Madde 60
Haziran 1993
13. Yaş
On üç yaşıma yeni basmıştım. Okullar tatile girince ben ve kardeşim, Örnekköy’deki markette babama yardım ediyorduk. Buna tam olarak yardım denemez; ölesiye çalışıyorduk!
Bakkalın karşısındaki metruk arsada çocuklar top oynardı. Arsanın eğimli yapısı, kale seçimine göre, bir takıma avantaj sağlıyordu.
Bakkalı çevresindeki yarım kalan inşaatların arka odaları, kuytu ve karanlık kısımları tuvalet olarak kullanılırdı. Hunharca bağırsak boşaltmak ve işeyerek duvara isim yazmak, sıradan bir durumdu. Oyun hamuruna benzeyen killeri kumdan çıkarmak isteyen çocuklar, kedi kakasına elleri saplanınca ettiklerini buluyorlardı.
Kodaman bir semtte dev bir inşaatın durması nasıl ki yasal prosedürse; gecekondu sakinlerinin prosedürü de hesaplayamadıkları paraydı. Matematiği iyi bilen bu insanlar, kerat cetvelinde 6’lara kadar ezbere bilir, 7-8 ve 9’ları mütemadiyen karıştırırlardı. Karıncaların Naleti filmi gibi bozuk gösteren televizyonu düzeltmek için çatıya çıktıklarında kabaran fizik bilgileri, telden yapılma anteni kıbleye döndürerek dua etmekten ibaretti. Mimarlık demek, kapanmayan tuvalet kapısını tel ve çiviyle tutturmak demekti. Mühendislik becerileri sevilen dizi MacGyver etkisinden kurtulamamıştı. Ataştan yaptığı manivelayla uçak onaran bu adam, gergedan g*tünden mamul paraşütle aynı uçaktan Empire States Pinası’na atlayabiliyordu. Ama hiç kimsenin sormak aklına gelmiyordu: Kötü adamlar neden MacGyver’ı hep de en lüks Amerikan Garaj malzemeleriyle tıka basa dolu odalara kapatırlardı!
Gece bir ya da ikide yatar, sabah beş veya beş buçukta kalkardık. İlk işimiz fırına uğramak, bir kasa sıcak ekmek alıp kepenkleri açmaktı. Sıcak ekmekler hemen ezilirdi. Ekmeği kırdığınızda yükselen mayalı sıcak buhar çok güzeldi.
*
Bir gün, 5 sokak arkamızdaki mahalleli babamla konuşmaya geldi:
“Mahallemize açılan bakkalı sevmiyoruz. Saygısız ve kişiliksiz bir adam. Sizi istiyoruz ama bize uzaksınız. En azından zorunlu şeyleri siz getirir misiniz?” Babam durdu; düşündü… Ticarette fırsat kaçırdığını tarih yazmış değildi. Yalnızca sabah bir defa motosiklet ve römorkla mahalleye gidilecek, ekmek ve sigara satılıp dönülecekti. Tüm mahalleliye bunu yapacağına dair söz verdi.
Ertesi sabah sekizde yirmi beşer ekmekten oluşan dört kasayı römorka yükledim. Aynı zamanda pembe bir beslenme çantasına bozuk para koydum. Boş bir mukavva kutuya bir karton Kısa Samsun, biraz peynir, iki kilo çizik zeytin ve biraz da helva. Hazırdım!
Motosikleti çalıştırdım, ama römork çok ağırdı. Biraz ilerliyorum, arkasından beyaz dumanlar atan motosiklet yerinden zor kıpırdıyordu. Babamın itme gücünü kaybetmeden sürmeye başladım; eğer dursaydım bir daha kalkamayabilirdim.
Yani babalara gelebilirdim. Babam g*tümü keserdi.
Her çukurda römork sıçrıyor, ekmekler hop oturup hop kalkıyordu. Durmaktan korktuğumdan iyice hızlanmıştım. Güneşin erittiği asfalt, renkli dansını, ufuk çizgisinde bize gösteriyordu.
Yokuş aşağı hızlandım. Römork büyük bir çukura girince araç sarsılmaya başladı. Muvazenesini yitiren bir esrik gibi yalpalamaya başladım. Sanki bir güç beni yolun dışına çekiyordu. Römork yan döndü ve düştüm. Kışın buzlu havada uç noktaların ilk üşümesi gibi, eklem ve kemik çıkıntılarım asfaltta kaymaya başladı. Dirseklerim, diz kapağım, alnım, yanaklarım ve sırtım zift kokan yanık asfaltta eridi. Gözlerim kapandı…
Ayıldığımda mahalle başıma üşüşmüştü. Mavi boncuklarla süslü tülbentle sarınmış bir kadın su uzattı. Su şişesinde, cam sanatının renkli motifleri vardı. Olayın vahametini henüz anlamamıştım. Yerlerde ezilmiş ve tozlu ekmekler… Bir adam beni arabayla dükkana, oradan da üvey annemle babamın evine bıraktı. Derin uykuya daldım…
Açık pembe et ve altından görünen kemikler bir hafta sonra kabuklarla kapanmaya başladı. Yağmurlu bir günde evde yatarken, üvey annem:
“Baban dükkana çağırıyor!” dedi.
