Sf: 8
Pek çok isim saydım daha ilk üç paragrafta. Gelin görün ki b isimlerin bazıları artık hayatta değiller. Kitap bunun için önemli işte. Bazen ve bazı konularda yazmak, gölgesinde serinlemeye ömrünün yetmeyeceğini bildiğin bir ağacın tohumunu gülümseyerek toprağa vermek gibi.

Sf: 10
“Teşekkür” bölümü kitabın son yazılan  satırlarıdır ve takdir edersiniz ki artık kafa “bi dünya.” İsmini unuttuğum illa ki vardır.

Sf: 11
Girizgâh bâbında hoşbeş ederken beyefendi, ” Müsaadeniz olursa ve alınmazsanız size bir şey söyleyeceğim.” dedi. “Buyrun, estağfurullah,” diye cevap verdir. ” Sizinle telefonda konuştuğumda ve bugün kapıyı açtığınızda çok naziktiniz, ta bir centilmen gibi. Ne var ki kitabınızı okurken neredeyse argoya varan bir diliniz olduğunu gördüm. Nasıl oluyor bu Vedat Bey?” diye sordu. Sustum kaldım. “Arada şizoya bağlıyorum beyefendi.” diyemedim.

Sf: 12
Yok, öyle “şu güzeldir, bu kalıcılığı pek zayıf, onun etkileyiciliği fazladır.” şeklinde şeyler değil benim parfümlerle ilgili söyleyeceklerim. Öznel değerlendirmelerden mümkün olduğunda uzak durmaya çalışıyorum,  bunun sebeplerini de ilk ciltteki bilgiler içinde bulabilirsiniz zaten. Kısaca tekrar edeyim; herkesin güzeli farklı arkadaşlar. kimse her şeyi beğenmek zorunda değil, herkes de aynı şeyden nefret edemez.

Sf: 15
Kendilerine parfüm yapmak isteyenler genelde beğendikleri parfümün internette okudukları basın bülteninde açıklanan içerikli ellerine alıp kapılı çalarak “Hocam, şu listedeki vanilya, amber ve yasemini nasıl birleştirelim ki X gibi bir parfüm elde edelim?” diye soruyorlardı. yok böyle bir şey arkadaşlar! Bir tabloda kullanılan renkleri biliyor olmamız, bize o tablonun aynısını yaratma imkânını vermiyor. Kırmızı, sarı, yeşil ve mavi boyayı palete koymak ne Manet veya Leonardo olmamızı sağlıyor, ne de Kırda Öğlen Yemeği veya Mona Lisa’yı çizebiliyoruz.
Ne yazık ki bu yola baş koydukları söylemiyle yanıma gelen arkadaşlardan pek azı ilk adım olarak onlara önerdiğim kitapların kapaklarını açtılar. Piyango bileti almada ikramiyenin size çıkmasını beklemek mümkün olmuyor tabii.

Sf: 16
Bu nedenle belki çok satan veya oldukça güncel bazı örneklere rastlamayacaksınız sayfalar arasında. Bugün çok satan değil, 20-30-40 yıl sonra da varlığını hissettirenler önemli benim için.

Sf: 17
Tarihin sayfalarında kendisine yer bulmuş hangi parfümden veya parfüm markasından bahsetsem, sonunda “Onu şu aldı, bunun hisseleri ona geçti,” gibi birtakım söylemlerle bitiyor o bölüm. Doğru, Küçük markaların ve orta boy işletmelerin yaşama şansı artık pek kalmadı küresel ekonomi içinde. Manyetik alana kapılmış gibi büyük cisme eklemleniyor sonunda küçük olan. Her konuda olduğu gibi, koku özelinde de hoş olmayan sonuçları var bu durumun. Tek tipleşme, standartlaşma, kokulu üniformalara bürünme, farklılıkların yitip gitmesi, sosyal alanın tek renkten oluşmaya başlaması vs… Yok, “Parfüm her tende farklı kokar” diye de hiç boşuna sevinmeyin, çünkü sandığınız kadar farklılık oluşmuyor. siz Chanel No. 5 kullandıysanız Davidoff Cook Water sürmüş gibi kokmuyor aynı sıvıyı süren arkadaşınız.
Bir adım geri çekilip yeni yerimizden daha geniş bir açıyla aynı noktaya bakmayı başarabilsek, belki o kadar maruz kalmayacağız bu dayatmaya ama kendimizi güçsüz hissediyoruz nedense. oysa talep bizimse güç de bizimdir, lütfen unutmayalım.

Sf: 18
Şöyle ki, kokuyla ilgili kitaplar yazan biri ne kokular sürünür diye çok merak ediliyor, soruluyor. Toptan cevaplayayım: Parfüm sürünmekten pek hoşlanmıyorum. Yılda en fazla on kez, o da gerekli olduğu yönünde bir duygum, olmazsa çıplak kalacakmışım gibi bir algım oluşursa. Kokulu bir uygulamayla bedenim üzerinden sosyal ortama, kendime dair bir mesaj vermekten neden imtinâ ediyorum, bilemem. Zaten onun sebebini bulabilecek formasyonum yok, o işin mesleği belli. ancak sürünmeden de olsa parfüm koklamayı çok seviyorum. Müzik dinlemek gibi düşünün lütfen bunu. Şişeye uzanarak kapağını açmak, elimdeki kâğıt şeride veya bileğime azıcık içindekilerden sıkarak bir süre onu koklamak, değişimini gözlemek, belleğimde oluşturduğu belli belirsiz karıncalanmayı hissetmek , beni düşsel bir yolculuğa çıkartmaya kâfi gelebiliyor.

Sf: 19
Erişkin, erkek  Moschus moschiferus’un karnının altında, anüsü ile erkeklik organının arasında, testislerinin hemen üzerinde, üzeri tüy kaplı küçük bir kesecik var; büyüklüğü de, en iriside bir tenis topu kadardır. diyebiliriz. Bu kesecik birkaç katman deriyle kapı ve içinde de hayvanın idrar yoluna açılan iki küçük geçiş mevcut.” Parfüm dünyasının kraliçesi” denen misk, işte bu keseciğin içinde yer alıyor.

Sf: 21
Yaz aylarının başlarında, olgunlaşmamış sıvı misk, çevresindeki canlı dokulardan bu kesenin içine doğru akıyor ve burada birkaç hafta veya en fazla iki ay kadar kalıyor. Kesenin içine akan olgunlaşmamış sıvı, burada olgunlaştıkça katılaşıyor ve kırmızı-koyu kahverengi arası, mum kıvamında minnacık granüllere dönüşüyor. İşte o granüllere “Misk” diyoruz.
Kraliçe olmak kolay değil
Peki, üretilen neredeyse her konunun içinde misk’in kendine yer bulmasını sağlayan özelliği nedir?
Çok temel bir veya birkaç sebebi var bunun: Misk, bir parfümü rafine hale getirebilir, dengeleyebilir, sadece kendini değil, üzerine eklenen diğer kokulu molekülleri sabitleyebilir ve bütün bunları konunun tümünü ağırlaştırmadan yapabilir. Ayrıca, en basit parfümde bile duyarlılığı ve sıcaklığı tetikleyen özelliği nedeniyle, miskten destek almakla kalmayıp, sadece misk üzerine inşa edilmiş pek çok parfüm vardır.
Bir dip notadır misk, yani parfümün tümünün kucaklayan ve onun gerek kalıcılığını, gerekse tüm armonisini destekleyen, tabir caizse parfümün geri kalanının üzerinde çekinmeden yürüyebildiği bir platformdur. Başka hiçbir parfüm içerik maddesi, misk’in bu özellikleriyle baş edemez. Bu nedenle de rakipsiz tek içerik maddesidir, diyebiliriz.
Birbirine paralel iki özelliği var: Hem kendini seyreltildiğinde çok hoş bir kokuya sahip, hem kendi kokusundan gayri diğer koku moleküllerini de sabitliyor. Belirgin misk notası barındırmayan parfümlerde bile, kokusunun hissedilmeyeceği ama sabitleyici, yani fiksatör olarak görevini yerine getirecek kadar misk kullanmakta.
En pahalı Fransız florallerinden, en basit lise parfümlerine, sabun, şampuan, banyo köpüklerinden, böcek kovucuları, bazı yiyecek ve içecekler, çiklet ve hatta diş macununa dek içinde misk mevcut. Keza meyve aromaları, çikolatalar, şekerlemeler, puding ve sütlü tatlılar ve ayırca ecza dolabındızdaki pek çok ilacın kokusunun içinde, o veya bu oranda, bir şekilde misk molekülleri yer alır. Misk’ın bu kadar yaygın kullanılması sebeplerinden biri, her tür kokulu ürüne, ister fantezi ister işlevsel bir ürün olsun, uyum sağlamasıdır.
Eh, kolay kolay koku dünyasının kraliçesi olunmuyor.

Sf: 22
İsimden maddeye dönelim: Küçük kesenin içinde olgunlaşan granüllerin toplam ağırlığı ortalama 30 gram civarında. Ancak ağırlığının kat kat üstünde güçlü ve belirgin bir kokusu var, bu granüllerin. Başka bir hesapla: Bir kilo misk granülünü barındıran keseyi elde etmek için, ortalama 30 ila 50 arası erkek geyiğin öldürülmesi ve keselerinin çıkarılması gerekiyor. Sonbahardan hemen önce olgunlaşması tamamlanan misk granülleri, Moschus moschiferus’un idrarıyla karışarak vücudunun dışına çıkmaya başlıyor. Kokulu idrar, geyiğin hem alanının belirlemesine, hem de dişilere çiftleşme sinyallerini vermesine yarıyor. Sadece sonbaharın başında değil, zaman zaman kışın ortasında bile geyiğin gezindiği kar üzerinde kokulu, kırmızımsı  idrar izleri bıraktığına rastlanabiliyor. Muhtemelen insanoğlu da bu idrar izlerinden yayılan kokunun peşine düşerek bulmuştur kaynağını, diye tahmin ediyoruz.

Sf: 23
İşte, miskiniz hazır ve fakat”misler gibi “kokmuyor! Misk’in saf haldeki koku profili oldukça itici; dışkıyla çevrelenmiş idrar kokusu gibi tanımlanabilir. Hatta avcılar, hayvanın gövdesinden çıkardıkları  misk kesesini yararken ağız ve burunlarını maskeyle kapatırlarmış ki o feci kokudan bayılmasınlar. Misk’in ancak seyrelmeye başladığında kerametini anlamak kabil oluyor, çünkü seyreldikçe o itici koku, nefis ve çekici bir hal alıyor. Bu nedenle misk’in seyreltilmemiş hali neredeyse kullanılmaz. Ama seyreldiğinde iş değişir.

Sf: 24
Miskten sadece parfümlerde değil, geleneksel Çin tıbbında da yararlanıldığı için müşterisi her halükârda hazır bir ürün, misk kesesi. Öldürülen geyiklerden elde edilen misk keselerinin sadece yüzde 5’i parfüm için kullanılıyor, gerisiyle 5.000 senelik geleneksel Çin ve kore ilaçlarında kullanılmak üzere bir kenara ayrılıyor.

Sf: 25
Bunu lütfen unutmayın, çünkü çok büyük markaların bile ” kokusuz” diyerek beyaz önlüklü satış elemanlarına sattırdıkları ürünlerin içinde, aslında o ürünlerin hoş olmayan doğal kokularını nötr hale getirmek için gizlenmiş parfümlerin var olduğu gerçeğine sizi götürür bu söylediğim.
Parfümsüz veya kokusuz diye satılan bir kozmetik preparat, aslında kokusuz olabilir ama parfümsüz değildir. Parfüm, farklı bir şekilde ve onun doğal haldeki kokusunu kokusuz hale getirmek için kullanılmış olabilir. Kadın okurlarımıza küçük bir örnek vereyim: Rujların, eğer doğal haldeki kokusu nötr hale getirilmezse, maalesef yüzünüze yaklaştıramayacağınız kadar kötü kokan bir üründür ve ruj ışında pek çok losyon ve kozmetik preparat için de bu söylediğim geçerlidir.

Sf: 26
Ancak bir başka sorun daha var ve bu, endüstrinin öyle kolayca es geçebileceği bir sorun değil: Çok fazla misk geyiği avlanması sebebiyle bu doğal hayvansal kaynağın zaman içinde gittikçe azalması ve ekonomik bir şekilde arzı azalan ama talebi sabit kalan veya artan malın, el yakacak kadar pahalılaşması.

Sf: 27
Bauer, laboratuvarında trinitrotoluen üzerine çalışıyor ve amacı farklı patlayıcı türevleri geliştirmek. Trinitrotoluen, bizim TNT veya daha amiyane tabirle dinamit diye bildiğimiz patlayıcı ve üç nitro grubunun eklemlendiği  bir toluen molekülünden ibaret.
Neden patlayıcıların nitrolara ihtiyacı var? Çünkü bir şeyin yanıcı olması için oksijenle bir araya gelmesi lazım. Ancak havadaki oksijen yanıcı kısma ulaşırken zaman kaybediyor ve bu yüzden çok hızlı bir yanıcılık sağlanamıyor. Bunun için, nitro gruplarında olduğu gibi, oksijen molekülün içine gömülüyor ve ısıtılarak tetiklendiğinde inanılmaz bir süratle yanıcılık özeliğini açığa çıkarıyor. Oksijen ile karbon atom yakıtının oranlarının tam arzulanan dengede olması lazım ki, elinizdeki malzeme hem yansın hem de gümbür gümbür patlasın. Bu şirin konuyla uğraşırken denemelerinin birinde Albert Bauer, TNT’ye dört karbon atomu ekliyor. Sonuç? Hüsran!
Ancak ilginç bir başka şey gerçekleşiyor bu arada; Albert Bauer bu deneyin başarısızlığıyla hüzünlenip eleme ve kedere gark olurken, laboratuvarını temiz, hoş ve güçlü bir konunun sardığını fark ediyor. Akşam eve gidip sabah tekrar geldiğinde, hem laboratuvarındaki hem de eline silinmiş olan bu güzel kokunun kuvetinden hiçbir ey kaybetmeden sürdüğüne tanık oluyor. Hani “ambere nitrik asit eklenerek yapılmış ama ticari verimi olmayın bir çalışma vardı” ya, o çalışmada elde edilen kokunun daha güzeli ve daha güçlüsü, üstelik çok daha ucuza ortaya çıkıyor böylecek.
Hemen bir numune alıp güvenilir pargümörler arıyor Bauer, dostların araya sokuyor, “hamil-i kart yakinimdir” durumları filan derken birilerine ulaşıyor ve onlara bu başarısız patlayıcı örneğinden veriyor. O parfümörler de merak içinde kendi laboratuvarlarına koşuyorlar ve doğal misk kullandıkları bazı parfüm formullerinden doğal malzemeyi çıkarıp yerine Albert Bauer’in verdiğini kullanarak yeniden deniyorlar. Sonuç? İnanılmaz!
Yeni bir patlayıcı için çıkılan yolda, doğal misk kokusunun gerçeğe en yakın hali, üstelik gerçeğinin fiyatının binde biri maliyete elde ediliyor ve belki de yüzyıllar süren bir arayış sonlanıyor. Kokuyla uğraşan bir bilim insanı için belki de onurların en büyüğü, isminin yeni bir koku molekülüne verilmesidir ve Albert Bauer koku dünyasıyla ilgisiz bir insan olmasına rağmen, elde ettiği yeni misk benzeri molekülü onun ismi veriliyor: “Musk Bauer”.
Tabii, Albert Bauer bu molekül patenti için hemen Almanya’da başvuru yapıyor ama patent başvurusunun sonuçlanması bir yılı buluyor ve bu arada iki rakip, İngiltere ve Fransa’da kendilerine ait iki patenti alıyorlar. Gene de fazla etkilemiyor bu Baueri ve bu olaydan sonra kendini tamamen koku dünyası ve yapay misk moleküllerine vererek oldukça büyük bir servetin sahibi oluyor.
1894 yılında bizim muhterem bu kez “Musk Keton” isimli bir başka malzemeyle ortaya çıkıyor. Elindeki malzeme, doğal misk kokusuna ilkinden daha yakın. Diğer Nitro miskler, yani Musk Xylol, Musk Ambrette, Moskene gibi o da sıcak ve pudramsı bir hava taşıyor ve hem amberi hem de diğer hayvansal notaları çağrıştırıyor.
Bahsettiğim bu malzemeler hangi parfümlerde mi kullanıldı? Mesela Chanel No. 5’in ilk halinde, hem de yüzde 10 gibi yüksek bir oranda Musk Ketone vardır. Musk Ambrette içinse örnek olarak ilk L’Air de Temps’ı verebiliriz. Musk Ambrette, uzunca bir dönem fenomen olmuş Brut erkek kolonyasında da mevcuttu ve formül değiştikten sonra elbette bir türlü bu 
SENTETİK MİSKLER
Şimdi dilerseniz çok kısa olarak, tek tek bu sentetik misk moleküllerine ve kullanımlarına hızlıca bakalım, günümüzden örneklerle, “Beyaz misk” şemsiyesi altındaki yapay misk ailesinden en meşhur yapay misk molekülü, galaxolide ismiyle satılan ve IFF-yani Intenational Flavours and Fragrances- isimli aroma-kimyasalı devine ait misk molekülüdür. Kokusuyla meşhurdur ve ismini söylemene gerek bile olmayan çamaşır yumuşatıcılarının kokusunda bol miktarda hatta daha net olması için oran vereyim, yüzde 40’a varan miktarlarda bulunur. Bu ürünlerin içinde yer alması, aslında bu moleküle “temiz” etiketinin yapışmasına da sebep olmuştur, denebilir. Body Shop’un “White Musk” isimli doğal görünümlü, tamamen sentetik misk pargümünde yüzde 7 civarında galaxolide vardır. Galaxolide temiz, hafif çiçeksi ve çok az da pudramsı kokar. Bunlar dışında Lancome’un Tresor’unda yüzde 21,4, Estee isimli parfümünde de yüzde 13 oranında galaxolide mevcuttur. 
Bir diğer meşhur sentetik misk molekülü de ticari olarak babanolide ismiyle bilinir. Bu molekilün kokusu biraz daha metalimsidir. Net bir örneğini Emporio Armani White for Her isimli parfümde görebiliriz. Bu parfümün içinde parfümör Alberto Morillas tarafından dan muhtelif sentetik misk moleküllerinin birlikteliğinden oluşan ve parfüme hafif bir transparanlık kazandıran bir akor kullanılmıştır ve bu akor da parfüm dünyasında “beyaz misk akoru” diye bilinir.
Peki, neden sadece babnolide’i kullanmamış da ondan gayrı birkaç misk molekülü daha kullanarak bir akor yapmış parfümör Alberto Morillas? Efendim, miskler hem güzel kokarlar hem de sabitleyicidirler, aynı zamanda da yıllar süren bir kalıcılığa sahiptirler. Bu ne demek? Bu moleküler büyüklüklerinin fazla olması demektir. Bu fazlalık bazen öyle olur ki, moleküler büyüklüklerini bizim burnumuzdaki reseptörler karşılamakta zorlanabilir. Kısaca “bir numara büyük geldi” durumu ortaya çıkabilir. Böyle olunca da onların kokusunu, burnumuzun dibinde olmalarına rağmen alamayız. İlk örnekte verdim galaxolide mesela, bunun en çok yaşandığı moleküllerden biridir. Her beş insandan biri, bu molekülün kokusunu algılayamaz. Bunu da en iyi parfümörler bilir çünkü bizden çok daha fazla kokularda haşır neşirler, böyle anozmik (koku almama) durumları bizden daha çok yaşarlar. Bu nedenle durumdan vazife çıkararak parfümlere misk kokusunu gömerken, birden fazla misk molekülünden oluşan bir akor kullanırlar ki birini kaçıran diğerlerinin kokusunu alabilsin. Bu akorların içindeki misk molekülü çeşidi bazen beş veya daha fazla bile olabilir. Olur ha, bunların hiçbirinin kokusunu alamayan varsa, o da tabii sizin aldığınızdan tamamen farklı bir koku alır aynı parfümden.

Sf: 31
Alberto Morillas’ın meşhur ettiği beyaz misk akoru, içinde bol babanolide ile beraber, aldebydic bir yapı içinde Jennifer Lopez’in J-Lo Glow isimli parfümünde de kokabilir. Bir ipucu olarak, bu tür beyaz misk akorlarını size tanıtabilecek en belirgin özellik, dipten dipten yeni ütülenmiş temiz çamaşır kokusunu çağrıştırmalarıdır, diyebilirim. Gene bu akor, Christian Dior’un Hyphonic Poison isimli parfümüne seçkin, hafif bir gurman ve coşkulu bir hava verir.

Sf: 32
Modern jargon, İslam dininin kurumsal marka kokusu diye de tanımlayabileceğimiz misk, vaat edilen öbür dünya, yani Cennet’te dağların ardından akarak hurilerin vücudunu oluşturan madde olmakla kalmayıp, aynı zamanda safranla birleşerek Cennet’in toprağını da tarif edebiliyor. Bütün bunlardan hareketle ve kokusunun kalıcı gücünden de istifade ederek, Tebriz ve Diyarbakır’da örnekleri görünebileceği şekilde, İslam’ın erken zamanlarında camiler inşa edilirken minarenin harcına misk granülleri katılabiliyor. (Hiç şüphe yok ki Cennet’e gönderme yapan bir kokunun, o Cennet’i vaat eden inanışın mabedinde kullanılmasındaki ince mantık.

Sf: 33
Osmanlı mutfağında da tavuk göğsünden kazandibi yapılırken içine misk ve amber katıldığı söyleniyor.
Misk’in itibardan düştüğü dönemlerde ona ilişkin tanımlar da elbette itibarsızlaşıyor. Böyle zamanlarda misk kokusunu tarif etmek için “ilişki sonrası jenital bölge kokusu”, ” Caligula’nın yatağı,” “testislerin kokusu” veya ” bir haftadır su yüzü görmemiş deve sürücüsünün koltukaltı kokusu” gibi aşağılayıcı tanımlar misk muhaliflerinin imdadına yetişiyor.
Fahişelerin tarih içinde muhtelif ve kuvvetli  kokularla özdeşleştirilmesi sık rastlanan bir olay ve gerçeklikle bağını da, elektriğin ve dış aydınlanmanın olmadığı dönemlerde seks işçilerinin gece karanlığında mevcudiyetlerini ilan için kokuyu kullanmalarıyla kuruyor.

Sf: 34
Ancak rivayet o ki, Napoleon’u aslında güzel kokular ve parfüm kültürüyle tanıştıran Josephine. Onun teşvikiyle kolonya sürmeye ve kokulu yağlarla beslenmiş banyolar yapmaya başlayan Napoleon’un en sevdiği kokularsa narenciyeler. Narenciyelerin aromatik bitkilerle desteklenmiş hali de diyebileceğimiz kolonyaya(aeu de cologne) olan düşkünlüğü de böyle başlıyor muhteremin.
O dönemde bu kolonyaları saraya temin eden iki kaynak var; ya Houbigant Parfümevi ve onun limonlu portakal çiçekli hidosolleri, ya da Gian Paolo Feminis’in Aqua Admirabilis’i. İmparator Bey, bunları savaş zamanı cephede olduğu zamanlar dahil her yerde başından aşağı boca etmeyi çok seviyor ve yetmezmiş gibi bir de banyo suyuna döküp, seyrelmiş haliyle vücudunu kokulandırıyor. Rivayet, Napoleon’un günlük kolonya kullanım miktarının iki şişe olduğu yönünde. Bu miktarın içinde, canlandırıcı olması için, muhteremin şarabına damlattığı birkaç damla kolonya da var elbette.

Sf: 35
Josephine ve “Gül”
İngiltere’yle Fransa’nın kana kan çarpıştığı dönemlerde bile Josephine’e gül fideleri taşıyan gemilerin abluka hatlarından geçmesine özel izin var, İngiliz Amiralliği’nden. Hatta rivayet o ki Napoleon ele geçirilen yeni topraklarda daha önce aşina olunmayan güllere rastlanırsa, örneklerinin Paris’e, hanımefendiye iletilmesi için bir emir bile gönderiyor ordusuna.

Sf: 36
Muhteremin karısı Josephine Hanımefendi’ye baktığımızda ise daha oryantal kokulardan, tarçın, vanilya, gül ve elbette miskten hoşlanan bir kadınla karşılaşıyoruz. Bu bölüme konu olmasından da tahmin edebileceğiniz gibi, Josephine, parfümleri ne kadar fazla misk kokarsa, onları o kadar fazla seviyor ve kendini çekici hissediyor.
Kokulara bu kadar düşkün bir çift olur da, ilginç bir parfüm hikayesi olmaz mı? Var tabii: 1795 yılında Grasse kentinde, ürettiği kokulu eldivenlerle tanınan Jean François Rance, şirketini eldiven kokulandırmasından ayrı olarak parfüm de üretmek üzere yeniden organize ediyor. Fransız Devrimi’nden sonra romantik bir yurtsever ve yetenekli bir parfümör olan Rance, tezgahını Grasse’dan Paris’e taşıdıktan kısa bir süre sonra eldiven işini bir yana bırakıp sadece parfüm imalatıyla ilgilenmeye başlıyor. Aynı zamanda Napoleon’un da hayranı ve sadece ona özel bir parfüm yapmaya karar veriyor. Le Vainqeuer diye, yani ” muzaffer” veya “fatih” isimli bir parfüm yaparak saraya gönderiyor. Parfüm, tam Napoleon’un sevdiği tarzda, hafif, taze ve narenciyeli bir parfüm. O tip hafif kokulara pek rağbet etmeyen ve aslında bir gül hastası olan  Josephine bile kokuyu eşinin üzerinde çok seviyor ve kendisi içinde bir parfüm rica ediyor Jean Françoise Rance’den. Rance bu kez de L’Imperatrice, yani ” İmparatoriçe” isimli parfümü yapıyor ve Sevres porseleninden şık bir muhafaza içinde İmparatoriçe’ye teslim ediyor.
Büyük bir aşk yaşadıkları konusunda popüler tarihin hemfikir olduğu Napoléon ve Josephine, çok ilginç bir başka hamle daha yapıyorlar. Napoléon, Rancé’den Le Vainqueur’ün formülünü biraz hafifletmesini ve Josephine’in kokusunu tamamlayacak bir şekilde yeniden düzenlemesini istiyor. Öyle iki parfüm olacak ki İmparator ve İmparatoriçe’nin ellerinde, tek tek süründüklerinde kendi kişiliklerini yansıtacak, ikisi bir araya geldiklerindeyse parfümlerin notaları birbirine karışarak neredeyse evliliklerinin kurumsal parfümü gibi yeni bir parfüm ve sinerji oluşturacaklar. ( Bugün için de üst üste iki parfüm uygulanabiliyor ve bu yönteme “layering” deniyor. Elbette bunun için parfümlerin  tek başlarına mükemmel olmaları yetmiyor, birbirlerine de uyum sağlamaları gerekli.)

Sf: 37
Biliyorsunuz, porselen aslen Çin ellerinden gelen -“çini” kelimesini düşünün- ve 1700’lerde Saksonya’da -Meissen- ilk başarılı taklidi üretildiğinden beri her Avrupalı girişimcinin kendi pazarlarında bir şekilde makbul karşılanacak taklidini üretebilmek için can attığı bir ürün.

Sf: 38
Rancé her iki parfümü de ufak düzeltmelerle birbirlerine uyumlu hale getiriyor ve bu evliliğin kokulu eşlikçisi bütün sarayın beğenisini kazanıyor. O kadar beğeniliyor ki bütün asiller bu parfümlerin aynısından edinmek istiyor, ancak affedersiniz ama boru değil; karşılarında İmparator olmuş devasa bir ego, Napoléon’un egosu var! Napoléon, Rancé’nin bu parfümü kendilerinden başkası için üretmesini yasaklıyor. Üstelik sadece o an için değil, Josephine’le olan aşkını ölümsüzleştirmek maksadıyla tam 200 yıl süreli ve yazılı olarak kayda geçmiş bir yasak oluyor bu ( Rancé Parfümevi 1805 yılında Fransa’dan İtalya’ya, Milano’ya taşındı. 2004 yılında ailenin 11. kuşağından Sandra Rancé ve oğlu Jean Maurice Alexandre Rancé, kapıları tekrar açarak Le Vainqueur ve L’Imperatrice’ i yeniden piyasaya çıkardılar. Orijinal formülünden doğal olarak farklılaşmış (reformüle edilmiş) bu parfümlerin 50 ml.’si, baktığım bir ara, 80 Dolar’dan satılıyordu. Artık yasak bitsin diye mi bu kadar beklediler, yoksa ticari çalkantılar içinde böyle bir reprodüksiyonun lansmanını yapmak ancak 200 sene sonrasına mı denk geldi, onu bilemiyorum.)

Sf: 39
1804 yılındaki taç giyme töreninin üzerinden beş yıl geçtiğinde, yani 1809’da, Napoléon baskılara dayanamaz ve kraliyet kanı taşıyan genç bir hanımla evlenmek ve soyunu devam ettirmek üzere içi kan ağlayarak Josephine’den boşanır. Boşanma, resmi bir törenle gerçekleşir ve çift birbirlerine aşkla bağlı olmaya devam ettiklerini, boşanmanın sadece  ve sadece Fransa’nın istikbali için yapılmış bir fedakârlık olduğunu cümle âleme ilan ederler.
Josephine, sarayı terk ederken küçük bir cinlik yapar; kaldığı dairenin bütün duvarlarını miskle sıvatır ve misk kokusunu, İmparator yeni karısıyla birlikte bile olsa onu unutmamasını sağlayacak bir görünmez damga gibi saraya vurur. Yeni karısının cismi, eski karısının da kokusuyla devam eder Napoléon’un hayatı. Söylenen odur ki; Napoléon Avusturya Düşesi Marie Louise ile evlendikten sonra defalarca yıkanmasına ve birkaç kez duvar kâğıtları değiştirilmesine rağmen, yaklaşık 40 yıl sonra bile sarayın odaları buram buram misk kokmuştur. Bazı kitaplarda bu duvardaki koku misk değil lavanta diye geçiyor ama molekül yapısı gereği uçucu özelli çok fazla olan lavanta moleküllerinin, bırakın kırk yılı, kırk günü, o duvarlarda birkaç günden fazla kalmayacağı herhalde bunu yazan tarihçilerin dikkatinden kaçmış olsa gerek.



Sf: 41
Guerlain ve İlk Modern Parfüm:
Jicky
Peki neden Jicky ile başlıyoruz? Çünkü bu kitapta incelediğimiz parfümleri kişisel beğenimize göre değil, parfüm dünyasında bir dönüm noktası oluşturabilme özelliklerine göre seçeceğiz ve Jicky de bunların ilki. Kendinden sonrakilere örnek oluşturacak birtakım unsurlar içeriyor. Aslında Jicky değil, modern Fransız parfüm endüstrisinin duayeni olan Guerlain’in  tarihi de pek çok “ilk” içeriyor ve biz bugün bunları fark etmeden yaşıyoruz. Bir kokuyu kokladıktan sonra onu hiç koklamadığımızı varsaymamız  zordur. Aynı hiç görmediğimiz bir rengi ilk kez gördükten, duymadığımız bir sesi ilk kez duyduktan sonra o deneyimi yok saymaya çalışmak gibi. Çünkü bunlar karşımıza çıkana kadar biz, var olan her şeyi bildiğimizi sanıyoruz ve karşılaşınca da ” Daha neler varmış?” diye şaşırıyoruz. İnsanlara zamanınd
İŞLER YAVAŞTAN BÜYÜYOR…
Dükkân sahibi için, dükkânda sürekli bulunmanın getirdiği büyük bir avantaj vardır: Her an müşteriyle direkt temas ederek sürekli bir pazar araştırması içinde hissedersiniz kendinizi ve sürekli nabız yoklarsınız. Modern anlamda bir geri bildirim cennetindesinizdir.



Sf: 48
İLK MODERN VE EN ESKİ PARFÜM
Öncelikle bir gerçeği belirteyim; Jicky şu an piyasada satılan en eski parfüm, 1889 yılından beri satılıyor. 1889, Fransa için önemli bir yıl, zira Fransız İhtilali’nin 100. yılı



Sf: 52
KADIN MI SÜRSÜN, ERKEK Mİ?
İlk çıkışta erkek kokusu olarak algılanmasında belki kokuyu yaratan Aime’nin ağabeyi Gabriel’i tatlı çiçek kokularından fa böyle duygular yaşattığı için, Guerlain ve Jicky önemli. Dediğim gibi, bu aslında Guerlain ürünlerini veya Jicky’yi sevmemizle değil, onun önemiyle ilgili. Ancak eğer müsaadeniz olursa Jicky’ye gelmeden önce onu çıkaran Guerlain’in tarihine göz atacağız.

Sf: 43
Sokaklar ve kamusal alanlar o kadar pis ve rezil kokar ki, bu şekilde bir ferahlık sağlanır. Bu da demektir ki parfümler uzun yıllar, başkasına güzel kokmak için değil, başka kokulardan kaçmak için kullanılır. Bu anlamda, tene sürülen parfümlerin yaygın kullanımının da belki Guerlain’e borçlu olunduğunu, bu markanın tarihine baktığımızda atlanılmaması gereken bir nokta.

Sf: 44
Fazla hoşlanmaması ve bu kokuyu kendine uygun bularak hem kendi kullanması hem de  daha bir erkek kokusu gibi pazarlaması da sebep olmuş olabilir.

Sf: 56
Tuvaletten bitirme tezi çıkar mı?
     Toile: Fransızca, ” kumaş” demek.
     Uzun yıllar sadece deri ve kumaş kokulandırması yapıldı Avrupa’da. Hatta meslek örgütü olan loncadan hakkıyla mezun olabilmek için ustalara sunulan “bitirme tezleri” içinde pek çok kumaş kokulandırması örneğine de rastlanabilir.
     İşte bu kumaşların kokulandırmasında kullanılan kokulu sulara “eau de toilette”, yani ” kumaş suyu” denirdi. Çünkü o dönemde “tuvalet”, bir nevi giysi ve giyinme odasının adıydı.
     Lavabo, klozet, evye gibi ıslak tesisatın bu tip mekâna dahil olması çok sonraları gerçekleşiyor.

Sf: 59
Hangi ürünlerde coumarin var?
Bazı yapay vanilya eşdeğerlerinde ve tütün mamullerinde rastlayabiliyoruz. Yakın zamana kadar sigaralar da bu sentetik molekülle aromalandırılıyordu; ancak daha sonraları birtakım sağlık endişelerinden dolayı bu molekülü kullanmaktan imtina ettiler. Bu demek değil ki tüm tütün mamullerinde coumarin artık yok; bilakis pipo tütünlerinde hâlâ kullanılıyor. Yani o sigara kokusundan en fazla nefret edenlerimizin bile hoşlanmaya direnemediği belli bir yanık pipo tütünü kokusu vardır ya, işte o koku, coumarin’den kaynaklanıyor.
Fougére Royale sentetik koku molekülünü ilik kullanmış olmanın yanı sıra, meşe yosunu(oakmoss). lavanta ve courmarin bileşiminden oluşan, hâlâ çoğu erkek kokusunun temeli olan “fujer” isimli koku akorunun da, yani doğada olmayan ama ondan da uzak düşmeyen bir notalar armonisinin de ismi ve ilham kaynağı.

