenginlerin, memleketlerinin herhangi bir köşeciğinde saklanmayıp, sahilden her tarafı gezdiklerini ispat etmek ister gibi, her uğradıkları yerden vesika mahiyetinde bazı şeyler tedarik etmek adetinde olduklarını biliyordu.
Sf: 1224
“Herifin nezaketine bakılırsa, Lord Cenapları gemide yoklar bahanesiyle atlatılacağız. Ne yaman adamlar yahu… Beni daha uzaktan dürbünle dikiz edip atlatma planları hazırlamışlar. Ne yapalım, kısmet.”
Bol bol hayaller kurup bunların her zaman boşa çıktığını görmeye alışmış bütün insanlar gibi, ressam Tevfik de kaderine çabuk boyun eğenlerdendi. 
…imzasının bir İngiliz lordunun yatında dünyayı dolaşması da caba…


Sf: 1226 
…engin denizde kara arayan kaybolmuş gemiciler gibi denizin yüzünde bir şeyler seçmeye çalışıyorlardı.


Sf: 1227 
“Ne vardı liraları önüne gelene gösterecek? Sen İngiliz lirası görmedin de onlar pek mi gördüler sanki? İşte hiçbirisi kaç paralık banknot olduğunu bilemedi, sen sırrını meydana vurduğunla kaldın…”


Sf: 1231
Katil Osman 
Zavallı, Balıkesir taraflarında burnunu soktuğu bir tarikat meselesi yüzünden “mürtecidir” diye on sene yemişti. Menemen hadisesinden ürken devlet, böylelerine karşı o sıralarda pek sert davranıyordu. 
…sık sık yanıma gelir, memleketteki tanıdıkların sözünü açar, Balyalı olan ikinci karısından bahseder, en sonunda taze bir çaya fit olur giderdi. 


Sf: 1235 
Kırık dökük kelimelerle vukuatını anlattı. İşine geldiği gibi değiştirdiğin fark ediyor, fakat ses çıkarmıyordum.


Sf: 1244
Böbrek
Avni artık alıştığı, fakat bir türlü sevemediği o acayip ilaç kokusunu yine duyunca hemen orada bıçak altına yatırmışlar gibi titremeye başladı.
…bu andan itibaren artık hiçbir şeyin kendi elinde olmadığını, onlar ne derse itiraz etmeden yapmaya mecbur kalacağını biliyordu.


Sf: 1246
Azrail çıksa medet ya melaike deyip eline sarılacağım.


Sf: 1251
Tekrar doktor doktor dolaşmak, röntgenlerde soyunmak, iğnelerle kan aldırmak, şişelere işemek, bekleme odalarında saatlerce, günlerce pineklemek.

Sf: 1261
Millet Yutmuyor

Geçen gün gittiğim için içerdeki harika numaraların ne olduğunu biliyordum: Öksürüklü, sıska bir kız, parçalanmış mantar ayakkabılarını tozlu tahtalara vurup boyalı saçlarını uçurarak aklınca Lakonga yapıyor, arkasından kırk yaşlarında altın dişli bir orospu eskisi Sepetçioğlu oyununu kepaze ediyor, daha sonra da şivesi bozuk, ayağı yemenili, pantolonu dizlerinden ve kıçından yamalı geveze bir adam, siyah bir gözlük takarak, hokkabazlık numaraları diye, ucuz eğlence kitaplarına geçmiş iplik yutma, yumurta saklama hünerleri gösteriyordu. Kırılacakmış gibi sallanıp gıcırdayan tahta iskemlelerin üzerinde bu zavallı marifetleri gördükten sonra insan, verdiği paraya bile acıyamayarak dışarı çıkıyor, bir daha buranın önünden geçerken yüzünü isteksiz bir gülüşle buruşturuyordu.
“Sahiden böylesini başka yerde göremezler… Bir giren bir daha kapıya bile sokulmuyor. Çıkarken bizi sopayla dövmediklerine şükür!”


Sf: 1262 
“Kızlardan birini dışarı çağır da kendini göstersin bari!”
“Aman usta, bu modası geçmiş mallarla adam kandıramayız. O kaknemleri bir gören bir kurşun atımı uzağa kaçar… İçerde ne olduğunu bilmeden giren olursa ne nimet…”


Sf: 1269
Çilli
Kan ter içinde gece yarılarına kadar boş laf dinlediğim bir ahbabın evinden çıkmış, ağır ağır Kordon’da yürüyordum. İzmir’in gündüzlerinden beter olan bu yapışkan, ıslak gecelerinde deniz, serinlik değil, sadece buğu halinde etrafa yayılan bir yosun ve pislik kokusu verir.
Belki bu saate kadar kaldığım evdeki ipe sapa gelmez gevezeliklerin uyuşturucu tesirinden kurtulmak, bir şeyler, kirli veya temiz, ama herhalde hareketli bir şeyler görmek için, fakat kendi kendime: “Bu sıcakta soğuk bir şey içeyim,” bahanesini ileri sürerek, bu gemici barının dar taş merdiveninden yukarı çıkmaya başladım.


Sf: 1270 
…biraz para geçmiş birkaç bekar memur, iki kişiye bir bira içip, dans başlayınca kadınların bulunduğu masaya doğru koşmakla bu gece müthiş hovardalık ettiklerini sanıyorlardı.
Okumuş yazmış olanla kara cahili, kibar terbiye görmüş olanla ömrünü ekmek parası ardında ve denizde harcarken terbiyeye vakti kalmamış olanı, iyi ile kötüyü aynı hale, aynı tek biçime sokan sarhoşluğun o ilerlemiş haddi, bütün erkeklerin suratında yılışık, şehvetli, ama tamamen ruhsuz bir maske halinde sırıtıyordu.


Sf: 1271 
…buralardaki kadınlar zamanla o kadar birbirlerine benzer oluyorlar ki,
…sonra gecenin bu saatinde erkekler sarılıp ortada dönecekleri kadınların yüzlerine bakmıyorlar, sadece ellerinin dokunacağı bir çıplak et ve burunlarını dolduracak keskin bir kadın kokusu arıyorlardı.
“Aman aslanım, benim öyle yağlı müşterilerden olmadığımı bilirsin!” dedi.
“Hayır, sizinle bir şey konuşacakmış!”


Sf: 1272 
Akla ilk gelen o boş, o yersiz şeyi sormamak, “Kızım, nasıl oldu da buralara düştün?” dememek için kendimi zorladım. 


Sf: 1273 
“Hoca, hiç değişmemişsiniz! Bana hep eskisi gibi bakıyorsunuz!” dedi.
“Öylesin Nigar!”
“Değilim Hoca!”
Bunu der demez sahiden yüzü değişti. Bizi bir anda on dört sene önceye götüren o yakınlığın yavaş yavaş kaybolduğunu hissettim ve çok üzüldüm.


Sf: 1274 
“Beni görür görmez bir masama koşsun, bir ağlasın, bir dövünsün! ‘Ah, sen benim yüzümden buralara düştün. Bu mesuliyet beni mahvediyor!’ falan, hep sarhoş ağzı.”


Sf: 1275 
“Baktım asıl korkusu, çocuk olursa balta olurum diye. Bana namus numarası yapıyor. Bir gözümden düştü, bir gözümden düştü!”
…gözlerinde çocuğundan bahseden her ananın gözündeki o biraz vahşi parıltı vardı.


Sf: 1278
Dekolman
“Bu memleket bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacak bilmem? Gavur olsun da kim olursa olsun. Hemen baş tacı ederiz.”


