Sf:3
Ateşin içinden ne denli iyi yürüdüğündür mesele
Sf:5
tecavüz
Serbest Vezin Şairleri
Julia’nın sadece Kafiyeli Vezin
Şairleri’ne verdiğini
fısıldadılar, ya da sadece
onlarla birlikte
göründüğünü.
Serbest Vezin Şairleri
Bizi temsilen oraya
gidip onu haklamayı
soktular kafama
4 Temmuz akşamının erken saatlerinde
Julia’yı sıkıştırıp buzdolabına
dayamıştım ki
19 yaşlarında bir delikanlı içeri girip
“hey , anne , ne haber?” diye sordu.
tanıştırıldık ve oturma odasına
geçtik. oğlana yarım bardak
Jack Daniel koydum ve küçük
yudumlar alırken dudaklarını
büzüşünü seyrettim.
bu ona annesinin erotik
yaşamına müdahale etmemeyi öğretirdi.
sonra kapı çalındı ve
şair Monzo ile
karısı Denise girdi içeri. Denise
bana karşı Monzo’nun şiirlerinde
bile bulamayacağınız kadar güçlü
bir nefret duyuyordu.
amacıma ulaşmanın tek yolunun
hepsini sarhoş edip sızdırmak olduğuna
karar verdim: oğul, Monzo, karısı
ve Julia.sonra da Julia’ya
tecavüz edecektim.
bunu sağlamaya yetecek kadar
bira ve viski getirmiştim.
içmeye devam ettik, sonra
Los Angeles Coliseum’dan havai
fişekler patlamaya başladı,
pencereden bütün gösteriyi
izleyebiliyorduk.
herkes zevkten dört köşeydi.
“korkunç sıkıcı bir bok,” dedim.
“Chinaski,” dedi Monzo’nun karısı,
“ne kadar olumsuzsun!”
elimi Julia’nın kıçına dayadım
seyrederken, kıçını sıktım,
çatlağını okşadım.
oğlan banyodaydı, kusuyordu.
sonra biri,”aman,
tanrım!” dedi
havai fişeklerin birkaçı
sokaktaki palmiye ağaçlarına isabet
etmiş, ağaçlar alev almıştı.
bir ağaçtan ötekine sıçrıyordu
alevler.
“işte,” dedim, “gerçekten harikulade
bir manzara!”
“of, Chinaski,” dedi Monzo’nun karısı,
“sinir bozucu orospu
çocuğunun tekisin!”
itfaiye gelip kısa zamanda her şeyi
berbat etti benim için. oturup
içmeye devam ettik.
konuşuyorlardı, alt sınıf, orta
sınıf, üst sınıf gibi terimler
kullandılar. kişisel iletişimden
söz ettiler. çevre kirliliğinden ve
Dylan Thomas’tan söz ettiler. komünleri
ve organik bahçeleri tartıştılar.
yoga bahsi açıldı. yapısal olmayan
okullardan ve morötesi ışınlarla
evde ot yetiştirmekten söz
ettiler. Tim Leary’ den, Abbie Hoffman’dan,
Jerry Rubin’den, Vietnam Savaşı’ndan ve
Robert Crumb gibi çizerlerden ne kadar
hoşlandıklarından. sevgi ayinlerinden,
ot partilerinden, Kızılderililere
uygulanan zulümden. ve ben deli
gibi içerken onlar içkilerinden küçük
küçük yudumlar alıyorlardı. sonunda
Julia’yı tecavüzden korumaya kararlı
olduklarına kanaat getirdim.
vageçtim,
arabama bindim
ve evime,
DeLongpre Bulvarı’na
sürdüm,
eve girer girmez bir bira aldım ve
radyoyu açtım, Wagner,
sonra arka tarafta oturan
ev sahibem geldi, onun dairesine
gittik, kocası
yırtık beyaz fanilasıyla masanın
üstünde horul horul uyurken
devirdik biraları arka araya.
Katoliklikten
(her pazar ayine giderdi)
böbrek taşının ve
basurun dehşetinden
bahsettik, arada
30’lu yılların şakılarını
söyledik,
Bing Crosby filan,
oradan çıktığımda saat
sabahın beşiydi.
temmuz’un 5’i olmuştu
ve Julia’ya tecavüz etme
başarısızlığımı
unutmuştum.
Sf:9
gitmiş
ne tam olarak birbirlerine bakıyorlardı
ne de başka yere.
çıt çıkarmadan rahat metal
koltuklarına oturmuşlardı
cam bölmeyle ayrılmış odada.
13-14 kişiydiler,
erkek ve kadın,
ne rahat görünüyorlardı
ne de rahatsız
ben orada dikilmiş
içlerinden birinin bir şey
söylemesini beklerken,
bekliyordum çünkü
hangisinin yetkili
olduğunu kestiremiyordum,
hepsi sivil giyinmişti.
sonunda “affedersiniz, ama
Betty Winters’ın hangi odada kaldığını
bilen var mı?
“Betty Winters mı?” diye sordu
tepeden tırnağa kahverengi
giymiş bir adam.
kemerine anahtar dolu bir halka
taktığını fark ettim.
“evet,” dedim, “onu görmeye
geldim, ziyaret saatindeyiz
değil mi?”
yanıt gelmedi.
kahverengili adam
koltuğundan kalktı.duvardaki
çizelgeye baktı.
“Betty Winters 303 numaralı odada
kalıyor, ama burada değil, sınırlı
izin alıp ayrıldı.”
kahverengili adam gidip
koltuğuna oturdu.
diğerleri kayıtsız ve hareketsiz
kalmışlardı.
“geri dönecek mi?”diye sormak üzereyken
vazgeçtim, çünkü kahverengili adamın
bildiğini ben de biliyordum:
dönmezse
akıllı olduğunu bilebilecek kadar
deliydi,
dönerse
deli olduğunu bilebilecek kadar
akıllı.
Betty Winters o gün onu ziyaret
etmemi istemişti benden.
bütün öğle sonraları gibi
harcanmış bir öğle sonrasıydı benim için.
holde geri yürürken
bir adam koşarak önüme
geçti. arada sırada sıçrayıp
eliyle hayali bir noktaya
vuruyordu.hiç ıskalamıyordu
sanki. birden bir çığlık attı
ve arkasına bakmadan
yan odalardan birine
dalıp kapıyı kapattı.
Sf:11
bir kadın arkadaşın
komodinin üzerine bıraktığı not
ŞARAP: mevcut durumda ayda şişesi 5 dolardan
60 şişe şarap tüketiyorsun,
bu da ayda 300$ ediyor
(artı vergi).
bu tüketimi ayda 30 şişeye
(gecede bir şişe) indirir ve şarabını
kasayla %10 indirimli satın
alırsan ayda 135$ ödeyeceksin. toplam
tasarruf yaklaşık olarak ayda 165$
ya da
yılda 1980$!
DIŞARIDA YEMEK: mevcut durumda haftada
4 kez dışarıda yiyorsun, içki dahil gecede
25$ harcadığını varsayarsak ayda
400$ ediyor. dışarıda yemeyi haftada ikiye
ve yirmi dolara (Çin lokantalarında mümkün) indirirsen
160$ (artı bahşiş) tutar. Tasarruf yaklaşık olarak
ayda 240$ ya da yılda 2880$!
TELEFON: mevcut durumda
ayda 200$
ödüyorsun. bu kolay: şehirlerarası konuşmalara son ver! bu
harcamanı yarıya indirecek. tasarruf
Ayda 100$
Ya da yılda 1200$!
HİPODROM: mevcut durumda haftada
yaklaşık olarak 90$ harcıyorsun (kaybediyorsun). Hank,
yeni bir bahis sistemi geliştirmelisin, çünkü bu
ayda 360$ ediyor!
İşte sevgilim, şarabından, yemeğinden ve
bahislerinden kısmak
sana ayda 865$
yılda ise,
aç kulaklarını,
10.380$
tasarruf sağlayacak. GERÇEKTEN!
hazırlan,
dikkat,
FIRLA!
