Sf: 4
İlk yapıtı olan Çocukluk’u burada yazdı. Tolstoy’un en güçlü romanlarında görülecek olan ayrıntı zenginliği, bu ilk yapıtında da izleniyordu.
Aynı dönemde ahlak felsefesi de biçimlenmekteydi. Batı’nın aşırı incelmiş, yapay ve maddeci uygarlığını, doğal insanı bozan bir etken olarak görmeye başlamıştı. Bu arada kendisi de Batı’daki kumarhanelerde çok para yitirmişti.
Sf: 5
Tolstoy, kendi görüşleri doğrultusunda mülkünden vazgeçmek istiyordu, ama eşi ve yakınları buna izin vermediler. O, kendi toprağında köylü giysileri içinde çalışıyor, kendi ayakkabılarını kendisi yaparak, olabildiğince başkalarının emeğini sömürmeden yaşamaya dikkat ediyordu.
Sf: 6
1910’da ailesini kesin olarak terk etmeye karar verdi. Yanına doktorunu ve en küçük kızını aldı, kendine daha arınmış bir yurt bulmak üzere yola çıktı. Birkaç gün sonra da bir demiryolu istasyonunda zatürreden öldü.
Sf: 8
Tolstoy 20.yy’ın Gorki gibi Rus yazarlarının yanı sıra, Thomas Mann ve Robert Musil gibi Batı Avrupalı yenilikçi yazarları da etkilemiştir.
Sf: 10
Tolstoy’un ölümü bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. Birçok ülke yasını tuttu. Doğumunun yüzüncü yılında başlatılan bir çalışmayla eserleri 90 ciltte toplandı. Tolstoy, Shakespeare’den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır.
     
Ben çocukluk ve ergenlik çağım boyunca bana öğretilen Ortodoks Hıristiyan inancına göre vaftiz edildim ve yetiştirildim. Hatırladığım kadarıyla, bana öğretilenlere hiç ciddi olarak inanmamıştım. Sadece öğretilenlere ve çevremdeki büyük kişilerin inançlarıyla ilgili söylediklerine güvenmekle yetinmiyordum. Ancak bu temelsiz bir güven duygusuydu.
Sf: 12
Bir insanın yaşamına ve yaptıklarına bakarak onun inançlı ya da inançsız olduğu yolunda bir değerlendirmeye gitmek bugün olduğu gibi o gün de imkânsızdı. Geleneklere bağlı biri olduğunu herkesin önünde açık açık söyleyenle bunu açık açık reddeden iki kişi arasında bir fark olacaksa, bu fark ilkinin lehine olmazdı. Bugün olduğu gibi o gün de muhafazakar biri olduğunu açık açık söylemek ve itiraf etmek dar kafalı, zalim ve kendilerine büyük önem atfeden insanlar arasında rastlanan bir şeydi. Yetenek, dürüstlük, güvenirlilik, iyi huyluluk ve ahlaki davranışlar ise çoğunlukla inançsızlarda görülen özelliklerdi.
     
Herhangi bir kişi kendisine çocuklukta verilen dinsel öğretiyi bozulmamış bir şekilde muhafaza ettiğini zannederek yaşayadururken aslında inancından geriye hiçbir şey kalmamış olmaktadır.
Sf: 15
Ne zaman adi ihtiraslara teslim oldum, o zaman insanlar beni övdüler ve teşvik ettiler. Hırs, iktidar düşkünlüğü, açgözlülük, şehvet, kibir, öfke ve intikam bunların hepsi saygı gören şeylerdi.
Sf: 16
O yılları dehşet, nefret ve de yüreğimde bir sızı olmaksızın hatırlayamıyorum. Savaşta insanlar öldürdüm ve gene öldürmek amacıyla insanları düelloya davet ettim. Kumarda kaybettim, köylülerin emeklerini çar çur ettim, onları cezalara çarptırdım. Yalan, soygun, zina, içki içme, şiddet, cinayet, işlemediğim tek bir suç bile kalmamıştı, ama benim çağdaşlarım beni nispeten ahlaklı bir insan olarak gördüler ve de görüyorlar.

Bu şekilde on yıl yaşadım.
Sf: 19
Bu insanlardan tiksinmeye başladım, kendimden de tiksinmeye başladım ve bu inancın sahtekârlıktan başka bir şey olmadığını anladım.
     