Sf: 1284
Hakkımızı Yedirmeyiz! 
Namuslu adam kalmamış bu dünyada iki gözüm. Müslümandır, namazında, orucundadır, hakkımızı yemez diyorduk ama, biz onun hatırını saydıkça o, bizim tepemize bindi. Eh, artık
çocuk değiliz, yemiyoruz bu numaraları, değil mi ya?..
Bak, anlatayım sana başından da, bana hak ver. Mektebi bitiremedik. Peder ne kadar gayret ettiyse olmadı işte. Binbaşıydı kendisi… Süvariydi ama, avantanın yolunu bulurdu. Anadolu’yu gezdik, dolaştık, her yerde paşa çocuğu gibi yaşadık. Hangi okulda olsa, imtihana yakın peder, öğretmenlerle bir konuşur, meseleyi yoluna kordu. Askerlikle ilgili olmayan hoca var mı? Neyse efendim, İstanbul’a naklolduk. Güya pedere lütfetmişler… Arada bizim tahsil yandı. Pederin öğretmenlere sözü geçmez oldu. İstanbul’da binbaşıya kim bakar? Paşalar bile ürkütmeden sayılmıyor. Ne demiş hani: “Kim ipler Yalova kaymakamını!” Değil mi ya… İki sene üst üste çaktık. Belgeli olduk. Hususi liseye devam edecektim, peder emekliye ayrıldı. Ertesi sene de sizlere ömür. Bize de Üsküdar’da, Toptaşı’na yakın ahşap bir ev bıraktı. Arkasından hemşire bir bobstil koca buldu, aldı başını gitti. Biz kaldık mı valde ile… Evin masrafı var, bizim giyimimiz var; kahveye çıkıyoruz, birkaç arkadaş saza, pilaja gidecek oluyoruz. Babamın zamanındaki pokerlerden vazgeçtim. Hani kahvede birer çayına tavla bile oynayamaz olduk. Pederin Malatya Şube Reisliği zamanında valdeye aldığı bilezikler, Siirt kilimleri, Avanos halıları birer birer yürüdü. Kocakarı dır dır eder, “Oğlum, bir iş tutmayacak mısın, halimiz ne olacak?” diye. Pistonumuz yok ki, iş tutalım. Hamallık, amelelik edecek değilim ya… Arkası olan arkadaşlar ofise, milli korunma
kontrolörlüğüne yapışmışlar, gecede yüz elli papel eziyorlar. Bizim de haysiyetimiz var. Ailemizin şerefine uygun bir yer bulursam girmemezlik eder miyim? İnsan dünyada ne için
yaşar? Şerefi için değil mi ya!.. Valdeye meram anlatamadık; baktı benden hayır yok, konuya komşuya asıldı, pederin eski ahbaplarına gitti, günün birinde akşamüzeri eve dönünce baktım, yüzü gülüyor:
“Haydi aslan yavrum benim, yüzümü kara çıkarma. Sarıkamış’ta iken babanın taburunda ihtiyat bir doktor teğmeni vardı ya, bak, o tüysüz çocuk, şu bizim arkamızdaki hastaneye
röntgen mütehassısı olmuş. Başhekimle de arası iyi imiş, sana hastanede iş verdirecek. Yarın git gör…” dedi.
Ben evvela boş verdim, herifi gidip görmedim. Fakat valde arkasını bırakmadı. Kahvede arkadaşlara açınca, onlar da:
“Ulan enayi misin? Hastane bu. Anaforu boldur. Kazan kaynayan yerden korkma, beş aile geçindirir. Eczanesi var, ilacı var… Tabii doktorlar gibi olmaz ama, gene de bey gibi yaşarsın!” dediler. Hulasa, uzatmayalım, bu hastaneye ambar katibi olarak girdik. Yetmiş lira aylık… Yaza da yeter kışa da… Durmaya hiç gönlüm yoktu. Hele bir idare müdürü vardı ki, barut mu barut… Hastanede başhekim de o, kıç hekim de o, muhasebeci de o, ambarcı da o… Bir elli boyunda, altmışlık, kırçıl sakallı bir adam. Hacı Lütfü Bey diyorlar. Tam dört defa hacca gitmiş. Tanımadığı yok. Vekiller, mebuslar hep dostu. Aksaray’da oturur, bir tramvay, bir vapur, yirmi dakika da yayan yol, saat yedi buçukta hastanededir. Sabah namazına kalktıktan sonra bir daha yatmaz, yola düzülürmüş. Hele sen dokuzu beş dakika geçir de, gör dünyanın kaç bucak olduğunu. Titiz mi titiz. Eline biraz pamuk alıp ispirtoya batırır, karyolaların köşesine bucağına sürer… Hele bir kir, bir pislik görsün, koridorda hemşirelere, hademelere bir ezan okur ki, ölümlük hastalar bile yataktan fırlar. Kendi kendime: “Ulan,” dedim, “bu herif bize zor anafor yaptırır. Ayda yetmiş liraya sabahtan akşama kadar defter doldur… Bu benim işim değil…” Bir bahanesini bulup kirişi kırmak niyetindeydim, sade valdenin dırıltısından çekiniyordum. Ah birader, bir bilsen, okumaya başladı mı plak değiştirmeden altı saat söyler… Yirmi gün filan çalıştım. Vaziyeti kritik ediyordum. Hacı Bey’in bir oğlu kolejde, bir oğlu tıbbiyedeymiş. Eh, onun maaşı da pek yüksek değil… Mal mülk sahibine de benzemez. Var bu işte bir dalga ama, nedir acaba? diye beni bir merak sardı. Herif vuruyor da, bize koklatmıyorsa kıyak doğrusu. Ambar benim üzerimde, defterler benim elimde… Herif erzak tartarken dirhem sektirmiyor. Bu dalganın sırrına eremedim gitti. Nihayet bir gün kendisi açıldı. Hiç unutmam, seccadesini sermiş, namaz kılıyordu. Ben de masamda irsaliye kesiyordum. O bir aralık, hem de namazın ortasında, iki dizi üstünde oturup başını sağına soluna çevirdikten sonra, bana baktı:
“Evladım, bizim ambar fazlası iki teneke peynirimiz var, değil mi?” diye sordu:
“Evet efendim, var.”
“Tam iki teneke mi?”
“Yakın efendim!”
“Ehemmiyeti yok… Ben şimdi yirmi teneke peynir için bir teslim makbuzu keserim, sen Karakaş’a benden selam söyler, on şekiz teneke yüklersin. Aradaki farkı ben yarın uğradığımda alırım. Tabii senin de payın ayrılır.”
Sonra yine dalgın dalgın tespih çekmesine devam etti. Ben kendi kendime:
“Vay namazına kurban olduğum Hacı Bey vay!” dedim. “Eyi yutturdun bana kendini… Ama bundan sonra hakkımı isterim…”
Hacı Bey bana bir kere açıldıktan sonra, ambar işlerini ortaklaşa yapmaya başladık. Aman iki gözüm, tasavvur edemezsin herif ne kurt. Dünyanın müfettişleri gelse dalgasını çakamazlar. Defterler tamam, tartılar tamam, kayıtlar noksansız. Herif, müfettişler Hamburg usulü bilmezler diye defterleri Hamburg usulü tutuyor. Gel de içinden çık. Ayda birkaç yüz yalnız benim payıma düşmeye başladı. Onun vurduğu hesapsız… Belki bini de aşar. Çünkü yalnız ambardan değil, her işten para çıkarmasını biliyor. Hiç yoktan inşaat icat eder. Vekaletteki ahbaplarına yazar, çizer, muhakkak tahsisat koparır. Doktora gider: “Aman beyefendi!” der. “Sizin bu odaya muhakkak büyük bir dolap lazım… Şu köşe pek boş. Derhal yaptıralım… Ben tahsisatı getirtirim!” Hem de getirtir azizim, getirtir… Ondan sonra vurur avantayı… Düşün yahu, iki senede dört defa hastanenin otomobilini boyattı. Üç ayda bir badana… Karyola tamiri… Yatak pamuklarını attırmak… Bunların hepsi para, iki gözüm, para!.. Dalaveresine uyduramayacağı hiçbir iş yok vallahi. İki ölüyü bir kefenle gömdürür, öteki kefeni evine yollar. Mis gibi İtalyan patiskası. Harpten önce alınmış… Daha neler neler. Bir gün yeni yatak, yorgan yüzleri, hastalara pijama diktirmek için, burnu kesik bir kadın getirdi, üstünkörü bir pazarlıktan sonra, kendisine bir oda açtılar, önüne bir dikiş makinesi koydular. Dört ay çalıştı. Parça hesabıyla iki bin yedi yüz lira aldı. Bizim Hacı Bey de bu burnu kesik karının faturalarını bir gün sektirmez, senetleri kendisi tanzim eder, her kolaylığı gösterirdi. Neyse, iş bitti… Aradan aylar geçti. Bir gün bir iş için Hacı Bey’in evine uğramıştım, bana kapıyı o burnu kesik karı açmaz mı? Meğer karısıymış. Daha nişanlıyken incir ağacından düşmüş, burnunu çöp tenekesi kesmiş. Doğancılar’daki iki evin hatırı için Hacı Bey gene de almış.
Diyeceğim o değil… Herif eline fırsat geçirmiş, vuruyor. Vuracak tabii. Bu dünya menfaat dünyası. Menfaatini düşünmeyen insan olur mu? Eline fırsat geçirip de çalmayan bir kişi göstersene bana!.. Ha? Bir kişi!.. Kör olayım yoktur. Yalnız bizim Hacı Bey yoluyla yapıyor. Bu kadar ustası olduktan sonra hakkıdır alimallah… Ama bana kazık oynamamalı… Ambarın bütün mesuliyeti bende… Kendisi müteahhitlerle işi halleder, parayı alır… Bizim payımızı vermeye gelince anamdan emdiğim sütü burnumdan getirir. Kalabalıkta söyleyemezsin. Odada biri varken kulağına fısıldayıp beş lira istesen feryadı basar, it azarlar gibi adamı kovar… Ulan beraber çalışıyoruz işte… Bana dümen yapmaya ne lüzum var, değil mi ya? Hayır kardeşim, adamı kepaze eder billahi. Ancak kenefe gittiği zamanlar peşinden fırlar, apteshane aralığında sıkıştırıp üç beş lira alırım. Müteahhit Karakaş’tan üç yüz mü gelecek? Yüz ellisi benim elbette… Ne zaman isteyecek olsam: “Daha almadım… Atlatıyor pezevenk!” der, elime beş on lira sıkıştırır… Ben ne alırsam defterime geçiriyorum tabii. Eninde sonunda hesaplaşıyoruz. Fakat
o zaman da kazık atıyor. Katiyen dairede hesaplaşmaz. İki üç haftada bir, akşam üzeri çıkar, bu küçük meyhaneye geliriz. Bu akşam da öyle yaptık. O açtı defterini, ben açtım defterimi… Karşılaştırdık.
“Kaç para istiyorsun evladım?” dedi. “İki yüz mü? Öyle hakkın var. Herif dört yüz verecekti… Fakat vermedi hergele! Namussuz herifler bunlar! Vallahi vermedi. Bak, evlatlarımın hayrını görmeyeyim, şu ekmek beni çarpsın, üç yüz yirmi lirayı zor kurtardım. Ne yaparsın? Kavga edemem ki… Biz de onun karşısında gebeyiz. Üç yüz yirmi… Yarısı ne eder? Yüz altmış… Sen şimdiye kadar benden ne almıştın? Yüz on beş… Tamam… Şimdi ne istersin? Kırk beş mi? Bak evladım, sen bekar adamsın… Bir anan var, kendi evinizde oturuyorsunuz… Ben halbuki kira evlerinde sürünüyor, üstelik iki çocuk da okutuyorum… Kolejin seneliği iki bine çıktı… Maksat sırf memlekete hayırlı bir evlat yetiştirmek… Haydi, al şu yirmi beşi de, bu hesabı kapayalım… Haydi, uzun etme… Sen mert, dürüst bir çocuksun… Al bakalım. Bana da müsaade. Bugün cumartesi, çocuklar evde beklerler… Ta Aksaray’a gideceğim…”
Yerinden fırladığı gibi gitti. Bizim yirmi papel de yandı tabii… Hadi, hepsi neyse ama, kapıdan çıkarken:
“Hesabı sen görüver, yanımda ufaklık yok!” diye seslenmesine ne dersin? Tepem attı vallahi. Utanmasam arkasından fırlayacaktım. Hacıdır, hocadır; hürmet, riayet borcumuzdur ama, böyle göz göre de hakkımızı yedirmeyiz; değil mi ya…


Sf: 1292
Cankurtaran 
İbrahim yine hiçbir şey düşünmeden, yine kendisine yapacak bir iş çıktığından adeta memnun, damdan öküzleri aldı, kağnıya koştu…

Sf: 1302
Çirkince
Her İzmir’e gelişimde muhakkak bir kere uğradığım bu harabeler, sanki seneden seneye daha harap oluyor, binlerce yıl önce aralarında bazı insanların insanlar gibi yaşadığı mermerler bile, kendilerini asırlarca örtüp koruyan anlayışlı toprağın altından çıkarıldıklarına küsmüşçesine, kararıp kirleniyordu.


Sf: 1303 
Çatlak ve ağdalı meyvelerini iri yapraklar arasında gizleyen incirlerin gölgesine girince karnımın iyice acıkmış olduğunu fark ettim. Birkaç yemiş koparıp ağzıma attım; içim daha çok bayıldı.


Sf: 1305 
Şimdi düşünüyorum da, o karmakarışık devirde, o berbat yolculuk şartları içinde annem gibi beceriksiz bir kadının iki küçük çocukla bu kadar uzun bir yolculuğa çıktığına hala şaşıyorum.
Cephelerde her gün yüzlerce subayın öldüğü, yüzlerce subay ailesinin memleket içinde perişan kaldığı o günlerde, “silah arkadaşları” arasında, birbirlerinin ailelerini korumak hususunda, yazılmamış, hatta konuşulmamış bir mukavele var gibiydi.


Sf: 1312 
“Biz sattık, üç dört beyin elinde toplandı… Biz onlara işçi gideriz…”


Sf: 1323
Kurtla Kuzu
Bilirsiniz, böyle yerlerde beklemek, her an bir şey olması ihtimali içinde, saatlerce, günlerce hiçbir şey olmadan beklemek azapların en korkunçları arasındadır. Bir kapının önünde, bir hücrede, neden olduğunu bilmeden beklemek. Kafanıza dolmak isteyen türlü ihtimallerle zaman zaman yüreğinizin çarpıntısı artarak beklemek. Ben kendimi buna bile alıştırmıştım. Beynimi beyaz bir kağıt gibi bomboş hale getirebiliyor, ruhsuz bir et yığını gibi, hayret verici bir duygusuzluk, bir çeşit aptallık hali içinde, zamanın geçtiğini anlamadan bekliyordum. 


