
Savaş öncesinde, gezgin satıcılar yanık ve kesikleri iyileştirdiğine inanılan iksiri elde etmek için geleneksel bir yöntem kullanırlardı. Dört tane ön, altı tane de arka ayağı olan bir kurbağa, dört tarafı aynayla kaplı bir kutuya konurdu. Değişik açılardan görüntüsünü izleyen kurbağa, hayretler içinde kalarak yağlı bir sıvı salgılardı. Bu sıvı toplanır, 3,721 gün bir söğüt dalıyla karıştırılarak yavaş yavaş kaynatılırdı. Sonuç, işte bu harika iksirdi.
Kendimle ilgili bir şeyler yazma düşüncesi aynalı kutudaki kurbağayı bana hatırlattı. Görüntüme uzun yıllar boyu değişik açılardan bakıp beğendiklerimi ve beğenmediklerimi ayırmalıydım. On ayaklı bir kurbağa olmayabilirim ancak, aynada gördüklerim bana, o kurbağanın yağlı iksirini salgılatabilir…
Teruyo Nogami, Raşomon’da senaryo ekibimde sağ kolum, kimi zaman üzdüğüm kız…
KORKAK VE CILIZ
Bebekliğimden bir anım daha kaldı anlatmadığım. Gene dadımın sırtındayım ve zaman zaman karanlık bir yere girdiğimizi hatırlıyorum.
Yıllar boyu, devamlı aklıma gelen bu olayın ne olduğunu düşünmüşümdür.
Sonra bir gün, Sherlock Holmes’un araladığı esrar perdeleri gibi birdenbire sırrı çözdüm!
Dadım, sırtında ben varken tuvalete giriyordu. Oysa bu, ne kadar da onur kırıcı bir davranıştı…
Dadım, yıllar sonra beni görmeye geldi. Karşısındaki bir seksen boyunda ve yetmiş kilo ağırlığındaki adama bakıp, “Canım, ne kadar da büyümüşsün,” diyerek bacaklarıma sarılıp ağlamaya başladı. Geçmişte kafama yer edecek kadar beni üzen aşağılamaları için ona hesap sormaya hazırdım, ama birdenbire artık tanımadığım bu ağlayan yaşlı kadın figürü beni bu fikirden caydırdı ve boş gözlerle ona bakmakla yetindim.
Yer, arabaların ve trenin geçtiği ana cadde. Yolun öbür tarafında,
kapalı demiryolu geçidinin arkasında annem, babam ve kardeşlerim duruyor. Ben bu tarafta yalnızım, beyaz bir köpek kuyruğunu sallayarak bir o yana bir bu yana koşturuyor. Bu hareketi birkaç kez tekrarladıktan sonra bana doğru koşarken hızla gelen bir trenin altında kalıyor. Gözlerimin önünde beyaz köpek, düzgün bir şekilde ikiye bölünüyor. Ortaya çıkan parlak kırmızı eti, şişe takmak için hazırlanan ton balığına benzetiyorum.
Çocuklar çok değişik zeka yaşlarına sahip olabilirler. Bazen beş yaşındaki çocukların zekaları yedi yaşındakiler kadar olabileceği gibi, bazen de tersi, yedi yaşındaki bir çocuk beş yaşındaki kadar bile zeki olmayabiliyor. Zeka gelişimi değişik oranlarda gerçekleşiyor, dolayısıyla okullarda, bir yıllık programın, ne eksik ne fazla tam bir yıl içinde bitirilmesini istemek hatalı bir yaklaşım oluyor.
Okula yaklaştığımız sırada ağabeyim her zaman, “Seni pis, küçük kokuşmuş karı kılıklı korkak, şimdi doğru anneme ya da kardeşlerimize gidip bunları anlatacaksın, değil mi? Hadi dene bakalım, o zaman ben sana neler yaparım görürsün,” diye tehdit ederdi. Beni böyle iğneleyip durmasını engelleyecek bir şey yapamaz, parmağımı kaldıracak takati kendimde bulamazdım.
Çok yoğun duygular içinde ona bakarak, “Tabii,” dedim.
Giderken arkasından baktım, sanki kafasının üzerinde belki melek, hatta bir aziz halkası görünüyordu.
Aslında onun içindeki gerçek dehayı keşfetmişti.
Daha önce de belirttiğim gibi, ağabeyim çok parlak bir öğrenciydi. Beşinci sınıftayken, Tokyo’daki bütün ilkokul öğrencilerinin katıldığı bilimsel yetenek sınavında üçüncü, altıncı sınıfta girdiği aynı sınavdaysa Tokyo birincisi olmuştu. Fakat bütün bunlara karşın onu Devlet Lisesi’ne ve oradan da Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’ne yollayacak olan ortaokul giriş sınavını kazanamadı.
Bu olay, başta babam olmak üzere bütün aileye bir kabus gibi çöktü. O sırada bütün evi etkisi altına alan hüzünlü atmosfer bugün gibi aklımda. Sanki güçlü bir hortum gelip her şeyi parçalayarak gitmişti. Babam boş gözlerle ufku seyreder, annem amaçsız olarak durup dinlenmeden evin içinde dolaşır, kız kardeşlerim şaşkınlıklarını ağabeyimden gizlercesine aralarında çok alçak sesle konuşurlardı. Ben bile garip bir duyguya kapılmış, hiçbir şeyden keyif alamaz olmuştum.
Çok narin ve kibar olan küçük ablam evde otururdu ve bütün ablalarımın en güzeliydi. Onun güzelliği cam gibi saydam, nazik ve her an kırılabilecek türden bir güzellikti. Hiç hayır dediğini hatırlamıyorum. Ağabeyim okulda denge aletinden düşüp de başını yardığında, hıçkırıklar arasında, onun yerine kendisi ölmek istediğini söyleyen, küçük ablamdı. Şu an bile ondan söz ederken gözlerim yanarcasına sulanıyor ve burnum akıyor.
Canlı adımlarla yürüyerek tapınaktan uzaklaştık.
Annem hemen arkasına dönüp hızla eve girdi, babamsa beni bir fasulye tanesi kadar küçülüp gözden kayboluncaya dek seyretti.
*
Annemle ilgili anılarımı onu bir ahlaklı insan modeli olarak göstermek için anlatmadım; o öyle hassas bir ruha sahipti ki tüm bunları doğal olarak yapardı.
Annemin en büyük özelliği inanılmaz bir dayanma gücüne sahip olmasıydı.
Aklımdan hiç çıkmayan bir olay: Bir gün annem mutfakta kızartma yapıyordu. Tavadaki yağ alev aldı, annem alevler başka yerlere de sıçramadan çıplak elleriyle tavayı tuttu -kaşlarını ve kirpiklerini yakmak pahasına-, kapıya kadar yürüdü, tahta ayakkabılarını giymeyi de ihmal etmeden bahçeye çıktı ve bir köşede alevleri söndürdü.
Daha sonra doktor geldi, simsiyah olmuş derileri pensle temizleyerek merhemler sürdü. Ben bakmaya bile dayanamamıştım, ama annemin yüzünde en ufak bir acı ifadesi yoktu. Sargılı elleriyle bir şey tutabilmesi için bir ay geçti. Yine de ellerini göğsünün üzerinde tutar, en ufak bir şikayette bulunmaz ve işlerine devam ederdi. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, benim aynı şeyi yapabilmem imkansız.
*
Okula yeni gelen öğretmenimiz Bay Taçikava’ya kıyasla çok yetersizdi. Sınıfta geçirdiğim saatler bana tatsız, sıradan ve çekilmez bir işkence gibi gelirdi. Yeni öğretmenimle pek anlaştığım da söylenemezdi.
Sözlerindeki aşın kini, ses tonu daha da belirginleştiriyordu. Suçlamaları ancak hastalıklı bir beynin ürünü olabilirdi.
Ben kaligrafi dersinde, hocanın yaptıklarının aynısını büyük bir gayretle kopya ederdim. Ancak beğenmediğiniz bir şeyi sevmek sanırım hiçbir şekilde mümkün değildir!
kaligrafi: güzel yazma sanatı
Örneğin, Uekusa’nın çok belirgin şekilde hatırladığı olay, kimonosunun arasından annesinin beyaz kalçalarını gördüğü andı.
Babası kumaş boyalar yapan, karşı takımın kaptanıyla dövüşteyken çok pis kokulu bir koyu mavi boya gibi terlediğiydi. Neden bilmiyorum ama; anılarım, içimdeki savaşçı ruhunu daima ele veriyor.
Tırmandıkları tepenin üzerindeki bulutlardaymış gibi yaşadılar.
Çocukluğumda duyduğum sesler bugün duyduklarımdan tamamen farklıydı. Her şeyden önce o günlerde elektronik sesler yoktu. Gramofonlar bile elektrikli değildi. Bütün sesler doğaldı. Bu doğal seslerin büyük bölümü bir daha gelmemek üzere gitti. Bunları hatırlamalıyım.
Tam karşımızdaki evin parlak kırmızı alevler içinde olduğunu gördüm. Sonrasını hatırlayamıyorum.
Şimdi dönüp o günlere baktığımda fark ediyorum ki, babam her şeye bir bahane bulup annemi o kadar sık azarlıyordu ki, annem “doğu rüzgarı altındaki atın kulağı” tekerlemesinde söylendiği gibi babamın söylediklerini artık duymuyordu.
Bu konularda babam çok sert bir adamdı ama buna karşın onu çok severdim, çünkü bizi sık sık sinemaya götürürdü.
William S. Hart’ın oynadığı filmlerin erkeksi bir havası vardı ve aklımda şöyle kaldılar:
Ter kokusuyla birleşen güçlü bir maskülen hava…
Bir yük beygiri sahibi adam yol üzerinde bir çayhanede bir saki içmek için durur. Salamura edilmiş fasulye ezmesi sosu taşıyan atını kapının önüne bağlar. Fakat adam içkisini içerken, at ipini çözer ve alıp başını gider. Adam atı aramaya, gördüğü herkese gitgide peltekleşen diliyle atını sormaya başlar. Sonunda yolda gördüğü bir sarhoşa, “Üzerinde fasulye sosu olan atı gördün mü?” diye sorar. Sarhoş,
“Ne? Ben bırak görmeyi, atın öyle pişirildiğini bile hiç duymadım.” diye cevaplar.
Gramer, tarih, kompozisyon, resim ve kalemimle ilgili konulara ağırlık vermiştim. Bu konularda okulda benden iyisi yoktu. Fakat fen ve matematik derslerini bir türlü sevememiştim, bu derslere harcadığım zaman ancak sınıfı geçebilecek kadardı.
irsi: kalıtımsal
Birisine bir konuda iyi olmadığı defalarca söylenirse, o kişi giderek güvenini tamamen yitirir ve gerçekten o işi hiç yapamayacak hale gelir. Tersi de geçerlidir, bir şeyi iyi yaptığı devamlı söylenirse zamanla kendine olan güveni artar ve sonunda o konuda başarılı olur.
Ne yazık ki kendimde ağabeyimin yazısını okuyacak cesareti bulamadım. Şu anda öyle sanıyorum ki, o gün eğer ağabeyimin yazdıklarını okusaydım, Gogol’ün Savcı oyununda olduğu gibi bir sahne yaratılacak ve konuşmamın yarısında perde kapanacaktı.
*
Her turda çıta yükseltiliyor ve yarışmada kalanlar azalıyor, kenarda bekleyenler artıyordu. Birkaç turdan sonra çıtayı zorlayanlar arasında ben de vardım. Biraz önce kahkahalarla gülenler, artık sessizce
beni izliyorlardı. Ve inanılmaz bir şey gerçekleşti, ben yarışmada tek başıma kalmıştım. ‘Biftek’ (öğretmen) ve bütün sınıf inanmaz gözlerle beni süzüyorlardı.
Bu nasıl oldu? O çıtaya doğru koşarken suratım ne haldeydi? Önceleri çıtaya yaklaşırken kıs kıs gülme sesleri duyuyordum, demek çok bitkin görünüyor olmalıydım. Şu anda bile bu olayı düşündüğümde işin içinden çıkamıyorum. Tatlı bir rüya mıydı? Beden eğitimi derslerinde hep kendisine gülünen çocuk, başarıyı düşünde mi yaratmıştı?
Hayır, düş değildi. Gerçekten de o çıtanın üzerinden defalarca atlamıştım. Tek başıma kalıp birinci olduktan sonra da birkaç kez daha atladım. Sanırım beden eğitiminden sıfır alan çocuğa acıyan melekler, başarması için ona kanatlarını bağışlamışlardı.
Ağabeyime gelince, sadece sakin değil, sanki Büyük Kanto depreminde hoşça vakit geçirmiş gibi bir hali vardı.
Sanki gördüğüm dehşet verici şeyler gözkapaklarımın içine aynen kazınmıştı, bakmasam da görecektim.
Belki biz de ölmüştük ve cehennemin kapısında sıramızı bekliyorduk.
O kadar çok ceset gömüştük ki, artık cesetleri yanan eşya ve diğer malzemeden ayırt edemez hale gelmiştim. Bu garip bir duygusuzluktu.
Bugün geriye dönüp baktığımda ağabeyimin de korktuğunu hatırlıyorum. O gezi bizim korkuyu yendiğimiz bir sefer olmuştu.
Büyük Kanto depremi sonrası tsunamik seller ve yangınlar sonrası…
*
Büyük yangında Keika ortaokulu da yanmıştı. Okulun kalıntılarını ilk gördüğümde, “Oh, hiç olmazsa yaz tatili uzar,” diyerek sevinmiştim. Şimdi bu davranışımı bir duygusuzluk örneği sayıyorum, fakat o zaman pek parlak olmayan bir ortaokul öğrencisinin düşünceleri böyleydi ve bunu da şu anda değiştirmem imkansız.
