Sf: 25
“Kim Çekecek?”
Bütün sınıf:
“Palamut!” diye bağırdı.
Palamut herkesin önüne, kasketin içindeki kâğıtlardan birer tane koydu. Avucuna sakladığını da İnek Şaban’ın önüne bırakıverdi.
Kâğıtlar teker teker açılıyordu. Düdük İsmet:
“Gazoz!” diye sevinçle bağırdı. İstanbul’u çekmiş bir yedek subay kadar sevinçliydi. Arka sıralardan biri daha patladı:
“Gazoz!”
Bu, Yıkılmaz Hadi’nin sesiydi.
Sf: 33
Sonra bütün sınıfı göz altına almak için kürsüye çıktı. Başına geçecek defne çelengini bekleyen bir olimpiyat şampiyonu heyecanıyla:
“Seni!”dedi. “Kahvaltıdan sonra çıktın, tarih dersine gelmedin! Başka türlü olamaz!”
Sf: 37
Kalem Şakir yatağını sarsmasa uyanacağı da yoktu. Hafiften gözlerini aralamış, nerede olduğunu hesaplıyordu Şakir:
“Kalk!” dedi, “Zil çaldı!”
Bir yatılı okul yatakhanesinde olduğunu hatırlayınca keyfi kaçmıştı. Önce sağ elini çıkarıp uzun saçlarını parmaklarıyla taradı. Kalem:
“Kalk!” dedi. “Giyin! Nerdeyse Kel Mahmut damlayacak!”
Sf: 46
Sorgu daha heyecanlı bir döneme girmişti dışarda:
“Peki evlâdım Şaban efendi, izni kimden aldın, söyler misin bana?”
Kel Mahmut, arı gibi tam sokacağı zaman böyle yumuşar, kibarlaşırdı.
“İzni mi efendim, sizden aldım!”
“Neee! Benden mi?”
“Evet efendim, sizden!”
“Bende ha… Sakın bir yanlışlık olmasın…”
Sf: 47
Ayak sesleri merdivenlere doğru uzayıp giderken kapının arkasından, bir ses, mantarın şişeden çıkarken meydana getirdiği o alışılmış tatlı ses duyuldu. Sonra boşalan şişeden gelen lıkırtılar…
Sf: 51
Kuyruksuz tilki kral olduğu gün, nasıl “Bütün kuyruklar kesilsin!” diye günlük emir çıkardı ise… Kel Mahmut da “Bütün saçlar kesilecek!” emrini vermiş.
Sf: 126
“At şunu çöp tenekesine!”
Sonra kaçırdığı dizginleri eline almak için Domdom’a:
“Anlat!” dedi.
“Neyi efendim?”
“Hâşim en çok neyi sever?”
“Neyi efendim? Hamur işini… Tatar böreğine bayılırmış!”
“Şiirde diyorum, şiirde…”
“Şiirde mi efendim?.. Tül perdeyi…”
Sonra kulaktan dolma öğrendiğimiz, bülbülün etiyle sesi tekelerlemesine geçti. Bitiremeden zil çaldı. Bahçeye indik.
Sf: 130
Hababam Sınıfı’nın en çocuk kalanı Güdük olduğu için bütün şakaları da çocukçaydı. Bu şakalar, bildiğimiz şeylerden çok, unuttuğumuz şeylerdi, ama yine de hoşumuza gidiyordu.
Sf: 150
Gülerek: “Ne var?” dedi, “Kel Mahmut, beni size daha yeni tanıttı ama, tam tanıtmadı.”
Sonra hışımla hepimizi bir süzdü:
“Çok sürmez. Tanırsınız siz de Çengel Dursun’u!”
Oh! Ona isim bulmak zahmetinden kurtulmuştuk. Çengel, fena isim de değildi…
Sf: 156
Sıralar açılıyor, kapanıyor, cepler karıştırılıyor, kitap sayfaları hışırtılarla çevriliyordu…
Sıfırcı üçer soruyu yazdırınca Tulum’un başına dikildi:
“Ufak bir kıpırdama oldu mu alırım kâğıtları…” dedi.
Deme büyük kıpırdamalara bir şey yoktu. Ama bizim Sıfırcı, bütün kalleşliklerini gülerek yaptığı için çok ölçülü davranmamız gerekirdi. Ölçülü davranmak, Geometri dersinin özelliklerinden değil miydi?
Sf: 190
Güdük Necmi:
“Çocuklar!” dedi, “Kapıcıyı bana bırakın… Geçen gün elime İzmir suikastini yazan bilmem kaç senelik gazete geçti. Tutuşturdum mu eline bugünün gazetesi diye, tamamdır. Teker teker sızarız kapıdan.”
Güdük iyi düşünmüştü. Veysel Efendi’nin eline bir gazete tutuşturduk mu tarihine hiç bakmaz, isterse yirmi senelik olsun, şöyle iri puntolu heyecanlı başlıklara bir daldırdı mı, okul boşansa farkına varmazdı.
Sf: 191
“Dur!” kumandasını verdi. İp tutmaca hizaya geldik. Kapıcı Veysel Efendi bizi pırıl pırıl bir örnek siyah elbiselerin içinde görünce hemen dikildi ayağa:
Tulum, Veysel Efendi’nin davranışından umutlanarak:
“Arkadaşlar!” dedi, “Müdür Bey istasyonda bekliyor bizi… Erkânı Harbiyeyi Sulhiye Umumiye Başkumandanı geliyormuş Ankara’dan… Onu İstikbal edeceğiz!”