Sf: 1325
Çünkü bana işkence edenler de birkaç ruh hastası bir yana, bunu sadece zulüm olsun diye, zevk almak için yapmıyorlar… Vazife diye başlamışlar… Ruhunu ekmek parası için satan her insan gibi yavaş yavaş alışmışlar, birer makine haline gelmişler. Bizi onlardan asıl iğrendiren, daha ziyade insanın böyle bir makine haline gelmesi.


Sf: 1329
Hayatımda hiçbir zaman, bu sigara ve kibrite karşı yüzümü kaplayan sırıtmanın aşağılıklığını unutmayacağım. Hiçbir ayak, hiçbir hakaret, suratımdaki o yılışık gerilme kadar, asla şimdi görmediğim halde bir ayna karşısındaymışım gibi şimdi bile gözlerimin önünde duran o sırıtma kadar beni kahretmemiştir. Düşünün, bir insanın celladına gülümsemesi, kendi yumuşaklığı ile onu yumaşatabileceğini sanması kadar gülünç, adi şey olur mu?


Sf: 1337
MASALLAR
Bir Aşk Masalı 
“Sus!” demiş. “Ondan daha talihli insan var mı? Asıl bahtiyar, bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yüksek noktasında bir ‘Ah!’ diyerek düşüp ölebilendir.”


Sf: 1339
Devlerin Ölümü
Ama yeryüzünde, hiçbir şey, ne kadar uzun ömürlü olursa olsun, sonsuz değildir. Milyonlarca sene ortalığı kasıp kavuran, uçsuz bucaksız dünyaya kayıtsız hükmeden devlerin de sonu göründü.

Sf: 1353
Devlerin Ölümü
“Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.”
Esirler
Sf: 1377
HİYUNGYU: Anlamaz görünürler ama, çocuklar böyle şeyleri, ihtimal kendileri de pek farkına varmadan, o kadar derinden sezerler ki…

Sf: 1397
İMPARATOR: …İmparator nazırına söz dinletemediği zamanlar celladına söz geçirebilir…

Sf: 1400
VEN-ÇİNG: Canlarını uğrunuzda vermek isteyenler şu bahçedeki ağaçların yapraklarından daha çoktur. Hiç kimse size elini süremeyecektir.

Sf: 1407
SİYAOHİ: Bak, ölüm kendisi gelmeden evvel sana felsefeyi yolluyor.

Sf: 1408
SİYAOHİ: Daha az gevezelik edebileceği bir yere gitti. Acaba bu kadar lafı söyleyebilmek için mi orada ölmedi de buraya kadar geldi?

Sf: 1410
SİYAOHİ: Galiba gideceği yeri düşünmekle öeşgul de, nereden geldiğinin pek farkında değil.
Sf: 1415
İMPARATOR: Haylaz bir çocuğun sapanıyla vurulan minimini bir saka kuşu gibi çabucak, hiç çırpınmadan ruhunu ölümün eline teslim etmişsindir. Ve ölüm sana bu kuşa geldiği gibi habersiz gelmiştir.
MARKOPAŞA YAZILAR VE ÖTEKİLER
Yazılar
Görüş Mecmuası Hakkında Şahsi Bazı Mütaalar
Sf: 1425
Burhan Bey ise ayrıca İngilizce beyitlerle süsleyerek bu lisana da bigane olmadıklarını ehli irfana göstermek istemişlerdir.
“Bethofen, Vagner, Şekspir”in zamanlarında alışılmadıklarını yazmışlar. Bethofen zamanında anlaşılmış ve takdir edilmişti, eğer bununla para kazanmak kastediliyor ise o adam bugün de olsa on para kazanamazdı. Çünkü hakiki sanatı anlayanlar bugün de o günkü kadar azdır. Ve sanatkara refah en az vaat edilebilen bir şeydir. “Bethofen”in münzevi olması da anlaşılmamaktan değil, daha başka sebeplerden idi.


Sf: 1433
Knut Hamsun
Walter von Molo’nun dediği gibi: “O kadar çok şey bilir ki, hiçbir şeyi kati olarak bilmemekle mağrurdur. “


Sf: 1459
Otelci Kadın
Belki bir müddet için gözlerimizi kamaştırır, bizi şaşırtır, fakat tiyatrodan çıkar çıkmaz kafamızda vuzuhsuz birtakım şekillerden başka bir şey kalmadığını, hiçbir canlı insanın hatırasını beraber götürmediğimizi fark ederiz.


Sf: 1464

İkinci Dilden Tercüme Meselesi Bir Masal

Bir eserin tercümesi ne kadar güzel olursa olsun, hiçbir zaman aslı gibi değildir.


Sf: 1465
…bu tablonun mevzuu olan tabiat, eserde hakikaten canlı olarak kendini gösterebilir, bize aslını hatırlatarak heyecan verebilir, fakat bütün bunlara rağmen o, tabiat değildir.
“İki şey bir şeye denk olunca, o iki şey birbirine denk olur.”
Çünkü üç beş sene içinde, Çince de dahil olmak üzere, çalışkan bir adam için öğrenilmeyecek dil yoktur.


Sf: 1484
Yarı Münevver
Konuşmaları bile böyledir. Fevkalade meraklı sordukları bir şeyin cevabını dinlerken zihinleri avuçlarının içinden gidiverir, daha siz üçüncü cümleyi söylemeden o, mevzunuzdan şaşılacak kadar uzaklardadır.

Sf: 1485
“Yarı münevverler” arasında salgın bir halde bulunan bu hastalığın malullerine her zaman, her yerde rastlarız. Öylelerini görürsünüz ki, rikkat uyandıracak kadar samimi, rahat; karşısındakine önünü ilikletecek kadar az mütevazı tavırla, mesela bir romancının yanına sokulurlar, ellerini onu himaye ve siyanetleri altına alır gibi omzuna korlar, “Kardeşim, hikayelerini çok beğeniyorum!.. Fakat ne diye romana başladın? Romanda muvaffak olamıyorsun… Tekrar hikayeye dön! ” derler. Romancı bu irşatlara tabii teşekkür eder, fakat aradan birkaç gün gibi az bir zaman geçince herhangi bir romanındaki bir kahramanın herhangi bir hareketi hakkında onunla konuşmaya kalkar, o zaman iki gün evvelki sözlerini pek çabuk unutan hazin dost: “Ha, vallahi ben senin o romanını aldım, ama daha okumadım” veya “Kusura bakma kardeşim, sen o romanı bana vermişsin ama, falanca aldı, bir daha da getirmedi” der ve birkaç gün fasıla ile o muharririn romanlarının hiçbirini okumadığını meydana vuruverir.

Sf: 1486
“…kitabını aldım, baştan beş on sahide okudum, beni sıktı. Demek kendini okutamıyorsun, kabahat sende!” diyecektir.
Bu gibiler arasında yazı yazmağa merakı olanlar da vardır. Ellerine kalem, önlerine kağıt alıp saatlerce günlerce, senelerce oturup düşünmeyi akıllarına bile getiremeyecekleri için, şöyle ayda yılda bir iki, üç sahife keramet yumurtlarlar. Kesik kesik cümleler, sık sık değişen ibarelerle bir düşünceden öbürüne atlarlar. Hatta daha çok mizaçlarına uyduğu için şiir yazmayı tercih ederler. Bir esrar perdesi arkasına saklanmış muazzam bir hiçlikten başka bir şey olmayan manzumeleri vardır. Kendilerine benzeyenler arasında sadık takdirkarlar bulurlar. Karanlık boşluklarının içinde dünyalar saklı olduğunu zannettirecek mühim edalar takınırlar. Herhangi bir gün, herhangi bir sebeple manası anlaşılır, alelade bir şey yazmaya mecbur olacakları zamana kadar acizlerini, zavallı boşluklarını belli etmemeye muvaffak oldukları da vakidir. Bu Memleketi Kurtarmak için…
Sf: 1487
“Efendim, bu memleketi kurtarmak için her köyde bir okul açılmalıdır, ondan sonrası kolay.” 
“Efendim, memleketi yükseltmek için her eve bir tezgah verilmelidir, üst tarafı kendiliğinden olur.
“Efendim, evvela hırsızlar asılsın, yalnız namuslular kalsın, bakın bu memleket ne olur….”

Sf: 1488
Acaba “çok çocuk yetiştirmemiz lazım!” diye kaloriferli odalarında, kristal yazı masalarının başında “laf ile dünyaya nizamat” verenler…

Sf: 1489
Yoksa Bektaşi’nin çamurdan yaptığı insanlar için söylediği gibi: “Rızkını vermeyecek olduktan sonra yap yap koyuver?”
Bize yarının hastanelerini, darülacezelerini, cezaevlerini dolduracak, cahil, mesleksiz, serseri yüz milyonun lüzumu yok! Bize insan gibi yaşamak, hayatın nimetlerinden istifade etmek imkanlarına, hiç olmazsa bu sakat tedbirleri tavsiye edenler kadar sahip yirmi milyon vatandaş, daha faydalıdır.


Sf: 1490
Milliyetçi’nin Tarifi
…”milliyetçi”dir. Senelerden beri bu zavallı kelime, vücut bulduğu sırada hayalinden bile geçmeyen öyle garip yerlerde kullanıldı, o kadar ağır hakaretlere uğradı ki, artık neye delalet ettiğini kendisi bile unuttu.


Sf: 1494
Hürriyet Meselesi
Hiçbir cemiyet, hürriyete yavaş yavaş, alıştıra alıştıra kavuşturulamaz. Hürriyete, onu kullana kullana alışırlar.Bunun aksini iddia etmek, Abdülhamid’in otuz sene Kanuni Esasi’yi “Millet henüz rüşde ermemiştir!” bahanesiyle tatbik etmemesine benzer.


Sf: 1496
İstiklal
Ama bizim bildiğimize göre, bundan yirmi beş sene kadar önce Mustafa Kemal, Ürdün şeklinde bir istiklal ve hürriyeti kabul etmediği için Türk milletinin başına geçip silaha sarılmıştı. Halbuki o zaman bize teklif edilen sulh şartları, bugün Ürdün’ün elde ettiği istiklal şartlarından çok daha hafifti.

Sf: 1497
On sekiz milyon insan, Ürdün gibi müstakil olmamak için gene silaha sarılmaya her an hazırdır. Bu milletin emperyalistler elinde bir kere daha oyuncak olmaya hiç niyeti yoktur. Aksini düşünenler, Damat Ferit’in hüsranına uğramaya mahkumdurlar.