Sf: 60
“Fujer”in, İngilizcesiyle “fern” Türkçesiyle eğrelti otunun aslında belli bir kokusu yok; bilinen hiçbir çiçek kokusuna benzemeyen bu parfümün isimlendirilmesinde kullanılan yaratıcılık ve hayal gücü de parfüme ayır bir kişilik, dolayısıyla pazarlama tekniği açısından da yeni bir trend başlatmış oluyor. Paul Parquet’nin Fougére Royale’i tasarladıktan sonra söylediği şu cümle önemli: ” Eğrelti otunun kokusu yok, ama olsaydı, bu parfüm gibi kokardı.” Alın size akılda kalacak ve ürünün kimliği içine hoş bir şekilde gömülmüş bir pazarlama enstrümanı.

Sf: 61
Gene de “kuvvetli bir izlenim” bırakıyor diyebiliriz, güncel üretimi için. Ayrıca her konuda olduğu gibi, belki de izlenim, bizim için çoğu zaman gerçeğin kendisinden daha önemli.
Peki, o zaman coumarin’in etrafında şekillenmiş parfümler ne olacak? Piyasadan mı kalkacak, yoksa bize belli etmemeye çalışarak yeniden mi formüle edilecek? Kullanılamayan malzeme yerine başka benzer malzemeler kullanılarak ve aynı veya yakın koku profili yakalanmaya çalışılarak yapılan değişiklikleri (reformülasyon) günümüzde çok fazla görüyoruz. Başlangıç parfümüyle bugünkü parfüm arasında, çok da değil, birazcık dikkatli burunların ayırabileceği çok büyük farklar olabiliyor. Dürüstlük, belki de bu şekilde değişim geçirmiş parfümlerin etiket veya kutularında bir versiyon numarası konulmasını gerektiriyor ama sanırım yasal zorunluluk haline gelmediği sürece hiçbir markanın da bunu yapacağı yok.
Kendine has belirgin ve kuvvetli bir kokusu olmayan fougére bitkisinin ismini kullanarak, onun kokusundan (neredeyse kokusuzdur veya daha doğrusu bizim algı eşiğimizin içinde kalan bir kokusu yoktur) bağımsız fantezi bir koku diyebileceğimiz fougére akoru, genelde aromatik notalarla beslenerek kullanılır. Yani çiçeklerin değil, çoğu kez çiçeklerle beraber olmak kaydıyla bitkilerin desteğini alır fougére parfümler. Hepsinin ortak özelliği, tatlı-acı bir kokuları olmasıdır ki bu tatlı yüzü de coumarin’e borçludurlar. 

Sf: 62
İyi de, biz bugün parfüm reklamlarında veya bültenlerinde coumarin ismini görmüyoruz ama onun içinden çıkarıldığı tonka fasulyesini neden çokça görebiliyoruz? Çünkü parfüm tanıtımlarında bizde yaratılmak istenen etkiye bağlı olarak içerik maddeleri de seçilerek verilir. Yani bir parfümün formülü, diyelim ki 50 ayrı kalemden oluşuyorsa, biz sadece bunların en romantik olanlarını okuyabiliriz tanıtım metinlerinde.Bu bağlamda courmain değil tonka fasulyesi olarak yazılmasının sebebi, algımızda doğal ve gizemli bir bitkiye referans yaptırmak içindir.
Aynı şekilde bu tip tanıtım metinlerinde bize yasemin olarak sunulan da yasemin değil, onun karakteristik kokusunu veren indole, hedione veya benzyl acetate, benzylacohol veya benzylhenzoate’tır. Yani bir tanıtım metninde size “gecelerin kraliçesi nefis ve eşsiz yaseminlerin gizemli ve erotik kokusu” deniyorsa, siz bunu “Benzyl acetate’ ı basmışlar içine abisi,” anlayabilirsiniz. Keza size gül ağacı denmişse, bilin ki o aslında linalool veya ne bileyim, ethyl linalool’dür. Greyfurt denmişse bu methyl pamplemousse veya dimethyloctanone’dur.
Sadece doğalların ayrıştırılmış izolatlarında veya sentetik taklitlerinde değil, doğal malzemenin kendisinin sunumunda da böyle seçici davranılır ve bunun tek sebebi bizlerin algısında yaratılmak istenen büyülü atmosferle ilgilidir. Havuç, kereviz kökü veya domates yaprağı mesela, pek çok parfümün içinde yapay da olsa kullanılmalarına rağmen, formül listesi içinden tanıtım metnine girecek kısıtlı sayıdaki maddeler arasına alınmazlar ve yerlerine daha çok çiçekler yani gül, yasemin, iris veya mesela sümbül falan girer. Neden? Çünkü süreç içinde algımızın vardığı yerde gül kerevizden, yasemin havuçtan, sümbül de domatesten çok daha romantiktir. Hikâyeleri daha buğuludur ve fantastiktir.
Her fougére parfüm formülünde, bu sadığım temel notalar parfümörün estetik veya ekonomik yaklaşımına göre değişen oranlarda yer alırlar. Zaten aslında parfüm demek, basitçe oran bilgisinin burnunuza yansıması demektir. Coumarin, meşe yosunu, lavanta ve diğerlerine ilave olarak birtakım bitki ve çiçek notaları da az miktarda eklenerek birbirinden farklı, ancak aynı koku ailesi içinde yer alan binlerce değişik parfüm ortaya çıkarılabilir. Bu ayar verici ilave aromatik bitkiler fesleğen, biberiye, okaliptüs veya tüylü ada çayı filan olabilirler. Fougére akorunun vazgeçilmezi olan lavantaya bunları ilave ettiğinizde, hafif baharatlı ve kâfurumsu bir havaya ulaşırsanız ve olayı maskülenleştiren de esas bunlardır.

Sf: 70
Yeşil renkte dallar üzerinde hayata başlayan vanilya çubukları, doğal süreçleri içinde giderek koyu kahve bir renge dönüşüyor. Toplandıktan sonra en az altı aylık bir fermantasyon süreci geçiriyorlar ve bu süreçte üzerlerinde kristaller oluşmaya başlıyor. Fine Grade denen en yüksek değerdeki vanilya için bu süre 18 ila 24 ay arasında değişiyor. Bu kristaller işlenerek parfümlerin içinde kullanılacak hale getiriliyor.
Belirgin, tatlı/baharatlı aroması, vanilyayı hem parfüm hem gıda endüstrisinin vazgeçilmezleri arasına sokmuştur. Başta hoş bir fantezi olarak parfümlerde yer almasına rağmen, özellikle François Coty’nin L’Aimant isimli parfümünden sonra bir daha çıkmamak üzere standart bazı noktalar arasına giriyor. Öyle ki piyasadaki parfümlerin yaklaşık yüzde 25’inde vanilya kokusu vardır.

Sf: 71
Jacques bir Fransız isimle, Baccarat kristalleriyle uzun süreli bir işbirliğine giriyor ve Champs Elysée (1904) isimli parfüm için gereken şişe, Baccarat tarafından tasarlanıyor. Guerlain’le beraber dönemin bir başka ünlü marka sahibi ve parfümörü François Coty’nin de enerjisini sunum olayına yoğunlaştırmasıyla beraber artık sadece kokunun değil, şişenin de satın alma kararında etkili olduğu gerçeği, bütün parfüm endüstrisi tarafından benimsenmeye başlıyor. Bu durum aslında evrile evrile günümüzde bazen kokuyu ikinci plana itip bir şişe ve isme parfüm uydurmaya kadar varacak bir yolun başlangıcı oluyor. Bu cümlenin en belirgin açıklaması Thierry Mugler I Angel parfüm projesinde önce şişe ve isim ortaya çıkmış, koku daha sonraya bırakılmıştır. Tek örnek Angel değil ve günümüzde önce şişe, sonra isim, en son da koku oluşturularak satışa çıkan pek çok ünlü marka ve parfüm var.

Sf: 77
Daha önce başka parfümlerde de meyve notalarını vermek için kullanılmasına rağmen, bir chypre akoru içine bu kadar etkili yerleştirilmesi ‘aslında Jacques’ın şansı. Neden? Efendim, rivayete göre, kendisine bu yeni molekülün numunesi sunulduğunda, hem maddenin kendisine, hem de yoğun kokusuna fazla alışık olmadığından formül içine ölçüyü hayli kaçırarak, söylentiye göre o dönem alışkanlıklarının on katı kadar koymuş. Bu cahil tesadüf  de, yapmaya çalıştığı chypre akorunun güçlü ve eşsiz bir şeftali kokusu almasına neden olmuştur. Bunların hepsi rivayet tabii ve parfüm dünyası böyle “beklenmedik hata” efsanelerini çok sever.
Aldehit nedir?
Aldehitler, hafiften sütlü, yağlı ve güçlü moleküllerdir. Örneğin bir portakal soyduğunuzda ve kabuğunu ilk açtığınızda burnunuza patlayan çarpıcı koku, aslında soluduğunuz aldehit molekülleridir. Aldehitler, Chanel No.5 gibi pek çok parfümde kullanılmıştır ama oralarda kullanılanlar C-10, C-12 gibi aldehitlerdir.
Aç parantez: İlk aldehit kullanan parfümün Chanel No.5  olduğu tamamen bir pazarlama efsanesidir. İlk bilinen aldehitli parfüm, 1905’te çıkan, Réve d’Or, yani “Altın Rüya” isimli parfümdür. Kapa parantez.
Meyve Notasının İmkânsızlığı
Genel olarak narenciyeler gibi çok az istisna dışında, parfümlerde kullanılan meyve notaları yapaydır, zira bunları meyvelerin doğal hallerinden elde etmek imkânsızdır.
Bu  imkânsızlığın iki nedeni var.
Ya meyvedeki uçuğu yağ oranı, işlenme maliyetini karşılayamayacak kadar az, 
Veya meyvenin yağ elde etmek için gerekli işlemlere dayanamayacak kadar zayıf bir bünyesinin olması.
Bu sebeplerden ötürü parfümlere meyve notası ilave edilirken, meyvenin yaydığı kokuya yakın izlenim veren ve bir anlamda kendi içinde küçük bir parfüm diyebileceğimiz yapay akorlar kullanılır. 
Mesele aynen taklit etmek değil de sadece izlenim vermek olunca işler çok da zor değildir; fructone’la benzly acetate’ı getirirsiniz bir araya, olur size dalından yeni koparılmış kütür kütür bir kırmızı elma kokusu.

Sf: 80
Önemli bir ayrıntı: Gül ve yaseminin kokulu yağları (gülün genelde öz yağı, yaseminin ise abzolüsü), doğal veya yapay olarak, çeşitli koku üreticisi şirketler tarafından parfüm dünyasına muhtelif formüllerde kullanılmak üzere satışa sunulurlar. Bunun iki istinası vardır: Guerlain ve Chanel. Bu iki firma ve marka, kendi yasemin tarlaları ve işletme tesislerine sahiptirler. Ancak bu çok önemli ayrıcalık, onların da maliyet endişesiyle parfüm formüllerini yapay moleküllerle desteklemedikleri anlamına elbette gelmiyor.
Mitsouko’nun lansman yılının 1919, yani I. Dünya Savaşı’nın sonunda olduğunu söylemiştim. Savaş öncesi hanımefendilerin ayrı bir dünyaları var ve erkeklerle rekabet etmek gibi bir durumları yok. Dişilik ve yumuşaklık bekleniyor onlardan erkek dünyasında. Ancak savaş koşulları kuşkusuz çok şeyi değiştiriyor. Misal, erkekler cephedeyken hanımefendiler pantolon giymek durumunda kalıyorlar, zira cephe gerisinde pek çok ağır iş onların omuzlarına yükleniyor. Buna bağlı olarak, kendilerine yönelik algıları ve güven duygularının gelişmesi de beraber geliyor. Çiçeksi veya çiçeksi oryantal parfümlere göre daha taze ve güçlü havası olan Mitsouko gibi parfümler, bu yeni ve cesur kadın kimliği tanımının tam ortasına oturuyor.

Sf: 81
Mitsouko bahsini kapamadan önce, gene Jicky’de yaptığımız gibi biraz magazine girelim ve Mitsouko kullanan ürünlerden bazılarını sıralayalım: Charlie Chaplin, Ingrid Bergman, Jean Harlow, Anaïs Nin, Diaghilev, Prenses Diana ve Ava Gardner.



Sf: 83
Parfümler ve Cinsel Çekim
Kimi kez duygularımızı coşturan, kimi kez başımızı döndüren, kimi kez de geçmiş bir aşka ilişkin anılarımızı yeniden canlandıran nedir? Muhtemelen, kokudur. Çünkü beş duyu içinde duygularımıza ilişkin her şeyi en kuvvetli ezberleyen duyumuz, koku alma duyumuz. Bunda olağan dışı bir şey aramak da gerekmiyor, çünkü genetik olarak programlanmamız bu şekilde gerçekleşiyor.
Burnumuzun üst kısmındaki koku reseptörlerimize yanaşan her koku, limbik sistem denen, beynin en ilkel bölgelerinden birini harekete geçiriyor, haz almaya veya reddetmeye dair saf bir biyolojik reaksiyonu tetikliyor. İçgüdüsel olarak neden veya kimden uzak durmamız gerektiğine ilişkin bu yetimiz, tarihin başından beri bize sadece hayatta kalmayı değil, karşı cinsten gelen ve türün devamını sağlayacak kokusal mesajları da algılamamızı sağlıyor. Bunu hissediyoruz ama bilincinde olmuyoruz.  
Koku söz konusu olduğunda daha büyülü bir dünyaya inanıyoruz ve bu inandığımız büyülü dünyanın içinde kendimiz için belirlediğimiz rollerin, davranışların,, biyolojik neden veya arka planlarını elimizin tersiyle iterek, hoş flört ve baştan çıkarma oyunları oynuyoruz. Baştan çıkartmanın gücünü arttırmak için vücudumuzun kokularını doğadan ödünç aldığımız başka kokularla süslüyor veya gene vücudumuzun hoş olmadığına inandığımız kokularını, gene onlarla maskelemeye çalışıyoruz. Bu çoğunlukla çiçekler, baharat, reçineler, ağaçlar, yosunlar ve köklerle yapmaya çalışıyoruz. Saydıklarımın hepsi -veya neredeyse hepsi- bu nedenle parfüm tasarımcılarının kokusal arayışlarının gözde hedefleri oluyor.

Sf: 84
“Bir erkeği veya bir kadını baştan çıkaracak bir koku veya parfüm hangisidir?” sorusu, parfümörlerin veya koku dünyasıyla yakından ilgilenenlerin çok sık karşılaştığı bir soru. Koku tercihlerinin çok öznel ve kişisel oluğunu kabullenerek, herkes için ve her koşulda bu çekimi sağlayacak sihirli bir iksirin varlığını aramak, boşa vakit kaybından başka bir şey değil aslında. ” Parfüm sizin model kişiliğinizin, olamadığınız ve olmak istediğinizin bir yansımasıdır. ve belki de bu nedenle önce kendi kendinizi baştan çıkarmak amacıyla sürülmeli. Geri kalan her şey zaten kendiliğinden bunu takip ediyor. Coco Chanel’in bir sözü vardır: “Dünyadaki en iyi renk, size en çok yakışan renktir.” Aynı mantığı kokular için de düşünebiliriz; en baştan çıkarıcı parfüm, sizde en iyi kokan, daha doğru bir tanımla kokusunun içinde kendinizi en rahat hissettiğiniz parfümdür.

Sf: 85
Denir ki “Taze çiçeksi kokular, bahar ve yaz aylarında kullanılmalıdır”. Bilakis, tam tersi de olasıdır ve soğuk bir kış gününde bize baharın o ılık tazeliğini hatırlatacak kokular, bizi çok daha iyi bir ruh haline sokabilir. Yaşınız çok gençse, meyveli ve daha hafif kokular kullanılması önerilir, oysa bu aslında sizin kişiliğinize müdahaleden başka bir şey değildir. Yirmi yaşındaysanız ama sizden beklendiği gibi meyveli değil de oryantal kokulardan hoşlanıyorsanız, kimin haddine düşer ki bunları size yasaklamak?     Aslında bugün satılan parfümlerin çoğunu birbirinden ayıramıyorsak veya bir restoranda yan masa komşumuz gibi kokuyorsak, bu biraz da onların suçu değil mi? Biraz daha geri çekilip bakmayı başarabilirsek aslında görürüz ki, bu tip müdahaleler bizleri tek tip olmaya doğru götürür. Tek tip bir tüketici kitlesi de o mala dair daha geniş bir üretim hacmi, dolayısıyla daha düşük sabit maliyetler veya daha düşük üretim maliyetleri demektir. Elbette doğal olarak kullandığımız parfümün maliyetinin ucuzlamasının satış fiyatına da yansımasını bekleriz ve bu da belki naif olmasına rağmen çok da kötü sebebini ortadan kaldırmaz mı? Her erkeği ve kadının aslında kendine has tercihleri olduğunu düşünürsek, böyle formüllerle bize dayatılan ve herkesi mutlu edecek kokular kullanmak, bizi karakterimizden uzak, zorlama bir yapıya götürmez mi?

Sf: 86
Koku, bin yıllardır baştan çıkarma depomuzdaki en önemli silahlardan birisi. Kendisi aslen pek de öyle güzel bir kadın sayılmayan Kleopatra’nın sanki çok güzel bir kadınmış gibi yayılmış ününü hepimiz duyarız. Oysa onu farklı yapan, kendinde gördüğü veya varsaydığı eksikliğin üzerine gitmesi, güzelleşme işini neredeyse bir sanat veya bilime dönüştürürcesine ciddi ve bilinçli olarak ele almasıdır. Kendine özel bir laboratuvarı olduğunu biliyoruz Kleopratra’nın. Rahiplerin de yardımıyla burada ürettikleri arasında yağlar ve katı parfümler de var. Bu katı parfümleri, ruj sürer gibi dudaklarına sürdüğü ve bu sayede öpüştüğü âşığına kendinden kokulu bir iz bıraktığı söyleniyor. Dudakların hemen burnun altında yer aldığını düşünürsek, Kleopatra’nın kokulu  mesajı için çok da yanlış bir hedef bölge seçmediğini söyleyebiliriz. Tarsus limanında Marcus Antonius’u karşılarken küçük ama görkemli yelkenlisinin, yelken bezlerini kokulu yağlarla bezemiş ve daha kendi imgesiyle karşılaşmadan zaten bir Romalı olarak güzel kokan şeylere zaafı olan Marcus Antonius’u etkilemeyi başarmıştı Kleopatra. Söylentiye göre, bu karşılamadan sonra misafini bu kez yer döşemesi olarak binlerce gül yaprağının kullanıldığı bir salona davet ederek baştan çıkarıcı darbeler serisine devam eder. Buna benzer onlarca efsane var onunla ve küçük hileleriyle ilgili.

Sf: 87
Afrodizyak kelimesinin kökeni de zaten Afrodit’in isminden gelir. Afrodit’in Paris’e Truvalı Helen için özel bir parfüm reçetesi yazdığı, Phaon’a ise lezbiyen şair Sappho’yu bile kendisine âşık edecek bir koku hediye ettiği, gene Yunun mitolojisinde kokuyla ilgili dikkat çekici hikâyeler arasında. Hatta tanrıların tanrısı Zeus’un bile özellikle tatlı kokulara düşkünlüğünden, Hera’nın da onu ağına düşürmek için buluşmadan önce çıplak vücudunu kokulu yağlarla ovduğundan söz edilir.

Sf: 89
Profesör Castellus bunları 1688’de yazmış ama tabii bu iş yazmakla olacak kadar kolay değil. Bir kere bırakalım hani aromaterapik olarak bunun doğru olup olamayacağını, civet gerçekte feci kokan bir şey. Yani dışkıların en dışkısı gibi bir kokusu var. “Parfümeride çok kullanılıyor” dedik ama bu kullanımın oranı çok düşük. Yüzde 1’e kadar seyreltilmiş civet yağı, bu seyrelmiş haliyle bir parfüm içinde gene yüzde 1’den yüksek kullanılamaz, kullanılırsa onu sürenin etrafındaki herkes kaçar. Hadi, o dönem algıları bu dışkı kokusunu hoş bir koku olarak kabul ediyormuş desek bile, bu sefer az önceki alıntımızın son bölümünde yer alan “başka bir kadınla ilişki yaşanmak istendiğinde penisin ucuna civet sürerek beklenmedik anlarda kullanmalı” cümlesindeki “beklenmedik anlarda kullanmalı” tanımını nasıl yorumlamalıyız, çok merak ediyorum.

Sf: 99
Bir orkide türü olan vanilya (Vanilya planifolia)

Sf: 100
Koku tekniği açısından üst ve baz noktaların oldukça güçlü hissedildiği, kalp notaların ise bunların arasında kaybolduğu ilginç bir organik yapısı var Shalimar’ın. Sert kokulu içerik maddelerinin bu denli yumuşatılarak yuvarlanması, Jacques Guerlain’in tecrübe ve yeteneğinin de bir kanıtı aynı zamanda. Keskin narenciyelerin yumuşak balzamlar ve reçineli baz notaların kokusuyla beraber uygun ölçülerde kullanılması, hem armoni yaratmış hem de çabuk uçan küçük moleküller olan narenciyelerin tende kalma süresini nispeten uzatmış. Chanel No,5’in parfümörü Ernest Beaux’huh söylediği ve Luca Turin’in kitabına okuduğum, “Ben vanilya kullanınca Créme Brulée tatlısı gibi kokuyor, Jacques GUerlain vanilya kullandığındaysa ortaya Shalimar çıkıyor” sözü çok sık rastlanan bir sözdür.
“1921’de üretilmesine rağmen lansman için 1925’teki fuar beklendi” demiştik. Gösterilen sabır işe yarıyor ve fuarda yapılan yarışmada Shalimar uzak ara birinciliği kazanıyor. Bunda belki Raymond’un da jüri üyeleri arasında olmasının bir nebze etkisi olmuş olabilir, ancak eğer birincilik sırf bundan dolayı, yani torpille olsaydı, herhalde bugün hâlâ Shalimar şişelerini koku butiklerinde görüyor olmazdık.
İlginç bir pazar yapısı da var Shalimar’ın, çünkü her nedense Fransızlar değil Amerikalılar tarafından daha çok tercih edilen bir koku oluyor başlangıçta. Hatta Amerika’da pek çok kişi Guerlain’i değil, Shalimarı’ı marka zannediyor uzun süre. II. Dünya Savaşı sonunda Paris’e giren Amerikan askerlerinin, Champs Elysées Caddesi 68 numaradaki Guarlain butiği önünde uzun kuyruklar oluşturarak evlerine bir şişe Shalimar götürme çabalarının siyah-beyaz fotoğrafları pek çok dergide yer alıyor. Efendim, âdet olduğu üzere, magazin bölümümüzde de Shalimar kullanan ünlülerden bazılarını sayalım: Gina Lolobrigida, Joan Collins, Rita Hayworth, Shirley McLaine, Jane Birkin, Merly Streep, Ornella Muti, Dianne Worwick, Keith Richards, Kate Moss…

Sf: 107
“Guerlinade Geleneği” Nedir?
Neredeyse tüm Guerlain parfümlerinde dip katmanda ağırlıklı olarak vanilya ve tonka fasulyesi açılışlarda, yani üst notalarda da hep yoğun bir bergamot kokusu oluyor. Bu anlamda her Guerlain parfümü birbirinden farklı olmasına rağmen, onları tanınır kılan imza benzeri ortak bir koku akoruna, kokusal bir DNA’ya sahip. İşte bu kokusal geleneğe de “Guerlinade” ismi veriliyor.
Ayrıca genelinde hafif baharatlı, tatlı, şekerimsi bir hava var ve bunu Jacques Guerlain’in bir dönem aşçılık da yapmış olmasına, Jean-Paul’ün de gene yemek yapmayı çok ciddi bir şekilde ele alan bir gurme olmasına (hayatını anlattığı Les Routes de mes Parfums isimli kitabın son bölümleri tamamen mutfak maceralarına ayrılmış durumda), bu nedenle lezzetlere ilişkin kokuları iyi bilmelerine bağlayanlar da mevcut.
Hatta başarının sırrının, yemekler ve tatlılar dahi, doğal ev havasının parfümlerin içine emdirilmesinden kaynaklandığını iddia ediyor pek çok uzman. Örneğin Aprés L’Ondée ve L’Heure Bleue’de bu tatlı hamur işi ve yoğun badem aromaları hissediliyor. Zaten bu parfümler birbirini takip eden parfümler ve ikincisi, L’Heure Bleue, kimi yoruma göre ilkinin daha hafif ve daha az melankolik versiyonu.

Sf: 108
Thierry Wasser’e göre, o dönem için hâlâ danışmanlık aldığı ve Guerlain koku geleneğini beraber çalışarak öğrendiği Jean Paul Guerlain, koku dünyasının Indiana Jones’u gibidir. Aslında bütün eski kuşak parfümörlerde böyle bir maceracı durum vardır, çünkü özellikle doğal esans yağları için dünyanın dört bir tarafını dolaşıp akla gelmedik köşe bucak memleketlere giderler. Yani masada oturup, “ben gül yağı istiyorum” demekle olmaz bu iş. İşin kaynağına gidilir, hasat incelenir, geçmiş hasatla karşılaştırılır ve öyle satın alma yapılır. Belki de bu nedenle eski kuşak parfümörlerde kadın parfümör sayısı çok azdır, zira gerçekten ayağına jungle botlarını geçirip Hindistan’dan Brezilya’ya, Madagaskar’dan Sicilya dağlarına nerede koku varsa, farklıyı bulabilmek adına iz sürmek gerekmektedir.

Sf: 109
Bu seyahatlerde ulaşılan malzeme riskliyse, içinde çok bileşen varsa, biraz daha zordur. Çünkü mevsim, iklim, çevre koşulları gibi etkenler aynı doğal esans yağında bile yıldan yıla değişik kokulara sebep olabilir. Bunun için, mesela gül için diyelim, Guerlain geleneğinin bulduğu çözüm, değişik kaynaklardan gelen gül yağlarından bir harman yaparak her yıl bu harmanı parfümlerde kullanmak, böylece tekil değişimlerin önünü harman içinde eriterek bir nebze de olsa almaktır.



Sf: 110
“GELENEK VE YENİLİK”
Evet, 180 yıl önce sabunculukla başlayan ve sektörün duayeni haline gelen Guerlain’de bugün artık kaptan köşkünde kokuların yaratıcıları değil, hisselerin sahipleri oturuyor. Diğer parfümlerin markaları gibi Guerlain de, yeni koku ihtiyacı duyduğunda bunun için konkurlar açıyor ve teklifler alıyor. Artık bir oryantal gizeme duyulan aşk uğruna yaratılmış parfümlerin yerine tüketici profilleri ve analizleri sonucu piyasa ihtiyaçlarına ve pazar boşluklarına göre üretilen kokular alıyor.



Sf: 113
Marka ne, moda ne?
Dikkat etmişsinizdir, raflardaki parfümlerin neredeyse yüzde 90’ı bir modacı markasıyla çıkıyor karşımıza. O zaman moda nedir, marka nedir ve neden var olur, kısaca göz atalım.
Efendim, bütün gün çalışıyorsunuz, o çalışmayı yapabilmek için de belki evde geçirdiğiniz uyanık süreden fazlasını yolda geçiriyorsunuz. Sonra bu alın terinizin karşılığı olan paranın, ücret, maaş veya kârınızın bir bölümünü, çekinmeden ve hatta mutluluk duyarak, sizin için hayati önemi olmayan, yani biyolojik olarak varlığınızı sürdürmeniz ile ilgili olmayan bir ürünü verebiliyorsunuz. Neden? Çünkü buna ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsunuz. Hatta bazen yaşamsal işlevi olmayan ürünün iki benzerinden bir tanesine daha fazlasına para ödemeye bile razı oluyorsunuz, zira onun üzerinde bir marka var ve o marka bize bilinçli olarak tanımlayamayacağımız birtakım mesajlar gönderiyor. Biz de belki daha ucuzu mevcutken pahalı ürüne sırf belli bir markayı taşıyor diye iç huzuruyla paracıkları sayı veriyoruz. 
Aslında çoğu zaman parayı verirken bu işin sadece bir rüyanın peşine düşmek olduğunu belli belirsiz fark ediyoruz ama gene de  kendimizi engelleyemiyoruz. Peki, bunun günahı sadece ve sadece pazarlama dünyasına mı ait? Sanmıyorum, çünkü temel olarak pazarlama sizin bir ihtiyacınızın karşılanması temeli üzerine kuruludur. Siz, ihtiyacınızı karşılamak için önünüze sunulan seçeneklerden birine karar verirken, işte pazarlamanın büyülü dünyası o zaman devreye giriverir ve eğer başarılı kurgulanmışsa, siz “a” değil “b” ürününü, sizin ihtiyacınızı daha makul karşılayacağına karar verip o yönde bir satın alma tercihi yaparsınız. Bu, dediğim gibi, ihtiyacınız olan ürünler için geçerli bir durum. Oysa oldukça geniş bir tüketim kategorisi var ki “ihtiyaç duymak” kavramının oldukça uzağında yer alıyor: Moda.

Sf: 114
“Moda, çok basit bir tanımla aslında olmayan bir ihtiyacın var gibi algılanması demek. Bu anlamda klasik pazarlama, ihtiyaca cevap seçenekleri arasında boğuşurken, moda bundan ayrılıp, önce arzudan yola çıkarak olmayan bir ihtiyaç yaratıp bize benimsetiyor, sonra da o kuvvetle muhtaç olduğumuzu sandığımız moda malını “aha” bak sende tam bunu arıyordun!” diye önümüze atıveriyor.”

Sf: 116
Markalamanın, damgalamanın, görsel bir belirteçle ürünün veya malın diğerlerinden ayrıştırılmasının tarihi 5000 sene öncesine gider…
Peki, bütün bunların sebebi ne? Bütün bunların sebebi, yani bir ürünün diğerinden bariz bir şekilde ayırt edilebilmesini sağlamanın sebebi, kalite garantisi, dürüstlük, imalatçısı veya sahibinin kimliğini belli etmek, üreticiye belirli bir sorumluluk yükleyebilmek ve belkide en önemlisi, ürün ile kullanıcı arasında duygusal ve sürekli bir bağ kurabilmek çabası. İlginç bir şekilde 5000 yıl sonrasında bugün bile aynı motiflerin belki biraz naif bir düşünce olmasına rağmen hâlâ geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Sf: 117
“O halde,” diyor muhteremler, ” madem marka ile tüketici iletişim kurabiliyor biz bu markaya bir kimlik oturtalım ki mesajlarımız esas hedeflediğimiz kitleye yönelik olsun ve lüzumsuz kişilere seslenerek ve paralar akıtarak boşuna nefes tüketmeyelim.”

Sf: 119
Worth’ün önce Londra, sonra Paris’te devam eden yaşamı, anlattığım gibi ilk moda tasarımcısı, yani “designer” olarak anılmasına yol açıyor. Worth, evvelen müşterilerinin tercihlerini yerine getiren bir hizmetkâr olmamasıyla ayrışıyor diğer terzilerden.
Worth, sadece konsept dayatmak ve kabul ettirmekle kalmıyor, aynı zamanda cin gibi de bir pazarlama zekâsına sahip. Neden böyle diyorum? Çünkü o güne kadar elbise örnekleri müşterilere ağaçtan mankenler veya tahta büstler üzerinde gösteriliyor iken Charles Worth, müşterini önce rahat bir koltuğa oturtuyor, sonra içeri buyuk ettiği ve dublör ismini verdiği çekici genç hanımlara elbiseleri giydirip yürüterek küçük bir şov (“catwalk”) yaptırıyor.
Böylece hem genç ve uygun fizikli hanımlar üzerinde -haliyle- hoş görünen tasarımlarla müşteriyi tavlıyor, hem de moda dünyasına ilk kez “canlı manken” diye bir kavramı kazandırmış oluyor. İstediğini satabileceğini bilmenin avantajıyla da elbiseler  için gerekli pek çok malzemeyi tek elden ve önceden üretip kendine büyük bir maliyet avantajı sağlıyor. Ha, söylemeden geçmeyeyim; o güne kadar eline kumaşı alan ve iyi bir terzi bulan müşteri, elbiseyi diktirdiğinde genelde yakanın arka kısmına kendi işleterek elbisesini kişiselleştiriyor. Ne var ki bizim Worth Bey’de  böyle bir durum yok. Bilakis o, diktiği elbisenin etiketine kendi ismini işliyor ve bunu yaparak da tasarımcı etiketi (“designer label”) denen kavramı doğurmuş oluyor.
Giysi üzerindeki etiketlerde (label) tasarımcı isminin yer alması akımının başlangıcı Worth.

Sf: 120
Worth’den sonra sahne ışıklarının üzerine çevrildiğini gördüğümüz Paul Poiret, çok aşina olduğunuz bir isim değil belki ama parfüm dünyası için ayrı bir önemi var bu muhteremin Hem tasarımlarındaki farklı ayrıntılar (ilk kez şalvar şeklinde de olsa kadınlara pantolon giydirmesi, etekleri bilek hizasına yükseltmesi, yakaları “V” şeklinde oyarak dekolteyi başlatması vs.), hem de kızlarına düşkünlüğünün bize yansıyan bazı sonuçları nedeniyle. İki kızı var Poiret’nin, Martine ve Rosine. Meşhur olup da ali para görünce, hatta elinin ötesinde para neredeyse her tarafından fışkıracak hale gelince Paul Poiret, 1911 yılında Martine ve Rosine için iki ayrı şirket kuruyor.

Sf: 123
Her şey iyi hoş da, bugün gidip saydığım isimlere veya benzerlerine ait, yani lüks bir moda markasını taşıyan ir giysi almak isteseniz, nasıl bir durumla karşılaşırsınız? Ben size söyleyelim, en ufak bir parça dahi 1.000 Euro’nun üzerinde bir bedel ödemeniz gerekir, o markanın kullanıcısı olabilmeniz için. Hatta eğer fular falan değil de gerçekten “giyilecek” bir ürün almak isterseniz, indirimde bile 1.000 Euro’ya kıyafet bulamazsınız. Eh, bunu da yapabilecek insanların sayısı, gün geçtikçe tepeye doğru daralan servet piramidinden dolayı pek fazla olmadığından, lüks modacıların da daha çok ve dolayısıyla daha vasat müşterilere, o müşterilerin de marka kullanıcısı olabilmek için gene o modacıların markasını taşıyan daha alınabilir fiyatta ürünlere ihtiyacı vardır.