Yaptığım yanlışlar ve hatalar konusunda daima dürüsttüm. Eğer okulda yapılmaması gereken bir şey yapmışsam ve hoca “Kim yaptı?” diye sormuşsa, mutlaka parmağımı kaldırmışımdır. Hoca da not defterini çıkarıp bana koca bir “0” vermiştir.
Yeni bir hoca geldiği zaman ben gene dürüstlüğüme devam ettim. Kim yaptı diye sorunca, gene benim parmağım havadaydı. Ama kurnazlık yaparak kaçmadığım için bu hocanın görüşü değişikti ve sorumluluk sahibi ve ahlaklı bir öğrenci olduğumu düşünerek not defterine tam not koymuştu. Bu hocaların hangisi haklıydı bilmiyorum ama, ben 100 puan veren hocayı daha çok sevmiştim.
*
Dönem sonunda on soruluk tarih sınavına girdim. Soruların hiçbirini bilmiyordum. Boş kağıdımı verip çıkmaya hazırlanıyordum ki sorulardan birisine bir şeyler yazmayı denemek istedim. Soru, “İmparatorluk Sarayı’nın Üç Kutsal Hazinesi’yle ilgili görüşlerinizi yazınız.” şeklindeydi. Aslında hiçbir şey söylemeden üç sayfa doldurdum.
Yazdıklarım: “Üç Kutsal Hazine’yle ilgili çok şey duydum ama hiçbirini kendi gözlerimle görmedim. Görmediğim bir şey konusunda görüş bildirmek hayli zor olacaktır. Örneğin, geleneksel yata-nokaga-mi
adlı kutsal aynayı ele alalım. Bu ayna o kadar kutsal ki, kimsenin görmesine izin verilmiyor, öyleyse bu aynanın yuvarlak yerine dört köşe ya da üçgen olduğunu da kimse bilmiyor. Ben sadece kanıtlanmış şeylere inanır ve gözlerimle yakından gördüğüm konularda görüş belirtirim!” gibi palavralardı. 🙂
Bay Ivamatsu, bir hafta sonra, sınav kağıtlarını okumuş, notları açıklamak üzere sınıfa girmişti.
Yüksek sesle, “Burada bir kağıt var ki, sanat eseri. On sorudan sadece bir tanesini cevaplamış, ancak cevabı çok ilginç. Bütün hocalık hayatımda ilk kez böyle ilginç bir cevapla karşılaşıyorum. Bunu yazan öğrencinin geleceği çok parlak olacak. Yüz puan. Kurosawa!..” dedi ve kağıdı bana verdi. Bütün gözler hemen bana çevrilmişti.
Birdenbire kıpkırmızı olup sırama çöktüğümü ve bir süre kımıldayamadığımı hatırlıyorum.
Benim zamanımda özgün ve özgür düşünceye ve kişilerin niteliklerine değer veren birçok hoca vardı. Onları bugünkü hocalarla karşılaştırdığımda değerlerini çok daha iyi anlayabiliyorum.

Bir keresinde sınıfta, matematik hocasının oğlu olmasına karşın matematiği benden beter olan bir çocuğun, final sınav sorularını babasından alabileceğini düşünmüştüm. Seçtiğim birkaç arkadaşımla beraber çocuğu okulun arka tarafına götürdük, önce inkar edip soruları bilmediğini söylemesine karşın sonunda bütün
soruları bülbül gibi anlatmıştı. Kağıtları sınıftaki herkese dağıttık. Sonuç mükemmeldi, bütün sınıf 100 almıştı. Tabii bu sonuç hocanın da dikkatini çektiği için oğlunu sorgulama sırası ona gelmişti. Bize yaptığı gibi babasına da itiraf etmiş olmalı ki sınav yeniden yapılmıştı. İkinci sınavın sonuçlarına göre hocanın oğlu sınıfta kaldı, tabii ki ben de.
pitoresk: resimsi, resim konusu olmaya değer
pastoral: kırsal, köy gibi
Yol üzerinde iki tane garip isimli tren istasyonu olduğunu hatırlıyorum, birisi Gosannen
(Üç Yıl Sonra), diğeriyse Zenkunen (Dokuz Yıl Önce) idi.
Güneş batarken, onun boyadığı gökyüzünün rengarenk parlaklığı derenin sakin sularına vurduğunda, yemeğimiz sanki daha bir lezzetli oluyordu. Bütün yaz tatilim böyle bir dağ samurayı gibi geçip gitti…
Fakat bu kadar budalaca şeyler yapmasına karşın Abe Sadato’nun soyundan gelen bu çocuk, geçirdiği bu yaz tatili sonunda belirgin biçimde güçlendi.
Halam Togaşi, çevresindeki herkesi kolayca etkisi altına alan, kendilerini onun yanından küçük ve önemsiz gören herkeste korkuyla karışık bir saygı uyandıran muhteşem bir kişilikti. Onu gören herkes yusuf yusuf eder idi.
Ben biraz heyecanlanırdım onunla yürürken, ama bu çok özel bir duyguydu.
O “Şaraba!” (Hoşçakal!) sözü, beni hala tüylerimi diken diken edecek kadar etkiler. Hele halam o sözü o kadar sıcak ve saygı uyandıran bir içtenlikle söylüyordu ki…
Dünyadaki rüzgarı ve yağmurları kendi tenimde algılamaya başlamıştım.
Her ev değiştirdiğimizde daha küçük ve daha sıradan bir eve taşınmıştık. O zamanlar, ailemin ekonomik durumunun gittikçe kötüleştiğini anlamamıştım.
Kafam, o zamanlar edebiyat, tiyatro, müzik ve filmle kadar doluydu ki, hep bu bilgilerimi kullanabilecek bir yer arayışındaydım.
pervasız: çekinmez, sakınmaz
Bir kahvehanenin çatı katında, hiç güneş gömeyen, on metrekarelik bir odada kalıyordum. Bir gün çok kötü soğuk almıştım ve ateşim çıkmıştı. Kelimenin tam anlamıyla hiçbir yerimi kımıldatamıyordum. Kafamı yastığa gömdükçe, aşağıdan gelen domino taşlarının karıştırılmasıyla çıkan sesler, bazen çok yakındaymış gibi beynimin içinde ötüyor, bazen de yumuşuyor ve uzaklaşıyordu. Bu sesi dinleyerek tam iki gün geçirdim…
Hastalığım süresince proleter gazeteyle ilişkilerim iyice kopmuştu. Geçmişte, alınan ifadeler (ispiyonlar) sonucu tutuklamalar yapıldığından, kimse kimsenin evini bilmezdi. Dışarıda bir yerde buluştuğumuzda sonraki buluşma gününü, saatini ve yerini saptar, ayrılırdık. Bir kez buluşmaya gitmeyince onları bir daha bulmak kolay değildi.
proleter: işçi, emekçi
Bu kibrit kutusu evlerde minik bir odada yaşayan yaşlı bir balıkçı vardı. Her sabah şafak sökmeden kalkar, teneke kutusuyla nehir kenarına gider ve satacağı balıkları alırdı. Bir ay durmadan dinlenmeden çalışır, ay sonu en güzel takımlarını giyerek bir fahişeyle düzüşürdü. Onun gözünde hayat demek ki buydu!..
Ağabeyimin hayran olduğum neşeli ve esprili, parlak hayatının gölgelerinde, karanlık gerçekler de gizliydi. Bu insan ruhunda daima geçerli bir kural: Parlak ve aydınlık tüm dış görünüşlerin altında gizli dip karanlıklar…
Çok kötü şeyler oluyordu burada, başka yerlerde de olduğu gibi… Yaşlı bir adam torununun ırzına geçmişti. Bir kadın her gece “intihar edeceğim” diye tutturarak bütün mahalle sakinlerini rahatsız ediyordu. Komşular, günler sonra bu yalancı kadına gülmeye başlamışlardı, o da kendisini kuyuya atmış ve boğulmuştu.
*
Eski bir öyküde, üvey kızını göndererek ona yapacağı işkencede kullanmak üzere moksa aldıran bir üvey anneden söz edilir. Kendi işkence aletini almaya giden kızın yüzündeki acılar öyle içtenlikle açıklanmıştı ki, yaşadığım bu olay onu daha iyi anlamama neden oldu. Bir gün ağabeyimin odasındayken, yan tarafta oturan kadın hıçkırarak geldi ve dayanamayacağım bir şekilde ağlayarak ellerini göğsünde birleştirip çırpınmaya başladı. Ne olduğunu sorduğumda, yan komşusu kadının yine üvey kızına işkence yaptığını anlattı. Zavallı çocuğun canhıraş çığlıklarını duyduğunu ve artık dayanamayacağını söyledi. Mutfağın penceresinden baktığını ve üvey kızını bir direğe bağlayan vahşi kadının, kızın çıplak karnı üzerinde büyük miktarda moksa yaktığını açıkladı. Anlatmaya devam edecekti ki kapının önünden geçen birini gördü ve durdu.
Hafif makyajlı bir kadın geçiyordu. Bize gülümseyerek selam verdi ve ana caddeye doğru yürüdü. Biraz önce hıçkırarak ağlayan komşu kadın, kaybolana kadar arkasından seyredip, “Biraz önce bir dişi şeytan gibi saldırgandı, şimdiyse bir kuzu yavrusu kadar sakin. Cadı!” dedi, dişlerinin arasından.
Kapının önünden geçen kadın, üvey kızına işkence yapan kadınmış meğer. Baktığımda, kesinlikle böyle bir şey yapabileceğini düşünmemiştim. Komşu kadın bana dönerek yalvaran bir sesle, “Akira, lütfen, hazır kadın dışarıya çıkmışken gidip zavallı kıza yardım edelim,” dedi. O kadının böyle bir şey yaptığına yarı inanmış, yarı inanmamış olarak farkına varmadan komşuyu takip ettim. Yandaki odanın penceresinden baktığımda, gerçekten karşımda bir kimono kuşağıyla direğe bağlanmış ufak bir kız çocuğu gördüm. Pencere açıktı ve bir hırsız gibi pencereye tırmanıp içeri girdim. Hemen koşup kızı direğe bağlayan kuşağı çözmeye gittim. Kız, dehşetle açtığı gözlerindeki garip bir ışıkla, “Ne yaptığını sanıyorsun? Kimse senden yardım istemedi,” dedi. Hayretler içinde bakakaldım. “Döndüğünde beni bağlı bulmazsa yine işkence yapacaktır,” dedi kız. Suratıma bir yumruk yemekten beter olmuştum. Kız bağlı olmasa bile, onu direğe mahkum eden çevresinden kaçamıyordu. Kız için başkalarının onu düşünmesinin ve içtenliğinin hiçbir değeri yoktu. Ona acımak, başına daha büyük dertlerin açılmasına yol açacaktı. “Haydi, çabuk tekrar bağla beni,” diye saldıracakmış gibi öyle bir bağırdı ki, beni ısırabileceğinden korktum. Dediğini yaptım. Sanırım, doğrusu da buydu.
Savunmasız çocuklara ya da minik yaratıklara işkence etmekten zevk alan insanlar gerçekten de hastadır.
Not: “moksa” Çin ve Japonya’da bazı hastalıkların tedavisi için cildin üzerine konularak yakılan, Artemisia moxa bitkisinden elde edilen pamuğa benzer bir madde.
*
Sonra onu yeniden gördüğümde kanlı çarşaflara sarılıydı. Tzu Yarımadası’ndaki ılıcanın yakınlarında bir bağımsız köşkte hayatına son vermişti. Odanın girişinde hareketsiz kaldım, kıpırdayamıyordum. Ağabeyimin cesedini götürmek için babam ve benimle gelen bir akrabamız, “Akira, ne yapıyorsun?” diye sormuştu, sinirli bir sesle. Ne mi yapıyordum? Ölmüş ağabeyime bakıyordum. Damarlarında benim kanımı taşıyan ve o kanı damarlarından akıp giden vücuda bakıyordum. Çok saydığım, benim için eşi olmayan ağabeyime bakıyordum. Onun ölüsüne bakıyordum. Ne mi yapıyorum? Budala!
Stoacı annem, ağabeyimin intiharını tam bir suskunlukla ve tek bir gözyaşı dökmeden karşıladı. Bana karşı en ufak bir öfke duymadığını bilmeme rağmen, bu suskunluğuyla beni suçladığını düşünmekten kendimi alamıyordum.
Fakat Musei, dış görünüşümüzün aynı olduğunu, ancak ağabeyimin mimiklerindeki karanlık ifade gibi kişiliğinin de bulutlu olduğunu, benim ise suratımı ve kişiliğimi ağabeyiminkinin tam tersi olarak aydınlık ve neşeli bulduğunu belirtmişti.
Bir adam kırmızının kesinlikle kırmızı olduğundan emin değilmiş; aradan yıllar geçip de yaşlandıktan sonra kırmızının gerçekten kırmızı olduğunu anlayabilmiş. Buradaki durum da aynen böyle, insanın gençliğinde kendini anlatma isteği o kadar güçlü oluyor ki, çoğu zaman gerçekten kim olduklarını anlayamaz hale geliyorlar.
Daha beteri, tuvallerimi ve boyalarımı alabilecek parayı sağlayabilmek için dışarıda bazı işler yapmak zorunda kalıyordum. Bunlar, dergiler için birtakım çizimler, büyük turpların nasıl kesileceğinin gösterildiği yemek okulları için görsel eğitim malzemeleri, beyzbol dergileri için çizgi öyküler gibi saçmalıklardı.
Ağabeyimi birdenbire kaybedişim, bu özlemimi daha da güçlendiriyordu. Onun sağlığında da zaten pek bir şey yapmıyor, liderliğine sığınıyordum. Zamansız ölümü, bir topaç gibi savrulmama yol açmıştı. Sanırım bu, hayatımdaki en tehlikeli dönemeçti.
