İlya İlyiç söylendi:
“İşleri güçleri paradır zaten onların! Neden zamanında tek tek bildirmezsin sen bana herkesin hesabını da hepsini birden getirirsin?”
“Hep başınızdan savıyorsunuz beni; hep yarın, yarın, diyorsunuz…”
“Peki, bugün de yarın diyemez miyiz?”
“Olmaz! Diyemeyiz. Çok ısrar ediyorlar çünkü, borç vermiyorlar artık. Bugün ayın biri.
Sf: 70
Öyle insanlar vardır ki, istediğiniz kadar eziyet edin onlara, içlerinde bir düşmanlık, öç alma, intikam gibi duygular uyandıramazsınız. Ne tür kötülük yaparsınız yapın, gene gelir sokulurlar size. Bu çeşit insanlar için onların herkesi sevdiklerini, çünkü iyi yürekli olduklarını söyleseler de yanlıştır bu, hiç kimseyi sevmezler onlar, iyi yürekli olmaları da yalnızca kötü niyetli olmadıklarındandır.
Sf: 74
Alekseyev karşılık verdi:
“Hem de ‘acele’ ha! Anlaşılan kendine gerekli. Çok kötü… Taşınmak her zaman zordur. Bir sürü telaş… Kırılan dökülen, kaybolan… Çok kötü, çok can sıkıcı durum! Oysa ne güzel bir eviniz var… Kirası ne kadar?”
Oblomov, “Böyle bir evi bir daha nerede bulursun, hem de acele?” dedi. “Hiç rutubet yok, sıcak da. Güvenli de. Yalnızca bir kez hırsız girdi! Tavan pek sağlam değil gibi, sıvaları neredeyse dökülecek ama gene de bir şey olduğu yok.”
Alekseyev başını iki yana sallayarak, “Söyleyin ev sahibine!” dedi.
Oblomov kendi kendine konuşuyor gibi mırıldandı:
“Oblomov kendi kendine konuşuyor gibi mırıldandı:
“Nasıl yapsam da… çıkmasam bu evden?”
Alekseyev, odayı tavandan döşemeye gözden geçirerek sordu:
“Sözleşmeniz var mı?”
“Var ama süresi bitti. Ne zamandır bilmiyorum, kiramı aydan aya ödüyorum.”
İkisi de düşünceye daldı. Neden sonra sordu Alekseyev:
“Peki, ne yapmayı düşünüyorsunuz? Evi boşaltacak mısınız?”
“Hiç bilmiyorum,” dedi Oblomov. “Bu konuda düşünmek bile istemiyorum. Varsın, Zahar bir şeyler düşünsün.”
Alekseyev, “Bazıları taşınmayı pek sever,” dedi. “Ev değiştirmek bir zevktir onlar için…”
“Bırak, taşınsınlar o bazıları”… ama ben nefret ederim değişikliklerden!
Sf: 75
Oblomov sordu ona:
“Ne o, mektubu bulamadın mı?”
“Nasıl bulayım? Hangi mektubu bulmamı istediğinizi nereden bileyim? Okumam yazmam yok ki benim.”
“Olsun varsın, gene de ara,” dedi Oblomov.
Sf: 81
Üzerindeki eski giysiyi hiçbir zaman önemsemez ama bol içkili bir yemeğe davet edilmediği gün olursa bunu yadırgardı.
Sf: 92
Polis şefinden, kahyanın neler yaptığıyla ilgili bir rapor istemesi için bir mektup da valiye yaz. Çok saygıdeğer efendimiz, bir evladınız olarak kabul edin beni ve kahyamın ihaneti yüzünden beni bekleyen korkunç bir felaketten kurtulmama yardım ediniz. Karımla, küçük yaşta on iki çocuğumla aç, evsiz barksız sokaklarda kalmamıza engel olunuz…”
Güldü Oblomov.
“Çocuklarımı görmek isterse, o kadar çocuğu nerede bulacağım?”
“Saçmalama! Sen öyle, on iki çoğumla yaz. İlgilenmeyecektir nasıl olsa.
Sf: 93
“Bir iyilik yaptın, sonunu da getir bari. Ben de yemeğe balık veya tavuk falan aldırırım senin için.”
“Daha ne var?”
Sf: 103
Kalabalık arasında boğulacak gibi oluyordu. Kayığa binse, karşı kıyıya varabileceğine pek umudu olmuyor, arabaya binse, atların gemi azıya alacağından, arabayı devireceklerinden korkuyordu. Sinirsel bir korku değildi onunki. Çevresindeki sessizlikten korkuyor veya bedeninde böcekler dolaşıyor gibi, anlayamadığı bir koruya kapılıyordu. Kimi zaman odanın karanlık bir köşesine takılıyordu. Kimi zaman odanın karanlık bir köşesine takılıyordu gözü; korkuyor, hayal gücünün ona bir oyun oynayacağını, doğaüstü bir olay göstereceğini sanıyordu.
Sf: 107
Öte yandan, ürün iyiyse veya yüksek fiyatlar nedeniyle gelir bir önceki yılın gelirinden büyükse yaşlı adam seviniyordu, bunun için Tanrı’ya şükrediyordu. Ama daha çok para kazanmak için kendini zorlamaya hiç yanaşmıyordu.
Zararlı olduğunu düşündü birtakım düşünce ve önerilere şöyle karşılık veriyordu: “Babalarımız, dedelerimiz bizlerden daha aptal değillerdi ya, mutlu yaşadılar, bizler de yaşayacağız, Tanrı’nın yardımıyla aç kalmayacağız.”
Kendini hiç zorlamadan, çeşitli yollar denemeden, ona gerekli olan gelir eline geçtiği için, ailesinin de, konuklarının da karnını her gün doyurabildiği için Tanrı’ya şükreder, daha fazlasını kazanmak için çalışmanın günah olduğunu düşünürdü.
Sf: 112
İyi eğitimli bir av köpeğinin kendisine emanet edilmiş yemeğe, açlıktan ölse bile dokunmayacağı gibi, eskinin uşağı da bir lokma almazdı efendisinin yemeğinden, oysa Zahar kendisine emanet edilen yemek veya içkiden aşırmak için fırsat kollardı. Eskinin uşağı efendisinin olabildiğince çok yemesi için çalışırken, yemezse üzülürken, bizimki efendisi tabağındakinin hepsini yiyince üzülürdü.
Sf: 113
Odadan tabak çanak veya başka bir şeyler götürürken daha ilk adımda en üsttekiler düşecek gibi titreşmeye başlarken bir hareket yapar, bir ikincisini daha düşürürdü. Tepesinde kalanlara bakacak yerde, şaşkın şaşkın ağsızını açıp düşenlere bakar, bu yüzden tepsiyi yana yatırır, bu kez ötekiler düşmeyi sürdürürlerdi. Öyle ki kapıya vardığında tepside bazen bir kadeh veya tabak kalır, bu kez onu da küfrederek, söylenerek bazen kendi yere çalardı.
Oblomov’un odasında, dikkat edilmesi gereken ufak tefek şeylerin hemen hepsi kırık döküktü… Hepsi de Zahar’ın sakarlığı yüzünden… Herhangi bir eşyayı, onu nasıl tutması gerektiğini düşünmeden, aralığında bir ayrım gözetmeden hep aynı gücü kullanarak eline alırdı. Sözgelimi, ona şamdanı kaldırmasını veya bir bardağa su koymasını söyledilerse, bunları yaparken, bir kapıyı açmak için kullandığı gücü kullanırdı. Tanrı korusun, hele aşka gelip efendisinin hoşuna gidecek bir şey yapmaya, ortalığı çabucak toplamaya, temizlemeye, düzeltmeye kalkışmaya görsün kırılmadık, dökülmedik bir şey kalmazdı odada! Bir düşman askeri dalmış olsaydı eve, onun kadar zarar vermezdi.
Sf: 114
Sabahleyin semaveri koyar, efendisinin o gün giyeceğini söylediği çizmelerini, giysisini temizler ama giymeyeceği giysisine on yıl yerinde asılı dursa bile dokunmazdı.
Bunların dışında bir şey yapması emredilirse, emredilen şeyin gereksiz olduğunu veya yerine getirilmesinin olanaksız olduğunu uzun uzadıya anlatmaya, kanıtlamaya çalıştıktan sonra yapardı.
Sf: 115
Bir köpeğin, ormanda karşılarına çıkan bir ayının üzerine, sahibinin değil de kendisinin atılması gerektiği bir an düşünmeden, hayvanın üzerinde atılması gibi, efendisi için Zahar da hiç düşünmeden ölüme atardı kendini.
Bununla birlikte, sözgelimi, bütün bir gece efendisinin sağlığı için gözlerini kırpmadan başucunda oturması gerekse, efendisinin hayatı buna bağlı olsa bile, otururken kesinlikle uyurdu.
Sf: 121
Dışarıdan beş ayrı satıcının birden sesi geliyordu:
“Patates var! Kum, kum isteyen var mı? Kömürcü! Kömürcü!… Yüce gönüllü baylar bayanlar, kilisemizin inşaatı için bağışlarınızı topluyoruz.
Güneşten boynu yanmış, yuvarlak dirsekleri çıplak, yumuşacık güzel bir hizmetçi kız öğlen yemeğimi getirip çimenlerin üzerinde koysaydı; çapkın çapkın önüne indirseydi bakışını ve gülümseseydi…. Ne zaman olacak bütün bunlar?…”
Sf: 125
“Biraz insaflı olun İlya İlyiç! Dini bütün bir Hristiyanım ben, ne diye zehirli bir olmakla suçluyorsunuz beni? Takmışsınız kafasına; zehirli de zehirli! Babanız efendimizin yanında doğup büyüdük biz, o ‘enik’ derdi bana, kulağıma asılırdı ama böyle bir söz duymadım onun ağzından! Günah denen bir şey var! İşte, kağıt burada.”
Oblomov durup, yazdığını okudu. Kendi kendine, “Olmadı,” dedi… “İki kez oturmakta olduğum, iki kez de ki demişim…” Mırıldanarak o sözcükleri şöyle değiştirdi: “Oturmakta bulunduğum ve öğrendiğime göre, dediğinize göre…” Gene beğenmedi yazdığını. Tekrar değiştirdi… İki ki kullanmamanın bir yolunu nasıl bulacağını düşünmeye başladı.
Bir şey yazıyor, yazdığını tekrar değiştiriyordu. Üç kez değiştirmişti yazdığı ki’leri. Her değiştirdiğinde başka bir anlam veriyorlardı cümleye.
Sf: 129
“Orasına karışmam. Benim görevin sizi uyarmaktır, o kadar…
Stresten uzak duracaksınız, iyileşmenizi zorlaştırır bu… Kalbinizin yumuşaması, yalnızca hoş duygularla çarpması için at gezintisi, dans gibi, açık havada dolaşmak gibi sizi rahatlatacak şeylerle, hoş sohbetlerle, özellikle de kadınlarla zaman geçirmelisiniz.”
Oblomov, başı önünde dinliyordu doktoru.
“Daha?” diye sordu.
“Kesinlikle okumayacak, yazmayacaksınız. Güneye bakan, çevresinde bol çiçeğin, müziğin, kadının olacağı, bir villa kiralayın kendinize.
Sf: 133
İlya İlyiç, “Şaka değil!” dedi. “Ayrıca, yeni taşındığı evi çok yadırgar insan. Kolay kolay alışamaz! Başka bir yerde tam beş gece uyuyamam ben. sabah kalktığımda pencereden, karşıdaki marangozun tabelasını değil de başka bir şey görürsem veya saçlarını kestirmiş şu yaşlı kadının yemekten sonra pencereden sarkmış, dışarıya baktığını görmezsem içime bir hüzün çöker, fena olurum…”
Sf: 137
Efendisinin yüzüne baktı Zahar, bedeninin ağırlığını bir bacağından ötekine verdi. Susuyordu.
Sf: 140
Yemeğe iki saat kaldı. İki saatte bir şeyler yapabilir miyim? Yapamam. Bir sürü iş var. Mektubu bir dahaki postayla yollarım, plan üzerinde de yarın çalışırım. şimdi biraz uzanacağım. Çok yoruldum. Perdeleri indir, kapıyı da sıkıca kapa, kimse rahatsız etmesin beni. Bir saat kadar kestiririm belki. Dört buçukta uyandır beni.”
Sf: 141
Şimdi kim bilir nasıl yerlerde uyuyorlardır? Belki de ormanda? Evlerinden kaçıp ormanda yatıyorlar! Gerçi evleri iğrenç kokuyordur ama hiç değilse sıcak…”
Sf: 143
Aynı anda kendi hayatın düşününce, karanlık bir harabede uyuyan kuşların güneşin birden vurmasıyla karmakarışık, peş peşe havalanmaları gibi, çok önemli, değişik sorular üşüşmüştü kafasına.
Sf: 172
Önüne dümdüz bir duvar çıktığında kuşların tutunacak bir yer bulamayıp kanatlarını boşuna çırptıktan sonra dönüp başka yere uçmaları gibi.
Sf: 173
Herkes balkonun nasıl çöktüğüne şaşıyordu, oysa bir gün önce onun nasıl olup da hala çökmediğine şaşmaktaydılar!
Sf: 175
Bir konuk üç kez ısrar edilmeden elini bir şeye sürmezdi. Kendisine bir yiyeceğin ya da şarabın birkaç kez ısrarla ikram edilmesinin aslında, bu ikramı birkaç kez geri çevirdikten sonra kabul etmesi istendiği için olduğunu çok iyi bilirdi.
Sf: 177
Herkes, ilkbaharda günlerin uzadığına şaşar, sevinir. Ama uzun günlerin ne işlerine yaradığını sorsanız, bir cevap veremezler.
Sf: 187
İlya Ivanoviç bazen rastgele bir kitap alırdı eline. Kitap okumanın bir gereksinim olduğunu hiçbir zaman düşünmemişti. Kitap okumak onun gözünde bir lükstü. Kitap okumanın duvarda bir tablo sahibi olmak veya olmamak gibi, dolaşmaya çıkmak veya çıkmamak gibi kolaylıkla kulak arkası edilebilecek bir şey olduğunu düşünürdü. bu yüzden, eline aldığı kitabın nasıl bir kitap olduğu hiç ilgilendirmezdi onu. Can sıkıntısından kurtulmak, eğlenmek için eline aldığı herhangi bir şey okumadım.” derdi. Ya da değiştirirdi cümlesini. Kardeşinden ona kalmış küçük birkaç kitabın arısından seçmeden, rastgele birin alırken eklerdi: “Şunlardan birini okuyayım.”
Bazen iki yıl öncesinin gazetelerinde bir şey bulur, yeni bir habermiş gibi yüksek sesle okurdu:
“Bakın Lahey’den ne yazıyorlar: Kral hazretleri kısa süren bir seyahatten sonra sağ salim saraya dönmüş…”
Sf: 189
Sağlığı parayla satın alamazsın. Hayatta en değerli şey sağlıktır.