Sf: 124
Nedir peki pahalı giysilerle aynı marka taşımasına rağmen daha alınabilir fiyatta olan ürünler? Çanta, gözlük ve parfüm. Kimse boşu boşuna baute coture, prét-a porter falan diye işkembe-i kübra’dan sallamasın, çok net söylüyorum: bu saydığım üç ürün grubu olmasa, lüks sınıfındaki hiçbir moda markası hayatını sürdüremez.
Kütür kütür…
Moda dünyasında temel olarak üç şekilde tasarım ve üretim yapılıyor. “Yüksek terzilik” anlamına gelen haute couture, “hazır giyim” anlamına gelen  prét-a porter ve “kitle pazarı” tabir edilen, bizim gibi garibanların alışveriş ettiği, her cadde veya alışveriş merkezinde mevcut konfeksiyon markalarının ürünleri. Üçüncüsü zaten günlük hayatımızın içinde – diğer ikisine bir göz atalım
İlki, isminden de anlaşılabileceği gibi, müşterinin ölçülerine göre, becerikli ellerce özel olarak dikiliyor, seçkin kumaşlardan ve kumaş üzeri uygulamalardan (aplike) oluşuyor. Hem malzemesi özel olduğu hem de tek tek elle dikildiğinden oldukça pahalı ürünler. Dünya üzerinde gerçek anlamda hute couture müşterisi sayısının 300 civarında olduğu söyleniyor. Bu giysiler, moda tasarımcılarının butiklerinde raf veya askılarda yer almıyor, kişiye özeller. Modayı tema edinen TV kanallarındaki defilelerde görebileceğimiz bu koleksiyonların daha çok “şov” amacıyla üretildiği ve satıştan ziyade tasarımcının ününe katkı yapmasının beklendiği bilinen bir gerçek.
Ne var ki kısaca couture de denen bu giysileri her terziliğine güvenen, eli iğne iplik tutan üretemiyor, üretebilse bile bu ismi kullanamıyor. Kanunen bu lisansa sahip olabilmenin koşulları var ve onay mercii de Fransa Sanayi Bakanlığı’na bağlı Chambre Sydicale de la Haute Couture. Fransa’da şu an, Paris’te bir atölye sahibi olmak en az 15 terzi çalıştırmak, her sezon medyaya (ilkbahar/yaz ve sonbahar/kış) en az 35 yeni modeli sunmak vs. gibi koşulları yerine getirerek resmen onay almış sadece 14, Fransa dışındaysa dört adet couturier mevcut. Ayrıca beş marka da sadece mücevher üretimine özel olarak lisanslandırılmış durumda. Müşteri azlığından, Christian Locroix veya Thierry Mugler gibi pek çok modacı, zaman içinde oldukça masraflı olan bu kulvarı terk etmiş durumda.

Sf: 125
Dünyanın en çok hautte couture giysisine sahip insanı, Lübnan asıllı 1957 doğumlu Mona Ayoub isimli bir hanımefendi. Kralın danışmanı olan Suudi eşinden, 18 yıllık bir evlilik sonrası boşanan, emlak ve borsa zengini bu muhterem, cümlenin tam anlamıyla “bir giydiğini bir daha giymiyor”. Her couturier’de yokluğunda dikim yapılabilmesi için, tam beden ölçülerine uygun bir tahta mankeni mevcut olan hanımefendinin gardrobunda (!?) 10 binden fazla haute couture giysi mevcut.
Prét-a porter ise çoğumuzun ismine aşina olduğu tasarımcıların butiklerinde yer alan, daha geniş kitleleri hedefleyen ve standart bedenlerde dikilmiş ürünlerden oluşuyor. neredeyse istisnasız her moda tasarımcısının prét-a porter koleksiyonu mevcut, zira lisansla verilen ürünler dışında giysi satışından elde edilen gelir esas olarak bu kulvardan geliyor. seri üretildikleri ve malzeme seçiminde “inanılmaz” özellikler aranmadığı için de, maliyet ve satış fiyatları couture giysilere oranla – görece – daha ulaşılabilir dilimlerde. Ancak gene de bu giysileri kitle pazarına hitap eden herhangi bir konfeksiyon mağazasının giysileriyle karıştırmayın lütfen; haute couture kadar olmasa da, gene belli bir kalitenin üzerindeki malzemeden üretiliyorlar ve belki de daha önemlisi, moda tasarımcılarının imzalarını taşıyorlar.
Bu anlamda  prét-a porter için, “kitle pazarı ile haute couter arasındaki köprüdür” tanımlaması yapılıyor. Biz garibanlar hâlâ üçüncü köprüyle uğraşaduralım, daha ne köprüler var, görüyorsunuz.
Ha, “Nereden başlamış bu  prét-a porter olayı?” derseniz, tabii ki önce erkeklerden, yani askerî üniformalardan!
MARKA, LÜKS, PARFÜM
Dünya lüks ürün tüketimi yaklaşık 90 milyar USD civarında dolaşıyor ve bu rakamın yüzde 37’sini tek başına parfüm ve kozmetikler oluşturuyor. Geri kalanların içinden çantaları ve gözlükleri çıkarın, emin olun elde kalacak rakam, bu markaların değil yıllık, bir aylık giderlerini bile zor karşılar Bu da ne demek? Parfümler, lüks tüketim markalarının biz gariban halk nezdinde ki ara yüzleridir. Daha da iddialı söyleyelim: parfümler, moda markası tüketicisi olmanın ilk adımı, yolun başlangıcı ve tanışma ânıdır, epifanisidir.



Sf: 127
Hollywood ve Parfüm
Denzel Washington’a Oscar töreninde giymesi için Armani tarafından verilmiş bir smokinin gece mavisi rengi, Black Code parfümünün (sonradan ismi Armani Code olarak değiştirilen parfümün) ilham kaynağı nasıl olabilir? Hollywood yıldızlarının Oscar törenlerine kimin tasarımı bir elbiseyle katılacağı tamamen ve çok kanlı bir pazarlama savaşı sonunda belirleniyor. Tahmin edebileceğiniz gibi, hiçbir yıldız o elbiseyi bedava giyip kırmızı halı üzerinde ekranlara ve milyonlarca tüketicinin gözleri önüne taşmıyor. Tasarımcılar bir gecelik smokin veya tuvalet giyinme bedeli olarak ciddi paralar bayıyor bu sinema sanatçılarına.
Sadece Oscar değil, filmlerin içine ürün yerleştirmesi de ayrı ve ciddi bir iş moda markaları için. Bu işin de en saldırgan takipçilerinden biri Giorgio Armani. 80’lerde Armani markasının Amerikan tüketicileri tarafından tanınması, markanın Richard Gere’ın American Gigolo isimli filmde giydiği kıyafetlere sponsorluk etmesi sayesinde oluyor. Filmi izlemiş olanlar, bazı sahnelerde Richard Gere’ın gömleklerinde Armanı markasının net olarak göründüğü de hatırlayacaktır.
İşte aynı Armani, Jodie Foster, Cate Balnchett, Michelle Pfeifer, Reese Witherspoon, Denzel Washington gibi isimlerin de Oscar töreni giysilerinin sponsoru ve bu törenlerin birinde Denzel Washington’ın gece mavisi smokini, yeni çıkacak koku için ilham kaynağı olarak seçiliyor.
Sonra başlanıyor isim bulmaya: “Tören” anlamına gelen “ceremony”, “smokin” veya “ciddi kıyafet anlamına gelen “black tie”, “bağlayıcı kıyafet tarzı” veya “davet edilen yerde giyilmesi istenen giysi tarzı” anlamına gelen “dress code” kelimeleri üzerinde duruluyor. Bu kelimelerin bazıları, her lisanda aynı etkiyi yaratmadıklarından bir ara işler tıkanıyor ama sonra ellerindeki desteyi bir karıştırıveriyorlar ve “black tie”ın “black”i ile “dress code”unu yan yana getirerek daha önce duyulmamış bir ismi, “black code” ismini oluşturuveriyorlar.

Sf: 133
Sanat, kaçınılmaz olarak form ve yapıya dayanır. Monet’nin bir resmine bakarken veya Mozart’ın bir senfonisini dinlerken aldığımı keyif, aslında ressam veya bestecinin fikirlerini hangi yapısal tercih etrafında şekillendirdiğinden kaynaklanıyor. Bu  yapısal varlıkların nasıl çalıştığını veya nasıl oluştuğunu bilmemiz gerekmiyor, var olmaları bizim için yeterli haz ve tatmin kaynağı. Başarılı bir yapı bir kez keşfedildi mi, kendinden sonra gelen pek çok türevine de ilham kaynağı oluyor ve illa yaratıcısının tekelinde kalmıyor. Bazen, boynuz kulağı geçer misali, böyle bir başarının türevleri, ün ve beğeni konusunda ilk olanın da önüne geçebiliyor. Misal, Joseph Haydn’ı senfonisinin babası olarak biliriz ama bu ondan sonra gelen ve çok başarılı diğer bestecileri görmezden gelmemize veya daha az önemsememize sebep olmaz. Hatta onun öğrencisi olan Beethoven’in tanınırlığı Haydn’dan çok daha fazladır.

Sf: 135
Kısa keselim pozitif ayrıma devam edelim Sophia’nın tasarladığı parfümlerin, erkek meslektaşı Jean Claude Ellena’nınkilerden daha fazla tanıdığı kesin, zaten bu parfümelerin isimlerini sayınca siz de bana hak vereceksiniz, ama dilerseniz Sophia Grojsman’ı daha detaylı tanımayı ileri ki satırlara bırakarak yarattığı yapısal farklılık üzerine konuşalım biraz. Öncelikle çok az sayıda bileşenden oluşan bir ana akor, onun etrafına ufak ufak serpiştirilmiş ve fark yaratan veya belirli işlevleri üstlenen kompliman notaları ve başlangıç kokusu, tende geçirdiği süre içinde fazla evrilmeyen bir parfüm. Bu parfümlere lineer parfümler ismi verildi ve bunun da en önemli örneği, gene Sophia Grojsman’ın Lancorme için tasarladığı Trésor isimli parfüm oldu.
Bu tip lineer parfümler elbette klasiklere göre belirli bir estetik derinlikten yoksunlardı, ancak kokunun neredeyse hep sabit kalması gibi çok önemli bir avantajları vardı. Geleneksel taze kokulu üst notalar neredeyse tamamen kapsam dışındaydı, onların yerine açılışta kısa süreli, ancak kuvvetli patlamalar yapan farklı malzemeler yer alıyordu. Püskürtücüye basılınca ortama salınan ilk koku insanı farklı bir şekilde etkiliyordu, ancak alkolün taşıdığı koku molekülleri ten üzerine konduğunda, üst notaların uçmasını beklemeden parfümün omurgası hakkında fikir sahibi olabiliyordunuz.

Sf: 136
Kısa bir hatırlatma yapayım burada: Klasik bir parfüm, piramidal dediğimiz yapı içinde oluşur. Yani önce bir 15-20 dakika üst notaları duyarsınız, daha sonra parfümün ana karakterini veren kalp notaları gelir. Yani, kalp notaların ortaya çıkışı 15-20 dakikalık izlenim süresinin sonlanmasından sonra olur Bizler parfüm satın alırken maalesef bu sürenin geçmesine hiç mi hiç tahammül edemeyiz ve kapağı açıp bize uzatılan o uzun dikdörtgen kağıda sıktığımızda edindiğimiz o ilk intiba, satın alma kararımızı oluşturur. Hadi yumuşatıcı ve şampuan alıyor olsanız bu yapılan bir nebze doğrudur diyeceğim ama maalesef parfümler için bu geçerli değil. Doğru değilse ama yapılan buysa, endüstri buna nasıl tedbir alır? Olar da açılış sırasında, yani ilk 10-20 dakikası çok etkileyici olan parfümler üreterek tüketicinin bu aceleciliğine karşılık verirler. Siz ilk kokuya kanıp parayı bayılırsınız ama parfümü kullanmaya başladığınızda, odanızda sürünmenizle evden çıkmanız arasında geçen süre sona erip kendinizi sokağa attığınızda, burnunuza gelen kokunun, hiç de o ilk satın alma ânındaki beğeni seviyenize ulaşmadığını görürsünüz.
Lineer parfümlerinin önemi işte bu aşamada kendini belli etti. Kalabalık AVM’lerde, telaşlı department storelarda veya habire uçuş anonsunun işitildiği havaalanı gümrüksüz satış mağazalarındaki vakitsiz/sabırsız/aceleci müşteriler, bu yeni parfüm stili sayesinde satın alacakları parfümün ana karakteri hakkında çok kısa sürede fikir sahibi olabilirdi. Monolitik de diyebileceğimiz bu lineer yapıdaki parfümlere ünlü örnekler vermem gerekirse, bunların başında az önce dediğim gibi Lancôme Trésor’unu, Chopard’un Casmir’ini, Dior’un Dune’unu ve E.Lauder’in Spellbound’unu sayabilirim. Bu saydığım dört isim de 1990-1992 arasında piyasaya sunulmuş parfümler olduğuna göre, Lineer parfüm akımı 90’ların modası olduğunu söylersek, herhalde haksızlık etmemiş oluruz.

Sf: 140
Sadece sürülebilir parfümler değil, tasarım portföyünde yer alanlar, onlarca da sabun ve temizlik sıvısı onun imzasını taşıyor. Başlattığı yapısal devrime uygun olarak bir parfüm için en önemi unsurun kuvvetli bir baz tasarlamak ve sonra da bu bazın etrafını süslemek olduğunu söylüyor. Tasarladığı ve parfümlerinin kalbi haline gelen bazlarda, bazen dört, en fazla da yedi değişik malzeme kullanıyor ve ” İşleri fazla karıştırmak, kokuyu kirletir,” diyor ki bu da temizlik saplantılı Amerikan toplumunun taleplerine “Cuk!” diye oturan bir görüş. Zaten işleri ve içeriği basitleştirmesi, onu diğer mentoru diyebileceğimiz Ernest Shiftain’i gözde belirgin bir konuma getiriyor.
Her ürettiği yeni formülün bir kısmını, sanki mayalar gibi bir sonrakinin içinde besleme notası olarak kullanıyor.  Bu sayede de kronolojik olarak parfümlerinde kendini yenileyen ama karakteristiğini kaybetmeyen belirgin bir kişisel iz bırakarak kokusal bir yürüyüş yapıyor. Üretilmiş bir parfümün, pazarın değişen ihtiyaçlarına göre yeniden elden geçirilmesine ve reformüle edilmesine prensip olarak karşı çıkıyor ve ” Bir tabloyu nasıl revize edemezseniz, parfümü de etmemelisiniz,” diyor.

Sf: 141
Sürekli olarak el çantasında minik şişeler içinde son çalıştığı örnekleri bulunduruyor ve bunları çekinmeden kullanıyor. Aslında bitmemiş çalışmayı dışarı çıkarmak yasak bu tip şirketlerde, ancak söz konusu Sophia Grojsman olunca akan sular duruyor, yasaklar da serbest oluyor. Yves Saint Laurent için Paris isimli parfümü çalıştığı dönemlerde bir gün işten geç vakitte, hava karardığında çıkıyor ve peşinden birisinin geldiğini fark ediyor. “Homeless” tabir edilen ve ABD’de çokça bulunan o sokağı mesken edinmiş işsizlerden biri, alkol banyosu yapmışçasına bir hal içinde peşinden kovalıyor Sophia Grojsman’ı. Eh, tabii o da koşarak kaçmaya başlıyor. Bir yerden sonra peşinden gelen sarhoş bağırmaya başlıyor  Sophia Grojsman’a “Hanımefendi, lütfen kaçmayın. Kötü bir niyetim yok. Parfümünüz çok değişik geldi ve çok beğendim. Sadece bunu söyleme istiyorum!” Bu, üzerinde çalıştığı  Paris için aldığı ilk kompliman Sophia’nın ve hiç unutmadığı bir anı…

Sf: 142
Bu anekdotları bir yana bırakalım ve gelelim, “parfüm dünyasında yapısal bir değişikliğin sebebi olup, lineer parfümler akımını başlatan Trésor’una bu muhterem hanımefendinin. Trésor’un formülünün yüzde 80’i, dört notalık bir akordan oluşuyor. Hepsi de neredeyse eşit miktarlarda, yani her biri yüzde 18 ila 20 aralığında kullanılmış dört sentetik molekül. Misk temsilen Galaxolide, yasemini temsilen Hedione, ağaç notalarını temsilen IsoE, Super ve iris, yani süsen kökünü temsilen de methyl ionone. Parfüm formülünün yüzde 80’ini oluşturan bu dev masif kütlenin etrafında da, Yves Saint Laurent’ın Paris’inde de kullanılan yeşillik, müge ve menekşe notaları, ilave olarak da vanilya ve heliotropin var.

Sf: 143
Özyağ, Karışım, Bileşim derken…
Tarih öncesi insan, yani prehistorik atamız, mağarasından dışarı adım attığımda son derece keskin ve vazgeçilemez bir koku duyusuna sahipti. Kafasında, çevresindeki yiyecek kaynaklarına ve bu kaynaklarla ilgili ayrıntılı bilgiye ilişkin düzenli bir birikim olmadığından, yaşamı için gerekil bu yiyecekleri bulmak için burnuna güvenmekten de başka bir şansı yoktu. Sadece yiyeceğe ulaşarak hayatını devam ettirmek için değil, tıpkı bir köpek gibi koku duyusunu kullanarak çevredeki diğer canlıların varlığını da saptamak ve bu canlıların onun hayatına kastedip etmeyeceklerine ilişkin karalar da vermek zorundaydı.
Ancak bildiğimiz gibi, bu anlattığım manzara binlerce hatta on binlerce yıl öncesine ait. İki ayağı üzerine kalkan modern insanın koku duyusu, diğer duyuları lehine geri çekildi ve yerini başta görsellik olmak üzere diğer dört duyunun hakimiyetine terk etti. İnsan elini ayağını kullanmasını öğrendi, kendine korunma amaçlı ve süreç içinde niteliği gelişen silahlar üretti veya ses tellerini kullanmasını öğrenerek lisanını oluşturdu, bu sayede de düşünde ve fikirlerini aktarabildi, paylaşabildi ve var olmaya devam etti. Bütün bunların olmasıyla beraber koku duyusu da öncelikli varlık sebebini büyük ölçüde kaybetti ve o tehlikeyi haber veren veya yiyecek konusunda uyaran olma işlevini en düşük seviyeye indirdi. Elbette hâlâ bütün deneylerimiz çoklu duyu uyaranlarından kaynaklanıyor ama bilinç düzeyinde bunların içinden kokunun rolünü ayırmamız çok da olası değil.

Sf: 144
Doğa, işe yararlığını yitirmiş organlar konusunda oldukça acımasız ve gereksiz safra ağırlıklarını asla taşımıyor. Eğer bir organ yaşamsal ve önceliğini kaybetmişse evrimsel süreç içinde yavaş yavaş bu organın sivrilmiş özellikleri törpülenmeye başlıyor. Bu bağlamda on bir yıl önceki atamızın keskin koku duyundan oldukça uzaktayız, çünkü mağaranın ağzında bizi beklemesi muhtemel tehlikeler artık yok ve korumalı evler içindeyiz. Bize yönelik saldırılara karşı ellerimizle geliştirdiğimiz silahlar var bir dönem yem olmamak için köşe bucak kaçtığımız diğer canlılar, şimdi bizden köşe bucak kaçar hale geldiler. Bu anlamda burnumuz ikili  işlevinden birini neredeyse diplere gömerek sadece nefes almak özelliği sayesinde hâlâ yüzümüzün orta yerinde durur hale geldi. Eğer ikili bir işlevi olmasaydı ve burnumuzu sadece koku almakta kullansaydık, kim bilir, belki onun da yerinde şimdi neredeyse yeller esiyordu veya oldukça minik bir boyuta inmişti.

Sf: 145
Doğa, yeryüzündeki kokulu maddelerin oluşturması konusunda oldukça cömert ve doğurgan. Bu kokulu maddeler çoğunlukla da bitki ve çiçeklerin içinde sunuluyor bize. Bir gül koparıp – veya koparmaya kıyamayıp dalına eğilerek – kokladığımızda, aslında kokladığımız şey gülün çiçeği değil, o çiçeğin içindeki yağ. Bu yağı hemen göremiyoruz veya somut olarak o an hissedemiyoruz belki, fakat birisi o çiçeği koparıp açık renk bluzunun veya gömleğinin üzerine iğnelerse, bir süre sonra çiçeği çıkardığında yerinde oluşan belli belirsiz yağ lekesiyle varlığını görsel olarak algılayabiliyoruz. Leke bırakmak falan gibi olumsuz bir görsel örnekten olumlu bir kokusal örneğe  geçiverelim hemen; bahçede veya saksıda naneniz veya fesleğeniniz varsa, yaprağını parmaklarınız arasında ovuşturuverin. Daha sonra bu ovuşturduğunuz parmakları burnunuza yanaştırın. Parmak uçlarınızda duyduğunuz nane kokusunun sebebi, nane yaprağının dokusu içinde bulunan öz yağın (essential oil) siz yaprağı ovuştururken serbest kalması ve uçmaya başlamasıyla beraber burnunuza doğru yolculuğa çıkan koku molekülleridir. Hadi başka bir şey deneyelim; elinize bir limon veya portakal alın ve tırnağınızı hafifçe kabuğuna bastırarak içine geçirin. Duyduğunuz koku, o limon ve portakalın yağının kokusudur.
Kesin olarak her bitki veya çiçekte uçucu yağ vardır diyemeyiz belki, ama kokusu olan her bitki ve çiçeğin uçucu yağı olduğunu söyleyebiliriz. Bu yağlar, çiçeğin veya bitkinin yapraklarında, köklerinde ve sapında, meyvesinde veya meyvesinin çekirdeklerinde yer alabilir. Bu uçucu yağı, sadece bize estetik bir keyif vermek için orada bulunmaz elbette. Biz her şeyi kendi insani ihtiyaç ve zevklerimiz açısından değerlendiriyoruz ama tüm canlıların kendilerine ait organik süreçler içeren yaşamları olduğunu unutmamalıyız. Çiçeğin kokusu, uçuşan böcekleri kendisine çeken birer davet mektubudur aynı zamanda. Bu uçan böcekler çiçeğin kokusunu duyarak gelir, üzerine konar, konduklarında kendilerine yapışan polenleri de alarak başka yerlere taşır ve böylece o kokulu çiçeğin neslinin devamını sağlar. Polenler elbette sadece koku sebebiyle kendilerine gelen böceklerle taşınmaz, ancak çiçek döllenmesi olayında koku önemli bir faktördür.
KARIŞIM, BİLEŞİM, KARIŞIM
Bir parfümör veya kimyager düşünelim; iki sıvı kimyasalı alıp birbirine karıştırıyor ve çok büyük olasılıkla homojen bir üçüncü sıvı elde ediyor. Bu sıvı berrak, kendine has bir rengi olan, görünümü itibariyle de tek bir kimyasal sıvı gibi görünebilir, ancak işin aslı öyle değildir ve parfümörün veya kimyagerin elindeki sıvı aslında iki farklı katmandan oluşur. Daha açık söylemek gerekirse, bu yeni sıvının kendi başına bir kimyasal kimliği yoktur ve iki kimliğin toplamıdır. Özetle, bu bir “karışım”dır. Halbuki o kimyager, mesela azot ve hidrojeni alsa, uygun koşullarda ve uygun ısıda bir araya getirse, sonuçta elinde “amonyak” isimli bir üçüncü sıvı olacaktır. Amonyak artık ne azottur, ne de hidrojen, kendi karakteristik kimliği olan bir kimyasal “bileşim”dir, kendine has ayrı ve yazılabilen bir formülü vardır. Amonyak da, aynı su, yani H2O veya etbyl alcobal veya pek çok benzeri gibi, artık parfümörün paletinde yer alan bir kimyasal bileşimdir.



Sf: 149
“Ağzımda hoş bir koku”
Günlük hayatta sık rastladığımız pepermint denen nane cinsi, aslında spearmint denen bahçe nanesi ile watermint denen su nanesinin karışımından oluşmuş melez bir nane cinsi.
Pepermint’i hem salatalarımız da yiyoruz, hem çay olarak kullanıyoruz, hem de sakızlarımızın veya diş macunumuzun kokusunun içinde uçucu yağına rastlayabiliyoruz.
Aslında, ağzımında hoş bir koku istiyorsak, sakız çiğnemek yerine minik bir nane yaprağını da  ağzımıza atabiliriz ve bu bizi hem ferahlatır hem de ağzımıza hoş bir koku verir.

Sf: 153
Buhar distilasyonu metodunda, kapalı kap içinde buhara maruz kalan maddemizin uçucu olma özelliği bulunan kısmı, çaresizlik içinde kendine bir çıkış yolu aramaya başlıyor. Bu ıstırap çemberinden kurtuluş olarak gördüğü tek çıkış kapısına da doğal olarak var gücüyle hücum ediyor. Biz de kılız ya, gene rahat durmayıp bu kez can havliyle çıkışa saldıran buharımızın tek çıkış yolunun etrafına, içinden soğuk su geçen bir kılıf giydiriyoruz ve kaçmaya kalkışan ambale olmuş durumdaki buhar, bu kez soğuyarak tekrar sıvıya dönüşüyor. Tekrar sıvıya dönüşmüş bu maddeye de “damıtılmış ürün” (distilat) diyoruz.
Şimdi, elimizde hem suyun hem de maddenin buharı var ve bunlar bizim çıkış için açık bıraktığımız kapıya, etrafı soğutulmuş işkence çemberine girip öbür ucundan tekrar sıvı olarak çıkmaya başlıyor. Biz de bu damla damla çıkan yeni sıvıya öbür uçta ellerimizi ovuşturarak bekliyoruz. Bir ucunda sıkıca kapatılmış kazanın içinde kaynayan su ve maddemizin olduğu, ömür ucunda da soğuk bir kılıf içinden geçmesini sağlayarak bize kaynamış buharın tekrar sıvılaşmış halini veren bu sisteme de imbik diyoruz. (Bilginiz için: çok yakın zamana kadar imbikler hep bakırdan yapılıyordu ve dünyanın herhangi bir yerinde bir parfüm müzesine gittiğinizde de en göze çarpan yerde, üzerinde koca bir etikette, Arapçadan gelen haliyle “alembic” (“el imbik”) yazan pırıl pırıl kocaman bir imbik mutlaka görürsünüz.

Sf: 155
Avicenna’nın imbiği
Bitkilerden uçucu yağ veya esans yağı elde etmek için imbikle damıtma sistemini yazılı olarak ilk tanımlayan, XI. yüzyılda İbn-i Sina veya Latinleşmiş ismiyle “Avicenna”.
Çok yönlü bir kişilik İbn-i Sina Beyefendi: Doktor, filozof, astronom, kimyager, jeolog, hafız, İslam teologu, matematikçi, şair, fizikçi…
Kendisi tababetle de ilgili olduğundan ve esans yağların aromaterapik ve sağaltıcı etkisine inandığı için, distilasyon yoluyla elde edilen yağların aromaterapik kullanımı onun için çok önemli.
İbn-i Sina’nın, imbiğin uçundaki bu soğutulmuş çıkış olayının mucidi olduğu söyleniyor ve gerek parfüm gerekse aromaterapi dünyası, bu anlamda ona çok şey borçlu.

Sf: 157
Daha modern bir yöntem olan solvent ekstraksiyonu en yaygın alternatif bir yöntem. Bir başka alternatif olarak, doğal kokuyu tamamen simüle eden, laboratuvar ortamında elde edilmiş yapay çiçek akorları üretmek mümkün. Ancak ben bir doğal yağ fanatiği olmamama rağmen, naçizane tecrübelerime dayanarak itiraf etmeliyim ki, yapay olarak üretilmiş hiçbir yasemin veya sümbülteber akoru, asla ve kat’a doğal hallerinin yerini tutmuyor. Zaten doğal parfüm fanatiklerinin de en kısı sarıldıkları argüman, bu iki çiçekten yola çıkarak oluşuyor.

Sf: 157
Bu ve buna benzer kurnaz hareketler aslında Jean Patou’nun geneldeki farklılık çizgisinin sadece küçük detayları. Hem Amerikan pazarının büyüklüğü ve zenginliğini göz önüne alarak, hem de savaş sonrası yıllarının değişiklik bekleyen kadın tüketicileri için tasarım ve sunumda beklentileri öngörerek bir dizi ilki başlatıyor. Giysinin kumaşından ve deseninden hanımlar için tasarlanmış kravatlar ve ilklerden biri. Gene giysiler üzerinde görülebilir yerlerde tasarımcısın logosunun kullanımı yani bugün neredeyse giysilerin ayrılmaz parçası haline gelen o küçük marka amblemleri, stilize edilmiş “JP” harfleri olarak hem giysilerinde hem de tasarladığı şapka ve çantalarda yer alıyor. 1921’de Wimbledon kortlarında diz boyu etek, saç bandı ve kolsuz hırka, yani yelekle ilk kez görülen bayan tenisçi kıyafeti de gene onun buluşlarından biri. O günlerin kadın tenis yıldızı Suzanne Lenglen, korta diz boyu etek, hemen diz hizasında kıvrılmış beyaz çoraplar ve başında turuncu bir bantla çıkarak izleyenlerin neredeyse dillerini yutmasına sebep oluyor. Yelek, daha sonra kollanarak bildiğimiz hırka formunda da hanımların giysi gardırobunda gene Jean Patou sayesinde yer alıyor.

Sf: 191
Kokuyu metin üzerinden tanımak çok zor koku tarifi için kelime hazinemiz de çok dar. Bu anlamda farklı coğrafyaların ürünlerini okuyarak tanımak, referans alınacak kelimelerin dayanağı düşünüldüğünde çok da kolay değil.



Sf: 195
Sektörü değiştiren adam: Coty Bey
Hem Fransa hem de Amerika’yı sarsan dev bir imzaydı Coty. Bugünse kendi isminden çok,
onu bünyesinde bulundurduğu başka markalarla bir pazarlama şirketi olarak tanıyoruz. Birkaç kısa örnek vermek gerekirse, bu markalar Calvin Klein’dan başlayıp Sarak Jessica Parker’a Adidas’tan girip, Marc Jacobs’a uzanan pek çok ismi içeriyor. LVMH örneğinde olduğu gibi, reyonlarda birbirleriyle kıyasıya rekabet içinde gördüğümüz pek çok parfüm markası, aslında bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda dev pazarlama şirketine ait lisans ve isim haklarından başka şeyler değiller.
Dünyadaki bütün parfümlerin, ismi çok bilinmeyen beş altı koku fabrikası tarafından imal edilip, gene sayısı beş-altıyı geçmeyen pazarlama şirketi tarafından pazarlandığı bir küçük oligark dünyası içinde yaşıyoruz. Her pazarlamacı, bünyesindeki değişik isim ve markalarla farklı alcı kitlelerine hitap edip orada elde ettiği gelirleri ana şirket bilançosuna aktarıyor. Biz şişe ve marka bazında farklılık yaşadığımızı zannederken, işte tam da bu sebeple aslında farklı isimlerde satın aldığımız kokular, grup halinde birbirine çok fazla benziyor ve sadece illüzyonlarımıza inanmaktan öteye geçemiyoruz. 

Sf: 197
François Coty, Antoine Chiris’in okuluna “çatkapı” gidiyor, patronla görüşmek istediğini söylüyor. Resepsiyonist görevini üstlenen memurlar, karşılarında birden bitiveren kızıl saçlı ve kırmızı takım elbise giymiş bu ilginç tipi görünce ciddiye almıyor ve “Patron meşgul” falan diyerek başlarından savmaya çalışıyor. Yılmıyor ve sabahtan akşama bekleme odasında oturuyor François, Akşam mesai saati bitim de Antoine de Chris ofisinden çıktığında bu genç yabancı delikanlıyı görüp kim olduğunu soruyor adalarına. Çevresindekiler “Okul için gelmiş beyim, ancak herhangi bir tavsiye mektubu falan yok. Sabahtan beri de koltuğa yapıştı lanet, kımıldamıyor,” deyince bu ısrarlı ilgiden etkilenen Chiris, “Yarın sabah gel bakalım bu ısrarının karşılığı olan yetenek sende var mı?” diyerek sepetliyor François’yı.
Ertesi sabahki yetenek testinden sonra başlayan Chiris’in eğitim macerası, yaklaşık bir yıl sonra, daha üç yıllık okul süresi bitmeden “Delikanlı, benim sana öğretecek bir şeyim kalmadı. Bu yeteneğin karşısında şapkamı çıkarıyorum, hatta ve elini bir öpeyim ağam…” diye pes etmesiyle sonuçlanıyor. Elbette bunun karşılığında François da Paris’e dönüp kendi işini kurduğunda, Chiris’in en büyük ham madde müşterilerinden biri oluyor.
Chiris deneyimi Coty için farklı ufukların açılmasına sebep oluyor. Hem geniş ticaret ağı, hem de yeni geliştirilen teknikleri hemen bünyesine katmakla meşhur bu şirket. O döneme kadar damıtmanın direkt ateşle yapıldığını ve bunun da bitmiş ürüne hafif bir yanık kokusu verdiğini düşünürsek, Chirik tesislerinde geliştirilen buharlı damıtma, çıkan ürüne o zamana kadar rastlanmayan ve oldukça net bir koku kazandırıyor. Keza çok pahalı ve emek yoğun enfleurage yöntemini ikame etmek için çiçeklerin yağa yapıştırılması yerine uçucu solventler kullanılması (solvent ektrasyonu) hem maliyetleri düşürüyor, hem verimi arttırıyor, hem de kaliteyi yükseltiyor.

Sf: 200
Küçük bir dedikodu: Söylendiğine göre, La Rose Jacqueminot, Grand Magasins du Louvre reyonlarına ilk ulaştığında hemen fark edilmiyor. Baş satın almacının yanına çıkan Coty Bey, “sen kimsin birader? Ne ismin bilinir ne cismin, zaten reyonlarda yeni ürüne yer yok!” diye geri çevriliyor. Ancak François Coty satın almacının yanından çıkıp doğru parfümeri reyonuna yollanıyor ve yanında numune diye getirdiği bir şişe yüksek konsantrasyonlu La Rose Jacqueminot’yu kazara düşürmüş gibi yaparak ortalık yerle elinden bırakıveriyor. Yere dökülen ve patlayan şişedeki parfümün saatlerce zeminden çıkmayan o baş döndürücü kokusu, elbette mağazayı dolaşanların dikkatinden kaçmıyor. Merak içinde reyonlara uğrayan müşterilerin “Bu ortalıkta kokusunu duyduğumuz parfüm hangi parfüm? sorusu, tezgâhtarların satın almacıyı arayarak ortalıkta kokan parfümü talep etmelerine neden oluyor. Bu, talebin Coty tarafından hemen karşılanmasıyla ne ve müşterilerin bir şişe Coty parfümüyle kasa önünde kuyruğa girmeleriyle sonuçlanıyor. Birkaç dakikada tükenen 12 şişelik siparişin tekrarı bu kez 500 şişe olarak geliyor. Laf aramızda, reyonlara saldıran hanımların bir kısmın da bizzat Coty tarafından ellerine birkaç kuruş tutuşturulmuş hanımlar olduğu rivayet ediliyor.