Ben üzülüp her geçen gün paniğe kapılırken, babam da, “Kendini sakın paniğe kaptırma. Heyecanlanacak bir şey yok,” diyordu ve sakin bir şekilde beklersem, önümdeki yolların kendiliğinden açılacağını söylüyordu. Neye dayanarak böyle söylediğini bilmiyorum. Ancak babamın tahminleri şaşılacak derecede doğru çıkmıştı.
P.C.L. stüdyolarına gittim ve orada, hayatımın en büyük hocası olan yönetmen Yamamoto Kaçiro, yani ‘Yama-san’ ile tanıştım.
Birikimlerime bakıyorum ve bu yolda yürüyüşümün kaçınılmaz olduğunu görüyorum. Resim, edebiyat, tiyatro, müzik ve diğer güzel sanatlarla o kadar doluydum ki, sinema sanatına rahatlıkla adım atabilirdim. Aslında bilgi dağarcığıma kattığım bütün bu birikimlere ihtiyaç duyacağım tek dalın sinema olduğunun farkında değildim. Ne güzel bir yazgıydı ki, bu yola çıkabilmek için beni bu kadar sağlam bir şekilde hazırlamıştı.
Yönetmen yardımcısı olarak bana verilen ilk görevleri görünce ayrılmaya karar vermiştim. Babam, denemekte yarar var demişti, ancak yapmamı istedikleri şeyler, kesinlikle bir daha yapmak istemeyeceğim türden işlerdi.
Yamamoto grubuyla çalışmak çok keyifliydi. O günden sonra başkasıyla çalışmak istemedim. Bir dağ geçidinde suratınızı yalayan bir esinti gibiydi. Anlatmak istediğim, kan ter içinde dağa tırmanırken suratınıza çarpan o harika esinti. O esintinin nefesi, zirveye yaklaştığınızı gösterir. Sonra aşağıya bakar ve panoramayı izlersiniz. Kameranın yanındaki yönetmen koltuğunda oturan Yama-san’ın yanında aynı duyguları hissediyordum. “Sonunda başarmıştım.” Yama-san’ın yaptığı iş, benim çocukluğumdan beri yapmak istediğim işti. Dağ geçidinde duruyor, aşağıdaki manzarada tek ve düz bir yol görüyordum.
P.C.L., Photo Chemical Laboratory’nin kısaltmasıydı. Kimyasal Fotoğraf Laboratuvarı adıyla kurulan şirketin amacı, sesli filmler için bir araştırma enstitüsü görevi yapmaktı. Daha sonra bir stüdyo kurulmuş ve zamanla bir prodüksiyon merkezine dönüşmüştü. Bu nedenle, buradaki atmosfer diğer film stüdyolarından farklı olarak genç ve enerjik bir havaya sahipti.
P.C.L. öyle bir yerdi ki, oraya rahatlıkla ‘bir düş fabrikası’ diyebilirdiniz…
Hepimiz nehre yeni bırakılan ve yüzme öğrenmeye çalışan balık yavruları gibiydik.
Bir filmin yapımının bütün aşamaları en ince ayrıntısına dek iyi bilinmezse, iyi bir yönetmen olunamaz.
Hasta ziyareti…
Bu yolun ortasında, Yama-san’ın karısının yaptığı dar ve uzun bir çiçeklik vardı. Belki de pek iç açıcı bir sebeple gelmediğimden, çiçeklerin renkleri hissettiğim sıkıntıyı daha da artırmıştı. Hasta yatağında yatan Yama-san çok zayıflamıştı ve zaten büyük olan burnu iyice büyümüş görünüyordu. Hastalığından dolayı ne kadar üzüldüğümü ve bir an önce iyileşmesi dileğimi belirten basmakalıp lafları sıraladım.
Yama-san, bütün bu özverilerine karşın, bir gün bir dergideki röportajında, “Kurosawa’ya sadece içki içmeyi öğrettim,” demişti. Böylesine alçakgönüllü bir kişiye minnettarlığını ifade etmek için bir insan ne yapabilir? Yama-san’dan, bir film yönetmeni olabilmek için o kadar çok şey öğrendim ki, bunları burada anlatmam mümkün değil. Ancak, hiç kuşkusuz o, dünyadaki en iyi öğretmendi. Bunu kanıtlayan en önemli şeylerden biri, yetiştirdiği yönetmenlerin yapıtlarının, onun yapıtlarına benzememesiydi.

Yama-san, gerçekten çok güzel konuşurdu. Ondan içkiyle ilgili pek çok şey öğrenmiştim. İlginç merakları vardı, fakat yiyecek konusunda gerçek bir gurme kadar bilgiliydi. Uluslararası mutfaklar hakkında ondan öğrendiklerimi saymakla bitiremem. “İyi ve kötü lezzeti ayırt edemeyen insanlar, kendilerini insanlık ırkının bir üyesi sanmasınlar.” Bu, çok beğendiği teorilerinden biriydi. Yemek yemeyi çok sevdiği için, ben de bu konuda hayli uzmanlaşmıştım.
Meraklarından bir diğeri ise antikaydı. Özellikle antika kap kacak ve mutfak malzemeleri konusunda tam bir uzmandı.
Çoğu zaman beni evine yemeğe davet ederdi. Bir filmi bitirdikten sonra hemen yeni filminin gerilimi başlar ve düşüncelerini benimle paylaşırdı. Bir keresinde, *Tocuro’nun Aşkı* adlı filmi bitirdiğimizde, tüm çabamıza rağmen eleştirilerin pek iç açıcı olmadığını görmüştük. Çok üzüldüğümüz için Yama-san’la birlikte sabahtan içmeye başlamıştık. Yokohama’da bir barda, sabah güneşinin altında, hiç konuşmadan limandaki gemileri seyrederek baş başa kadeh kaldırdığımız o buruk günü hiç unutamıyorum.
Belki her gün bir sayfa yazabilirsiniz, ama öyle bile olsa bir yıl sonunda 365 sayfalık bir senaryonuz olacaktır. Bu düşünceyle, günde bir sayfa yazmayı hedefleyerek işe başladım. Sabahları güneş doğana dek çalışmak zorunda olduğum günler bir şey yazamıyordum, ama yorgunluktan ölecek halde bile olsam, yatağa sürünerek gelip yatmadan önce iki-üç sayfa yazabiliyordum. Aslında gariptir, yazmayı kafaya koyunca, tahmin ettiğimden çok daha kolay bir şekilde yazabiliyordum ve böylece birkaç senaryo bitirdim.
“Kurosawa, dün gece düşündüm, şu X sahnesinin ilk bölümünü hemen kes,” gibi şeyler söylerdi. Ben ise, “Kesemeyiz,” derdim. O, “Kesmeni istiyorum. Kes!” derdi. Yama-san montaj odasında, sanki kitleleri katletmiş bir katile benzerdi. Arada sırada, “Madem bunları kesecektik, neden başta çektik?” diye düşünmekten kendimi alamazdım. O sahneleri çekmek için büyük çabalar harcamıştım ve kendi yaptıklarımı kesmeye kıyamıyordum.
Fakat yönetmenin, yardımcılarının, ışık teknisyenlerinin ya da kameramanların bir filmi ortaya çıkarmak için nasıl emek verdiklerini seyirci hiçbir zaman anlayamaz. Seyirciye gösterilmesi gereken şey tam olmalıdır, ne eksik ne de fazla. Filmi çekerken gerekli olduğuna inandığınız sahneleri çekersiniz. Ancak çoğu zaman çektikten sonra o sahnelere ihtiyaç olmadığını fark edersiniz. İhtiyaç duymadığınız sahneler gereksizdir. Fakat insanoğlu, bir şeye değer biçerken o kıymetin harcanan çabayla doğru orantılı olmasına meyillidir. Sinema, zamanı kullanma sanatı olarak da bilinir. Hedeflediğiniz amaca ulaşmayan zaman ise yitirilmiş zamandır. Yama-san’ın montaj konusundaki en önemli öğretilerinden biri de buydu.
Senaryosuna yardımcı olduğum ve çekim bittikten sonra Yama-san’ın montaj için olduğu gibi bana verdiği *Uma (Atlar)* filminin kurgusunu yapıyorduk. Öykünün bir sahnesinde, tay satılmıştı ve annesi olan kısrak çılgın gibi yavrusunu arıyordu. Gözleri dönen kısrak, ahırın kapısını kırarak dışarı çıkmış ve padok çitlerinin altından geçmeye çalışıyordu. Kısrağın yüzündeki ifadeleri ve hareketlerini dramatik bir şekilde göstermek için özenle çalışmıştım.
Ancak montajı bitirip izlediğimde, istediğim ifadeyi veremediğimi fark ettim. Anne kısrağın üzüntüsü ve paniği, sahnede sönük ve yavan kalmıştı. Yama-san, yanımda oturuyor, defalarca yaptığım değişiklikleri izliyor, ancak hiçbir şey söylemiyordu. “Tamam, çok iyi,” demediği zaman, beğenmediğini anlardım. O kadar uğraşmış ama istediğim etkiyi yaratamamıştım. Sonunda umutsuz bir şekilde Yama-san’a nasıl yapabileceğimi sordum. “Kurosawa, bu bölümü bir dram olarak düşünme, sadece geçici bir hüzün bu. Kiraz çiçeklerinin düşüşünü izlemek gibi, tatlı ve nostaljik bir hüzün,” dedi.
Birden, rüyadan uyanıyormuşum gibi zihnim aydınlandı. “Anladım!” diye bağırarak işe tekrar başladım. Sadece uzak çekimleri bir araya getirdim. Sonuç, ay ışığında yelesi ve kuyruğu rüzgarda dans eden bir kısrağın koşmasını gösteren siluetti ve yeterliydi. Hiç ses olmasa bile, sanki kısrağın dokunaklı kişnemelerini ve ormandaki rüzgarın hüzünlü sesini duyabiliyordunuz.
Yama-san, oyuncularla her zaman iyi geçinirdi. Ozu Yasujirō ve Mizoguchi Kenji gibi ağırbaşlı bir zalimliği yoktu. Bunun yerine akıllı bir sessizliğe bürünürdü. Sık sık, “Bir aktörü istediğiniz yere zorla getirmeye kalkarsanız, onu ancak yolun yarısına getirebilirsiniz. Bırakın o, istediği noktaya gitsin; ancak yapmayı düşündüğünün iki katını yapsın,” derdi. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak, Yama-san’ın filmlerindeki oyuncular, sanki rol değil de kendilerini oynuyormuşçasına rahattılar.
“Atı suya götürebilirsiniz ama zorla su içiremezsiniz.” – Fransa
Yama-san’ın oyunculara karşı davranışları çok kibardı. Bazen sadece ortalıkta gezinen ya da kalabalık sahnelerde bir iki laf eden figüranlara, isimlerini bilmediğim için elbiselerinin renkleriyle, “Hey, kırmızı ceketli…” ya da “Pardon, mavi elbiseli…” diye hitap ederdim. Bu durumlarda Yama-san, “Kurosawa, insanları böyle çağırmamalısın. Onların da bir ismi var,” diye beni azarlardı. Evet, bunu ben de biliyordum ama bu kadar telaş içerisindeyken defterleri açıp isimleri bulmak bana gereksiz bir külfet gibi geliyordu. Yama-san ise bir talimat vereceği figüranların isimlerini benden sorardı. Ancak ben ismini bulup Yama-san’a bildirdikten sonra, Yama-san adama bir şey söylüyordu. “Bay X, lütfen iki adım sola gider misiniz?” Tabii ki adı duyulmamış figüran, kendisine bu şekilde adıyla hitap edildiğini duyunca çok keyifleniyordu. Yama-san’ın bu konudaki dikkatli davranışları onu amacına ulaştırıyor, oyunculara ellerinden gelenin en iyisini yaptırıyordu.
Bütün bunların yanı sıra, Yama-san’dan oyuncularla ilgili birçok önemli şey öğrendim.
Birincisi, insanların kendilerini tanıyamamaları ve kendi konuşma ile yürüme alışkanlıklarına objektif bakamamaları.
İkincisi, bilinçli bir hareket yapıldığında, perdede dikkat çeken şeyin yapılan rol değil, o rolü bilinçli olarak yaşaması.
Üçüncüsü ise, bir oyuncuya bir şey yapmasını söylediğinizde, neden öyle yapması gerektiğini anlamasını sağlamak, yani rolünün gerektirdiği güdüleri tanımak.
“Toeiro’nun Aşkı” filminin tamamlanmasını kutladığımız partide, Bayan Yamamoto yanıma gelerek, “Kocam çok memnun. Kurosawa senaryo yazıyor, yönetmenlik yapıyor, montaj yapıyor ve şimdi de seslendirmeyi öğrendi. Sizin büyük bir yönetmen olacağınızı söylüyor,” dedi. O anda gözlerimin dolduğunu hissettim. Yama-san en iyi öğretmendi. Yama-san, sana söz veriyorum, daha çok ve daha uzun çalışacağım. Yama-san’ın anısına söyleyeceklerim bu kadar.
*
Yetmiş yaşıma geldiğim şu günlerde bile sinirlerime hâkim olamıyorum. Hâlâ bir anda patlayan havai fişekler gibi parlıyorum, ama kısa sürede sinirim geçiyor. Uzaydaki uydular gibi uçuyorum, ama arkamda radyoaktivite bırakmıyorum. Yine de benim sinirim, iyi huylu bir sinir.
Naruse’nin yöntemi, üst üste birleştirilen kısa çekimlerden oluşuyordu, ancak sonunda tek ve uzun bir çekim etkisi yaratıyordu. Çekimler arasındaki geçişleri o kadar mükemmel yapıyordu ki farkına bile varamıyordunuz. İlk bakışta sıradan ve sakin görünen bu parçalar birleştirildiğinde asıl gücünü ortaya koyuyordu. Tıpkı bir nehrin dibindeki güçlü akıntıları gizleyen, üstteki sakin sular gibi. Çalışırken kendine olan güveni, başkalarıyla kıyaslanamayacak kadar yüksekti.