Kelimeler Veysel Efendi’yi serseme çevirmişti. Eğer “Cumhur Başkanı’nı karşılamaya gidiyoruz!” deseydi, kılını bile kımıldatmazdı.
“Arkadaşlar!” dedi Tulum, “Caddelerden uygun adım geçeceğiz, konuşmak yok! Aç Veysel Efendi şu kapıyı!”
Veysel Efendi kurulmuş bir yay gibi fırladı, hemen çekti kapının sürgüsünü. Ciddiliği bozmamak için kapıdan bile uygun adım çıktık. Karşı sokağa geçerken şöyle gözümün kuyruğuyla bir baktım. Veysel Efendi hazırolda hâlâ kapının önünde dikilmiş, arkamızdan hayran hayran bakıyordu.
Sf: 236
Biz kitabı açtık, kelime kelime dinledik İnek Şaban’ı.
Yeni yağlanmış bir makineli tüfek gibi atışa geçmiş, takır takır işliyordu. Bir kusuru varsa, şerit değiştirirken biraz duraksıyordu, o kadar…
Bütün ders anlattı. Solucan Nuri, üç yıllık hocalığı boyunca, böyle anlayışlı, böyle zeki öğrenciye rastlamamışa benziyordu.
Güdük Necmi de, kitaptan satır satır sayfa sayfa dinliyordu. Nihayet son sayfayı da çevirdi. Parmağı son satırın üstündeydi… O da Solucan Nuri gibi, kendinden geçmişti. Son kelimeye gelince, kendini tutamadı, yüksek sesle:
“Tamam!” dedi, “Nokta!”
Hoca, o kadar kendinden geçmişti ki, bütün sınıfın güldüğünü bile anlayacak durumda değildi:
“Aferin!” dedi. “On!”
Hayran hayran, İnek’in miyop gözlerini gözlüğünün altında arayarak:
“Sana on bile az!” dedi, “Ne yazık daha çoğuna Bakanlığın tüzüğü uymaz!”
Sf: 251
Erik Nasıl Araklanır
Eriklerin tam yenecek zamanıydı hani… Biraz daha durdular mı dalında, kızarmaya başlayacaklar, bu ekşiliklerini, bu kütür kütürlüklerini yitireceklerdi.
Sf: 252
Güdük hop diye sıçradı pencereye:
“Benim adım Tulum değil. Hadi, bileğine güveniyorsan yapış çarşafın ucuna… Hoşça kalın arkadaşlar! İnek Şaban, sen de hoşça kal!.. Hep senin için çalışıyoruz… Sana mevsimlik yeşillikler getirmek için…
Sf: 276
Tulum’un ne havlusu vardı, ne tıraş takımı. Birinden uydurduğu kör jileti İnek Şaban’ın makinesine taktı, onun makinesindeki yeni jileti de yürüttü. Sonra yanyana başladılar muslukta tıraşa. Tulum makine kullanmazdı. Yüzünü Şaban’ın sabunuyla adamakıllı sabunladı, başladı parmaklarının arkasına yerleştirdiği jiletle yüzünü kazımaya… Şaban kör jileti yüzüne sürtüyor sürtüyor, bir türlü kestiremiyordu.
Sf: 288
“Nerde bu herifler?” diye sordu.
Tulum Hayri:
“Sınıfta boş sıralar da var!” dedi, “Sahipsiz sıralar…”
“Yani tamam mısınız?”
“Bir eksiğiyle tamam!”
“O da ne demek?”
“Yani bir arkadaşımız Revir’de!”
“Bir kişi mi eksik!”
“Evet!”
“Zannetmem!”
Başladı ağılda koyun sayar gibi parmağıyla saymaya…
Güdük Necmi koyun yerine konmaya içerlemişti. O saydıkça boş sıraların altından balık gibi kayıyor, boş yerleri dolduruyordu.
Hocanın dudaklarının kıpırdamasından çıkardığı toplamı rahatça izliyorduk:
“Kırk bir… Kırk iki… Kırk üç… Kırk dört… Kırk beş… Kırk altı…”
Necmi’nin başı. bu sayıların içinde üç dört kez geçmişti:
“Kırk yedi… Kırk sekiz… Kırk dokuz… Elli… Elli bir… Elli iki… Elli üç… Elli dört… Elli beş… Elli… Ne?.. Elli altı… Elli yedi… Haaa?.. Elli yedi mi? Nasıl olur? Sınıfın asıl mevcudu kaç?”
Tulum Hayri:
“Sınıf mevcudu mu? Tam elli üç! Bir kişi Revir’de…”
Başladı yeniden saymaya…
“Bir… İki… Üç… Dört…”
Güdük Necmi tadında bırakacaklardan değildi işi. Toplamı bu sefer de 58 de bıraktı. Susak Cafer deliye dönmüştü:
“Misafir talebe mi var yoksa?” dedi.
“Hayır efendim!”
“Ne halt etmeye yekün değişiyor, her sefer?”
“Yanlış sayıyorsunuz da ondan!”
Aldı listeyi eline:
“Kimin ismini okursam, kalksın ayağa da efendim desin!”