Sf:13
bacaklar
Houdini bir keresinde boş bulunup
hazır değilken
bir gence
karnına bir yumruk atmasını söylemişti.
hava yeleğini henüz
şişirmemişken.
bir partide benim de başıma
geldi bir keresinde:
yapılı birine, “hadi, karnıma
en sert yumruğunu göm! karın
kaslarım çelik gibidir!” dedim.
tam o sırada
bacakları harikulade
bir kız bacak bacak üstüne attı
ve herif yumruğu
yerleştirirken gözüm o sihirli
uyluklara takıldı.
neredeyse teskin ediciydi acı,
göremiyordum,
içkimi kaldırıp
bir yudum aldım,
daha sonra
konuşabildiğimde
tipe, “şimdi de benim sıram!” dedim,
“tabii, tabii,” deyip kalabalığa
karıştı.
harikulade bacaklı kız
başka biriyle
erken ayrıldı partiden.
gecenin ilerleyen saatlerinde
bir şişe cep viskisini
ir dikişte içtim.
yapabileceğim başka bir şey
kalmamıştı ve hak edilmiş
cılız bir alkış topladım.
Sf:20
kral hayatı
sabah on bir buçukta kalktım,
bermuda şortumu ve temiz
yeşil gömleğimi giydim,
bir Miller’s açtım,
posta kutumda
Berkeley Tribe’dan
başka bir şey yok,
üstelik abone de değilim,
KUSC’de org müziği var,
Bach,
Kapıyı açık bırakıp
balkona çıkıyorum,
aman da aman,
şurup gibi br hava,
güneş altından tereyağı misali
bedenimde, hipodrom yok
bugün, sadece bu
canavarca ve sihirli
zaman öldürüş, sarılmış sigara
ağızda, göbeğimi okşuyorum güneşin
altında Paul Hindemith
bisikletiyle geçerken,
ve birkaç bina ötede
kırmızı elbise giymiş bir kadın
çamaşır sepetine eğiliyor,
doğruluyor,
bir çarşaf seriyor
çamaşır ipine,
tekrar eğiliyor, doğruluyor, bütün o kırmızının
içinde, yılan derisi gibi o kırmızı,
tutunuyor, kayıyor, parlıyor,
aman da aman,
gözümü alamıyorum,
beni fark ediyor,
çamaşır sepetine eğilmiş kalakalıyor
ağzında mandal,
elinde pembe bir külotla doğruluyor,
mandalın etrafında
gülümseyip
bana el sallıyor.
sırada ne var? sokakta tecavüz mü?
ben de ona el sallıyorum,
sonra da içeri girip
pencerenin önündeki makinenin
başına oturuyorum, bu sefer
birinin Re Minör keman konçertosu,
şimdi de tazısını yürüyüşe çıkarmış
daracık pantolonlu çok güzel
bir zenci kız geçiyor,
penceremin önünde durup
içeri bakıyorlar;
kız siyah güneş gözlüğü takmış,
ağzı biraz sarkıyor, sonra
uzaklaşıyor köpeğiyle.
biri bunun için bir kenti bombalamak ya da
yağmurda portakal satmak zorunda
kalmış olabilir.
ama kimse sorumlusu, bugün
ona
yürekten
teşekkür etmek
istiyorum.
Sf:24
kambur
ıstırap ve mutluluk anları
yürüyor çatımda.
kedi geçiyor yanımdan
her şeyi bilirmiş gibi görünerek.
bir gladyatörün talihinden
daha iyiydi talihim, diye düşünüyorum,
ama ondan da emin değilim.
birçok kadın tarafından sevildim,
hayatı sırtında bir kambur gibi taşıyan biri için
talih sayılır.
saçlarımda gezinen bütün o parmaklar,
beni bağrına basan bütün o kollar,
yatak odamın halısına
umursamazlıkla fırlatılmış bütün o
ayakkabılar.
belleğime o kadar çok
arayış içinde yürek kazındı ki
anımsayarak gideceğim
ölümüme.
hak ettiğimden daha iyi muamele
gördüm –
genel hayattan değil,
olayların mekaniğinden de değil,
ama kadınlardan.
beni banyoda tek başıma
iki büklüm, ellerim
karnımda,
neden neden neden neden neden neden?
diye düşünürken
terk edip gidenler de oldu.
domuzdan farkı olmayan erkekleri seçer kadınlar,
ruhları ölü erkekleri,
kötü düzüşen erkekleri,
gölgeden farksız erkekleri,
çünkü
olayların
akışına uymak
zorundadırlar.
doğal seçimleri değildir bu,
ama genellikle
bir karmaşa ve şaşkınlık
durumunda yaparlar
seçimlerini.
bir dokunuşla insanı ihya edebilir
ya da dokundukları her şeyi öldürebilirler ve
ben ölüyorum,
ama henüz
ölmedim.
Sf:26
ben ve Capote
genellikle erkek sesidir telefon
çaldığında ve hepsi birbirine
benzer, çünkü aynı şeyi
söylerler genellikle:
“yazar Henry Chinaski siz misiniz?”
“bazen.”
“numaranızı rehberden bulabileceğimi
sanmıyordum, şaşırdım, şey, ziyaretinize
gelip sizinle bir bira içmek istiyorum.”
“neden?” diye sorarım.
“sizinle konuşmak istiyorum.”
“anlamıyorsun,” derim. “konuşacak bir şey
yok. konuşmak benim canımı sıkar.”
“yazma biçiminizi seviyorum.”
“onunla yetin.”
“gelip biraz sohbet etmek
istiyorum sadece.”
“ben sohbet etmek istemiyorum.”
“öyleyse telefon numaranız neden
rehberde kayıtlı?”
“kadınları düzmeyi severim de ondan.”
“bu yüzden mi yazıyorsunuz?”
“Truman Capote’tan arkım yok. kiramı
ödeyebilmek için yazıyorum.”
kapatırım.
tekrar ararlar.
yine kapatırım.
yazmanın konuşmakla ne ilgisi var
anlamıyorum.
postamdan haftada üç berbat şiir
kitabının çıkmasının da
yazmakla ne ilgisi olduğunu
anlamıyorum.
rahip değilim ben.
guru değilim.
kendimden beni arayanlardan
daha az eminim muhtemelen, onlardan daha
mutsuz.
ama kapı çalınıp
içeri güzel bir yaratık girdiğinde,
(dişi)
(telefon ettikten sonra)
kararsız,
gülümseyerek,
çıldırtıcı vücut hatları ve sihirli bir tavırla,
o zaman
onun bütün zamanların
bütün ordularından daha
tehlikeli olduğunu idrak eder ve
şiirlerimi bu yüzden yazmadığımı bilirim,
sonra pek emin olamam,
sonra bilemem.
sonra bu bilme meselesini unutur
hatuna bir içki hazırlar ve
yatak odasına gidip
telefonu prizden çekerim.
varsın kayıtlı olsun
numaram.
Sf:34
kapıdan çıkıp yürümeye başlıyorum,
peşimden geliyor.
kıkır kıkır gülen güzelim okul kızlarının
yanından geçiyoruz,
fırıncı kamyonlarının
yanından geçiyoruz,
ve güneş bir an için istridye gibi
açılıp kapanarak yutuyor
canavarımı
yeşil ışıkta karşıya geçip
kurtulmuş gibi yaparken,
ekmeğe yada gazeteye ihtiyacım varmış gibi yaparken,
canavar sonsuza dek gitmiş gibi yaparken,
benden kopardığı parçalar.
Sf:35
sanatsal bencillik
nedir deha?
bilmiyorum,
ama şunu biliyorum:
bir deliyle
profesyonel arasındaki fark; profesyonel
yapmaya karar verdiği şeyi yapabildiği
kadar iyi yapar,
deli ise yapmadan duramadığı şeyi
çok iyi yapar.
saatin gece yarısına yaklaştığı
bir pazartesi gecesi
şu çıplak ampule bakıyor
ve içimden minik adlar
geçiyorum:
Van Gogh gibi,
Chartterton gibi,
Plath gibi,
Crane gibi,
Artaud gibi,
Chinaski gibi.