Sf: 1498
Yabancı Sermaye
Yurdumuza tekrar yabancı sermaye gelecekmiş. Gazeteler bu havadisi verirken cümbüş ediyorlar. Resmi makamlar da, memlekete yabancı parası girmesini kolaylaştırmaya himmet ediyorlar.
Hele bu sermaye bir gelsinmiş, asfalt yollar uzayıp gidecek, gökleri uçaklar kaplayacak, memleket malla dolacak, madenler gürül gürül işleyecek, herkes yağ bal içinde yüzecekmiş.
İyi ya, kırk seneden beri şu yabancı sermayeyi defetmek için sarf edilen gayret neydi?
Şimdi hatırlıyorum. Daha beş altı yaşında bir çocuktum. Seferberlik başlamıştı. O zamanın maceracı hükumeti bu kanlı macerayı halka şirin göstermek için sokaklarda davul zurna çaldırıp şöyle bağırtıyordu:
“Kapitülasyonlar kalktıııı!.. Bütün millet şad oldu!..”
Ve dört sene seferberlikte, ondan sonra üç sene İstiklal Harbi’nde, yabancı sermayenin bizi sürüklediği yarı müstemlekelikten kurtulmak için dövüştüğümüz söylendi. Lozan’ın en şerefli tarafı, bizi yabancı sermaye köleliğinden kurtarması idi. 
Arkasından yirmi sene, hep bu yabancı sermayeyi silkip atmaya çalıştık. Mini mini Belçika’nın tramvay şirketindeki sermayesinden kurtulunca bayram ettik. İzmir su şirketi yabancı sermayesinden kurtuldu diye tören yaptık. Havagazını aldık, sevincimizden zıpladık, elektriği kurtardık, gazetelere sütun sütun yazı yazdık.
Bütün bunların sonu buna mı varacaktı? El açıp davet edecek olduktan sonra, yabancı sermayeyi ne diye düğün bayramla kapı dışarı ettik?
Bu işte hangi menfaatlerin oyunu var? Dünyayı bir ahtapot gibi sarmaya çalışan emperyalist sermayenin kucağına atılmak, milletin alın terini dolara ve sterline satmak isteyenler kim? Gözü doymaz paranın bu korkunç taarruz karşısında milletini ve vatanını seven her namuslu insan sesini yükseltmeye mecburdur. 
Çünkü bir memlekete girip yerleşen yabancı sermayeyi çıkarıp atmanın, yabancı orduları sürüp denize dökmekten çok daha güç olduğunu, biz Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçıları herkesten iyi biliriz.


Sf: 1501
Ayıp
Geçen gün Millet Meclisi’nde bir milletvekili “kökü dışarıda olan Markopaşa” diye bir söz etti.
Bu milletvekili, ne yazık ki, bu satırları yazanın elini sıkan ve evine gelen bir adamdır. 
Halbuki ben bu milletvekilinin kökü dışarıda olduğuna sahiden inanacak olsam, elini sıkmak değil, suratına tükürürdüm.
Bu milletvekili herhalde bu satırları yazanın kitaplarını okumuştur. Bunların içinde bu memleket ve bu millet endişesinden başka bir duygu aksettiren, yani kökü dışarıda olan bir tek satır gösterebilir mi?
Bu milletvekili herhalde Markopaşa’yı da okumuştur. Yurdumuzun dertlerini, milletimizin kaygılarını kah acı kah şakacı bir dille ele almaktan başka bir şey yaptığımızı iddia edebilir ve bunu ispat için tek satır gösterebilir mi?
Vatanımızın istiklali üzerine en küçük bir gölge düşmesin, istiklal anlayışımız Atatürk’ün çizdiği yoldan ayrılmasın dediğimiz için mi kökümüz dışarıda?
Bin bir hileli yoldan bağrımıza sokulup bizi tekrar yarı müstemlekeliğe sürüklemek isteyen sömürücü yabancı sermayeye karşı uyanık bulunmayı istediğimiz için mi kökümüz dışarıda?
Yoksa şu veya bu yabancı devletin, kendi parlamento ve gazetelerinde bile şiddetle tenkit edilen yanlış siyasetini bazı başyazarlarımız gibi dalkavukça övmediğimiz için mi kökümüz dışarıda?
Bu milletvekili pek iyi bilir ki, bu satırların muharriri sırf kalemini ve kanaatlerini satmadığı için birçok kahırlara uğramış, o milletvekili gibilerin gözünde nimet sayılan şeyleri tepmiştir.
Kökü bu toprakta olanların en kutsi ve en kaçınılmaz vazifesi olan askerlik hizmetini dahi yapmamış bulunan ve şimdi bazı arkadaşlarının kendisinden daha çabuk parlak mevkilere yükseldiğini görüp içi giden bu milletvekilinin kendini göstermek için daha temiz bir yol seçmesi doğru olmaz mıydı?
Siyasi ihtiraslar bir insanı, başkalarının mukaddesatına dil uzatacak kadar mı ileri götürmeli?
Ayıp değil mi?
Akkoyun, Karakoyun
Sf: 1506
Artık milliyet meselesini apaçık konuşalım. 
Bu kelimeyi istismar ederek, banka çeki, açık bono gibi kullananlar çoğaldı. İki lafın başında: 
-Milliyet, milliyetçilik deyip lafı adamın ağzına tıkıyorlar. Kimde ne yoksa, onun lafını çok eder. Tek ayağının üzerinde seksen yalan kıvıranlar:
-Namussuzum ki, vallah, billah, tallah diye yemin ederler.
Artık akkoyun karakoyun belli olmalıdır. İnsanların alnını karışlayarak, kafataslarını santime vurup:
-Bizdensin bu yana.
-Sen bizden değilsin, şu yana, diyen milliyet kalpazanları vaftiz babası kesildiler. Asıl milliyetçilere:
-Ajan, milliyetsiz, vatansız! diye seksen çeşit ad takıyorlar.
Artık akkoyun karakoyun belli olsun.
Yerli filmleri tenkit edemezsiniz; suratlarına beş kilo pamuk tutkallayıp, beyaz perdede şaklabanlık etmenin adı, milli filmdir. Dalkavukluğu hece veznine tercüme edenler, milli şairdir. En mukaddes müdafaa yardımını satışa çıkaran kumar kağıtları, milli piyangodur.
Şehvetli öpücükleri, ucundan kan damlayan kamaları tasvir eden herzenameler, milli romandır. Meyhanelerde, kokmuş Bizans artığı salyalı çığlık, milli müziktir. 
Üç bin lira hava parasıyla tutulan üç oda milli servettir. 
-Karaborsa! Ağzınıza almayın, milli ticarettir.
-Verem, sıtma, firengi… sakın ha! Milli hastalıktır.
-Ankara cinayetinin esrarı mı? Amanın, milli cinayettir.
-Altın mı kaçırıyorlar? Ne söylüyorsunuz, milli kaçakçılıktır.
-Millet aç! diyemezsiniz, açlık milli gıdadır.
-Etin kilosu üç liraya çıktı. Haddiniz varsa şikayet edin, milli ekonomidir.
İş o hale geldi ki, milli nakil vasıtamız olan milli tramvaylarla milli rayların arasında paramparça olmak milli kahramanlıktır.
Artık akkoyun karakoyun seçilsin! Yalnız ve yalnız hakikati söyleyenler gayri milli. Anladık her şeyimiz milli. Biz bize benzeriz. Fakat efendiler!.. İnsaf edin, insaf edin ki bu millet de bir parça millidir.
Yeşil Sarık
Sf: 1510
Ne zaman “Bu millet kendi başına buyruk olsun” dense parlarlar, köpürürlerdi:
“Ne münasebet? Daha sırası değil. Millet henüz olgunlaşmadı. Kara kuvvet başkaldırmak için fırsat bekliyor. Bu halka hürriyet ver, göreceksin, meclis yeşil sarıklarla dolar.”
Gazetelerinde, nutuklarında hep bunu öne sürüyorlardı. Memlekette rahat nefes almaya bile imkan vermeyen baskılarına bir sebep göstermek gerekince, -ara sıra anarşi olur, düzen bozulur, gibi sözler etseler bile -asıl bu irtica bahanesini ele alıyorlar, “Yobazlığın hortlamasına müsaade edemeyiz” diye yırtınıyorlardı.
Nihayet günün birinde yobazlık, kara kuvvet, yeşil sarık, irtica sahiden hortladı. Ama Menemen’ de değil, o eline ayağına köstek vurmak istedikleri halkın içinde de değil… Ankara’ da ve kendi aralarında. Yirminci yüzyılın ortasındayız. Sesini günden güne yükselten irtica bağırıyor: 
“Kız okullarını oğlan okullarından ayıralım. Kız öğrencileri köy enstitülerine almayalım.” (Sanki tarlada ve fabrikada da kadını erkekten ayırabilirlermiş gibi.) 
“Ulumudiniye okutalım da şu bozuk ahlakımız düzelsin.” (Sanki kendi ahlaklarında din ile düzelecek taraf kalmış gibi.) 
Dünyanın neresinde bir gerilik varsa dört elle sarılıyorlar. Hür ve efendi bir milletin içinde yaşadıklarını unutup uşaklara dalkavukluk ediyorlar. Ankara’nın bir camisinde beş on ihtiyar bir hacı babanın eteğini öpünce utançlarından yere geçecekleri yerde sinsi ve memnun gülümsüyorlar. Çünkü onların kanaatlerince, bu millet ne kadar uyuşturulursa, kendi hak edilmemiş ekmeklerini o kadar emniyetle yiyeceklerdir. 
Daha dün Atatürk’ün etrafında ileri düşünceli, laik zihniyetli görünmeye çalışan bu ikiyüzlüler, şimdi yeşil sarığı küflü kafalarına geçirip diyorlar ki: Amerika’da da, İngiltere’de de ahlak dine dayanırmış. Bu ne kadar kökü içeride düşünce böyle? Amerika’da bir sürü de tarikat vardır. Şu halde hemen tekkeleri de açalım. Suriye’ye, Mısır’a giden şeyhleri geri çağıralım, sokakları keşküllü dervişlerle dolduralım. 
Ne hallere düşmüşler!.. Demek halkın gözünü boyamak için ellerinde başka çareleri kalmamış.
Lanet Olsun
Sf: 1518
Hiçbir fikre inanmadıkları için fikirlere, insanı insan eden duygulara yabancı oldukları için insanlık sevgisine, herhangi bir şeyi bilip öğrenemeyecek kadar beyinsiz ve tembel oldukları için bilgiye ve kitaba düşman olanlara lanet olsun…


Sf: 1520
Adalet
Geçenlerde vefat eden çok kıymetli yargıtay başsavcısı, bir gün şöyle demişti: 
“Bir memleketin ordusu bozuk olabilir, harbe girmedikçe bu meydana çıkmaz; maarifi bozuk olabilir, bunun acısı da ancak aradan bir nesillik bir zaman geçince kendini gösterir; iktisadiyatı bozuksa, millet uzun seneler süren bir sefalet içinde sürüklenir gider. Ama bir memlekette adalet bozulursa, halk adalete inanmamaya başlarsa, anarşi hemen kendini gösterir, herkes hakkını kendi aramaya kalkar ve o insan cemiyeti derhal dağılmaya, batmaya mahkumdur.” 
Henüz bu hale gelmedik. Henüz bu memlekette kanunlardan ve vicdanlarından başka hiçbir yerden emir almayan hakimlerimiz var. 
Yedi sekiz ay önce yargıtayın verdiği bir kararı dinledim. Birkaç hürriyet kahramanı aleyhinde verilmiş olan bir hükmü yargıtay bu kararıyla bozuyordu. Ufakça bir odada, çıplak bir tahta masanın etrafında oturan beş tane yaşlı baş, hükümetin diş gıcırdattığı bu gazetecileri kurtarıyor, derhal serbest bıraktı­rıyordu. Bu beş ak saçlı adam, o anda, polisi, jandarması, valileri ve her türlü teşkilatıyla hükumetten, devletten çok daha kuvvetliydi. Onları böyle kuvvetlendiren şey de, insan cemiyetinin temel taşı olan ADALET idi. 
Halk düşmanları, insanlık düşmanları, kendileri için bir tehlike saydıkları adaletin de elini kolunu bağlamaya, onu da: kendilerine uşak yapmaya çabalıyorlar. 
Ama bu memlekette henüz adalet var. Namuslu insanlar yalnız bu adalette kendilerine bir destek görüyor, bu boğucu hava içinde ona güvenerek bir parça rahat nefes alabiliyorlar. 
Ve bir adalet mevcut oldukça, bu memleketin istikbalinden ümidi kesmiyoruz. Halk Partisi’nin iktidarı daha bir müddet devam etse bile.