Bu insanlarla kurduğum yakınlıktan yeni kötü huylar anormal derecede büyük bir kibir ve ne öğrettiğimi bilmesem de, insanlara öğretmenlik yapmanın benim mesleğim olduğuna dair delice bir özgüven edinmiştim.
Sf: 21
Bütün deliler gibi ben de kendim dışındaki herkese deli diyordum.
Sf: 22
Bu yüzden iyiyle kötünün ne olduklarına insanların söyledikleri ve yaptıklarına bakarak karar verilmez.
Sf: 24
Öğretmenlik işinde bir yılımı geçirdikten sonra kendim hiçbir şey bilmeden insanlara nasıl öğretmenlik yapabileceğimi keşfetmek amacıyla iki kez yurtdışına çıktım.
Sf: 25
Bu şekilde bir on beş yıl daha geçti. Artık gözümde yazarlığın hiçbir öneminin kalmamış olmasına rağmen, benim o değersiz çalışmalarıma verilen büyük maddi ödüller ve tutulan alkışların baştan çıkarıcılığı karşısında ben de kendimi yazmaya, sadece maddi durumumu iyileştirmek ve genel olarak hayatın anlamına yönelik ruhumda yükselen o soruları bastırmak amacıyla adadım.
Sf: 27
Sonra benim başıma da ölümcül bir iç hastalığına yakalanan herkesin başına gelenler geldi. İlkin önemsiz rahatsızlık belirtileri ortaya çıkar ki hasta kişi bunları hiç umursamaz. Sonra bu belirtiler gitgide daha sık ortaya çıkmaya başlar ve birleşerek kesintisiz bir ıstırap sürecine dönüşür. Istırap artar ve hasta adam ne olup bittiğini anlamadan, ufak bir rahatsızlık sandığı şey onun için çoktan dünyadaki en önemli şeye -ölüme- dönmüştür bile!
Sf: 28
“Ama bunun benim için ne önemi var ki?” Ya da çalışmalarımın bana sağlayacağı ünü düşününce kendime şöyle derdim: “Haydi bakalım, Gogol’dan ya da Puşkin’den ya da Shakespeare’den ya da Moliere’den ya da dünyadaki geri kalan bütün yazarlardan daha ünlü olacaksın! Olacaksın da ne olacak?” Ve bu sorulara hiçbir şekilde cevap bulamıyordum. Bu sorular bekletilmeye gelmezdi ve acil olarak cevaplanmaları gerekiyordu. Onlara cevap bulamadığım takdirde yaşamam imkansızdı. Ama hiçbir cevap da yoktu.
Sf: 29
Durmam imkânsızdı, geri dönmem imkansızdı, gözlerimi kapatmam ya da önümde ıstıraptan ve ölüm gerçeğinden -tamamen yok oluştan- başka hiçbir şeyin olmadığını görmezden gelmem imkansızdı.
Sf: 30
İşte o gün, talihin yüzüne güldüğü adam olan ben, her akşam tek başıma soyunduğum odamdaki bölmenin çapraz kirişlerine kendimi asmayayım diye kendimden bir ipi sakladım ve şeytana uyar da hayatıma kolay yoldan son veririm diye de silahımı yanıma alıp çıktığım o avlara çıkmaz oldum. Ne istediğimi kendim de bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama gene de hayattan bir şeyler bekliyordum.
Sf: 31
Hayatım, birisinin bana yaptığı aptalca ve sinir bozucu bir şaka. Beni var eden “birisinin” varlığını kabul etmiyor olsam da bu açığa vuruş birisinin beni dünyaya koyarak bana kötü ve aptalca bir şaka yapmış oluşu bana tam da en doğal gelen ifade şekliydi.
     
Elimde olmadan bana öyle geliyordu ki, son otuz yıl kırk yıl boyunca nasıl yaşadığımı seyrederek eğlenen birisi vardı. Evet, o birisi bu işten zevk alıyordu…
    