Sf: 195
Hanımına ne hediyeler getiriyor, ne hediyeler! Beriki de erkek tavus kuşu gibi süslenip püsleniyor, pek çalımlı yürüyor. Nasıl eteklikler, nasıl çoraplar giydiğini görseniz şaşarsınız. Bir rezalet! Boynunu iki haftada bir kez yıkamaz ama yüzüne kremleri sürer sürüştürür… Bazen günaha girdiğim, şöyle düşündüğüm oluyor:”Ah salak kadın! Bir gün de başına bir şal alıp, manastıra ayine gitsen ya!…”
Sf: 196
Kiracılardan birinin arabacısı sordu:
“Ne o , küfür mü ediyor sana yoksa?”
“Öyle şeyler söylüyor ki, Tanrı sabır veriyor da dayanabiliyorum.”
Uşaklardan biri yuvarlak enfiye kutusunun gıcırdayan kapağını yavaşça açarken söze karıştı:
“Çok küfür ediyorsa iyi efendi demektir…”
Zahar dışında herkes elini enfiye kutusuna uzatıp bir tutam enfiye aldı. Enfiye çekmeye, hapşırmaya, tükürmeye başladılar.
Uşak konuşmasını sürdürdü.
“Küfretmesi daha iyi… Ne kadar çok küfrediyorsa, o kadar iyidir… Küfrediyorsa, dövmüyor demektir… Benim bir efendim vardı: Sen daha ne olup bittiğinin farkında değilsindir, bakardın saçlarına yapışmış…”
Zahar küçümser bir tavırla, uşağın konuşmasını bitirmesini bekledi. Sonra kapıcıya döndü.
“Ortada hiçbir şey yokken insana öyle fena şeyler söylüyor ki. Hem de durup dururken!”
Kapıcı, “Hiçbir şeyden memnun olmuyor demek?” dedi. Zahar, gözlerini anlamlı anlamlı kapayıp, hırıltılı bir sesle sürdürdü konuşmasını:
“Hem de nasıl! Huysuzun teki! Felaket bir insan! Ne yapacağını bilemiyorum. Ona göre her şeyi yanlış yaparım, yürümeyi bilmem, yemek getirmesini bilmem, her şeyi kırar dökerim, ortalığı temizlemem, çalarım, gizliden onun yemeklerini yerim… Tüh, kahretsin!… Bugün öyle şeyler söyledi ki, yenilir yutulur gibi değil!… Hem de ne için? Geçen haftadan bir parça peyniri kalmıştı…. Köpeğe atsın yemez ama uşağı elini süremez ona! O peyniri getir, diye tutturdu. Peynir falan yok deyince açtı ağzını, yumdu gözünü: “Asmak gerekir seni” diye bağırmaya başladı. “Kaynar katrana atmalı, etlerini cımbızla didik didik etmeli, kazığa oturtmalı!… Nasıl üzerime yürüdü bilemezsiniz, nasıl… Ne sandınızdı, kardeşlerim? Geçenlerde de sıcak suylar yıkarken nasıl olduysa ayaklarını yakmışım… Nasıl bağırdı! Kendimi yere atmasaydım, yumruğunu göğsüme indirecektir… İndirir mi indirirdi! Gerçekten indirirdi…”
Arabacı başını iki yana salladı, kapıcı, “Anlaşılan, sinirli bir adam göz açtırmıyor sana!” dedi.
Deminki uşak uyuşuk bir tavırla söze karıştı:
“Küfrettiğine göre, iyi bir beydir! Küfür etmeyeni çok daha kötü oluyor. Durup şöyle bir bakar, sana, sonra yapışır saçlarına neye uğradığını anlayamazsın!”
Zahar, sözünü kesen uşağın dediğinehiç aldırmadan konuşmasını sürdürdü:
“Ama ne oldu sonra? Her gün merhemler sürüp duruyor ama ayağındaki yanık yarası hala geçmedi. Hak etti!”
“Sert bir efendi!” dedi kapıcı.
Zahar devam etti:
“Olmaz olsun! Bir gün öldürecek beni. İnanın, öldürecek! Ortada bir şey yokken tutturuyor kel kafa… gerisini söylemek istemiyorum. Bugün de yeni bir şey çıkardı: “Zehirlisin sen” diyor! Söylemeye dili varmıyor insanın!…”
Aynı uşak bir kez daha kesti sözünü:
“Ne olmuş yani? Küfrederse ediversin, ne çıkar ki bundan?… Ya yanında çalıştığım efendi gibi, hiç ağzını açıp bir şey söylemez de, sen yanından geçerken saçına yapışırsa… Küfür nedir ki…”
Uşağın arada bir söze karışmasına kızmıştı Zahar.
“Hak etmişsindir,” dedi. “Onun yerinde ben olsam daha kötüsünü yapardım.”
Sf: 201
“Efendinle sen Almanlardan bile çıfıt, baldırı çıplaksınız!” diyordu. “Senin efendinin büyük babasının ne olduğunu biliyorum ben. Bitpazarında bir dükkanda çalışıyormuş. Dün akşam sizden çıkar konukları gördüm de, eve hırsızlar girdi sandım. Ne berbat insanlardı onlar öyle… Anası da bitpazarında çalınmış elbiseler, eski giysiler satarmış.”
Sf: 202
Herkes dağıldı; kimi meyhaneye, kimi eve gitti. Yalnızca küfrü savunan uşak kaldı orada.
Enfiye kutusunu ağır ağır açarken şöyle geçiriyordu içinden: “Efendisine söylerse ne olurmuş sanki: Efendisinin çok iyi biri olduğu her şeyinden belli. Yalnızca küfür ediyormuş! Ne olurmuş, küfür ediyorsa? Oysa bazıları şöyle bakar, bakar da insanın saçlarına öyle bir yapışır ki feleğini şaşarsın…”
Sf: 204
Oblomov hemen kaldırdı başını, çevresine bakındı, derin bir soluk aldıktan sonra tekrar yattı. Sert bir tavırla, “Rahat bırak beni!” dedi. “Uyandır beni diye emir vermiştim sana, şimdi emrimi geri alıyorum. Duydun mu? İstediğim zaman kendim uyanırım.”
Sf: 205
Derslerden kurtulunca köylü çocuklarla birlikte kuş yuvası bozmaya gider; derslerde veya duada cebinden çoğu zaman kuş yavrusu cıvıltıları gelirdi.
Sf: 206
Baba gülerek karşılık veriyordu:
“Burnu kanamayan ya da bir başkasının burnunu kanatmayan çocuğa çocuk mu derim ben!
Sf: 213
Ben de başıma bir taş düşmezse belki yirmi yıl daha yaşarım. Kandil yanıyor, içinde daha yağ var! İyi bir öğrenim gördün: Önün açık; devlet hizmetine girebilirsin, ticaret yapabilirsiniz, belki yazar bile olursun… Ne yapacağını, neye istekli olduğunu ben bilemem…”
Andrey, “Bakarım,” demişti, “Bakarsın, hepsine birden başlarım.” Babası kahkahayı basmıştı, oğlunun omuzuna birkaç kez öyle varmıştı ki, at bile dayanamazdı buna. Oysa Andrey’in kılı kıpırdamamıştı.
Sf: 216
Sevincinin hazzını, yol kenarından kopardığı bir çiçeğin, elinde solana dek ona tattırdığı hazzı tadar gibi tadar, sonra atardı. Yani, her zevk kadehinin dibindeki acı damlayı içmezdi.
Sf: 218
Karmaşık, zor veya yeni sorunlarla hiçbir zaman boğuşmaz, onlara eski tanıdıklar gibi, onlarla karşılaşmış, bildik yerlere gelmiş gibi davranırdı.
Karşısına nasıl bir durum çıkarsa çıksın (bir kilerci kadının, kuşağına asılı anahtarlar arasından o anda kendisine gerekli olanı ilk el atışında bulup çıkarması gibi) o da hemen, bu durum için gerekli olan yöntemi kullanırdı.
Sf: 219
Bilinen bir gerçektir: Karşıt kişilikler sevgiyi yaratmıyor olsalar bile, ona engel de olmazlar.
Sf: 220
Okulda uslu bir çocuğa yaramazların durmadan sataşmaları, bir yerlerini çimdiklemeleri, birden alnına bir şaplak atmaları, başından aşağı kum boca etmeleri gibi hayat da öyle rahat vermiyor bana işte… Gücüm kalmadı artık!
Sf: 221
“Giderlerse gitsinler!” dedi. “Bulunduğu yerde durumu iyi olunlar, para kazananlar gitmez, kalır. İyi olmayanlar gider, onların da sana bir yararı yoktur zaten.”
Sf: 222
“Ne mi var? Bunun sıkıntısından yatakta bir sağa bir sola dönmekten sırtıma ağrılar girdi.”
Sf: 224
“Ama kitap falan görmüyorum odanda,” dedi Ştoltz.
Oblomov, masanın üzerindeki kitabı göstererek karşılık verdi:
“Oblomov, masanın üzerindeki kitabı göstererek karşılık verdi:
“İşte sana bir kitap!”
Ştoltz kitabı eline alıp şöyle bir baktıktan sonra sordu:
“Neymiş bu? “Afrika’ya seyahat”. Kaldığın sayfa küflenmiş. Gazete de yok ortalarında… Gatete okuyor musun?
“Okumuyorum. Yazıları çok küçük, gözlerimi yoruyor… Ayrıca, gereği de yok. Önemli bir şey olursa her gün uğrayanlardan öğreniyorum zaten.”
Ştolz, Oblomov’un yüzüne şaşkın şaşkın bakarak, “Olur şey değil!” dedi. “Ne yaptığının farkında mısın sen? Hamur gibi kıvrılmış, yatıyorsun divanda.”
Oblomov üzgün, “Çok doğru söylüyorsun Andrey,” dedi. “Gerçekten de, hamur gibi…”
“İtiraf etmekle temize mi çıkaracak seni?”
İçini çekti Oblomov.
“Hayır, soruna cevaptı bu yalnızca. Kendimi temize çıkarmaya çalışmıyorum.”
“Bu uykudan uyanmalısın.”
“Daha önce çok kez denedim, ama beceremedim. Artık… ne gereği var? Hiçbir şey çekmiyor beni, ruhum istemiyor, aklım uykuya dalmış, sakin sakin uyuyor!”.
Sf: 225
Oblomov’un yüzüne. Birden gülmeye başladı. Oblomov’un ayaklarını göstererek, “Ne o öyle,” dedi, “çoraplarının biri başka, biri başka. Gömleğini de ters giymişsin.”
Oblomov mahcup oldu.
“Gerçekten de,” dedi. “Hep şu başımın belası Zahar’ın yüzünden! Bana neler çektirdiğini bilemezsin! Dırdır eder durur, kaba kaba konuşur, bir iş de yapmaz!”
Sf: 229
Geçenlerde bir toplantıda, o anda orada olmayan birileri için konuşulanları duyduğumda ne yapacağımı, ne yana bakacağımı bilemedim. Masanın altına girmek geldi içimden: O budalanın tekidir, şu aşağılık, bir başkası hırsız, öteki tuhaf… Tam bir kıyım! Böyle söylerken içlerinden şöyle geçiriyormuş gibi birbirinin yüzüne bakıyorlardı: Hele sen de çık şu kapıdan, senin için de aynı şeyi söyleyeceğim… Öyleyse ne diye bir araya gelirler? İçten tek bir gülümseme, en küçük bir içtenlik Hepsi yüksek rütbeli, ünlü birini evine davet etmek veya böyle birinin evinde konuk olmak peşindedir. Sonra övünecektir: Falanca bizdeydi, geçenlerde filancanın evinde yemekteydim… Hayat mı bu?
Sf: 230
Bir başkası, her gün daireye gidip saat beşe kadar oturmak zorunda olduğundan yakınır, bir başkası da böyle bir mutluluğa kavuşamadığı için derin derin iç çeker.
İnsanın her gün, dünyada neler olup bittiğiyle ilgili bilgi toplaması, bunlarla kafasını şişirmesi, sonra da bütün bir hafta durmadan bunları konuşması nasıl bir şeydir! Yok efendim, Mehmet Ali Paşa bugün bir gemi yollamış Konstantinopolis’e? İşin yoksa, nedenini düşün dur…
Oysa kendilerine emek isteyen mütevazi bir patika seçip onda ilerlemeye çalışsalar, o patikada derin izler bıraksalar… Ama işlerine gelmez bu.
Sf: 233
“Yo, hayır, sen bir yerde sürekli kalamazsın…”
“Peki, sen hep aynı yerde mi kalırdın? Hiçbir yere gitmez miydin?”
“Gitmezdim.”
“Hayatın amacı hep bir yerde oturup kalmaksa, bunca demir yolunu, gemiyi ne diye yapıyorlar? Öyleyse herkesin olduğu yerde kalmasını önerelim İlya. Biz bir yere gitmediğimize göre…”
Sf: 240
Oblomov endişeli bakışlarla dinliyordu onu. Arkadaşı bir ayna koymuştu sanki önüne ve aynada kendini görmüş, ürkmüştü.
Sf: 244
“Bir süre düşündükten sora köşeden bir kitap aldı eline. On yıldır yazmadığı, okumadığı, düşünmediği her şeyi bir saat içinde okumayı, yazmayı, düşünmeyi istiyordu.” Herkes gibi…
Sf: 246
Oblomov’un tanıdıklarının kimi inanmayarak, kimi gülerek, kimi de telaşlı, şöyle diyordu: “Gidiyor; düşünebiliyor musunuz, ayaklandı Oblomov!”
Gelgelelim, bir ay sonra da, üç ay sonra da gitmedi Oblomov. Yola çıkacağı günün gecesinde dudağı şişmişti.
“Sinek ısırmış olacak, bu dudakla vapura binilmez,” diyordu.
Ve sonraki vapuru beklemeye karar verdi.
Ağustos gelmişti, Ştoltz çoktandır Paris’teydi. Sık sık öfkeli mektuplar yazıyordu Oblomov’a ama cevap alamıyordu.
Neden? Acaba mürekkebi mi kurumuştu ya da kağıdı mı yoktu? Belki de yazarken ki”leri, çünkü’leri yerli yerine koyamıyor veya “Ya şimdi ya da hiçbir zaman” sözünün son sözcüğünde karar kılmış, uzanıp elleri başının altında yatıyor, Zahar da boşuna onu uyandırmaya çalışıyordu.
Sf: 251
Önce onun yalnızca dış görünüşünü düşünüyordu, yüzünü hayalinde canlandırıyordu.
Sf: 253
Oblomov dönüp baktı: Bir gülümseme dolaşıyordu Olga’nın yüzünde, kah gözlerinin içini ışıl ışıl yapıyordu kah yanaklarına dağılıyordu gülümsemesi… Ama dudakları her zaman olduğu gibi sıkıca kapalıydı.