Sf: 1522

Gütenberg Matbaası

Ey, bir cılız kalemden dile gelen hakikat… Sen devleri korkutacak kadar mı korkunçsun?..



Sf: 1524

Recepkrasi ve Celalkratik

Kelimenin aslı, halk manasına Demos ile, idare manasına kralos’tan yapılmış. Sözümona demokrasi demek halk idaresi demekmiş.
Ciğeri metelik etmez laf ebeleri vardır: Bunlar ömürlerince her başarılı işin dedikodusunu yapmaya mahkumdurlar.


Sf: 1536
Aczimiz
Bir gazetenin kanun dairesinde çıkmasına müsaade ettikten sonra, onu kanunsuz yollardan sattırmamak.


Sf: 1537

Milletin Postunu Paylaşıyorlar

Ey benim bahtı kara milletim! Sekiz yüz yıldan beri seni, ya sana yabancı olanlar, yahut da arandan çıktıkları halde sana yabancılaşmış bulunanlar sömürdü. Bahtını ellerine teslim ettiklerinin menfaatleri sana yabancı, zevkleri sana yabancı, sanatları sana yabancı, dilleri sana yabancıydı. Seni çoluğundan çocuğundan, çiftinden çubuğundan ayırıp cepheden cepheye sürerken, yürekleri elbette ki sızlamadı. Çünkü, onlar kendi şan ve şereflerini, kendi keselerinin dolmasını düşünüyorlardı. Sen sıcağın, kurağın, eşkıyanın elinde kırılırken, onlar saraylar, köşkler yaptırmak, buzlu rakılar içip çırçıplak karılarla sazlı sözlü ahenkler etmek sevdasında idiler. Bu hep böyle sürdü. Sana bazen “kulumuzsun”, bazen “efendimizsin” demelerine rağmen, hiçbir şey değişmedi, değişemez de. Sen kendi bahtını kendi eline almadıkça, sen sana yabancılaşmış olanların hala senin adına konuşmalarına göz yumdukça, hiçbir şey değiş­mez. Bak, derdine derman olacaklarını umup peşlerine takıldıkların, dün seni ezenlerle bugün canciğer oluverdiler, yan yana gezip tozuyor, bir sofrada kadeh tokuşturuyor, aynı odada kadınların kucaklarında yatıyorlar. 
Başka türlüsünü mü bekliyordun? Dünkü kurtların, bugün kuzu oluvereceklerini mi sanmıştın? Boş hülyalara kapılma, onlar ”büyük lokmayı kim yutacak?” diye ikide bir kendi aralarında kapışsalar bile, eninde sonunda sana karşı birleşirler. Aman, dikkat et! Galiba, yine senin postunu paylaşıyorlar.


Sf: 1545
Bekliyoruz
Bu memlekete Lozan’da tam istiklal sağlayan, yabancı orduların ve yabancı sermaye köleliğinin Türkiye’den kovulma ilamını imzalayan İnönü’ dür. 
Bu memleket halkını ileri medeniyet seviyelerine ulaştırmanın tek yolunu, halk tabakalarının ve köylünün irfanını yükseltmede bulan ve ilköğretim seferberliğini açan İnönü’ dür. 
Hür ve namuslu kafaların yetişmesi için, her türlü fikir mahsulünü yakından tanımak gerektiğini görerek, dünya klasiklerini büyük bir hamle ile dilimize kazandıranların öncüsü İnönü’ dür. 
Irkçılığın ve Turancılığın millet ve yurt için nasıl korkunç bir tehlike olduğunu en açık bir dille dünyaya ilan eden de İnönü’dür. 
Ama şimdi, bir yardımın yanına katılan istiklal kırıcı şartları sevinçle karşılamak isteyen kimseler, borularını öttürebiliyorlar. Tekrar yabancı sermaye köleliğine girmeyi özleyenler en iyi vatansever rolündeler. 
On sekiz milyona irfan nurunu götürebilmek yolunu tutan, içeride ve dışarıda, dostun düşmanın hayran olduğu hür düşünce ve çalışma yuvaları, Köy Enstitüleri, atılan tırpanlarla, ortaçağ müesseseleri haline getirilmek üzere. 
Her cildinin başında İnönü’nün insanlığa ve fikir hürriyetine övgü halinde bir önsözünü taşıyan dünya fikir ve sanat eserleri, ahmak kafalar tarafından yasak kitaplar listesine sokulmak üzere. Okul kitaplarından, halkçı yazıları çıkarıp padişahlık destanları koymak, üniversitelerde Nazi usulü temizlemeler yapmak isteyenler var. 
Irkçılar, İnönü’nün söylediği hakikatlerle, askeri mahkeme kararlarını mecmualarında alt alta basıp, hakikatleri çürütmeye yeltenecek kadar ileri gidiyorlar. 
Halbuki İnönü bugün de devlet başkanı … 
Lozan kahramanının bu korkunç gidişata müdahale edeceği anı beklemek hakkımızdır.


Sf: 1549

Vay Hasso’yu Döversin Ha!

Maksat bu zavallı halkı soymak olduktan sonra, bunun türlü yollarını, çeşitli çarelerini bulmak elbette kolay olur.
Bir öğretmen yıllarca Anadolu’nun bir köşesinde uğraşıp çalışarak, beş on kuruş biriktirmiş. İzin alıp İstanbul’a doğru yola çıkmış. Yolda bir harami ile arkadaş olmuş. Beraber yiyip içerek at üstünde gidiyorlarmış. Zavallı öğretmen yol arkadaşının harami olduğunu bilmediği için, cebinde parası olduğunu şehre varınca evlenip yuva kuracağını, yeni eşya alacağını anlatmış.
Harami yol arkadaşını soymaya karar vermiş, ama beraber yiyip içtikleri için doğrudan çullanıp soyamıyor, bir bahane arıyormuş. Nihayet:
“Öğretmen efendi” demiş “ben de evleneceğim, yuva kuracağım.”
“İnşallah.”
“Bir de oğlum olacak.”
“İnşallah.”
“Adını Hasso koyacağım.”
“Çok güzel.”
“Benim Hasso’yu sen okutursun, değil mi?”
“Elbette okuturum.”
“Yaramazlık ederse, döversin.”
“Ne münasebet.”
“Yok, yok döversin.”
“Vallah dövmem.”
“Dövmez olur musun, mutlak döversin.”
“Dövmem yahu!”
“Ya dersine çalışmazsa, edepsizlik ederse?”
“Yine dövmem.”
“Haylazlık ederse?”
“Ehhh, dövmem ama şöyle böyle belki çırptırırım.”
“Vay sen Hasso’yu döversin ha!”
Harami atlamış yol arkadaşının üstüne:
“Sen Hasso’yu döversin ha!” diye diye zavallı öğretmeni bir güzel soyup soğana çevirmiş.
İşte böyle efendim. Bizi bir kere soymaya karar verenler, elbette ki sebep olarak bir Hasso bulacaklar.


Sf: 1554
Anket Yanıtları Konuşmalar

Gençler Diyor Ki

Uşak Ruhu

Zaten kendi milletlerine dost olmadıktan sonra, kimseye gerçekten dost değildirler. Her şeyleri, hatta ruhları bile, bir yerden aşırma ve sahteliktir.

Sf: 1563
Anketi yapan: İhsan Aygün 

Bay Sabahattin Ali günün en kuvvetli hikayecisidir. Hikayelerini Değirmen isimli kitabında toplamıştır. Dağlar ve Rüzgar isimli bir şiir kitabı da vardır. 
Kendisini Ankara’ya son gidişimde tanıdım. Anketimden bahsettiğim zaman, “Sorularınızı verin ben size karşılıkları yazar veririm. Zaten dört beş satırdan fazla tutmaz” dedi. Hakikaten beni hiç üzmeden karşılıkları yazdı ve gönderdi. 
I – Edebiyata nasıl başladınız
Kitap okuyarak. 
II – ilk neşredilen yazınız ve bu neşir esnasındaki heyecanlarınız? 
İlk neşredilen yazımı unuttum. Bir vilayet gazetesinde çıkmıştı. Bastırmak için o kadar uğraşmıştım ki, çıkınca heyecan filan duymadım. 
III – Bizim eskilerden okuyup sevdikleriniz? 
Bir zamanlar aruza çok meraklı idim, gazeller, terkib-i bendler yazar ve eskileri hırsla okur, üzerlerinde uğraşırdım. Bugün hala okuyup sevdiklerim Fuzuli ve Galip Dede’dir. 
IV – Yabancılardan okuyup sevdikleriniz? 
Yabancı edebiyatı oldukça yakından takip etmeye uğraşırım. Devirleri içinde mürteci olmamış eski ve yeni bütün sanatkarları severim. Bugün bilhassa Sovyet ve Amerikan muharrirleri arasında severek ve düşünerek okuduğum romancılar vardır. 
V – Eski edebiyatımız hakkında fikirleriniz, bu edebiyatın bugüne tesirleri olmuş mudur?      
Eski edebiyat her içtimai hadise gibi, devrinin mahsulüdür. Kitleden uzak kaldığı için ölen o devirle beraber ölmüştür. Bizim gibi onunla düşüp kalkmış olanlar da yok olduktan sonra ancak filologlar bu edebiyatla meşgul olacaklardır. Bugünkü nesil üzerinde eski edebiyat ruhunun tesiri bakidir. Yeni şairlerimizin halkla olan münasebetleri ve yazılarının içi, özü, eski gazelhanlarınkinden farklı değildir. Hepsi kendilerini, tıpkı eskiler gibi, “sahib-i mezak” bir zümreye hitap ettikleri için; halkın fevkinde görmekte, hepsi, tıpkı eskiler gibi, büyük ve kitleyi ilgilendiren meseleler yerine, kendi his ve fikir mozaiklerini yazılarında işlemeye özenmektedirler. Bunun için kendilerini kendilerinden ve kendilerine benzeyen birkaç acayipten başka okuyan olmadığı gibi, okuyacak olan da yoktur. Bunlar, gürül gürül akan hayat nehrinin yanında vızıldayan ve bu suya alakaları ancak onu kirletmek şeklinde görülebilen sineklerdir. 
VI – Bugünkü edebiyatımız hakkında dağınık diyorlar, ne gibi bir toplanış vaziyeti düşünüyorsunuz? 
Bugün edebiyat denecek toplu bir şeyimiz yoktur. İyi veya fena yazan birkaç şahıs var ki, birbiriyle münasebettar bile değiller. Şiir olsun, nesir olsun, yazanın, kafasının dar ve ukala hududunu aşabilip halka yükselen ve şekil, ruh, fikir itibariyle bir kuvvet ve başarma gösteren ve etrafında bir fikir grubu toplayabilecek Türkçe bir forma bile okumadım
VII – Genç neslin en kuvvetli şair ve yazarları? 
Bu boğucu hava içinde birer ışık gibi parlamak isteyen ve edebiyatımızın katili olan ananelerle dövüşen birkaç genç var gibi. Fakat daha ortaya kendilerinden beklendiği kadar kuvvet­li şeyler çıkarmadıkları için isim söylemeyeceğim. 
VIII – Son dil cereyanını nasıl buluyorsunuz? 
Kitle ile anlaşmak ve birleşmek için yapılan her hareket güzel ve doğrudur.
Nazım ve Nesir Hakkındaki Notlar
Sabahattin Ali ile Bir Konuşma
Sf: 1575
Hikaye yazmak oldukça güç bir iştir. Güçlüğü nispetinde nankördür.
Hikayede ise insan yaratmak pek zor, bazen imkansızdır.