Ancak o “birisi” varsa da yoksa da ben kendimi hiç daha iyi hissetmiyordum. Ne tek tek yaptıklarıma, ne de hayatımın bütününe hiçbir mantıklı anlam veremiyordum. Beni şaşırtan tek şey bu gerçeği en başından anlamamış oluşumdu bu herkesçe ne zamandır bilinen bir şeydi o. Bugün ya da yarın hastalık ya da ölüm, sevdiklerime ya da bana uğrayacak (ki bu çoktan olmuştu) ve bizlerden geriye leş kokusundan ve kurtlardan başka bir şey kalmayacaktı. Er ya da geç yaptığım işler, her neyseler, unutulacak ve ben var olmuyor olacağım. O halde daha fazla çabalamak niye?İnsan bu gerçeği nasıl olur da göremez? Nasıl yaşamaya devam eder? Şaşırtıcı olan işte budur! İnsan ancak hayattan sarhoş olmuşsa yaşamaya devam edebilir; kişinin her şeyin basit bir aldatmaca ve de aptalca bir aldatmacadan ibaret olduğunu görmemesi imkansız! İşte aynen böyle bunda ne eğlendirici ne de nükteli bir yan var, bu sadece zalimce ve aptalca.
Sf: 34
“Ailem” dedim kendime. Ama ailem, yani karım ve çocuklarım da sadece birer insan. Ben nasıl geldiysem bu dünyaya, onlar da öyle geldiler; onlar da ya bir yalanın içinde yaşamaya devam edecekler ya da korkunç gerçeği görmek zorunda kalacaklar. Niçin yaşamaları gerekiyor ki? Neden onları sevmem, korumam, yetiştirmem ve de onlara göz kulak olmam gerekiyor ki? Onlarda benim hissettiğim çaresizlikle yüz yüze gelsinler ya da aptal olsunlar diye mi? Onları seviyorsam eğer, onlardan hakikati saklayamam. Bilginin her bir basamağı onları hakikate kılavuzlar. Hakikat ise ölümün kendisidir.
Sf: 38
Soru şu şekilde ifade edilebilir: “Hayatımın, beni bekleyen, kaçınılmaz olan ölümün yok etmeyeceği bir anlam var mı?”
Sf: 39
O yasanın tanımı üzerinde daha bir dikkatle durunca, asla, sonsuz gelişim yasası diye bir şeyin olamayacağını apaçık bir şekilde anladım. “Sonsuz uzay ve zaman içerisinde var olan her şey gelişmeye devam eder, gitgide daha mükemmel ve karmaşık bir hal alır ve farklılaşır.” demenin hiçbir şey dememek olduğu apaçık ortadaydı. Bütün bu sözcüklerin bir anlamı yoktur, çünkü sonsuzlukta ne karmaşık ne basit, ne ileri ne geri, ne daha iyi ne daha kötü vardır.
Sf: 45
Kendime şöyle dedim: “Bilimin ısrarla keşfetmeye çalıştığı şeyin ne olduğunu biliyorum, ama bilimin izlediği yolda hayatın anlamına ilişkin soruya yanıt yok.” Soyut alanla ilgili olarak da şunu anlamıştım: Bilimin doğrudan amacının benim soruma cevap vermek olmasına rağmen ya da cevap vermek olduğu için ortada benim kendimin çoktan verdiği cevaptan başkası yoktu: “Hayatımın anlamı nedir?” “Böyle bir anlam yoktur.” ya da “Yaşamamdan ne çıkacak?” “Hiçbir şey” ya da “Var olan her şey niçin var ve ben niçin varım?” “çünkü var.”
Sf: 46
İnsan bilgisinin bu bir alanını araştırırken araştırmadığım konular hakkında sayısız kesin yanıtlar aldım: Yıldızların kimyasal bileşenleri hakkında, güneşin takım yıldızına doğru olan hareketi hakkında, türlerin ve insanın ortaya çıkışı hakkında ve de eterin ölçülmeyen sonsuz derecede küçük parçacıkları hakkında. Ancak bu bilgi alanında: “Hayatımın anlamı nedir?” sorusuna bulabildiğim tek yanıt şuydu: “Sen ‘hayatım’ dediğin şeysin, sen parçacıkların rastlantı sonucu bir araya gelmesinden oluşan geçici bir şeysin. Bu parçacıkların karşılıklı etkileşimleri ve değişimleri sende ‘hayatım’ dediğin şeyi oluşturmaktadır. Parçacıklar bir süre daha bir arada kalacak, sonra bunlar arasındaki etkileşim duracak ve senin ‘hayat’ dediğin şeyin de, sorularının da bir sonu gelmiş olacak. Sen rastlantısal olarak bir şeyin küçük bir parçasısın. O küçük parça mayalanmakta. Küçük parça bu mayalanmaya ‘hayat’ adını veriyor. Parça bütünden kopacak, mayalanma ve de bütün sorular son bulacak.” Bilimin aydınlık alanı bu şekilde yanıt veriyor. İlkelerine sıkı sıkıya bağlı kaldığı müddetçe de başka türlü yanıt vermesi mümkün değildir.
Sf: 48
“Hayattan uzaklaştığımız ölçüde hakikate yaklaşırız.’ diyordu Sokrat ölüme hazırlanırken. “Biz, hakikate aşık olanlar, hayatta ne için çabalarız? Kendimizi bedenden ve onun yol açtığı bütün kötülüklerden korumak için! O halde ölüm bize geldiğinde nasıl mutlu olmayalım?”
“Bilge kişi hayatı boyunca ölümü arar durur. Bu yüzden de ölüm ona korkunç gelmez.”
Sf: 49
Ancak bu yok oluşa doğru gidişe, doğamıza karşı koyan gene sadece o aynı yaşama isteğidir. Wille zum Leben. Bu, bizi ve evreni var eden şeydir. Yok oluştan bu denli korkmamız, ya da bir başka deyişle yaşamak için bu kadar büyük bir istek duymamız şu anlama gelir: Bizler bu yaşama arzumuz dışında hiçbir şeyiz ve ondan başka bir şey de tanımayız.
     