“Yalnız… Biraz tembelim de…” diye ekledi Oblomov. “Ama…” Açıkça yalan söylemeye cesaret edememişti. Bir yandan da, Olduğunu itiraf ettirmesine canı sıkılmıştı. “Kim oluyor bu kız?” diye geçirdi içinden. “Ne o, korkuyor muyum yoksa ondan?”
Sf: 254
“Daha çok ne tür müzikten hoşlanıyorsunuz?” diye sordu Olga.
“Buna cevap verebilmem çok güç… Her tür müzikten hoşlanırım! Bazen, kısık sesli bir laternacının belleğimin bir köşesinde kalmış ezgisini severek dinlerim, bazen de bir operanın yarısında çıkarım; bazen Meyerber içimde bir şeyleri kıpırdatır, hatta bazen mavnacıların şarkıları… O andaki ruhsal durumuma bağlı! Bazen Mozart’ı dinlerken bile kulaklarımı kapatmak gelir içimden…”
“Burada size bir iltifatta bulunmam gerekiyor. Ama bilmiyorum, bunu yapabilecek olsaydım, cesaret edebilir miydim?”
“Neden cesaret edemezdiniz?
Oblomov saf bir tavırla, “Ya iyi söyleyemezseniz!” dedi. “O zaman mahçup olurum…”
“Dün peksimetlerle olduğu gibi mi? dedi Olga. Birden ağzından kaçmıştı bu. Yüzü kıpkırmızı oldu. Bunu söylememiş olmak için neler vermezdi… Hemen arkasından ekledi:
“Afederseniz… Saçmaladım!”
Oblomov’un hiç beklemediği bir şeydi bu. Ne cevap vereceğini bilemedi.
“Çok acımasızsınız!” diye mırıldandı.
“Hayır yalnızca küçük bir öç alma… Hem inanın ağzımdan kaçtı… Bana iltifat etmemenizin intikamıydı…”
“Ama şarkınızı dinledikten sonra edeceğim belki…”
“Şarkı söylememi gerçekten istiyor musunuz? diye sordu Olga.
Oblomov, Ştoltz’u göstererek, “Hayır, bunu o istiyor,” dedi.
“Ya siz?
Hayır anlamında salladı başını Oblomov.
“Bilmediğim bir şeyi isteyemem ben.”
Ştoltz, “Çok kabasın İlya!” dedi. “Evde sürekli yatmanın sonu budur işte, ayrıca çoraplarını da…”
Oblomov heyecanla kesti Ştoltz’un sözünü:
“İnsaf yani Andrey, hiç de zor değil benim için şöyle demek:
Ah! Çok sevinirim, çok mutlu olurum, elbette harika şarkı söylüyorsunuzdur…” Olga’ya dönüp sürdürdü konuşmasını:
“Beni mutlu ederseniz efendim… falan filan işte… Yani bu mu gerekli olan?”
Sf: 259
Gerçekten de, Oblomov ona gözleriyle değil de düşüncesiyle, bütün iradesiyle bakıyor gibiydi. Ürkek bakışlarla bakarken şöyle geçiriyordu içinden: “Aman Tanrım, bu ne güzellik! Böyle bir güzellik var mı dünyada! Yüzünün bu beyazlığı, dibi görünmeyen bir uçurum gibi deni, ama aynı zamanda ruh güzelliğini yansıtan ışıl ışıl bu gözler! Dudaklardaki, kitap gibi okunabilecek bu gülümseme; gülümsemenin arkasındaki bu dişler… Ve omuzlarının üzerinde öylesine zarif duran, bir çiçek gibi kıpırdayan, nefis kokan bu baş…”
Düşünmeyi sürdürüyordu Oblomov: “Evet, bir şeyler geçiyor bana ondan, içime doluyor… Şu anda kalbimde bir şey kanıyor sanki, hızlı çarpmaya başladı… Şimdiye kadar hissetmediğim bir şeyler hissediyor gibiyim… Tanrım, bu kızın yüzüne bakmak ne büyük bir mutluluk! Soluk almakta bile zorlanıyorum!”
Bu düşünceler dönüp duruyorlardı kafasının içinde. Gözlerini ayıramıyordu Olga’dan; uçsuz bucaksız uzaklara, dipsiz bir uçuruma bakarken dalıp gitmiş biri gibi hazla bakıyordu onun yüzüne.
Olga başını mahcup bir tavırla öte yana çevirerek (ama merakını yenememiş, bakışını Oblomov’un yüzünden ayıramamıştı) şöyle dedi:
“Yeter ama Mösyö Oblomov, şimdi de siz öyle bakıyorsunuz bana!”
Oblomov duymamıştı bile onun dediğini.
Sf: 264
Oblomov tembel tembel uzanmış yatarken, uyuklarken duygulandığında en ön planda her zaman bir kadın düşünürdü. Karısı veya sevgisi olurdu bu kadın.
“Böyle kadınların kesin, sevgilileri vardır,” diye düşünürdü. “Sıkıntıları da çoktur: Doktordu, kaplıcaydı, böyle bir sürü tuhaf şeyler daha… Rahat rahat yatıp uyuyamazsın!”
“Evet bir kadının da, erkeğin de ortak gizli beklentisi hayat arkadaşının kişiliğinde sürekli bir huzur, sonu gelme, düzenli bir duygu birlikteliği bulmak değil midir? Evet, aşkın temelinde bu vardır ve bu temelden birazcık olsun sapması durumunda değişiriz, soğur… Acı çekmeye başlarız.
Sf: 266
Oblomov’la eğlenmekten hoşlanıyordu, ama bu, küçük oğlunun komik kıyafetine gülümsemeden edemeyen bir annenin konuşması gibi bir şeydi.
Sf: 267
Kurtulma ümidi olmayan bir hastayı hayata döndürmek bir doktor için ne gurur duyulacak bir şeydi! Peki ya ruhsal olarak tükenmiş bir insanı kurtarmak, hayata döndürmek?…
Sf: 269
Dar yolda yan yana yürümeye başladılar. Bir öğretmenin cetveli de, müdürün çatık kaşları da Oblomov’un kalbini hiç böyle, şimdi olduğu gibi hızlı çarptırmamıştı. Bir şey söylemek istiyor, kendini zorluyor, ama konuşamıyordu. Yalnızca, büyük bir felaketle karşı karşıyaymış gibi çılgınca çarpıyordu kalbi.
Sf: 276
Oblomov kolunu sallayarak Zahar’ı da kovdu. Başını işlemeli yastığa dayadı, elini kalbinin üzerine koydu, kalbinin nasıl hızlı attığını dinlemeye koyuldu.
Kendi kendine mırıldandı: “Atışında bir bozukluk var galiba. ne yapsam acaba? Doktora görünsem, belki de bu kez Habeşistan’a git, diyecektir.
Sf: 279
Kırk yedi yaşında hareketli, hamarat bir kadındı Anisya. Her zaman tatlı bir gülümseme vardı yüzünde. Gözleri fıldır fıldırdı. Sağlam yapılı boynu, göğsü, yorulmak bilmez becerikli elleri vardı.
Yüzü neredeyse yok gibiydi: İri olmamakla birlikte, yalnızca burnu görünüyordu yüzünde. Ama o da sanki yüzünden ayrıymış ya da yüzüne sonradan beceriksizce yapıştırılmış gibi duruyordu. Üstelik ucu kalkıktı ve bu nedenle, bakınca burnu görüyordunuz, ama arkasındaki solgun yüzü pek görünmüyordu.
Sf: 281
Neşesi yerindeydi, hafif hissediyordu kendini. Çok güzel bir gündü. İnsanlar iyi yürekli, neşeliydi. Mutlu oldukları yüzlerinden belliydi. Yalnızca Zahar surat asıyor, efendisine yan yan bakıyordu. Oysa Anisya öylesine içten gülümsüyordu ki… “Bir köpek alacağım,” diye düşünüyordu Oblomov, “Ya da bir kedi… Kedi alsam daha iyi. Sevimlidir kediler, mırıldar mırıldar dururlar…”
Olga’ya gitmek için koşarak çıktı evden. Yolda düşünüyordu: “Ama nasıl olur… Olga seviyor beni! O gencecik, pırıl pırıl kız beni seviyor ha! Şimdi şiir dolu biri kıvır kıvır, uzun boylu, romantik, kişiliği güçlü, cesareti yüzünden okunan, mağrur glüümseyen, ışıl ışıl gözlerinin bakışı karşısındakinin içini titreten, yüreğine işleyen, yumuşak sesi gür sesi çın çın öten bir gençtir. Ama yüzünden cesareti okunmayan, dansta da, at binmekte de pek kıvrak olmayan erkeklerden hoşlanan kadınlar da vardır. Tutalım ki, Olga kendini bir bıyığa, bir kılıç şakırtısına kaptıracak kızlardan değildir ama o zaman başka bir şey gerekir. Zeka, sözgelimi herkesin önünde eğildiği… Karşısında kadının da boyun eğeceği güçlü bir zeka… Ya da ünlü bir sanatçı… Peki, bunların hangisi var bende? Oblomov, işte hepsi o kadar? Ama Ştoltz öyle değil: Zeka var Ştoltz’da, güç var, kendisini de, başkalarını da, kaderini de yönetmeyi biliyor. Nereye giderse gitsin, kiminle bir araya gelirse gelsin, hemen duruma hakim olduğunu, olayları bir müzik aletini kullanır gibi yönlendirdiğini görüyorsun. Peki ya ben? Şurada Zahar’ı bile idare edemiyorum ben… Bu arada kendimi de, kuşkusuz… Ben bir Oblomov’un! Ştoltz!” Dehşetle şöyle geçirdi içinden: “Aman Tanrım!… Evet, Ştoltz’u seviyor! Onu bir dost olarak sevdiğini söylüyor; yalan bu, belki de bilinçsiz olarak öyle söylüyor… Kadınla erkek arasında dostluk olmaz…”
İçinde kuşkular büyüdükçe adımlarını yavaşlatıyor, giderek daha çok yavaşlatıyordu.
“Ya eğlence olsun diye cilveleşiyorsa benimle? Ya tek yaptığı buysa?…”
Birden olduğu yerde durdu, bir dakika öyle dikildi.
“Ya bir oyunsa bu…. Hem, beni sevdiğin nereden çıkardım? Öyle bir şey söylemedi ki… Gururumun kulağıma fısıldadığı şeytanca bir şeydi bu! Andrey!… Acaba mı? Olamaz: Öyle bir kız değildir o… Hayır, değildir! Karşıdan ona doğru gelen Olga’yı görünce sevinçle şöyle geçirdi içinden: İşte böyle bir kızdır!”
Olga neşeli bir gülümsemeyle elini uzattı ona.
Oblomov o anda verdi kararını: “Hayır böyle bir kızdır işte. Yalancı değildir, yalancı kızlar böyle candan bakmazlar insanın yüzüne gülümsemeleri böyle içten değildir… Cıvıldaşıp dururlar…” Birden korkuyla şöyle geçirdi içinden: “Ama beni sevdiğini söylemedi!” (Bunun kendisinin bir kuruntusu olduğunu düşünüyordu…) “Peki, o zaman neden kızdı?… Tanrım! ne kötü bir durumdayım!”
“Nedir o elinizdeki?” diye sordu Olga.
“Bir dal.”
“Ne dalı?”
“Görüyorsunuz işte, leylak dalı.”
“Nereden aldınız onu? Bu yol üzerinde leylak yok. Ne taraftan geliyorsunuz?”
“Dün siz koparmıştınız, sonra da yere atmıştınız.2
“Niçin aldınız onu?”
“Kızıp yere atmıştınız onu… Hoşuma gitmişti.”
“Kızmam hoşunuza gitmişti demek, bu da yeni bir şey! Peki, neden hoşunuza gitmiş?.
“Söylemem.”
“Söyleyin lütfen, rica ediyorum…”
“Asla söylemem, dünyaları verseniz söylemem!”
Sf: 283
“Yalvarıyorum size.”
Oblomov hayır anlamında iki yana salladı başını.
“Ya bir şarkı söylersem size?”
“O zaman… olabilir…”
Olga kaşlarını çatıp, “Demek yalnızca müzik etkiliyor sizi?” dedi. “Öyle mi?
“Evet ama sizden dinlediğim müzik…”
“Pekala söylüyorum öyleyse… Casta diva, Casta di….” diye başlayıp sustu. “Hadi söyleyin şimdi!
Oblomov bir süre tereddüt ettikten sonra, önce olduğundan daha kararlı bir tavırla karşılık verdi:
“Hayır hayır! Dünyada söylemem… Asla! Ya doğru değilse bu, ya bana öyle geliyorsa?… Kesinlikle, kesinlikle, söyleyemem!”
Olga bu soruya odaklanmıştı. Merak dolu, heyecanlı bakışını Oblomov’un gözlerinin içine dikip, “Nedir bu?” diye sordu. “Korkunç bir şey mi?…
Olga’nın yavaş yavaş bir şeyler anlamaya başladığı yüzünden belliydi. Yüzünün her çizgisinde birtakım düşünce kıpırtıları beliriyordu. Ansızın aydınlandı yüzü… güneş de kimi zaman bulutların arkasından öyle çıkar, bir çalıyı, sonra bir başkasını, daha sonra bir çatıyı aydınlatır, arkasından çevre ışıl ışıl olur… Oblomov’un aklındakini biliyordu artık.
Oblomov hala direniyordu.
“Hayır hayır, söyleyemem… Sormayın.”
Olga kayıtsız, “Sormuyorum artık,” dedi.
“Nasıl yani? Siz hemen…
Olga Oblomov’u dinlemeden, ciddi, “Eve gidelim… Ma tante binasına çıktı.
Sf: 294
“Yurt dışında gideceksiniz ha!”
“Tuhaf olan ne bunda? Gideceğim, işte o kadar… Pasaportum bile hazır.”
Zahar alaylı alaylı, “Peki çizmelerinizi kim çıkaracak orada?” dedi. “Kadın hizmetçiler mi? Hayır bensiz yapamazsınız siz!”
Tekrar gülümsedi Zahar, favorileriyle kaşları iki yana açıldı.
Oblomov öfkeli, “Saçmalıyorsun!” dedi. “Götür şunları, sen de çekil karşımdan!”
Oblomov ertesi sabah dokuzda uyandı. Zahar çayını getirdi. Bu arada, fırına ekmek alamaya giderken yolda genç bi kadınla karşılaştığını söyledi.
“Hangi genç kadınla?”
“Hangi genç kadın olacak? Bayan İlyinskaya ile, yani Olga Sergeyevna ile.”
Oblomov sabırsız, “E?” diye sordu.
“Eh işte, selam gönderdiler size, nasıl olduğunuzu, nelen yaptığınız sordular.”
“Sen ne dedin?”
“İyi olduğunuzu söyledim, “Ne sıkıntısı olabilir ki?… “dedim.”