Sf: 202
Coty, her çıkardığı parfüm için farklı ambalaj tasarımları yaptırmaktan çekinmiyordu, çünkü görselliğe harcadığı paranın misliyle cebine döneceğinden emindi.
Ancak Coty’nin gözü sadece seçkin müşterilerden gelecek yüksek katma değerli satışlarda değildir. Üst düzey müşteriler için önce Lalique, daha sonra Bacarrat kristallerinde sunulan parfümler, aynı zamanda biraz daha seyreltilerek çok daha ucuz ve basit şişeler içinde daha alt gelir grubundaki hanımefendilerin de beğenisine sunulur. Böylece hem bir yeni zengin Fransız veya Rus asilzadesi, hem de Grand Boulevard’daki bir mağazada çalışan tezgahtar hanımefendi, Coty markalı parfümlerin müşterisi olur. Şişelerin tasarımları ve şişenin içindeki parfümlerin konsantrasyonları  farklıdır ama bu yöntemle dönemin hem niş (uç pazar dilimi) hem de mass market (ana akım pazar dilimi) segmentlerinden pay alır Coty.



Sf: 203
COTY’NİN İLKLERİ
Coty, sunum ve pazarlama unsurlarındaki çeşitlilik açısından pek çok ilkin başlatıcısıdır. Parfümlerinin yanı sıra muhtelif ürünlerin bir arada satıldığı kutulu setler de onun icatları arısındadır. Bu kutularda hem parfümün kendisi, hem de aynı kokuyu taşıyan sabun, vücut losyonu gibi ürünler promosyon fiyatlarıyla satışa sunulur. Daha önce parfümlerin promosyonunda kullanılan seçkin unvanlar, yani “majesteleri bilmem kimin parfümü veya parfümcüsü” yerine, gene Coty döneminde unvansız şık şişeler ve bu şişelerin parfüm reyonunda belli ve garantili genişlikle yer almayı dayatması geçer. O gün Coty’nin başlattığı bu yer edinme olgusu, bugün tüm çok katlı mağazalarda firmalar arasında bir savaşa dönüşmüş haldedir. Pek çok ürünün, bir mağaza veya marketin ön raflarında ve rakiplerine oranla daha geniş bir yere sahip olması için mağaza veya markete ayrı bir “raf hakkı” bedeli ödenir.
François Coty parfüm ve iş dünyasına bakışını şu cümleyle açıklar: “Bir kadına üretebileceğiniz en iyi ürün verin, bu ürünü çok karmaşık olmayan, ancak gıpta edilen seçkin görünümlü bir şişenin içinde sunun ve fiyatını da makul bir düzeyde tutun. Büyüklüğüne dünyanın inanamayacağı yeni bir iş kolunun doğumunu yaşamakta olduğumuzu hayretle göreceksiniz.” Parfümün buruna olduğu kadar göze de hitap etmesi gerektiğinin savunucusudur ve parfüm dünyasında bu konudaki kilometre taşlarından biridir.

Sf: 204
Dört önemli başlıkta incelenebilir Coty’nin o dönem koşullarında devrim niteliğinde olan, ancak bugün en vasat fakültenin birinci sınıf ekonomi dersinde bile bahsedilen pazarlama sırları:
Litreyle üretilip santilitreyle sattığınız her ürün, doğru fiyat bulduğu anda neredeyse direkt kâr eder. İlk sattığınız birkaç santilitre, zaten tüm litrenin size olan maliyetini karşılan. Bir litre içinde de 10 tane santilitre vardır.
İyi bir şişe, toplam ürün fiyatına olan algısal katkısı nedeniyle yatırımcıya kendi maliyetinin birkaç misli katma değer sağlar.
Agresif ve etkili promosyon yöntemleri, satış hacmini misliyle arttırabilir ve sabit maliyetlerin toplam maliyetler içindeki yüzdesini hafifleterek kârı arttırır.
Bir parfüm, lüks ürün segmentinde arzulanan satışa ulaştığında, şişe ve konsept değiştirerek daha ucuz fiyatla ana akım pazara sunulabilir ve buradan da aynı ürüne farklı elbise içinde ek satışlar elde edilebilir.

Sf: 209
Parfüm Reklamlarının “Cİnsi” Dünyası
Parfüm reklamı yapmak, maalesef dünyanın en zorlu işlerinden biri. Bunun iki nedeni var: İlki, parfümün bir “koku” olmasından kaynaklanıyor, çünkü kullandığımız lisan içinde kokuyu tanımlayacak kelimelerimiz yok veya çok kısıtlı. Bu durum literatürde “olfactory varbal gap” (“kokusal kelime boşluğu”) olarak tanımlanıyor. Sadece başka duyulara ait tanımlardan ödünç almalar ve benzetmeler yapabiliyoruz kokuları tarif edebilmek için, bu da pek çok parfümün karakterini tanımlamakta bizi yetersiz bırakıyor.
O halde bu sorunun üstesinden nasıl geliniyor ve nasıl oluyor da reklam pastasından en büyük payı alan ürünlerden biri parfüm oluyor? Cevap gayet basit: Parfüm reklamlarında ürüne ait bilgilerden mümkün olduğu kadar kaçınarak ve daha çok ürünün uyardığı veya uyandırması beklenen hayaller ve fanteziler üzerine yoğunlaşarak.
Sürdüğümüz kokunun bizim uzantımız olarak sosyal ortama kim olmak istediğimize dair bir mesaj vermesi isteniyor, bu nedenle de sahip veya ait olmak istediğimiz yaşam tarzının sembolleri, görsel veya metne dayalı mesajlarla önplana çıkıyor.

Sf: 210
Kısacası parfüm reklamında “bu parfümde paçuli var, gül var” gibi mesajlar yok, bu bir; “bizim parfüm rakiplerinden X lira daha ucuz” yok, bu da iki.
Binlerce ilginç çelişki içeriyor parfüm reklamları aslında. Dediğim gibi bu, satılacak ürün bir koku olmasına rağmen herhangi bir kokusal gösterge kullanılmamasıyla başlıyor. Gene ürün, sadece tüketilecek bir ürün olmasına rağmen şişe ve kutu, yani ürünün kabı, çoğu kez içindekinden fazla öne çıkarılarak yüceltiliyor, bir statü sembolü haline getiriliyor. Parfümün amacı aslında hoş kokmak ama reklamlarda odaklanılan şeyler bundan tamamen farklı. Ancak gene de son derece başarılı oluyor parfüm reklamları ve parfümler çok satıyor.

Sf: 226
Evet, buraya kadar işlediğimiz örneklerde ortak olarak yer alan ve kesin olan bir şey var: Parfüm pazarlamacıları, insanların fantezilerine oynar. Pazarlama analisti Suzanne Grayson tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçları göre, piyasadaki parfüm reklamlarının yüzde 49’u merkezde cinsellik etrafına şekillendirilmiş kampanyalardır. İkinci büyük motif, açık hava veya spor öğeleridir ki bu da yüzde 14’lük bir dilime tekabül eder.

Sf: 227
Germaine Cellier, Jean Carles’a Karşı
Cellier, sadece kadın parfümörler arasında değil, bütün parfümör  dünyasında bir yıldız gibi parlayan, sıra dışı, çılgın, marjinal bir karakter. Çoğu kez yaşam biçimi, yönelimleri, tercihleri ve dik başlılığıyla tepki alsa da, yaratıcılığının ezici gücü karşısında bütün bunların görmezden gelinmesini sağlayabilen oldukça ilginç ve kimilerine göre de rahatsız edici bir kişilik bu hanımefendi.

Sf: 229
Kendi cinsine olan ilgili, onu kadınlığın kokusuna ulaşma konusunda da takıntılı bir hale getiriyor. Sırf bu sebepten, Robert Piguet Moda Evi için tasarladığı Bandit isimli parfümün tanıtıldığı defilede, podyumdan kulise dönen mankenlerin soyunma odalarına dalarak onları soyuyor, terli külotlarını toplayarak koklamaya başlıyor ve kendince kadınlığın kokusunun ipuçlarına ulaşmaya çalışıyor. O günü değil, bugünü de düşünsek, bunun nasıl tepki doğuracak bir hareket olduğu konusunda herhalde hem fikir oluruz. Ancak Germaine Cellier böyle bir tip işte. Başta da demiştim, son derece rahat, kural tanımaz, ancak inanılmaz derece de yaratıcı bir insan.

Sf: 232
Jean Carles aynı zamanda Roure Bertrand şirketini 1946’da bir parfüm okulu kurmaya ikna eden ve haliyle bu okulun da başına geçen beyefendi. Bugün bu okul, şekli değişmiş bir halde kapanıp açılmalarla hâlâ hayatta ve Jean Carles’ın ders notları müfredatta okutuluyor. Zaten “Jean Carles Metodu” diye bir parfüm eğitim yöntemi var parfüm dünyasında ve bu yöntem kısaca, parfümör adayının belli temel 60 kokuyu ailelere ayırarak ezberlemesi ve bunları kişisel hafızasındaki bazı olaylarla bağdaştırmasına dayanıyor. İnanılmaz sistemli ve takıntılı kişiliğiyle hafızasına kolayca alıverdiği koku tanımları nedeniyle, hayatının son dönemlerinde koku alma duyusunu yitirmiş olmasına rağmen, tıptı Beethoven’in sağır halde beste yapması gibi, kokusunu almadan tasarladığı parfümlerin eşsizliği hâlâ dillerdedir.

Sf: 234
Kendisi de önemli bir eğitimci olmasına rağmen, bilinen o ki , yanına aldığı genç yetenekleri kimya eğitimi almamış olanlar arasından tercih ediyor. Muhtemelen önceden oluşmuş ve yıkılması zor ön kabullerden uzak durarak, temiz beyinlerde kendi disiplinini yaratmak için bunu tercih ediyor Jean Carles.

Sf: 235
Bu düzenli ve metodik Jean Carles’ın karşısındaysa, az önce anlattığım aykırı kişiliğiyle Germaine Cellier var. Carles’ın düzenli hayatıyla yakından uzaktan ilgisi yok Cellier’nin. Sabah saat 10’da işe gelip öyle saatinde ağzında sigarayla şirketi terk edebiliyor, zira ona göre bu süre içinde zaten yapacağını yapmış, parasının karşılığını vermiştir. Ancak onun verimli olmasına rağmen düzensiz çalışma tarzı ve aykırı davranış biçimleri elbette Jean Carles’ı çok rahatsız ediyor ve sık sık tartışmalar yaşanıyor.

Sf: 237
Özel sohbetlerde sürekli gemiler, korsanlar ve maceralardan bahseden Piguet, savaşın son günlerinden hemen sonra mankenlerin gaz maskeleri, silahlar ve maskelerle podyuma çıktıkları bir defile düzenler. Cellier de bu defileye koşut olarak Bandit (Haydut) isminde bir parfüm tasarlar. Parfümün içinde yeni bir aroma – kimyasalı olan isobutyl quinoline vardır ve yüzde 1 gibi görece cömert bir oranda kullanılmıştır – yüzde 2’nin üzerinde kullanımı zaten alerjenlik riski taşımaya başladığından kabul görmüyor. Isobutly bu yönde bir sapma verir. Doğada bulunmaz, yeni tam bir sentetik diyebiliriz bu molekül için.



Sf: 238
“Deri Fetişizmi”
Deri kokusunun erotik ve karanlık bir yanı var, bunun içinde tahrik edici ve cezbedici geliyor. Fetişizm kelimesi 1876’da Fransız psikiyatr Alfred Binet tarafından kullanılmış olmasına rağmen, “deri fetişizmi” tam anlamıyla ilk ifadesini Avusturyalı Richard von Krafft-Ebbing’in 1886 tarihli Psychopathia Sexualis’inde buluyor. Genital olmayan bölgelerin hatta cansız cisimlerin de cinsel odaklanmaya, uyarılmaya sebep olduğunu fark eden Karfft-Ebbing, konunun üzerine giderek hayattayken gerçekleşen son baskısında 238’e ulaşan örnek vakayı incelediği mezkur kitabı kaleme alıyor.
Tanımlanırken kullanılan “cansız” olma hali de zaten, kelimenin kökenini oluşturuyor; Latince “facere” yapmak/üretmek, “facticius” da üretilmiş/yapay anlamına geliyor.

Sf: 239
 Marka sahibi Robert Piguet’nin avangard moda tarasımlarına uyum sağladığı gibi, belki de aynı zamanda Chanel’in “Bir kadın çiçek gibi değil, kadın gibi kokmalıdır” cümlesine de uzaktan bir selam veriyor.

Sf: 245
“Cellier, sümbülteber kavramı üzerine inşa eder bu parfümü” demişti. Kullanılan sümbülteber, Hindistan kaynaklı sümbülteber abzolüsüdür. Bu malzeme parfüme hem kuveet, hem de “sillage” verir. “Sillage”, parfümlerde varılması çok arzu edilen ama her zaman mümkün olmayan bir özellik. Kısaca nasıl tanımlayabilirim “sillage”ı? Şöyle diyelim, “sillage” ,parfümün, birisi yanınızdan geçtikten sonra havada asılı kalan izidir, yani parfümün sadece ten üzerinde değil, ortamda da kendini hissettirmesine denir.
(C-18 aldehiti parfüm dünyasında hindistan cevizi aldehiti diye de bilinir. Ayrıca okurlarımız arasında profesyonel olarak koku tasarımıyla uğraşanlar varsa, hazır c-18 ile mentolü, yani naneyi uygun ve dengeli bir şekilde bir araya getirmeyi başarabilirseniz, sadece bu iki maddenin birlikteliğinden basit bir incir kokusu elde edilebiliyor.

Sf: 246
Koku eleştirmeni Luca Turin ise, Fracas’ın formülünün hassaslığını Ferrari arabalarının kırmızı rengine benzetiyor. Söylendiğine göre o “Ferrari kırmızısı” diye jenerik hale gelmiş kırmızı rengi elde etmek için, arabalar önce sadece gümüş renkle boyanır, üstüne de altı kat kırmızı boya atılır, böylece taklit edilemez ve nev-i şansına münhasır o kırmızı ortaya çıkarmış. Övgüler kısmını fazla abartmayalım ve Fracas kullanan ünlülerden birkaç örnek verelim: Caroline Herrera, Courtney Love, Dianne Rigg, Dita Von Teese, Ivana Trump, Kate Beckinsale, Kate Moss, Kim Basinger, Madonna, Marilyn Monroe, Marlene Dietrich, Morgan Fairchild, Naomi Campbell, Prenses Caroline ve Sofia Coppola, Francas kullanan ünlü isimlerden bazıları.



Sf: 249
Parfüm Algısı
Kullanıcının o parfümü kullanması, karşı cinse yönelik bir çekim sağlamak gibi önemli bir sosyal görevi yerine getirmesine yardımcı olur. O kokuyu sürünen biri, hiç tanımadığı bir karşı cins için, o kokuyu kullanmayan birisinden daha cezbedici hale gelir
Purdue Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı da, bu varsayımı test etmek istemiş, yani “parfümler hoş oldukları için, onları kullanan karşı cinsle ilgili bide oluşan ilk intiba hep pozitif midir?” diyorlar.



Sf: 261
“BU GENÇ YAŞTA…”!
Her ne kadar Dior yeteneği gözünden tanımakla ünlüyse de, işe yeni başlamış biri olarak elbette ilk aylarda ana koleksiyonu oluşturmak gibi mühim işler de, çok daha sıradan görevler veriliyor Yves Saint Laurent’a yani bizdeki deyişle, son gelen çorbasını içiyor önce.

Sf: 262
“Haydaaaaa, vurmalı sazlarda Atilla Mayda” durumları oluyor tabii ve Yves Saint Laurent, kendini aniden Dior Moda Evi’nin başında buluveriyor. Dikkatinizi çekerim efendim yıl 1957 diyorum ve doğum tarihini kaçırmış olabilirsiniz, hatırlatayım: 1936. Yves Saint Laurent bu önemli göreve geldiğinde henüz 21 yaşında.

Sf: 270
Aslında içindeki morfinin açığa çıkarılması öğrenilme kadar afyon, ham haliyle kullanılıyor. Elbette bu kullanımda, şırıngayla verilen doz gibi kesin ve kontrollü bir güç söz konusu değil, bu yüzden de o zamanlarda bu uğurda çok can kaybedildiği düşünülebilir. Çünkü çok alındığında “Şakkadanak!” öldürebiliyor, az verildiğindeyse mucize ilaç olabiliyor. tadı, benzer bir alkaloid olan ve tütün yaprağında bulunan nicotine ile aynı kimyasal aileden ve neredeyse aynı acılıkta. Tadının acılığından dolayı muhtelif hayvanat bu cazip görünümlü bitki ve kapsüllerine pek yanaşmıyor, zira miktarı arttıkça öldürücülüğü de artabiliyor. Afyon bitkisinin ham kullanımdan çıkıp, içindeki morfinin bağımsız bir alkaloid olarak ayrıştırılması 1804 yılını buluyor ve ilk olarak Almanya’nın Paderborn kentinde Friedrich Sertürner tarafından gerçekleştiriliyor.
Afyondaki morfin, çok etkili bir ağrı kesici. kelime gene Yunanca kökenli ve mitolojik Rüya Tanrısı Morpheus’tan geliyor Marpheus’un babası Hypnos, yani uyku tanrısı, amcasıysa Thanatos, yani ölüm tanrısı. Morfin’in ilaç veya keyif verici uyuşturucu olarak kullanımıyla doz aşımı halinde karşılaşılan ölüm hali düşünüldüğünde, ismin kaynaklandığı Yunan mitolojisi tanrılarının – uyku, rüya ve ölüm – akrabalığı gittikçe daha fazla anlam ifade ediyor.

Sf: 273
Avrupa’da Doğulu olan şeylere dönük yoğun estetik ilgi, 1800’lerin başında Fransa’da başlar. Bugün bile Avrupa’da çağdaş olarak tanımlanabilecek pek çok estetik öğe, müzik, sanat, renkler vesaire, köklerini o dönemdeki yoğun oryantalist ilgiden alır.

Sf: 281
Ekip kendisine model olarak Sbalimar’ı alır ama herkes bu kanaatte değildir. Estée Lauder bu işten fena halde rahatsız olmuştur ve Opium piyasaya çıktıktan sonra onu kendi ilk parfümü olan Youth Dew’un sulandırılmış hali olmakla suçlar, bu suçlamasından da hayatta olduğu sürece vazgeçmez. Hatta daha sonraları sulandırılmışlık suçlamasına, bir de “Benim Youth Dew’umun ucuna ponpon takılmış hali,” söylemini ekler. O öfkeyle Opium’dan bir yıl sonra gene aynı çizgide bir parfümü kendi markası altında satışa sunar, ancak beklentisi çok büyük olmasına rağmen Cinnabar ismiyle satışa sunulan bu Estée Lauder parfümü beklenen neticeyi vermez. Ne demişler efendim, öfkeyle kalkan zararla oturur.

Sf: 282
“50 yıllık eski bir parfüm nasıl model olabilir yeni bir parfüme?” diye bir soru gelirse aklınıza, cevap şu: eğer gerçekten bir klasik yaratmayı başarabilirseniz, 50 değil, 150 veya 250 yıl da geçse, kolay kolay rol modeli olma özelliğinizi kaybetmezsiniz. “Altı ayda bir raftan kaybolan ve yerine yenileri gelen abur cubur sıvı meyve salatalarının parfüm diye satıldığı bu zamanda bunu anlayabilmek belki de çok kolay değil.”
Ana akım parfümler, büyüklükleri ve iddiaları gereği, çok fazla risk alamazlar. Bu nedenle de lanse edecekleri koku için önce pazar araştırması yapar, buna göre ortaya çıkan eğilim sinyalleri çerçevesinde isim ve şişe gibi satış kararını çok kısa sürede etkileyecek unsurları öncelikli olarak ele alırlar.
Niş parfümlerdeyse yola çıkış noktası kokunun kendisidir ve bu parfümler zaten butik tarzı satış yapıp büyük mağazalar veya kitle iletişim araçlarından bir nebze uzak durdukları için, kokunun kalbi üzerine yoğunlaşıp, şişe ve isim olayını sonraya bırakırlar. Hatta üretim ve satış hacimleri de görece düşük olduğundan, genelde markaya ait tek tip bir şiye üzerinde isim etiketini değiştirerek hayatiyetlerini sürdürürler.

Sf: 285
“Koku kütüphaneleri”
Opium için numune hazırlayanlar ve reddedilenler arasında, yaşayan en büyük parfümörlerden biri olan Jean Claude Ellena da var (Bkz: “Jean Claude Ellena ve Eau Parfümdée au Thé Vert” ve “Hermés, Un Jardin Sur le Nil”.)
Ellena bu ihale için ismin anlamına uygun, hatta gerçek-ötesi (“hyper-realist”) diye tanımlanan ve içeriğinde gerçekten afyon notaları bulunduran bir parfüm tasarlıyor. Reddedilen bu parfüm örneğinin ne olduğunu bilemiyoruz, çünkü Ellena’nın daha sonraki çalışmalarında afyon notasının kullanımına rastlamıyoruz.
“Peki, böyle bir parfüm ihalesi açıldığında, seçilemeyen koku numuneleri ne oluyor?” diye sorabilirsiniz. Efendim, bu kokular ya firmanın “koku kütüphanesi” ne kaldırılır ya da başka bir müşteriye sunulur. Genelde bu reddedilen parfümün sunulduğu yeni müşteri, reddeden asıl markaya göre görece daha önemsiz veya daha küçük bir parfüm markasıdır.
Türkiye’de veya ne bileyim Yunanistan’da bir yerel marka pazara koku sunmaya karar verdiğinde, kendilerine bu reddedilmiş kokular da numune olarak gösterilir ve bundan da satış beklenir. Reddedilmiş koku, teknik ve estetik olarak başarısız bir koku demek değil, sadece verilen koku tarifine uygun bulunmayan bir kokudur. O tarife bu koku uymuyorsa, bu kokuya uyacak başka bir tarif elbet bir gün ortaya çıkar. Zaten reddedilen çalışmaların da “günü gelir” düşüncesiyle üretici firmaların koku kütüphanesine kaldırılır.
Büyük aroma-kimyasalı üreticilerinin, bağımsız parfümörlerle mukayese edildiğinde, bir avantajı daha vardır: koku kütüphanelerinde geliştirilecek hazır parfüm bazlarının mevcut olması. Çok sayıda ham parfüm taslağı bir kenarda hazır durur, koku tarifi geldiğinde de bu büyük firmalarda çalışan parfümörler depoya inip bu bazlardan tarife uygun gibi görünen birini seçerek üzerinde değişiklikler veya ilaveler yapar, istenen yöne doğru evrilmesini sağlar.
Depo derken metaforik olarak söylüyorum, aslında bugün için formüllerin bulunduğu bilgisayar dosyasını açmaları da elbette yeterli oluyor parfümörlerin, çünkü onlar zaten parfümör olabilmek için ismini okudukları maddenin nasıl koktuğunu zihinlerinde canlandırabilmek zorundalar.

Sf: 292
Taliban’ın “afyon ağaları”
Halihazırda dünyanın en büyük afyon üreticisi, Afganistan, Afganistan’ın üretimi dünya afyon pazarının (ki çok büyük bölümü yasa dışı) yüzde 87’sini karşılıyor. 1999, bu üretimin zirve yaptığı yıl. İlginçlik de burada başlıyor, zira bir yıl sonra ülkede kontrolü sağlayan Taliban, afyon ekimini yasaklıyor ve üretim yüzde 95 oranında düşme gösteriyor.
Yaklaşık rakamlarla söylemek gerekirse, etkili alan bin kilometrekareden yetmiş yedi kilometrekareye düşüyor. Bu düşmeden bir sonraki yıldaysa, yani 2001’de Amerikan ve İngiliz birliklerinin ülkedeki hakimiyeti Taliban karşısında daha etkin bir konuma gelince, gene patlıyor üretim ve Afganistan, Burma’ya kaptırdığı birinciliği tekrar geri alarak etkili alanını 750 kilometrekareye çıkarıyor. Buna, resmi olarak açıklamasa da, işgal kuvvetlerinin halkın tepkisini daha da fazla çekmemek için göz yumdukları küçük bir halka ilişkiler ve kaynaşma atağı da diyebiliriz.
Zira İngiliz ve Amerikan kuvvetlerinin yerli müttefiki olan Kuzey İttifakı’nın başındakiler, ülkedeki afyon ağaları zaten. Bu atağa karşılık Taliban da elbette eski afyon karşıtı pozisyonu terk ederek kendi kontrolü altındaki kırsal bölgelerde yapılan ekime göz yummaya başlıyor. Çatışmanın sadece bu yüzünün dünyaya bedelini varın siz tahmin edin…

Sf: 298
O dönem için oldukça yaygın olan esrar partilerinde bir köşede mutlaka ve mutlaka bir paçuli tütsüsü yakılıyor, böylece havada dolaşan esrar kokusunun önüne geçilmeye çalışılıyordu. Ancak zaman içinde pek çok şey gibi paçuli kokusu kavramı da karşıtına dönüştüğünden, bu kez ortamda paçuli kokusunun alınması bile orada esrar içildiğinin bir göstergesi sayılmaya başladı. Sonra zaman değişti, uyuşturucu tutkunları için farklı seçenekler üretildi, paçuli kokusu da aklanarak ve zaman aşımına uğrayarak bu kez çok ünlü markaların parfümlerinin içine girmeye, hatta onlara ismini vermeye başladı.

Sf: 302
K-9 uzmanlığı
Woodford’un peşine düşenlerin kimisinin niyetini kötü diye düşünsek bile malzemeyi bol miktarda talep eden esas kuruluşlar, uyuşturucuyla mücadele kuruluşlarıymış, çünkü bu kuruluşlar kokuyu alıp, öncelikle narkotik malzeme arayan köpekleri, daha sonra da gene narkotikle mücadele memurlarını eğitiyorlarmış.
Köpeği önce Woodford’un pseudococaine kokusuna alıştırıyorsunuz, sonra hava alanına falan salıyorsunuz. Hayvan da alışık olduğu kokuyu bulunduğu yerde havlayıp hırlamaya başlıyor.
Hava alanlarında, özellikle yurt dışı hava alanlarında, ellerindeki zincirin ucunda o kocaman K-9 köpekleriyle dolaşan polis memurlarını çoğunuz görmüştür. İşte o köpekler, Woodford’un yaptığı veya zaman içinde üretilmiş ona benzer yapay kokularla eğitim almış uyuşturucu köpekleri.
Bu arada, “K-9” deyince komik kaçtığının farkındayım. Küçük bir lüzumsuz bilgi: “K-9”, İngilizcede “Key Nayn” şeklinde okunuyor ve köpek dediğimiz hayvancığın Latince ismi olan “canine’in İngilizce telaffuzuna yönelik bir Amerikan kısaltması.

Sf: 304
Sigma Aldrich firmasının narkotik köpek eğitiminde kullanılmak üzere sattığı sözde “ot” kokusu. Aynı firmanın gene köpek eğitiminde kullanılmak üzere ceset kokuları koleksiyonu da mevcut.

Sf: 305
Sonuçta ne oluyor? Hava alınındaki köpek, kokainin değil de aslında metbyl benzoate’ın da içinde olduğu kokain parfümünün kokusunu tanıdığından, aynı bu parfüm gibi kokan kokaini saptayınca yapışıyor malzemeyi taşıyan muhteremin bavuluna veya paçasına. Bu tabii sadece kokain için geçerli değil, bütün uyuşturucuların veya uyarıcıların her malzeme gibi kendilerine has kokuları var ve bu kokuların da karakterleri öyle veya böyle başka tanıdık malzemelerden referanslar taşıyor. Ecstasy’yi tespit etmek için mesela piperonal kokusu kullanılıyor ve piperonal dediğimiz molekül vişneli kurabiye gibi bir kokuya sahip, metamphetamine’inse vişneyle acı badem karışımı bir kokusu var.

Sf: 312
Dior da zaten farklı bir şey yaptığının farkında ve “Ben kadınları giydirmiyorum, onları çiçeğe dönüştürüyorum, diyor.

Sf: 313
Dior’un “çiçekleri”
Dior, “Ben kadınları giydirmiyorum, onları çiçeğe dönüştürüyorum,” derken sadece metafor yaptığını sanmayın, çünkü kendisi son derece güçlü batıl inançları olan birisi.
Bu nedenle de Fransızlar için uğurun simgesi olan mügeyi (çan çiçeği) giysinin bir tarafına takıştırmadan asla mankenlerini podyuma yollamıyor.
Ona çiçek aranjmanları konusunda yardımcı olan Parisli bir falcının hasta derecede bağımlısı Christian Dior.
Madame Delahaye isimli bu falcı da onun seyahat planlarından evinde veya butiğinde hangi vazoya ne çiçek koyacağına kadar pek çok pek çok şeyine karışıyor ve alabildiğine yönlendiriyor muhterem.

Sf: 315
Lyon Garı’ndan trene biniyor, düşüyorlar yola. Tren yolculuğunun ortalarında koca bir foie gras’yı yani kaz ciğerini olduğu gibi mideye indirdiğinden bahsediliyor Christian Dior’un. (Pek makbul bir yiyecek olan foie gras’yı elde etmek için kazların ciğerleri zorla yağlandırılır. Zavallı hayvancağız kıpırdayamayacağı şekilde raptedildikten sonra ağzından sokulan tüp vasıtasıyla aşırı beslenerek şişmanlatılır. Böylece ciğerleri bol bol yağlanır ve sofraları süsleyecek seçkin bir mezeye dönüşüverir.

Sf: 320
Amacı, parfümün ilk başlarda olduğu gibi yiyecek kokularından uzak, sadece parfüm formülleri çok fazla yiyecek notası içermekle kalmıyor, aynı zaman da  da çok uzun ve karmaşık formüller haline gelmeye başlayıp kokusal kakafoniye dönüşüyorlar.
“Laboratuvardaki artık koku malzemelerinin döküldüğü toplama kabı, sanki yeni parfümlerin ulaşmaya özendiği koku karmaşası oldu,” diye dile getiriyor bu düşüncesini. Bunu kavradığı andan itibaren de kararını veriyor; formüller basite indirgenecek ve karışık işlere girilmeyecek. Ancak bu basitleştirme işi kolay değil, zira havada bırakılan kokulu iz, denge, derinlik, kalıcılık gibi birçok unsur var, bir parfümün parfümörünün içine sinmesi için.
O dönemdeki imkânlar da bunu daha da zor kılıyor. Ancak Roudnitska yılmıyor ve sürekli “Basitleştir! Basitleştir! Basitleştir!” diye tekrarlıyor kendi kendine. Ona göre bir sanatçı, ustalığının zirvesine geldiğinde tekrar o baştaki basit anlayışına geri döner. Ancak bir farkla; diğer yeni başlayanlara bir tur bindirmiştir artık.

Sf: 322
Roudnitska’nın Christian Dior’un mügeyi uğurlu bulunmasından, her defilede mankenlerinin bir yanına mutlaka bir mügecik iliştirdiğinden haberi yok bu sırada. O, yaptığı herhangi bir koku nasıl beğenildiyse, öyle beğenildi sanıyor yeni mügeli parfümünü. Ta ki bir yıl sonra, 1957’de, St Honoré d’Eylau Kilisesi’nde, Christian Dior’un cenazesini tabutun içinde mügelere sarmalanmış görene dek…
Bugün gidip bir şişe Diorissimo almaya kalksanız, kafanız karışabilir, çünkü zaman içinde üç kere yeniden formüle edildi.

Sf: 323
Yeniden formüle edilirken de civet ve indole’ün hayvansı derinliği tamamen dışarıda bırakılıp sadece yeşil ve müge kokulu bir hava bırakıldı parfümde. Bugünkü kötü mü kokar? Hayır. Fakat asla Edmond Roudnitska’nın yıllarca emeğine mal olan, Christian Dior’un o ilk koklayışta belli etmemesine rağmen belki de iliklerine kadar etkilendiği orijinali gibi kokmaz maalesef.
Zaten sadece maliyet düşürme çabaları değil, birde orijinalinde mevcut bazı moleküller ve özellikle parfümün omurgasını oluşturan hydroxycitronellal zaman içinde IFRA’nın uğursuz yasak ve kısıtlama listesine girdiği için, orijinal formülün önemli kayıpları var. Gene de, dediğimi gibi, nispeten ucuzlaştılmış ve güncel zevke uyarlanmış hali olsa da, bir dönem “Fransız parfüm dünyasının Mozart’ı” lakabını alan Edmond Roudnistska’yı mezarında dört döndürecek kadar farklı ve uzak değil.
“Güncel zevk” derken, bir noktanın altını çizmek isterim. Müge kokusu inanılmaz bir yaygınlıkta sabun kokusu olarak da kullanılıyor. Bu nedenle müge kokan bir parfümün ilk avazda size bir işlevsel temizlik ürününü çağrıştırması kaçınılmaz. Zaten bu nedenle bazı parfümlere “sabun gibi kokuyor” diyoruz. Bunu derken unutuyoruz ki aslında parfümler sabun gibi kokmuyor, bilakis sabunlar parfüm gibi kokuyor. Temizlik ürünlerindeki bu abartılı kullanım, yan etki olarak maalesef parfümü de harcıyor ve biz “I-ıh, sabun gibi kokuyor bu!” diye burun kıvırabiliyoruz.

Sf: 327
Guépiére sadece hanımların yeni modaya uygun giyinmeleri için kullanılan bir araç değil, aynı zamanda erkeklerin de başını döndüren sonra derece tahrik edici ve cüretkar bir giysi. İhtiyar ve aksi adam Charles Bukowski bile guépiére’le ilgili bir çift laf etmekten kendini alamıyor ve bir guépiére’in altından uzanan bir çift kadın bacağının güzelliğine övgü dolu satırlar yazıyor.

Sf: 328
Bu yeni aşk macerasını yaşamaya başladığı sıralarda savaşın olumsuz etkilerinden bıkmış bir halde moda evini kapatmayı düşünen Rochas, yeni karısını da eski karısı gibi şık giydirmek arzusu uğruna bu fikrinden vazgeçiyor. Karısının ifadesiyle Marcel’in ona bu bağlamdaki yaklaşımı tam bir “My Fair Lady” olayı gibi gerçekleşiyor ve 18’lik Héléne, bir kız çocuğu olarak tanıştığı Marcel’den sonra, genç yaşına rağmen her anlamda tam bir kadın yani “Femme” kimliğine bürünüyor.
GÜZEL KOKUSUZ OLMAZ
Marcel Rochas kadınlarda güzel kokulara da çok düşkün. Bu yaklışımını özetleyen bir de söylemi var: “Bir hanımefendinin evine gittiğimde, daha kapı açıldığında, onu görmeden hissedebilmeliyim. O hanımın imgesinin habercisi olan koku burnumu doldurduğunda, eğer onu daha önce tanımıyorsam tahayyül edebilmeli, eğer önceden tanıyorsam tahayyül edebilmeli, eğer önceden tanıyorsam da bu koku hoş bir yeni başlangıç veya prelüd olabilmelidir.” Eh kadın güzelliğine ve kokuya bu kadar düşkün bir duygusal karakterin moda evinden de elbette ne beklenir? Tabii ki parfümler.