Sf:37
şikayet edilemeyecek kadar sıcak,
yolun öbür tarafındaki atlar
üstlerine konan sinekleri bile kovmuyorlar,
sinekler ısıramayacak kadar yorgun,
kırk iki derece,
ve edebiyat dünyasını fethedeceksem şayet,
önce ısıyı otuz dereceye
bir indirsek
diyorum?
şu anda şiir yazamıyorum,
soluk soluğayım, tembel ve etkisizim,
daktilomun silindirinin üzerinde bir sinek var,
bir ileri yürüyor, bir geri, bir ileri bir geri,
edebi sineğim benim,
orospu çocuğu, işe koyul,
kendine başka bir şair ara ve
onu
ısır
terli
kıçından.
Sf:47
dağlar görünüyor penceremden,
Sunset Bulvarı’ndan bir blok uzaklıkta.
son depremden son derece ilginç
çatlaklar var tavanda.
ve kapıyı çaldığınızda
kırık tel kapı bazen yere düşer
ve köpekler Hollywood rüzgârı gibi koşarlar.
bırakacağınız not okunacak, fakat
cevaplandırılmayacaktır.
şehvetli bir kadın bir münzeviyle
karşılaştığında
ikisinden biri değişmek
zorundadır.
Sf:48
süper marketteki kadın
sabahın dokuz buçuğunda orada
kimse olacağına ihtimal vermezsin.
el arabasını almış ilerlerken
peynir reyonu, turşu reyonu ve yeni
gelmiş zeytin kavanozlarına fiyat etiketi
yapıştıran memurun arasında
yolumu kesti arabasıyla. geriye takıp
sebze reyonuna gazladım. vaşington portakalları
ucuza satılıyordu, kilosu 60 sent, biraz da
lahana ve yeşil soğan aldım, reyondan çıkıp
batıya saptım, bisküvi reyonunda
duruyordu, etek dizlerin on santimetre üstünde
ve dar. şeffaf bir bluz vardı üzerinde,
altında da incecik bir sutyen.ayak bilekleri
ince, ayakkabıları düz, gözleri ise
şaşkın bir geyiğin gözleri.
Vişne çiçeği ve Fransız parfümü kokuyordu.
36 yaşında ve evliliğinde mutsuz,
sepeti boştu hâlâ. yanından geçtim. gözleri
deli bir koyu kahverengiydi. et fiyatları çok
yüksekti. iki günlük biftek buldum, fiyatı makuldü,
üç tane aldım, bir düzine de orta boy
yumurta. dondurulmuş sebze reyonundaydı, deli
kahverengi gözler her zamankinden daha da
mutsuz.başımı öne eğip yanından geçtim, ama
geçerken kıçını kalçama sürtmeyi başardı. dondurulmuş
bezelyeyle lima fasulyesi alıp ekmek
reyonuna topukladım, ekmek aldım ve alış verişimin
tamamlanmış olduğuna karar verdim, kasaya gidip
kuyruğa girdim. kuyrukta beklerken bir bacağın bacağıma
yaslandığını hissettim. o sigarasını yakarken Vişne
çiçeğiyle Fransız parfümünün kokusunu içime
çekerek bekledim.
torbalarımı aldım, otoparka yürüyüp arabama
bindim, çalıştı, parktan geri geri çıktım, güney
istikametine saptım ve önümdeydi, gözlerini bana
dikmiş gülümsüyordu. arabam stop etti
onun arabasına binişini seyrederken, eteği kalçalarına
kadar sıyrılmış, dolgun uylukları ve pembe külotu
ortada, gazlayıp mutfağıma
döndüm, torbaları masanın üzerine koydum
ve boşaltıp
buzdolabına yerleştirmeye başladım.
Sf:54
fahişeler, kaçıklar ve lanetliler
bugün hipodromda,
cokeylerden birinin ölümünün
ikinci ya da üçüncü gününde,
hoparlörlerden
ayağa kalkıp
bir dakikalık saygı
duruşunda bulunmamız
istendi. suyu çıkmış
bir formüldür,
ben sevmem,
ama sessizliği
severim. kalktık
hepimiz ayağa: fahişeler,
kaçıklar ve lanetliler. canım
sıkılır gibi oldu, ama
başımı kaldırıp televizyon
ekranına bakınca
padokta hakemler ve seyislerle birlikte
atlarına binmeyi bekleyen
cokeyleri gördüm: o sessizlikte
ölümü ve yitirdikleri arkadaşlarını düşünürken
bir yarım daire oluşturmuşlardı
ipek gömlekler giymiş
çizmeli
küçük cesur adamlar,
ölüm lejyonları görünüp
kayboldu, güneş bir
kez göz kırptı ve
hâlâ şarkı söylemeye çalışan
kafası kopartılmış
aşkı düşünüyordum ki
spiker teşekkür etti
ve hepimiz işimize koyulduk.
Sf:59
çıraklar
terlikleri ve ipek ropdöşambrıyla
otururdu,
çenesi sarkmış,
gözlerinin altı torbalanmış.
haddi hesabı yoktu
ziyaretçilerin,
şarap, hap
ve muhabbet
getirirlerdi.
genç, ihtiyar, onu görmeye
gelirlerdi.
30’lu ve 40’lı yıllarda
iyi şiirler yazmıştı,
50’li yıllarda da belki.
her nedense 70’li yıllarda
New York’a yerleşmişti.
Tanrı’yı ziyaret etmek gibi bir şeydi
ziyaretine
gitmek.
ve muhabbeti güzeldi,
özellikle şaraptan
ve haplardan
sonra.
tarz ve zarafet sahibiydi, cılkı
çıkmamıştı henüz.
çok fazla sigara içiyordu, en
büyük sorunu
sigaraydı. ayağının yanında
duran kesekağıdının
içine tükürürdü.
ziyaretçileriyle mutlaka içerdi,
iyi kaldırırdı içkiyi.
gecenin sonunda ziyaretçilerin arasından
genç ve güzel bir kız seçerdi
ve kız onu emerdi.
yok artık.
o genç hayranlarının
içinden yerini dolduracak
biri çıkmadı henüz. daha vakit
var
elbette.
Sf:61
38.000’e-bir
Utah Üniversitesi’nde bir şiir dinletisi verecektik.
Şairlerin içkisi bitti
ve içimizden biri okurken
diğerlerimiz içki almaya gitmek üzere
bir arabaya doluşup yola çıktık,
ama bir süre sonra stadyuma giden
arabalar yolumuzu kestiler.
kıstırmışlardı bizi:38.000’e-bir.
aksi istikamette gitmek isteyen
tek araba bizdik.
şeridimizde durup kornamızı öttürdük.
400 araba kornayla karşılık verdi.
Bir trafik polisi geldi yanımıza.
“bakın, memur bey,” dedim, “biz şairiz ve içkiye
ihtiyacımız var.”
“geri dönüp stadyum istikametine doğru gidin ,” dedi polis.
“bakın, içkiye ihtiyacımız var. futbol maçını
seyretmek istemiyoruz.kimin kazandığı umurumuzda
değil. şairiz biz, Utah Üniversitesi’nin Sualtı Şiir
Festivali’nde şiir okumak için buradayız!”
“bugün trafik tek yön akıyor,” dedi polis.
“bakın, on beş dakika sonra sıram
geliyor. Henry Chinaski’yim ben!
adımı duymuşsunuzdur
mutlaka, duymadınız mı?”
“aracınızı çevirin ve stadyuma doğru sürün!” dedi polis.
“siktir,” dedi direksiyonda olan Betty,
sonra arabayı kaldırıma çıkarıp
iki santimetre derinliğinde tekerlek
izi bırakarak
kampüsün bahçesinden arka yola çıktı.