Oblomov kesti sözünü:
“Aptalca yorumlarını ne diye sıkıştırsın araya? “Ne sıkıntısı olabilirmiş!… “Kısıntımız olup olmadığını nereden biliyorsun sersem? Başka ne dedi?”
“Dün yemeği nerede yediğinizi sordular.”
“Sen ne dedin?…
“Evde,” dedim. “Akşam yemeğini de evde yediğinizi söyledim. Genç bayan “Vay akşam yemeğini de mi yiyor? diye sordular. Yalnızca iki piliç yediğinizi söyledim…”
Oblomov öfkeyle bağırdı:
“Salaaak!”
Zahar, “Neden salak oluyorum ki?” dedi. “Yalan mı? İşte, kemikleri de içeride, isterseniz göstereyim size…”
“Gerçekten salaksın sen!” diye tekrarladı Oblomov. “Evet, sonra?”
“Genç kadın gülümsediler. Sonra da ” Neden o kadar az? diye sordular.”
Sf: 295
“Salaksın işte,” dedi Oblomov. “Gömleğimi ters giydirdiğini de söyleseydin bari.”
Zahar cevap verdi:
“Sormadılar, ben de söylemedim. Sorsalardı, söylerdim.”
“Başka ne sordu?”
“Bu ara neler yaptığınızı sordular.”
“Peki ne dedin?”
“Bir şey yapmadığınızı, hep yattığınızı söyledim.”
Oblomov başını ellerinin arasına alıp çok üzgün. “Ah!..” diye haykırdı. Arkasından gözdağı verircesine ekledi:
“Defol! Bir daha benimle ilgili böyle saçma sapan şeyler söylersen görürsün! Ne zehirli bir insanmışsın!
Zahar savundu kendini:
“Ne yani, bu yaşta yalan mı söyleseydim?”
“Defol! diye bağırdı Oblomov.
Zahar için hakaret önemli değildi, yeter ki “acı söz” söylemesindi efendisi. Odadan çıkarken şöyle ekledi:
“Vıborg’a taşınmayı düşündüğünüzü söyledim kendilerine.”
Emreden bir tavırla bağırdı Oblomov:
“Defol!
Zahar çıktı, içini çekerek odasına gitti. Oblomov çayını içmeye başladı.
Çayla birlikte, masadaki bir yığın francaladan, küçük ekmekten ( Zahar gider gevezelik eder korkusuyla) yalnızca bir parça yedi. Sonra purosunu yakıp yazı masasına geçip oturdu, bir kitap açtı, bir sayfa okudu.
Sf: 296
Burada dolaştıkları günkü gibi değildi yüzü, son görüşmelerindeki gibiydi. Oblomov’u öylesine korkutan ifade vardı yüzünde. Gülümsemesi ile ölçülüydü. Bakışı dikkatli, canlıydı. Oblomov, onunla artık duygulu, imalı, derin anlamlı şeyler konuşmanın mümkün olmayacağını; o çocuksu, neşeli anların geride kaldığını anlamıştı.
Aralarında, ancak kurnaz sorularla, imalı sözcüklerle değinilebilecek çok şeyin olduğu belliydi. Geriye dönüş de yoktu artık.
Sf: 297
Aşk oyununda, durumuna göre, komedi veya trajedide, iki oyuncu hemen her zaman aşağı yukarı ayrı rollerdedirler: Acı çektiren ve acı çeken…
Sf: 298
Bir süre ikisi de sustu. Neden sonra Olga, doğrudan Oblomov’un sağ gözüne bakarak sordu.
“Gözündeki arpacık tamamen geçti mi?”
Oblomov kızardı.
“Evet, çok şükür,” dedi.
“Gözünüz kaşınmaya başladığında şarapla yıkayın, o zaman arpacık çıkmazmış. Dadım öğretmişti bana bunu.”
Oblomov, “Ne ikide bir arpacıktan söz ediyor?” die geçirdi içinden.
Olga ciddi bir tavırla ekledi:
“Ayrıca akşamları yemek yemeyin.”
“Ah şu Zahar!” diye bağırmak geldi Oblomov’un içinden.
Olga başını elişinden kaldırıp, “Akşam çok yiyip yatar uyursanız, özellikle de sırtüstü… Üç gün sonra kesin, arpacık çıkar gözünüzde.”
Oblomov, Sersem Zahar!” diye geçirdi içinden. Konuyu değiştirmek amacıyla sordu:
“O işlediğiniz nedir?”
Olga dizinin üzerindeki kanaviçeyi açıp gösterdi.
“Bir çanta. Baron için. Nasıl, güzel mi?”
“Evet, çok güzel. Şu desen leylak dalı, değil mi?”
Olga kayıtsız, “Sanırım… öyle bir şey”, dedi. “Rastgele bir desen seçmiştim…”
Böyle dedikten sonra hafiften kızardı Olga, hemen topladı kanaviçeyi.
Oblomov düşünüyordu: “Ama böyle devam edecekse, onu konuşturamayacaksam çok kötü… Benim yerimde başka biri olsaydı sözgelimi Ştoltz… Çoktan konuşturmuştu onu, ama ben yapamıyorum.” Susuyordu, boş boş çevresine bakınıyordu.
Olga dönüp ona baktı, sonra elişini sepete koydu.
“Ormana kadar yürüyelim”, dedi. Sepeti taşıması için Oblomov’a verdi kendisi şemsiyesini açtı, giysisini düzeltti, önden yürüdü.
“Neden neşesizsiniz bugün?” diye sordu.
“Bilmiyorum Olga Sergeyevna. Hem neşelenmemi gerektirecek ne var ki? Nasıl neşeli olabilirim?”
“Bir şeyler yapın, insanlarla daha sık bir araya gelin.
“Bir şeyler yapmak! Bir amacı varsa, bir şeyler yapar insan. Nasıl bir amacım olabilir benim? Yok öyle bir şey!”
Sf: 300
“Yaşamak da bir amaçtır.”
“Ne için yaşadığını bilmiyorsan, her günü öyle veya böyle yaşamış olmak için yaşarsın. Bir günü daha geçirdiğin, akşam olduğu için sevinirsin ve gece rüyanda da o günü ne için yaşadığını, yarını ne için yaşayacağını kendi kendine sıkıntılar içinde sorarsın”.
Olga sesini çıkarmadan, sert bakışlarla dinliyordu onu. Çatık kaşlarında bir sıkıntı gizliydi, dudaklarının kıvrımlarında kuşkuya, umursamazlığa benzer bir şey yılan gibi dolaşmaktaydı.
“Yaşamak da bir amaçtır!” diye tekrarladı. “Bir insanın varlığı gereksiz olabilir mi hiç?”
“Olabilir. Sözgelimi, benimki öyle.”
Olga yürürken durdu, sordu:
“Yaşamanızın amacının nerede olduğunu hala bilmiyor musunuz siz? İnanmam: Kendinize haksızlık ediyorsunuz, yoksa yaşamayı hak etmezdiniz.”
“Yaşama amacımı bulacağım çağı geçirdim ben ve önümde hiçbir şey yok artık, yalnızca bir boşluk var.”
Sf: 303
Şöyle diyordu ona Ştoltz: ” Çevrenizde hayat, bedeninizde bütün güçleriniz ayaklandığında başlayacak; o zaman anlayacaksınız, şu anda gözlerinizin kapalı olduğunu; şimdi duyamadığınız şeyleri duyacaksınız. Müziği, çevrenizdeki sesleri duyacaksınız. Acele etmeyin bekleyin, zamanı gelince hepsi olacak bunların!”
Zamanı gelmişti işte. Çevresindeki titreşime kulak vererek, içindeki güçleri uyandıran her olaya dikkatle, ama ürkek bakarak kendi kendine, Ştoltz’un sözcükleriyle konuşuyordu: “Güçlerim ayaklandı anlaşılan, bedenim uyandı…”
Sf: 306
Bir idam mahkumunun ruhsal gücünün idam edilmek üzere darağacına çıkarıldığında tükenmesi gibi, soluk alması yavaşlamış, derinden soluk almaya başlamıştı. Dili tutulmuştu, kıpırdayamıyordu.
Sf: 309
Sabahleyin Olga’nın bir gün önce sorduğu bir sorunun cevabını ona, yeni hatırlamış gibi vermek için bütün gece uyumuyor, kitapları karıştırıyor, okuyordu.
Olga bu soruları kadınlara özgü bir kayıtsızlıkla ya da geçici bir öğrenme hevesiyle değil; ısrarla sabırsızca soruyor ve Oblomov’un cevap vermemesi durumunda onu, gözlerinin içine soru dolu bakışlarla uzun uzun bakarak cezalandırıyordu. Onun bu bakışı nasıl titretiyordu Oblomov’un yüreğini!
“Ne o, bir şey söylemeyecek misiniz?” dedi Olga. “Canınız mı sıkıldı yoksa?”
Oblomov baygınmış da birden kendine gelmiş gibi, “Ah!” dedi. “Öyle seviyorum ki sizi!”
“Gerçekten mi? Ama sormasam bir şey söyleyeceğiniz yok.”
“İçimde olan biteni fark etmiyor musunuz?” diye başladı Oblomov, “Biliyor musunuz, konuşmakta bile güçlük çekiyorum. Bakın, şuramda… verin elinizi, çok ağır bir şey var sanki burada, insan çok üzgün hissettiğinde olduğu gibi kocaman bir taş var saki… Çok tuhaf değil midir, üzgünken de, mutluyken de aynı şey oluyor insanın içinde: Soluk almak ağır geliyor ona, hatta soluk alırken acı duyuyor, ağlamak istiyor! Şu anda ağlayacak olsam, çok üzgünken ağladığımda olduğu gibi rahatlarım belki…”
Olga onun söylediklerinin doğru olup olmadığını yüzündeki ifadeyle bütünlük oluşturup oluşturmadığını anlamaya çalışıyor gibi sessizce bakıyordu Oblomov’un yüzüne. Hiçbir şeyin etkileyemeyeceği belli olan huzur dolu bir mutluluktu bu. Ama onun yüreğinde bir ağırlığın olmadığı, orada, bu sakin sabahta doğada olduğu gibi rahatlığın olduğu açıktı.
Oblomov kendi kendine konuşuyormuş gibi dalgın, sordu:
“Ne oluyor bana?”
Sf: 311
“Ben başka türlü seviyorum. Siz yanımda olmadığınız zaman canım sıkılıyor. Sizden kısa zaman için bile olsun ayrılınca üzülüyorum; uzun zaman içi ayrılınca ise içim acıyor… Bir kez öğrendim beni sevdiğinizi, öğrendim, gördüm ve inanıyorum buna; beni sevdiğinizi bir daha tekrarlamalısınız bile mutluyum… Bundan daha fazla sevmek elimde değildir.”
Oblomov, Olga’ya tutkuyla bakarken şöyle geçiriyordu içinden:
“Bu sözler… Sanki Cordelia konuşuyor!”
Bir an sustuktan sonra konuşmasını sürdürdü Olga:
“Ölecek olursanız… Ömrümün sonuna kadar yasınızı tutarım, hayatımda bir daha gülümsemem bile. Başka birini sevecek olsanız gücenmem, beddua etmem, kendi payıma mutluluklar bile dilerim size… Benim için… Sevgi hayattır.
(Oblomov, Shakespeare’in “Kral Lear” oyununun kadın kahramanını hatırlıyor. Cordelia babasına, ona olan sevgisinden söz ederken, “Görevinin gerektirdiği gibi seviyorum sizi, ne daha fazla ne daha az,” der (Birinci perde, birinci sahne B. pasternak’ın çevirisi) -Oblomv’un 1994 dipnotu.
Sf:316
Dün bir şeyi istersin; tutkuyla istediğin şeye bugün ölesiye sağlanırsın; yarın da onu istediğin için utanırsın, yüzün kızarır; bir gün sonra da istediğin yerine geldiği için hayattan nefret edersin.
Sf: 321
Munis gözleriniz, sevimli yüzünüz karşımda değil; kağıt her dediğimi kabul ediyor, ben de rahat rahat yazıyorum (hayır, yalan söylüyorum, rahat değilim): Bir daha görüşmeyeceğiz (bu yalan değil)
Hem, göz yaşları ya kadınların zayıf yanlarını sözcüklerle etkilemek isteyenlerin ya da boş hayalperestlerin işine yarar.
Sf: 322
Gençler hoş olan heyecanlara da, hoş olmayanlara da kolayca katlanabilirler. Ama bana, sıkıcı da uykulu da olsa sakinlik yakışır… Nasıl olsa tanıdıktır bana, fırtınalarla uğraşamam.
Çoğu insan benim bu yaptığıma şaşacaktır: “Neden bırakıp gitti?” diyecektir. Bazıları da alay edecektir benimle. Umurunda değil. Sizinle görüşmemeyi göze aldıktan sonra demek her şeye katlanabilirim.
Derin hüznüm içinde az da olsa şöyle teselli bulacağım: Hayatımızın bu çok kısa devresinin bende ömrümün sonuna kadar sürecek tertemiz, soylu bir hatırası kalacak ve yalnızca bu hatıra eski ruh uyuşukluğuna düşmemi engelleyecek size en küçük bir zarar vermeden, olağan aşkınızı bulmanıza yardım edecektir. Hoşça kalın meleğim, yanlışlıkla konduğu daldan ürküp kalkan bir kuş gibi (Hafif, canlı, neşeli), kanatlarınız çırparak bir an önce yükseklere havalanın.
Oblomov kendini heyecana kaptırmış, yazıyordu. Mürekkep kalemi sayfalarda uçarcasına dolaşıyordu. Gözleri parlıyor, yanakları yanıyordu. Mektubu her aşk mektubu gibi uzadıkça uzamıştı: Aşıklar çok geveze olurlar.
Sf: 323
Günün getireceklerini, olaylarını düşündükçe haz duyuyordu… Kalbi çarparak kapının çıngırağının çalmasını, uşağın gelmesini bekliyordu. Mektubu okuyunca ne yapacaktı acaba Olga?… Hayır gelen giden yoktu.
Huzursuzdu. “Ne demek oluyor bu?” diye geçiriyordu içinden.
“Kimse gelmedi, nasıl olur?
Gizli bir ses fısıldıyordu kulağına: “Ne diye huzursuz oluyorsun ki? Senin istediğin de bu değil miydi? Bir şeyin olmamasını, ilişkinin bitmesini istemiyor muydun? ” ama bastırıyordu içinden gelen bu sesi.
Otların arasında da her şey kıpırdanıyor, sürünüyor, telaş için de hareket ediyordu. Karıncalar dört bir yana koşturuyor, telaşla çarpışıyorlar, sonra birbirlerinden ayrılıp gene her biri başka yöne koşuyordu. Yukarıdan bakınca pazar yerinde insanların koşturmaları da böyle görünmeliydi: Gene aynı kalabalık, aynı koşturmaca, aynı telaş.
