Ahmet Hamdi Tanpınar şeref vermişti bir gün masamıza. Nasıl olmuştu bu? Herhalde içimizden onu tanıyan biri buyur etmiş olacaktı. Herhalde o da kırmamış onu, gelmişti. Ya da kendini dinletecek birilerini bulduğu için gelmişti. Bizi saygıyla ayağa kalkmış görünce bacak bacak üstüne atarak ve kürdanla dişlerini karıştıra karıştıra, dünyaya metelik vermeyen bir edayla, bize şiir üstüne vaaz vermişti.
* tanıdık geliyor. 🙂
Şöyle yan yan baktı, düşman gibi baktı, ağzını yaya yaya, ısırır gibi ve küstahça, “Nesini söyleyeceğim,” dedi.
“Aman iyi sakla” diye arkadaşıma emanet ettiğim Nazım’ın mektuplarını, arkadaşım aylar sonra bir türlü bulamaz oldu. Onları bu kadar da iyi sakla dememiştim ki ben ona. 🙂
*
bilirsin elbet,
içerken cesur değilim,
fakat korkmam.
*
demirli, küçük pencereden seyrettim
geceleri gökyüzünü.
sabahları kavak altında şiir yazdım.
hapislere dertleştim, havuz başında.
mükemmel yaşıyordum,
boş ışıklı bir oda gibi apaydınlıktı içim.
*
belki bir gece yarısı,
yaslanıp köhne bir evin kapısına,
ansızın ölürüm.
*
duramıyorum ben artık yerimde.
bir yağmur bulutu gibi, yavaş yavaş,
genişlediğimi hissediyorum
ovaların üzerinde.
*
bir taş üstüne oturup
dağlara baktım.
üzerine güneş vurmuş dağların.
*
bu akşam içimde
tuhaf bir sıkıntı var,
dünyada sanki bir ben kalmışım…
sessiz bir yağmur gibi başladı bende
konuşmak ihtiyacı.
*
hava yağmurlu.
kamyonlarla asker sevk ediliyordu.
sokağa çıkma yasağı
sizinle ne işimiz var bizim, askerler,
ne istersiniz bizden bu pazar günü,
neden bırakmazsınız sokağa çıkalım,
işte kapılarda kaldık, işte pencerelerde,
boğuluyoruz sıkıntıdan, öleceğiz,
askerler, mahallemize neden geldiniz?
keten helvası, leblebi, uçurtma yok,
bornoz şekeri, susam, koz helva yok,
saklambaç, kaydırak, ip atlama yok,
şu bizim Ömerlere kadar da mı gidemem,
askerler, neden bu pazarı bize zehir ettiniz?
bu bizim kapalı kutu,
boğulmuyoruz sıkıntıdan, öleceğiz,
tez gidin burdan, ne olur, tez gidin,
kımıldanacak hali yok annemin, askerler,
ben razıyım, diyor, her şeye razıyım,
yasağa, sıkıntıya, boğulmaya, ölmeye,
tek babanı götürmesinler.
tez gidin burdan, ne olur, tez gidin askerler!
1960 İstanbul
*
kızıyor musun bana
kapımı dışardan kilitleyen
nasırlı el?
yoksa utanıyor musun?
*
küçük ayrılıklar
takvimden kopardığım yaprak,
radyodan gelen ses,
günlük gazetelerim,
yemek masamız,
balkondaki fesleğen,
çay bardağım,
kahve fincanım,
ilaç şişem!
ve sokağa çıktığım saatler!
ve bastonum!
ve beni köşeye kadar izleyen
sokak kutiği!
*
kim bilir
kim bilir dünyada şu anda
yere zor basan ne çok ayak var,
kaşığı zor tutan ne çok el,
ne çok ağız var
lokmayı çiğneyemeyen
kim bilir dünyada şu anda!
konuşamayan,
ama konuşacak olan
kim bilir
ne çok şair!
*
biri bana insana bakar gibi bakıyor.
ve soruyor yumuşacık:
“nasılsın baba?
ne diye getirdiler buraya seni?
suçun nedir?”
birdenbire erir
parmaklarımın arasında
paslı demir.
*
gıcırdatır dişlerini bir adam,
işsiz bir adam,
oturmuş bir parkta.
ben o adamın dişlerinin içinde.
*
seni düşündükçe yaşıyorum.
aydınlığı karanlıkta kokluyorum.
*
çekmek seninle gelecek günleri karanlık,
derin kuyulardan…
*
YAZARIN ÖLMEDEN ÖNCEKİ SON ŞİİRİ
diyemiyorum
bir işe sıvanırken
ya da
bir uzun yola çıkarken oğlum
– baba değil miyim –
öğütler veriyorum.
çoğuna burun kıvırıyor.
gittiği yollardan benim de geçtiğimi
bildiği halde.
hem onun gibi de değil,
kan ter içinde.
neyse ki, arada bir de olsa,
sen haklıymışsın baba, diyor,
seni dinleseydim keşke.
o zaman şöyle diyesim geliyor ona:
adam olacaksın, oğlum,
sen ancak
beni dinlemeye dinlemeye.
diyemiyorum.
*
bir insan
seni bir gün
çekip aldılar topraktan,
benzedin köksüz bir ağaca.
önce öğrettiler sana uygun adımı,
sonra bütün şehirlerini gösterdiler Avrupa’nın,
en muazzam saraylar karşısında bile sen
evini unutamadın.
Varşova’da kaputun kaldı,
dunkerk’te arka çantan.
düştü bütün fotoğrafların Sivastopol’da.
bir şafak vakti Paris’te bıraktın zavallı yüreğini
kurşuna dizilenler karşısında.
lanet okusunlar sana bırak,
iyi bir asker olamadın diye,
ölmesini bildin ya sen arkadaş kurşunuyla,
iki çürük patatesi
ekmek torbanda unutarak.
*
Bir ülkenin insanları haksızlıklara karşı çıkmasını bilmiyorlarsa o ülkenin insanlık dünyasında yeri yoktur.
*
okka altına gitmek: ağır yük altında kalmak
edip: edebiyatla uğraşan kimse, yazar
esvap: giysi
arız: bulaşmış, musallat olmuş
ilmühaber: yer belirten resmi belge
umaç: amaç, hedef, umulan şey
enterne: gözaltında olan
batman: ağırlık ölçüsü
beyti: evle ilgili, eve ait
ökçe: ayakkabı topuğu
umacı: öcü
engizisyon: orta çağ’da adaletsiz kilise mahkemeleri
enikonu: iyiden iyiye, iyice
asal: esasi, başlıca, esas
angaje etmek: yazıyla bağlamak, taahhüt etmek
Doktrin: “Herkes gibi benim de bazan arkama baktığım olur, geçtiğim yollara şöyle uzun uzun bakarım, ne de olsa taş değilim. Birden sırtımın ürperdiğini duyarım. Yüreğim ağrır. Ama yine de tam o anda bana sorsalar, ‘Hayata yeniden başlasan hangi yoldan geçmek istersin?’ diye sorsalar, şu yanıtı veririm gözümü hiç kırpmadan:
‘Aynı yoldan!’ – A. Kadir
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (27)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)