çakır keyiftim, ne kadar yol aldığımızı
ya da oraya nasıl vardığımızı hatırlamıyorum,
ama birden hepimiz içki reyonunda içki
satın alıyorduk; şarap, votka, bira,
skoç. ikmali yapıp geri döndük,
dinletiyi verdik, seyirciyi
yıktık, çeklerimizi aldık ve alkışla
uğurlandık,
maçı bilmem kaça-bilmem kaç
UCLA
kazandı.
Sf:64
-bu da her zaman söylediğim
şeyi kanıtlıyor:
konuşurken insanın gözlerinin içine bakan
rahat gülümsemeli bir adama
asla güvenme,
hele
pipo içiyorsa.
(ihtiyarın pipo içtiğine
hiç tanık olmadım,
ama bana kalırsa
içiyordu.)
Sf:68
kimse bilmez ne çektiğimi
bir hafta süren içki ve kumar
deliliğinden sonra
sarsak
ve sıkıntılı
küvetteyim sabahın on buçuğunda
ve telefon çalıyor,
folk şarkıları söyleyen
kız;
sevgilisini terk ettiğini,
giysilerini sokağa fırlattığını
söylüyor bana.
bu işlerin nasıl yürüdüğünü
anlatıyorum ona –
birliktesin
ayrılırsın
barışırsın
ayrılırsın
böyle sürer.
evet, diyor, yeni şarkımı
dinlemek ister misin? elbette,
diyorum ve telefonda
şarkıyı söylemeye başlıyor.
kanepenin kenarına oturmuşum,
ıslak,
dinliyor ve bir yandan da
nasıl düzerin seni, yavrum, diye
geçiriyorum içimden,
ve gülüyorum, çünkü şarkı
matrak, şarkısını sevdiğimi söylüyorum,
memnun oluyor,
dinle, diyorum, toparlanıp
hipodroma yetişmem gerek. tekrar
ara.
ararım, diyor.
sonra iki Alka Seltzer alıp
iki saat sonra çıkıyor,
6 saat sonra da
beş yüz dolar kaybetmiş olarak
dönüyorum.
içeri girdiğimde
telefon ahizesini kaldırıyor
sonra yerine koyurum
tekrar.
kimse kimsenin sıkıntılarını
dinlemek istemez, diye
geçiriyorum içimden, hem
o genç kızın
yaşlı bir adama
ihtiyacı
yok.
radyoyu açıyorum,
kasvetli bir müzik çalıyor.
kapatıyorum.
soyunuyorum, yatak odasına
gidiyorum, jaluzileri indiriyorum,
ışıkları söndürüyorum
ve bir kez daha
alabildiğine deli
yatağa girip
karanlığa bakıyorum.
Sf:70
böyle bu iş
sabahın dokuz buçuğunda dairesinden çıkıp
yöneticinin kapısını çaldı:
“kocam öldü!”
birlikte binanın arka tarafına gittiler
ve süreç başladı:
önce itfaiye 27 numaralı araçla
koyu renk pantolon ve gömlek giymiş iki
adam gönderdi, sonra yönetici, itfaiyeciler ve
kadın daireye girdiler, kadın hıçkıra hıçkıra
ağlıyordu.
kocası geçen Nisan ayında kadını bıçaklamış,
bu yüzden altı ay hapis yatmıştı.
koyu renk gömlekli adamlar dışarı çıktılar,
araçlarına binip
uzaklaştılar.
sonra iki polis geldi.
sonra da bir doktor(ölüm belgesini imzalamak için
gelmişti muhtemelen).
pencereden dışarı bakmaktan
sıkıldım, The New Yorker dergisinin
son sayısını okumaya başladım.
pencereden tekrar baktığımda
lacivert takım elbise giymiş
hassas görünümlü ve
kır saçlı bir beyefendi
kaldırımda ağır adımlarla yürüyordu.
sonra elini sallayarak birine
gelmesini işaret etti ve
siyah bir cenaze arabası bahçeye
girip balkonumun yanına park etti.
iki kişi cenaze arabasından indi,
arkayı açıp tekerlekli bir sedye çıkardılar,
binanın arka tarafına gittiler. döndüklerinde
adam fermuarlı siyah bir torbanın
içindeydi ve kadın perişandı.
cesedi cenaze arabasının
arkasına koydular, sonra arka tarafa geçip
kadının dairesine girdiler yine.
çamaşırımı çamaşırhaneye götürmem gerekiyordu,
yapmam gereken birkaç iş daha vardı.
Linda ziyarete gelecekti,
o cenaze arabasını balkonumun yanında görüp
endişeye kapılmasından korkuyordum.
bir not yazıp kapıya astım: Linda, endişelenme,
iyiyim. sonra kirli çamaşırımı alıp arabaya
bindim ve gazladım.
döndüğümde cenaze arabası gitmiş,
Linda henüz gelmemişti.
notu kapıdan alıp içeri girdim.
yahu, diye geçirdim içimden, şu arka taraftaki adam
benimle akrandı ve
her gün en az bir kez karşılaşırdık ama
bir kere olsun konuşmadık.
öyle bir zorunluluk da kalmamıştı artık.
Sf:73
parlak ışıklar ve sürüngenler
sık sık insanları
parlak ışıklardan ve sürüngenlerden
ayırt edemem.
süpermarkete gittiğimde
kasanın önünde dikilmiş beklerken
ya da alış veriş arabalarını iterken
görürüm onları.
kalçalar, kıçlar, gözler,
tenler, ağızlar, ve
tuhaf bir biçimde kopuk hissederim kendimi.
galiba korkuyorum onlardan,
farklılıklarından,
onlar raflardan tuvalet kağıdı, kayısı,
göbek marul filan alırken
kenara çekilirim.
bugün bir adam gördüm,
1.40 bile yoktu boyu.
alış veriş arabasından bile kısaydı
koridorda durmuş
öfkeli bir biçimde arabasını
biftekle doldururken.
bir an için ona dokunup, “demek siz de
kendinizi farklı hissediyorsunuz?” demek
geldi içimden.
ışıklar yanıp sürüngenler ilerlerken
bende uzaklaştım.
kasaya gittim
46 dolar 52 sent çıktı hesabım,
dişleri beni gözleyip duran kasiyere parayı verdim.
aniden
sol kulağımdan bir ışık demeti geçti
ve yumurta reyonunda yanıp söndü. sonra
poşetimi alıp
otoparkın yolunu tuttum.
Sf:79
Alman barı
son koşuyu açık ara kaybetmiştim,
biri ceketimi çalmıştı,
grip yoldaydı, hissediyordum,
ve lastiklerim
kabaktı. bira içmek için
bir Alman barına
girdim, ama garson kız kriz
geçiriyordu; hayal kırıklığı, elem,
yüreği boğulmuş.
kadınlar bir anda allak bullak
olurlar, biliyor musunuz? bahşiş
bırakıp dışarı çıktım.
kimse kazanmaz.
Sezar’a sorun.
Sf:80
paspas
yeni bir daire tuttu,
kanepeye uzanmış
sigara içiyorum
o daracık kotuyla eğilmiş
yerleri silerken,
o iri ve harikulade kıçı seyrediyorum,
saçları yere dökülecek neredeyse.
birkaç kez girdim o bedene,
yeterli değil, elbette.
ama yeterince talihli sayıyorum kendimi.
sadece bana ait olmasını istemiyorum artık,
payıma razıyım,
hem böylesi çok daha kolay:
tamahkarlığın lüzumu yok.
başkaları da olsun hayatında,
o zaman yürekte kimin daha iyi
olduğunu anlar.
yoksa kendini gereksiz yere
kapana kısılmış hissedecek.
ama ne gösteri sergilediği:
o kotun darlığı,
bir kadının kıçı kadar sihirli bir şey yoktur
(başka bir yeri söz konusu değilse).