İşte bir çiçeğin çevresinde vızıldayıp duran bir eşek arısı çiçeğin içine girmeye çalışıyor; işte, ıhlamur ağacının bedenindeki yarıktan sızan bir damla özsuyunun üzerine kaynaşan bir sürü sinek; işte dalların arasında uzun zamandır ötüp duran, belki de eşini çağıran bir kuş.
İşte iki kelebek, ağaçların arasında vals eder gibi dönüp duruyorlar birbirlerinin çevresinde; otlardan güçlü bir koku, sürekli bir çıtırtı yayılıyor.
Oblomov, doğadaki bu telaşa bakarak, seslere kulak vererek düşünüyordu: “Bu ne kargaşadır böyle! Oysa dışarıdan bakınca ne sessiz, sakin görünüyor.
Sf: 327
Olga içini çekerek karşılık verdi:
“Evet, çok değerliymiş! Hayır İlya İlyiç sanırım çok mutlu olmamı kıskandınız ve onu bozmak için acele ettiniz.”
“Bozmak ha! Mektubumu okumadınız galiba? Tekrar anlatayım…”
Sonuna kadar okuyamadım, göz yaşlarım okumama engel oldu. Hala aptal gibiyim! Ama sonunu tahmin ettim: Anlatmayın, gene ağlamak istemiyorum…”
Tekrar göz yaşları boşaldı.
Oblomov çok üzgündü.
“Mutluğunuzu gelecekte gördüğüm için sizden ayrıldığımı anlayamıyor musunuz? Sizin mutluluğunuz için kendimi feda ettiğimi göremiyor musunuz: Bunun benim için kolay olduğunu mu sanıyorsunuz? İçimin paramparça olduğunu bilmiyor musunuz? Niçin yaptım ben bunu dersiniz?”
Olga birden ağlamayı kesip Oblomov’a döndü
“Niçin mi?” diye tekrarladı. “Ağlayıp ağlamadığıma bakmak, nasıl ağladığımı görmek için şimdi burada çalıların arkasına niçin gizlendiyseniz, onun için… İşte bunun için! Mektupta yazdıklarınızda samimi olsaydınız, ayrılmamızın gerçekten zorunlu olduğuna inansaydınız, benimle görüşmeden, hemen yurt dışına giderdiniz.”
Oblomov, sitemli, “Nasıl bir düşünce bu!…” dedi.
Ama sözünün sonunu getiremedi. Birden, Olga’nın bu dediğinin çok doğru olduğunu anlamış, sarsılmıştı.
Olga sürdürdü konuşmasını:
“Evet dün benim seviyorum demem gerekliydi size, bugün de gözyaşlarım, yarın ise belki nasıl öleceğimi görmek…”
“Olga beni böylesine aşağılamanız doğru değil! Şu anda kahkahalarınızı duymak, göz yaşlarınızı görmemek için hayatımın yarısını vermeye hazır olduğuma inanmıyor musunuz yoksa?…”
“Evet bir kadının sizin için nasıl ağladığını gördükten sona, şimdi belki…” Ekledi:
“Hayır, kalp yok sizde. Göz yaşlarımı görmek istemiyormuşsunuz, öyle diyorsunuz, istemeseydiniz, böyle bir şey yapmazdınız…”
Oblomov, ellerini göğsünün üzerine koyup, yalvarır gibi, “Nereden bilebilirdim?!” dedi.
Sf: 328
Olga itiraz etti:
“Seven kalp zekidir, anlar! Ne istediğini, ileride ne olacağını bilir. Dün buraya gelecek durumum yoktu: Birden konuklar bastırmıştı, ama beni beklerken üzüleceğinizi, belki gece iyi uyuyamamış olduğunuzu düşündüm, geldim: Sizin üzülmenizi istemiyordum çünkü… Ya siz… Ağlamam haz veriyor size. Bakın, bakın, ağlıyorum işte, tadını çıkarın.
Olga tekrar ağlamaya başlamıştı.
“Gece hiç uyuyamadım, Olga, bütün gece acı çektim…”
“Ben rahat uyuduğum, acı çekmediğim için üzülmüşsünüzdür, değil mi? Şimdi burada ağlamasaydım, bu gece de uyuyamazdınız.”
Oblomov yumuşak başlı bir sevgiyle,
“Peki şimdi ne yapmam gerekiyor?” diye sordu. “Özür mü dileyeyim sizden?”
Mendiliyle tekrar göz yaşlarını sildi Olga.
“Yalnızca çocuklar ve kalabalıkta birin ayağına yanlışlıkla basanlar özür dilerler” dedi. “Burada özür dilemek söz konusu olamaz.”
“Fakat, Olga, ya haklıysam? Ya düşüncem doğruysa, bana olan aşkınız bir hataysa? Ya ileride başka birin sevecekseniz, ya o zaman bana bakarken yüzünüz kızaracaksa…”
“Peki, başka?”
Sf: 332
Gece icat ettiği hata şimdi çok uzaklardaydı… Birden şöyle düşündü: “Yalnızca aşk değil, hayatta her şey öyledir, İnsan her şeyi hatadır diye kendinden uzaklaştıracaksa hata olmayın ne zaman bulacak?
Sf: 334
Hile, çok şey alamayacağınız bozuk para gibidir. Bozuk parayla ancak birkaç saat yaşayabileceğiniz gibi, hileyle de bir şeyleri gizleyebilirsiniz ancak, insanları aldatabilir, değiştirebilirsiniz, ama uzak ufku göremezsiniz, büyük, önemli olanın başını, sonunu bir araya getiremezsiniz.
Miyoptur hile. Ancak burnunun dibindekini iyi görür, ama uzağı göremez; bu yüzden de, başkalarına kurduğu tuzağa kendi düşer.
Sf: 346
Çoğu kimse iyi şeylerden söz ederken utancından kızararak duraksar ama anlamsız, saçma şeyleri, ne yazık ki, onların da boşa gitmeyeceğinden, kötü uzun, kimi zaman da silinmez izler bırakacağından kuşku etmeden, cesaretle yüksek sesle söyler.
Ne var ki, Oblomov dürüsttü: Onun vicdanında soğuk, ruhsuz kötümserliğin heyecansız, mücadelesiz en küçük bir lekesi bile yoktu. İnsanların her gün atlarını, eşyalarını, bazılarının da kadınlarını nasıl değiştirdikleriyle ve bu değişikliklerin kendilerine kaça patladığıyla ilgili anlatıları dinlemekten sıkılırdı.
Onurunu şerefini yitiren erkekler için kaç kez acı çekmiş, çamura düşen tanımadığı bir kadın için ağlamış ama sosyetenin diline düşmekten korktuğu için sesini çıkarmamış, susmuştu.
Bunun keşfedilmesi gerekiyordu: Olga keşfetmişti.
Bu çeşit insanlarla erkekler alay ederler, ama kadınlar hemen fark ederler onları: Temiz yürekli, aklı başında kadınlar, böyle insanları kendilerine yakın hissederek severler onları; öyle olmayan kadınlar ise kötülüklerinden kurtulmak için onlarla yakınlaşmaya çalışırlar.
Sf: 347
Bu tozpemde atmosferde gerçekleşen sık değişikliklere karşın, önemli olan, ufukta hiçbir bulutun bulunmamasıydı. Olga arada bir Oblomov’a aşkını düşünecek olduğunda, aşkını düşünmekten arta kalan zaman kalbinde boş yer olursa, sorularına Oblomov’dan kendisini rahatladan hazır cevaplar gelmezse sessizleşiyor, duruluyor, canlılığını yaşama istediğini yitiriyor; üzerine kasvet çöküyor, derin bir hüzne kapılıyordu. Yılan gibi, soğuk bir şey giriyordu kalbine, hayallerden uzaklaşıyordu onu ve aşkın ılık, masalsı dünyası her şeyin gri göründüğü bir sonbahar gününe dönüşüyordu.
İsteidği zaman bir giysi gibi çıkarıp atamazdı bu sevgiyi. Şöyle geçiyordu içinden: “İnsan hayatta iki kez sevemez, bunun ahlaksızlık olduğunu söylüyorlar.
Sf: 349
Dehşet içinde düşünüyordu Oblomov: “Onu öpmeye kalkıştım, ahlak yönünden bir suç bu, hem de çok büyük bir suç! oysa öpmeye gelene kadar birçok aşamalardan geçmek gerekir: El Ele tutuşmak, itiraflar mektuplaşmalar… Evet, bütün bu aşamaları geçtik.” Başını dik tutarak düşünmeyi sürdürüyordu: “Üstelik, benim niyetim temizdi ve ben…”
Sf: 350
“Bir kadın avcısı, bir çapkınım! Bir tek, şu baygın bakışlı kırmızı burunlu, yaşı geçmiş iğrenç kadın düşkünü gibi, bir kadından yürüttüğüm çiçeği yakama takıp, bir arkadaşımın kulağına zaferimi fısıldamadığım kaldı.
Bütün bunlardan yasal bir kurtuluşun olduğu aklına gelince birden aydınlandı Oblomov’un kafasının içi: Olga’ya elinde bir yüzükle, evlenme önerisinde bulunabilirdi.
Sevinçle şöyle geçirdi içinden: “Evet, evet alacağım cevap utangaç bir bakışla onay olacaktır… Hiçbir şey söylemeyecektir, yüzü kıpkırmızı olacak, ruhunun derinliklerine varıncaya kadar gülümseycektir, sonra gözleri dolacaktır.
Sf: 351
Elini kalbinin üzerine koydu: Çok hızlı, ama dürüst insanlarda olduğu gibi düzenli çarpıyordu kalbi. Olga’ya buluşmalarının artık gerekmeyeceğini söylediğinde onun nasıl üzeüleceğini düşündükçe heyecanlanıyordu. Sonra ürkek ürkek niyetini açıklayacaktı ona ama önce onun neler düşündüğünü öğrenmeye çalışacaktı, üzüntüsünün tadını çıkarak, sonra da…
Daha sonra Olga’nın utangaç “evet” deyişini, gülümsemesini, göz yaşlarını, elini sessizce ona uzatışını; fısıldayarak uzun uzun anlatacaklarını, herkesin önünde öpüşeceklerini getiriyordu gözünün önüne.
Sf: 355
Olga kararlı bir tavırla, “Yalan” dedi. “Bir şey daha var; her şeyi söylemedin.”
Oblomov, sözcüklere özensiz bir hava vermeye çalışarak, “Evet, bence…” diye başladı.
Ama birden sustu.
Sf: 359
“Hemen kızdın, kalkıp gittin,” diye sordürdü konuşmasını.
“Oysa daha her şeyi söylememiştim…”
“Benimle oyun oynayacaksan gene kalkıp giderim ve bir daha dönmem. Bir zamanlar ağlamamdan çok hoşlanmıştır. Belki şimdi de ayaklarına kapandığımızı görmek, beni yavaş yavaş kendine köle etmek istiyorsundur. Arkasından kapris yapmaya, öğüt vermeye sonra da sızlanmaya, beni korkutmaya başlayacaksın. Sonunda gene ne yapacağımızı soracaksındır bana.”
Sf: 363
Oblomov ısrarlı, neredeyse canı sıkkın, sordu:
“Korkmuyorsan, neden girmiyorsun o yola?”
“Çünkü, o yoldakiler… sonunda her zaman… ayrılıyorlar, oysa ben… senden ayrılmak istemiyorum!…
Olga sustu, elini Oblomov’un omuzuna koydu, uzun uzun baktı yüzüne, şemsiyesini bir yana atıp birden sıkı sıkı sarıldı onun boynuna, öptü, sonra kıpkırmızı olan yüzünü Oblomov’un göğsüne bastırıp fısıldayarak ekledi:
“Asla!”
Bir sevinç çığlığı attı Oblomov, çimenlerin üzeri, Olga’nın ayaklarına kapandı.
Sf: 378
“Bunu değil, çil horozu vereceksin.”
“Ev işleri!” dedi Oblomov.
“Evet. Çok tavuğumuz var. Yumurta ve piliç satıyoruz. Sokağımızda yazlık evlerden kontun evine kadar herkes tavuğunu, yumurtasını bizden alır.”
Şimdi daha bir cesaretle bakıyordu Oblomov’a. İşbilir, hamarat bir ifade belirmişti yüzünde. Bildiği şeylerden söz açılınca yüzündeki alıklık da kaybolmuştu. Bilmediği, uzak olduğu yerlerle ilgili sorulara bir şey söylemeden, yalnızca gülümseyerek cevap veriyordu.
Sf: 379
Agafya Matveyevna tekrar gülümsedi ve önceki yüz ifadesi tekrar geri geldi. Gülümsele onun, bir konuda ne söylemesi veya yapması gerektiğini bilmediğini gizlemenin bir yöntemiydi.
Sf: 382
Oblomov ise kendini karışık duygulara bırakıyor, içinde bulunduğu dakikalardan daha çok, gelceği yaşıyordu.
Sf: 390
Oblomov cüzdanını çıkardı parasını saydı: Bütün parası üç yüz beş rubleydi. Donup kaldı. Hayret ve neredeyse dehşet içinde sordu ekendi kendine: “Nereye verdim ben onca parayı? Yüz başında köyden bin iki yüz ruble göndermişlerdi, topu topu aç yüzü kalmış”!
Hesap yapmaya başladı, yaptığını harcamaları hatırlamaya çalıştı, hepsi hepsi iki yüz elli rubleyi nerelere verdiğini hatırlayabildi.
Sf: 391
Canı sıkıldı Oblomov’un. “Ödemeleri neden not almazsın ki!” diye söylendi. “Okuma yazman olsaydı bu duruma düşmezdim ben işte!”
Zahar başını çevirip öte yana bakarak itiraz etti:
“Okuma yazma bilmeden bir ömür yaşadım, Tanrı’ya şükür, kimseden bir eksiğim de olmadı!”
Oblomov, “Ştoltz köye bir okul yaptırmamız söylerken çok haklıydı!” diye geçirdi içinden.
Zahar konuşmasını sürdürdü:
“Anlattıklarına göre, İlyinskilerde okuma yazması olan uşak varmış ama büfeden görmüş takımları götürmüş…”
Oblomov korkarak şöyle geçirdi içinden: “Çok doğru söylüyorsun! Gerçekten de, okuma yazma bilen uşak takımı çok ahlaksız oluyor: Meyhane meyhane dolaşır, akordiyon dinlemekten, içki, çay içmekten başka bir şey yapmazlar… Evet, okul yaptırmayı sonraya bırakmalıyım!…”
Sf: 399
Oblomov’un yapabileceği bir şey yoktu. Operaya gitti, bir anda tüm sahneyi yutuverecekmiş gibi esnedi durdu, ensesini kaşıdı, bacak bacak üstüne attı. Şöyle geçiriyordu içinden Oblomov: “Ah bir an önce bitse de gidip onun yanına otursam. Böyle uzak olmak çok kötü! o kadar güzel geçen bir yazdan sonra böyle seyrek ve gizli görüşmek, aşık bir çocuk rolü oynamak… Aslında evli olsaydık bugün operaya gelmeyebilirdim, altı kez izledim onu çünkü…
Sf: 406
Kentte herke öğrenecek durumu. Oblomov evleniyormuş duydunuz mu?, Gerçekten mi? Kiminle? Kimin kızıyla? Düğün ne zamanmış? ( Oblomov her soruyu söylerken sesini değiştiriyordu.) Dedikodular alıp başını yürüyecek! Ben acılar çekeceğim yataklara düşeceğim… Sen de tutmuş, düğünden söz ediyorsun!”