Yılın en soğuk ayı olan Şubat’ta, Hakamo dağlarındaydık. Gün boyu, bembeyaz Fuji Dağı’nın eteklerinden esen buz gibi rüzgar, ellerimizi ve yüzlerimizi çatlatmış, sanki buruşmuş ipek kumaşlara dönüştürmüştü. Otelden çıktığımızda henüz gün doğmamış olurdu. Sete vardığımızda ise güneş, dağın tepesinde gül pembesi bir renkle kendini gösterirdi. Her gün sete giderken, setteki kısa dinlenme molalarında ve otele dönerken hayranlıkla seyrettiğim o muhteşem manzarayı unutmak mümkün değil. Belki Takizawa’ya saygısızlık ediyorum ama o inanılmaz güzellikteki manzara, beni, çektiğimiz filmden daha fazla etkilemişti.
Hastalık onu öylesine zayıflatmıştı ki, sanki karşımda bir hayalet duruyordu.
“Güzel insanlar genç ölür,” diye bir atasözü vardır, fakat aynı zamanda iyi insanların da hayatları kısa olur.
Aşırı içki alışkanlığım, Atlar filminin çekimi sırasında başlamıştı. Yönetmen yardımcıları olarak o kadar yoğun çalışıyorduk ki, akşamları otelde yemek yerken saki içmeye bile vakit bulamıyorduk. Aceleyle bir şeyler atıştırıp, ertesi günkü çekimlere hazırlanmaya başlıyorduk. Gece otele geri döndüğümüzde ise herkes çoktan uyumuş oluyordu.
Durumumuza üzülen otel sahipleri, her birimizin yastığının yanına birer saki sürahisi koyuyor ve ısıtabilmemiz için ateşin üzerinde bir çaydanlık bırakıyorlardı. Böylece, her gece kafamızı yorganın kenarından çıkarıp yatağımızda saki içiyorduk, adeta kafasını kabuğundan çıkarıp beslenen kaplumbağalar gibi…
Fakat sinirlenmemeye dikkat etmek zorundayım, çünkü çektirdiğim bir röntgen filminden öğrendiğime göre, beyin damarlarımdan birinde garip bir kıvrım varmış. Normalde düz olması gereken bu damar, bende doğuştan kıvrımlıymış. Bu yüzden çocukluğumda da sık sık fenalaşırdım. Hatta Yama-san bazen, “Birden belleğin karışıyor, başka yerlere gidiyorsun,” derdi. Bunun pek farkında olmasam da, arada bir çalışırken yaptığım şeyleri tamamen unuttuğum ve bir tür transa girdiğim zamanları hatırlıyorum.
Beyin yeterli oksijen alamadığında bu durum tehlikeli olabiliyor. Çok çalıştığımda ya da aşırı sinirlenip heyecanlandığımda, beynimdeki bu kıvrım nedeniyle gelen kan yeterli olmayabiliyor ve bu da geçici krizler yaratıyor.
Gecenin sessizliğinde Morita’nın Seico’daki evine doğru yollandım, ışıkları kapalı olan evin kapısını çaldım, ve kısa süre sonra Morita uykulu gözlerle kapıyı açtı. Hemen kitabı eline vererek, “Harika bir kitap, lütfen hemen okumalısın,” dedim. O da “Peki,” diyerek söz verdi. “Sabah ilk işim bu olacak,” dedi. Suratındaki ifadeden, bu çocuğu durdurmanın imkansız olduğunu düşündüğünü hissettim.
Bu olay, tüyleri yeni bitmeye başlamış kuş misali, beni yönetmenlikteki ilk deneyimime doğru itmişti.
Gece uzaktan gizlice izlediğim Yama-san, Sugata Sanshiro için yazdığım senaryoyu sayfa sayfa okuyor, bazen sayfaları geriye dönerek tekrar inceliyordu. O karanlıkta gördüğüm gölgede ne günün yorgunluğu ne de gecenin içkisi vardı. Barakada kalan herkes uyumuştu, sessizliği yalnızca çevrilen sayfaların hışırtısı bozuyordu. Bir an “Sabah erken kalkmanız gerekiyor, bu kadar yeter, benim için uykusuz kalmayın, yatın,” diyecektim, ama konuşacak gücü bulamadım. Bu ciddiyet, insanda bir korku uyandırıyordu. Sessizce oturdum, sırtımı dik tuttum ve okumasını bitirene kadar bekledim. O anı, Yama-san’ın sırtını ve sayfaların sesini asla unutmayacağım.
Sanshiro, hocasından azar işittikten sonra ona olan bağlılığını ve sadakatini kanıtlamak amacıyla kendini bahçedeki havuza atar. Bütün gece havuzdaki bir ağaç kütüğüne tutunarak kalır ve ancak sabah olduğunda dışarı çıkar. Fucita ile son karşılaştığımda, bir yönetmenin bu sahneyi eleştirdiğini ve lotus çiçeklerinin gece açmadığını, ayrıca açtıklarında ses çıkarmadıklarını söylediğini duydum.
Oysa bu sahneyi çekerken Sanshiro’nun havuzda tüm gece kalıp sabah çıktığını anlatabilmek için büyük çaba sarf etmiştim. Güneşin ışığını, ayın hareketlerini ve sabah çiçeklerin üzerine çiy tanelerini bile yerleştirdim. Eğer birisi bütün bunları anlamayıp lotusların gece açtığını sanmışsa, yapabileceğim bir şey yok. Daha da kötüsü, çiçeklerin açtığında ses çıkarmadığına dair eleştiriler getirmesi, sahnenin amacını anlamadıklarını gösteriyor.
Lotus çiçeklerinin açarken ses çıkarıp çıkarmadıkları konusunda kendi tecrübem var. Bir sabah erkenden Ueno’daki Şinobazu havuzuna gittim ve lotus çiçeklerinin sabahın ilk ışıklarıyla açılırken çıkardığı sesleri duydum. Fakat burada önemli olan nokta, çiçeklerin gerçekten ses çıkarıp çıkarması değil, bu sahnenin bir fizik olayından ziyade bir estetik girişim olduğudur.
Bu bana, Başo’nun ünlü haikusunu hatırlatıyor:
*Eski bir havuz
İçine atlayan bir kurbağa
Ve suyun sesi.*
Bunu okuyup “Evet, bir kurbağa suya atlarsa tabii ki ses çıkarır,” diye düşünenler, şiirin derin duyarlılığını yakalayamayanlardır. Aynı şekilde, Sanshiro’nun lotus çiçekleri açarken duyduğu sesleri garip bulanlar da sinemanın estetiğini ve duyarlılığını anlamayanlardır. Maalesef, bazı film eleştirmenleri de bu gruba giriyor. Onların gördükleri, anlatılmak istenenden tamamen farklı olabiliyor, sanki içlerindeki bir şeytan gerçekliği görmelerini engelliyor. Bu tip insanlar için yapılacak pek bir şey yok!
*
Set dekoratörlerim ve kostümcülerim, bütçemizin çok kısıtlı olmasına aldırmadan, “Sen o işi bize bırak,” diyorlardı. Herkesin her şeyi tam da benim istediğim gibi yapması beni derinden etkiliyordu. Bir gün yönetmen olursam acaba bu işi başarabilir miyim diye duyduğum bütün kuşkular, ilk çekimden sonra tamamen ortadan kalkmıştı. Tıpkı bir yağmurdan sonra çıkan güneşin, bulutları dağıtıp gökyüzünü parlatması gibi, endişelerim yok oluvermişti.
Yönetmen yardımcılığım döneminde, Yama-san’ın çalışmalarını izlerken, onun her eksikliği anında fark edip hızlıca çözüm bulabilmesi beni hayrete düşürürdü. Kendi kendime “Ben bu kadar uzağı göremiyorum, iyi bir yönetmen olamam herhalde,” diye karamsarlığa kapılırdım. Ancak yönetmenlik yapmaya başladığımda, olaylara yönetmen gözüyle baktığımda, yardımcısı olduğum dönemde göremediğim birçok şeyi artık rahatlıkla görebildiğimi fark ettim. İki pozisyon arasındaki farkı anlamıştım. Kendi eserini yaratmak, bir başkasının eserine destek olmaktan tamamen farklı bir yaklaşım gerektiriyordu. Hele ki kendi yazdığınız bir senaryoyu çekiyorsanız, o senaryoyu herkesten iyi bilen kişi siz oluyorsunuz. Yönetmen olduktan sonra, Yama-san’ın “Yönetmen olmak istiyorsan önce senaryo yazmayı öğrenmelisin,” sözünün ne kadar derin ve faydalı olduğunu daha iyi anladım.
*
Sugata Sanshiro hakkında söylemek istediğim daha birçok şey var, fakat hepsini anlatmaya kalkarsam sadece o film için bir kitap yazmam gerekirdi. Bir yönetmen için, bitirdiği her film sanki bir ömür boyu sürmüş gibi gelir. Ben de yaptığım filmlerle birçok hayat yaşadım ve her biriyle farklı bir yaşam tarzı deneyimledim. Her filmimde, kendime yeni bir kişilik kazandırdım ve o karakterleri gerçekten yaşadım. Bu yüzden yeni bir filme başlarken, bir önceki filmdeki karakterleri ve dünyayı unutmak büyük bir çaba gerektiriyor.
“Oluşma sürecindeki insanlar” derken, ne kadar cilalarsanız cilalayın bir mücevher şekline gelemeyecek insanları kastetmiyorum. Sanshiro, tam tersine, öyle bir malzemeydi ki, cilalandıkça daha da parlıyordu. Bütün film boyunca, içindeki cevheri ortaya çıkarabilmesi için büyük bir gayretle onu işlemeye devam ettim.
Kendimi, inatçı maymunlarla savaşan dik kafalı bir köpek gibi hissediyordum.
Şimdi o günkü davranışlarımı düşündüğümde, birlikte çalışılması zor bir yönetmen olduğumu kabul ediyorum. Söylediğim her şeyi, bir soru bile sormadan eksiksiz yapmaları gerçekten harika bir şeydi. Ancak, o günün savaş koşullarında, herkes zaten bir şekilde emir almayı kabullenmişti.
*En Güzel* filminin çekimleri tamamlandıktan sonra, bu filmde oynayan aktrislerin hepsi mesleklerini bırakıp evlendiler. Aralarında gerçekten çok yetenekli olan ve geleceği adına umutlu olduğum kişiler de vardı. Bu durum karşısında sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim. Ancak, hiçbir zaman sert tutumumun onların kariyerlerini bırakmalarına neden olduğuna inanmak istemedim.
Sugata Sanshiro’nun büyük sükse yapmasından dolayı yapımcı şirket, bu popüler judo şampiyonunun maceralarına devam etmemi istedi. Ancak bu, konuya sadece ticari bir gözle bakmanın sakıncalı yönlerinden biriydi. Görünen o ki, Japon film şirketleri, söğüt ağacının altından geçen deredeki balıkla ilgili atasözünü duymamışlardı: Orada bir defa balık tutmak, her zaman tutabileceğiniz anlamına gelmez!
Yapımcılar, geçmişte başarılı olan filmlere her zaman devam etmek isterler. Yeni düşler yaratmak yerine, eski hayallerin peşinde koşarlar. Bir filmin devamının, hiçbir zaman orijinali kadar etkili olmayacağını bilmelerine rağmen ısrar ederler. Ben buna yalnızca 1. derecede ahmaklık derim.
Bir filmin devamını çekmek zorunda kalan yönetmen, büyük ölçüde orijinaline sadık kalmak zorundadır. Bu da, pişirdiğiniz bir yemeğin artıklarından yeni bir yemek yapmaya benzer. Bu garip karışımı yemek zorunda kalan izleyiciler ise genellikle memnun olmazlar.
Bir gün, set işçilerinin kardeşlerin kalacağı kulübeyi yapmalarına yardım ediyordum. Eldivenlerim yapışkan karla kaplanmıştı ve ateşte karları eritmeye çalışıyordum. Sonra güneş batınca hava birden soğudu, ıslak ve yapışkan ellerim tamamen uyuştu. Diğerleriyle birlikte hemen sıcak kaplıcaları olan otele döndüm.
Niyetim, doğruca sıcak havuza atlayıp ısınmaktı. Ancak su o kadar sıcaktı ki, dayanamayacağımı düşünerek havuza giremedim ve aceleyle soğuk su eklemek için bir kap aramaya başladım. Bir kova bulup soğuk su doldurdum, ama geri dönerken ayağım öyle bir kaydı ki, kova önce tavana doğru fırladı ve buz gibi su başımdan aşağıya döküldü. Hayatımda hiç bu kadar üşümemiştim. Bu durum, Yama-san’ın sıcaklıkla ilgili anlattığı öykünün soğuk versiyonu olabilirdi.
Çıplak ve titreyerek soğuk su eklemeye çalışırken, ekibim de yavaş yavaş hamama gelmeye başlamıştı. Dişlerimin titremesinden dolayı zorlanarak bağırıp yardım istedim. Ne kadar üşüdüğümü görünce hemen kovalarla havuzdan sıcak su alıp biraz soğuk su ekleyerek başımdan aşağı dökmeye başladılar. Birkaç kovadan sonra kendime geldim ve neden daha önce bu çözümü düşünmediğimi sorguladım. Anladım ki insanlar paniğe kapılınca mantıklarını yitirip iyice ahmaklaşıyorlar.
Karım, evlenmeden önce aktris olarak sürdürdüğü kariyerinden ayrılmıştı, fakat bilmediği şey, benim maaşımın onun çalışırken aldığı maaşın ancak üçte biri kadar olduğuydu. Hiçbir zaman bir yönetmenin bu kadar düşük bir ücret alacağını tahmin etmediği için, hayatımız adeta “yanan bir at arabasının üzerinde yapılan bir gezi” gibi geçmeye başlamıştı.