Sf: 329
İyi iş  planları yapan ve lüks pazarına alışkın şampanyacı aileden gelme Albert Gosse, kadına tutkun ve devrimci moda fikirlerini hayatta başarıyla geçiren bir tasarımcı Marcel Rochas ve elbette bu iki ismin yanına bir de parfümör gerekiyor ki sac ayakları tamamlansın ve Pemme isimli parfüm gerçek anlamda hayata geçsin. Bu üçüncü isim, yani koku tasarımının arkasındaki burun ve beyin de bugün daha çok Dior için yarattığı parfümlerden tanıdığımız ve bir önceki yazıda kendisinden kısaca bahsettiğimiz Edmond Roudnistska oluyor.

Sf: 330
Sürmekte olan savaş, moda dünyasından ve insanların içindeki yaşam coskusundan çok şey götürmüş ve Rochas’nın kafasında da bu coşkuyu geri getirecek, öncüllerinden farklı , ardıllarına örnek oluşturacak ve tabii ki Rochas giysi tasarımlarından uzağa düşmeyecek bir koku yaratmak var.

Sf: 331
Neden sentezlenen moleküller parfümörlere oldukları gibi teslim edilmiyor?
Çünkü molekküller yapıları birer sıra ve kimse başka bir fabrikanın kendi sentezlendiği molekülü taklit etmesini istemiyor. Gelişmiş analiz cihazlarından uzak olunan bu dönemde, bu tip molekküller de işte böyle bazların içine gömülerek satılıyor. Bu, aynı zamanda üretici için de üründen sağladığı artı-değerin yükselmesi demek.
Şuna benzetebiliriz belki bu durumu: Sadece sizin tarlanızda yetişen nitelikli buğdayı değil, o buğdaydan ürettiğimiz unu satıyorsunuz piyasaya ve elbette aradaki öğütme süreci sizin kâr hanenize yazılıyor. Sizden un alan pastacı ustası da ister tuzlu isterse de tatlı kurabiye üretip pazara sunuyor. Sonuçta satılan sizin buğday oluyor ama elinizden buğday fiyatına çıkmamış oluyor.

Sf: 332
Roudnitska bu erik kokulu bazı o kadar seviyor ki hemen varili olduğu gibi çektiriyor laboratuvarın içine. Böylece yıllardır bahçenin bir köşesinde ömrünü doldurmakta olan koku bazının da kaderi birden değişiveriyor. Laboratuvarına gelen bu varilin içinden aldığı numunelerle denemelere başlayan Edbonda Roudnistska, önce erik kokusunu şeftali (C-14) ve ve meşe yosunu (oakmoss) kokularının içine sarmalıyor. Daha sonra savaş koşulları nedeniyle erişilmesi güç olan, ancak elindeki bazı nadir yapay malzemeyle takas ederek elde ettiği paçuliyi de ekliyor bu karışıma. Şeftali kokusu için kullandığı C-14 aldehiti sadece şeftali kokmuyor, ayrıca derinlik veren ve taze bir izlenim yaratan farklı bir molekül. (C-14’ü belki Guerlain’in 1914 tarihli Mitsuko(sunun hikayesini anlattığım bölümden hatırlayacaktır bazı okurlarımız.

Sf: 333
Sadece şeftali, erik, paçuli değil elbette roudnistska’nın elindeki demede yer alanlar. Baz notalarda üst notalarda yer alan meyvelerin hafifliğini bastırmak için sandal ağacı ve labdanum’la (laden reçinesi) beraber karanfil kokusu veren eugenol de kullanılıyor ki hem odunsu hem de sütlü, daha doğrusu sıcak bir hava verebilsin parfüme. Parfümün kalbinde “ölmeyen çiçek” de denen immortel (altın otu), yasemin, gül ve ylang ylang var. Bu malzemelerin bazılarının savaş koşulları nedeniyle ulaşılması zor olduğundan, az bulunan yaseminin üzerine bolca benzyl acetate koyara kdurumu kurtarıyor Roudnitska. Oldukça kuvvetli floral bir buketten oluşan lakp notaları, altında odunsu notalar, üstündeyse meyvelerle desteklenmiş durumda bu koku.
Tamam, erik iyi fikirdi de, acaba tek başına yetecek mi orijinal olmaya? Hayır, yetmiyor Roudnitska’ya. Son bir hamle yaparak formüle kimyon da ilave ediyor. Genelde parfümlerde baharata alışkınızdır ama bunlar çoğunlukla tarcın veya karanfil ya da anason gibi baharat olurlar ve erkeksi parfümlerin dışında kimyona pek de fazla rastlamayız. Formüldeki diğer notalarla bir araya gelen mikyon kokusu, cızbız köfte havasından sıyrılıyor çiçek kokularıyla buluşunca ve birden eşsizleşiveriyor Roudnitska’nın önündeki cam tüpün içinde. Eksik kalmasın diye ekleyeyim; şişenin içindeki sıvıda Baharata kakule, meyveleriyse bergamot, limon ve limon yaprağından elde edilen petitgrain yağı da eşlik ediyor.

Sf: 341
İki yıl kadar önce, parfümeri zincirinin alışveriş merkezlerindeki şubelerinden birine uğradım. Maksadım koku falan almak değil, eski ve bildiğim bir parfümü tekrar koklamak ve hafızamı tazelemek. İlk sorun, deneme için kâğıt şerit bulunamamasıyla başladı. Merkezleri bu ara test kâğıdı göndermiyormuş. Ne diyelim, sağlık olsun. Orada hazır tutulan kâğıt mendil kutusundan bir mendil parçacığı çekilerek benim talep ettiğim parfüm, o fazlacak emici kâğıdın üzerine sıkıldı. Zaten muhterem fazlaca yakından sıktığından, kâğıt da ıslandı ve yamuldu. (Bu tip koklama şeritleri hem parfüm yapımı hem de satışı sırasında çok fazla kullanılır.

Sf: 342
Bunlara blotter veya touche denir. Resim kâğıdından biraz hallicedirler ve eğer bulunamıyorsa, bir tabaka gramajlı resim kâğıdı alıp şeritler halinde kesmek ve sorunu şık bir şekilde çözmek, atla deve değildir. Neyse, kâğıt mendillemenin hemen ardından da, iyi niyetinden şüphe etmediğim, ancak bilgisi konusunda kuşkularımın ağzından çıkan her kelimeyle daha da arttığı satış elemanı, can alıcı olduğuna inandığı vurucu fikri beyan etti: “Bu parfümde kullanılan bütün çiçekler toprak yerine su içinde yetiştirilmiş çiçeklerdir.” Haydaaa, bir yaşımıza daha girdik! Zaten çoktan geçmişiz elliyi, bonus yaşlara ne gerek var kardeşim? Sesimi çıkarmadım ve doğal haliyle toprakta yetişen bitkilerin neden suya alınıp orada yetiştirildiği falan sormadım.
Biliyoruz ki sulu (aguatic) ortamda yetişen bitki ve çiçek sayısı sınırlıdır ve bu sınırlı sayıda çiçeğin içinde kokulu olanları, o sınırlı sayıdan daha da sınırlıdır. Doğal haliyle toprakta yetişen bazı bitki ve çiçekleri de yapay olarak sadece sulu bir ortamda yetiştirebilirsiniz ama bunlar da gene sümbül veya nergis vb. örneklerle sınırlı bir seçkide kalırlar, güle veya yasemine kadar gidemezsiniz su içinde çiçek yetiştirmeye kalktığınızda. Ayrıca bırakalım bu alternatif botanik tekniğini bir yana, o iyi niyetli gencin, parfümün içine doğal bitki özyağları konduğu konusundaki inancını da sorgulamadım. Halbuki “Yahu kardeşim, gül yağının kilosu 8-9.000 Dolar. Bu 100 gramlık parfümün içine gerçekten o konmuş olsa, sen bunu bu fiyata satabilir misin?” filan demedim yani.
Ben kulaklarımı çevrimdışı konuma getirip birkaç parfümü daha kokladıktan sonra, neredeyse her parfüm satış elemanının gerçekten inandığını bildiğim üçüncü ve son vuruş geldi: “Çok koku kokladınız. Burada kahve çekirdekleri var. Koklayın bunları bir burnunuz dinlensin”… Kardeşim, kahvenin kokusunu veren altmış küsür molekül var ve bunların en az yirmi tanesi senin kokladığın parfümden daha güçlü kokuya sahip moleküller. Kahvenin kokusu, burnumu dinlendirmeyi bir yana bırak, koku algımı neredeyse tamamen kilitler! Üzerime vazife olmadığı için bunları söylemedim tabii ve koklayacağımı koklamış olarak çıktım dükkandan dışarı.

Sf: 343
Şimdi ben bir parfüme özellik kazandırmak için içine konulacak tüm çiçeklerin suda yetiştirilebileceğine, bu cümleden de hareketle ana akım bir parfümün tamamen doğan öz yağlardan oluşabileceğine  ve bunun ekonomik olabileceğine, parfüm arası molalarda kahve koklamanın burnu ve koku algısını rahatlatabileceğine inanıp, bundan sonraki yargılarımı o yönde oluşturabilir miydim? Elbette oluşturabilirdim ve alın size sanki eksikliğini çekiyormuşuz gibi bir bilgi kirliliği daha. İyi de, o satış elemanının ne kabahati var? Neticede o da kendisine belletileni tekrar ediyor. Hatta muhtemelen bazı parfümlerin açıklanmış içerik listeleri de eline tutuşturuluyor ve garibin de çarpım tablosunu ezberler gibi listeyi ezberleyip ertesi gün müşterilerine tekrar ederek yetkin ve bilgili olduğu gösteriyor.
O HALDE SORUN NEREDE?
Sorun para vererek aldığımız ve satın alırken de sık sık bir bilene danışma ihtiyacı duyduğumuz bir ürüne ilişkin olarak, o ürünün satışıyla gelir sağlayanların herhangi bir eğitim çalışması yapmaması veya yapıyorsa da yetersizlikten sebep bu çalışmanın eksik ve yanlış bilgilerle dolu olması. Büyük olasılıkla bu satıcı şirket de, parfüm satış elemanlarının sık sık değişmesinden dolayı onlara yapılacak bir eğitim yatırımının boşa gideceğini ve masraf hanesini gereksiz yere şişireceğini düşünüyordur.

Sf: 344
Parfüm satabilmek aslında müşterinin önünde bir kâğıda iki fıs fıs yapıp koklatmak veya bileğinin içine bir damla damlatmaktan ibaret değil. Söz konusu ürün, kozmetik malzeme veya makyaj malzemesi olsa, iş bu kadar zor olmayabilir. Zira sonuçta renk renge uyuyor mu vay bu şu bölgeyi daha mı belirgin gösteriyor falan gibi elle tutulabilir kriterler var o tip ürünlerin satışında. O kozmetik ürün müşterinin talebini karşılamış, cildinde ve genel görüntüsünde beklenen etkiyi yaratmışsa, bütçesine de uygunsa satış gerçekleşebilir ve satıştan memnun olan müşteri aynı ürün için bir kez daha gelip gene müşteri olabilir. Müşterinin ürün performansını test edebilecek birden fazla imkânı vardır ve bu da kara vermesini kolaylaştırır.

Sf: 345
Oysa parfüm öyle bir ürün değil. Şişenin içinde sıvıya dahil olan tüm içerik maddelerini kocaman kocaman yazıp müşterinin gözüne soksanız bile, sonuçta duyu ve duygularla ilgili soyut bir kavramı satmaya çalışırsınız. İçeriğinde ne olursa olsun, parfüm o yazılı maddelerin toplamından farklı bir şeydir. Aynı içerik maddelerini kullanarak birbirinden tamamen zıt kokusal profillere sahip yüzlerce parfüm formüle edebilirsiniz. Demem o ki içeriği açıklamak – belki, eğer – çok takıntılıysanız yardımcı olabilir, ancak o parfümün gerçekte nasıl koktuğu hakkında bir fikir vermekten oldukça uzak kalır. Unutmamak gerekiyor ki, şişenin konduğu kutu, şişenin formu ve dahi içinde kokulu sıvı, aslında tüketicide bazı duygu durumlarını tetiklemesi beklenen sembollerdir. Satıcının görevi ve rolüyse, o sembolleri çözerek anlaşılabilir halde müşteriye dile getirmektir.
Üstelik müşterinin, bileğindeki o damlaları koklamasıyla oluşan izlenimin sadece üst notalar hakkında fikir verdiğini, parfümün esası olan orta, yani kalp notaların ortaya çıkabilmesinin belli ve makul bir zaman mesafesine gereksinimi olduğu da yarı bir gerçektir.

Sf: 348
Oysa Japonya’dan Suudi Arabistan’a geçseniz, orada da en hafif parfüm konsantreleri olan “eau de cologne” veya “body splash” gibi kategorilerin, kullananın yeterince dikkat çekmesine yol açamadığı için savaşı baştan kaybettiği göreceksiniz. Dolayısıyla o coğrafyada satış yapabilmek için tamamen farklı teknikleri öğrenmesi gerekiyor parfüm satıcısının.
Oryantal parfümler Ortadoğu’da yıldız muameleri görürken, Japonya’da pek itibar görmüyor; narenciye kokuları Akdeniz ülkelerinde satış rekorları kırarken, ABD’de özellikle limon kokusu temizlik ürünlerini çağrıştırdığından burun kıvrılıyor, falan filan…
Şimdi bırakalım bölgeler arası kültürel farkları bir yana. Modern zamanlarda parfüm satmak, aslında bir konsepti veya kavramı satmaktır. Dolayısıyla kokunun ötesinde konsepti oluşturan öğelerin hepsine, minimum düzeyde de olsa hakim olmak gerek.
ŞİŞESİ BİLE YETER
1986 yılında Oscar de la Renta markasına ait parfüm için araştırma çalışması yapılıyor Fransa’da. O tarihte söz konusu parfüm Amerikan pazarında satılıyor ama henüz Fransız pazarına sunulmamış ve zaten çalışma da bunun için yapılmakta. Parfümün alıcı profili olduğu varsayılan demografik gruptan seçilmiş tüketiciler bir salona buyur ediliyor ve kendilerine önce satışa sunulacak şişenin içinde, yani orijinal halinde Oscar de la Renta parfümü koklatılıyor. daha sonra aynı parfüm, bu kez çok modern bir şişede, simsiyah plastik kaya şeklindeki bir kabın içinden koklatılıyor. En sonundaysa gene aynı parfüm, bu kez son derece klasik, kristalden kesme bir şişeden sunuluyor. Bu alternatif koku şişelerinin hiçbirinin üzerinde etiket yok, ayrıca her örnek koklatıldıktan sonra makul bir zaman bekleniyor ki parfümün sadece üst değil, orta notaları yani kalbi de açığa çıksın ve parfümün tümüne ilişkin bir izlenim oluşturabilmek mümkün olsun.

Sf: 349
Sonuç, deneyi yürütenleri şoke ediyor. Deney çalışmasına katılan 40 hanımın tek bir tanesi bile üç farklı şişede koklatılan parfümün aslında aynı parfüm olduğunu anlayamıyor. Alın size şişe konseptinin bile tek başına parfüm satışı için ne kadar önemli olduğuna dair bir örnek. ( Bu araştırmayı finanse eden de elbette şişenin formunun satıştaki öneminin altını çizmek isteyen Fransa’nın en büyük parfüm şişesi üreticilerinden biri.)
Bazen şişenin formu rengi, parfümün kendi kokusundan çok daha fazla satış arttırıcı bir unsur olabiliyor. Peki bu ilginç durumu parfüm satıcının eğitmeni nasıl aktaracak eğitti satıcıya? Bedavadan bir eğitim notu vermiş olayım: Satıcının böyle durumlarda yapması gereken, şişeyi muhtemel müşterisinin eline vererek, şişe formunun müşteri üzerinde kendi mesajını oluşturmasına izin vermek.
Bizde bu yapılır mı sizce? Hiç sanmıyorum, çünkü bizim parfüm satıcısı kardeşlerimiz nedense sanki müşteri içindekini çalacakmış veya şişeyi düşürüp kıracakmış gibi şişeleri elletmekten pek hoşlanmaz. Hatta çok katlı mağazalardaki parfüm reyonlarında beşer onar adet olarak masacıkların üzerinde duran parfümlerin başında satıcı değil de tabiri caizse bekçi gibi beklerler, kimse ellemesin diye. Oysa o şişe, parfümlü sıvının da içinde yer aldığın bütünsel kokulu pazarlama kavramının bir parçası ve sadece “görelim” diye değil, aynı zamanda “elleyelim, oradan da mesaj alalım” diye oluşturulmuş, bazı durumlarda içindeki sıvıdan daha fazla paraya mal olmuş bir endüstriye tasarımdır.

Sf: 351
Birkaç Malzeme: Civet, Amber, Paçuli, Neroli
Parfüm aleminde kullanılan dil müziğe çok yakındır. Çokça ortak kelime var; mesela notlara, notaların bir araya gelmesinden oluşan akorlar veya bir parfümörün çalışırken kullandığı, yüzlerce içerik maddesinin dizili olduğu tezgah, “org”. Orgda yapılan beste misali notalardan üretilen parfümen piramidal olarak üç katmana, yani üst, kalp ve dip notalara ayrıştığını biliyoruz. Aslına bakarsanız piramit kelimesi de sonra derece anlamsız kalıyor, zira söz konusu olan piramit değil, bildiğiniz üçgen. Sanırım hem Mısır piramitlerinden mülhem gizemli bir hava vermek, hem de piramidin üçgene ilave sahip olduğu üçüncü boyutu algılarda oluşturarak “işi derinleştirmek” adına parfüm dünyası bu kelimeyi tercih ediyor.
Piramit veya üçgen, her neyse işte, bunun üstü dar ve sivri. Bu bölge çabuk uçan üst notaları temsi ediyor. Hemen altında kalp notalar yer alıyor ve kalp notalar da üçgenin tabanını oluşturan katmanın üzerinde duruyor. Parfüm yapısı içinde birden fazla işlev üstlenen ve bu nedenle bu piramidin ağır işçisi olan, aslında dip (veya baz) notalar dediğimiz en alttaki katmak. Birden fazla işlev ne peki? Öncelikle bunların büyük bölümü fiksatör (sabitleyici), yani kendilerinden gayrı parfüm içinde yer alan diğer moleküllerin havaya karışma sürelerini geciktiriyorlar. Eh, bu arada da durumdan vazife çıkartarak parfüme kendi kokularını katmak gibi önemsiz bir ayrıntıyı da ikinci işlev olarak yerine getirdiklerini söyleyebiliriz. Dip notalarda genelde ağaç, balsam veya hayvansal kaynaklı moleküller kullanılıyor. Ancak pek nadir olarak yasemin gibi bazı çiçeklerin de bu bölgeye nüfuz ettiğini söyleyebiliriz.

Sf: 354
Ne var ki civet’in elde edilme süreci pek hoş yaşanmıyor maalesef. Gariban hayvan yakalandıktan sonra dar bir kafeste vaya bir fıçının içine hapsedilerek bu kokuya ulaşılmaya çalışılıyor. Önce çok kısa daha ilkel olan fıçı yöntemini anlatayım: Hayvan bir fıçının içine yerleştiriliyor, fıçı yuvarlamıyor ve telaşlanan hayvan panikleyip salgı koyveriyor. Daha sonra fıçı açılıp hayvanın anüs kısmının çevresinden spatula benzeri bir aletle salgısı alınıyor.
Kafes yöntemiyse daha çok seri üretime yönelik. Çok dar bir kafeste, fast-food ürünlerinin içinde yediğiniz tavuklar gibi hayvanlar yan yana dizilmiş vaziyette duruyorlar. Uyarılarak telaşlandırılıyor veya heyecanlandırılıyorlar. Işıklar yakılıp söndürülerek gürüldü çıkarılarak, hayvan dürtülerek vs. salgıyı salgılamaları sağlanıyor. Daha sonra sadece poposu açıkta kalacak şekilde bu daracık kafesin arka kapağı açılıyor ve yine bir kaşık veya spatula yardımıyla anüsünün çevresinden salgı kazınarak alınıyor.
Civet’in kullandığı pek ünlü parfüm var; Chanel No.5, yani tüm zamanların en çok satan parfümü. Calvin Klein’ın vi Jicky veya Sbhalimar’ı, Laura Biagotti’nin Roma’sı, Caron’un Narcisse Noir’ı, baz notalar katmanında civet’in kullandığı parfümlerden örnekler.

Sf: 356
Elde edilme süresinin uzunluğu ve çok “emek” istemesi nedeniyle civet en pahalı malzemelerden birisiymiş serbestçe kullanıldığı zamanlarda, ve evet, doğru bildiniz, bol bol seyreltilme hileleri yapılırmış satılmadan önce. En sık kullanılan yöntem, boynuzuna doldurulacağı zebu öküzünün sütünden yapılan ve oldukça konsantre bir yağ olan gbee yağıyla seyreltmekmiş. Olmadı bal, petek ezmesi, soya yağı, hatta bebek kakasıyla çoğaltılırmış. Tecrübeli civet alıcıları da kaçın kurası tabii, bütün bu kazıklanma olasılıklarını bildiklerinden parayı vermeden önce malzemenin tadına bakarlarmış ki hayvanın kendi imalatı dışında bir katkı varsa anlayabilsinler. Steffen Arctender’ın aktardığına göre, nasıl olur da anlarlarmış neyin katıldığını, onu da pek bilen yok. Malum, balın tatlılığı kendin belli eder de, ya diğer malzeme?
ŞİMDİ GELELİM AMBERE
Amber, ambregris, yani gri amber, “sperm whale” denen ve bizim kaşalot ve ispermeçet balinası (Physeter marcocephalus) diye tercüme ettiğimiz balinadan kaynaklanan bir koku ham maddesi. Bu balina, aynı zamanda Moby Dick’te Kaptan Ahab’ın belalısı olarak hatırladığımız hayvan.
Beslenme alanı okyanus ve öyle önüne tabakla yemek de sunulmadığından, ne bulunsa lüpletiyor elbette koca gövdesini doyurabilmek için hayvancağız. Kendisini on ton, günlük yediği de bir ton civarında. Ancak yediği her şeyi sindiremiyor ve kafadan bacaklar denen kalamar, ahtapot veya mürekkepbalığı gibi deniz canlılarının sindirimi biraz zorluyor muhteremi. Organizması bu sindirim olayını kolaşlaştırmak için bir madde sağlıyor, sonra da bu maddeyi sindirilememiş atıklarla bazen dışkı, bazen de istifra etmek suretiyle suya bırakıyor. ( Popüler söylem istifra olayını itibar etse de, biz dışkıyı mihenk tutalım.)
Balinanın çıkardığı bu atık, aylarca, hatta bazen yıllarca güneşin altında ve suların üzerinde dolaştıktan sonra katılaşarak karaya vuruyor. Hayvandan ilk çıktığında rengi çok koyu, ancak karaya vurduğunda, denizde geçirdiği süreye bağlı olarak açık griye dönüşüyor. İsminin gri amber olmasının sebebi de onu, kehribar sarı amberden ayırma endişesi. Karaya vuran amber kütleleri on beş gramdan elli kiloya kadar çeşitli ağırlıkta olabiliyor. Rengi nedeniyle oksidasyon ve foto degradasyonla yapısal değişikliğe uğruyor ve sert görünümlü ama kırılgan bir dokuya ulaşıyor. Nefis bir kokusu var amberin gerçekten. Marine (denizimsi) de diyebilirsiniz, balsamik de diyebilirsiniz ve kallavi, iyice açık renkte bir amber kütlesini elinizle okşasanız, sinen koku günlerce elinizde kalabilir.
Seyrek bulunuyor ve birtakım yasal karmaşalar ve amberlerle ilgili. 1972’te ABD’de deniz canlılarını koruma yasası kapsamına girmiş ve korumaya alınmış ama 2001’de tekrar dışına çıkarılmış. Tekrar serbest bırakılma sebebi, atık malzemenin hayvanın doğal beslenme sürecinin doğal parçası olması ve elde edilmek için insanlar tarafından olumsuz bir müdahaleye kalmasının gerekmemesi.
Dünyadaki balina sayısı, Japonlar sağ olsun, epey azalmış durumda. Balina ve yunusların koylara gitmeye zorlanmaları ve burada onları bekleyen avcılarca katledilmeleri nedeniyle türün devamı iyice tehlikeye girmiş durumda. Bu, insani endişelerin yanı sıra, doğal amberin kıt bulunması, dolayısıyla da oldukça pahalı olması demek. Pahalılığa tesadüfi bulunmasını da eklerseniz, endüstrinin sürekli ve ekonomik ham madde tedarik mantığından oldukça uzağına düşüyor amber. Standart bir tedariğe ulaşmış olsanız bile pahalı malzemeden üretilecek bir parfümün maliyeti de yüksek olacağından, hemen laboratuvara giriliyor ve ambere benzeyen moleküller sentezlenmeye başlıyor.

Sf: 358
Bokunda boncuk var
Kahve dünyasında kahveler de, fiyatları da türlü türlü. Gidip Türk kahvesi aldığınız zaman aşağı yukarı fiyatı 13-15 Dolar’dır ama kilosu 750 Dolar civarında bir kahve türü var ki yurtdışında  bazı seçkin kafelerde bu kahvenin fincanı yaklaşık 120 Dolar gibi bir fiyatla servis ediliyor. 
Bucketlist diye bir film vardı Rob Reiner’ın yönetip, Jack Nicholson’la Morgan Freeman’ın başrolleri paylaştığı. İzleyenleriniz hatırlar, filmin girişinde bir hastane sahnesi görürüz. Pencerenin önünde altın renginde bir kahve kabı vardır ve Jack Nicholson bu kahveye pek düşkündür. ” Dünyanın en pahalı kahvesi,” olarak lanse eder yeni tanıştığı arkadaşına, yani Morgan Freeman’a bu kahveyi.
Nedir bu kahve peki? İsmi kopi luwak. Kopi luwak’ın pahalı olma nedenleri ise şöyle: Etiyopya’da bulunan bir kahve ağacı türünün henüz olgunlaşmaya başlayan meyveleri, bir hayvan tarafından bütün olarak yutuluyor. Hayvanın yuttuğu meyveler, midesindeki enzimlerle reaksiyona giriyor ve asidik ortam kahveye acı tadı veren proteinleri azaltıyor. Pişirildiğinde koyu lezzette çikolataya yaklaşıyor bu kahvenin genel aroması, ayrıca hafif de küflü bir havası oluşuyor. Peki hayvanın yuttuğu kahve, nasıl oluyor da önümüze gelip pişirilebiliyor? Eh, çünkü hayvan yuttuğu çekirdekleri ilanihaye içinde tutacak değil, haliyle dışkısıyla beraber ve gene bütün haliyle vücudundan atıyor, yani kaba tabirle kahveyi “sıçıyor”. 
Bu işi meslek edinen yerliler de çalılıkların arasında hayvanı takip ederek dışkısını bulmaya çalışıyor ve bokunda boncuk arar misali peşinde dolaşarak kahve çekirdeklerini topluyor. Toplanan çekirdekler mumsu bir bütünlük içinde, neredeyse dışkıdan oluşmuş bir salkım halinde sakin bir yere getiriliyor, yıkanıyor, kurutuluyor, kavruluyor, daha sonra da değirmenler de çekiliyor ve satışa sunuluyor.
Bu hayvan hangi hayvan diye merak ediyorsanız, az önce anlattığım kahramanımız yani civet kedisi. Hayvan zaten nadir bulunuyor, ayrıca bu şekilde kahveyi elde etmek çok zor olduğundan yıllık üretimi de eser miktarda. Bütün bir yıl boyunca dünya üzerinde iki yüz kilodan fazlasına ulaşılamıyor bu kahvenin. Eh, bu nedenle de fiyatı 750 Dolar/kilo civarında dolaşıyor. Bu bahsettiğim, hayvanın doğal ortamında, kendi seçimi çekirdekleri yemesi halinde geçerli bir durum. Çiftliklerdeki dar kafeslerde zorla ve besleyicinin tercihi olan çekirdekler yedirilerek elde edilen kopi luwak çok daha miktarda elbette.
Civet’in dışkısının içinden çıktı diye kahve dışkı kokuyor zannetmeyin lütfen. Sevgili dostum Lale Barlas’ın bir Malezya gezisi dönüşü nezaket göstererek bana getirdiği iki poşeti her türlü algımı açarak afiyetle içtim. Derin bir kahve kokusu olduğu ve diğer kahve türleriyle farkı kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin. Ancak bu farklı olma hali asla üzerine sindiği tahmin edilen dışkı kokusundan kaynaklanmıyor. Esas olan zaten, bu çekirdeklerin hayvanın vücudundan ne yolla atıldığı değil midesi içinde girdiği reaksiyon sonucu aromasında meydana gelen değişim.

Sf: 361
“Aman! Buralar ne güzel amber kokuyor!”
Amberin yapayını elde etme macerası sırasında 1949 yılında aroma-kimyasalı devi Firmenich laboratuvarlarında ortaya çıkan ambrox ( ilerleyen dönemde farklı üreticilerin verdiği ticari isimler değişebiliyor, mesela ambroxan veya cetalox gibi) isimli molekül, bu yapayların içinde en revaçta olanı.
Molekülü kimyager Max Stoll ve ekibi bulunuyor ama o dönemde o kadar yoğun çalışıyorlar ve o kadar yoğun kokuyor ki çalıştıkları her şey, deneyler bittiğinde neredeyse hiç koku alamaz hale geliyorlar. Koku alamaz haldeler ama işin kötüsü bunun da farkında değiller.
 Ellerindeki küçük şişede, sonradan ismini ambrox koyacakları naphtofuran var ve kapağını açıp açıp “snıff! snıff! yapmalarına rağmen hiç kokmuyor onlara  içindeki. Her testi geçmiş, fakat en önemlisinde yani koku testinde takılıp kalmış aylar süren çalışmalarının ürünü. 
Tam yüzler asılmaya başlarken laboratuvarın kapısı açılıp şirketin teknik müdür Roger Firmenich içeri giriyor ve “Aman! Buralar ne güzel amber kokuyor!” deyince, asılmaya başlayan yüzler gülüveriyor, bu gülümsemeleri de kahkahalar takip ediyor. 
Bu buluştan dört yıl sonra Stroll, Amerikan Kimya Cemiyeti’nin büyük ödülünü alıyor buluşuyla.
Amber yüksek oranda kullanıldığında oryantal; eser miktarda kullanıldığındaysa, atığın su üzerinde geçirdiği, aşağıda deniz yukarıda gökyüzü yılları çağrıştırmak istercesine, ozon/marin bir profil katıyor parfüme.
AMBERLERLE KEHRİBAR KARMAŞASI
Amberle kehribar, sadece Türkçede değil, bütün lisanlarda karıştırılıyor. Amber kelimesi, aslında Arapça “Anbar” kelimesinden türüyor ve İngilizceye “Amber”, Fransızcaya da “Ambre” olarak giriyor daha sonra. Takılarda veya tesbihlerde gördüğümüz kehribar ise bir reçine fosili ve milyon yıllık tarihi olmasına rağmen, 1400’lü yıllarda Avrupa’da lisanlara giriyor. Giriyor ama bir giriyor, pir giriyor. Zaman içinde kokulu hayvansal amberi de unutturarak, amber dendiğinde kendisinin anlaşılmasına kadar vardırıyor işi.

Sf: 362
Hem amber hem de kehribar, her ikisi de sahil kesimlerinde bulunabiliyor ve karaya vurabiliyor ama ortak noktaları sadece bununla sınırlı, zira amber sudan hafif olup aylarca veya yıllarca su üzerinde yüzerek taşınırken, taştan hafif ama sudan ağır olan kehribar yüzeye çıkamayıp batıyor.
Kelimeyi Avrupa’ya elbette Haçlılar getiriyor, doğuya yaptıkları seferlerin dönüşünde. Sonra bakılıyor ki her ikisinde de amber denmeye başlanmış, bu kez Fransızlar diyorlar ki: “Yahu baba, bizde kehribar diye bir kelime yok, ikisine de amber diyoruz. O zaman bari gelin bunların rengini belirterek birbirinden ayıralım. Hayvansal kökenli kokulu ambere “gri amber” yani Ambre Gris, fosil reçine olan ve Doğuluların kehribar dediği diğer ambere de “sarı amber” yani Ambre Jaune diyelim.”
Batı dillerinde iki amber var ve birbirine karışıyor, ancak bizde böyle bir karışıklığa mantıken gerek yok, çünkü zaten kokulu olmayanına kehribar diyebiliyoruz. Peki diyor muyuz? Hayır. Bugün halâ parfüm tanıtımlarında “kehribar” kelimesine rastlamak olası ve bu da cehaletin geldiği boyutları göstermek açısından ayrıca ibret verici. Parfüm tanıtımlarında gördüğünüz “kehribar” kelimesi gerçeği yansıtmaz ve o parfüm tanıtımını orijinal lisanından tercüme ederken kıymeti kendinden menkul bir çevirmenin sözlüğü açıp ilk rastladığı kelimeyi metne yerleştirmesi gibi bir garabetten başka bir şey değildir.
Yanlış anlaşılmasın: Kehribar da kokusuz değil elbette, yakıldığı zaman çam kokusuna (camphoric) benzer bir koku yayabiliyor. Ancak bu koku profilinin hayvansal amberin balsamik koku profiliyle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Zaten bazen içinde sıvı haldeyken yakalanmış hayvancıklar veya diğer doğal kalıntılar falan da görebileceğiniz ve en makbulü Baltık Amberi diye adlandırılan kehribar, başlangıcında bir sıvı. Yüksek basınç ve ısı nedeniyle moleküler polimerizasyona giriyor ve yavaş yavaş içindeki terpenler açığa çıkarak bildiğimiz sert kehribara dönüşüyor. Bu da demek ki ısıtıldığında tekrar eriyebiliyor kehribar.