Sf: 412
Ama Olga’nın parka herhalde teyzesiyle veya evden başka bir kadınla (sözgelimi, onu pek seven, ona bakmaya kıyamayan Marya Semyonovna ile) gelceğini düşünerek kendini rahatlatmaya çalışıyordu. Onların yanında sıkıntısını öyle veya böyle saklayabileceğini, konuşkan sevimli olabileceğini umuyordu.
Sf: 429
Sonunda pazar günü de geldi. Olga büyük bir ustalıkla, Oblomov’un sevdiği yemekleri hazırlatmayı başarmıştı.
Beyaz elbisesini giydi, Oblomov’un hediye ettiği bileziği dantellerin altına gizledi, saçlarını onun sevdiği gibi taradı; piyanoyu bir gün öncesinden akort ettirdi, sabahtan Casta diva’yı prova yaptı. Sesi, yazlıktan bu yana hiç bu kadar güzel gelmemişti ona. Sonra beklemeye başlamıştı.
Sf: 431
İnce kurnazlıkları çok iyi bilirdi Olga. Sözgelimi, kalabalık arasında Oblomov’a bakması gerekiyorsa önce sarıyla değişik üç kişiye bakar, bakışını onda sonra oblomov’a çevirirdi.
Sf: 439
Oblomov gözlerinde yaşlarla konuşmaya devam etti, “Senin için ölmem gerekirse, seve seve ölürüm!”
“Hiç gerek yok, kimse istemiyor bunu senden. Ölmeni neden isteyeyim? Gerekeni yap yeter. Kurnaz insanların yöntemidir bu. Kendilerinden isteneni vermemek için, kimsenin işine yaramayacak ve yapamayacakları özverilerde bulunabileceklerini söylerler.
Sf: 443
Sonra Olga’yla geçirdiği yaz günlerinin hatıralarına daldı, her ayrıntıyı tek tek düşünüyor; her ağacı, çalıyı, bankı aralarında geçen her sözcüğü hatırlıyor, bütün bunların hepsini şimdi, yazın onları hazla gördüğünden çok daha sevimli buluyordu.
Sf: 461
Olga sordu ona:
“Evlensek bile sonra ne yapacaksın?”
Oblomov cevap vermedi. Olga devam etti.
“Her gün biraz daha derin uykuya dalacaksın, değil mi? Peki ben ne yapacaktım? Nasıl bir insan olduğumu biliyorsun, değil mi? Yaşlanmayacağım ben, hayattan hiçbir zaman kopmayacağım. Oysa, seninle olsak günü yaşardık; Noel’i, sonra kışın bitişi kutlamasını, ziyaretlere gitmeyi, dansları beklerdik, başka bir şey düşünmezdik. Bir günü daha geçirdiğimiz için Tanrı’ya şükreden, yatıp uyur, sabah kaltığımızda ise bugünün de bir önceki gün gibi geçmesini dilerdik… Geleceğimiz bu işte bizim, öyle değil mi? Hayat mı diyorsun sen buna? Eriyip giderdim ben, ölürdüm… Peki ama ne için İlya? Peki, sen mutlu olur muydun bundan?…”
Sf: 467
Ama bu değişim dünyamınız doğsaında olan değişim gibi çok yavaş, adım adım olmuştu: Dağlar farkına varılmadan, çok yavaş aşınır; denizler yüzyıllar boyu dip çamuruna kıyıya biriktirerek veya geri çekilerek kara parçaları oluşturur.
Sf: 471
Çamurun ağır ağır kıyıları doldurması gibi, Agafya Matveyevna’nın hayatı da değişmişti.
Sf: 474
Agafya Matveyevna’nın ev işleri (öğütme, ütü, havanda dövme, elek eleme ve benzeri işleri) yeni, canlı bir anlam kazanmıştı: İlya İlyiç’in huzuru, rahatlığı için yapıyordu her şeyi. Eskiden bunları bir zorunluluk olarak görüyordu, şimdi ise haz duyuyordu bunları yapmaktan. Bambaşka, dopdolu bir hayatı vardı artık.
Sf: 475
Her ne kadar aşkın kaprisli, hastalık gibi birden, durup dururken ortaya çıkan bir duygu olduğu söylenirse de, her duygu gibi onun da kendine özgü yasaları, kuralları vardır. Gerçi günümüze kadar yeterince incelenmemiştir bu duygunun yasaları, ama bunun nedeni, aşka kapılan bir kimsenin ruhunda filizlenen bu duyguyu bir bilim adamı gözüyle inceleyecek zamanının olmamasıdır. Aşık insan hiçbir şeyi bilemez: Bu duygunun ruhuna nasıl girdiğini de, onu uykudaymış gibi nasıl zincire vurduğunu da, önce nasıl gözlerini kör ettiğini de, kalbinin ne zaman hızla çarpmaya başladığnıı da, dünden bugüne, sonra mezara kadar sürecek bir bağın özveri isteiğinin nasıl doğduğunu da, “ben”in yavaş yavaş ortadan kalktığını, karşısındaki insana dönüştüğünü de, aklın nasıl köreldiğini de, başının nasıl öne eğildiğini, dizlerin nasıl titrediğini, gözlerin nasıl yaşardığını da, nasıl ateşler içinde yandığını da…
Sf: 476
İç çamaşırları inceydi, her gün de değiştiriyordu iç çamaşırlarını; hoş kokulu sabunlarla yıkanıyor, tırnaklarını temizliyordu. Her şeyiyle son derece cana kanı, temizdi. Hiçbir şey yapmayabilirdi, yapmıyordu da, her şeyini başkaları yapıyordu: Zahar’ı ayrıca köyde üç yüz Zaharı’ı daha vardı!
Bir beyzadeydi o, ışıl ışıl, pırıl bırıl bir beyzade! Üstüne üstlük çok kibardı da: Yürüyüşü, hareketleri ne kadar yumuşaktı, elinin dokunuşu kadife gibi… Oysa kocası vurur gibi dokunurdu Agafya m
Matveyevna’ya! ama İlya İlyiç’in bakışın da, konuşmasın da yumuşaktı, hoştu…
Agafya Matveyevna’nın bunları düşündüğü yoktu, bir şeyin farkında değildi ama başka biri, Oblomov’un onun yatına girmekle kadının ruhunda yarattığı etkiyi inceleyip açıklama kalkacak olsa, anca bunları söylerdi.
İlya İlyiç burada, ağabeyden başlayara, önüne şimdi bir kat daha fazla kemik atılan zincirli köpeğe kadar herkesin üzerinde ne gibi bir etki yarattığının farkındaydı: ancak, bu etkisinin ev sahibesinin kalbinde ne kadar derinlere indiğini, orada nasıl beklenmedik bir zafer kazandığını anlamıyordu.
Kadının onun yemekleriyle, iç çamaşırlarıyla, odasıyla çok yakında ilgilenmesini, Agafya Matveyevna’nın kişiliğinin daha ilk günlerde dikkatini çeken önce gelen özelliğine veriyordu. İlk karşılaştıkları gün, Akulina odaya, elinde çırpınan horozla daldığında Agafya Matveyevna, aşçı kadının bu yersiz davranışından mahcup olsa da kadına son derece sakin bir tavırla, bakkala o horozu deği, çilli horozu götürmesini söylemişti. oblomov, Agafya Matveyevna’nın o zaman fark ettiği bu özelliğine veriyordu onun her şeyiyle böyle yakından ilgilenmesini…
Agafya Matveyevna Oblomov’a cilve yapmak, duygularanıı ona belli etmek şöyle dursun, söylediğimiz gibi, kendi duygularının farkında bile değildi. Hatta uzun zamandır içinde böyle şeyler hissetmediğini bile bilemiyordu. Aşk onun için mezara kadar sürecek sınırsız bir bağlılıktan başka bir şey değildi.
Sf: 478
Kadının odasında yemeğini yedikten sonra orada pek keyifli oturuyor, piposunu yakıyor,Agafya Matveyevna’nın gümüş takımları, tabak çanağı dolaba kaldırışını, fincanları geterinişini, (özellikle bir fincanı titizce temizledikten sonra kahve koyup) herkesten önce Oblomov’a verişini sonra onun bundan hoşnut olup olmadığnıı görmek için yüzünüze bakışını izliyordu.
Agafya Matveyevna’nın odasının kapısı aralanınca Oblomov’un bakışı onun dolgun doynunda hazla takılı kalıyordu. Hatta, kimi zaman kapı uzun süre aralanmazsa ayağıyla usulca kendi aralıyordu onu, Agafya Matveyevna ile şakalaşıyor, çocuklarla oynuyordu.
Ancak sabahtan öğlen vaktine kadar onu görmezse Oblomov’un canı sıkılmıyordu. Öğlenden sonra da, kadının yanında kalmaktansa odasına gidip iki saat uyuyordu. Ama uyandığında, hatta uyanır uyanmaz çayının hazır olacağını biliyordu.
Asıl önemli olan da, bütün bunların son derece sakin olup bitiyor olmasıydı: Hiçbir endişe yoktu İlya İlyiç’in kalbinde; ev sahibesini görecek mi, görmeyecek mi, kadın ne düşünecek, kendisi ona ne diyecek, onun sorularına nasıl cevaplar verecek, kadın ona nasıl bakacak… Hiçbir şey, hiçbir şey heyecanlandırmıyordu Oblomov’u.
Uykusuz gecelerin kederlerinden; acı, tatlı gözyaşlarının hüznünden eser yoktu. öyle bir şeyler hissetmiyordu. Oturduğu yerde piposunu tüttürüyor. Agafya Matveyevna’nın bir şeyler dikişini, arada bir şeyler söyleyişini veya sessiz duruşunu seyrediyordu. Bu arada sakin oluyordu Oblomov. İstediği her şey orada vramış gibi, canı bir şey çekmiyor, kalkıp bir yere gitmek istemiyordu.
Agafya Matveyevna onda bir şeyler yapmak isteği de, bir arzu da uyandırmıyordu. İçinde onurunu okşayacak bir hırs, heyecan, bir şeyler becermek isteği de yoktu; zaman geçtikçe gücü yok olduğu, iyi veya kötü hiçbir şey yapmadığı, boş boş oturduğu, yaşamadığı günlerini anlamsızca geçirdiği için acı da çekmiyor, kendine sitem de etmiyordu.
Görünmez bir elin değerli bir bitkiyi sıcaktan yanmasın diye gölge bir yere, yağmurda ıslanmasın diye saçağın altında dikmesi gibi Agafya Matveyevna’da özenle, ihtimamla ilgileniyordu onunla, üzerine titriyordu.
Sf: 479
Bir gün şöyle dedi Oblomov:
“İğne burnunuzun hemen dibinden ne de hızlı geçiyor öyle Agafya Matveyevna! İğneyi alttan öyle çabuk çekiyorsunuz ki, burnunuzu eteğinize dikeceksiniz gibi geliyor bana, inanın korkuyorum.”
Gülümsedi Agafya Matveyevna. Handiyse kendi kendine konuşuyormuş gibi, “Şurayı da teyelleyeyim, akşam yemeğini hazırlayacağım,” dedi.
“Yemekte ne var?”
“Somon balığıyla lahana turşusu. Mersinbalığı hiçbir yerde kalmamış. Bütün dükkanları dolaştım. Ağabeyim de sormuş… Ona da yok demişler. Arabayla balık satan biri canlı bersinbalğı getirtecekmiş, bize ayıracağına söz verdi. Sonra dana etiyle tavada unlu bulamaç var…”
!Bu güzel işte! Çok iyisiniz Agafya Matveyevna, hep sevdiğim yemekleri yaptırıyorsunuz! Umarım pişirmeyi unutmamıştır Anisya.”
Agafya Matveyevna mutafğın kapısını aralayıp, “Nasıl unuturmuş!” dedi. “Bakın, cızırtısı buraya kadar geliyor. Kızarıyor.”
Sonra dikişi bitirdi, ipliği dişiyle kopardı, işini topladı, yatak odasına götürdü.
Oblomov işte böyle, sıcak bir ateşe yaklaşır gibi yaklaşıyordu Agafya Matveyevna’ya. Bir gün de fazla, neredeyse alevlere girecek kadar yaklaşmıştı, az kaldı tutuşacaktı…
Odasında bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, arada ev sahibesinin kapısına baktığında Agafya Matveyevna’nın oloğanüstü hızlı hareket eden kollarını görüyordu.
Yanına gidip şöyle dedi ona:
“Durmadan çalışıyorsunuz Agafya Matveyevna!” dedi. “Nedir bu yaptığınız?”
Agafya Matveyevna, “Havanda tarçın dövüyorum,” dedi.
Havanın içine bir uçuruma bakıyormuş gibi bakarak, havanın sapını olanca gücüyle indirip kaldırmaya başladı.
Oblomov, kadının kolunu tutup havan dövmesine engel oldu.
“Ya engel olursam size?” dedi.
“Bırakın kolumu! Daha şeker kıracağım, pudinge şarap koyacağım.”
Oblomov Agafya Matveyevna’nın kolunu bırakmıyordu. Yüzü boynuna iyice yaklaşmıştı.
“Söyler misiniz?” dedi. “Ya sizi… seversem, ne dersiniz?”
Gülümsedi Agafya Matveyevna.
Oblomv tekrar sordu:
“Siz de beni sever miydiniz?”
“Neden sevmeyeyim ki? Tanrı herkesi sevmemizi buyurmuş.”
Oblomov, Agafya Matveyevna’nın boynuna doğru eğilerek (öyle ki, soluğu kadının yanağını yakmıştı) sordu:
“Peki ya öpersem sizi?”
Gülümseyerek karşılık verdi Agafya Matveyevna
“Kutsal hafta değil ki şimdi.”
“Hadi, öpün beni!”
Agafya Matveyevna hiç şaşırmadan, mahcup da olmadan, çekinmeden, (boyunduruğu takılmakta olan bir atın durduğu gibi), son derece sakin, rahat, dimdik, kıpırdamadan durarak karşılık verdi.
“Tanrı izin verir de, Paskalya’ya kadar yaşarsak, o zaman öpüşürüz.” Bu arada Oblomov kaçamak bir öpücük kondurmuştu kadının boynuna. Agafya Matveyevna ekledi:
“Dikkat edin tarçını dökeceğim, böreğinize koyacak tarçın kalmaz sonra.