Her senaryoyu bitirdiğim gece, saki içerken gözlerimden yaşların süzüldüğünü çok iyi hatırlıyorum. O yaşları durdurabilmek için hiçbir şey yapamamıştım.
Savaş bittikten sonra ben de baba olmuştum, ama babam torununu hiç kucağına alamadı. Tokyo’ya dönerken, babam bana içi pirinç dolu (zor bulunuyor) büyük bir sırt çantası verdi. Hamile karımın en azından pirinç yiyebilmesini istediği için, beni adeta bir yük beygirine çevirmesini hoş karşıladım. Çanta o kadar ağırdı ki, kaslarımı biraz gevşetsem sırt üstü düşüyordum. Çantamı hiç indirmeden, zaten kalabalıktan sardalya kutusuna dönmüş tıkış tıkış trenin bir köşesine sıkıştım.
Yan yolda bir yerde, trene binen bir subay ve karısı kendilerine yer açmak için insanları itiyorlardı. İtiş kakıştan rahatsız olan bir kadın şikayet etmeye kalktı. Subay hemen, “İmparatorluk Ordusu’nun bir subayıyla nasıl böyle konuşuyorsun,” diye çıkıştı. Kadın ise sakin bir şekilde, “İmparatorluk Ordusu’nun bir subayı olarak siz ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Subay boyun eğerek Tokyo’ya kadar bütün yol boyunca sessiz kalmayı tercih etti. Bu olay bana Japonya’nın savaşı çoktan kaybettiğini açıkça anlatmıştı.
Senaryoyu üç günde yazabileceğim sözünü vermem, ayrıca çekimler için sadece bir sete ihtiyacım olduğunu ve bu işi de stüdyonun arkasındaki imparatorluk ormanında halledebileceğimi söylemem, onlar için büyük bir kolaylık oldu. Ancak bu durum bana, “Daha porsuğu yakalamadan kürkünün kaç para edeceğini düşünmeyin!” sözünü anımsattı.

O sözleri unutmak istesem de unutabilmem mümkün değil: “Demek sizce, *Kaplanın Kuyruğuna Basanlar*, Kabuki piyesi *Kanjincho’nun* bir taklidi, ama aslında Kabuki piyesi de Japon lirik dramı *Ataka’nın* bir taklidi.”
Eğer İmparator, silahların bırakılması yerine “Yüz Milyon İnsanın Onurlu Ölümü” emrini verseydi, şu an sokaklara dökülen bu insanların hepsi bu emri yerine getirip kendilerini öldüreceklerdi. Ben de aynı şeyi yapacaktım. Japonlar, kendini feda etme yolunda büyük özveri anlayışıyla yetişen ve büyüyen bir halktır. “Ben” demeyi adeta ayıp bir şey olarak görürler. Bize böyle öğretildiği için, bunun nedenini sorgulamak hiç aklımıza gelmemiştir.
*
Bu sıralarda Takahama Kyoşi’nin bir kitabında “Çağlayan” isimli bir şiire rastladım, okumanızı öneririm:
Bir dağın tepesinde
Su göründü
Ve aşağıya yuvarlandı
İlk okuduğumda çok beğendim. Büyük ihtimalle bir amatör yazmıştı. İfadelerdeki saflık, açıklık ve basitlik gerçekten hayranlık vericiydi. Şiir bana çok çarpıcı geldi. Bunu okuduğumda, yan yana dizilmiş ve belki biraz süslenmiş kelimelerden ibaret olan kendi şiirlerim bana çok yavan göründü. Sonuçta, hem bu alandaki eğitimimin hem de yeteneklerimin yetersiz olduğunu fark ettim ve kendimden utandım. Anladığımı sandığım ama aslında tam bilmediğim pek çok şey olduğunu düşündüm.
“İnsan, bildiğini zannettiği bir şeyi asla öğrenemez.” – Epiktetos
*
Toho, sorumsuz bir hareketle, on yıl boyunca çalışanlar arasında kurulan uyumu bir anda bozmakla kalmamış, aynı zamanda yeni çalışanların yetişmesi için gereken bir on yılı da gözden çıkarmıştı.
*Gençliğime Hayıflanmıyorum* filmi, bu iki grevin yarattığı karışıklıklar arasında çekildi. Ancak, savaştan sonraki özgürlük ortamında çektiğim ilk film olması beni derinden duygulandırmıştı. Kyoto’da çekimleri yaparken gördüğüm otlar, çiçek açan çayırlar ve güneş ışığını yansıtan dereler, tüm bu doğal güzellikler benim için adeta bir coşku seliydi. Kalbim sanki aniden dans etmeye başlamış ve bulutların arasında uçabilmem için iki yanımdan kanatlar çıkmıştı. Bu deneyim, benim açımdan unutulmaz bir mutluluk anıydı.
*Harika Bir Pazar*’dan on yıl önce, *Tocuro’nun Aşkı* filminin çekimi sırasında, açık bir sette vincin üzerinde oturuyordum. Kalabalık figüran grubuna yapmaları gerekenleri anlatırken, o kalabalık arasından birinin kameraya el salladığını fark ettim. Film çekimindeki en basit kurallardan biri, oyuncuların kameraya bakmaması olduğundan, o kişiye bir ders vermek için aşağıya indim. Yanına yaklaştığımda, kafasında garip bir at kuyruğuyla bana gülümseyen birini gördüm. “Söyle, Kuro-çan!” diyordu. O anda onun Uekusa olduğunu anladım ve şaşkına döndüm.
Ona burada ne yaptığını sorduğumda, gururla son zamanlarda figüranlıktan iyi para kazandığını söyledi. Film çekimiyle o kadar meşguldüm ki, onun muziplikleriyle uğraşacak zamanım yoktu. Beş yen verip eve gitmesini söyledim. Parayı aldı, ama daha sonra eve gitmediğini öğrendim. Sette, sahibi olmayan bir samuray elbisesi giymiş ve kendini benden gizlemek için geniş kenarlı bir hasır şapka takarak figüranlığa devam etmiş. Üstelik benim verdiğim paraya ek olarak yevmiyesini de tam olarak almış. Bunu bana anlattığında, sette hep yanlış yerlerde dolaşan ve bana sürekli sorun çıkaran o hasır şapkalı samurayı hatırladım. Eski dostum Keinosuke, dert çıkarmakta daima çok becerikliydi.
Filmin en can alıcı noktası olan son sahnede, aramızda bir görüş ayrılığı çıkmıştı. İki yoksul aşık, amfitiyatro şeklindeki boş bir konser salonundadır ve sanki Schubert’in *Bitmemiş Senfonisi’ni* dinliyorlardır. Ancak bu sahnede hiç müzik yoktur; her taraf sessizliğe bürünmüştür. Bu noktada, kız sinema kurallarını çiğneyerek izleyicilere dönüp, “Bizim için üzülüyorsanız, lütfen ellerinizi çırpın. El çırparsanız, eminiz ki müziği duyacağız,” der. İzleyiciler el çırpmaya başlar ve filmdeki çocuk, orkestrayı yöneteceği bageti eline alır. Bageti sallamaya başladığı an *Bitmemiş Senfoni*’nin nağmeleri duyulmaya başlar.
Buradaki amacım, izleyicilere doğrudan seslenerek onları filme katmaktı.
Ne yazık ki bu deneyim Japonya’da istediğim etkiyi sağlayamadı, fakat Paris’te çok başarılı bir şekilde uygulandı. Fransız izleyiciler, el çırpma isteğine büyük bir içtenlikle katıldılar ve alkışlar kesildiği anda müziğin başlaması, beklediğimden de öte bir duygu yoğunluğu yarattı.
*Harika Bir Pazar* gösterime girdikten birkaç gün sonra bir kart aldım. Karttaki mesaj şöyleydi: “Harika Bir Pazar bittikten sonra sinema salonunun ışıkları yandı ve herkes dışarıya çıkmak üzere ayağa kalktı. Fakat yaşlı bir adam yerinden kalkamamıştı, hıçkırarak oturuyordu.” Okumaya devam ettikçe sevinçten çığlık atma noktasına geldim. O yerinden kalkamayan ve hıçkıran yaşlı adam, Uekusa ve benim eğitimimizin temel direği olan ilkokul öğretmenimiz Bay Taçikava’ydı.
Taçikava Seici’nin kartı şöyle devam ediyordu: “Filmin sonundaki yazılarda ‘Senaryo: Uekusa Keinosuke; Yönetmen: Kurosawa Akira’ isimlerini gördüğümde, göz bebeklerimin öünde mercekler belirdi…”
Bay Taçikava ile en son yemek yediğimiz günün üzerinden yirmi beş yıl geçmişti. Onun hayli yaşlandığını ve küçüldüğünü görmek bizi çok üzmüştü. Dişleri de artık zayıflamıştı ve *sukiyaki*deki etleri zorla çiğneyebiliyordu. Ona daha yumuşak bir şey ısmarlamak istediğimde beni durdurdu. Bu güzel ziyafetin yeterli olduğunu ve sadece bizi görebilmek için geldiğini söyledi. Sevgili öğretmenimize itaat ettik ve yerlerimize oturduk. Yüzümüze bakarken, mutlu olduğunu belirten sesler çıkararak kafasını salladı. Ona tekrar baktığımda, yüz hatları yavaş yavaş belirsizleşti ve yaşla dolan gözlerim onu göremez hale geldi.
Bundan sonraki senaryomu da Uekusa’yla birlikte yazdım. Atami’de, deniz kenarında bir kaplıca otelinde kalıyorduk. Odanın penceresinden deniz manzarası görünüyordu ve koyun biraz açığında, karaya oturmuş bir şilep vardı. Bu tekne, savaşın sonlarına doğru Japon savaş endüstrisinin demir bulamaması nedeniyle yapılan bir beton gemiydi. Yazın sonuna yaklaşmamıza rağmen bunaltıcı sıcak devam ediyordu. Çocuklar, geminin su üzerinde kalan ön güvertesini tramplen gibi kullanarak kendilerini güneş ışığında parıldayan suya atıyorlardı.
*
Sarhoş Melek
Yama-san, köklerini karaborsacılığa gömmüş yakuza (mafya) elemanlarını ele alıyordu. Ben de bu yakuzalara ilgi duyuyordum ve Yama-san’dan daha derinlemesine incelemek istiyordum. Bunlar nasıl insanlardı? Kurdukları örgütlerin ayakta kalmasını sağlamak için yerine getirmek zorunda oldukları koşullar nelerdi? Yakuza elemanlarının psikolojik yapıları nasıldı ve büyük gurur duydukları vahşetlerinin kökeni neydi?
Bu soruları daha ayrıntılı inceleyebilmek için, filmin bir karaborsa pazarında geçmesine ve belli bir alanın kontrolünü elinde tutan bir yakuzayı kahraman yapmaya karar verdim. Bu adamın kişiliğini tam anlamıyla ortaya çıkarabilmek için karşısına zıt bir karakter koymayı düşündüm. Bu karakter, mahalleye yeni gelen, insanlığa hizmet etmek tutkusuyla yanıp tutuşan genç ve hümanist bir doktor olacaktı. Fakat Uekusa’yla ne kadar uğraştıysak da, doktor karakterine istediğimiz kişiliği bir türlü kazandıramadık. Doktor, kafamızda o kadar mükemmel bir şekilde idealize edilmişti ki, onu hayata geçirip “nefes aldıramıyorduk.”
Öte yandan, çete reisi karakteri tam anlamıyla belirlenmişti. Her hareketi kan kokan bu kişilik, adeta yaşamaya başlamıştı. Bunun zor olmamasının nedeni, Uekusa’nın her gün buluştuğu gerçek bir model bulmamızdı. Uekusa, bu adamdan ve yeraltı dünyasından o kadar etkilenmişti ki, sık sık bu konuda tartışır olmuştuk.
Karakterlerin geri planında, mahalle halkının tüm çöplerini attığı ve çevresinde pislik dağlarının yığıldığı, mide bulandırıcı bir çirkef gölcüğü kullanacaktık. Bu çirkef, mahalleyi zehirleyen her türlü kötülüğün bir sembolüydü. Ancak, doktoru bir türlü istediğimiz gibi yaşatamıyorduk; kafamızda o, sadece bir kukla gibi kalıyordu. Uekusa’yla her gün karalamalarla dolu bir kağıt yığını arasında oturuyor, yazdıklarımızı beğenmiyor ve kağıtları buruşturup atıyorduk. Artık bir çıkış yolu bulabileceğimizi düşünmekten vazgeçmiş, tüm projeyi bırakma noktasına gelmiştim.
Ama ne zaman bir senaryo yazarken tıkanma noktasına gelsem, daima bir mucize olur. Bu deneyimlerden öğrendiğime göre, bu belirsizlik ve çaresizlik anlarında dişlerimi sıkıp Zen tarikatının kurucusu Bodhidharma’nın yöntemini uygulayarak önüme çıkan duvara gözlerimi dikerek durursam, sonunda bir kapı açılır ve önümde yeni bir yol belirir.
Bu defa da aynı şeyi yaptım. Günler boyu oturup, bir türlü canlanmayan doktor kuklasını iç gözümle süzdüm. Beş gün geçtikten sonra, Uekusa’yla birlikte birdenbire bir esin gelmiş gibi ayağa fırladık… İkimiz de aynı anda bir doktoru hatırlamıştık. Senaryoyu yazmaya başlamadan önce, karaborsa çarşılarını dolaşarak bir hazırlık çalışması yapmıştık. Bu sırada, bir liman şehri olan Yokohama’da alkolik bir doktorla karşılaşmıştık. Kibirli tavırlarıyla bizi hayli etkileyen bu doktoru birkaç kez bara davet etmiş, bir yandan içip bir yandan anlattıklarını dinlemiştik.