ölmek istemiyorum henüz,
bu yüzden başka tarafa bakıyorum arada sırada,
perdeye ya da komodine.
sonra ona bakıyorum yine,
her yeri
yerinde hâlâ.
yumuşak sesler geliyor dışarıdan,
mutluyum.
Sf:85
çok zor,
sıradan bir kafede
salata yemek
kadar;
çok zor
sanat
yaratmak burada.
sanat yaratmak
sonsuza dek
yalnız olmak
demektir.
Sf:93
ne borçlu kal ne de alacaklı
her gün hipodromdayım,
o da öyle.
sinema sektöründe çalışırdı
ekiden.
onu tanıyorum çünkü
onu tanıyan birini tanıyorum.
nasıldır bilirsiniz:
aslında tanımıyorum onu.
neyse, her gün
görüyoruz birbirimizi.
adımı seslenir,
soyadımı.
ben de karşılık
veririm.
arada sırada birkaç laf ederiz,
ama o kadar.
geçen gün
para elimde
gişeden döndüm,
atı bulmuştum 11.80 veren
ata 20 ganyan( Yüz on sekiz
dolar)o da orada duruyordu.
“nasılsın?” diye
sordu.
“atı buldum,”
dedim.
“benim talihim çok
kötü gidiyor,” dedi,
“günde 1500-2000 dolar
kaybediyorum.”
“neden evine
gitmiyorsun?” diye sordum.
“dinlen biraz.”
elini uzatıp
avucunu açtı.
bir çeyreklik
vardı elinde.
“oynamaya yetecek kadar
param yok. bana ödünç
verir misin? kaç para
olduğu önemli değil?”
6. koşudaydık.
tereddüt ettim,
sonra bir yirmilik
verdim.
“teşekkür ederim, yarın
görüşürüz.”
ve
gitti.
6. koşudan sonra onu
başı öne eğik
ağır adımlarla
tek başına yürürken
gördüm.
ben gidip yerime
oturdum.
o gün bir daha görmedim
onu.
ne de ertesi gün.
ya da
ertesi gün.
ya da
ertesi hafta.
belki sinema sektöründe
çalışıyordur yine.
çoğu insandan daha
iyi biri,
neredeyse hoşlanıyorum
ondan.
ya da hipodroma geliyor,
ama saklanıyor.
insanı utandıran bir durum.
20 dolara o kadar da
ihtiyacım yok.
atlar iyi koşuyorlar
son zamanlarda.
şimdi de ona rastlayacağımdan
korkuyorum.
borçlu olan benim
sanki.
Shakspeare haklıymış.
Sf:97
bazen park saatine para atmak bile
güzel bir duygudur
değerli el bombaları kafatasımın içinde,
kendime duyduğum nefreti beslemektense gül yetiştiririm,
ama bazen gerçekten bir haller oluyor bana,
karavan evler ve Santa Barbara’nın hemen güneyinde
devasa bir volkan krakerinin içine kayan fahişeler
görüyorum.
bana kendimi asıl iyi hissettiren
aklı gerçekten başında insanlar galiba: tertemiz üniformasıyla
bana ceza kestikten sonra motosikletine atlayıp
apış arası hiç kaşınmamış biri gibi uzaklaşan polis mesela.
ya da ağzına büyük gelen takma dişleriyle sabahın sekizinde
kapımı çalıp piranha gibi gülümseyerek odayı aydınlatan
Güney Kaliforniya Gaz Şirketi’nin adamı.
Evet, gerçek mucizeler ne yaptıklarını çok iyi bilen
bu binlerce küçük insan.
eskiden yüksek yerlerde arardım
esini,
ama ne kadar yükselirsen
ayakta duracak o kadar az yer olduğunu
keşfedersin.
deneyin bir gün. sokakta arabanızı sürüyorsunuz ve hidrolik
krikoya yapışmış bir adam görüyorsunuz,
ter akıyor çıplak göbeğinden,
bütün bedeni titreyip sarsılıyor,
ama mutlak gerçeğe tutunur gibi
yapışmış o krikonun sapına,
gülümsersiniz, vitesi ikiye atıp içinizden, ben de
devam edebilirim, diye geçirip
bir elinizle bir sigara yakarken, diğeriyle
radyoyu açar, bırakırsını aksın
güzelim yaşam öylesine.
Sf:110
o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu saatin kollarının ağır hareketlerinde
bile görebilirsiniz.
o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu Vegas’ta, Baltimore’da ya da Münih’te
yanıp sönen neon ışıklarında görebilirsiniz.
Sf:113
bir kart atarım size
adamın teki 845 dolara
Avrupa’ya uçup
bütün piyeslere ve
operalara gidebileceğimi
söylüyor.
uçakta dilediğimce içebilir
kültürlü insanlarla sohbet
edebilirmişim.
günde bir öğün bedava yemek
ve ilginç yerlere rehberli
turlar.
bir ski merkezine
bedava giriş ve
bize özel bir şöför bile
varmış.
ayrıca bedava harita
ve elle sarılmış
puro. iki hafta
sürüyormuş.
düzüş konusunda bir şey
söylemiyorlar
ama her gidenin
düzüleceği gibi bir izlenim
uyanıyor insanda.
Sf:114
yemeğimi alıp yukarı,
üçüncü kata çıkıyorum –
oradaki masalar Latin Amerika
kökenlilerle dolu,
düşmanca olmaktan çok yogun yüzleri,
fabrikadaki ağır mesaiden sonra dinleniyorlar,
bir zamanlar harikulade olan karıları
şimdi şişman ve memnun,
dışarı çıkıp ortalığı birbirine katmaya
can atıyor adamlar,
ama para başka şeyler için lazım;
giysi, araba lastiği, oyuncak, televizyon,
çocuklara ayakkabı, kira.
dışarı çıkıyorum yine.
Herald Examiner binasının
karşısına park ettiğim arabama
doğru yürüyor,
biniyor ve gazlıyorum.
günlerden Pazar. ve dedikleri
doğru: eski tüfekler
kent merkezine
hiç inmiyorlar artık.
Sf:117
muharebe el kitabı
Celine’e Nazi dediler
Pound’a faşist
Hamsun’a hem Nazi hem de faşist.
Dostoyevski’yi idam mangasının
karşısına diktiler
Lorca’yı vurdular
Hemingway’e elektro şok uyguladılar
(beynini patlattığını biliyorsunuz)
Villon’u Paris’ten kovdular
Mayakovski rejime inancını yitirdi
ve sevgilisiyle tartıştıktan sonra
o da kendini vurdu.
Chatterton fare zehri içti
ve işe yaradı.
kimilerine göre Malcolm Lowry
sarhoşken kendi kusmuğunda
boğuldu.
Crane geminin güvertesinden atlayıp
ya pervaneye ya da köpekbalıklarına yem oldu.
Harry Crosby’nin güneşi karaydı.
Berryman köprüyü yeğledi.
Plath fırını yakmadı.
Seneca küvette bileklerini
kesti(en iyisidir:
sıca suda).
Thomas ile Behan
ölümüne içtiler
ve listeyi uzatmak mümkün.
ve yazar olmak istiyorsunuz
öyle mi?
böyle bir savaş bu:
yaratmak öldürür,
çoğu delirir,
kimi yolu kaybeder,
devam edemez.
azdır yaşlılığı görenlerin sayısı.
azdır para kazananların sayısı.
kimi açlık çeker(Vallejo örneğin).
böyle bir savaş bu:
zaiyat büyük.
pekala, tamam,
yapın,
ama kör tarafınızdan
kom torbasını kafanıza yediğinizde
bana gelmeyin pişmanlığınızla.
şimdi küvette bir sigara
içecek
sonra da yatıp
uyuyacağım.
Sf:120
bir gün yine yapmak zorunda kalabilirim, ama
şimdi ait oluğum yerdeyim:
kendi Missisipi Nehri’min üzerinde uçuyorum,
kendi Büyük Kanyon’umun üzerinden geçiyorum,
rötar yok
emniyet kemeri yok
hostes yok
kayıp bagaj yok.