“Hiç önemli değil!” dedi Oblomov.
Agafya Matveyevna, Oblomov’un ropdöşambrının eteğini eline alıp pek ilgili bir tavırla şöyle dedi:
“Ne o, gene leke olmuş ropdöşambrınız?” Lekeyi kokladı: Galiba yağ lekesi… Nerede yaptınız bunu? Kandilden damlamış olmasın?”
“Nerede olduğunu bilmiyorum.”
Birden hatırladı Agafya Matveyevna.
“Kapıya sürtünmüş olacaksınız. Dün menteşeleri yağlamıştım. Çok gıcırdıyorlardı çünkü. Hemen çıkarıp verin onu bana, lekeyi temizleyip güzelce yıkayayım onu, yarın bir şeyciği kalmaz.
“Köye… Pekala, gidelim, olabilir: Yakında evin inşaatına başlayacaklar. ama hemen şimdi olmaz Andrey, izin ver biraz düşüneyim.”
“Gene düşüneceksin! Düşünmelerini bilirim ben senin. Bundan iki yıl önce yurt dışına gitmeyi düşündüğün gibi düşeneceksindir gene. Önümüzdeki hafta gidelim mi?”
Oblomov savunmaya çalıştı kendini:
“Birden nasıl olur? Hemen önümüzdeki hafta… Sen hazırlıklısın, ama benim toparlanmam gerek… Her şeyim burada, hop deyince nasıl bırakır giderim?… Neyim var, neyim yok hepsi burada”.
“Bir şeye ihtiyacın yok senin. Yanına ne almak istiyorsun?
Sf: 486
Oblomov cevap vermedi. Susuyordu. Neden sonra, “Sağlık durumum iyi değil Andrey,” dedi. “Nefes darlığım var. Sık sık kah bir gözümde kah ötekinde gene arpacık çıkmayabaşladı. Bacaklarım şişişor. Bazen uykumda sanki biri kafama, sırtıma vuruyor. yataktan fırlıyorum.”
“Bak İlya, çok ciddi söylüyorum, bu yaşam biçimini değiştirmelisin, bu gidişle karnın su toplayacak ya da felç olacaksın. Gelecek Umudun bitti artık: Olga gibi bir melek, kanatlarının üzerinde havalandırıp bu bataklıktan kurtaramadıysa seni, ben bir şey yapamam.
Sf: 487
Oblomov içini çekti.
“Ah, bu hayat!” dedi.
“Nesi varmış bu hayatın?”
“Rahat vermiyor insana! Huzur vermiyor! Şöyle yatıp uyuyabilsem… Hiç kalkmasam…”
“Yani ışığı söndürüp kananlıkta kalsan! dorusu, çok hoş bir hayat olurdu! Eh, İlya, biraz kafanı çalıştırsan ya! Hayat göz açıp kapayana kadar bitiyor, sen hala yatıp uyumayı düşünüyorsun! Barık, ısıtsın seni hayat! Ah, iki yüz, üç yüz yıl yaşayabilecek olsaydım! Neler yapmazdım!”
Sf: 488
“Sen başkasın, Andrey! Senin kanatların var… Yaşıyorsun sen! Uçuyorsun! Yeteneğin var, hırsın var! Şişman değilsin, gözünde arpacık çıkmıyor, ensen kaşınmıyor. Başka yapıda bir insansın sen…”
“Eh yeter! İnsan kendini yetiştirmek, hatta doğasını değiştirmek için yaratılmıştır .Oysa sen göbeğini büyütmekten, sonra da bu sıkıntıyı başına sardığı için doğadan yakınmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Senin de kanatların vardı, ama koparıp attın onları.”
Oblomov üzgün, “Nerede o kanatlar?” dedi. “Bir şey yapabildiğim yok…”
Ştoltz kesti sözünü.
“Yapmak istemiyorrsun da, ondan. Bir şey yapamayacak insan yoktur. İnan bana, yoktur!”
!Ben yapamıyorum işte!” dedi Oblomov.
“Sana sorsalar, bir dilekçe de yazamazsın sen, kahyana bir mektup da… Ama Olga’ya yazabildin, değil mi? Ona yazarken “ki” ve “ne” leri birbirine karıştırmadan, gramer hatasız yazdın, değil mi? Pek güzel kağıtlar da buldun, İngiliz mağazasından alınma mürekkebin de oldu, el yazın da pek kıvraktı, hani!”
Oblomov’un yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ştoltz devam etti:
“Öyle gerekti, düşünceler geldi aklıma, bir romanda olduğu gibi güzel cümleler kurabildin, yazabildin.
Sf: 489
Şunu unutma, hayatın amacı kadın değildir, hayatın kendisidir ve emektir. Bunda ikiniz de yanıldınız.
Sf: 497
Ştoltz ısrar etti:
“Hayır, İlya ile ilgili soruma cevap verin lütfen. Ona ne oldu?
Neden onu da getirmediniz?
Olga Fransızca cevap verdi:
“Mais ma tante vient de lerdire.
Teyze, “İnanılmaz derecede tembel biri,” dedi. “Son derece de yabani, eve üç dört konuk gelecek olsa hemen kalkıp gidiyor. Düşünsenize, tiyatroya abone oldu, aboneliğinin yarısını bile kullanmadı.”
“Rubbini’yi bile dinlemeye gelmedi,” diye ekledi Olga.
Ştoltz başını iki yana sallayarak göğüs geçirdi.
Sf: 500
En önemli, karmaşık sorun da, Ştoltz’un Olga’yı kendine ne kadar inandırabildiğiydi. Çünkü, o zaman Olga’nın ona beğeni dolu bakışı o denli dikkatli, o denli yumuşak, deni, içten oluyordu. Ştoltz şaşkınlıkla şöyle geçiriyordu içinden: “Bu çocuk, bu Olga aşıyor beni!”
Daha önce hiç kimsey, hiçbir şeyi düşünmediği kadar düşünüyordu Olga’yı.
Sf: 503
Olga, “Sizin yokluğunuzda canım çok sıkılacak,” demişti. “Şu anda, yetim kalmış bir çocuk gibi ağlayabilirim.” Yumuşakça seslenmişti, “Ma tante! Bakar mısınız, Andrey İvanoviç gidiyor!”
Onun bu tavrı ştoltz’u perişan etmişti.
“Bir de teyzesini işe karıştırdı!” diye geçirdi içinden. “Bir bu eksikti! Farkındayım, gideceğime üzülüyor, belki de seviyor beni… Ama sevginin bu kadarını, bunca zaman harcamaya, bunca üzerine düşmeye, yaltaklanmaya karşılık insan pazardan bile alır…” İnatla düşünüyordu: “Gerçi dönmeyeceğim! Evet Olga, senin dediğin gibi olsun, küçük kız! Eskiden sözümden çıkmazdın. Ne oldu sana böyle?
Sf: 515
Ştoltz’un her şeyi ondan değil de, o bir şey söylemeden, bir mucizeyle öğrenmesini öylesine çok istiyordu ki! Şansına, hava oldukça kararmıştı, yüzü karanlıktaydı, yalnızca sesi ele verildi onu. Bir notadan başlamak istiyormuş gibi zorlanıyor, bir türlü başlamıyordu.
“Peki, kimi? Bir sır değilse, söyler misiniz?”
Olga daha da acı çekmeye başlamıştı. Başka bir isim söylemek, düşünüp başka bir serüven anlatmak isterdi… Bir an duraksadı, ama yapabileceği bir şey yoktu: Çaresiz bir insanın kendini dik bir yamaçtan aşağı bırakması veya alevlerin içine atması gibi, birden söyledi söyleyeceğini:
“Oblomov’u”
Sf: 516
Olga savundu Oblomov’u:
“Ama arkadaşlığınıza değer buluyorsunuz onu, çok iyi bir insan olduğunu söylüyorsunuz, peki, öyleyken, aşka neden değmez oluyor?”
“Aşkın dostluk kadar ince eleyip sık dokunmadığını biliyorum da ondan,” dedi Ştoltz. “çoğu zaman açıklanamayacak, isimlendirilemeyecek ve benim eşi bulunmaz hantal İlyamda bulunmayan saçma şeylerdir de bunlar. İşte buna şaşırdım.”
Sf: 521
Olga, ruhundakison ağırlıktan kurtulmuş gibi, derin içini çekti. İkisi de sustu.
Neden sonra, “Ah insanın kurtulması ne güzel şey!… dedi. Olga. Yüzü ışıl ışıldı. Ştoltz’a öylesine derin bir minnettarlık, öylesine candan, dostluk dolu bir bakışla bakmıştı ki, Ştoltz onun bu bakışında, neredeyse bir yıldır aradığı kıvılcımı yakalamıştı. Tüm bedeninden bir ürperti geçti.
Sf: 534
“Olga’dan ne haber?” diye sordu.
“O!… dedi Ştoltz. “Unutmamışsın! oysa ben unutmuş olacağını sanıyordum.”
“Hayır Andrey. Nasıl unutabilirim onu! Bir zamanlar yaşadıklarımı, yaşadığım o mutlu günleri nasıl unuturum? Unutmam… Bak ne diyeceğim!..” ( Derin bir iç çekti Oblomov.) “Nerede şimdi o?”
“Kendi köyünde, çiftliğiyle ilgileniyor.”
“Teyzesiyle birlikte mi?” oiye sordu Oblomov.
“Teyzesi ve kocasıyla birlikte.”
Oblomov birden şaşkınlıkla açtı gözlerini.
“Olga evlendi mi?”
Ştoltz “Ne o? Telaşlandın,” dedi. Alçak sesle, yumuşak, ekledi,
“Hatıralar mı yoksa?..”
Oblomov, kendini toparlayıp düzeltti.
“Ah hayır, mutlu olmasını isterim onun! Telaşlanmadım da, şaşırdım. Neden şaşırdım, onu da bilmiyorum doğrusu. Çok oldu mu evleneli? Şu anda mutlu mu? Tanrı aşkına, çabuk söyle. Üzerimden büyük bir yükü kaldırmış gibisin şu anda! Gerçi onun beni bağışladığını söylemiştin, ama biliyorsun ki… içim pek rahat değildi! Bir şey sürekli kemiriyordu içimi… Sevgili Andrey, sana ne çok minnettarım bilemezsin!”
Oblomov öylesine yürekten sevinmişti, sevincinden divanın üzerinde öylesine zıplayıp duruyordu, öylesine hareketler yapıyordu ki, Ştoltz zevkle izliyordu onu; hatta duygulanmıştı.
“Çok iyi yürekli bir insansın, İlya!” dedi. “Bu kalbin Olga’yı hak etmene yeterdi! Her şeyi anlatacağım ona.”
Oblomov Ştoltz’un sözünü kesti:
“Hayır, hayır, anlatma! Evlendiğine sevindiğimi öğrenirse duygusuz olduğumu düşünür.”
“Sevinmek de bir duygu değil mi? Üstelik, hiç de bencil olmayan bir duygu… Onun mutluluğuna seviniyorsun…”
Sf: 536
Zahar yerlere kadar eğiliyor, gülümsüyor, kısık, hırıltılı sesiyle bir şeyler söylüyordu. Ştoltz cebinden bir banknot çıkarıp verdi ona.
“Al şunu, git bir ceket al kendine,” dedi. “Dilenciden farkın yok.”
Zahar öpmek için Ştoltz’un elini yakalayıp, “Kiminle evlendiniz efendim?” diye sordu.
Oblomov, “Olga Sergeyevna ile,” dedi “Olga Sergeyevna’yı hatırlıyor musun?”
“İlyinskilerin Küçük Hanımıyla ha! Tanrım! Ne güzel bir kızdı! O zaman beni, bu ihtiyar köpeği azarlamakta haklıymışsınız.
Sf: 554
Bakışlarında zeka ışıltısı olan, danteller içinde, pudralı, yapmacık gülümseyen markizler geliyordu gözünün önüne; sonra tabancayla canına kıyan, kendi asan öldüren Wertherler, acı aşk göz yaşları dökerek manastıra kapanan, orada eriyip giden bakireler; bir süre önce kahraman olan, gözleri tutkuyla parlayan bıyıklı erkekler; aklı başında Don Juanlar; içi titreyerek aşktan kuşku eden, gizliden kahya kadınına aşık olan pek zeki beyler… Hepsi, hepsi geliyordu aklına.
Sf: 571
Birçok kadının böyle bir şeye ihtiycı yoktur: Bir kez evlendikten sonra kocalarının iyi veya kötü özelliklerini kabullenirler; girdikleri durumu, ortamı koşulsuz benimserler veya karşılarına çıkan ilk heyecana kendilerini uysalca bırakırlar; “Kaderim bu benim, bir kadınım, Tanrı zayıf yaratmış beni!” diyerek direnmeyi gerekli görmez, işi oluruna bırakırlar…
Kocaları çevredeki insanlardan zekiyse ve bu zeki kocanın gözleri onların küçük kadın oyunlarına körse, erkeğinin bu özelliğiyle, inci gerdanlıklarıyla övünür gibi övünürler. Kocaları onların bu basit komedilerini, kimi zaman çirkinliklerini kazara fark edecek olursa, bu zeki adamdan sıkılmaya başlarlar, ona tahammül edemezler artık.
Sf: 580
Kanaryalar neşeyle ötüyor; ıtır çiçeklerinin, çocukların zaman zaman kontun bahçesinden koparıp getirdikleri sümbüllerin nefis kokusu gerçek Havana purosunun dumanıyla ya da Agafya Matveyevna’nın kolların hızla indirip kaldırarak dövdüğü tarçın ve vanilya kokusuyla karışarak küçük odanın içini dolduruyordu.
Sf: 583
İlya İlyiç, Oblomovka’da olduğu gibi burada da iştahla bol bol yiyor, tembel tembel dolaşıyor, bir şeylerle ilgileniyor, ama hemen hiçbir şey yapmıyordu. Yaşının ilerlemiş olduğuna aldırmadan çok fazla şarap, ev yapımı votka içiyor, gene hiç aldırmadan, yemek sonraları yatıp uzun uzun uyuyordu da.
Sonra bir anda her şey değişti…
Bir gün gündüz uykusundan uyandıktan sonra divandan kalkmak istedi İlya İlyiç, ama kalmakamdı; seslenmek istedi, seslenemedi. Korku içinde, yardım istemek amacıyla elini sallayabildi yalnızca.
Zahar’la yalnız yaşıyor olsaydı sabaha kadar sallardı elini ve öldüğü ancak ertesi sabah anlaşılırdı. Oysa şimdi Agafya Matveyevna’nın gözü Tanrı’nın gözü gibi, sürekli onun üzerindeydi; İlya İlyiç’in iyi olmadığnı hissetmesi için akla değil, kalbinin duyarlılığına ihtiyacı vardı yalnızca.
Sf: 593
Ansızın bir yeri acımış gibi haykırdı. “Aman Tanrım! O bebek… Demin gördüğüm bebek… İlya, İlya! Hemen gidelim buradan, hemen!… Nasıl bu kadar küçülebildin? O kadın… neyin oluyor o kadın?..”