Sf: 292
“Sayın Hoca’m ve sevgili arkadaşlarım! Beni dinlemek lütfunda bulunduğunuz için peşin peşin teşekkürü borç bilirim… Şimdi gelelim değerli Hoca’mızın bana tevdi ettiği vazifenin mevzuuna!”
Hay İnek hay… Nerden öğrenmişti bu ağızları? Partı Başkanı gibi şakıyordu bugün.
“Önce size Kiralık Konak sahibinin çok değerli yazarı olan sayın Yakup Kadri Bey’in hayatını anlatayım! Yakup Kadri Bey, Karaosmanoğlları ailesindendir…”
Yazarın hayatını Hazreti Nuh’tan başlatarak anlattı da, anlattı.
“Şimdi gelelim Kiralık Konağın özetine… Feride Sörler mektebinde okumaktadır. Mektebin en haşarı, en yaramaz kızı olduğu için adını Çalıkuşu koymuşlardı?”
Fısıltılar başlamıştı ön sıralarda:
“Neee?”
“Çalıkuşu mu?..”
“Ulan bu ne anlatıyor, Kiralık Konağı mı anlatıyor, Çalıkuşu’nu mu?”
“Susss!”
Kalem Şakir’le Tulum Hayri ortalığı yatıştırıyorlardı…
“Susun çaktırmayın!..”
Susak Cafer ön sıralardan birine çökmüş, elini de kulağına vermiş dinliyordu. Belliydi ki, ne Çalıkuşu’nu okumuştu, ne de Kiralık Konak’ı…
Sf: 297
“Heeey, Şaban!” diye bağırdı. “Sen karıştırıp duruyormuşsun bu romanların içini dışını! Duyuyor musun?”
“Ben mi efendim!”
“Sen!”
“Vallaaa efendim, ben karıştırmıyorum. Şimdi geldik Feride’nin Zeytinler Köyü’ndeki öğretmenliğine.”
“Kim bu Feride!”
“Çalıkuşu!”
“Senin anlatacağın romanın adı neydi?”
“Kiralık Konak!”
“Hiç kafa yok mu sende be! Sen boyuna Çalıkuşu deyip duruyorsun! Bu adam Çalıkuşu’nu ben anlatacağım diyor!”
“Desin efendim, siz bana Kiralık Konak’ı verdiniz. İçinde hep Çalıkuşu geçiyor. Ben ne yapayım!”
“Peki be adam, senin ne kiradan söz açtığın var, ne konaktan!”
“Yok ki kitabın içinde!”
“Getir şu kitabı be!”
Aldı kitabı, içine baktı, dışına baktı. Kapağını okudu, iç kapağını okudu… Tamamdı. Aklı ermişti bu işe. Tesbihini öfkeli öfkeli çekemeye başladı, şakır da şakır:
“Allah, Allah!” deyip duruyordu.
Kalem Şakir:
“Efendim!” diye doğruldu, “Yakup Kadri denilen romancı, sakın Kiralık Konak’ın konusunu, Reşat Nuri’nin Çalıkuşu adlı eserinden yürütmüş olmasın!”
Sf: 310
Tam Yıkılmaz Hadi’nin yanından geçerken:
“Hoca’m!” dedi, “Sizden bir ricam var!”
“Söyle!”
Arkası Tulum Hayri’ye dönük, zınk diye durmuştu Topuz Hoca.
“İdare bize bir şey vermiyor bugünlerde…” dedi Yıkılmaz Hadi:
“Ne vermiyor?”
“Tulumba tatlısı!”
“Eee?”
“Tatlı yemeyince kafam işlemiyor benim!”
Hoca ister istemez güldü:
“Sizin kafanızı işletmek için tulumba tatlısı değil, Dizel motörü lâzım!”
Sf: 333
Hamdi de geldiği Adana Lise’sinde öğrenmiş olacaktı bunları. Boyuna sallıyordu Çolak:
“Adana’da Askerlik Hocası atışa götürmüştü bizi… Aldım tüfeği elime. Diktim gözümü hedef tahtasına… Şu gözdür, şu gezdir, şu arpacıktır dedim kestim soluğumu… Bir dokundum tetiğe… Gravvvv! İkinciyi salladım Gravvvv! Arkadan üçüncü, Gravvvv! Hedefin dibinde yatanlar fırladılar yattıkları yerden. İşaretçilerden biri kaldırdı flâmayı: 12!
Ararlar, ararlar ikinciyle, üçüncüyü hedef tahtasında, yok!.. Birinci atışta 12 den nallayan, ikinci, üçüncü atışta havaya sallamaz ya! Arayıp da kurşun deliğini bulamayan hödükler, “Karavana!” diye bağırınca dayanamadım “Yalan!” diye atıldım. Hedefe gidip de bir de baktık ki, üçüncü kurşunlar aynı delikten geçmemişler mi?
Sf: 342
“Kim orda konuşan!” diye gürledi.
İnek Şaban son sözünü söylemiş, henüz ağzını kapatmamıştı. Kimyacı Paşa Nuri suçüstü yakalamıştı İnek Şaban’ı:
“Ne konuşuyorsun, gel buraya!” dedi.
“Konuşan ben değilim!”
“Ya kimdi?”
İnek Şaban, yine inekliğini belli etmişti. “Ben konuşmuyorum!” deseydi, hiç mesele yoktu.
“Söyle, kimdi konuşan!”