Sf: 364
Moby Dick’in Amberi Moby Dick, “bölüm XCII” AMBER
Şu amber dediğimiz çok garip bir nesnedir. Öyle de önemli bir ticaret malıdır ki, 1791’de Nantucket’li Coffin adında bir kaptan, İngiliz Avam Kamarasında amber üzerine sorguya çekilmiştir. Neden derseniz, o günlerde, hatta son zamanlara değin bilginler, “amber”in (yani kehribarın) ne olduğunu tam bilemedikleri gibi, “ambre gris”nin (yani amberin) de ne olduğunu doğru dürüst bilmiyorlardı. Ambre Gris sözcüğü Fransızca “kül rengi kehribar” anlamına gelir, oysa kehribar ile amber apayrı nesnelerdir. Kehribar zaman zaman deniz kıyılarında bulunmakla beraber, denizlerden çok uzakta, toprağın içinde bulunur, ambere ise ancak denizlerde rastlanır. Üstelik kehribar, katı, saydam, kolay kırılan, kokusuz bir maddedir. Ağızlıklarda ve incik boncukta kullanılır. Amber ise, yumuşaktır, bal mumuna benzer. Öylesine baharlı ve güzel kokuludur ki, parfüm üretmekte, emilen haplarda, kıymetli mumlarda, saç pudralarında ve yüz kremlerinde kullanılır. Türkler amberi yemeklerine katar ve Kabe’ye götürürler, Hristiyanların Roma’daki San Pietro Kilisesi’ne buhur götürdükleri gibi. Kimi tüccarlar, kırmızı şaraba bir parçacık amber koyarlar, güzel koksun diye.
Kibar baylarla bayanların, hasta bir balinanın leş kokulu bağırsaklarından çıkan bir nesneye böylesine düşkün olacakları kimin aklına gelirdi! Gelmez ama, öyle işte! Kimine göre amber balinadaki sindirim bozukluğunun bir nedeni, kimine göre de bir sonucudur. Böyle bir sindirim bozukluğunun nasıl önüne geçilir? Olsa olsa, balinaya üç dört sandal dolusu müshil hapı yutturulur, sonra da kayaları dinamitleyen köylüler gibi, canını kurtarmak için uzaklara kaçılır.
Kokusunun hoşluğundan istifade mutfaklarda da kullanılıyor amber. İngiliz edebiyatının en ünlü beş şairinden biri kabul edilen John Milton, neredeyse dört ciltlik Paradise Ragained isimli şiir kitabının 1753 baskısına koyduğu bir dipnotta, etin haşlanma, kızartma veya fırınlanmasından önce amberle fümelendiiğinden, keza muhtelif pudinglerin üzerine amber serpildiğinden bahsediyor. Elbette bunlar vasat ademin erişebileceği keyifler değil, ancak seçkinlerin şato vay saraylarında rastlanabiliyor. Marie Antoinette misal, sıcak çikolata fincanının içine amber rendeletiyor illa içmeden hemen önce.

Sf: 365
Marie Antoinette deyince akla giyotin gelmez mi? Gelir elbette. Fransız Devrimi sırasında ortaya çıkıp öncüllerine kıyasla daha “insani” ve daha hızlı ölüme sebep olduğundan en tercih edilen ölüm makinesi haline gelen giyotin zamanında o kadar fazla “çalıştırılıyor” ki, kurulduğu Saint-Amand kapısının önü kan revan içinde kalıyor. Bu görsel rahatsızlığın önüne geçmek için de idam edilen mahkûmlarin kanlarının içinde toplanacağı su oluğu benzeri taşıyıcı kanallar inşa ediliyor. 1793 yılında hem XVI. Lois hem de Marie Antoinette’in idamı da gene giyotinle gerçekleşiyor bildiğiniz gibi.
1891 yılında Marie Antoinette ve Krallığın Çöküşü isimli bir kitap yazan Fransız tarihçi Imbert de Saint-Armand, oldukça dekadan bir tablo aktarıyor bizlere. Anlattığına göre Devrim’in yaklaşık yüz yıl sonrasında zengin davetlerinde, servis sona ererken masaya minyatür bir giyotin getirilmiş tatlı tabağı niyetine. Servisi yapan hanımefendi dönemin politik suçlularından birinin gene minyatür boy bir maket veya bez bebeğini, kafası giyotin bıçağının altına gelecek şekilde yerleştirir, “tak!” diye bıçak düşüp maketin kellesi gidince de kesik yerden hoş kokulu kırmızı bir sıvı akarmış. Hemen yemek masasının üzerinde gerçekleşen bu minyatür ve kurgu idam sahnesine tanık olmalarıyla beraber “Oh la la la!” diye heyecanla el çırpan konuk hanımefendiler de, yüzleri heyecandan pembeleşmiş halde kanı temsilen tabağa akmakta olan amberle parfümlendirilmiş bir liköre dantelli mendillerini bandırma telaşına düşerlermiş.

Sf: 366
“Kumaşları güve ve benzeri haşarattan uzak tutacak haiff kafurumsu (camphoric) kokan bitkilerin yapraklarına sarın ki elinize sağ salim ulaşsınlar, siz de bu nadide kumaşları deliksiz ve hasarsız, terzilerin tezgâhlarına yollayın.” İşte, bu kıymetli kumaşları güve ve benzeri haşarattan uzak tutan da paçuli (Pogostemon cablin) oluyor.
Tefarik olarak da isimlendirdiğimiz paçuli, Avrupa’ya güvesavar olarak giriyor. Bu bitkinin yapraklarına sarılmış kumaşlar Avrupa’ya hasarsız ulaştıklarında, üzerlerine sarılan yaprakları kokusu da elbette kumaşa siniyor. Yaprakların kokusu, hafif baş döndüren ve Avrupa’da pek aşina olunmayan bir koku. O kadar güçlü ve kalıcı ki, dikilip giyildiğinde bile aylarca sanki parfüm sürmüşsünüz gibi beraberinizde dolaşıyor. Zamanla bu koku aynı zamanda ithal ürünle ve dolayısıyla “lüks”le özdeş hale geliyor. Yerel kumaş üreticileri de bu imajdan istifade etmek için kendi ürettikleri kumaşlara paçuli esansı emdirmeye kalkınca, güvesavar yaprakların yanı sıra paçuli, özyağı olarak da ayrı olarak ithal edilmeye ve parfüm formüllerinde kullanılmaya başlıyor.
Paçuli, nane ailesinden bir çalı bitkisi ve aromaterapik özellikleri nedeniyle çok fazla kullanılıyor aromaterapistlerce. Tedavi değeriyle ilgili iddialardan ilk aklıma gelenleri; sivilce, egzema gibi cilt bozukluklarına iyi gelmesi veya ruh haliyle ilgili depresyon, stres gibi birtakım durumları normale döndürmeye yardımcı olması. Gerçek doğal paçuli yağının fiyatı tabii biraz pahalı, hele ki son yıllarda, zira üretildiği ülkelerdeki doğam afetler nedeniyle arz düşmüş durumda. Arz düşüyor ama talep sabit ve bu da ekonomik bir kural olarak fiyatları yükseltiyor. Endonezya, Malezya ve Filipinler, hem doğam afetlerin son yıllarda çok sık görüldüğü yerler, hem de paçulinin kaynağı olan bölgeler.

Sf: 367
Afrodizyak olduğu da söyleniyor ama algı öznel olduğundan ben kokularla ilgili afrodizyaklık iddialarını pek ciddiye almıyorum. Ayrıca unutmayalım ki Batı için Doğu’dan gelen ve tanıdık olmayan neredeyse her kokuya  hemen ve kolayca afrodizyak damgası vuruluyor. Sanırsınız Doğulular karanfildi, miskti, safrandı, paçuliydi, tarçındı derken sabahtan akşama afrodizyak faaliyetlerde bulunuyor!
Paçulinin yağı, yapraklarının buharla distile edilmesi sonucu elde ediliyor. Hep hazır yağını kullandam ve elde edilişini görmedim ama yapraklar damıtılmaya başlamadan önce kızgın buharda hızla haşlanırsa, en iyi sonuç elde edilirmiş. Kehribara yakın bir rengi olan, koyu ve kıvamlı bir sıvı paçuli özyağı. Odunsu, topraksı, yosunumsu, hem yeşil taze diyebileceğimiz hem de böyle kafurumsu, neredeyse hafif hafif naftalin gibi kokan bir havası var. Kendi içinde notalara ayırırsak taze bir açılış, arkadan şarapsı, baharatlı diyebileceğim bir orta nota ve balsamik bir dibe ulaşabiliyorsunuz. Dinlendirildikçe ve olgunlaştıkça bu katmanlar iyice birbirine karışıyor, bir armoni meydana getiriyor. Keskin baharat kokusu bu aşamada incelerek yumuşuyor ve neredeyse “tadından yenmez” denebilecek nefis bir koku haline geliyor.

Sf: 369
İçeriğinde paçuli bulunan bazı parfümlerin isimlerini vereyim: Chanel’den Chance, Coco Mademoiselle veya Chanel No.5, Thierry Mugler’den Angel (ki Angel aslında üç temel nota üzerinde inşa edilmiştir: paçuli, vanilya ve şeker. Paçuli paçulidir, vanilya dediğimiz daha beyaz çikolataya yakın olan isobutavan, şeker dediğimiz de pamuk helva gibi yanık şeker kokusu veren ethylmaltol’dür. Bu üçünün bir arada kullanımı çok kaba olarak bir Angel formülü yapar), Christian Dior’dan Dune ve Fahrenheeit, Calvin Klein’dan Eternity, Acharel’den Anais Anais, Tom Ford’dan Black Orchid veya Vqite Patchouli, Hermes’ten Terre de Hermes, Gucci’den Rush, Prada’dan Prada, Chopard’dan Wish ve Paco Rabanne’dan Black XS hemen aklıma gelen örnekler.

Sf: 370
Efendim, neroli, yani portakal çiçeği, turunç veya acı portakal diye de bildiğimiz Seville Portakalı ağacının üzerinde açan çiçeklerden buhar distilasyonu yöntemiyle elde edilen bir yağ. Bu esansiyel yağın koyu, yeşilimsi-sarı bir rengi var. Geneldi Türkçede “acı portakal çiçeği” değil, “portakal çiçeği” der geçeriz, oysa ikisi arasında çok fark var. Acı olmayan portakal ağacı çiçeklerinin yağının kokusu oldukça farklı, neredeyse baygın tatlı ve neroli’yle mukayese edildiğinde görece kuvvetsiz. Tatlı portakal ağaçlarının meyvelerinin, yani portakalların kokularını, biz daha çok portakal özyağı olarak kullanıyoruz.
Bilinen en kuvvetli aromatik anti-depresan koku diye geçiyor neroli. Duygusal şoklar, anksiyete, güven eksikliği ve korku hallerine iyi geldiği söyleniyor. Bunun da nedenini, kişinin enerjisini da pozitif algılara yönlendirmesidir deniyor. Pozitif algıdan ve enerjiden söz edince, tabii, kaçınılmaz olarak özellikle müzik ve moral bozukluklarına da aynı sebepten iyi geldiği gibi, bir de bonus olarak afrodizyak olduğu da söyleniyor elbette. Şaşırdık mı? Hayır! Ancak bu iddialar bilimsel çalışmalarla ikna edici bir şekilde desteklenmiş değil, dolayısıyla sadece birer temenni veya iddia olarak değerlendirmek en doğrusu.

Sf: 371
Turunç ağacının dal ve yapraklarından petitgrain isimli bir başka yağ üretiliyor. Petitgrain aslında “küçük tane” demek. İlk zamanlarda ağacın meyveleri boylarının bir zeytin tanesini aşmadığı dönemlerde toplanarak işlenir ve yağı çıkarılırmış. Ancak daha sora artan talep ve maliyet endişesiyle “Ne yapmalı, ne etmeli? Bir oyunbazlık, bir şeytanlık…” derken küçük meyvelerle dal ve yaprakların bayağı benzeş koktuğu fark edilmiş ve sonra da küçük meyveler büyümeye bırakılarak dal ve yaprakların yağı petitgrain yağı olarak satılmaya başlamış.

Sf: 375
Bütçeniz zanaatkâr işi bir pomme d’amber’e yetmiyorsa, o zaman da yapılan şu: bir portakal alınıyor ve kabuğuna kuru karanfiller saplanıp evin bir köşesine asılıyor. Benden söylemesi, bir deneyin, özellikle kış günleri nefis bir doğal koku elde edersiniz.

Sf: 376
Bir de içinde neroli bulunan bazı bildik parfümleri sayayım, son olarak: Bijan’dan Bijan, Calvin Klein’dan CK Eternity Summer, CArtier’den Santos de Cartier ve So Pretty, Chanel’den Chanel No.19 Chanel no:22, Chanel No.5 ve Chanel No.5 Eau Premierre, Davidoff’dan Cool Water, Dolce&Gabbana’dan The One, Elizabeth Brazil Dream, Givenchy’den Amarige ve Pi, Guerlain’den L’Heure Bleue, Mahora, Jardins de Bagatelle ve Vetyver, Hermes’ten Amazon, Caleche ve Hiris, Jean Patou’dan Sublime, Kenzo’dan Amour Florale, Pierre Balmain’den Ivoire de Balmain, Rochas’dan Byzantine ve Madame Rochas, Tom Ford’dan Neroli Portofino, Prada’dan Infusion de Fleur D’Oranger ve “Yoldaşların Kokuları”ndan bahsederken ismini zikrettiğimiz Krasnaya Moskva.

Sf: 377
Evet, konumuz, tarihin en ikonik beş parfümünden biri olarak kabul edilen Arpege. Jeanne Lanvin’in kurduğu Lanvin Moda Evi’nin ilk değil, ancak en önemli parfümlerinden biri ve gerek kokusal armonisi, gerekse eşsiz şişe tasarımlarıyla parfüm tarihinde çok deni iz bırakmış bir parfüm Arpege. Bugün için belki bazılarınıza ağır gelebilir, ancak beğenilerimizin, bazen bize rağmen algılarımıza yapılan küçük müdahalelerle bizim beğenimiz olmaktan çıkıp, bizim olduğunu zannettiğimiz beğenilere dönüşmeye çok yatkın olduğu bugünde değil, daha geniş bir zamansal çerçevede düşünülerek değerlendirmesi gereken bir parfüm olduğu kesin Arpege’in.

Sf: 378
“Modası geçti” veya ” güncel değil” diye elimizin tersiyle birçok parfümü kenara itiyoruz. Ancak unutmayalım ki gerçekte kokuların modası geçmez, sürekli devinim içinde olan bizim yeniyi deneme arzumuzdur. Bu anlamda “eski usul” veya “demode” diye damgalanma endişesiyle yeni çıkanı tüketmeye teşvik eder. Sonsuz bir tüketim sürecinin sarmalına bir kez girdik mi, o sarmalın dışına çıkmak hayli zordur. Esas olan / moda olan / güncel olan, sizin burnunuzun beğendiğidir, size beğenmeniz de fayda olduğu söylenen değil. Bir çiçek güzel kokuyorsa, güzel kokuyordur, hiç modası geçen çiçek duydunuz mu?

Sf: 383
Yıl 1927 ve Chanel No.5 tüm dünyayı çalkalamaya başlamış durumda. Chanel No. 5’i taklit etmeden, ancak ondan uzağa da düşmeyerek ve kuvvetle esinlenen bir formül yazmaya başlıyor parfümüne Fraysse. Chanel’de oldukça cömert kullanılan aldehitler, Arpege’in içine de giriyor ama bir farkları var. Chanel No. 5’in açılışında hissedilmelerine rağmen, Arpege’de gövdenin içine gömülüyorlar ve gizli kahraman görevini üstleniyorlar; yani aldehitlerin koku algısına büyük bir katkı yapmakta.
Aldehitler, saf halleriyle kokladığında, metalik ve yağlı kokarlar. Ancak Arpege içinden koklanan aldehitler, Michael Edwards’ın yorumuyla, böyle bir tarifin çok uzağına düşerek -tabir cizse- karanlık bir gecede göz kırpmaları zor takip edilebilen yıldızlara dönüşüyorlar. Arpege Floral aldehydic denen parfüm grubu içindeki en az aldehidik olan parfümdür desek, yanlış bir şey söylememiş oluruz.

Sf: 384
Lanvin, Fraysse’e maliyet konusunda açık çek veriyor, yani demem o ki, Lanvin tıpkı iyi bir yemeğin veya iyi bir giysinin ancak kaliteli malzemeden üretilebileceği gibi, iyi bir parfümün de kaliteli ve pahasına bakılmadan formül içine katılan kıymetli içerik maddelerinden oluşabileceğine inanıyor. Bu nedenle de “İstediğini kullan. Buna ‘şu kadar pahalı, bu kadar zor bulunuyor’ diye gelme,” diyor. Bu anlayışın, bugün için ütopik derecede imkânsız olduğunu ve XXI. yüzyılda parfüm tasarlanırken artık kokudan önce maliyet endişesinin geldiğini hatırlamak isterim.
Chanel No.5’te bir gevşeklik hissedilirken, Arpege tam aksine dolgun gövdeli bir parfüm. Chanel No. % yaz çiçeklerinin konduğu bir vazonun kokusuysa, Arpege aynı vazonun üç gün sonraki kokusu olarak tanımlanıyor. Çiçekler daha olgun, daha baharatlı ve dip notalar daha karanlık, gizemli ve belki de daha kirli kokuyorlar. Ancak bu kirlilik olumsuz bir kirlilik değil, bilakis biraz muzır ve müstehcen. İçeriğindeki müge ve sümbülteber, doğal olarak kokuları kolay elde edilen çiçeklerden olmadıkları için dönemin kimya endüstrisinin avantajlarından yararlanılarak yerine yapay benzerleri konuyor. Bulgar gülü, yasemin abzolüsü, ylang ylang ve acı portakal çiçeği (neroli) kalp notaların oluşturuyor parfümün. Baz notalarda benzersiz bir sandal ağacı ve Kâbe samanı (vetiver) birlikteliği var ve bu gizemli birliktelik, kalp notaları kendine çekerek sımsıkı bağlanıyor.
Unutmadan söyleyeyim, dip notalardaki bu akora misk ve paçuli de katılıyor. Formülün baharatlı kısmında muskat cevizi, kişniş, karanfil ve karabiber yer alırken, dönem alışkanlığı olarak amber ve vanilya da parfüme feminen ve duyarlı bir kişilik kazandırıyor. Arpege’in içinde toplam 62 içerik maddesi kullanılıyor. Bir şehir efsanesi var koku dünyasında, denir ki, “O dönemde Lanvin parfümlerinin bir yıl içinde kullandığı çiçeklerin hacmi, Paris’teki Arc de Triomphe’un kütlesine eşittir.”

Sf: 390
Zaman içinde hydroxycitronellal artık neredeyse bütün el sabunlarının içene girdiğinden, parfüm içindeki mügeyi temsil etmek için daha doygun ve yeni içerik maddelerine başvuruldu.

Sf: 391
Tağşiş Nedir, Nasıl Yapılır?
Fransız Lavanta Üreticileri Birliği, bir araştırma yapıyor ve ilginç bir sonuçla karşılaşıyor. Ülkelerinden ihraç edilen lavanta yağı miktarı, ülkede üretilen miktarın yaklaşık yüz katı daha fazla! “Haydaaa. Bak şimdi bu işe? Nasreddin Hoca’nın kazının doğurması gibi lavanta yağı kendi kendine mi ürüyor” diye düşünmeyin hemen, çünkü buna benzer bir durum sadece lavanta değil, gül, yasemin, bergamot veya aklınıza gelen ve ismi çokça bilinen pek çok özyağ için geçerli. Piyasada dolaşan özyağ miktarları, üretilenin katbekat üstünde. E tamam da bu nasıl oluyor? İşin içine hile-hurda giriyor ve bizim gerçek özyağ diye değerlendirip para vererek satın aldığımız pek çok yağ, aslında sahte ya da sulandırılmış veya başka bir deyişle çoğaltılmış, gevşetilmiş yağlar.

Sf: 393
O zaman şu soru gelebiliyor aklımıza: ” Bu yağların bir standardı var mıdır? “Evet, bu yağları üretimlerinde kullanan pek çok endüstri için böyle standartlar var. ISO standartları var veya gıda katkı maddeleri tüzükleri vesaire var ve bu yağları kullanan sektörlerin pek çoğunda neyin ne olması gerektiği detaylı olarak tanımlanmış. Örneğin ISO 3515 lavanta yağının içinde olması gereken 13 koku molekülünün asgari ve azami yüzdelerini tanımlıyor. Sadece maddelerin isim ve oranlarını  değil, kaynaklarına göre de sınıflandırıyor lavanta yağını ve mesela diyor ki ” Bulgaristan menşeli lavanta yağının içinde en az yüzde 2, en fazla yüzde 5 lavantdulyl acetate olacaktır”. Lavanta örneğiyle devam ediyorum, ISO 3515 bu standardizasyon işlemini Fransız, Bulgar, Rus, Avustralya kökenli yağlar için yapıyor ve bir de “diğer ülkeler”  diye bir başlık açarak farklı kaynaklar da yer bırakıyor. Tıpkı ISO 3515 gibi, farklı endüstrilerin veya denetim kuruluşlarının da böyle tanımlamaları var ve bunlara uygun değilse siz o yağı ürünün içinde “saf doğal özyağ” diye kullanamazsınız.

Sf: 395
Başta vermiş olduğum lavanta örneğine benzer benzer şekilde, pek çok uluslararası parfüm markasının sahibi olan ve işlevsel ürünler de üreten dev bir şirketin bir yıl içinde algısal olarak kullandığına inandığımız esans yağı miktarı, dünya esans yağı üretiminin bir kat daha fazlası durumunda. Burada elbette tasarımcıların ve reklamcıların elini öpmemiz lazım, çünkü bizim buna inanmamızı sağlayanlar onlar.

Sf: 396
Profesyonel şirketlerden hiçbiri benim bu tezgâhıma gelmez. Çünkü onlar dört bileşenli bir gül kokusunu gül yağı diye yemezler ve gül yağının gerçekte 200’ün üzerinde bileşenden oluşan komplike bir karışım olduğunu bilirler. Öte yandan, gelin görün ki benim olası kurbanlarım olan son tüketici de hiç azımsanacak sayıda değil ve mahalle aralarındaki veya cadde üzerlerindeki  attar veya doğal bitki/baharat vs. satan dükkanların raflarında yer alan neredeyse bütün gül yağları aynen tarif ettiğim gibi yapılmış yağlar. Yağ mı kardeşim? Yağ. Gül kokuyor mu? Kokuyor. Sadece doğal ve saf gül yağı değil., laboratuvar ortamında elde edilmiş bir benzeri.

Sf: 397
Ramazan ayında pek revaçta olan güllaçları kokulandırmak için kullanılan gül sularında da durum buna benzer ve “güllü suları” veya gül kokulu suları” biz “gül suyu” diye satın alıyoruz. Pazar büyük, çünkü insanımızın koku ve kokulu şeylere merakı, yoğun kokulu ürün reklamları ve benim gibi her kameranın önüne atlayan medya maymunlarının sayesinde gün geçtikçe artıyor. Bu da gittikçe daha fazla tüketici demek.
Olmaz ya, haydi oldu ve ben dürüst bir adamım diyelim ve insanları kandırmak istemediğimi düşünelim. O zaman o gül kokulu ucuz sıvının bulunduğu şişenin üstüne “gül akoru” veya “gül kokulu yağ” yazmam gerekirdi. Var mı raflarda böyle ürün veya etiket gören aranızda? Varsa lütfen bana da haber edin, ben de gidip dürüstlüğünden ötürü tebrik edeyim muhteremi.

Sf: 399
Moraller bozulmuyor değil mi? “Aman!” diyelim ve devam edelim. İyi de, nasıl olabilir bu ve neyi neye katabiliriz? Az önce dediğim gibi, burada katkı maddesi için önemli olan iki unsur var: Öncelikle kokusu ana ürünle benzeşecek, ikinci alarak da ana üründen çok daha ucuz ve ulaşılabilir olacak. Hemen örnekleri ve seçeneklerimizi sıralayalım: Anason yağına rezene yağı katabiliriz; daha pahalı olan Virginia sedir ağacı yağına daha ucuz olan Çin sedir ağacı yağını katabiliriz; tarçın ağacının gövdesinden elde edilen tarçın yağına, tarçın ağacının yaprağından elde edilen daha ucuz yağı katabiliriz; lavanta yağına lavandin yağı katabiliriz; pahalı Endonezya paçulisinin içine daha ucun Çin paçulisini katabiliriz; biberiye yağının için ökaliptus veya kâfuru yağı katabiliriz; menekşe yaprağı abzolüsünün içine ıspanat abzolüsü katabiliriz; ekstra kalite ylang ylang yağına, ikinci kalite ylang ylang yağı katabiliriz…
Seçeneklerimiz oldukça bol farkındaysanız ve ben de örnekleri özellikle değişik endüstrilerde kullanım bulan yağlardan seçmeye çalıştım. Hem parfüm, hem gıda, hem kişisel bakım ürünleri gibi sektörlerde kullanılan bir kısım yağı saydım ama inanın ki uzatmak için saymadıklarım, saydıklarımdan katbekat daha fazla. Bu üçüncü hile veya “adulteration” yöntemiyle ne yapmış olduk? Antep fıstığının tozuna bezelye tozunu karıştırıp, fıstıklı baklava imalatçısına satar gibi olduk. Her halükarda ürünümüz doğal, hatta organik, sadece ucuz malzemeyle çoğaltılıp, pahalı fiyata satılıyor.

Sf: 403
Ben hafta içi bir gazete alırken, pazar günleri, hani evdeyiz diye, birden fazla gazete alıyorum. Neden? İçindeki haberleri okuyayım, bilgi varsa ulaşayım, ülke ve dünyanın güncel halinden uzak kalmayayım dile. Bunun için de bir bedel ödüyorum bu gazetelere.
Oysa bu hafta pazar gününün gazetesini elime aldığımda, para verme amacım dışında pek çok sayfayla dolu olduğunu, reklam ve özellikle konut reklamlarının esas yazılı içeriğinin bile fevkinde yer bulduğunu görüyorum. Şunu biliyorum ki gazeteye verdiğim para, eğer o gazetenin reklam geliri olmasa hayatta kalmasını sağlayamaz. İyi de her şeyin de bir sınır yok mu? Bilgi yerine bana dayatılmak istenen ürünleri okumak, daha da önemlisi buna para vermek zorunda kalmaya mecbur muyum? Sorarım size, bunun mantık olarak sulandırılmış veya gevşetilmiş bir yağı saf yağ diye satmaktan farkı var mı?

Sf: 404
Uyuşturucu maddelerden bahsetmiyorum bile, çünkü onlar zaten yasa dışı oldukları ve yasa dışılık sarmalının içinde, benzer zararlı çoğaltma örneklerinin doğal kurbanı oluyorlar. Kısaca, hayatımızın her alanında buna benzer sulandırma, gerçek ve doğalmış algısı verilen bir ürün yerine başka bir içeriğin satılması örneğiyle karşı karşıya kalıyoruz ve koku dünyası da bu kapsamın dışında değil.
Saf ve doğal yağların saf hallerinden çıkarılarak bize gene de saf ve doğalmış gibi satılması sadece kesemizi mi ilgilendiriyor? Maalesef hayır. Yağların doğallık ve saflığına müdahale, beraberinde iki tehlikeyi daha getiriyor. Birinci olarak, o yağın içine katılan çoğaltıcı veya kuvvetlendirci katkı, sağlıklı olmayabiliyor ve gerek bize, gerekse doğaya zararlı maddelerden oluşabiliyor. Bize kazık atmak için bilinçli yola çıkmış zihniyetten söz ettiğimize göre, bu konuda duyarlılık beklememiz de olanaksız.



Sf: 405
İLK NE ZAMAN
Bu çoğaltma, hileleme, doğalı veya saf olanı lekeleme olayının farkına varılması ilk ne zaman ortaya çıkmış? Hilenin tarihi insanlık tarihi kadar eski olduğundan, kesin tarih vermek imkansız. Ancak çoğunlukla Friedrich Accum’un 1820 yılında yazdığı A Treatise on Adulterations o Food and Culinary Poisons kitabıyla başladığı yönünde mutabık kalınıyor. Tağşişin üzerine ciddi olarak giden bu Alman bilim insanı, kitabında pek çok yiyecek ve içeceğin içinde, ya miktarı artırmak ya da düşük olan kaliteyi daha yüksek göstermek için pek çok zararlı katık kullanıldığını yazıyor.
Accum’un yaşadığı dönem, yani XIX. yüzyılın başları, özellikle gıda alanında endüstriyel hazırlama ve paketlemenin hızlanarak çoğalmaya başladığı yıllar. Bu imalat ve paketleme sürecinde de katkı maddeleri kullanımı paralel bir hızla sürece dahil oluyor. Üretimin ve dağıtımın merkezileşmesi, yerel üretici olan çiftçi ile yerel tüketici olan köy halkı arasındaki alışveriş zincirinin önüne geçmeye başlıyor ve tabii bu da bir sistem sorunu aslında. Yeni keşfedilen pek çok kimyasalın cazip maliyetleri ve bunların kullanımında herhangi bir bilinçli kısıtlama olmaması da, pek çok üretici veya tüccarın halkın sağlığı pahasına bu yöntemlere başvurarak kârlarını arttırma çabasını körüklüyor.

Sf: 406
Friedric Accum da kamuoyu önünde bu konuya dikkat çeken ve bu konuda bilinç yaratmaya çalışan, daha doğrusu sistemli bir bilinç yaratmaya çalışan ilk bilim insanı oluyor. Söz konusu kitabın İngiltere’de basılan ilk bin kopyası, daha basıldığı ay satılıyor ve aynı yıl ikinci baskısı  yapılıyor, üstüne de Leipzg’de Almanca tercümesi yayımlanıyor. Kitabın kapağı oldukça ilginç ve dikkat çekici. Diktörtgen bir çerçeve içinde bir örümcek ağı var ve çerçevenin kenarlarında da yılanlar. Örümcek ağının tam ortasında örümceğin kendisi, ağın ve çerçevenin tepesinde de onu taçlandıracak şekilde bir kuru kafa yerleştirilmiş. Kuru kafanın altına da eski ahitten bir cümle alıntılanmış: “Ölüm kazının içinde.”
Kitabın bölümleri, zararlı ve zararsız katkı maddeleri arasında gidip geliyor. Demem o ki, mesela kahveye nohut katılmaması gibi Türkiye’ye de hiç yabancı olmayan zararsız hilelerden de bahsediliyor içinde. Ancak elbette Accum sadece zararsız örneklerle sınırlı kalmıyor ve örneğin İspanyol zeytinyağının kurşun kaplarda bekletilmesinden ötürü öldürücü olabileceği konusunda okuru uyarıp onları Fransız ve İtalyan yağlarını kullanmaya yönlendiriyor. Sirke, de asiditesini arttırmak amacıyla sülfürik asit ilave ediliyor.
Bu ve buna benzer onlarca örnek var Friedrich Accum’un kitabında, ancak bu örneklerden daha da önemlisi, Accum bu zararlı tağşiş teşebbüsünde bulunan zamanın saygın tüccarlarını ismen tek tek açıklıyor. Açıklarken de sadece parlamentodan bu konuda ceza almış tüccarları örnek olarak kullandığını belirtmesine rağmen, endüstrinin öfkesi ona ceza almışı da, almamışı da beraber olarak, yani topyekün yansıyor ve ikinci baskıya yazdığı önsözde Accum, aldığı pek çok ölüm tehdidinden bahsediyor. Baskıların ulaştığı boyut sonunda öyle bir noktaya geliyor ki İngiltere’den kaçarak Almanya’ya dönmek zorunda kalıyor.
İşte, Accum’un ismini koyduğu “adulteration”ın hikayesi böyle. Tağşiş örneklerinin hangi alanda nasıl ve ne şekilde karşımıza çıkacağı maalesef belirsiz. Bunlar aman sizi hepten korkutmasın. Milyarlarca dolarlık bir pazarda bu tip üçkağıtçıların olması gayet doğal.

Sf: 416
Anlaşma imzalanmasına imzalanıyor da, Miyake söz gelimi bir Paris Hilton değil, ismini satıp da şişenin içine ne konursa konsun ses çıkartmayacak bir kişilik hele, hiç değil. Üretilecek parfümün hem kendisini, hem de kendi zevk, dünya görüşü ve tasarımlarındaki sitili yansıtması gerek. İşin kötüsü, Issey Miyake parfüme inanan ve kokulu şeyleri seven birisi değil. Yedi yaşındayken anasının az ötesine düşen atom bombasından sebep, soluduğu yanık kokuları, üzerine kendi minimalist yaşam anlayışı ve hepsinin üstüne de uçağa bindiğinde veya tiyatroya gittiğinde çevredeki parfüm kullanıcılarından burnuna gelen davetsiz moleküller, onu iyice soğutmuş durumda parfümden. Sadece Batılı parfümler değil, Japon kokuları ve tütsüleri de son derecek rahatsız edici muhterem için. Çok pudramsı geliyorlar burnuna ve bu nedenle de içten içe “Ben hiçbir zaman bir parfümü sevmeyeceğim,” diye düşünüyor.


Sf: 417
Shiseido Şirketi necidir?
Efendim bu şirket, modern dünyanın bilinen en eski ve köklü kozmetik şirketlerinden biri. Kuruluşu 1872 yılında, Japon Donanması’nda eczacı olan Arinobu Fkuhara, tarafından gerçekleştiriliyor. Daha doğrusu başlarda küçük bir eczane açıyor Fukuhara ama ABD’ye yaptığı bir seyahat sonrası orada eczanelerde satılan ilaç dışı ıtriyat ürünlerinin dükkan sahibinin gelirine yaptığı katkıyı görünce dönüşte kendisi de aynı modeli eczanesinde uygulamaya başlıyor.
İşin ilginci, eczanesine koyduğu ilk ilaç dışı ürün bir kola sifonu. (Radyoda program yaptığım günlerde Coca Cola’yı anlattığım yayını dinlemiş olanlar, bu tip sodalı meşrubatın nasıl ilk başlarda eczanelerde yaygınlaşmaya başladığını hatırlayacaktır.) Kola sifonunu eudermine isimli beyazlatıcı ve yumuşatıcı krem takip ediyor. Bugün hala satılan bir ürün ve Shiseido efsanesinin de başlatıcısı olan mucize ürün olarak tanımlanıyor.
Japon kadınlarının geleneksel makyaj anlayışları içinde yüzlerine uyguladıkları bembeyaz fondöten benzeri malzeme aslında kurşun bazlı bir malzeme ve Fukuhara’nın mucize renklendirici ve yumuşatıcısı da buna alternatif olarak piyasaya sürülüp deliler gibi satıyor. Neden? Çünkü alternatif olduğu kurşun bazlı malzeme insanı zehirliyor ve zaman için öldürüyor.
1917 yılında, Japon geleneksel güzellik kodlarının beyaz yüzde ısrarına karşın, ülkedeki Batılı görünüm arzusunun ticari bir karşılığı yedi farklı renk tonu içeren bu ürün, elbette Batılılaşma rüzgarlarını da ardına alarak bayağı bir büyütüyor şirket cirolarını.
1923 yılına gelindiğinde, yani kuruluşundan yaklaşık 60 yıl sonra, Japonya genelindeki Shiseido satış noktalarının sayısı 25.000 civarına ulaşıyor. Shisedio, sadece Japonya içinde değil, Batı dünyasında da ticari adımlar atıyor. Bunlardan birin de Beaute Prestige International Şirketi (BPI).
BPI’nin kuruluş amacı, Shiseido kozmetik ve kişisel bakım ürünlerinin kullanıcılarına, parfümü de bir seçenek olarak sunabilmek. Fransa’da kurulu, yeni ülkede şubesi olan ve tamamen Shiseido’nun sahip olduğu bir koku pazarlama şirketi BPI. Issey Miyake’nin dostu Yoshiharu Fukuhara da, Sihisedio’nun başkanı olarak haliyle bu BpI’nin de konrolünü elinde bulunduruyor.
Öyle düşünüyor ama bir de piyasa gerçekleri var. O sıralarda Unilever, Calvin Klein’ın isim haklarını almış; L’Oreal, Giorgio Armani, Ralph Lauren ve Paloma Picasso parfümlerini portfoyüne katmış; Sanofi’yse Yves Saint Laurent ve Oscar de la Renta’yı ele geçirmiş, falan. Moda dünyasının devleri teker teker isim haklarını parfüm pazarlama devlerine devrederken, henüz elinde tek bir parfümü dahi olmayan Issey Miyake’nin ayakta kalmayı sürdürebilmesi imkansız gibi.