Sf:121
zamanında yetiştiler
Kimi yazarları düşünmek hoşuma gidiyor: James Joyce,
Hemingway, Ambrose Bierce, Faulkner, Sherwood
Anderson, Jeffers, D.H. Lawrence, A.huxley,
John Fante, Gorki, Turgenev, Dostoyevski, Saroyan,
Villon, hatta Sinclair Lewis, ve Hamsun, hatta T.S Eliot
ve Auden, William Carlos Williams, Stephen
Spender ve Taşaklı Ezra Pound.
annemle babamın öğretmedikleri
o kadar çok şey öğrettiler ki bana, bir de
Hüzünlü Kahve’si ve Altın Göz’üyle
Carson McCullers’ı düşünmeyi severim.
annemle babamın bilmedikleri o kadar çok
şey öğretti ki bana Carson.
basit ve kalın kütüphane ciltleriyle
kütüphane kitaplarını okumaya bayılırdım,
mavi, yeşil, kahverengi, turuncu,
öksürmüş ya da gülümsemiş ya da yüksek sesle
konuşmuşsan insana ciddiyetle bakan
yaşlı kütüphanecileri severdim(kadın ve erkek)
annemle babamı çok andırsalar da
hiçbir benzerlik yoktu aslında.
bir zamanlar büyük zevkle okuduğum yazarları
okumuyorum artık,
onları düşünmek güzel ama,
bir de
Hart Crane ile Caresse Cosby’nin
1929 yılında Chantilly’de çekilmiş
Sf:127
tanınmamak
o gece
alkol testinde 120 üfleyince
gitmek istediğim yere gidemedim.
kelepçeyi taktılar,
arabalarının arka koltuğuna yerleştim
ve 150 Kuzey Los Angeles Sokağı’ndaki
Parker Karakolu’nun ayyaş koğuşuna doğru
yola çıktık.
“mesleğin ne?”
diye sordu arabayı sürmeyen
polis.
“yazarım ,” diye cevap verdim.
“hiç de yazara benzemiyorsun
bana kalırsa,” dedi
polis.
“oo, ünlü bir yazarım,”
dedim.
“adını hiç duymadım,”
dedi.
“ben de seninkini,”
diye karşılık verdim.
pak ettiler, beni çıkarıp
karakola soktular.
“yazarlıkla filan ilgin
yok senin,” dedi
polis yine.
içerde kelepçeyi
çıkardılar.
haklıydılar sanırım:
ünlü değildim
ve onlar bir yazarın nasıl
görünmesi gerektiği konusunda
kendilerinden pek emin değildiler.
ama ben polislerin
nasıl göründüklerini biliyordum.
bunlar polistiler,
ünlüydüler,
dünyanın her
yerinde aynı
görünürlerdi.
kalabalık ayyaş koğuşunda
her şey bildiğimiz gibiydi,
kapaksız bir tuvalet
ve bir jetonlu telefon, ikisi de
meşgul.
Sf:131
Pincay hastalandı ve 9. koşudan
çekildi.
bir zamanlar en acımasız kamçıcılardan biri olarak bilinen
ve bütün atlarla yarışmış olan
Eddie Arcaro
şöyle demişti bir keresinde:
“banko diye birşey yoktur.”
(dünya tarihinin size söyleyeceği gibi-
ne kadar kolay görünürse
o kadar zorlaşır).
Koca Kedi kaybetti.
Sf:135
uğurlar olsun bir tanem
her seferinde başka bir adamla
ziyaretime geliyor,
tanıştırılıyoruz ve
acıyorum adama karşımda
pantolonu, gömleği, ayakkabıları
ve çoraplarıyla otururken.
acıyorum çünkü sonunda onu da çiğneyip
tüküreceğini biliyorum,
beni tükürdüğü gibi.
erkeklerden nefret ediyor, ama onları
ağına düşürüp genç ve harikulade
vücuduyla işkence etmeye bayılıyor.
son geldiğinde
mutfağa girdi
peşimden
adamı tek başına oturma odasında bırakarak.
“özlüyorum seni,” dedi, “gerçekten.
çok özlüyorum.”
neyi özlediğini biliyordum. ağına
yakalanmış bir erkek özlüyordu.
elimdeki içkilerle yanından
süzülüp oturma odasına gittim.
konuşurken bir yandan da
beni izliyordu gözleriyle.
onu kaybetmenin acısıyla
aklımı kaçırışıma tanık olmuştu
birçok kez.
şimdi biliyordu özgür olduğumu,
kurban celladından kaçtığında
hayat çekilmez olur
cellat için.
hissediyordu. “gidelim
buradan,” dedi adama.
çıkıp sokağa doğru
yürüdüler.
paltosunu unuttuğunu fark ettim,
siyah
kukuletalıyı.
“hey!” diye bağırdım, “paltonu
unuttun!”
“oo, teşekkür ederim!” dedi,
paltoyu bir eliyle alıp
kapının arkasındaki
adamın göremeyeceği diğer eliyle
bana öfkeli bir biçimde
parmak göstererek.
kapıyı kapattım.
çok da kötü
geçmemişti,
fazla zamanımı almamışlardı,
taş çatlasa
on beş dakika.
Sf:137
son şiir kitabım üzerine yorumlar
her zamankinden de iyisin.
satılmış herif.
iğrençsin.
annem senden nefret ediyor.
İngilizce’nin en iyi yazarısın.
seni görmeye gelebilir miyim?
ben de senin gibi yazıyorum, ama daha iyi.
neden BMW kullanıyorsun?
neden daha çok şiir dinletisi sunmuyorsun?
hâlâ kaldırabiliyor musun?
Allen Ginsberg’i tanıyor musun?
Henry Miller hakkında ne düşünüyorsun?
bir sonraki kitabımın önsözünü yazar mısın?
Celine’in bir fotoğrafını gönderiyorum.
büyükbabamın cep saatini gönderiyorum.
gönderdiğim ceket karım tarafından Bavyera tarzında
örülmüştür.
Mickey Rourke ile sarhoş oldun mu?
19 yaşında bir genç kızım, gelip evini temizlerim.
insanlara Shakespeare’in sıkıcı olduğunu söyleyen
iğrenç orospu çocuğunun tekisin.
Norman Mailer hakkında ne düşünüyorsun?
Hemingway’den neden çalıyorsun?
Tolstoy’la alıp veremediğin ne?
içerdeyim ve çıkınca seni görmeye geleceğim.
senin kıç deliği emdiğini düşünüyorum.
lanet olası hayatımı kurtardın.
kadınlardan neden nefret ediyorsun?
seni seviyorum.
partilerde şiirlerini okuyorum.
bütün bunlar geldi mi başına gerçekten?
neden içiyorsun?
ilişkimizi yenilemek istiyorum.
seni hipodromda gördüm ama rahatsız etmedim.
her gece sabahlıyor musun gerçekten?
içme yarışında seni alt edebilirim.
Sherwood Anderson’dan çaldın.
Ezra’yla tanıştın mı?
yalnızım ve her gece seni düşünüyorum.
kimi kandırdığını sanıyorsun sen ?
memelerim pek güzel değil ama bacaklarım müthiş.
siktir git, lan.
karım senden nefret ediyor.
ekteki şiir ve metinleri okuyup yorum yapar mısın lütfen?
bana yazdığın mektupları yayınlatacağım.
seni otuz birinci orospu çocuğu, kimseyi kandıramıyorsun.
Sf:140
marketlerde alış veriş arabalarını iten
öfkeli ve yalnız
yaşlı kadınlara bak-
bir zamanlar harikulade vüzutlara ship
olmaları talih değil,
o vücutları artık kaybetmiş olmaları
ya da hayatlarını daha sağlam bir
şeyin üzerine inşa etmemiş olamaları da.