“Hiçliğin hiçliği” der “Süleyman. Hiçliğin hiçliği, herşey bir hiçtir.” Ancak yer yüzü sonsuza dek olmaya devam eder, geçmişte ne varsa gelecekte de olacak olan odur; bugün yapılanlar gelecekte de yapılacaktır ve güneşin altında yeni bir şey yoktur. Bakın işte bu yeni, denilebilecek bir şey var mıdır? Eski zamanlar geçip gitti. Bu bizden önceydi. Şimdi eskiye dair hiçbir anı kalmadı. Ne de bizden sonrakilerden geriye bir hatıra kalacak.
Sf: 50
Yüreğimi bilgeliği bilmeye adadım, deliliği ve budalalığı bilmeye. Bunun da ruhuma sıkıntı verdiğini gördüm. Büyük bilgelikte büyük keder olur ve bilgisini arttıran kederini de arttırır.

Sf: 51
Yeryüzünde onlardan elde edeceğim bir kazanç yoktu. Ve dönüp bilgeliğe, deliliğe ve budalalığa baktım. Bunun herkesin başına gelebileceğini anladım. Sonra kalbimden şöyle dedim: Bu, aptalların başına geldiği gibi benim de başıma geldi, o halde ben neden herkesten daha bilge olayım ki? Sonra kalbimden dedim ki, bunun da bir anlamı yok. Çünkü bilgeler aptallardan sonsuza kadar daha fazla hatırlanacaklar diye bir şey yok; gelecek günlerde olacak ne varsa hepsinin de unutulacaklarını görebiliyordum. Ya bilge adam nasıl can verir? Aptal adam nasıl can verirse öyle. Bu yüzden yaşamaktan nefret etmeye başladım. Çünkü yeryüzünde yapılan bütün o işler bana çok büyük bir acı veriyordu. Çünkü her iş boştu ve ruha sıkıntı veriyordu. Evet, yeryüzünde yaptığım bütün o işlerden nefret ediyordum. Çünkü her şeyi benden sonra gelecek olanlara bırakmak zorunda olduğumu görebiliyordum. İnsanın güneşin altında o kadar çabalaması sonucunda, onca emeğinin karşısında eline ne geçiyordu? Her günü keder, her işi üzüntüydü.
Sf: 52
Yaşayanlar arasında olan için umut vardır. Çünkü canlı bir köpek ölü bir aslandan daha iyidir. Çünkü yaşayanlar öleceklerini bilirler, ama ölüler hiçbir şey bilmezler.
Sf: 54
“Tendeki hayat büyük bir kötülük ve yalandan ibarettir. Bu yüzden bu hayatın ortadan kaldırılması bir nimettir ve bizim arzu etmemiz gereken bir şeydir.” der Sokrat.
Sf: 56
Süleyman bu çıkış yolunu şöyle ifade eder: “Sonra mutluluğu övdüm, çünkü insanoğlunun yeryüzünde en iyi yapabileceği şey yemek, içmek ve mutlu olmaktır. Ve bunlar ona yaşadığı günler boyunca eşlik etmelidir.”
Sf: 57
Süleyman gibi bin tane karısının ve saraylarının olmayacağını, bin karısı olan her bir kişi için bir tane karısı olmayan bin kişi olduğunu, her bir saray için onu alınlarından terler damlayarak inşa etmek zorunda olan bin kişi olduğunu ve beni bugün Süleyman yapan talihin yarın Süleyman’ın kölesi yapabileceğini unutturabilmektedir.
Sf: 59
Dördüncü yol ise Süleyman ve Schopenhauer gibi yaşamak yaşamın bize oynanan kötü bir şaka olduğunu bildiği halde yaşamaya; yıkanmaya, giyinmeye, yemek yemeye, konuşmaya ve hatta kitap yazmaya devam etmekti. Bu durum bana tiksindirici ve ıstırap verici geliyordu. Ama bu konumda kalmaya devam ettim.
Sf: 60
Şüphem şöyleydi: Ben, yani benim aklım, hayatın anlamsız olduğunu kabul etti. Eğer akıldan üstün bir şey yoksa (ki yok, olduğunu kimse kanıtlayamaz), bu durum da benim için yaşamın yaratıcısı akıldır. Akıl var olmamış olsaydı, benim için de yaşam diye bir şey olmayacaktı. O halde yaşamın var edicisi akılken, akıl nasıl olur da yaşamı geri çevirebilir? Ya da başka bir şekilde söyleyecek olursak: yaşam olmasaydı, aklım olmayacaktı, bu yüzden akıl yaşamın oğludur. Yaşam her şeydir. Akıl onun meyvesidir, ne var ki akıl yaşamın kendisini reddetmektedir! Bu noktada bir şeylerin yanlış olduğunu hissettim.
     