Şaşırdım. Yürüyemezdim ki… “Babamın, motosikletle gelsin.” dediğini de ekledi. Üstümde tişört, altımda şortla yağmurda ıslanmış motosikleti bir türlü çalıştıramadım. Belli ki ıslanan buji, ateşlemeye engel oluyordu. Bir yokuş aşağı, bir yokuş yukarı… yağmur sularına bata çıka motosikletle koşmaya başladım. Çalışmadı! Üvey annem babamı aradı. Babamın dediğini iletti:
“Gani Abi’nin motorunu alsın!” Hayhay da nasıl olacak aq? Biz yürümekten aciziz!
“Kıçıma yer edeyim, sana neler edeyim.” atasözü aklıma geldi.
Yukarı mahalleye çıktım. Gani abimizin motosikleti de çalışmadı. Gürül gürül yağmur yağıyor. Islak asfaltta yürümeye başladım. Serin yağmur damlaları kurumuş yaralarımı ıslattıkça tatlı bir kaşıntı vücudumu sarıyordu. Duraklardaki insanların tuhaf bakışları arasında patika yola daldım. Humuslu topraktaki derin çukurları dolduran yağmur suları sütlü kahve kadar tatlı görünüyordu.
Bakkala geldiğimde kardeşim çalışırken babam ve tanımadığım bir arkadaşı soğutucu dolabın arkasında bira içerek demleniyorlardı. Saf saf ayakta dikilmeye başladım. Neden çağrıldım? Babam:
“Biz arkada içki içeceğiz sen de kasaya otur müşterilere bak!” dedi. Öyle de oldu.
En temiz yürekli insanların bile ruhlarının derinliklerinde, kafalarını kurcalayan kötü düşünceler vardır.
Dükkana, kızıyla alışverişe gelen bir kadın beni görünce tanıdı.
”Sen o gün kaza yapan çocuk değil misin? Geçmiş olsun, Allah korudu evladım; ama bu mukadderat, kıl, tüy, yün, firkete, falan, fıstık, nevresim takımı…” dedi. Ben konuşamadan babam sözü alıp,
“Artistlik yaparken motordan düşmüş ne olacak!” dedi.
O an beyin damcıklaması geçirdim. Morelim sinirlendi. Ama bişey yapamadan tilki kimin yerime pıstım.
Bir süre sonra babam bir kot pantolon ve kazak vererek, “Bunları yan taraftaki depoda giy-gel” dedi. Şaka mıydı? Bu bir şaka olmalıydı. Başımı eğdim ve bir havari gibi isteneni yaptım. Dükkandan çıktım ama deponun iki taş merdivenini bile çıkamıyordum. Dizlerimi her büktüğümde biri yaralarımı kızgın demirle dağlıyordu. Dizlerimi robot gibi kıvırmadan, ayaklarımı ördek gibi yalpalayarak basamakları çıktım. Hareketlerim, notalarımız gibi düzenli, ölçülü ve kurallıydı. Depoda ıslak vücuduma dar pantolonu ve gıcırdayan nemli kazağı acılar içinde giydim. Yakıcı alevden bir ışık, boğazımdan gözlerime fışkırdı ve ağladım.
Dükkana geri girdiğimde babam ve arkadaşı kafa çekmeye devam ediyordu. Bir süre sonra babam: “Sen eve git artık.” dedi. Bana bunu, elindeki bira şişesini havaya uzatarak söylemişti. Gözlerinin içine baktım. El feneri gibi bakıyordu: sıcaklık vermeyen bir aydınlık yapıyordu.
Asla tam bir babalık yapamadı; tıpkı benim tam kocalık yapamadığım gibi…
Belki de birilerine göre “tam kocalık” karının sözünden çıkmayan bir sünepe olmaktı.
Ama bu bana göre değil.
Çünkü unuttuğum günler geride kaldı, hatırlayacağım günlerse yeni başlıyor…
Kardeşim beni motosikletle eve bıraktı. Kapıyı çaldım ve üvey annem beni içeri çekti. Bu, farenin delikten yılan tarafından çekilmesi gibi bir şeydi…
Doktrin: “Hayatında öyle bir an gelecek ki hayal ettiğin hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğini fark edeceksin.” – How I Met Your Mother
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)