Sf: 1576
Gevezelik ve sululuk ne zamandan beri sanat sayılmaktadır? Bunu bir türlü anlayamıyorum.
Bu gibi yazılara garbda “arka merdiven romanları” deniyor ki biz de buna “servis kapısı yazıları” diyebiliyoruz. Bunlar işini bitiren hizmetçilerin mutfak kapısında okuyacakları yazılardır.
Bizde de bu gibi yazıcıların yazılarına rağbet edip okuyanlar onlar kadar okumuş insanlar olsa gerektir.


Sf: 1599
Bütün Şiirleri

Sunu
…bütün şiirlerini hece ölçüsüyle yazmış; şiirlerinde 5’li, 7’li, 8’li, 11’li, 13’lü, 14’lü, hece kalıplarını kullanmıştır. Uyaklar, sözcük ya da dize yinelemeleri, dizenin belirli bir düzeyde hece kümelerine bölünmesi biçiminde tanımlayabileceğimiz duraklar da şiirin ritmini oluşturur. 8’li ve 11’li kalıpla yazılıp dörtlüklerle kurulmuş şiirleri, biçim ve söyleyiş olarak halk şiirine yaklaşır.

Sf: 1601
“Şiir ve hikayelerim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum.” diyerek bir bakıma bu tutumunun nedenini de açıklar. Yalnız buradaki kötü nitelemesinin, Sabahattin Ali’nin sanat anlayışındaki değişmeyi ve gelişmeyi gösterdiğini belirtmek gerekmektedir. Sanatçı hangi noktadan nasıl başladığının ve olduğu yerin bilincindedir. Bu bilinç onu, başlangıç dönemindeki ürünleri reddetmeye değil, değerlendirmeye götürmektedir. Kanımca Sabahattin Ali, benzeri bir değerlendirmeyi, daha 1934’te şiirlerini kitaplaştırırken yapmış, yayımlanmış ve yayımlanmamış bir seçmeyi yeğlemiştir.


Sf: 1609
Dağlar ve Rüzgar
İstek
Yanıyor beynimin kanı
Bilmem nerelere gitsem?
İçime sığmayan canı 
Hangi rüzgara eş etsem?
       
Akşam sular karardı mı?
Bir dağa versem ardımı,
İçimi yakan derdimi
Sağır göklere anlatsam…
 
İçiliversem dem gibi,
Kırılıversem cam gibi,
Şamdanda yanan mum gibi,
Sabahı görmeden bitsem…
   
Bir yüce ormana dalıp
Ya bir dağ başına gelip, 
Beni yaradanı bulup
Malını başına atsam…
     
Görünmez kollar boynumda, 
Yarin hayali koynumda,
Sıcak bir kurşun beynimde,
Bir ağaç dibinde yatsam…
Sf: 1611
Günümüz
Aklı kafamızdan sürsek,
İlmin içine tükürsek,
Dünyaya çevirip dirsek,
Günümüzü hoş geçirsek…

Gökten ve yerden uzakta,
Neş’e, kederden uzakta,
Düşüncelerden uzakta,
Günümüze hoş geçirsek…
         
Ne dost yüzünü yalasak,
Ne düşmanları dalasak,
Kendimizi oyalasak,
Günümüzü hoş geçirsek…
         
Vücut cevhersiz bir kalıp,
Hiçe gider hiçten gelip.
Bir tenhaca köşe bulup,
Günümüzü hoş geçirsek…
       
Toprağa girinceye dek,
Esrarı görünceye dek,
Yani, geberinceye dek,
Günümüzü hoş geçirsek.

Sf: 1613
Hapishane Şarkısı II

Ey gönül, kuşa benzerdin,
Kafesler sana dar gelir;
Bir yerde durmaz gezerdin,
Hapislik sana zor gelir.
       
Ey gönül, acayip huyun,
Boğazından geçmez tayın,
Acır testindeki suyun;
Aklına nazlı ya gelir.
       
Gözlerin uzağa bakar,
Kimden ne beklediğin var?
Yar semtinden gelen rüzgar:
“Seni unuttu!..” der gelir.
   
Bakmazsa senin yüzüne
Çok görme elin kızına;
Dışarıda serbest gezene
Hapiste yatan hor gelir.
       
Ayağında gezen itler,
Başının üstünden atlar;
Hapise düşen yiğitler
Yari dışarda kor gelir.
Sf: 1614
Hapishane Şarkısı III
Burda çiçekler açmıyor,
Kuşlar süzülüp uçmuyor,
Yıldızlar ışık saçmıyor,
Geçmiyor günler, geçmiyor.
         
Avluda volta vururum;
Kah düşünür, otururum,
Türlü hayaller görürüm;
Geçmiyor günler, geçmiyor.
         
Gönülde eski sevdalar,
Gözümde dereler, bağlar,
Aynada hayalim ağlar,
Geçmiyor günler, geçmiyor.
       
Dışarda mevsim baharmış,
Gezip dolaşanlar varmış,
Günler su gibi akarmış…
Geçmiyor günler, geçmiyor.
Sf: 1616
Hapishane Şarkısı IV
Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül, aldırma;
Ağladığın duyulmasın,
Aldırma gönül, aldırma…
       
Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül, aldırma…
     
Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül, aldırma…
       
Dertlerin kalkınca şaha
Bir küfür yolla Allah’a…
Görecek günler var daha;
Aldırma gönül, aldırma…
         
Kurşun ata ata biter;
Yollar gide gide biter;
Ceza yata yata biter;
Aldırma gönül, aldırma…
Sf: 1617
Gurbet Hapishanesi
Düşünme, gününü doldur
Gurbet hapishanesinde;
Günler yıllara bedeldir
Gurbet hapishanesinde.
         
Bahtım dağları aşırdı,
Yad elde dama düşürdü.
Yine gözlerim yaşardı
Gurbet hapishanesinde.
       
Akşam gökler bulutlanır,
Demir kapılar kilitlenir,
Gönül her derde katlanır
Gurbet hapishanesinde.
Halini bilen bulunmaz,
Yüzüne gülen bulunmaz,
Kapıya gelen bulunmaz
Gurbet hapishanesinde.
       
Geniş ol, göklere bakın,
Çıkacağın günler yakın…
Yar, beni unutma sakın
Gurbet hapishanesinde.
Sf: 1618
Kızkaçıran
Dağlar dik, çeşmeler kuru,
Yarimin benzi çok sarı;
Ölü var dönülmez geri;
Yürü yağız atım, yürü…
       
Dağlar geçilmiyor kardan;
Aman yok candarmalardan.
Ayrılamadım bu yardan;
Yürü yağız atım, yürü…
       
Yarim bu gece yoruldu, 
Kaçırdığıma darıldı;
Bak, daha sıkı sarıldı;
Yürü yağız atım, yürü…
     
Nasıl titriyor korkudan;
Kaldırdım onu uykudan;
Sesler geliyor doğudan;
Yürü yağız atım, yürü…
       
Peşime düştü takipler,
Boynumu bekliyor ipler;
Zeybekler seni ayıplar;
Yürü yağız atım, yürü…
Sf: 1623
Kıyamadığım
Hey bir zaman bakıp bakıp
Seyrine doyamadığım!
Şimdi gurbette bırakıp
Sesini duyamadığım!
       
Evde kapanıp kaldın mı?
Seyrana çıkıp güldün mü?
Başkalarının oldun mu?
“Benimsin!” diyemediğim!
     
Akıtıp gözüm yaşını
Hatırlarım gülüşünü;
Kıvırcık saçlı başını
Göğsüme koyamadığım!
       
Dik yamaçların selisin,
Sen benden daha delisin,
Şimdi kimlerin kulusun?
Başını eğemediğim!
       
Nasıl vurgunum bilirdin,
Niçin benden yüz çevirdin?
Kimlerin koynuna girdin?
Öpmeğe kıyamadığım!
Sf: 1626
Kara Yazı
Geçmedi yare sözümüz,
Yollarda kaldı gözümüz,
Yere çalındı yüzümüz,
Böyleymiş kara yazımız.
       
Çiçekler açılmaz oldu,
Pınarlar içilmez oldu,
Yar bize bir gülmez oldu,
Böyleymiş kara yazımız.
       
Bu bahtımızın işidir;
Bu her işlerin başıdır;
Yar başkasının eşidir,
Böyleymiş kara yazımız.
       
Yalnız ona yar demiştik,
Onda bir şey var demiştik,
O bizi anlar demiştik,
Böyleymiş kara yazımız.
       
Hey gönül gene bu gece
Kederin geceden yüce;
Gel susalım beraberce:
Böyleymiş kara yazımız.
Sf: 1629
Bir Doğum Günü İçin
Göklerin yüzü güldü mü
Dünyaya geldiğin zaman?
Azgın sular duruldu mu
Dünyaya geldiğin zaman?
       
Güneşler gibi tek miydin?
Ay ışığından ak mıydın?
Böyle nazlı çiçek miydin?
Dünyaya geldiğin zaman?
       
Yıldızlar halin sordu mu?
Bulutlar selam durdu mu?
Yerlerin kalbi vurdu mu
Dünyaya geldiğin zaman?
       
Aşkını candan duymuşum,
Canım yoluna koymuşum.
Tam dokuz yaşındaymışım
Dünyaya geldiğin zaman.
   