“Bilmiyorum!”
“Biliyorsun! Gel buraya!”
İş çatallaşıyordu. İnek korkmuş, yan yan Domdom Ali’ye bakıyordu. Paşa Nuri bu durumdan işkillendi:
“Yoksa konuşan o muydu?”
İnek biraz da korkudan “Oydu!” dedi yavaşça.
“Öyleyse o gelsin!”
Sf: 344
“Yoklama!”
“Peki, devam edin!”
Domdom Ali’ye döndü:
“Anlat, Etilen!” dedi.
“Çalışmadım!”
“Metilen!”
“Bilmiyorum!”
“Asetilen!”
“Hastaydım!”
Çıkardı cebinden defterini:
“Kaç numaran?” dedi.
“214”
“Adın?”
“Mehmet Yıldırım!”
Kaydı silinmiş bir arkadaşımızın adını, numarasını vermişti. Kimyacının defterinden silinmemişti henüz.
“Sıfır!” dedi.
Sf: 360
Az sonra bir kâğıt boru uzandı. Çektiği gibi aldı eline. Bu, içiçe geçmiş iki yazılı kâğıdıydı. Üstünde tarih, Tulum’un adı, numarası bile vardı. Hoca kâğıdı inceledikten sonra gitti, Tulum Hayri’nin başına dikildi:
“Bravo Hayri!” dedi, “Zekânı tebrik ederim!”
Hayri hafiften kızarmıştı:
“Asıl tebrik edilecek sizin zekânız!” diyebildi.
Öküz Kont, sanki Kant’ın metotları üzerinde ders anlatıyordu:
“Felsefe, insan zekâsına düzen vermeyi üzerine aldığına göre…” diye başladı, şöyle bitirdi:
“Sen skolâstik bir düşünce ve anlayış içinde dondurulmuş olan kopya yöntemlerini yüksek zekânla ast üst ettin. Hakkın olan on numarayı seve seve veriyorum, bravo!”
Sf: 370
Sınıf mevcudu bir eksiksiz tamam olduğu için rahatça oturdu yerine. Geçti Ziya Paşa’ya… Ziya Paşa’yı nedense çok severdi. Onu Tanzimat Edebiyatı’na sokmaz, Nedim’in, Şeyh Galip’in devamı sayardı.
Anlattı da anlattı… Bir ara adamakıllı coştu:
“Ziya Paşa’dan bir beyit bilmeyen adam, adam değildir!” diye bir cevher yumurtladı.
“Peki efendim!” dedi, “Adam değil de nedir?”
“Eşektir!”
Hırsını alamadığı için:
“Söyle bir beyit Ziya Paşa’dan!” diye bağırdı.
“Durun söyleyeyim!” Şecaat arzederken merdi kıpti, sirkatin söyler!”
“Mısra istemiyorum, beyit söyle, beyit!”
“Benden bu kadar efendim! Beyit bilmiyorum!”
Kalem Şakir lafa karıştı:
“Hocam, arkadaşımız kurtardı mı kendini?”
“Ne demek o?”
“Yani efendim, siz Ziya Paşa’dan bir beyit bilmeyen eşektir, demiştiniz de… Arkadaşımız sadece bir mısra okudu.”
Güdük hem gülüyor, hem de savunmasını yapıyordu:
“Efendim, adamlıktan vazgeçtim, hiç olmazsa eşeklikten affedin!”
“Affettim, eşek değil, sıpasın!” Ömrünün sonuna kadar boyda da, akılda da güdük kalacaksın böyle!”
Helâlardan gelen Karga Bekir:
“Çekin başınıza yorganı… Müdürle Kel Mahmur dolaşıyor!” dedi. Çoğumuz inanmadık ama, gürültüyü de kestik. Teker teker başlamıştık uyumaya.
Güdük Necmi, hiç uyuyacağa benzemiyordu. Bir şeyler kurduğu belliydi, fırladı yataktan. Terliklerini giymeden sokuldu Tulum Hayri’nin yatağına. Cebinden bir kalem çıkardı. Islatıp ıslatıp Tulum’un yüzüne çizgiler çekiyordu. İşini bitirince çıktı dışarı, çok geçmeden küçük sınıflardan bir çocuk girdi:
“Müdür Bey mümessilleri istiyor!” dedi.
Müdür Beyin mümessilleri istemesi olağan işlerdendi.
“Nah yatağı şurda…” dedik. Gitti, önce velensesini çekti:
“Kalk abi!” dedi, “Mümessilleri Müdür Bey istiyor!”
Çocuk öğretilmişe benziyordu, çok üstelememişti, biraz da korkudan. Tulum başını kaldırmış aranıyordu:
“Nerde Müdür?”
Karga Bekir:
“Dışarda dolaşıyor!” dedi.
Pijamasının üstünü giydi, düğmelerini ilikledi. Kalem Şakir’in yeni terliklerini de geçirdi ayağına. Bütün bu işleri arkası dönük yaptığı için gece lâmbasından fazla bir şey göremiyordum. Yüzünü benden yana çevirince tutamadım kendimi. Gördüğüm, Tulum Hayri değil, ünlü komik Hardi’ydi. Güdük, bir iki çizikle nasıl da benzetmişti. Gördüğümü görmesin diye başımı örtülerin içine soktum. Herkes de benim gibi yapıyordu.