Sf: 421
İsim hazır, şişe hazır, içine girecek kokulu sıvı hazır, renk ne olacak? Şişenin veya kutunun değil, parfümün rengi ne olacak? Miyake, sarı veya pembe diye bir su rengi olmadığını söyleyerek, olduğu gibi şeffaf bırakılmasını istiyor parfümün. Pazarlama bölümü, “Kadınlar burunlarıyla koklarlar ama gözleriyle satın alırlar,” diyerek itiraz ediyor. İtiraz kabul görmüyor ve L’Eau d’Issey içine hiç renk verici madde katılmadan, suya yakın rengiyle piyasaya sürülüyor. 1992 yılında piyasaya sürülen parfüm, kült seviyede bir başarı sağlıyor veya şöyle söyleyeyim: “öncesi” ve “sonrası” diye ayrımlar yapabileceğimiz bir kilometre taşı oluşuyor.

Sf: 426
Eğer ünlü olduysanız, bu ününüz biz tüketicilerde size yönelik bir özenme ve dayattığınız yaşam tarzına dair bir özdeşleşme arzusu yaratıyorsa, bu bir değerdir ve paraya çevrilmemesi için hiçbir neden yoktur.


Sf: 430
Yuri Gutsatz’ın Maceraları
İsterseniz önce bu sunum işiyle görevlendirilen ve parfüm numunelerini tasarlayan parfümörü, koku tarihinin en ilginç parfümörlerinden biri olan Yuri Gutsatz’ı kısaca bir tanıyalım.
1914 St. Petersburg doğumlu Yuri Gutsatz. Rusya’da doğuyor ama ailesi o henüz çocukken, devrimden kaçarak önce Almayan, sonra da Fransa’ya yerleşiyor. Babası bir kimyager ve Yuri’nin çok sonra öğrendiğine göre, koku molekülleri konusunda önemli çalışmalar yapmış olan peder bey, 1935 yılında amyl cinnamate molekülü için patent başvurusunda bulunmuş.
Gene göçmen bir Rus’un sahip olduğu parfüm şirketi olan Maison Mary’den teklif alınca hep beraber Paris’e göç ediyorlar ve babasıyla beraber aynı yerde işe giriyor Yuri. Maison Mury’de onu işe alırken patron diyor ki, “Bak Yuri, çalışkan bir gence benziyorsun. Burada üç departmanımız var. Seç bu departmanlardan birini ve çalışmaya başla. “Kendisine önerilen satış, muhasebe veya laboratuvar seçenekleri içinde en cazip geleni laboratuvar oluyor ve hayatını şekillendirecek mesleğe ilk adımını atıyor.
Bu süreç, onun yoğun olan malzeme tanıma ve formül öğrenme dönemi oluyor. Kendi ifadesiyle “Parfümle ilgili her şeyi orada öğrendim, hatta etiket yapıştırmayı bile,” diye tanımlıyor Maison Mury’de geçirdiği dönemi. İşine ve kokuya aşk denebilecek kadar güçlü bir duyguyla bağlı ve gece yarısı bile yatağından kalkıp laboratuvara gittiği oluyor, aklına bir şey geldiyse. 1940 yılında gelindiğinde, diğer pek çok göçmen gibi o da yabancılar lejyonuna yazılıyor ve asker olarak Cezayir’e Sidi Bel Abbas’taki bir garnizona gidiyor. Fransa, Almanlar’a teslim olduğundaysa Yuri Gutsatz için savaş sona eriyor ve Fransa’ya geri dönüyor.
Tabii, kokuyla ilgili artık bildiği pek çok şey olduğu için kapağı atıyor Grasse kentine. Orada kolanya üretip satan bir şerkete giriyor ve ayrıca sistemli bir eğitim almanın gerekli olduğunu düşünüp Chiris’in parfüm okuluna devam ediyor. Çok yetenekli ve çalışkan, biraz da ilginç bir tip olduğu için hemen dikkatleri üzerine topluyor. 1945’te okul bitince işsiz kaldığı bir dönem Paris’teysen, Etoile metro istasyonunda yanına bir adam yanaşıyor ve “Yuriciğim, koçum, beni tanımadın mı? ben Roure şirketinden Jean Carles,^diye kendini takdim ediyor. Daha önce isminden defaten bahsettiğimiz şirketin ikinci baş parfümöründen biri ve aynı zamanda da parfüm eğitmeni.
Hal-hatır , hoş-beş derken, Yuri’nin iş aradığını öğrenen Jean Carles, “Abiciğim sen yarın gel, bizim patrol Louis Amic’le tanıştırayım seni,” diye ayaküstü iş teklif ediyor muhtereme. Ertesi gün Roure şirketini ziyaret ederek Luis Amic’le tanışmasını takiben Yuri Gutsatz’ın otuz yıl sürecek Roure parfümörlüğü dönemi başlıyor. Bu otuz yıl içinde Gutsatz, pek çok ünlü parfümörle tanışıyor., Carven, Balmain, Balenciaga Jacgues Fath, Robert Piguet, Jean d’Albret, Nina Ricci, Emiliyo Pucci, Robert Ricci, Estee Lauder, Mary Quant gibi ünlü isimlere hazırlanan parfüm projelerinde yer alıyor. Ayrıca Roure şirketinin Hindistan’daki dev Tata Sanayi Grubu’yla kurduğu ortaklığı idare etmek için Hindistan’a gönderiliyor, vs. vs.

Sf: 431
Bu süre içinde bir ilginç olay: 1952 yılında “Les Indes Galantes” opera ve balesinin sahnelenmesi sırasında Maurice Lehmann, sahne efekti olarak koku kullanmak isteyince ilk kokulu opera içinde yer almak şerefi de Yur Gutsatz’a nail oluyor. Döndüncü ve son sahnede, balerin gül giysileri içinde sahneye çıktığında, 19.000 metre küplük salon onun hazırladığı gül kokusuna boğuluyor ve oyunun sonuna kadar o gül kokusu havada, seyircilerin üzerinde asılı kalıyor. İşin ilginci, tüm bu kokulandırmayı iki adet 25 ml’lik gülü parfümle yapmayı başarmış olması. Hem kuvvet, hem kalıcılık açısından inanılmaz bir sonuç bu.
1936 yılında Paris Opera Binası’ndaki bütün havalandırma sisteminin altyapısı değiştirilmiş ve içerideki havayı on dakika içinde tamamen temizleyebilecek yeni bir havalandırma sistemi kurulmuş ki bu çok büyük bir avantaj tabii mekanın kokulandırılması için. Yeniden ve güçlü şekilde düzenlenen havalandırmanın haricinde bir takım pervaneler vs. ile 19.000 metre küplük havayı sadece içinde 25 ml parfüm olan iki küçük şişecikle kokulandırmak mümkün oluyor. Her bir şişenin içindeki parfüm konsantresi yüzde 15 civarında ama miktar az olmasına rağmen formülleri çok kuvvetli, dikkatli ve özenle hazırlanmış,. Tabii dönem itibariyle tüm teknik altyapıyı bugünle mukayese etmek imkansız, dolayısıyla küçük bir sorun yaşıyorlar. Bugün olsa o parfümün verileceği anı kesin saptayıp, bilgisayarla “Click!” diye “Şu dakikada devreye girsin, difüzyon başlasın!” diyebiliyorsunuz ama o zaman böyle bir şey söz konusu bile değil. O nedenle, parçanın içinde belli bir notayı veya kreşendo bölümünü kendisine mihenk taşı gibi belleyip, onu duyduğu anda kokuyu içeriye difüze etmeye başlıyor.
Başlangıçta bu gösteri için üç adet farklı  parfüm önerisini, ikinci sahnedeki yanardağ patlamasında kullanılmak üzere düşünüyor. Fakat daha kıyafetli provalara geçildiği anda bundan vazgeçiliyor, çünkü yanardağ patlaması, beraberinde bir barut kokusunun da getirdiği için, parfümle barut kokusunun karışımı hoş olmuyor. Gül ve yasemin kabul ediliyor ve kullanılıyor. Bu kokulandırma işlemi 150 performans boyunca tekrar ediliyor. Gelin görün ki sonrasında kimse bu iki parfümden yaseminli olanı hatırlamıyor, çünkü yasemin kokusu verildiğinde sahnede panter kıyafeti giymiş dansçı kızlar, hayali çiçekler, ortada dolaşan bir takım vahşi savaşçılar var. Kısaca yaseminle ilgili hiçbir görsel belirteç yok, yasemin kokusu verilirken. Oysa gül kokusu verilirken gül kıyafeti giymiş dansçı sahne altından asansörle yukarıya çıkarılıyor, dolayısıyla iki duyu izleyicinin beyninde birlikte yorumlanıyor. (Bu kitabın ilk cildini dikkatli okuyanlar hatırlayacaktır, bizim için kokunun sunulduğu bağlam çok güçlü bir yönlendiricidir.)
Roure şirketi Argenteuil’de yeni bir fabrika yaptırıp oraya taşınınca, bizim Yuri müsaade isteyip ayrılıyor ve kendine küçük bir parfüm şirketi kuruyor. İsmi “Le Jardin Retrouve” yani Türkçe “Yeniden Bulunan / Keşfedilen Bahçe” olan bu şirket bugün hala ayakta ve oğlu Deniz Gutsatz tarafından idare ediliyor. Yuri’nin Roure’dan ayrılmasının esas sebebiyle aşkla girdiği parfüm dünyasında hızlı tüketime dayalı ticarileşme, tek düzleşme ve yabancılaşmaya tahammül edememesi. Zaten kendine kurduğu küçük şirketin isminde de anlaşılabileceği gibi, ömrünün geri kalanını parfümün sanat olduğu zamanlara öykünen iddiasız ama nefis koku şaheserleri yaratmakla geçiyor.

Sf: 437
O kadar başarılı mücevher tasarımları var ki Cartier ailesinin, dönemi itibariyle bilinen bütün hanedanların resmi mücevhercisi oluyor. Hatta Galler Prensi markayı, “Mücevhercilerin kralı Cartier’dir, çünkü o bütün kralların mücevhercisidir.” diye tanımlıyor. Bu bağlamda Cartier’nin VII. Edward’ın taç giyme törene iiçin 27 farklı taç siparişi almasına şaşırmamak lazım. İngiliz Sarayı’ndan gayrı İspanya, Portekiz, Rusya, Siyam, Yunanistan, Sırbistan, Belçika, Romanya, Mısır, Monaco ve Arnavutluk kraliyet aileleri Cartier’nin müşterileri arasında.

Sf: 440
Onun döneminde marka, art-deco akımından sıyrılıp figüratif tasarımlara yöneliyor ve gene onun döneminde, daha önce pek revaçta olan platin yerine altının yaygın kullanımına tanık oluyoruz Cartier koleksiyonlarında. Figürler çoğunlukla hayvan figürleri ki bunların içinde kuşlar panter figürleri vne çıkıyor. Touissaint’in evi de zaten panter kürekleriyle dekore edilmiş ve illa bu hayvancağızın derisinden üretilmiş ceketler giyiyor.

Sf: 444
Tıpkı Chanel, Houis Vuitton veya Hermes gibi, Cartier de ürünlerinin lisanslandırılması konusunda son derece titiz ve tutucu.
Meşhur bir marka olduysanız, bu marka olma hali de ürünlerinizin satış fiyatlarına yansıyabilen bir artı değer haline gelebilmişse, ana üretim konunuzdan alakasız pek çok konuda üretim yapıp aynı marka değerinden istifade edebilirsiniz. Bu nedenle de markanız, aynı zamanda marka korsanları için oldukça cazip hale gelebilir. bundan sebep mesela, otomotiv sektöründe Cartier markasını görürseniz bilin ki onun aslında Cartier firmasıyla ilgisi yok; zira daha tescil edilmeden ellerinden kaçırdıkları sektörlerden biri otomotiv.
Cartier şirketi, bugün için Güney Afrikalı Rupert ailesine ait İsviçre kayıtlı Richemont Yatırım Holdingi tarafından kontrol ediliyor. Richemont Yatırım Holdingi veya tam adıyla Compagnie Financiere Richemont S.A., dünyanın ikinci büyük lüks ürünler holdingi. Halding bünyesinde yer alan markaların bazıları şöyle: Alfred Dunhill, Baume et Mercier, Catier, Chloe, IWC Jaeger-LeCoultre, Lancel Montblanc, Piaget, Vacheron Constantin, Van Cleef % Arpels, falan, (Şık bir mağazada görüp birbirine rakip zannetiğiniz pek çok lüks ürün; saat, kalem, çakmak, giysi, parfüm vesair aksesuar, aslında birbirine rakip değil ve aynı kasının içine akıyor o sanal rekabetle körüklenen satışların gelirleri.

Sf: 445
Birkaç yıl öncesine kadar Rothmans  sigaralarını da bünyesinde bulunduran bu holdingin 2011 cirosu yaklaşık 7 milyar Euro, Eğer “İyi de, bu 7 milyar Euro’luk satıştan ne kadar kâr etmiş bu adamlar?” derseniz, Richemont’un 2011 yılı brüt kârı 4 milyar 400 milyon Euro, Brüt kârlılık yüzde 63 gibi inanılmaz yüksek bir oranda. 2011’den altı yıl öncesine, yani 2005’e baktığımızda görüyorum ki Richemont Holding’in satışlarının yaklaşık yarısını, kârının ise yüzde 85’ini Cartier markalı ürünler sağlıyor. Marka olmanın, hele ki lüks marka olmanın artısı da bu zaten; ürün üç-otuz paraya mal edip marka değerini fiyatın içine koyduğumuzda, maliyeti iki -üç değil, on-yirmiyle çarpa çarpa satabiliyorsunuz malınızı ve bilançonuzda böyle dudak uçuklatacak kârlılık oranları görebiliyorsunuz.

Sf: 448
Hoş, basit bir iş olmamasına rağmen parfümörün, yani Jean Jacques Diener’in bizzat kendi ifadesine göre bu yeni parfümün tüm tasarım süreci iki saat sürüyor. Numuneyi yolluyor ama gençliğinden olsa gerek, kabul göreceğinden pek ümidi yok. Böyledir hayat işte, sizin kendinize dönük algınızla dışarıdan size yönelik algı bazen taban tabana zıt olabilir.
Boxford numuneyi beğeniyor ama müşteri ya bir kere, illa laf etmese, iki kapris sallamasa olmaz. “Biraz fazla hayvansal kokuyor, azıcık ayar veriver şuna,” diye geri gönderiyor numuneyi. Pek de haksız sayılmaz, zira hem misk hem de civet, üstelik civet abzolüsü var içinde. Diener biraz onu eksiltiyor, biraz bunu fazlalaştırıyor, düzeltiyor. Bu kez Boxford bir başka itirazla geri yolluyor, falan derken hazırlanması iki saat süren parfüme ince ayar verilmesi tam beş ay sürüyor.

Sf: 448
NERDE BUNUN ŞİŞESİ?
Biliyorum, “Bu adam taa baştan başladı, Cartier’yi anlattı, parfümü anlattı, parfümün koku profilini anlattı da, şişesinden neden bahsetmedi?” diye düşünüyorsunuz. Hemen onu özetleyeyim.
     Bölümün başından beri söylediğim gibi, Cartier prestijli bir mücevher markası. İlerleyen zamanlarda saat, çakmak, fular, eşarp, deri eşyalar, kalemler, vs. gibi gene seçkin birtakım ürünlere imzasını atmış olsa da, sattığı ürünlerinin hiçbiri işi bitince atılan ürünler değil. Şimdi Cartier bir parfüm yapacak, ismini de Parfum Must de Cartier koyacak, tüketici de bunu alıp kullanacak, bitirecek, şişesini de atacak mı? Yok işte, atmayacak. Atılabilir şişe fikrine en başta Cartier yöneticileri itiraz ediyor: “Cartier ürünleri çöp kutusunda yer alamaz. “O halde ne yapılacak? Cartier’nin tasarım stüdyosuna öyle bir parfüm şişesi siparişi verilecek ki ortaya çıkan eser, içindeki bittiğinde bile atılmasın.

Sf: 451
Parfümü seyreltince Eau de Toilette olmuyor
Kitaplarda, internette vs. parfüm konsantrasyonları açıklanırken; “Eau de Toilette, parfümün seyreltilmişidir,” denir. Hatta daha ileri gidip “Efendim, içinde yüzde şu kadar konsantre vasa, EdT’dir; bu kadar daha konsantreyse parfümdür” falan denir. Oysa Cartier veya prestiji pek çok markanın örneğinde görülebileceği gibi, bu her zaman böyle değildir.
Eau de Toilette ile parfüm, rahatlıkla farklı koku profillerine sahip olabilirler. Neden? Çünkü EdT ve parfümün kullanım alan, koşul ve zamanları farklıdır. “Birine konsantreyi çok koy, öbüründe o kadar koyma da alkolünü bol bas” kadar basit bir ayrım değil bu. EdT’yi gündüz iş yerinizde kullanabilirsiniz, zira ondan beklenen, daha hafif veya daha az saldırgan kokmasıdır .Sonuçta yoğun sosyal bir ortamdasınızdır ve herkes işini yapmaktadır. Başkalarının kokusal alanına tecavüz etmeniz hoş karşılanmaz.
Şöyle de düşünebilirsiniz: Herkes başkasının alanına tecavüz edecek kuvette kokular sürünse, ortamın toplam kokusu ne hale gelir? Oysa parfüm, adı üstünde “parfüm” dür. Gündüzden geceye akan, daha iddialı bir yaşantının temsilcisidir. Bu nedenle de EdT’den daha hissedilir kokması beklenir. Nitekim de öyle olur. İkisi arasındaki bu farkı sadece sıvının içindeki aktif konsantrenin oranıyla oynayarak sağlamak çoğu zaman mümkün olmadığı gibi, hiçbir zaman da doğru değildir. Bu nedenle ciddi markalar her iki formun konsantrenin formüllerini farklı tasarlar ki bu fark belirginleşsin, iş “fasulyenin etini bol koy usta’ya indirgemesin.
Ancak biz maalesef koku konusunda büyük bir bilgi kirliliği yaşadığımızdan ve bu konuda her kelam eden kendini “uzman” diye tanıttığınızdan, böyle yanlış yönlendirmelere bolca kurban gidebiliyoruz.
Öyle de oluyor. Cartier tasarım ekibinden Xavier Rousseau ile Pierre Ballereau, o çok ünlü Cartier çakmağından ilham alarak bir parfüm şişesi tasarlıyorlar. Çakmağın iri bir replikası gibi ve oval hatlı, dik, yivli bir şişe bu. Üstelik sadece görsel olarak değil, mantık olarak da Cartier çakmağının mantığına sahip. Şöyle sorayım: Atılabilir plastik çakmakları hariç tutarsak, az biraz kıymetli çakmakların mantığı nedir? Kullanıp bitince gazı yeniden doldurulur, değil mi? İşte Cartier’nin tasarım ekibi de bu mantıktan giderek sonra derece şık bir şişe tasarlıyor ama parfüm bu şişenin içinde değil. Daha doğrusu, bu bir şişe değil, tabir caizse Cartier imzalı bir şişe kılıfı. Parfüm kullanıp bitince bu -bir nevi-sanatsal tasarım objesi muhafaza ediliyor ve içine parfüm sıvısını taşıyan bir başka şişe yerleştiriliyor. Parfum Must de Cartier, başta da istendiği gibi, asla atılmıyor; atılan sadece, bitince yenilenebilen boş “refill” şişesi oluyor.

Sf: 457
Peki, bu kadar gırtlak gırtlağa bir rekabetten o kokular nasıl sağ salim çıkabiliyorlar? Çıkamıyorlar tabii. Piyasaya sunulan yeni parfümlerin yüzde 80’i başarısız oluyor. Bu başarısızlıklardan en bilinen markalar bile nasibini alabiliyor. Yves Saint Laurent’ın iki parfümü, Nu ve M7 mesela; ilki tamamen raflardan kalktı, ikincisiyse şu an için sadece Amerikan pazarından geri çekildi, çünkü bu parfümler beklendiği kadar satmadı ve onların artık raflarda var olabilme maliyetleri şirketlerin zarar hesabına yazılıyor. İşin var olabilme maliyetleri şirketlerin zarar hesabına yazılıyor. İşin ilginci, satış düşkünlüğü direkt olarak parfümlerin kokularının başarılı olup olmamasıyla değil, doğru pazarlama bileşenlerinin kullanılıp  kullanılmaması veya zamanlamayla ilgili. Demem o ki, M’ mesela, şahsen gayet başarılı bulduğum bir parfümdü benim ama ne fayda…

Sf: 458
Parfüm bolluğunun veya her gün yeni bir parfümün hayatımızı işgal etmesinin başlangıcı olan 70’li yıllarda piyasaya çıkan 210 yeni kokudan bugün sadece 22’si hayatta. 1980’lerde, bir avuç gerçek klasiği hariç tutarsak, bir parfümün piyasa ömrü ortalama sekiz yılken, bir önce altı, sonra iki yıla, daha sonra sonra da 18 aya kadar süratle düşüyor. Bugün için bırakın 18 ayı, bir sene için bile olsa raflarda kalabilmek, piyasadaki markaların çoğu için büyük başarı addediyor. Oysa bir parfümün hak ettiği hazırlama süresi bile neredeyse piyasa ömrünü aşıyor. Doru dürüst bir parfümün hazırlanma süresi 6 ila 18 aydan aşağı değil
Sadece ilk numunenin formüle edilmesini, yani esas yaratıcılık aşamasını geçelim, o formül fiziksel varlığa dönüştüğünde, yani koku ham maddeleri birbirine eklendiğinde, olgunlaşması ve gerçek karakterini verebilmesi için neredeyse en az iki ay uygun ortamda bekletilmek zorunda. Bu süreden önce bir parfüme olmuş gözüyle bakarsanız, siz şişeleyip mağazaya gönderdiğinizde, içerideki moleküllerin birbirleriyle muhabbeti hala devam ediyor. Bu durumda da ilk kokladığınız örnek numuneyle son hali arasında, içine hiçbir şey ilave edilmese bile, sadece bu moleküler alışveriş ve uyum sağlama sorumları nedeniyle büyük farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Bu fark, sadece kokunun değişmesi değil, rengin dönmesi veya katmanlar halinde ayrışması ya da sıvının netliğini kaybetmesi gibi istenmeyen başka yan sonuçlara neden olabiliyor.
Seri atış yapar gibi habire piyasaya, tabir caizse parfüm fırlatmanın, bir de yaratıcılık ayağında yaşattığı sorunlar var: Yeterince süre ve bütçe verilmediği için parfümler ya teknik olarak başarısız, ya da daha önce beğenilmemiş bir piyasaya sürülmemiş parfümlerin yeni konsept altında satışları ya da belki en kötüsü, düş jeli veya sabun kokusu olarak formüle edilmiş bir takım kokuların “eşeği boyayıp at” yapılarak piyasaya sunulmaları. Süre yaratıcıları tanınan prim ortadan kalkıp yatırılan büyük paraların karşılığında risk minimuma düşürülmek istenince, doğal olarak birbirine benzeş parfümler sarıyor ortalığı. “O satıyorsa, o zaman bizde benzerini yapalım da riske girmeyelim,” deniyor ve böylece kokusal bir tıkanıklık yaşanıyor. Bu tıkanıklık da pazarlama unsurlarından medet umularak, yeni konseptler yaratılarak aşılmaya çalışılıyor.
Bouchra Sentissi, Arap asıllı, parfüm meraklısı bir hanımefendi. Paris’teki koku perakende zinciri Sephora’nın koridorlarını dolaşıyor ve Wall Street Journal muhabiri Christina Passariello’ya yakınıyor: “Bütün bu yeni parfümler birbirine fazla benziyor. Paketler, şişeler, isimler ve renkler farklı ama içlerindekileri bir birinden ayıramıyorum.” 2007 yılında sarf edilen bu sözler, aynen bugün de geçerli.

Sf: 461
1978’de Cacharel’in Anais Anais’i kokusal beğenilerde ufak bir yön değişimine yol açtı ve yeşil taze kokular bir süreliğine perde arkasına çekilerek yerlerini beyaz çiçek kokularının hakim olduğu parfümlere bıraktı. 80’li yıllar, yuppielerin yıllarıydı ve Giorgio Beveryly Hills gibi kuvvetli okkan parfümler, sadece süreni değil, onun içinde bulunduğu ortamı da işgal ederek saldırgan veya abartılı parfümlere örnek oldular. Abartılı parfüm kulvarında bu Amerikan hamlesine cevap, bu kez Christian Dior’dan geldi ve Poison, türünün nadir bir örneği olarak sahnede yerini aldı.

Bu yeni tip güçlü kokan parfümlerin yol açtığı kokusal saldırganlık ve bundan doğan rahatsızlık o kadar ileri gitti ki Amerika’daki bazı restoranlar bu dönemde Poison parfümünü sürünmüş müşterilerin yemek salonuna alınmayacağını küçük tabelalarla duyurdu. Endişeleri, diğer müşterilerin kokudan rahatsız olmalarının ötesinde, parfümün kokusunun servis edilen yemeğin aromasını bastırmasıydı. Poison’ın parfüm formunda konsantre oranı yüzde 37’ler seviyesindeydi ve bu yüksek konsantre oranından bağımsız olarak içinde kullanılan notalar etki ve kalıcılık olarak oldukça baskın notalardı. Sümbülteber kokusunun en keskin hissedildiği parfümlerden biri olarak tarihe geçti Poison ve “ya sev ya nefret et” (“love or hate”) sıfatını hak eden neredeyse ilk parfüm oldu.

Top tekrar Amerikalıları’ın sahasına düşmüştü ki Calvin Klein aynı kuvvet ve saldırganlıktaki Obsession ile Poison’a karşılık verdi…


Sf: 462
80’LER… 90’LAR…
Az önce verdiğin Giorgio Beverly Hill, Poison veya Obsession kadar saldırgan olmasa da, teknik anlamda içerik maddelerinin bazılarının aşırı miktarda kullanılarak öne çıktığı başka parfümler de vardı bu dönemde. Guerlain’in Samsara’ı mesela tam bir sandal ağacı aşırı dozu örneğidir. 80’lerin diğer bazı çok güçlü kokan çiçeksi parfüm lansmanları arasında Boucheron/Boucheron, Cacharel/Lou lou, Cartier/Panthere, Chopard/Happy Diamonds ve Guy Laroche/Clandestine’i sayabiliriz. Bu güçlü kokuların yanı sıra, daha düşük bir profil çizen Estee Lauder/beautiful, GUerlain/Jardins de Bagatelle ve Yves Saint Laurent/Paris gibi isimler de 80’ler furyasının diğer önemli parfümleri arasında yer aldılar. 80’ler bitip 90’lara gelindiğinde, 90’ları karşılayan ilk kayda değer parfüm Locome’un Tresor’u oldu. Piyasaya sürüldükten sonra dört yıl sonra en çok satan beş parfüm arasına yerleşti ve uzun süre bu konumunu terk etmedi. Aynı yıllarda bir diğer önemli hit de Givechy’nin Amarige’iydi.
90’lı yıllar, aslında kokusal beğeni konusunda bir diğer yön değişiminin sebebi oldu. Gittikçe artan çevresel duyarlılıklardan istifade etme düşüncesi, parfüm firmaların temiz kokan formüller yaratma arayışına itti. Deniz ve ozon notları ilk kez bu yıllarda parfümörlerin paletleri veya koku orglarında yer almaya başladı. Bu kulvardaki parfümler için neredeyse olmazsa olmaz bir molekül olan ve kapuz ile kavun arası bir kokuya sahip calone molekülüne formülünde yer vererek ortaya çıkan Aramis’in New West’ini, Calvin Klein’ın Escape’i ve Christain Dior’un Dune’u takip etti.

Sf: 463
Bu son yakım ve vahşet hamlelerinin II.Dünya Savaşı ile maalesef bir ilgisi yok. Bu son güç gösterileri, müttefik kuvvetlerin birbirlerine yaptıkları kanlı birer şovdan başka bir şey değildi. Milyonlarca vatandaşını savaş süresince yitiren ama şimdi önünde durulamayacak bir şekilde doğudan batıya Avrupa içlerine ilerleyen Rusya, kol kola olduğu müttefiklerinin gözünü korkutuyordu, o zaman onun da gözünü korkutacak, hatta ürkütecek birkaç hamle yapmak elzemdi. Dresden yerle bir edildi, Hiroşima ve Nagasaki nükleer birer yıkıntıya döndü, nelere muktedir olunduğu gösterildi, eller eşitlendi, içler rahatladı ve II. Dünya Savaşı bitirilip, yeni hesapların ve güç mücadelelerinin önü, bu kez farklı aktörlere açıldı.
Ne oldu II. Dünya Savaşı’nın sonunda? Olan, savaşın başladığı kıtaya, yani Avrupa’ya oldu aslında. Avrupa kıtası, Avrupalı olmayan iki gücün, ABD ve Rusya’nın zaferine teslim oldu. O gün bu iki güce teslim edilen Avrupa’ hala geri alınabilmiş değil ve ne zaman “eski kıta’da eski kıtalar hüküm sürer, o da belirsiz. Galipler arasında, müttefiki olan rakibine oranla çok daha az kayıpla ve daha da güçlenen imalat ve finans sektörüyle dikkat çeken ABD, bu kazanımla kendi kıtasının içinde dışarıya kuvvetli bir çıkış yapmış oldu ve bugün Irak’tan Granada Adaları’na kadar at koşturabilen bir imparatorluğa dönüştü. Daha önce esamisinin okunmadığı pek çok alanda artık Amerikan yaşam tarzının dayattığı ürünler ve pazarlama politikaları hükmetmeye başladı.

Sf: 464
Artan markalaşma ve yükselen maliyetlerin önüne geçmenin tek yolu pazarı genişletmekti. Daha kitlesel kullanım ve daha yaygın satışa ulaşmadığı sürece, başarılı olmak ve para kazanabilmek neredeyse imkansızlaşıyordu.
ORTA DİREK! ORTA DİREK!
Bu yıllarda pazarın hakimi, elbette Fransız markalarıydı. ABD topraklarında parfüm üreten markaların da gözü Fransa’daydı. Hem moda olacak koku yönüne ilişkin sinyalleri oradan alıyor, hem de daha seçkin Fransız imajından istifade edebilmek için parfümlerine Fransızca isimler veriyorlardı. Fransızlar içinse Amerikan Pazarının gereksinimleri hiç mi hiç önemli değildi. Onlar kendi ülkeleri için parfüm üretiyor, Amerikan pazarının değişken ve gelişen dinamiklerini görmezden geliyorlardı. Ancak savaşın bitimiyle ortaya çıkan bir gerçek daha var ki artık ortalama bir Amerikan vatandaşı Fransız eşdeğerinden çok daha fazla harcama gücüne sahipti. Amerika savaşta, tabir caizse, bir koyup on beş almış ve zenginleşmişti.

Sf: 465
Ortalama Amerikan vatandaşının kabaran cüzdanı, kendi ülkesinde Avon veya Max Factor gibi markaların doğmasına ve büyümesine sebep olup kendine ayrı bir kulvar açtırırken, Fransızlar bu yeni gelişen alıcı kitlesinin varlığını fark etmekten uzak kaldı. Bırakın ortalama Amerikan vatandaşına yönelik ürün konumlandırmayı, Fransızlar esas boru öttürdükleri prestij parfümler pazarında bile ABD’ye sadece malı gönderiyor, reklam veya mağaza içi promosyon gibi konulara hiç bulaşmıyorlardı. Promosyonu geçtim, satış elamanlarına eğitim dahi vermiyorlardı. Onlar Fransız’dı ve ürünleri her koşulda satardı. O zaman Amerikalılar’a düşen de paracıklarını bu markalara yatırıp nakitlerinin sağılmasını beklemekti. Tabii ki bu beklenen olmadı ve doğa boşluk kabul etmedi. Revlon ve Estee Lauder gibi Amerikan firmalarının Fransızlar’ın burun kıvırdığı kitlesel pazarlara yaptıkları hamleler, sonunda Fransızlar’ın en güçlü oldukları prestij parfümler pazarında bile lider konumlarını kaybetmeleriyle sonuçlandı, üstelik bu kaybediş sadece Amerika’yla sınırlı kalmadı.
Fransızlar için pek de hayırlı olmayan bu savaşın kıvılcımını Estee Lauder ve ilk parfümü Youth Dew çıktı. İlk piyasaya sürülüş tarihi 1954 olan Youth Dew, parfüm haline gelmeden önce bir banyo sonrası yağı olarak çıkmıştı piyasaya. Bayan Lauder’in kendi aksini iddia etmesine rağmen anozmik olmasının, yani koku alma duyusunun oldukça zayıf olmasının etkisiyle, yağın bütünü içindeki koku konsantresi inanılmaz oranlardaydı ve bu güçlü ve kalıcı bir kokuya yol açıyordu. Fiyatı da Fransızlar’la mukayese edilmeyecek seviyedeydi: 8,50 Dolar.
Nasıl bu kadar çok konsantre ve nasıl bu kadar ucuz bir fiyat olabiliyordu? Bu soru da gelişen kimya ve özellikle aroma kimyası endüstrisinde cevap buluyordu. Bir zamanların sadece doğal esans yağlarından parfümlerinin yerini, önce ayar vermek için kullanılan sentetikler almış, daha sonra sentetikler çoğunluğa geçip bu kez doğal yağlar verici konumuna düşmüştü. Bu iki farklı malzeme arasındaki fiyat dengesi de elbette çok daha ucuz olan sentetik malzemeler lehine kuvvetle bozuluyordu. O zamana kadar tene uygulanabilecek kokuyu sadece Fransız parfümleri olarak bilen ve bu lüks ürünlerin de kendilerine erkekler tarafından hediye edilmesini bekleyen Amerikalı kadınlar, birden ellerinde ucuz, kuvvetli kokan ve kendilerinin de satın alabilecekleri kokulu ve kokutan bir malzemeyle karşı karşıya kaldılar ve elbette bu yeni malzemeye deliler gibi hücum ettiler.