Kimbilir nasıl güzeldin,
Göklerden yere süzüldün…
Benim alnıma yazıldın
Dünyaya geldiğin zaman.
Sf: 1630
Çocuklar Gibi

Bende hiç tükenmez bir hayat vardı 
Kırlara yayılan ilkbahar gibi Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı Göğsümün içinde ateş var gibi
        Bazı nur içinde, bazı sisteyim Bazı beni seven bir göğüsteyim Kah el üstündeydim, kah hapisteydim Her yere sokulan bir rüzgar gibi 
      Aşkım iki günlük iptilalardı Hayatım tükenmez maceralardı İçimde binlerce istekler vardı Bir şair, yahut bir hükümdar gibi 
       Hissedince sana vurulduğumu Anladım ne kadar yorulduğumu Sakinleştiğimi, durulduğumu Denize dökülen bir pınar gibi 
      Şimdi şiir bence senin yüzündür Şimdi benim tahtım senin dizindir Sevgilim, saadet ikimizindir Göklerden gelen bir yadigar gibi 
       Sözün şiirlerin mükemmelidir Senden başkasını seven delidir Yüzün çiçeklerin en güzelidir Gözlerin bilinmez bir diyar gibi 
         Başını göğsüme sakla sevgilim Güzel saçlarında dolaşsın elim Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim Sevişen yaramaz çocuklar gibi
Sf: 1634
Rüzgar

Arzularım muayyen bir haddi aşınca
Ve sözler kulaklarıma sağırlaşınca
Bir ihtiras duyup vahşi maceralara
Çıkıyorum bulutları aşan dağlara.
Tanrıların başı gibi başları diktir,
Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir,
Ben de katıp vücudumu bu genişliğe,
Bakıyorum aşağılarda kalan hiçliğe.
   


Bu dağların bir rakibi varsa rüzgardır.
Rüzgar burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür,
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, “o”na yakındır.
Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgar siler kafalardan küçüklükleri.
Yanağıma çarpar kanatlarını,
Ve anlatır mâbutların hayatlarını.
Arasıra kulağını bana verdi mi,
Ben de ona anlatırım kendi derdimi.
  


“Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgar!
Benim arık yalnız sana itimadım var.
Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben.
Etrafımın sözlerine asla aklım ermedi,
Etrafımda bana asla kulak vermedi.
Senelerden beri hala anlaşamadık,
Bende kestim anlaşmaktan ümidi artık.
Gözlerimde hakikati sezen bir nurla
Etrafımı süzüyorum biraz gururla.
   


Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
En büyük şey, en asil şey küçülür burda.
Burda yalan para eden biricik iştir,
Burda her şey bir yapmacık bir gösteriştir.
Kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
Kimi gider vatan için can verir, yalan!
Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
Şairlerin büyük aşkı fani bir kızdır,
Bu dünyada herkes sinsi herkes cılızdır.
Ne hakiki aşktan burda bir çakan vardır,
Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
Her büyüklük bir cüzzam gibi dökülür burda,
En muazzam ölüm bile küçülür burda.
   


Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
Her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
Zaman zaman mağlup olsam bile etime,
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.
Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
İşte rüzgar, şimdi sana sığınıyorum!
Asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,
En asil şey seni buldum bu kainatta,
Güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
Ne süse, gösterişe bir baktığın vardır.
Deniz gibi muamma yok derinliğinde,
Bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.
Bir dev gibi küçük mızmız sesleri yersin,
Allah gibi görünmeden hüküm sürersin.
  


Düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin,
Rüzgar! Bu dağ başlarında çırpınan serin
Kanatların gökyüzünde akan bir seldir,
Bana kudret ve cesaret veren bir eldir.
Beşerlikten uzaktayım senin ülkende,
Senin gibi azamete aşıkım ben de.
İşte rüzgar! Senin gibi ben de deliyim.
   


Islıklarım senin gibi inlemelidir,
Herkes beni ürpererek dinlemelidir.
Rüzgar! Sana, yalnız sana benzemeliyim.”

Sf: 1637
Öyle Günler Gördüm Ki…

Öyle günler gördüm ki, aydın gökler kararıp
Bahtım bir bulut gibi üstüme çöker oldu,
Her gözümü yumunca tanıdık yüzler görüp,
Hayaller alev alev beynimi yakar oldu.
Ümitsizlik, gariplik dört tarafımı sarıp
Yüzüm sırıtsa bile, içim yaş döker oldu.
 Her sabah ilk ışıklar gözlerimi oyardı,
Uyanan taş duvarlar iniltimi duyardı.
   
Öyle günler gördüm ki, duvarlar gelir dile,
Gözümde canlanırdı eşkiya masalları.
Varlığımı sarardı, hain bir isteyişle
Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri
Kafada çelik gibi fikirler dursa bile
Kalplerin eksik olmaz böyle zayıf halleri:
 
Bazen kendi kendimin elinden kurtulurdum,
Kalbimi bir çamurda çırpınırken bulurdum.
   
Öyle günler gördüm ki, dost dediğim insanlar
Ben yanına varınca dudağını kıvırdı.
Bir zamanlar yanımda ağız açmayanlar
Sırtımı sıvazladı, bana öğüt savurdu.
Silahsız gördüğüne saldıran kahramanlar
En alçak tekmelerle beni yere devirdi.
   
Ruhum bir heykel gibi düşüp parçalanırdı.
Bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı.
   
Öyle günler gördüm ki, tabanca şakağımda
Tasarladım aydınlık dünyayı bırakmayı
Gönlüm acıklı buldu, en ateşli çağımda
Sönük bir yıldız gibi boşluklara akmayı
Tabancanın namlusu ısındı yanağımda,
Parmağım istemedi tetiğini çekmeyi
   
Bir sonbahar yağmuru gibi içim ağlardı
Bir şeyler fakat beni yaşamağa bağlardı.
   
Ey bir tane sevgilim, ben bugün yaşıyorsam
Sanma ki hayat tatlı, insanlar hoş olmuştur,
Dağ başında bir kaya gibiyim şöyle dursam
Etrafım eskisinden daha bomboş olmuştur
Yalnız sana borçluyum bugün dünyada varsam:
Seni her andığımda gözlerim yaş olmuştur
   
Yaşlar ki bir ırmaktır, dertleri sürür gider,
Gözyaşları içinde seneler yürür gider.
 
Yok olmak isteğiyle kalbim attığı zaman,
Bana: Yaşa der gibi gülen senin yüzündü.
Dizlerim bir batakta yorgun yattığı zaman
Bacaklarıma kuvvet veren senin hızındı.
Yaşaran gözlerimde, güneş battığı zaman
Sıcak bir yuva gibi tüten senin dizindi.
 
Sen aklıma gelince her şey gülümserdi.
Ağaçlar şarkı söyler, rüzgar tatlı eserdi.
 
Ey sevgilim, bilirsin benim ne çektiğimi:
Garip başımın derdi bir yürek taşıyorum.
Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı:
İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum.
Görünce gülme sakın çırpınıp aktığımı:
Ilık ve aydınlık bir denize koşuyorum.
   
Sen benim sevgilimsin, sevsen de, sevmesen de,
Aradığım yerlere benzeyiş buldum sende.
Sf: 1645
Kudurmak

Göğsümde gözlerinin sapladığı bir bıçak,
Beynimde hayaliyle alevlenen bir ocak…
İçerim bu haldeyken herkes garip bulacak:
Başımı sükunetle taşlara vurduğumu… 
   

 
Bu sükut çiğnenen bir muhabbetin yasıdır.
Bu sükut bir kömürün içerden yanmasıdır.
Bu sükut beynimdeki cinnetin potasıdır;
Görüp aldanmayınız sessizce durduğumu… 
  

 
Ben de nihayet bütün bağları kıracağım;
Onu ıssız dağlara alıp kaçıracağım,
Etini bir canavar gibi ısıracağım
Ve, herkes seyredecek nasıl kudurduğumu.


Sf: 1646
Firar

Meğer ben ne kadar boş şeylere ağlamışım;
Kalbim hakikat diye bir ihtimale tapmış.
Ne manasız şeylere meğer bel bağlamışım;
Meğer benim peşinde koştuklarım serapmış…

Kimsede bulamadım menfaatsiz bir yürek;
Kadınlar bana yalnız soğuk bir deri verdi.
Bir kardeş sevgisini uzattığım her erkek,
Çamurladıktan sonra kalbimi geri verdi…
 
Anladım insanlardan geldiğini kederin;
Uzak, herkesten uzak bir hayat süreceğim.
Benim bu inzivama taarruz edenlerin,
Yüzüne hakaretle, kinle tüküreceğim!..




Sf: 1650
Ebedi

Gerçi, kafamı vurdum duvarlara yeisle;
Gerçi, benden kaçtığın zaman yanlış bir hisle,
‘Niçin anlaşılmadım? ‘ diye çok inledimdi. 
 
Şimdi kalbim rahattır, şimdi başım serindir…
Kalbim ki senin en son sığınacak yerindir
Ve tekrar geleceğin günü bekliyor şimdi… 

Çünkü insanlar yarın isteyince etini,
Aradığın lekesiz kardeş muhabbetini,
Yalnız benim serseri kalbimde bulacaksın… 
   
Maskesi çabuk düşer temiz olmayanların;
Nihayet içyüzünü görerek insanların,
Göğsüme küçük bir kuş gibi sokulacaksın… 

Ben ki her şeye dudak büken bir derbederim,
Ne kimseye yar olur, ne bahtiyar ederim,
Fakat sana her zaman hürmetle tapacağım… 
 
Taşlar bile sarsılır duyduklarımı yazsam
Ah kardeşim! .. Ben seni hiçbir şey yapamazsam
Ebedi yapacağım!.. Ebedi yapacağım!..
Sf: 1653
Köprünün Çocukları
Bakın!.. Birisi yana eğerek kasketini,
Güneşe yalatıyor kabuk tutan etini…

Sf: 1655

Köprünün Geceleri
Bir saat, ta uzaklarda ikiyi çaldı…
Şehir artık kâbuslu bir uykuya daldı…
Sarınarak ben de eski bir pardesüye,
Sağa, sola yıkılarak indim köprüye…
   
Ne dizimde kuvvet, ne cebimde para…
Bilmiyorum niçin geldim ben buralara!
Hava berbat… Deniz ulur, gökyüzü ulur
Bu soğukta iliğime işledi yağmur…
Bakmayarak fırtınanın boğuk sesine
Çöküverdim köprünün bir kanepesine…
 
Deniz bazen susup bazen homurdanıyor;
Üsküdar’da birkaç ışık sönüp yanıyor:
Eşelenen kıvılcımlı bir mangal gibi…Gece sarmış etrafı bir siyah şal gibi…
Kırbacını dalgaların vurup sırtına;
Onları da kudurtuyor şimdi fırtına…
İşte böyle yerler, gökler saçarken ölüm,
Ben buraya nasıl geldim, onu düşündüm:
 Bir bardayım, eğlencesi, zevki yerinde;
Bütün gözler sahnedeki Rus dilberinde…
Büküldükçe ihtirasla onun kolları,
Sarhoşların alkışları sarsıyor barı…
Cüzdanlardan birer birer çıkıp liralar,
Kafaları dumanlıyor buzlu biralar.
Ellerinde çalgıları, perişan, harap,
Deli gibi çırpınıyor bir sürü Arap.
Hummalı bir hararetle başladıkça dans,
Kuduruyor vücutları saran ihtiras…
  Bu coşkunluk azalıyor geçen vakitle;
Dağılıyor sonra yavaş yavaş bu kitle,
Sallanarak fırlıyorum ben de dışarı.
Vücudumu kavrıyor bir kış rüzgarı…
Veriyorum saçlarımı vahşi boraya,
Düşüyorum bir serseri gibi buraya.
 Ufuklarda pembe pembe belirdi şafak…
Ah Yarabbi!.. Biraz sonra sabah olacak…
Ben halbuki dün geceden beri uykusuz,
Büzülüyor üşüyorum, her tarafım buz…
Hiçbir şeyi kavramıyor dimağım,
Pek bitkinim, bilmiyorum ne yapacağım…
Ah… Gittikçe çoğalıyor kafamdaki sis
Bir köşede uyusaydım görmeden polis…
Sf: 1656
Serserinin Ölümü

İki üç gece kuşu ötüşürken derinde,
Hayaletler uçuştu bu yangın yerlerinde.
Gölge gibi yokluğa karıştı yanık evler
Bacalar gökyüzüne uzanan iri devler
Gibi yumruklarını karanlıklara sıktı…
Gece ümitsiz sizlerin kalbinden karanlıktı.
   