Tulum Hayri tam kapıdan çıkarken Müdür, Kel Mahmut’la dikiliyordu kapıda. Tulum’un kendine doğru geldiğini gören Müdür:
“Nereye gidiyorsun?” dedi.
Tulum gözlerini, yumruklayarak oğuşturuyordu:
“Siz çağırmışsınız da…”
“Ben mi? Ne zaman?”
“Az önce bir çocuk geldi!”
Tulum’un suratına eğilip bakan Müdür:
“Kimsin sen be herif!” diye şaşkın şaşkın bakıyordu.
“Ben mi efendim? Hayri… Sınıf Mümessili!”
“Sen mi Mümessilsin be! Sen soytarının birisin!”
Kel Mahmut’un gözleri bozuktu. Gözlüğünü düzeltip bakıyordu:
“Hayri! Bu sensin ha! Ben Oliver Hardi’yle karşılaştığımı sanmıştım! Ne benzeyiş!”
“Şaka yapıyorsunuz efendim. Biraz şişmanlığım benzer, o kadar!”
Sf: 390
“Otur yerine!” dedi, “Çalışmaşsın! Yıkıl!”
“Aman efendim, bütün gece çalıştı!”
“Susun be! Çalışmamış işte!”
“Nasıl olur! Yatakhanede bile çalıştı bütün gece…”
“Ver hüviyetini bakalım! Sana sıfır veriyorum! Adın neydi?”
Müdür, yanlışlıkları örenmek için “hüviyet” zorunluluğu koymuştu bizlere. Öğretmenler kimliğimizi görmeden not atamıyorlardı.
“Ver hüviyetini!”
“Kaybettim! Sinemada düşürmüşüm!”
“Ver diyorum!”
“Yok!”
Şimdi ne yapmalıydı. Gözleri kapıda, sordu:
“Adın ne?”
“Babam Ahmet der bana!”
“Canım uzatma! Nüfusta ne yazılı?”
“Ahmet Hamdi!”
“Soyadın!”
Gerilerden biri ekledi:
“Tanpınar!”
“Sıfır veriyorum!”
Bu sıfırı deftere geçirmek için sayfaları çevirip duruyordu. Bir de tersinden başa doğru çevirdi. “Yok böyle bir isim!” dedi, “Söyle, adın, soyadın!”
Çolak Hamdi çoktan yerine geçip oturmuştu bile.
“Söylesene!”
Sf: 392
“Sıralarda Hâmit de şiirler, tiyatrolar yazmaya başlamıştı. Namık Kemal, Hâmit için çok miskin adam demiş. Hâmit de, hayır ben miskin değil, sakinim cevabını vermiş. Hâmit çok iyi dans ederdi. Londra sosyetesinde müthiş sükse yapmıştı. İngiliz kadınları bayılırdı Hâmit’e. Zaten yakışıklı adamdı. Tek gözlük takardı. Bu yüzden ona dâhi-i âzam ünvanı verilmiştir. Öyle eserler yazmıştır ki İngiltere’de, İngilizler Şekspir’in sanmışlar. Bu yüzden İngilizlerle aramız açılacaktı. Hâmit Hindistan’da karısı Fatma için büyük eserler yazdı. Çok fazla içki içerdi. Bir gün ona zamanın Hariciye Nazırı bir toplantı da Ekselans demiş, siz büyük bir devlet adamı… Büyük bir şair… Aynı zamanda çok büyük bir şahsiyetsiniz Hâmit’de demiş ki; ben bu anda sadece bir sarhoşum, demiş. Ya işte Hâmit böylesine büyük bir adamdı. Aldülhamit’e Avrupa’dan yazdığı raporlar için Edebiyat tarihimize geçmiştir, bu tarihi raporlarla meşhur olmuştur.”
Tulum Hayri palavaraların ardı arkası kesilmeyeceğini anlayınca dayanamadı:
“Kes ulan!” dedi.
Sf: 394
“Başa çıkılmaz bu Müdür’le!” dedi, “Herif Doğu’da Emniyet Müdürlüğü yapmış, cezaevine çevirdi mektebi be! Bütün parmaklıklar, bodrum pencereleri vıcık vıcık katran! Geçebilirsen geç! Kuş uçurtmuyor vallaaa!..”
Sf: 397
Sinsi sinsi güldükten sonra da şunları ekledi sözlerine:
“Önümüz Yılbaşı… İzin kâğıtları ücrete tabi değil dedimse, hediye getirmek de yasak demedim. Canınız ne isterse getirebilirsiniz! Bir kutu lokum. İyi bir kitap… Bir dolma kalem!”
Sf: 406
“Nedir bu kepazelik!”
Tulum, ceketini ters giymişti:
“Efendim!” dedi, “Mehmet Akif’in Yanık Ömer’ini oynuyoruz da…”
“Böyle ders zamanı mı?”
“Felsefeci gane hasta… Sayın Edebiyat Hocamız Cafer Bey…”
“Peki bu sigaralar da ne oluyor?”
“Rol icabı efendim!.. Biliyorsunuz, bizim sınıf toptan tövbeliyiz sigaraya… Ben rica ettim arkadaşlara… Burası Köy Kahvesi… Nargile aradık, bulamadık!”
“Nedir bu kılık kıyafet!”