Yaşamın anlamsızlığını ortaya koyacak şekilde akıl yürütmek hiç de zor değil. Bu en sıradan insanın bile aşina olduğu bir şey. Gene de bu sıradan insanlar bu zamana kadar sürdürdüler ve hala sürdürmekteler. Nasıl oluyor da bunların hepsi var oluşun akla yatkın bir şey olup olmadığına hiç kafa yormadan yaşayabiliyorlar?
Sf: 61
Bilgelerin bilgeliklerince doğrulanan bilgim bana şunu göstermiştir ki yeryüzünde her şey – canlı ya da cansız- olabilecek en akıllıca şekilde yerleştirilmiş – bir tek, benim kendi konumum aptalca. Ve aptallar – o muazzam insan kitleleri – canlı ya da cansız her şeyin yeryüzünde nasıl konumlandırıldığı hakkında en ufak bir fikre bile sahip değiller, ama yaşamaya devam ediyorlar ve sanıyorlar ki kendi yaşamları çok akıllıca konumlandırılmış!..
     
Aklıma birden şu geldi: “Ya hala bilmediğim bir şey varsa? Cehalet de aynısını yapar; cehalet de hep aynen benim dediklerimi der. Bir şeyi bilmediğinde bilmediği şeyin aptalca olduğunu söyler.
     
“Hiç bir şey bizi intihar yoluyla var oluşu reddetmekten alıkoyamaz. Pekala o halde öldürün kendinizi, irdelemekten kurtulursunuz. Yaşamak sizi mutsuz ediyorsa öldürün kendinizi! Yaşıyorsunuz, ama yaşamın anlamını anlamıyorsunuz.”
     
Gerçekten de, intiharın şart olduğuna kani olup da intihar etme kararı almayan bizler, boyalı bir yosma karşısında eli ayağı dolaşır gibi aptallığından ortalığı telaşa veren, insanların en zayıfı, en tutarsızı, ya da daha açıksa söyleyecek olursak, en aptalı değil de neyiz?
Sf: 64
Sanıyorum ki ait olduğum zengin, eğitimli ve bolca hoş vakti olan insanlardan oluşan o dar çevre insanlığın tamamıydı ve de diğer, o güne kadar yaşamış ve hala da yaşamakta olan milyarlarca insan gerçekten insan değil bir çeşit sığırdılar.
Sf: 66
Bu akıldışı bilgi ise inançtır, tam de benim kabul edemeyeceğim şey. Bu, Tandır; altı günde yaratılış, şeytanlar ve melekler ve diğerleri. Aklımı yitirmedikçe kabul edemeyeceğim şeyler.
     
Yaşamın kötü ve anlamsız olduğunu uzun süreden beri bilmeme rağmen ben kendim yaşamaya devam ediyordum. İnanç açısından bakıldığında ise yaşamın anlamını kavrayabilmem için aklımı reddetmem gerekiyordu.
     