Sf:142
Beethoven son senfonisini tamamen sağır yönetti
kulağını kesip
o paçavrayı başına sardıktan sonr
mısır saplarının arasında
işini bitirmeseydi
resimleri bu kadar
değerli olmazdı.
ve şu ötekinin şiirleri,
o kadar ünlenir miydi
19’unda Afrika’da altın
aramak için oyundan kaçıp
frengiden ölmeseydi?
ya da şu ulusal kahramanı
alalım ele,
bütün o buzdağı senfonileri
dimdik yükselip
gökyüzünü ikiye yaran
büyük besteciyi,
mesleğinin doruğundayken
yaşlılığı kafasına taktı,
kafasını usturaya vurdu,
evine kapandı
ve kimseyle görüşmedi.
ne tuhaf bir davranış biçimi, dememiş miydi
biri?
Sf:148
bütün gözde parçaları duyuyorum
mahallenin bir yerinde
br tip var
pazar sabahları
pazartesi sabahları
herhangi bir sabah
on buçukta
arabasını yıkayıp cilalarken
radyonun sesini
SONUNA kadar açıyor ki
bütün mahalle
onun dinlediği müziği
dinlemek zorunda
kalsın,
ama ziyan yok,
onun sıkılmasını istemeyiz
elbette:
saatlerini alacak
arabasını yıkayıp cilalamak.
bir ayyaşı ya da
dilenciyi
çevreye rahatsızlık
vermekten tutuklarlar,
ama bu delikanlı
saygın bir yurttaş
ve uygarlığımız
saygın yurttaşlar üzerine
kurulmuştur,
müziğimiz de onlar için
bestelenir.
onu öldürsem
Amerika’da hiçbir mahkeme
cesaretimi bağışlamaz.
bu arada
hortumu ve
köpüklü su dolu kovasıyla
dolanıp duruyor
arabasının etrafında.
o emniyette,
korkusuz,
şu cıvıldayan
alakarga kadar
yakışıklı neredeyse,
ve 4 kadın aşık
ona ve hepsini hak ediyor
ve hepsine sahip olur
umarım.
o orospu çocuğuna
acının ne olduğunu öğretmenin
başka yolu
yok.
Sf:150
bir ben miyim bu cehennem azabını çeken?
(hey bakın yan yana duran iki
cep tarağı var şurada)
bir de telefon ve
mesajları kaydeden
telesekreter;
bir sürü yalnız insan, bir sürü
hayal kırıklığına uğramış insan,
bir sürü beni görmeye gelmek isteyen
insan, konuşmak
istiyorlar…
nereden buluyorlar konuşacak ZAMAN’ı?
en basit şeyleri yapmak için gerekli
zamanı bulamıyorum
ben.
cüzdanımda bir kağıt parçası var:
YARALANMA VEYA ÖLÜM HALİNDE
LÜTFEN ŞU NUMARALARI ARAYIN…
3 yıldan beridir bu kağıt parçasını
cüzdanımdan çıkarıp yenilemeyi düşünüyorum,
çünkü biri hariç o kağıda kayıtlı bütün
telefon numaraları değişti,
ama bir türlü sıra gelmiyor işte.
ayrıca, stepneme biraz hava basmam
gerektiğini biliyorum.
ama ne zaman?
ne zaman basacağım havayı?
dişlerimi ne zaman temizleteceğim?
ayak tırnaklarımı ne zaman keseceğim?
saçımı ne zaman kestireceğim?
ihmal edilmiş o kadar
çok şey var ki
maliye pusuda beklerken…
Sf:156
yalnız uyuyamıyorsan
uykunda ağzından çıkan sözcüklere
dikkat et
Sf:157
şöyle arkana yaslanıp gömülmek
o kadar da iyi sayılmayan ve
bir elin parmaklarını geçmeyen dostlarının
ölmüş ve yerleri doldurulamaz
oluşu.
kadınlara gelince, yeterince erken yaşta
onlar hakkında yeterince bilgi sahibi değildin
ve yeterince bilgi sahibi olduğunda
artık çok geçti.
Sf:158
it dalaşı 1990
hızlı şeritte tamponuma yapışıyor.
yüzünü görüyorum dikiz aynasında, gözleri
mavi, ağzındaki sönmüş proyu
pompalıyor. yan şeride çekiyorum. beni
sollayıp yavaşlıyor. bundan hoşnut
kalmıyorum.
hızlı şeride kırıp tamponuna
yapışıyorum. bir ekip gibiyiz
Campton’dan geçerken. radyoyu açıp bir puro
yakıyorum. 10 kilometre artırıyor
hızını, ben de artırıyorum. bir ekip gibiyiz
Inglewood’dan geçerken.
yan şeride kırıyor, onu soluyorum.
sonra yavaşlıyorum. dikiz aynasına bakıyorum,
tamponumda yine. Century Bulvarı sapağını
kaçırmama ramak kalıyor onun yüzünden.
sinyal verip üç şeridi roket gibi çapraz
katediyor, yanıcı madde taşıyan bir tankerin
önünü kesiyorum.
camgöz çıkıyor tankerin arkasından ve sapağa iki
ayrı şeritten dalıp trafik ışıklarına doğru
sürüyoruz. yan yana duruyoruz, birbirimize
bakmadan.
ben boş bir okul minibüsünün arkasında bekliyorum,
o bir Mercedes’in arkasında rölantide.
yeşil yanıyor ve fırlıyor. iç şeride kırıp kıçına
yapışıyorum. sonra park şeridinin açık olduğunu
görüyorum, onu ve Mercedes’i sağlıyorum,
radyonun sesini açıyorum ve son anda yeşili
yakalıyorum, Mercedes ve camgöz sarıda geçiyorlar.
direksiyonu son anda kırıp sağ tarafa park etmiş
meyve kamyonuna teğet geçiyorum, önlerindeyim
yine.
üç araba gazlıyoruz şimdi, 1-2-3, polis yok
görünürde. Uçuyoruz 1990 Kaliforniya Temmuz’unda.
beceri isteyen bir kayıtsızlıkla sürüyoruz.
mükemmel bir düzen içinde ilerliyoruz.
bir ekibiz
Los Angeles havalimanına yaklaşırken
Sf:160
acırdım Henry Miller’e
yaşlanıp yazmayı bıraktığında, boyalarıyla
oynayıp UCLA gazetesine sekreter aranıyor
ilanları veriyordu.
uzak doğulu hatunlardan hoşlanırdı Henry,
gnç kızlardan,
gelip ufak tefek işlerini
görürlerdi
ve aşık olurdu onlara,
cinsellik olmasa da.
mektup yazardı onlara, aşk mektuplarından
başka bir şey yazmıyordu artık.
hatunların gururu okşanır,
onunla oynamaya
devam ederlerdi.
etrafında genç kızlar görmekten hoşlanıyordu.
bu şekilde ölümü bir süre için
geciktirdiğini düşünüyordu belki de,
ya da ölüm düşüncesiden uzaklaşmasını
sağlıyordu
ya da sadece abazandı
ihtiyar keçi.
bir keresinde ziyaretime gelen
bir hatun şöyle demişti:
“ölümünden önce Henry Miller’i düzmek
istiyordum ama artık çok geç, bu
yüzden sana geldim.”
“havanı alırsın güzelim,” dedim ona.
Sf:162
kilitlenmiş
sabah,
sihir uçlarına dokunuyor,
çabucak
avcının görüş alanına
girmişiz gibi.
beden esner ve gerinir
ışıkta.
hac yolculuğu
başlamak
üzere.
banyoya yürürsün yumuşak ayaklarla
zehirleri boşaltmak için.
perdelerin gerisinde
onların dünyası.
eller, boyun ve yüz yıkanır,
kalan dişler fırçalanır
klan günler için.
giyin.
o gömlek değil!
kasvet verici…
yeşil birşeyler giy,
ya da sarı.
işte, bak,
gülümse.
ayakkabılar, lanet ayakkabılar.
nasıl da hüzne boğarlar insanı.
hiçbir şey gizleyemezsin
ayakkabılardan.
boş ver ayakkabıları,
aptal şortunu giy.
bol pantolonunu.