Doktorun çalışma izni yoktu ve müşterileri, mahallenin garibanlarıydı. Yasadışı jinekolojik operasyonlarını anlatırken o vahşet karşısında mide bulantısı hissettiğimi hatırlıyorum. Fakat zaman zaman insan doğasıyla ilgili öyle zekice ve yerinde yorumlar yapıyordu ki, hayran kalmamak elde değildi. Attığı kahkahalar, ölçüsüz gururunun ve kural tanımaz tavrının altında derin bir insan sevgisi yattığının kanıtıydı. Uekusa’yla birbirimize bakıp, “Tamamdır,” dedik ve daha önce bu doktoru nasıl aklımıza getirmediğimize şaşırdık.
Başta düşündüğümüz, genç ve insanlığa hizmet etme tutkusu taşıyan doktor kuklasından hemen vazgeçtik. Sonunda *Sarhoş Melek* karakteri ortaya çıkmıştı. Yeni karakterimiz adeta yaşamaya, nefes almaya ve hareket etmeye başladı. Şan ve parayı elinin tersiyle iten doktor dostumuz, yoksul insanlar arasında yaşamayı tercih etmişti. Büyük bir inatla bazı hastalıkları yenmiş ve mahallede çok popüler bir figür haline gelmişti. Daima en az üç günlük sakalıyla dolaşırdı ve saçları hep darmadağınık olurdu.
Kendisine ukalalık edilmesine asla dayanamayan ve pervasız cevaplar veren doktorun, bu sert kişiliğinin ardında dürüstlük ve insan sevgisi yatıyordu. Yeni oluşturduğumuz doktor karakterini, karaborsacıların olduğu mahalledeki çirkef birikintisinin karşısında bir kliniğe yerleştirdik. Doktor ve çirkef gölünü kontrol eden çete reisi arasında senaryoda çok güzel bir denge kurmayı başardık. Artık senaryoya başlamak için gereken tek şey, bu iki karakteri karşı karşıya getirmekti.
Uekusa’yla filmin henüz başında, ilk sahnede doktor ve çete reisini karşılaştırarak aralarındaki zıtlıkları ortaya koyduk. Çete reisi, bir çatışma sırasında eline saplanan mermi çekirdeğini çıkarması için alkolik doktora gider. Doktor kurşunu çıkarırken, çete reisinin akciğerlerinde veremin yol açtığı delikler olduğunu fark eder. İşte bu verem mikrobu, iki karakterin kaderlerini birbirine bağlayacaktır. O noktadan sonra, verem tedavisi için yapılması gerekenler, doktor ve çete reisi arasında sürekli tartışmalara neden olacaktır. Konuyu bu şekilde tasarladıktan sonra, senaryoyu kısa sürede bitirdik.
Tabii bu kadar hızlı yazmamız, Uekusa’yla aramızda tartışmalar çıkmasını engelleyemedi. Sebebini tam olarak hatırlayamıyorum; belki Uekusa’nın, hazırlıklarımız sırasında çete reisiyle yakınlaşmasından, belki de Uekusa’nın doğasında zayıf ve yaralı insanlara sempati duymasından kaynaklanıyordu. Her ne sebeple olursa olsun, benim yakuza sistemine yaklaşımım ona ters gelmişti. Uekusa, bir yakuzanın yoldan çıkmasının sorumluluğunun sadece ona yüklenmesine karşı çıkıyordu. Belki de haklıydı. Yakuzaların ortaya çıkmasında toplumun da büyük bir sorumluluğu vardı, belki daha büyük bir sorumluluk. Fakat ne olursa olsun, ben onların davranışlarına sıcak bakamıyordum. Aynı toplumda namuslu ve dürüst insanlar da vardı. Hayatlarını, bu dürüst insanları korkutup katlederek sürdüren mafya elemanlarını affedemiyordum. Bu tür insanların davranışlarına karşı çıkmayı bir tür güç gösterisi olarak görenlere de karşıydım.
Toplumun bu tür insanların ortaya çıkmasındaki rolü konusunda bir gerçeklik payı olsa bile, bunu suç işlemeye bahane olarak kabul edenlerle aynı fikirde olamazdım.
Uekusa, karakterlerimizin temelde birbirine benzemediğini düşünüyordu, ancak ben bu fikrine katılmıyorum. O, benim hiçbir zaman pişmanlık, umutsuzluk ve yenilgi yaşamadığımı iddia ediyor, “Sen güçlü doğmuşsun,” diyor. Kendisinin ise doğuştan güçsüz olduğunu, yüreğinde sürekli bir acı ve gözyaşlarıyla büyüdüğünü söylüyor. Onun bu düşüncesini çok yüzeysel buluyorum. Hayatın karşıma çıkardığı engellerle mücadele edebilmek için “güçlü” birini oynuyorum. Uekusa ise bu acılarla mücadelesinde ‘güçsüz’ maskesini tercih ediyor. Sadece bir maske takıyor; işte yüzeysel açıdan baktığımızda aramızdaki fark buydu. Fakat aslında içimizde, ikimiz de aynı derecede güçsüz insanlardık…
Uekusa ile aramızdaki farkları burada yazmamın sebebi ona saldırmak ya da kendimi savunmak değil; aslında kendimi anlatmak. Ben özel bir insan değilim. Çok güçlü biri değilim. Büyük yeteneklerle doğmuş bir insan da değilim. Zayıf yönlerimi göstermemek için çabalayan ve yenilgiyi sevmediği için aşırı mücadele eden bir insanım.
*
Oyuncu seçmeleri; jüri perspektifi:
Bir aktörün beceri ve yeteneklerini doğru bir şekilde değerlendirebilmek ve gelecekte neler yapabileceğine karar vermek için bu konuda uzmanlık gerektiğini belirttim. Dolayısıyla, aktör seçimi söz konusu olduğunda, uzmanların oylarının tamamen konu dışı olan kişilerle eşit ağırlıkta olmasının adaletsiz bir yaklaşım olacağını vurguladım. Bu durumu, ender bulunan bir mücevherin değerini saptamak için bir kuyumcu yerine mahalle manavına götürmeye benzettim. Bu nedenle, aktörün beceri ve yetenekleri değerlendiriliyorsa, uzmanların oy hakkının, amatörlerden en az üç, hatta beş kat daha fazla olması gerektiği konusunda ısrarcı oldum. Oylamanın bu çerçevede yeniden gözden geçirilmesini talep ettim.
Sinema dünyasındaki çoğu insan, Mifune’yi benim keşfettiğimi ve eğittiğimi sanır; aslında bu doğru değil. Daha önce de belirttiğim gibi, ondaki cevheri keşfeden Yama-san’dı. O cevheri gerektiği gibi işleyenler ise ilk filminde Sen-jan ve ikinci filminde Yama-san’dı. Benim yaptığım, bu iki filmde ortaya koyduğu beceri ve yetenekleri fark ederek *Sarhoş Melek* filminde başrolü verip yeteneğinin doruğa ulaşmasını sağlamak oldu.
Bir aktörün oyun gücünün çok yüksek olması, bir yönetmeni nadiren zor durumda bırakır. Ancak, zaman zaman Mifune’yi kontrol altına alıp istediği gibi oynamasını engellemeseydim, rakibi doktoru oynayan Şimura Takaşi’nin performansı tamamen bozulacaktı. Bu durumda filmin genel yapısı da istemediğim bir hale gelecekti. Öte yandan, yeni bir aktörün filizlenmeye başlayan coşkularını bastırmak, ona zarar verecek bir davranış olurdu. Mifune’nin cazibesi, güçlü niteliklerini farkına varmadan doğal bir şekilde ortaya koymasından kaynaklanıyordu. Onu bu konuda engelleyebilmenin tek yolu, onu oynatmamak olurdu. Bu da beni gerçek bir ikilemin içine sokuyordu. Mifune’nin bu anlatılamaz cazibesi, bana aynı anda hem keyif hem de acı veriyordu.

Mifune’nin olağan dışı niteliklerine karşı verdiğim savaş, adeta beni ruhsal hapishanemden çıkarmıştı. Kendimi birdenbire dışarıda ve özgür hissettim.
Sarhoş Melek filmini yönettiğim sıralarda babamı kaybettim. Babamın çok rahatsızlandığını belirten telgrafı aldığımda, filmi zamanında yetiştirebilmek için büyük bir gerilim içindeydim ve Akita’ya, onu görmeye gidemedim. Daha sonra ölüm haberi geldiğinde, tek başıma Şincuku’ya gittim. İçki içmeye çalıştım, fakat içki beni daha da kötüleştirdi. Bezgin bir halde, Şincuku caddelerindeki kalabalık arasında dolaşmaya başladım. Kafamdaki tüm düşünceler silinmişti. Yalnız yürürken kulağıma “Guguk Kuşunun Valsi”nin bir hoparlörden gelen neşeli melodileri ulaştı. Şarkının parlaklığı, beni biraz yatıştırdı ve üzüntümü katlanılabilir hale getirdi. Adımlarımı hızlandırıp bu etkileyici müzikten kaçtım.
*Sarhoş Melek*’in bir sahnesinde, Mifune’nin canlandırdığı karakter, karaborsacılar sokağında elemle, kederle yürümektedir. Dükkan sahiplerinin davranışlarından, artık gücünü kaybettiğini fark eder. Aynı zamanda verem olduğunu bilmektedir. Bu düşünceler, yürüdükçe karamsarlığını daha da artırır.
Toho’da çıkan üçüncü grevi, tam anlamıyla bir çocuk kavgasına benzetirim. Aynı, oyuncak bebeği paylaşamayan iki kardeşin, bebeği elinden, kafasından ve ayaklarından çekerek parçalamasına benzerdi. Bu durumda, kardeşler şirket ve sendika, bebek ise stüdyoydu.
Fakat kuşkusuz en büyük buluş vantilatörlerdi: Ön ve arka girişlere top gibi iki büyük rüzgar makinesi yerleştirilmişti. Herhangi bir saldırı anında, vantilatörlerin yanında duran büyük karabiber stokları devreye sokuluyor ve içeriye girmeye çalışan düşman, vantilatörlerin savurduğu karabiberle neredeyse kör ediliyordu.
Şin Toho eylemlerinin ardında, bizim can düşmanlarımızın bulunduğunu öğrenince, aramızda onulmaz yaralar açıldı. Bu durum, bir deprem sonrası ortaya çıkan büyük bir çatlak gibi bizi birbirimizden tamamen kopardı.
Bir filmin yapılabilmesi için birçok yeteneğin bir araya gelmesi ve uyum içinde çalışması gerektiğinden haberleri yoktu. Bu yetenekleri bir araya toplamanın ve o çalışma tutkusunu yaratmanın zorluklarını asla kavramaya yanaşmadılar. Büyük emeklerle kurduğumuz ekibimizi, kıllarını bile kıpırdatmadan dağıttılar.
Budist cehenneminin kapısında, annelerini ve babalarını bekleyen ölü çocuklar gibiydik: Sai Nehri’nin kıyısında taşlardan kuleler yaparlar, fakat bir kule ne zaman tamamlansa, kötü bir şeytan gelir ve kuleleri yıkar. Adeta, büyük bir kayayı dağın tepesine çıkarmaya çalışan Sisifos gibiydik.
Hele personel müdürü, grevi kazanabilmek için akla hayale gelmeyecek taktikler kullanıyordu. Bir keresinde gazetecilere tamamen kafasından uydurduğu bir hikâye anlatmış ve benim yönetmekte olduğum bir filme, sendikanın zorlamasıyla ek bir pasaj koyduğumu söylemişti. Bu iddianın gerçekle hiçbir ilgisi yoktu; doğru olsaydı, bir daha yönetmen olarak dünya sinema sahnesinde başım dik boy gösteremezdim. Bu yüzden, hemen bir açıklama talebinde bulundum. Personel müdürü ise, “Eğer siz öyle diyorsanız, doğrusu sizin söylediğinizdir,” diyerek anında özür diledi.
Ancak özür dilemesi yeterli değildi. Haber, gazetelerin manşetlerinde yer almış ve neredeyse herkes tarafından okunmuştu. Düzeltme tekzibi ise, küçük bir yazıyla birkaç satır halinde çıkacak ve kimse okumayacaktı. Bütün bu taktiklerini önceden planlıyor ve özür dilemesi, asıl amacına ulaşmasını engellemiyordu.
Stüdyodan hiçbir şey götürülmemişti ve her şey yerli yerinde duruyordu. Ancak bir şeyin eksik olduğunu fark ettik: Stüdyoya olan bağlılık duygumuzu artık yitirmiştik.
Sinema dünyasının acı gerçeklerinden biri de, bir aktör herhangi bir rolde başarılı olmuşsa, onu sürekli benzer rollerde oynatma eğilimidir. Bu, elbette rol verenleri rahatlatan bir yaklaşım olabilir, ancak bir aktörü köreltmek için daha etkili bir yöntem olamaz. Bir robot gibi sürekli aynı rolleri tekrarlamak, son derece usandırıcıdır. Her zaman aynı rollerde oynatılan ve yeni deneyimlere fırsat verilmeyen bir aktörün, diğer yeteneklerinin ışığı söner ve mezarlıktaki çiçekler misali solarak unutulur gider…
Nerede olursam olayım, ilk yönetmenlik eğitimimi aldığım yer, yüreğime bir köşe taşı olarak yerleşmiştir.
Gerçekten, o genç yönetmen yardımcılarının işten atıldığı o noktadan itibaren Japon sinema endüstrisi bir gerileme dönemine girmiştir. Yüksek yeteneklerle dolu genç insanlarla takviye edilmezse, doğal yaşlanma süreci içinde sinema endüstrisinin gücünü yitireceği açıktır. Bu durum sadece sinema endüstrisi için değil, yetenek ve yaratıcı güç gerektiren her alan için geçerlidir. Yaşlı insanların hala sinema dünyasında kalabilmelerinin sebebi, gençlerin yeterince yetiştirilip eğitilmemeleri mi, yoksa yaşlıların yerlerini terk etmeye yanaşmamaları mı, tam olarak bilemiyorum.