“Efendim ben, Nuri’nin oğlu Ömer, Yanık Ömer. Ne çiftimiz var, ne çubuğumuz. İp Allah, sivri külâha! Neyimiz varsa hükümet aldı… Bu Osmanlı Hükümeti…”
Kel Mahmur biliyordu işin iç yüzünü susuyordu! Böyle nazik zamanlarda iki otoriteden biri susacaktı. Müdür:
“Açın pencereyi!” dedi, “Rahat oynayın!”
Sf: 417
Önce karşıdan Müdür göründü. Bir nutuk çekme fırsatı çıktığı için bir bakıma da sevinmeliydi.
Sf: 418
“Sizi, geldim geleli hayırlı bir iş için topladığımı hatırlamıyorum!” diye sürdürdü konuşmasını. Gözleri Hababam Sınıfı’ndaydı.
Sf: 431
Müdür, Bütün sınıfları koridora çift sıra dizmiş toptan, verip veriştiriyordu:
“Ben İsviçre’de gördüm…” diyordu. “Tramvaylarda ne biletçi var, ne kontrolör… Giriyorsun kapısından, atıyorsun bilet parasını kutuya… Biz neden İsviçrelilerden aşağı kalalım. Eğitimde, kendi kendimizi idare diye bir şey vardır. İdareye yardımcı olacak, kendinizi kendiniz yetiştireceksiniz.”
Sf: 438
Şıkır şıkır para sesinden başka çıt çıkmıyordu koca salonda. Müdür bu şıkırtıyı, orotiteye aykırı bulduğu için, Kantinci Nuri’ye bağırdı:
“Kes para sesini! Yavaş!”
Sf: 450
Peki ama, Tulum ne zaman raptiyeliyecekti kartonu!..
Tam birbirimizin adının üstüne, muhtar müdürü gibi duran küt parmağını bastırmıştı ki… Tulum Hayri, kalktı ayağa:
“Efendim!” dedi. “Bir dakika!..”
“Ne oluyor bee!..”
“Bir dakika efendim… Kollarınız tüm tebeşir olmuş!”
Hoca, teslim olurcasına iki kolunu birden kaldırdı havaya… Dediği doğruydu Tulum’un… İki kolu birden bembeyaz tebeşirdi…
“Silelim efendim, kürsünün üstünü!”
“Çabuk! Pis herifler!.. Nedir bu kepazelik!.. Sınıf değil ahır!”
Tulum, sırasının kapağını açtı. Çıkardığı çarşaf kadar bir bezle tozuta tozuta başladı kürsünün üstünü silmeye… İşini bitirince sırasından, defterin üzerine geçirdiği yağlı kâğıtlardan bir tabaka çıkardı. Cebinden bir kutu da raptiye… Raptiyeleri sıranın üstüne koydu. Gidiyor, geliyor kutudan aldığı raptiyeleri tek tek kürsüye serdiği kâğıdın uçlarına tutturuyordu.
Susak Cafer, ceketin kollarını temizleyemeye çalışırken, bir ara Tulum’un sıranın üstünde duran kartona yapışmasıyla kürsünün önüne yapıştırması bir oldu.
Susak Cafer, kürsünün üstüne çakılan yağlı kâğıdı eliyle okşayıp ütüledikten sonra defterini çıkardı, koydu.
“Haşşöööle!..” dedi, “Şimdi bir şeye benzedi işte! Ennezâfetü, minel imaaan! Yani temizlik imandandır demişler!..”
Güdük Necmi sordu hemen:
“Kim demiş Hocam!”
Çattı kaşlarını birden:
“Ebenin körü demiş… Sana ne! Sen bunu belle, olduğu gibi… Üzümünü ye de bağını sorma!”
“Peki Hoca’m belleyeylim! Ama verdiğiniz ezberleri bellemekten vakit bulabilirsek!”
“Kaşından seeen! Gel bakalım! Dikil şööle. Ezberledin tabii…”
“Ezberlemek de bir şey mi efendim, yuttum!”
Sırasından çıkmış dikilmişti, sınıfın ortasına. Birden aklına kürsüye çakılan karton gelmiş olacak ki, bir iki adım attı öne doğru… Cafer Hoca:
“Hazır mısın?” diye sordu.
“Hazırım!”
“Şu yuttuğun Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’ini bent bent çıkar bakalım işkembei kübradan.”
“Buyur efendim!.. Anlayamadım!”
“Eveeet… Bir Öztürkçeci’nin işkembei kübradan mâna çıkarması hayli müşkül tabii..”
“Bu söylediklerinizi de anlayamadım efendim!”
Birden tersleşti Susak Cafer… Tesbihine şakır şakır asıldıktan sonra.
Sf: 452
“Oku, hadi!” dedi, “Uzun etme! Biliyorsan oku! Bilmiyorsan lâf karıştırıp durma, yıkıl git!”
“Bilmez olur muyum efendim. Su gibi!”
“Oku!”
Güdük Necmi bizi şöyle bir süzdükten sonra, başını kürsüye çevirdi, kürsüdeki kartona… Başladı kartondan okur gibi, gözlerini kırpıştıra kırpıştıra okumaya:
“Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini…”
Hoca fırladı kürsüden:
“Neee? Miting mi var!.. Nümayiş mi? ne oluyor?”
“Hiiç!.. N’olcak! Verdiğiniz ezberi okuyorum!”