Oblomov gayet sakin, “Karım!” diye mırıldandı.
Ştoltz donakalmıştı. Oblomov üzerinden büyük bir yük atıyormuş gibi, bir çırpıda söyledi söyleyeceğini:
“Bebek de benim çocuğum… oğlum! Senin anına, adı da Andrey!”
O anda değişti Ştoltz’un yüzü; şaşkın, neredeyse anlamsız bakışını çevresinde dolaştırdı. Birden “derin uçurum” çıkmıştı karşısına, önende “taş duvar” yükselmişti. Oblomov yok olmuştu sanki, gözden kaybolmuştu, uçuruma düşmüştü. Ştoltz, insanın ayrıltan hemen sonra dostunu görmek istediği, ama onun artık var olmadığını, öldüğünü öğrendiğinde duyduğu o büyük, yakıcı acıyı hissetti içinde.
Sf: 595
Oblomov’a mı ne olmuştu? Nerede miydi? Nerede mi? Bedeni en yakın mezarlıkta, fundalar arasında sakin, mütevazi bir kül kabının içinde dinlenmekteydi… Dost bir elin diktiği leylağın dalları mezarının üzerinde uyuyordu; sakin, hoş bir akpelin kokusu vardı mezarın üzerinde. Orada yatanın rüyasını bir huzur meleği koruyordu sanki.
Üzerine titreyen, onu çok seven karısının bütün ilgisine karşın, sürekli rahatlığı, sakinliği, uyuşukluğu günden güne tüketmişti onu. İvan İlyiç görünüşte hiç acı çekmeden, sahibinin kurmayı unuttuğu bir saatin durması gibi sessizce ölüvermişti.
Son dakikalarını kimse görmemiş, son iniltisini kimse duymamıştı. İlkinden bir yıl sonra ikinci inme gelmiş, gene önemli biriz bırakmadan geçmişti. Yalnızca zayıflamıştı İlya İlyiç, güçsüz düşmüştü; çok az yemek yiyor, bahçeye seyrek çıkıyordu. Giderek daha sessiz, dalgın olmuştu. Arada ağladığı da oluyordu. Öleceğini hissediyor, çok korkuyordu.
Birkaç kez fenalaşmış, ama düzelmemişti. Her zaman olduğu gibi, bir sabah kahvesini getirmişti Agafya Matveyevna ve onu sakin uyuyormuş gibi, ölü bulmuştu. Yalnızca, başı yastıktan kaymış, elini (besbelli kanı orada toplanmış olduğu için) kalbinin üzerine koymuştu.
Üç yıldır duldu Agafya Matveyevna.
Sf: 596
Pek rahat, şöyle diyordu kendi kendine: “Bunların sonu nice olacak? İkisi de benim gibi pislik… Onlar yoksul geldiler dünyaya, Andreyciğe, neredeyse saygı duyarak, ürkmese de ondan çekinerek, onu okşuyormuş gibi, ekliyordu: Oysa ne de olsa bir Küçük beydir Andeycik! Cildi ne beyaz! Süt gibi! Küçücük elleri, ayakları ne yumuşak! Saçları ipek gibi… Tıpkı babası!”
Sf:599
Ortak bir sevgi bağlıyordu onları birbirine, bir ölünün kristal gibi pırıl pırıl ruhunun hatırası… Olga ile Andrey onlarla köye gelmesi, hep birlikte yaşamaları için ısrar ediyorlardı ona. “Böylece Andreyciğinin de yanında olursun,” diyorlardı. Her zaman aynı cevabı veriyordu Agafya Matveyevna: “Nerede doğduysan, yaşadıysan, orada ölmelisin!”
Ştoltz çiftliğin hesaplarını boşuna veriyordu ona. Gereken parayı yolluyordu ama Agafya Matveyevna gelen paranın hepsini gönderiyor, hepsini Andreyciği için saklamasını rica ediyordu. Byük bir kararlılıkla şöyle diyordu:
“O para benim değil, onundur. Onun ihtiyacı olacak bu paraya, bir soyludur çünkü, ben böyle de yaşayabilirim.”
Sf: 600
XI
En önde, çok değişik görünümde dilenciler vardı.
Onlara bakarak şöyle dedi edebiyatçı:
“Bu dilencilerin nereden çıktığını anlayamıyorum.”
“Neden mi? Nereden olacak, yoksul onca delik, köşe var, oralardan çıkıp çıkıp geliyorlar işte…”
“Onu sormuyorum ben,” dedi edebiyatçı, “Benim öğrenmek istediğim şu: Nasıl dilenci olabilir insan, bu duruma düşer? Birden mi oluveriyor bu, yoksa yavaş yavaş mı? Gerçekten mi, yoksa yapmacıktan mı?…”
“Seni ne ilgilendiriyor bu? Sen de bir “Mysteres de petersbourg” mu yazacaksın yoksa?”
Edebiyatçı tembel tembel esneyerek karşılık verdi:
“Olabilir…”
“Öyleyse, işte sana bir fırsat: Herhangi birini çağır, gümüş bir ruble karşılığında bütün hikayesini anlatsın sana, sen de büyük paralar karşılığında sat yazdılarını. Bak işte en olağan çeşidinden yaşlı bir dilenci. Hey, ihtiyar! Gel buraya!”
İhtiyar dilenci dönüp baktı, şapkasını çıkarıp yaklaştı onlara. Kısık sesiyle, “Bir sadaka hayırsever efendilerim!” dedi!” Otuz çatışmada yaralar almış bu yaşlı savaşçıya bir yardım…”
Sf: 601
Ştoltz şaşkınlık içinde, “Zahar!” dedi. “Bu sen misin, Zahar?”
Birden sustu Zahar, sonra güneşe eliyle gözlerine siper yapıp uzun uzun baktı Ştoltz’a.
“Kusura bakmayın efendim çıkaramadım sizi…” dedi. “Artık gözlerim pek görmüyor da!”
Ştoltz sitem ediyormuş gibi, “Efendinin arkadaşı Ştoltz’u unuttun demek!” dedi.
“Ah ah! Sevgili Andrey İvanoviç Tanrım, gözlerim görmüyor ki! Canım benim, Andrey Ivanoviç!”
Telaşlandı, Ştoltz’un elini yakalamak için davrandı, yakalayamayınca tutup giysisinin eteğini öptü. Ağlamakla gülmek arası, yüksek sesle şöyle dedi:
“Tanrım bu yaşta böyle bir sevinci yaşattı bana, ben bu lanetli köpeğe…”
Alnından çenesinin altına kadar yüzü mosmor, ayrıca burnu maviydi. Başında saç kalmamıştı. Favorileri eskiden olduğu gibi uzun, ama karışıktı, yer yer ağarmıştı. Üzerinde eski püskü, iyice solmuş, bir eteği yırtık, berbat bir palto vardı. Çıplak ayaklarında, giyilecek yanı kalmamış galoşlar vardı; tüyleri dökülmüş kürk şapkası elindeydi.
“Ah benim velinimetin Andrey İvanoviç! Bu kutsal günde ne büyük bir sevinç tattırdı bana Tanrım!…”
Ştoltz sert bir tavırla, “Nedir bu durumun senin? dedi. “Ne oldu? Böyle dolaşmaya utanmıyor musun?”
“Ah sevgili Andey İvanoviç!” (Derinden bir iç çekti Zahar)
“Ne yaparsın? Neyle doyuracağım karnımı? Anisya hayattayken, böyle değildim, yiyecek bir lokma ekmeğim vrdı, ama o koleradan ölünce, toprağı bol olsun, Agafya Matveyevna ağabeyi artık evde tutmak istemedi beni, “asalak” deyip duruyordu. Mihey Andreyeviç Tarantyev de, yanından geçerken gördüğünde arkamdan bir tekme atıyordu, öyle ki, soluk alamıyordum, dayanılacak gibi değildi! Çok çektim, çok hakarete katlandım! İnanır mısınız efendim, lokmalar boğazıma diziliyordu. ama hanımefendi olmasaydı. “Zahar haç çıkararak ekledi, ” Tanrım uzun ömür versin ona! Çoktan köşede donup kalmıştım! Kış için giyecek veriyordu bana, istediğim kadar ekmek de, somabın kenarında yatacak bir yer de… Sonunda benim yüzenden ona da kızmaya, söylenmeye başladılar, ben de çıkıp gittim evden… İki yıldır böyle ortalarda dolaşıyorum işte, olmadık sıkıntılar çekiyorum…”
“Neden birinin yanına girmedin?” diye sordu Ştoltz.
“Bu devirde kimin yanına girebilirsin, Andrey İvanoviç! İki yere girdim beğenmediler beni. Hiçbir şey eskiden olduğu gibi değil artık. Her şey daha kötü. Uşakların okuryazar olanını işe alıyorlar. Ayrıca, önemli kişilerin antrelerinde, hollerinde bir sürü hizmetçinin olması da istenmiyor. Her antrede bir, bilemedin iki kişi oluyor. Çizmeler kendiliğinden çıkıyor ayaktan: Öyle bir makine icat etmişler!” Cnı sıkkın, ekledi Zahar, “Rezillik bu, utanılacak bir şey! soyluluğun da sonu geldi!” (Derinden bir göğüs geçirdi Zahar.) “Bir ara Alman bir tüccarın yanına, antrede oturmak içinişe girdim. Her şey iyi gidiyordu, sonra hizmet etmek için büfeye aldı beni. Benim yapabileceğim bir iş mi bu? Bir gün Bohemya parseleni mi ne diyorlar, yemek takımlarını taşıyordum, döşeme öyle düz, öyle kaygandı ki, tepsiyle birlikte bütün takımlar yere döküldü. Tabii hemen kovdular beni! Sonra yaşlı bir kontes beğendi beni. “Efendie birine benziyorsun” dedi, evine kapıcı aldı. Eski zamanların işlerine benzeyen güzel bir görevdi. Sandalyede bacak bacak üstüne atıp pek ciddi oturacaksın, gelene başını sallayacaksın, hemen bir şey söylemeyceksin, önce biraz homurdanacaksın, sonra adamına göre, geleni ya ensesinden tutup dışarı atacaksın ya da içeri alacsın, bütün yapacağın bu… Gelen kibar konuklara ne yapacağın da belli; Bastonu kaldıracaksın,” Zahar kapıcı selamı verir gibi savurdu kolunu, İşte böyle”… İş gerçekten güzeldi, ama hanımefendiye bir şeyi beğendirmek zordu. Neyse… Bir gün odamı şöyle bir kontrol etti, bir tahtarusu görünce tepinmeye, bağırıp çağırmaya başladı. Tahtakurusunu ben icat etmişim sanki! Tahtakurusunun olmadığı ev varmış gibi!… Bir başka gün de yanımdan geçerken ağzım şarap kokuyor gibi gelmiş ona… Haklıydı da doğrusu! Kovdu beni.”
“Gerçekten de şarap kokuyorsun,” dedi Ştoltz.
Sf: 603
Zahar mahzun mahzun baktı Ştoltz’un yüzüne.
“Kederden, sevgili Andrey İvanoviç, inanın kederken… Fayton sürücülğü yapayım dedim. Bir fayton sahibinin yanına girdim, soğuktan bacaklarım donuyordu. Yaşlılıktan, pek gücüm de kalmadı zaten! At da çok huysuzdu. Bir gün yere düştüm, az kalsın tekerleklerin altında kalacaktım, bir keresinde de karakolluk oldum..”
“Tamam bu serseri hayatı bırak artık, içki de içme, benim yanıma gel, kalacak bir yer veririm sana… Köye gidelim… Duyuyor musun ne dediğimi?”
“Duyuyorum sevgili Anderey İvanoviç, evet duyuyorum…” (Derinden bir iç zekti Zahar) “Duymasına duyuyorum da, onu, velinimetim İlya İlyiç’i burada mezarında yalnız bırakıp gitmek gelmiyor içimden! Bugün gene dua ettim onun için… Tanrım yerini cennet etsin! Öyle bir insanı aldı işte Tanrım! Herkesin iyilğini düşünürdü…” (Hıçkardı Zahar, yüzünü buruşturdu) “Keşke yüz yıl yaşasaydı… Bugün mezarının başındaydım gene. Buralara geldiğim de doğru mezarına gidiyorum, öyle oturuyorum yanında, göz yaşlarım akıyor… Bazen dalıp gidiyorum… Çevrede ses seda olmuyor, birden sesleniyor gibi geliyor bana: “Zahar, Zahar!” diye… Bazen bir ürperti geçiyor sırtımdan! Onun gibi bir efendiyi bir daha bulamam! Sizi de ne çok severdi! Tanrım yerini cennet eylesin!”
Ştoltz, “Tamam,” dedi. “Bize gel sen, hem küçük Andrey’i de görürsün. Sana yatacak yer, giyecek, yiyecek veririm. İstediğin kadar kalırsın yanımızda!”
Çıkarıp para verdi Zahar’a.
“Geleceğim,” dedi Zahar. “Küçük Andrey’i görmeye gelmem mi? Kocaman olmuştur! Tanrım! Neler görmeyi, ne sevinçler tatmayı kısmet etti bana Tanrım! Gelceceğim efendim.” Uzaklaşan arabanın arkasıdan mırıldanıyordu Zahar, “Tanrım mutluluk, uzun ömür versin size…”
Ştoltz şöyle dedi arkadaşına;
“Dinledin mi bu dilencinin hikayesini?”
“Sözünü ettiği şu ilya İlyiç kimin nesiydi?” diye sordu edebiyatçı.
“Oblomov. Çok kez söz ettim ben sana ondan.”
Sf: 604
“Evet, bu soyadını hatırlıyorum. Senin bir arkadaşın, dostundu değil mi? Ne oldu ona?”
“Öldü, boş yere harcadı gitti hayatını.”
Ştoltz içini çekti, bir an daldı.
“Başkalarından akılsız değildi, cam gibi tertemiz, apaydınlık bir ruhu vardı. İyi yürekliydi, ince ruhluydu ve yok oldu gitti…”
“Neden sebep neydi?”
Ştoltz “Sebep… Ne sebebi!” dedi. “Sebep Oblomovluktu…”
Edebiyatçı bundan bir şey anlamadan tekrarladı:
“Oblomovluk! Nasıl bir şeydir bu Oblomovluk dediğin?”
“Şimdi anlatırım sana, ama önce izin ver, düşüncelerimi, hatıralarımı toparlayayım. Sen de yazarsın. Belki birilerinin işine yarar.”
Ve Ştoltz burada yazılı her şeyi anlattı edebiyatçıya.
Ve Ştoltz burada yazılı her şeyi anlattı edebiyatçıya.
Doktrin: “Aradığımızı buluruz.O zaten hep oradadır, biz yeterli zamanı tanırsak kendini bize gösterir.” – Thomas Metron
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)