Bir film yönetmeninin somon balığına benzemesi, hayli sorunlar yaratır. Doğduğu ve yetiştiği nehrin suları kirlenince, somon balığı yukarılara doğru yüzüp yumurtalarını bırakamaz, yani yönetmen de istediği filmleri yapamaz ve sürekli şikayet eder. Böyle bir somon balığı çaresiz kalınca, yumurtalarını bırakmak için uzun bir yol kat ederek Sovyet nehirlerine ulaşabilir. 1975’te yönettiğim *Dersu Uzala* böyle ortaya çıkmıştır. Bunun ille de çok kötü bir şey olduğunu söylemiyorum. Fakat bir Japon somonunun, doğal olarak yumurtalarını bir Japon nehrine bırakması gerekmez mi?
Aslında filmlerimden uzun uzun söz etmekten hoşlanmıyorum. Söylemek istediğim şeyleri zaten filmlerimde bulabilirsiniz; bu yüzden onlarla ilgili açıklamalar yapmak, “Yılan resmine ayak çizmek anlamsızdır,” şeklindeki atasözüne benzer.
Fakat ilk sahnedeki nefes nefese kalmış, dili dışarıda olan köpek başıma çok işler açmıştı. Köpeğin yüzü, havanın sıcak olduğu izlenimini verebilmek için filmin başında görüntüye gelmişti. Ancak çekimleri izleyen Hayvanları Koruma Derneği’nden Amerikalı bir kadın, büyük bir öfkeyle beni suçladı. Sağlıklı bir köpeğe kuduz aşısı yaptırdığımı iddia ediyordu, ki bu tamamen asılsızdı. Aslında, başıboş gezen ve imha edilmek üzere yakalanan köpekler arasından bu köpeği almış, hayatını kurtarmıştık. Sahne malzemelerinden sorumlu ekibimiz ona çok iyi bakıyordu. Aptal ama çok güzel suratlı bir köpekti. Onu daha korkunç göstermek için makyaj yapmıştık ve sürekli solumasını sağlamak için çocuklardan biri bisikletle yanında koşmuştu. Köpeğin dili dışarı çıktığında da sahneyi çekmiştik. 🐕
Bu durumu Amerikalı Hayvanları Koruma Derneği üyesi kadına ne kadar dikkatli ve ayrıntılı bir şekilde anlatsak da, inanmamakta direniyordu. Japonların barbar insanlar olduğunu, sağlıklı bir köpeğe kuduz mikrobu vermenin tam onların yapacağı bir iş olduğunu söylüyor ve bizim yalanlarımızı dinlemeyeceğini belirtiyordu. Yama-san bile gelip benim köpekleri çok sevdiğimi, böyle bir şey yapmayacağımı anlattıysa da, kadın ısrarla Nuh diyor, peygamber demiyordu ve beni mahkemeye vereceğini söylüyordu.
Honda’ya her gün nasıl bir çekim istediğimi anlatıyordum ve o, savaş sonrası Tokyo’nun harabelerine gidip istediğim çekimleri tamamlıyordu. Onun kadar dürüst ve güvenilir bir adam bulmak çok zordur. İstediğim çekimleri aynen yapıp getiriyordu ve neredeyse çektiği bütün sahneler filmde kullanıldı. Bana sık sık *Kuduz Köpek* filmimde savaş sonrası Japonya’yı çok iyi ifade edebildiğim söylenmişti. Eğer durum gerçekten böyleyse, bu başarıyı Honda’ya borçluyum.
Bir sahnede, bir akşamüstü bardaktan boşanırcasına bir yağmura ihtiyacımız vardı. İtfaiye arabasını getirttik ve yağmur için hazırlık yapmaya başladık. Tam hortumlardan su fışkırtılmasını isteyeceğim sırada, inanılmaz bir fırtınayla birlikte korkunç bir yağmur başladı. O sahnenin çekimi kusursuz olmuştu.
Başka bir defasında, iç mekanda çalışıyorduk ama pencerelerden dışarıda bir yağmur fırtınası görünmesi gerekiyordu. Yine göklerden yardım geldi. Sadece yağmur ve fırtına tam istediğimiz gibi olmamıştı, şimşekler bile sanki biz yönetiyormuşuz gibi tam zamanında çakıyordu.
Çekime hızla devam ederken, bir kulağımız sürekli radyodaydı; hava raporunu dinliyorduk. Tayfunun saniye saniye yaklaştığı haberini alıyorduk, set adeta bir savaş alanına dönmüştü. Tayfunun tüm gücüyle gelmesine çok az bir süre kala çekimi bitirdik. O gece, tayfunun ardından olup bitenleri görmek için dışarı çıktığımızda hayretler içinde kaldık. Sokaklar rüzgarın şiddetinden tanınmaz hale gelmiş, her şey yerle bir olmuştu. Daha birkaç saat önce çekim yaptığımız dekorun yıkıntılarına şöyle bir göz gezdirmek bana garip bir rahatlık verdi.
Şu anda, *Kuduz Köpek* için yaptığımız çalışmalar bana uzak bir düş gibi görünüyor. İzleyicilerin gerçekten beğendiği filmler, yapım sırasında tutkuyla ve beğenilerek yapılan filmlerdir. Çalışma mutluluğuna ulaşabilmek için, o filmin yaratılmasında elinizden gelen her şeyi yaptığınıza, tüm gücünüzü ortaya koyduğunuza inanmanız gerekir. Bu ruhla çekilen filmler, izleyiciye o film ekibinin yürekliliğini açıkça gösterecektir.
Tabii ki bu konudaki korkularım doğru çıktı ve bu tür olaylar alabildiğine yayıldı. Başka bir deyişle, bu iftiralara karşı benim çektiğim *Shandalar* filmi, bir balta ağustosböceğine karşı ne kadar etkiliyse, bu rezaletlerin engellenmesi konusunda da ancak o kadar etkili olabildi.
*
Filmlerdeki karakterlerin de kendilerine özgü yaşantıları vardır. Bazı karakterlerin yaşamlarına müdahale etme özgürlüğünüz yoktur; onları birer kukla gibi görüp istediğiniz şekilde yönlendiremezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda, film tüm canlılığını ve inandırıcılığını yitirir. Dolayısıyla, ben de avukatın kişiliğinin beni istediği gibi sürükleyip götürmesine göz yumdum. Yanlış yolda olduğumu biliyordum, ama onu dizginlemek mümkün değildi. Sanki büyülenmiş gibiydim; kalemim kendi kendine kağıt üzerinde kayıyor ve onun kepazeliklerini yazıyordu. Böyle olunca da Hiruta’nın kişiliği filmde öne çıktı ve filmin asıl kahramanını gölgede bıraktı.
Tren, Şibuya’dan sonraki ilk istasyonu geçtiği sırada bir şey aklıma gelmişti: Ben Hiruta’yı tanıyordum. Bir zamanlar gerçek hayatta böyle bir adamla tanışmıştım. Hatta, Kami-İzumi trenyolu geçidinin yanında, Komagataya adlı küçük bir barda birlikte oturup içki içmiştik. Filmin hazırlık çalışmaları sırasında onu nasıl hatırlayamadığımı hiçbir zaman çözemedim. Belleğimiz, demek ki zaman zaman bize garip oyunlar oynuyor.
O akşam yalnız olduğum için, bir-iki kadeh içmek üzere giriş katındaki bara tünemiştim. İşte o akşam, Hiruta barda yanımda oturuyordu. Hayli sarhoş olmuştu ve benimle konuşmak istiyordu. Barmenin, beni adamdan kurtarmak için yaklaştığını gördüğümde, kafamla işaret ederek onu uzaklaştırmıştım. Adamın gevezeliklerini dinlerken, sessizce içkimi içiyordum.
Ben adamın çıktığı kapıya bakarken, barmen, adam adına özür diledi. “Sorunları olan bir kişi, her akşam buraya gelir ve gece boyu içerek aynı öyküyü zırvalar,” dedi. Kapıdan hızla çıkıp giden adamın, eve döndüğünde kızına nerede olduğuna dair ne söyleyeceğini merak ettim. Onun nasıl duygulara kapıldığını düşündükçe yüreğim acıyla burkuldu.
O akşam içtim, çok içtim, ama bir türlü gerginliğimden kurtulamadım. Bu adamı ve öyküsünü hiç unutmayacağımı düşündüm. Fakat tamamen unutmuşum, ta ki *Skandal*’ın senaryosunu yazmaya başlayana kadar. Onun anısı, bilinçsizce beynimin kıvrımlarından çıkmış ve garip bir güçle kalemimi dans ettirmişti. Hiruta’nın karakterini ben yazmadım, onu yazan Komagata-ya barında tanıdığım o tuhaf adamdı.
*
Belki de bir süredir farkına varmadan onu nasıl değerlendireceğimi düşünüyordum. O anda, yine beynimin kıvrımlarından fırlayan bir anı belirdi.
avangarde, avangart: öncü
Bir operatörün neşteri gibi, insan yüreğinin derinliklerine inebilen bir güce sahip olan bu anı, beni derinden etkiledi.
İnsanoğlu, kendine bile dürüst davranmakta zorlanır. Kendisi hakkında konuşurken, birtakım hayal ürünü yalanlar ekleyerek daha ilginç görünmeye çalışır. Bu senaryo, bu tür insanların bir portresini çizmektedir. Bunlar, kendilerini olduklarından daha iyi göstermek için yalan söylemeden hayatlarını sürdüremeyen insanlardır. Hatta ölüp gitmiş olsalar bile, filmdeki bir karakter gibi, bir aracı vasıtasıyla dünyada yaptıklarını anlatırken bile yalan söylemeye devam ederler.
Egoizm, insanoğlunun doğuştan gelen ve kefareti en güç ödenen günahıdır. Bu film, insanoğlunun bencilliği ve yalan söyleme yeteneği üzerine yapılmış baş döndürücü ve derinlemesine bir denemedir.
Çekimlere Nara’nın el değmemiş bakir ormanlarında başladık. Ormanın her yanı dağ sülükleriyle doluydu. Ya ağaçlardan tepemize düşüyorlardı ya da yere atlayıp bacaklarımızdan yukarı tırmanıyor ve kanımızı emiyorlardı. İyice doyduktan sonra bile onları koparıp atmak çok zor oluyordu. Başarıp sülükleri attığınızda bile, kopardığınız yerde oluşan yara bir süre daha kanamaya devam ediyordu. Bu sülüklere karşı bir önlem olarak, otelin giriş kapısına tuz serpiyorduk. Sabahları sete giderken, boynumuza, kollarımıza ve ayaklarımıza bol bol tuz sürüyorduk. Bu sülükler, tıpkı sümüklüböcekler gibi tuzdan kaçıyorlardı.
Komyoci Tapınağı’nın ormanları bazı yerlerde o kadar sıktı ki, çekim yapmamız için gerekli ışık yetersiz kalıyordu. Böyle durumlarda kimseye sormadan birkaç ağaç kesiyorduk. Başlarda bize kızgın kızgın bakan tapınak keşişi, sonraları hangi ağaçları kesmemiz gerektiğini bize göstermeye başlamıştı.
Komyoci Tapınağı’nın ormanlarındaki çekimlerimizi bitirdikten sonra, teşekkür etmek için keşişin yanına gittim. Bana ölüm sessizliği içinde baktıktan sonra tok bir sesle konuşmaya başladı: “Dürüst olmak gerekirse, tapınağın ağaçlarını kendi malınız gibi kesmeye başladığınızda başta çok kızmıştık. Fakat canla başla, fedakarca çalışmanızla kalbimizi kazandınız. Seyirciye iyi bir şey göstermek için tüm çabalarınız bu yöndeydi, bu uğurda kendinizi unuttunuz. Çalışmalarınızı izleyene kadar bir film çekmenin bu denli zor olduğunu bilmiyordum. Bu beni çok etkiledi.”
Keşiş konuşmasını bitirdikten sonra önüme bir yelpaze koydu. Üzerine, çektiğimiz filmin anısına üç işaretli bir Çin deyişi yazılmıştı: “Tüm İnsanlığa Hizmet.” Başka bir şey söylemeden yanımdan ayrıldı.

Bu arada bana ne oldu, bir türlü anlayamıyorum. Miyagawa’nın kamera çalışmaları beni o kadar mutlu etmişti ki, bunu ona söylemeyi unutmuş olmalıyım. Belki de kendi kendime “mükemmel” derken, ona da aynı şeyi söylediğimi sanmıştım. Miyagawa’nın eski bir arkadaşı olan ve filmde oduncu rolünü oynayan Şimura Takashi, bana gelip “Miyagawa, kamera çalışmalarının sizin için yeterli olup olmadığını çok merak ediyor,” diyene kadar bunun farkında değildim. İlk defa o zaman yaptığım hatayı fark ettim ve bağırdım: “Yüz puan! Kamera çalışmalarına yüz puan! Yüzden de yüksek!” dediğimi hatırlıyorum.
Eve geldiğimde, çok karamsar bir ruh hali içerisindeydim ve açık kapıyı bile zor iterek içeri girdim. Birdenbire dışarı çıkmak üzere olan karım geldi. “Kutlarım!” diye bağırdı. Ne olduğunu anlamamıştım. “Ne için?” diye sordum. “Raşomon büyük ödülü aldı.” *Raşomon*, Venedik Film Festivali’nde en büyük ödülü kazanmıştı. İlk aklıma gelen şey, artık soğuk pirinç yemek zorunda kalmayacağım oldu.