“Ne diyorsun be!.. Ben Atatürk’ün Gençliğe hitabesini mi verdim size?”
“Evet, efendim, onu verdiniz. Vekâletten emir varmış işittiğimize göre.”
“Ben Vekâlet melkâlet dinlemem! Ziya Paşa’yı isterim ben!.. Ziya Paşa’ya kadar ne paşalar var memlekette!”
“Oku hadi, uzatma!”
“Ey, Türk…”
“Sus diyorum sana! Ziya Paşa…”
“Efendim, sorun arkadaşlara… Ziya Paşa’nın adını bile etmediniz! Atatürk’ü verdiniz… Değil mi arkadaşlar?”
“Eveeet! Atatürk! Atatürk’ü verdiniz… Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni! Müdür Bey de onu veriyor bütün sınıflara!.. Vekâletin emri var!”
Sustu… Gözlerini, kaşlarını oynata oynata düşünmeye başladı. Yüzü karmakarışık olmuştu. Afalladığını belli etmemek için neden sonra defterini karıştırmaya başladı… Kendini biraz toplar gibi olmuştu. Direnmenin anlamı yoktu artık. Zararına olurdu bu tersleşme… Şeytanca bir bakışla Güdük Necmi’yi süzmeye başladı:
“Demek Ziya Paşa’yı vermedim haa?..”
“Hayır efendim, vermediniz!”
“Hımmm!.. Peki… Kemal Paşa’yı verdik öyle mi?”
Bütün sınıf birden onayladı:
“Atatürk’ü verdiniz!”
Necmi’ye çevirdi başını, ilk kez görüyormuş gibi:
“Ezberledin mi Hitabeyi?”
“Hem de nasıl!”
“Yaaa… Ezberledin demek…”
“Hem de tek yanlışsız!”
“Bak heleee!.. Hiç de öyle görünmüyor hal ve keyfiyet!”
Birden hinoğlu hinleşiverdi:
“Oku da görelim!”
Güdük Necmi düğmesine basılmış gibi sözleri kürsüdeki kartonda başladı okumaya.
“Ey Türk Gençliği!.. Birinci vazifeeen… Türk istiklâlini. Türk hâkimiyetini ilelelbet muhafaza ve müdafaa etmektir!..”
Gerçekten de tek yanlışsız okuyordu. Ortaya doğru Susak Cafer kaldırdı elini:
“Dur!” dedi.
Kuşkulanmıştı durumdan. Bununla birlikte kuşkusunu vurmadı ortaya:
“Aferin be!” dedi, “bülbüller gibi şakıyorsun! Tek yanlışsız ezberlemişsin doğrusu!
Maşallah!”
“Tabii efendim!”
“Ben o kadar tabiilik göremiyorum. Siz her verilen parçayı bu kadar güzel ezberler miydiniz böööle!”
“Ziya Paşa’dan şiir okumuyoruz efendim, Kemal Paşa’dan okuyoruz!”
“Yaaa!.. Öyle demek… Aşkolsun! Doğrusu Kemal Paşa’yı çok seviyorsunuz! Otur… Sen kalk Şakir Şekerci!
Kalem Şakir, süpürge sopası yutmuş gibi dimdik, kalktı dikildi. bir ileri, bir geri kendini kürsüye göre ayarlamaya koyuldu.
Susak Cafer, alaylı alaylı:
“Nasıl?” dedi, “Sende arkadaşın gibi ezberlemişe benziyorsun?”
“Hayır efendim, ben arkadaşım gibi ezberlemedim!”
“Ya nasıl ezberledin?”
“Kendim gibi!”
“Demek kendin gibi ezberledin! Nasıl oluyor bu, anlayamadım?”
“Atatürk’ü herkes kendi gibi ezberler, kendi algıladığı gibi… Yani içinden geldiği gibi demek istiyorum. Sonra… İçinden geldiği gibi de okur!”
“Bak heleeee… Bizim Şakir neler de biliyor! Oku da görelim öyleyse!..”
Gözlerini kısa kısa bir adım daha attı öne:
Hoca kuşkulanmıştı durumdan. Yıktı gür kaşlarını:
“Kıpırdayıp durma, oku çabuk!”
“Ey Türk gençliği!
“Türk gençliği haaaa!.. Kemal Paşa, gelse de görse şu Türk gençliğinin hâli pür meâlini!”
Şakir uydurma bir öfkeyle gürledi:
“Ne var Hocam, bizim halimizde!”
“Cumhuriyeti kimlere emanet ettiğini görsün de anlasın!”
“O, Cumhuriyeti Türk gençliğine emanet etti, yani bize!”
“Sus! Cahil herif! Atatürk bu Hitabe’yi meclis kürsüsünden okuduğu vakit siz nerdeydiniz! O zaman genç bizdik… Çiçeği burnunda!”
“Ya şimdi, Kurudunuz, tohuma kaçtınız! Genç olarak biz kaldık… Atatürk Cumhuriyeti bugünün gençlerine, daha doğrudu genç kalmayı bilenlere emanet etti.”
Susak Cafer, kızacak yerde alaylı alaylı gülüyordu:
“Size haaa?.. Sizin gibi kalpazanlara haaa?”
“Biz kalpazan değiliz Hocam!”
“Sizin gibi sahtekârlara haaa?”
“Biz sahtekâr değiliz!”
“Sizin gibi hilekârlara!”