şimdi, ayakkabılar.
saçını unuttun.
saçını tara.
deliden farkın yok
saçın dağınıkken.
deli değilsin,
değil mi?
aşağı iniyorsun.
hayvanlar seni bekliyor.
bitkiler sana bakıyor
akkarıncalar tahtayı kemirirken.
aşağıda karınca ordusu,
yukarda kirli hava.
bağırsakların, karnın,
yüreğin, beynin
filan
içerde.
aklın başında,
normalsin.
sağduyulu seçimler yapıyorsun.
ancak bir sınır var.
bir tuzak.
sensin o.
yakalanmış.
bir akkarınca olmak yeğ midir?
bir kaplan?
bir metronom?
parkta bir bank?
ya da Kansas City?
hayvanları besliyorum.
şimdilik, bu
yaptığım.
hayvanları besliyorum.
kolay.
Sf:166
siz onu benden uzak tutun
en iyisi, yoksa
ne kadar acımasız biri olduğumu söyleyecektir size.
Sf:170
mirasa kondum
yaşlı komşum öldü
geçen hafta,
95 ya da 96 yaşındaydı,
emin değilim.
ama şimdi mahallenin en yaşlı
osuruğu benim.
sabah gazetesini almak için
eğildiğimde
kalp krizi geçiyor aklımdan,
ya da havuzumda
tek başıma yüzerken
tanrım,
diye geçiriyorum içimden,
gelip suyun üzerinde yüzüstü
bulacaklar beni,
kadiler havuzun kenarında
beni yalayıp tırmalarken.
o kadar kötü değil ölmek,
ama buradan
ebediyete
o geçiş yok mu
elektrik düğmesini
kapar gibi.
mahallenin en yaşlı osuruğu
benim şimdi,
epeydir gözüm vardı bu mevkide,
ama yeni hamlelere
geldi sıra:
pantolon fermuarımı tamamen
kapatmayı unutmalıyım,
ayakkabı yerine terlik
giymeliyim,
gözlüklerimi boynuma
asmalıyım,
süper markette yüksek sesle
osurmalıyım,
iki farklı tek çorap
giymeliyim,
arabamla geri geri gelirken
çöp bidonuna toslamalıyım,
adımlarımı küçültmeli, küçük ve
titrek adımlarla yürümeliyim,
gözlerimi kısarak bakmalı,
başımı öne eğip, “ne? ne
dedin?” diye
sormalıyım.
hazırlanmalıyım,
saçımı ağartmalıyım,
sakal traşı olmayı
ihmal etmemeliyim.
beni gördüğünde
kim olduğumu bilmeni
istiyorum:
mahallenin en yaşlı
osuruğuyum artık ben,
henüz bilmediğim tek
bir şey bile söyleyemezsin
bana.
büyüklerine saygılı ol,
evlat, yolumdan da
çekil!
Sf:173
bir gün daha
kasvetlisin, bir şeyler yemek için
bir restorana giriyorsun.
masaya oturuyorsun.
garson kız sana gülümsüyor.
biraz tıknaz. kıçı fazla geniş.
şefkat ve anlayış dalgaları yayıyor.
onunla üç ay yaşayan her erkek
gerçek ıstırabın ne olduğunu öğrenir.
pekala, ona % 15 bahşiş bırakacaksın.
bir jambonlu sandviçle bir bira
sipariş ediyorsun.
karşı masada oturan adamın
gözleri soluk mavi,
başı bir filin başını andırıyor.
hemen arkasındaki masada oturan
üç adamın kafaları küçük,
boyunları uzun,
olar da devekuşunu andırıyorlar.
tarla ekimi üzerine konuşuyorlar.
bu kasvetli halimle neden
geldim buraya, diye
geçiriyorsun içinden.
sonra garson sandiviçini getirip
başka birşey isteyip istemediğini
soruyor.
hayır, diyorsun, bu kadar
yeter.
sonra arkanda biri bir kahkaha atıyor.
kum ve kırık cam dolu
bir kahkaha.
sandviçini yemeye başlıyorsun.
o da bir şey.
ikincil, zor,
sağduyulu bir eylem,
14 yaşında bir yeniyetmeyi
ağlatmak
için bir pop parçası bestelemek gibi.
bir bira daha söylüyorsun.
Sf:175
tekir kedi
üzerinde kot pantolonu, ayağında tenis ayakkabıları var,
akranı iki genç kızla birlikte
yürüyor.
arada sırada havaya
sıçrayıp
topuklarını birbirine çarpıyor.
genç bir taydan farkı yok,
ama nedense tekir bir kediyi
çağrıştırıyor bana daha çok.
kıçı yumuşak,
endişenin zerresi
yok içinde.
kızların arkasında havaya sıçrayıp
topuklarını birbirine çarpıyor.
sonra kızlardan birinin saçını çekiyor,
diğerinin ensesini
sıkıyor.
ikisini de düzmüş ve kendinden
çok memnun.
her şey o kadar kolay olmuş ki
onun için.
ah, diye geçiriyorum içimden,
küçük tekir kedim benim,
ne günler ne geceler
bekler seni.
o yumuşak kıçın
sonun olacak.
ıstırabın dinmek bilmeyecek,
şimdi senin olan kızlar
yakında kurabiyesini ve sütünü
senin kadar kolay ve erken elde etmemiş başkalarına
ait olacaklar.
kızlar için bir alıştırmasın sen,
başka erkeklere hazırlıyorlar kendilerini,
cangıldan gelme birine,
aslan kafesinden çıkmış birine,
gülümsüyorum
yürüyüşünü ve
topuklarını birbirine çarpışını
seyrederken.
tanrım, evlat, endişeleniyorum
senin için,
o ilk öğreneceğin geceyi düşündükçe.
güneşli bir gün şimdi.
zıpla
henüz vakit varken.
Sf:177
kumarbazlar
hipodromdaki şu gençler, ne işleri var
onların orada?
6-7’si koşuşturup duruyor, biletlerini
yırtıp,
“.mına koyayım! anasını .ikeyim!” diye
küfür ediyorlar,
dönüp duruyorlar ortalıkta, bakir
görünüyorlar, yine
oynayacaklar.
her koşudan sonra aynı şey:
“.mına koyayım! anasını .ikeyim!”
son koşuda çekip gidiyorlar,
periler gibi zıplaya zıplaya iniyorlar basamakları,
ayaklarında spor ayakkabı, üzerlerinde daracık
tişörtler, dar pantolonlar.
6-7’sini biraraya getir
300 kilo çekmezler.
hiç kodese girmemişler, aileleriyle
yaşıyorlar: 8-5 çalışmak nedir
bilmiyorlar.
ne işleri var bunların
hipodromda?
4. koşuda atım düşüp
so bacağını kırdığı için
vurmak zorunda kaldıkları
yetmezmiş gibi.
yani, iki paralık beyni olan herkes
hipodroma gelebilir, çoğu da gelir zaten, ama
“.mına koyayım! .mını .ikeyim!” diye
bağırıp duran bu tıfıllar.
ee, savaşta değiliz şu anda,
üniformayı geçiremiyoruz üstlerine,
ama yakındır, merak
etmeyin.
Sf:180
tümörü neşterle kazıyan bir cerrah gibiyim,
br hastalığı inceler gibi.
tuhaftır, öğrenilecek birşey yok.
Sf:189
bir keresinde
bir binanın ikinci katında bir odada
bir kanserli kadının elini tuttum,
yaydığı koku
binlerce metre uzaklıktan alınabilirdi,
nefesimi tuttum,
annem, annen,
herkesin annesi,
ve şöyle dedi ölürken,
“Henry o korkunç
sözcükleri neden
yazıyorsun?”
Doktrin: “Önemli olan yargılamak değil; anlamaktır.” – Baruch Spinoza
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (29)
- english (8)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (149)
- kitap (156)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)