Bir silahın alevi yırttı bu karanlığı,
Görüldü bir vücudun yerinde sallandığı…
Uzakta kaybolurken hızlı koşan adımlar,
Kucakladı kanlı bir vücudu kaldırımlar…
   


Bir kurşunla yerlere yıkılan bir serseri
Kazıyor tekmeliyor ayaklarıyla yeri…
Gemi halatı gibi kolları geriliyor;
Vücudu yılan gibi kıvrılıp seriliyor…
Ölümün korkusudur şimdi beynini yakan.
Bir ıstırap nehridir ağzından dökülen kan.
Gözleri deli gibi fırlamış çanağından;
Yaşlar yuvarlanıyor ateşli yanağından…
Dalga dalga kan olmuş mor çiçekli mintanı,
Göğüsünü parçalayıp çıkmak istiyor canı…
Istırap korku hüzün gözlerinde birikmiş,
Sönük nazarlarını sabit bir yere dikmiş.
O gözler bazen her şey bazen da buzlu bir cam…
   


Renksiz dudaklarını araladı:
     -Ah anam! ..
Acı bir hırıltıyla parçalandı gırtlağı;
Ecel çözdü hayatla arasındaki bağı.
Çenesi yana düştü gözünün feri söndü,
Vücudundaki en son hayat eseri söndü…
Halbuki bir zamanlar bu da kabadayı imiş,
Bu da adam öldürmüş bu da canlara kıymış;
Günahının tokadı onu da yere serdi:
Kuduz köpek gibi sokaklarda geberdi…

Sf: 1665
Babam İçin
Allahım! .. İşte bugün,
Şu zavallı ömrümün
En matemli bir günü. 
   


Elim böğrümde kaldım,
Ben bugün haber aldım:
Babamın öldüğünü. 
  


Bitti hayatın tadı,
Bu haber bırakmadı,
Dudağımda tebessüm. 
  


Kalbim oyuldu yer yer,
Aman Yarabbi, meğer
Ne acıklı imiş ölüm 
   


Daha birkaç gün evvel,
Yüzümü okşayan el,
Şimdi toprak oluyor. 
   


Kendi vücudum kadar
Bana yakın olanlar,
Birden, uzak oluyor. 
   


Ah Baba! ..Daha düne
Kadar senin göğsüne
Saklıyordum başımı. 
   


İnan babacığım, inan,
Bu ateş, menba’ından
Kuruttu gözyaşımı…

Sf: 1666
Çakır
Altın saçlarını sıkıca tarar,
Sonra iki örgü yana bırakır;
Ayağında pembe dallı mor şalvar,
Taze gelin gibi süzülür Çakır… 
     


Beyaz ellerine kına yaraşır,
Mavi gözleriyle bir içim sudur.
Efeler onu el üstünde taşır;
Köyün bir tanecik orospusudur. 
     


Çakır’sız olamaz hiç bir eğlence
Herkesin gönlünü kaplar çünkü sis…
Bazen mal olsa da iki üç gence,
Yine Çakır’ını ister her meclis… 
     


Geniş meydanlarda yakılır çıra,
Çakır nazlı nazlı dokunur “def”e…
Süt gibi rakıyı sunar Çakır’a
Gür bıyıklı, ateş gözlü bir efe… 
     


gitgide açılır sırma cepkenler;
Kıllı göğüslerinden süzülür rakı.
Bazen birisinin bağrına girer,
Elma soymak için alınan çakı… 
     


Çakır yılan gibi döner, kıvrılır
-Sırma saçlarında fildişi tarak-
Tabanca çekilir, bıçak sıyrılır,
O döner elini şıkırdatarak… 
     


Yalnız bazı kere taze gelinler,
‘Bize kocamızı ver! …diye inler…
O zaman Çakır’ın gözü doludur… 
     


O zaman gözünün önüne gelen
Cepheden şehitlik alıp yükselen
İncecik bıyıklı bir yavukludur..
.


Sf: 1668

Safo
Bir kadının güneşte kuruttuğu saçları…
Meyveler, tütsü gibi dağıttı kokusunu…


Sf: 1669
Sevdasız
Derler ki:
“Dünyada sevdasız yaşanmamış,”
“Bir kalp gösterir misin bu ateşte yanmamış?”
“Aşk öyle bir şeydir ki kimini sevindirir,”
“Okşar, bahtiyar eder, gözyaşını dindirir…”
“Tabiatı tıpkı talih gibidir, yar olmaz kimine de,”
“En samimi ateşle çırpınan bir sinede.”
     


“Kıyametler koparır, fırtınalar yaratır,”
“Bazen bir demet güldür, bazen kanlı bir satır.”
“Lakin sevişmeyerek geçen ömür hederdir,”
“Dünyada aşık olmak herkese mukadderdir…”
     


Ben kulağımdaki bu sözlerin tesiriyle,
Ateşli gençliğimin en derin tesiriyle
Yuvamı bir kuş gibi süsledim, çiçekledim.
Haftalarca kendime bir sevgili bekledim…
     


Bu haftalar ay oldu, bu aylar sene oldu,
Fakat bilmiyorum bu kadınlara ne oldu?..
Kimsesiz günlerimde hiçbirisi gelmedi,
Bir bülbülün şen sesi odamda yükselmedi…
     


Ben de kendi kendime “Bekleme gönül!” dedim…
“Bir kadının yoluna bakmak tenezzül!…” dedim…
Zaten nazlanıyordu hangi kadına baksam,
“Aşka yuf olsun dedim eğer yalvaracaksam.”
Atmayı göze aldım hayatımı bir yasa.
Kırmadım gururumu önlerinde… Hülasa
Ne onlar bana geldi, ne ben onlara gittim
Sahipsiz bir mum gibi gençliğimi erittim…
     


Şimdi aşka bir heves duymuyorum kendimde…
En ateşli demimi böyle boş geçirdim de
Yine bir kadın için gururum baş eğmedi,
Dudaklarım bir kadın dudağına değmedi…


Sf: 1676
Hayat
Ölü bir külçesiyim şimdi kemikle etin,
Dimağım pençesinde sonsuz rehavetin.
Beyhudedir ey gönül, beyhudedir gayretin!
Kıvılcım bile yokken ocak körüklenir mi?..
Zaten ne bulmuşum ki yaşamakta tat diye
Gönlüme çok söyledim can yükünü at!.. diye
Sorarım sana gafil hiç insan hayat diye
Omuzları çökerten bu yükü yüklenir mi?
Kimse baş çevirip de bakmayacak gebersem,
Bilmem gönül ne cevap verecek şöyle dersem:
Gayen ne bu manasız yaşayışta a sersem,
Böyle paçavra gibi ömür sürüklenir mi?
Sf: 1680
Nedamet
Hicran yollarında ben
Daha inleyecektim
Bir felaket gelmeden
Çabuk elimi çektim
Hele artık kurtuldum
Bir küçücük hicranla
Aşktan kalmadı korkum
Hakka sarıldım canla
Gel ey günahkar güzel
Sen de sarıl Allah’a
Dünyada yalnız o el
Hitam verir her aha
Sf: 1684
Acaba
Ela gözünden akan
Ateşli nazarların.
Acaba acımadan
Kimi yakacak yarın?

Dudakların acaba
Kimlerle öpüşecek?
Kimler yarın acaba,
Tuzağına düşecek
Anlıyorum bizlerden
İntikam alıyorsun
Lakin ey kadın bilsen, 
Nasıl alçalıyorsun
Sf: 1685
Gecenin Kemanı
Yüzü parladı ayın,
Bir ses geldi uzaktan:
Hasta yorgun bir kadın
Şimdi çalıyor keman…
Eriyor, bükülüyor,
Ayın altında evler…
Kemandan dökülüyor,
Semailer, peşrevler…
Keman hırçın, mariz,
Asabını geriyor;
Dalgalanan birkaç iz,
Karanlıkta eriyor…
Bazen hazin bir beste,
Gönüllerde yanıyor;
Geceden deste deste
Nağmeler toplanıyor…
Sen, ey karanlıklara
Hicran dağıtan kadın!
Git başka bir diyara!
Kalbimi parçaladın…
Sf: 1689
Benim Aşkım
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;
Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye.
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
Sf: 1699
Ruhumun Dalgaları
Bütün bir hayat bile değmez bir gözyaşına,
Ruhumun dalgaları, köpürüp taşmayınız.
Sf: 1721
“Terkib-i Bend”e Zeyl
Aşık olmayı budalalık telakki eder, fakat aşık olmaktan hiç geri kalmaz.


Sf: 1722
Edebiyat meselelerinde benim saçma fikirlerimi peygamber nasihatı gibi bilakayd ü şart kabul ederdi… Beni tamamıyla anlamak için bir hayli uğraşmış, kafasını yormuş, sonra bunun imkansız olduğunu görerek beni olduğum gibi kabul etmişti.
Emsalsiz surette güzel ve tatlı rakı içer.
Sf: 1723
Mesnevi
Ünsiyyet edince Avrupa’yla
Sarhoşluğa başladım birayla
Sf: 1724
En neş’eli çeşmi kan kılardı
Hey hey o ne dertli şarkılardı
Sf: 1733
Daussıla
Gerçi bizim evlerden temizse de sokaklar,
Ben orda bir simide bir ceket bırakırdım…
Çoktu tel örgüleri tırmanarak girdiğim,
Uykuyu kimsesiz bir bahçede kestirdiğim…
Fakat yine herkese neşeli görünürdüm,
Çünkü hürdüm, uçan kuşlardan daha hürdüm…
Sf: 1734
Ey Langa bostanında gecelediğim demler…
Ve, ey şimdi gavurca hecelediğim demler…
Taşıyın şimdi benim gibi avanakları
Ey birbirinden nursuz Potsdam sokakları.
Sf: 1738
Notlar
Yüksek muallim Mektebi’ne sadece oradaki arkadaşlarını görmeye gelirdi. Tatil aylarında memleketine gitmiş öğrencilerden boşalmış yataklar bulunduğu için, kimi geceler geç vakit Erenköy’deki akrabalarına dönmek külfetine katlanmamak için “kaçak misafir” olarak okulda gecelediği de olurdu.

Doktrin: “Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam…” – Sabahattin Ali