“Biz hilekâr değiliz Hocam, afedersiniz!”
“Sizin gibi…”
“Arka sıralardan homurdanmalar yükselmeye başlamıştı:
“Biz kalpazan değiliz!.. Değiliz! Hilekâr değiliz! Sahtekâr değiliz!.. Biz, biziz!..”
“Siz Kemal Paşa’yı seviyorsunuz haaa?”
“Sayıyoruz!”
Susak Cafer birden duruldu yerinden:
“Susun terbiyesizler! Siz ne onu seviyorsunuz, ne sayıyorsunuz!”
Arka sıralardan sesler yükseliyordu:
“Seviyoruz da sayıyoruz da!”
Susak Cafer ısırır gibi sordu Şakir’e:
“Sen de seviyor musun?”
“Sayın Hocam! Sevmesem, ezberler miydim böyle?!”
“Yaaa!.. Sevdiğin için ezberledin haaa!.. Git kapının arkasına da, orda oku öyleyse!”
Demek bütün bu çıkışlar, kürsüye çakılan kartondan işkillendiği içindi. Kalem Şakir bir iki adım geriledi. Gözlerini yeniden kartona göre ayarlamaya çalışıyordu.
“Bas geri! Daha, daha!.. Oku bakalım şimdi!”
Kalem Şakir, gözlerini kartona ayarlayarak güldür güldür okumaya başladı:
“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen Türk istiklâlini, Türk hâkimiyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir!..”
Susak Cafer kürsüyü yumrukluyordu:
“Suuuus! Sus diyorum sana?”
Kalem Şakir’in gözleri kartonda bu yaygaraya hiç aldırmıyor, boru bir gramofon gibi gürül gürül okuyordu:
“Muhtaç olduğun kuvvet, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
“Sus diyorum!.. Lâftan anlamıyor musun sen! Hilekâr herif!”
Şakir Hitabe’yi bitirmiş saf saf bakıyordu Hoca’nın yüzüne:
“Anlayamadım efendim! Neden hilekâr oluyor muşum ben!”
“Yalnız sen değil, bütün sınıf hilekâr!.. Nedir bu rezalet… Çok sevdiğinizi, çok saydığınızı söylediğiniz Atatürk’ün sizlere yaptığını ileri sürdüğünüz hitabesini bile kartona yazıyor, kürsüye çakıyor, baka baka okuyorsunuz! Bu mu Atatürk sevgisi! Sahtekârlar!”
Birden fırladı oturduğu sandalyeden. Eğildi kürsünün sol yanına doğru… Tuutuğu gibi çekip kopardı kartonu. Başının üstüne doğru kaldırıp bağırdı avaz avaz:
“Bu rezalet ne? Bu kepazelik neee!”
“Bu mu Hocam?.. Bu…”
“Suuuus! Daha konuşuyor! Düzenbaz herif! İşte sahtekârlık belgeniz! Bir de yutturduğunuzu sanıyorsunuz haaa!.. Disiplin kuruluna vereceğim topunuzu! Atatürk sevgisi bu mu? Atatürk böyle mi sevilir!”
Kartonu gözlerine getirip baktı, aradığını bulamamıştı. Öbür yüzünü çevirdi. Gördüğü sadece bir kaç satır yazıydı… Şaşkınlıktan başladı yüksek sesle okumaya:
“Bravo Hocam, yakaladınız! Aşkolsun doğrusu! Tebrik ederiz açıkgözlülüğünüzü! Biz Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni, kartonsuz da okuruz, hem de tek yanlışsız! İmza:
Hababam Sınıfı!”
Sf: 463
Tam bir hafta sonra Ankara’dan bir emir geldi. Hababam Sınıfı önayak olduğu için, parasız yatılıların Anadolu liselerine, paralılardan da (zaten on kişiyi geçmezdi) öbür şubelere dağıtılmasına karar verişmişti.
Bir sabah, Kel Mahmut, Tulum Hayri’yle, Kalem Şakir’i aldı. Haydarpaşa İstasyonu’na götürdü. Ertesi sabah Refüze’yle Güdük Necmi’yi yolcu etti. Her sabah böyle ikimizi, üçümüzü istasyona bırakıyor, ıslak gözlerle dönüyordu. Bu işin ona, çok ağır geldiği belliydi.
Hababam Sınıfı’nın genel merkezi işte böylece kapatılmış oluyordu. Genel Merkez kapatılmıştı ama, Bütün Anadolu liselerinde teker teker Hababam Sınıfı’nın şubeleri açılmıştı.
Doktrin: Rıfat Ilgaz, Hababam Sınıfı adlı kitabıyla ilgili bir röportaj verirken “Nasıl bu kadar çok güldürebildiniz?” sorusuna “Eskiden idamlar sabaha karşı yapılırmış. Belli bir süre sonra idam yaklaştığında tüm dükkanlar açılmaya, esnaf satış yapmak için bağırıp çağırmaya başlamış. Bunun üzerine aileler de o saatlerde sokağa çıkmaya başlamış ve idam vakitleri panayır havasına bürünmüş. Sonuçta da ölen bir adama bakarak gülen bir halk görüntüsü oluşmuş. Ben de çöken bir eğitim sistemini anlattım. Hepimiz ölen bu sisteme bakarak güldük.” diye cevap vermiştir. – Rıfat Ilgaz
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)