Bir kez daha, nereden geldiği belli olmayan kurtarıcı meleğim yardımıma koşmuştu. *Raşomon*’un Venedik Film Festivali’ne katılmak üzere gönderildiğinden bile haberim yoktu. İtalyan filmlerinin Japonya temsilcisi olan Giuliana Stramigioli filmi izlemiş, beğenmiş ve Venedik’e tavsiye etmişti. Bu olay, uyuyan Japon sinema endüstrisine adeta bir uyanma çağrısı gibiydi.
Televizyondaki söyleşiyi izlerken, kendimi yeniden *Raşomon*’un ortasında buldum. Sanki filmde ortaya koyduğum, insanların kendilerinden söz ederken birtakım hayal ürünü yalanlarla kendilerini olduğundan daha iyi gösterme çabası, burada gerçek hayatta karşımdan yapılıyordu. İnsanların dürüst bir şekilde kendilerini anlatmaları gerçekten çok güç.
Aslında, o şirket başkanını eleştirecek bir konumda değilim. “Otobiyografiye Benzer Bir Şey” olarak adlandırıp buraya kadar yazdığım bu kitabımın sayfalarında, acaba ben de kendime karşı tam bir dürüstlük içinde miyim? Belki de kötü yönlerimden hiç söz etmeyip, iyi yönlerimi biraz fazla süslemiş olabilirim. Her ne olursa olsun, kendimi kağıda dökerken tam bir dürüstlük içinde yazabileceğimden kuşkuluyum. *Raşomon*, benim uluslararası dünyaya attığım ilk adımdır, ancak bir otobiyografi yazarı olarak *Raşomon* kapısından geçmem, ömrümün sonuna dek imkansız gibi görünüyor. Kim bilir, belki bir gün o kapıdan geçebilirim.
Ancak, sanırım bu metni burada noktalamakta fayda var: Benim hayatım, filmlerimde. *Raşomon*’dan sonraki yaşantım hakkındaki en iyi ipucunu, sonraki filmlerimdeki karakterlerde beni aramanızdır. İnsanların kendileriyle ilgili konularda tam dürüst olamamalarına karşın, başka insanların yerine kendilerini koyduklarında gerçeklerden kaçmaları çok daha zordur. İşte o zaman, kendilerini bir şey eklemeden ya da çıkarmadan anlatırlar. Ben böyle yaptığıma eminim. Hiçbir şey, bir insanla ilgili gerçekleri, onun yapıtları kadar iyi sergileyemez.
*
YÖNETMENLİKLE İLGİLİ KISA NOTLAR
Akira Kurosawa’nın 1975 yılında, Toho Limited Şirketi tarafından genç yönetmenlere faydalı olması amacıyla hazırladığı kısa notlar şu şekildeydi:
Sinema nedir?
Bu sorunun cevabı hiç de sandığınız kadar kolay değil. Yıllar önce Japon yazar Şiga Naoya, torununun yazdığı bir makaleyi göstererek, onun son zamanların en iyi metni olduğunu iddia etmişti. Makaleyi bir edebi dergide yayımladı. Makalenin adı “*Köpeğim*”di ve şöyle başlıyordu:
“Benim köpeğim ayıya benzer; ama bir porsuğu da andırır, onu görünce tilki de sanabilirsiniz…” diye devam ederek, köpeğin bazı özelliklerini tüm hayvanlarla karşılaştırır ve sonunda, “O madem ki bir köpektir, her şeyden çok köpeğe benzer,” der.
Bu makaleyi ilk okuduğumda kahkahalarla gülmüştüm, ama bu sözlerde gerçek payı yok muydu? Sinema da birçok başka görsel sanata benzer. Sinemanın edebi yönleri vardır, tiyatroya yakındır, felsefi yönü de bulunur; resim ve heykel sanatına yaklaştığı anlar olur ve müziksiz bir sinema düşünülemez. Ama sinema, sonunda yine sinemadır.
*
Sinemaya özgü, anlatılamayan iksirli bir güzellik vardır.
Bu güzellik ancak bir filmle ifade edilebilir ve iyi bir film çalışmasında bu güzelliği hissedersiniz. Bu nitelik ne kadar iyi kullanılmışsa, filmin sizi etkileme gücü de o kadar fazla olacaktır.
Bir yönetmenin en önemli işlevlerinden biri, birçok kişiyi kendisini takip etmeye ve birlikte çalışmaya ikna etmektir. Ben bir militarist değilim, ancak film ekibini bir orduya benzetirsek, senaryo sancak, yönetmen ise ön saflardaki komutandır. Çekim başladığı andan bitene dek her detayı çok iyi bilmelidir ve liderlik yeteneklerini kullanarak verdiği talimatlar doğrultusunda işi ilerletebilmelidir.
İyi bir yönetmen, iyi bir senaryoyla başyapıtlar üretebilir; aynı senaryoyla vasat bir yönetmen ancak sıradan bir film ortaya çıkarabilir. Fakat kötü bir senaryoyla, çok iyi bir yönetmen bile başarılı bir film yapamaz. Sinemaya dair bir özdeyişe göre, kamera ve mikrofon, yangını ve suyu birlikte geçmelidir. Gerçek bir film ancak bu şekilde yapılabilir ve bu süreçteki asıl güç büyük ölçüde senaryoda yatar.
İyi bir senaryo yazabilmek için, büyük yazarların romanlarını ve oyunlarını okumak gerekir. Neden büyük olduklarını düşünmek size faydalı olacaktır. Okurken duygularınız yoğunlaştığında, bunun nedenini incelemelisiniz. Olayları ve karakterleri anlatırken yazarın ne derece bir tutkuyla yaklaştığını ya da nasıl bir titizlik gösterdiğini anlamaya çalışmalısınız. Bu incelikleri kavrayana kadar eserleri tekrar tekrar okumalısınız.
İnsanların yaratıcı gücü büyük ölçüde belleklerine bağlıdır. Okuduklarım her zaman belleğimin bir köşesinde kalır ve yeni bir şey yaratmaya kalkıştığımda temelleri belleğimde bulurum. Boş bir bellekle hiçbir şey yapmak mümkün değildir. Bu yüzden, kitaplarla ilgili notlar aldığım bir defterim vardır. Her kitap için kendi düşüncelerimi ve hangi bölümlerin neden beni etkilediğini yazarım. Bu defterlerden yığınla birikmiştir ve yeni bir senaryo yazacağım zaman onları gözden geçiririm. Bir yerde mutlaka bir başlangıç yapacak bir düşünceye rastlarım. Hatta bazen bir tek satırlık diyaloglar için bile bu defterlerden yararlanırım. Söylemek istediğim şu: Kitapları öylesine okuyup geçmeyin; her zaman bilinçli bir şekilde okuyun ve not alın.
Senaryo yazmaya 1940’larda iki kişiyle başladım. Sonra tek başıma yazmayı denediğimde de zorlanmadığımı fark ettim. Ancak tek başına senaryo yazmanın sakıncalı tarafı, yorumlarınızın tek taraflı olma riskidir. Halbuki üç kişi yazınca, üç farklı yorum ortaya çıkar ve doğru bulmadığınız yorumların tartışmasını yapabilirsiniz. Bir de senaryoyu yönetmen yazıyorsa, konuyu ve karakterleri kendi yönetimine en uygun gelecek şekilde yönlendirme eğiliminde olur. İki kişiyle yazdığınızda bu tehlikeyi de önleyebilirsiniz.
En iyi senaryolar, açıklama bölümü en az olan senaryolardır. Senaryo yazarken, zaten kendi kendini anlatan bölümlere açıklamalar eklemek, düşebileceğiniz en tehlikeli tuzaktır. Herhangi bir noktada bir karakterin psikolojik durumunu açıklamak çok kolaydır, ama bunu açıklamalar yerine ince nüanslar ve diyaloglarla çözmeye çalışmak zordur. Zor, ama imkansız değil! Bu konuda eski büyük oyun yazarlarını okumak size çok faydalı olacaktır.
Bir oyuncunun sergileyebileceği en kötü davranış, kameranın nerede olduğunu bilmesidir. Çoğu zaman oyuncu “Motor!” sesini duyunca birden gerginleşir ve doğal hareket etme yeteneğini büyük ölçüde kaybeder. Bu bilinçaltı gerilim, dışarıdan hemen fark edilir. Bu nedenle oyunculara her zaman, karşısındaki insanla doğal bir şekilde konuşmalarını söylerim. Burada oyuncunun görevi, tiyatrodaki gibi izleyiciye senaryoyu motamot okumak değildir; kameraya bakmasına gerek yoktur. Ancak kameranın yerini bilen bir oyuncu, farkına varmadan yönünü hafifçe ya da tamamen kameraya döner. Birden fazla hareketli kamera kullanıldığında, oyuncu hangi kameranın çekim yaptığını anlamaya fırsat bulamaz, bu da performansın doğallığını bozabilir.
motamot: kelimesi kelimesine
Bir sahnenin çekimi sırasında, yönetmen en ufak ayrıntıları bile görmek zorundadır. Bu, her an gözlerinizi setin her tarafında dolaştırmanız gerektiği anlamına gelmez. Ben, çekim sırasında devamlı olarak oyunculara bakmaktansa, çoğu zaman başka yerleri izlerim. Bir yere bakmak, bakışlarınızı bir noktaya yoğunlaştırıp başka şeyleri görmemek anlamına gelmez. Çevrede olup bitenlerin farkında olmanız gerekir. Sanırım Ortaçağ No tiyatro yazarı ve teorisyeni Zeami, ‘bağımsız bakış’ ifadesiyle bunu kastediyordu.
Birçok yönetmen, oyuncuların hareketlerini zoom yaparak takip etmeyi tercih eder. Ancak bu konuda en doğal yaklaşım, oyuncu hareket ederken kamerayı da aynı hızla onunla birlikte hareket ettirmektir. Çoğu zaman oyuncu hareket ederken kamera sabit kalır ve ardından zoom yaparak oyuncuya yaklaşır. Bunun büyük bir hata olduğunu söyleyebilirim. Kamera, adım adım oyuncuyu takip etmeli ve oyuncu durunca kamera da durmalıdır. Bu kural uygulanmadığında, izleyiciler kameranın varlığını fark edecek ve büyülü atmosferden kopacaklardır.
Hayaka Fumio, benim filmlerimde müzik yönetmeni ve besteci olarak çalışmaya başladıktan sonra, müziğe olan yaklaşımım hayli değişti. O güne kadar müziği sadece bir aksesuar olarak düşünüyordum, örneğin acıklı sahnelerde hüzünlü bir şeyler çalmak gibi. Ne yazık ki, birçok yönetmen hala müziğe böyle yaklaşıyor. Ancak bu yaklaşım hiçbir zaman yeterli değil. *Sarhoş Melek* filmimden itibaren, müziği daha etkili bir şekilde kullanmaya başladım. Yine bazı acıklı sahnelerde hafif müzik ekledim, ancak bazı sahneleri tamamen sessiz bırakarak alışılmış yöntemlerden kaçındım.
Hayasaka ile çalışmaya başladıktan sonra, görüntü ile müzik arasında sıradan bir uyum yaratmaktansa, bazen müziği kontrpuan olarak, bir vurgu olarak kullanmanın daha doğru olacağını öğrendim.
kontrpuan: çeşitli melodileri birbirlerine uydurma sanatı.
Bir çekimi yaparken ne büyük çabalar harcadığınızı seyirci hiçbir zaman bilemez. Tüm bu çabalarınıza rağmen çekim ilginç olmamışsa, fazla üzülmeye gerek yoktur. Bir sahneyi büyük bir coşkuyla çekmiş olabilirsiniz, ancak filmi izlerken aynı coşkuyu göremiyorsanız, yapılacak tek şey, objektif bir gözle bakarak tüm harcadığınız çabaları ve çekim anındaki heyecanınızı unutup o sahneyi filmden çıkarmaktır.
Her gün çekim çalışmalarından sonra montaj odasına girerim, kurgucuyla iki-üç saat oturup ortaya bir taslak çıkarırım ve sadece bu taslağı ekibe izlettiririm. Bu gerekli bir adımdır, çünkü taslak sayesinde ekipteki çalışma şevkini kamçılamak mümkündür. Bazen ekip, neyi neden çektiklerini ya da özel bir sahne için neden on gün harcadıklarını bilmeyebilir. Büyük emekler vererek çektikleri sahneler, montaj sonrası izlediklerinde, onları büyük bir coşku seline boğar. Ayrıca, bu taslak sayesinde çekim çalışmaları sona yaklaşırken filme nihai şeklini vermek daha kolay olur.
Bana zaman zaman neden yıllar boyu edindiğim birikimleri genç kuşaklara aktarmadığımı sorarlar. Bunu büyük bir mutlulukla yapmaya hazırım. Yönetmen yardımcısı olarak yanımda çalışanların yüzde doksan dokuzu bugün iyi birer yönetmen oldular. Ancak, ne yazık ki bunların hiçbiri, en önemli konuları birine öğretme zahmetine katlanmadı!
rapsodi: İçinde, Homeros’un şiirlerindeki olaylardan birini işleyen şarkı veya parça.
Genellikle halk türkülerinden ve millî ezgilerden oluşturulmuş müzik eseri.

Doktrin: “İnsan, bildiğini zannettiği bir şeyi asla öğrenemez.” – Epiktetos
Related posts
1 Comment
Bir Cevap YazınCevabı iptal et
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (39)
- english (14)
- eylencelik (24)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (154)
- kitap (164)
- kokucuk dosyası (49)
- korona günlükleri (4)
- music (1)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (20)
kitaptaki önemli noktaları belirleyip bunlardan bir bütün oluşturmak ve anlamın akışını sağlamak bu işin en önemli detayı. siz de bunu kusursuzca en anlaşılır haliyle bizlere aktarmışsınız.
💐🐸