Bir çelişki doğmuştu bu çelişkiden çıkışın iki yolu vardı. Ya benim mantık dediğim şey sandığım kadar akla dayalı değildi, ya da bana akıl dışı gözüken şey sandığım kadar akıl dışı değildi.
Sf: 67
“Bu sonsuz evrende benim sonlu varoluşumun ne gibi bir anlamı var?”
Sf: 70
İnanç, varoluşun gücüdür. Bir insan yaşıyorsa bir şeylere inanıyordur. Eğer bir şeyler için yaşamak gerektiğine inanmasaydı, yaşıyor olmazdı. Eğer insan fani olanın aldatıcı dünyasını görmüyor ve fark etmiyorsa fani olana inanıyor demektir. Fani olanın aldatıcı dünyasını kavrayabiliyorsa sonsuza inanmak zorundadır. Bir inancı olmadan yaşayamaz.
Sf: 74
İkinci olarak şunu anladım ki, insanın bütün muhakemesi boşta dönen bir pinyon çarkı gibi bir kısır döngüye sapıyordu.Ne kadar çok ve ne kadar iyi akıl yürütsek yürütelim o soruya bir cevap bulamayız. Sıfır her zaman sıfıra eşit olacaktır ve bu yüzden tuttuğumuz yok büyük ihtimalle yanlıştır.
Sf: 83
Yeryüzünün varoluşu birisinin iradesi sayesinde süregelmektedir. Birisi tüm yeryüzünün ve bizlerin varoluşuyla amacını gerçekleştirmektedir. Bu iradenin anlamını kavramayı umabilmesi için, kişinin ilk önce kendisinden istenenleri yerine getirerek, bu iradeyi gerçekleştirmesi gerekir. Ancak eğer benden istenen şeyi yapmayacak olursam, benden ne istendiğini asla anlayamayacağım gibi, hepinizden ve bütün evrenden de ne istendiğini anlayamam.
Sf: 85
Kant’ın ve Schopenhauer’un bir Tanrı’nın var olduğunu kanıtlamanın imkansızlığına yönelik iddialarını zihnimde tekrar gözden geçiriyor bu iddiaların geçerliliğini sorguluyordum. Eğer ben varsam bunun bir sebebi ve o sebebin de başka sebepleri olmak zorundadır.
Sf: 86
“Benim Tanrı dediğim o şeyle ilgim nedir?” Sadece bildik yanıtlar aklıma geldi: “O yaratan ve esirgeyendir.” Bu cevap beni tatmin etmedi ve içimde varoluşum için gerekli olan bir şeyleri yitiriyor olduğumu hissettim. Dehşete kapıldım ve kendisini aradığım O’na bana yardım etmesi için dua ettim. Ancak ben ne kadar dua ettiysem, O’nun beni işitmediğini ve çağrımı kimsenin muhatap almadığını o kadar iyi anladım. Ve yüreğimde Tanrı’nın olmadığına dair bir ümitsizlikle şeyle dedim: “Tanrım bana merhamet et, beni koru! Tanrım bana bilmediğimi öğret!” Ne var ki, hiç kimse bana merhamet etmedi. Hayatımın bir durma noktasına geldiğini hissediyordum.
Sf: 87
Kendimi öldürmekten başka bir çarem olmadığını düşündüm. İşin en kötü tarafı da kendimi öldüremeyeceğimi hissediyor olmamdı.
     
“Pekala, Tanrı yok!” dedim kendime, “Benim hayal gücümün eseri değil de, benim tüm varoluşum kadar gerçek olan öyle bir şey yok. O yok. Hiçbir mucize de O’nun var olduğunu ispat edemez. Çünkü mucizeler benim hayal gücümün ürünleridir, gerçek değillerdir.”
Sf: 88
“Tanrı algısı kendi içimde uyandırabileceğim ya da uyandırmaktan kaçınabileceğim bir şey. Benim aradığım bu değil. Ben onsuz var oluşun olmayacağı şeyi arıyorum.”
Sf: 100
Köylülerin cehaletlerine ve eğitim eksiklerine o kadar sık imrendiğim oluyor ki! İnanç ilkelerinde benim için düpedüz saçmalık olan o ifadeler onlar için yanlış hiçbir şey içermiyordu. Onlar o sözleri kabul edebiliyor ve hakikate benim inandığım o hakikate inanabiliyorlardı. Bir tek benim için, o mutsuz adam için, şu açıktı ki, gerçekle yalan en iyi kalite ipliklerle iç içe dokunmuştu ve benim o gerçeği bu şekilde kabul etmem imkansızdı. 

Doktrin: “Şaka, çok ciddi bir sanattır.” – George Bernard Shaw