Sf: 466
Estee Lauder bu hücumu daha da delirtmek için aklına ne geliyorsa yaptı. Fransızlar’ın aklından bile geçmeyen hediyeli satışlara başladı; kokuyla beraber küçük numuneler verdi, kremlerinden hediye etti, satıldığı dükkanların her köşesine, hatta merdivenlerine bile Youth Dew sıktırdı, zaman zaman kendisi tezgahların arkasına geçip kendi satış elemanlarına yardım etti. Mağazaları gezen müşteriler kokuyla ilgili fikir edinebilsinler diye her parfüm standında bir şişeyi (bugün “tester”/demelik olarak bildiğimiz şişeler) açıkta bıraktırdı ve serbestçe sıkılıp denenmesine izin verdi vs. vs. Elinin ulaşmadığı yerlerde de potansiyel müşterilerine kokuyu ulaştırdı. Mağazaların müşterilerine gönderdikleri hesap özeti veya  katalog zarflarının içine üzerine Youth Dew sıkılmış kağıt şeritler koyarak şaşırttı ve heveslendirdi Amerikan kadınlarını. Bugün hepimize “normal” gelen birçok pazarlama taktiğini ilk kez Estee Hanım akıl etti.
Öyleyse her köşede sattırmadı parfümünü Este Lauder, çünkü o prestijli kalınması gereğine inanıyordu ama sınırlı sayıda seçkin mağazada bile satılsa, kolayca alınabilir bir fiyatta olmasına çok dikkat etti. Youth Dew ve Estee Lauder, bu farklı anlayış ve farklı hedef kitle seçimiyle döneminin satış rekorlarını ve tabii Fransız rakiplerinin de kalplerini çatır çatır kırdılar. Kişisel bakım ürünleriyle ünlenen Estee Lauder markasının büyüme macerasının da kırılma noktası Youth Dew’la oldu. Hatta bir ara tüm ürün satışlarının neredeyse yüzde 80’ini Youth Dew Parfümü oluşturuyordu.

Sf: 467
Sonuçta Youth Dew ile daha önce olmayan bir pazar segmenti yaratıldı ve Fransızlar bu yeni pazarda ters ayağa düşerek, yani kontrpiyede kalarak ilk hezimetlerini tattılar. Ancak küçük bir yenilgi elbette bütün ABD ölçeğinde Fransız parfümlerinin hakimiyetini silmeye yetmezdi. Bir Amerikan parfüm stilinden söz etmek için çok erkendi ve bunun için 70’lerin ve Revlon’un Charlie’sinin gelmesi gerekiyor.

Sf: 469
Kokusunun detayına girmeyeceğim Giorgio Beverly Hills’in, zaten farkındasınızdır, bu yazıda koksal profillerden değil, onların değiştirdiği tüketim alışkanlıklarından söz ediyoruz. Ancak Giorgio Bevery Hills söz konusu olunca mutlaka değinmem gereken bir pazarlama unsuru var ki bu bile tek başına “öncesi” ve “sonrası” diye bahsetmemize neden oluyor. Demiştim, 1954’te Youth Dew bile koku sıkılmış kağıt şeritleri reklam için kullanıyordu. Ancak bunların etkisi çok kısa ve zaman zaman da amacından sapabiliyor. Oysa amaç, kokudan örnekleme yapmak imkanı verip vakit geçirmeden satın almaya yönlendirmek.
Nasıl sapılabilir amacından bu kağıt şeritler? Öncelikle bu kağıda kokuyu sıkma işlemini bilinçli olduğu maalesef şüphelidir. Az sıkabilir, bu, parfümdeki koku moleküllerinin beklenenden çabuk havaya karışması, yani fikri tam vermeden çabucak kaybolmasıyla sonuçlanabilir. Fazla sıkabilir, bu da kokunun olması gerekenden yoğun halde kağıda yapışmasına ve gene bir yanlış kokusal algıya yol açabilir. Bir diğer önemli dezavantaj da bu kokuları sıkmak için ortaya bırakılan numune şişelerin çok çabuk bitmesidir ki bu da artı bir maliyet unsurudur.

Sf: 470
Giogio Beverly Hills, bu konuda daha önce de denenmiş ama yaygınlaştırılmamış bir uygulamayı canlandırır. Kokular, mikro kapsül teknolojisiyle bir kağıdın iç yüzüne konumlandırılır ve üzeri yapışkan bir başka kağıt tabakayla kapatılır. İçinde gerekli miktarda koku barındıran ve üzeri kapalı kağıt şerit, dergilerin veya postayla giden reklam mektuplarının içinde yerleştirilir. Yapışkan tabaka kaldırıldığında, ortama kontrollü miktarda parfüm kokusu yayılır ve müşteri isterse bunu bileğinin içinde filan da sürüp gün boyu taşıyabilir. Bu sayede tüketici, oturduğu yerden doğru bir kokusal profilin tanığı olmuştur. Reklam mektuplarında bu kokulu kağıda bir de sipariş formu ve 800’lü ücretsiz arama hattı numarası eşlik eder. Amaç, hemen denemeyi yaptırıp evindeyken müşteriden siparişi alabilmektir ve oldukça başarılı olur bu yöntem.
Tabii buna parfümün lineer/ çizgisel bir kurguda yapılandırılmış olmasının, yani üst kalp ve dip notalar olarak farklı değişimlerle değil, baştan sonra, ne kadar süre geçerse geçsin aynı kokuda kalan  yapısının da yardımı olmuştur. Bu sayede parfümden edinilen izlenim, süreye bağlı olmayan bir izlenimdir. Giorgio Beverly Hills tanıtım kampanyası, bu yeni tip koku kağıtlarının ilk yaygın kullanıcısı olarak bugün bile devam eden bir akımın başlatıcısı olur. Özellikle Kasım ve Aralık aylarında tuğla boyutlarında bir moda dergisi satın aldığınızda, siz de muhtemelen bu kağıt striplere rastlayacaksınız içinde.

Sf: 474
Okulu bitirince Calvin hemen çalışmaya başlıyor. Bir zamanların Mahmutpaşa’sı benzeri bir yerde giysi imalatçılarından birinin yanında işe giriyor. Haftalık kazancı 55 Dolar, çizdiği Palto ve mantolar da toptan olarak 6,95’e satılıyor. O dönemde ABD’de her köşede modacı yok bugün olduğu gibi; parası olan imalatçılar Avrupa’ya alıcı kılığında eleman gönderip oradan model çalıyor ve o modelleri de değiştirip değiştirip kendi imalatları haline dönüştürüyorlar. Calvin’in işi de bu model çözme işi. Bu konuda çok yetenekli olduğu, giysiye bakar bakmaz hemen giysinin patronunu bir kağıda çizebildiği söyleniyor. Bu da işvereni için büyük avantaj tabii. İşveren için geçerli olan bu avantaj, Calvin için pek işe yaramıyor, haftalığına zam istemek için patronun kapısını çaldığında, bir dayak yemediği kalıyor. Bu durumu içine sindiremeyip ayrılıyor işinden.

Sf: 475
Şimdilerde iflas edip atıl duruma düşen, ancak o yıllarda pek meşhur bir “department store” zinciri var Amerika’da, Bonwit Teller. Bu çokkatlı mağazalar, bizim YKM veya Boyner gibi tekstilden ev eşyasına pek çok ürünün aynı çatı altında satışa sunulduğu, zaman kısıtlı Amerikan tüketicisini kapı kapı dolaşmaktan kurtarıp bütün ihtiyaçlarını tek elden karşılamak üzere kurulmuş dev mağazalar. O dönemin meşhurları içinde Neiman Marcus, Saks Fifth Avenue veya Hrry Bendel’s falan var ve Bonwit Teller da onlar gibi oldukça prestijli bir çok katlı mağazalar zinciri. Bonwit Teller’ın en büyük özelliği de yeni yetenek keşfetmesi. Bir örnek: Christian Dior’u Amerikan tüketicisine ilk sunan mağazadan bahsediyoruz.
Bonwit Teller’da Dan O’Brien isminde ceket satın almasına bakan bir muhterem var ve bir koleksiyon randevusuna gitmek üzere York Hotel’e geliyor, asansöre biniyor muhterem. Randevusu beşinci katta, ancak takdir-i ilahi denir herhalde, bizim Dan O Brien biraz da asansör stresinden olsa gerek, beşinci kat yerine altıncı katın düğmesine basıveriyor ve asansör durup kapıları açıldığında kendini Calvin ve Barry’nin koleksiyonun yer aldığı odanın karşısında buluveriyor. Calvin’in daha o zamandan, oldukça farklı minimalist bir tasarım stili var. Abartılı değil eme fark edilen bir tarz bu ve odadaki ürünler Dan O’Brien’ı cezbediveriyor.

Sf: 476
“Odadaki ürünler” dedim diye öyle pek de matah ve zengin bir koleksiyondan bahsettiğimi zannetmeyin, topu topu altı ceket ve üç katın elbisesinden oluşuyor ilk Calvin Klein koleksiyonu. dan O’Brien bakıyor ki ürünler farklı ve ses getirebilecek tarzda, “Calvin kardeş,” “ben bunları beğendim ama gel sen Cumartesi günü bu koleksiyonu bizim müdire Mildred’da göster. Bu iddialı bir koleksiyon ve ben tek başıma risk almak istemem.”
Koskoca Bonwit Teller’ın müdürüne nasıl gösterilir ürünler, hem de Cumartesi günü? Elbette bir taksiye atarsınız, odaya gelince de açar gösterirsiniz, değil mi? Yok öyle yağma. Ayağına gelen bu fırsatı bir şekilde değerlendirmeyi düşünmüyor Calvin ve taksiye indirip bindirme sırasında zaten oldukça düz ve minimal tasarımlara sahip olan giysilerinin buruşarak albenilerini kaybetme riskini almak istemiyor. Ne yapıyor peki? Tekerlekli bir askıya (sıpa) asıyor altı ceket ve üç elbiseyi, ite ite Yedinci Cadde’den Elli Altıncı Sokak’a doğru sürüklemeye başlıyor. Sürüklüyor, çünkü askının da arka tekerleği kırık ve öyle kolay gitmiyor New York sokaklarındaki kalabalığın içinde.
Sonunda Bonwit Teller’a varıyor ve çıkıyor müdire Mildred Custin’in karşısına. Mildred Hanım, yüzünde en ufak bir gülümseme olmadan askıdakileri inceliyor, sonra dönerek bombayı patlatıyor: “Bay Klein” diyor karşısında titreyen 25 yaşındaki Calvin Klein’a, “bana 6,95 fiyat çektiğiniz bu giysilerin hepsini, fiyatı üç misli arttırarak ve parça başına 20 Dolar vererek satın alırım. Ancak tek koşulum var: bu ürünleri sadece benim mağazamda satacaksınız.” Önce gelen 20 Dolarlık teklifin ve ilginin şaşkınlığını yaşayan Calvin Kein, hiç istifini bozmadan çekiyor blöfünü: “Sizin adamanız zaten benim dükkanıma kazara geldi ve daha dün bu koleksiyon için diğer “department store”lardan sipariş almıştım. Sadece size özel satış hakkı olayını yemezler yani. Ne istiyorsanız alın ama sadece sizde satılmasını, yani “exclusive” olmasını beklemeyin.”

Sf: 477
Mildred Hanım, “La havle!” çekerek dönüyor masasına (ki vakanüvisler Mildred Hanım’ın tam burada “La havle!” değil de “Oh my god!, Jesus!, Holy shit!” gibi terimler kullandığını yazarlar), açıyor çek defterini yazıyor 50 bin Dolar’lık bir çek ve yüzüne bile bakmadan uzatıyor Calvin Klein’a. Calvin heyecanla eve dönüp açıyor telefonu ortağı ve kankası Barry Schwartz’a: “Bonwit Teller bize 50 kağıtlık sipariş verdi!” diye heyecanla aktarıyor ama Barry’nin para işleri dışındaki konularla ilgili o kadar az ki cevaben “Bonwit de kim?” diye soruyor Calvin’e. Calvin’nin verdiği muhtemel cevap, terbiye ölçülerine sığamadığı için burayı kısa geçerek bu ilk Calvin Klein Koleksiyonu satış hikayesine noktayı koyuyorum. 
Bonwit Teller mağazalarını bulunduğu konuma getiren, öngörüleri ve isabetli tercihleri. Hakikaten de bekledikleri gibi Calvin’in koleksiyonu anında satılıyor. Bonwit Teller’ın ardından Macy’s gibi diğer mağazalar da sipariş üstüne sipariş yağdırmaya başlıyor.

Sf: 478
Sonuçta Calvin’le ortağı, York Hotel’den çıkıp kendilerine daha büyük bir yer tutuyor, siparişleri karşılayacak kapasite fason dikişçiler ayarlanıyor. O sezon diğeri takip ediyor, hem satış grafiğindeki yükselme, hem de tasarımcıların monokromatik renklerdeki minimalizmi bir efsane olup yayılmaya başlıyor kulaktan kulağa.
Calvin ve ortağının dikkat ettiği tek şey var: Öyle her yere mal vermeyip dağıtımı kısıtlı tutmak ve mala ayrı bir “özel, bulunamaz emtia” havası vermek. Yıllar geçtikçe bu seçkin dağıtım ağı tercihinin avantajlarına, Calvin Klein’ın 1973, 74 ve 75’te aldığı Coty Tasarım Ödülleri (ki sinema dünyasının Oscar’ına eşdeğerdir) ekleniyor ve şöhret büyüdükçe büyüyor.
Değerli bir marka haline gelmeye başlayınca, farklı ürünlere de o marka konulmak isteniyor, yani lisans anlaşmaları yapılıyor. Hem bluejean hem de iç çamaşırı için yapılan anlaşmalar oldukça önemli burada, zira bu iki ürün Calvin Klein Inc.’in satışlarını patlatıyor. Hatta bugün için şirket çoktan Van Heusen isimli meşhur gömlek imalatçısı gruba satılmış olsa bile, gelirinin yüzde 80’i bu lisans haklarından geliyor.



Sf: 480
YİNE BAŞLADIK ZAMANDA ZIPLAMAYA!
Şimdi Calvin Klein’ın bu ilk koku macerasından, farklı bir dönem aralığına geçelim: 1994 yılındayız. 1970’lerin kendi iç dünyasıyla ilgilenen jenerasyonun üzerinden 80’lerin hırs dolu gençliği geçmiş ve 90’lar “Generation X” denen farklı bir genç tüketici kuşağıyla karşılanmış. Kısa adı ile “Gen X”, klasik yöntemlerden ve araçlardan hoşlanmayın, tasarımcı markalarının ardında hayatlarına ve kendilerine ilişkin anlamlar arayan bir profil çiziyor. Bunlara klasik bir parfüm ve klasik pazarlama yöntemleriyle hitap ederseniz, geleceğiniz yer en fazla rakibinizin seviyesi olabilir. Calvin Klein’in kendi kişisel düşüncesi de bu yönde ve “İnsanlar artık ecza dolabında bir şişeye daha ihtiyaç duymuyor,”diyor.

Sf: 481
Eh madem öyle, o zaman hem klasik satış kanallarının hem de ecza dolabının dışına çıkabilecek bir parfüm yaratmak lazım ki satabilsin. Üstelik cinsiyet ayrımlarının da kesin olmaktan uzaklaştığı o dönemde böyle bir yeni parfüm neden her iki cinse de hitap etmesin, üniseks, hatta androjen bir karakter taşımasın?
Calvin Kein’ın isminin baş harflerinden türeyen kısaltmadan yola çıkarak isimlendirilen CK One’ın yaratılışı bu fikirler etrafında şekilleniyor. Hem her iki cins de kullanacak, yani “one/bir” olacak, hem de parfüm kokmayı sevmeyenlerin bile kullanabileceği kadar şeffaf ama karakteristik bir koku olacak.
Gelin boş verelim bunları ve pazarlama dehalarının dayattığını benimseyerek cK One’ı İlk üniseks parfüm olarak kabul etmiş görünelim. Peki, “Klasik satış kanallarının dışına çıkmak” dedik. Bu ne demek? Parfüm alma niyetinde dolaşmayan tüketicinin dahi ulaşabileceği fiyatta ve özellikle “Gen X”in uğrak yeri olan mekanlarda satışa sunulacak bir parfüm demek. Hedef böyle daraltıldığında, akla Calvin Klein’ın şahsi dostunun sahibi olduğu Tower Records mağazaları geliyor. Akla gelen de uygulanıyor ve hemen plak ve CD satan bu mağazalarda sunum yapmak üzere özel cK One standları hazırlanıyor. Bu standlar kasaların yanına veya gençlerin yürüdüğü koridorlara yerleştiriliyor ve mesela Nirvana’nın In Utero albümünü satın alırken yanında duran standdan da bir tane cK One almak son derece zahmetsiz hale geliyor.

Sf: 482
cK One’ın formülünü koku üreticisi Firmenich şirketinden Alberto Morillas ile Harriy Fremont beraber hazırlıyor. Hanryy Freont, ISIPCA mezunlu, yabana atılmayacak bir parfümör ve Donna Karan, Cerruti, Estee Lauder, Armani, Ralph Lauren, Valentino, Michael Kors gibi pek çok markanın parfümünde koku tasarımcısı olarak imzası var. Hele ki Alberto Morillas, kendi kendini yetiştirmiş, bugün itibariyle yaklaşık 300 parfüme imzasını atmış, oldukça ünlü bir İspanyol parfümör. Tasarladığı parfümlerin listesine bakıldığında, “hafif” notalar içeren parfümlerden yana eğilimi olduğu hemen belli oluyor. Demem o ki, Acqua di Gio, Kenzo Flower, Thierry Mugler Cologne, Light Blue, vs. hep Alberto Morillas’ın tasarımı. Birkaç bölüm önce hikaye ettiğimiz bir diğer şeffaf parfüm, L’Eau d’Issey’in tasarımcısı olarak tanıdığımız Jacques Cavallier’nin de kendisinden çok şey öğrendiği biri sırdaşı ve dostu.
cK One da, haliyle parfümörlerin tarzına paralel bir koku profiline sahip. Bol narenciyeli, bergamot, limon, kırmızı mandalina, ananas, papaya ve yeşil çay notaları içeren bir açılış, ardından müge, frezya, gül, menekşe ve yaseminle gelen kalp notalar, dipteyse meşe yosunu, sedir, amber, sandal ağacı ve bol miktarda misk molekülü yer alıyor. Parfümün koku piramidinin tabanı oldukça dar tutulmuş, yani formül içinde daha maliyetli moleküllerden oluşan dip notaların oranı oldukça düşük. Bu da açılışı çok kuvvetli olmasına rağmen dip notalara yaklaşıldığında oldukça zayıflatıyor parfümü. Bu nedenle de ilk 1-1,5 saat taze taze kokarken, bu kısa sürenin sonunda tende pek koku izi kalmıyor ve yeniden sıkmak gerekiyor. Zaten pazarlamacı şirketin istediği de bu ve her iki saatte bir yeniden sıkılsa bile bütçeyi rahatsız etmeyecek bir fiyat dilimi belirlenmiş cK One için.
cK One’ın şişesini Fabien Baron tasarlamış. Gene L’Eau d’Issey’den bahsederken ismini zikkettiğimiz Baron, tasarım ve marka danışmanlığı yapıyor. Vogue dergisinin İtalyan ve Fransız edisyonları ile Harper’s Bazaar dergisinin kurumsal kimlikleri onun tarafından tasarlanmış ve halen de Interview dergisinin direktörü. Calvin Klein, Burberry ve Giorgio Armani markaları da onu elinin değmesiyle parlamış.

Sf: 483
Baron’un cK One için yaptığı şişe tasarımı oldukça basit ama bir o kadar da ünlenmiş, neredeyse kült haline gelmiş durumda. Şişe, içki satan her mağazada görebileceğiniz viski veya konyak şişesinin küçültülmüş ve buzlu cama uyarlanmış hali, tepesinde de alüminyum bir kapak var. Bu basit tasarım için elbette hemen bir hikaye yaratılıp “Cam olduğu için geri dönüşümü var,” deniyor ama biliyoruz ki bu gerçek bütün cam şişeler için geçerli ve bütün parfümler de cam şişelerde satılıyor. Kutu da gene aynı kavram yani “ucuz ve cinsiyetsiz olma” temasıyla üretilmiş ve öyle altın yaldızdı, lake kartondu filan değil, bildiğimiz kraft kağıdının bir türevi kullanılmış bu minimalist kutu tasarımı için.
CK One’da tepeden tırnağa her aşamada fiyat göz önünde bulundurarak hareket edilmiş. Az önce saydığım çiçek veya meyve isimlerine aldanmayın; onların pek azı dışında, mesela kırmızı mandalina veya tüylü ada çayı ve limon dışında hiçbiri, aslında doğal halleriyle yer almıyor cK One’ın içinde. Onların yerine o doğal malzemelerin kısmi replikaları olan moleküller var parfümde. Bol miktarda galaxolide, gene bol miktarda hedione (methyl dihdrojasmonate) ve ambroşan, beta ionane, cis-3bexenyl acetate,coumarin, dihydro myrcenol, gerantiol,helional, iso E Super, lilial, linalool, linayl acetate, mağnolan, phenyl ethyl alcohol’den oluşan oldukça düşük maliyetli bir formül bu.

Sf: 484
Ancak bu ucuz malzeme, ucuz şişe ve ucuz kutunun toplamından bir parfüm efsanesi doğdu. Talep doğru saptanmış; gelmekte olan farklı neslin o ana kadar varlığından haberdar olmadığı bir ihtiyaç yaratılmış da cK One adıyla sunularak giderilmiş. cK One, hem kendisi, hem sezonluk çıkan flankerlarıyla (yancıları) hala en çok satan parfümlerden biri.
Nedir bu flanker veya yancı ürünleri cK One’ın? Mesela her sene için ayrı olmak üzere CK One Summerlar, CK One Scene, CK One Electric, CK One Red, CK One Summer Blue, CK One Graffiti, gideceğe benziyor. Öyle bir konsept ve efsane oluşmuş ki markanın etrafında, flankerlardan birisi, CK One We Are One’la beraber sunulan mp3 hoparlörleri bile mevcut.
İlk piyasaya sürüldüğünde, yani 1994 yılının bütün sonbahar sezonu için 20 milyon Dolar satış öngörülürken, bu rakamın sadece 5 milyon Doları’nı ilk on gün içinde yakalamış ve toplamda, ilk sezon beklendiği gibi 20 değil, yaklaşık 50 milyon Dolarlık satışa ulaşmış bir “Gneration X” harikası. Yaşı müsait olanlarınız hatırlayacaktır, o yıllarda herhangi bir sosyal ortama girildiğinde veya sokakta yürürken bile One’ın kokusunu algılamadan yürüyebilmek imkansızdı neredeyse.
Eh, adet olduğu üzere, şimdi de cK One kullanılan ünlüleri sayalım isterdi gönül ama öylesine uzun bir liste ki say say bitmez. Bu isimlerin (ve kitapta geçen tüm parfümlerle ilgili kullanıcı isimlerinin) kullanıcı olduklarını elbette tek tek muhteremleri koklayarak öğrenmiş değiliz. Medyadan elde edilen bilgiler bunlar ve ne kadarının samimi, gerçek ne kadarının bir tür halkla ilişkiler hamlesi olduğunu bilmemize imkan yok. Ne var ki şans işte, bazen böyle birinci elden bilgiye ulaşma olanağı da oluyor. Kısacası, cK One’ın bana özel bir kullanıcısı var, tanıdıklarım arısında. Evet, bana bu kitaba da vesile olan haftalık “Koku” programını yapmak cesaretini veren, Açık Radyo’nun eski genel yayın yönetmeni, her Salı akşamı saat 9 ila 10 arası dinleyebileceğiniz, muhteşem “Gitaresk” programının hazırlayıcısı sevgili Jak Kohen, ısrarlı bir cK One kullanıcısı. Sevgili Jak’a her dönemde “Gen X” kalmayı başarabildiği için gıptayla selam ederek sözü bağlayayım.

Sf: 489
1984 yılında sigara kokulandırma işi bir yana bırakılıp, direkt olarak katın parfümü olarak pazarlanmaya başlıyor Habanita, Rene Lalique tarafında tasarlanmış, buzlu cam üzerinde uçuşan su perileriyle bezeli bir şişede. Uzun süre yüksek adetlerde satış yapan bu parfüm, bugün bile Molinard dendiğinde akla gelen ilk parfüm oluyor. 1980’lerin sonunda yeniden formüle ediliyor ki tahminimce her parfümde olduğu gibi, 1980’den bu yana da oldukça çık elden geçmiştir formülü.
Üst notalarda bergamot, şeftali ve portakal çiçeği; orta notlarda sümbül, gül, yasemin, ylang ylang; dip notlardaysa paçuli amber, deri, Kabe samanı (vetiver), sedir ağacı, sandal ağacı, vanilya var. Bu listede saydıklarım bile Habanita’nın neden yeniden formüle edildiğini açıklamaya yeterli; bu öz yağların doğalları dudak uçuklatacak kadar pahalı bugün. Kuru ve acımsı bir yeşillik kokusuyla açılıyor parfüm. Bu acılık, parfümün tende kalma süresince etkili. Ardından çok hafif meyveler hissediliyor ama bu meyveleri bugünkü sıvı meyve salatası şeklindeki popüler parfümlerle karıştırmamak lazım. Zaten muhtemelen bu güncel meyve salatalarına alışmış olanlar Habanita’daki meyveleri fark etmez bile. Hemen ardından çiçeklerle beraber yoğun deri ve ağaç kokusu kendini belli ederken nispeten güçlü amber ve deri notalarınıysa vanilyayla dengeleyerek tatlandırıyor.
Farkındaysanız tam bir “anneanne” parfümü, yani klasik bir parfüm tarih ediyorum. Bugün için belki ağır ama dönemi için devrimci sayılabilecek farklılıkta bir parfüm. Bu nedenle zaten parfüm dünyasının ikonları arasına girmiyor Habanita. Yanlış hatırlamıyorsam Octavian’ın bir betimlemesiydi; “Gözünüzde canlandırabilmek için şöyle bir manzara çizeyim size: Bütün vücudunuza bebe pudrası sürün, eski bir deri ceket giyin, kapalı bir odada, saksıdaki tek gülden üç metre uzakta oturup sigara içmeye başlayın.” Bu manzara, Habanita’dır işte. Bunları yaparken çevrede fotoğraf makinesi veya fotoğraf çekebilen bir cep telefonu olmamasına dikkat etmeniz de, benim naçizane önerim. Bebe pudralı vücuda giyilmiş eski deri ceket, emin olun internet sitelerinde bayağı rağbet görebilir.


Sf: 490
PARFÜME DE BAKALIM
Evet, davacı ve davalı tarafı az da olsa tanıdık, dilerseniz şimdi dava konusu olan Angel isimli parfüme bakalım biraz:
Efendim, bugünün parfümlerinde sıkça şeker, baharat, tropik meyveler, vanilyalar, karamelalar, çikolatalar gibi, aslında soframızda yer alan pek çok koku notası kullanılıyor. 90’ların başından beri parfümörler, bize kokusal tatlı tabakları (“olfactory desserts”) sunuyor. Bu kulvarın en çarpıcı örneği, Thierry Mugler’in ilk kadın parfümü, hayallere dayalı pazarlama dünyası için bile oldukça sıra dışı bir parfüm olan Angel.

Sf: 491
Yıldız şeklindeki ünlü Angel şişesi. Bu şişenin dolduraulabilir çeşitleri de var ve boşalan şişe bir parfümeriye gidilerek “Angel musluğu”ndan bedeli mukabilinde doldurulabiliyor.
Thierry Mugler Parfümleri’nin başkanı olan Vera Strubi: “İşin en başından beri farklı bir konseptimizin, gerçek bir hikayemizin olduğunu ve sıradan veya birbirinden az farklı parfümlerde aynı kulvarda yarışmayacağımızı biliyorduk. Thierry, baştan beri parfümünün bir moda akımına bağlı olmaması gerektiğini, modanın demode olma riskini içerdiğini söyleyip duruyordu. Bu nedenle ilk adımdan itibaren klasik olabilecek veya örnek oluşturabilecek bir arayış içine girdi. Bunu yapabilmek için önce uluslararası kültürel farklılıkları yok saymamız gerekiyordu, çünkü sadece Fransız veya Batı için bir ürün olmamalıydı bu örnek parfüm.”
Thierry Mugler, yıldız desenine çok meraklı. Hem defilelerinde, hem de kendi vücudundaki dövmelerde yıldız imgesine rastlamak mümkün. Neredeyse yıldızlara obsesif bir kişi diyebiliriz onun için: “Küçükken yıldızlar bana çok yardım etti,” diyor, “yalnız bir çocukken göğe bakıp yıldızların arkadaşlarım olduğunu düşünürdüm. Yıldızlar barış ve uyumun birer olumlu göstergesidir.”


Sf: 492
Renk ile koku, ses lezzet ilişkisi
Koku ve renk arasında bir algı bağlantısı bulunduğu kesin. Bildiğimiz maddelerin kokuların, o maddelerin orijinal hallerine yakın kabul ediyor beynimiz. Mesela üzüm kokusuna yakın bir koku veren methy anthranilate’ı sanki mor-bordo gibi kabulleniyoruz. Çileğe yakın bir kokusu olan (iyice seyrelmiş halde) aldehyde c-16, parfümörlerin beyinde kırmızı ışıklar yakıyor. Bu sadece parfümörler için değil, herkes için böyle.
Deneklerin bir test odasına sokulup 1.565 renk içeren bir skalanın verildiği bir deney var. Deneklere az önce bahsettiğim üzüm kokusunun çeşitli yoğunlukları koklatılmış. Kokunun yoğunluğu arttıkça, seçilen mor da koyulaşmış. Demek ki sadece kokuyla rengi bağdaştırmakla kalmıyor, yoğunluğa göre tonlamasını da sistematik olarak azaltıyor veya arttırıyoruz algımızda.
Koku duyumuzun ötesinde, işitme duyumuzda da ses ve rengin algılanması konusunda benzer bir durum yaşıyoruz. Tiz sesleri açık, bas sesleriyle koyu renk ve tonlarla bağladıştırmaya meyilliyiz geneldi. Bu anlamda eğer bir kokulu ürünün rengi, ürün kokladığımızda beklediğimiz kokuyla bağdaşmıyorsa, “Bu işte bir terslik var!” sinyali yanıp sönmeye başlar beynimizde.
Aynı şey elbette lezzet için de geçerli. Normal renklerindeki yiyecekleri daha kuvvetli ve kaliteli aromalar a sahipmiş gibi kabul ederken, renksiz veya alıştığımız ve kendimizce doğallaştırdığımız renklerin dışında bir renge sahip yiyecekleri “lezzetsiz” veya “lezzetli kötü yetersiz” olarak nitelendirebiliyoruz. Bu tabii, söz konusu yiyeceği görebilmemiz koşuluyla böyle oluyor. Deneğin nesneyi göremediği durumlarda, sonuçlar bu kavla alakasız kalabiliyor.
Bu açıdan baktığımızda, kokulu ürünlerde ve özel olarak parfüm bağlamında, parfümün renklendirilmesi, tüketiciye verilmek istenen kokulu mesajın ayrılmaz bir parçası haline geliyor .Doğru ve tutarlı bir renklendirme ki buna ambalaj da dahil, o parfümle ilgili, tüketicide kokunun kuvveti, karakteri ve kalitesi hakkında, daha şişe açılmadan bir yargı oluşturabiliyor.
Oysa şunu bilelim ki, neredeyse bütün esans yağları genelde şeffaftan başlayan ve giderek koyulaşan toprak tonlarında renklere sahiptir. Mavi, pembe veya mor kokulu bir ürün satın aldığınızda, bilin ki onun rengine müdahale edilmiştir. Esansiyel yağlar ve aroma-kimyasallarından oluşan parfüm konsantrelerinin parfüm veya eau de toilette haline gelebilmesi için yüzde 85 kadar alkolle (ve su) karıştığını düşündüğünüzde, renklendirilmeden önce o parfümün ne kadar açık bir rengi olduğunu tahmin edebilirsiniz.

Sf: 493
Angel için ilk adımlara, bu yıldız kavramı ve şişeyle başlıyor .Söylendiğine göre, şişesi Mugler’in kendisi tasarlamış. “Çok cam istiyorum,” diyor, “çok ve ağır cam olmalı şişe ve aynı zamanda mavi ama çok açık mavi bir renkte olmalı.” Mavi renk ona göre cennet ve gökyüzünü çağrıştırmakta. Şişenin içindeki parfümlü sıvının da mavi olmasını istiyor ama bu talebi ekibin profesyonelleri tarafından hemen itirazla karşılanıyor. Neden? Çünkü mavi erkek rengidir ama bu parfüm kadınlar için hazırlanmakta. İtirazlar boşuna, çünkü Mugler inatçı.
Şişe için Fransa’nın en ünlü şişe fabrikalarından Brosse’a gidiliyor. Brosse ilk elde bu şekilde ve ağırlıkta bir şişenin imkansız olduğunu söylese de Mugler inadından vazgeçmiyor ve Brosseçular talep edilen şişeyi dökebilmek için yeni ve farklı teknikler kullanarak kalıp üretmek zorunda kalıyor. Muhtemelen bu kalıbın parası da bizlerin cebinden çıkmakta sevgili okurlar, çünkü Angel diğerleriyle mukayese edildiğinde görece pahalı bir parfüm.
Gök mavisi şişenin soğuk bir havası var. Bu nedenle soğuk şişele zıtlık oluşturacak sıcak bir parfüm olması gerektiğine karar veriyor ekip. Bu bile tek başına bir ezber bozma hamlesi olarak tanımlanabilir, o soğuk havalı şişenin içine taze, hatta biraz buzlu bir koku koyacak olsalar, beklenen bir şey olacaktır. Oysa onlar şaşırtmayı ve ezber bozmayı amaçlamakta.
Parfümün diğerlerine benzememesi gerektiği ekibin ilk uzlaşma noktası, sevenlerinin, bağımlı olabilecek kadar sevebilecekleri bir koku olması da ikinci uzlaşma noktası oluyor. Bu aynı zamanda bütün zamanların neredeyse en nefret edilen parfümü de olan Angel’ın, nasıl olup da hala en çok satan ilk on parfüm arasında olduğunun açıklaması. Satın alan ve bağlanan insanlar Angel’dan vazgeçmiyor. Ben de şahsen bu tuzağa düşmüş bir tüketiciyim ve on küsür yıldır ara ara başka parfümler denememe rağmen dolabımda hep bir şişe Angel bulundurmaktan vazgeçemiyorum.
Parfümün koku tasarımını yapan Olivier Cresp’in Dairush Alawi ile yaptığı söyleşiye baktığımızda, ilk altmış denemenin sadece paçuli ve vanilyanın muhtelif oranlarda karıştırılmasından oluştuğunu öğreniyoruz. Vera Strubi de bu denemeleri kokluyor ve oldukça beğeniyor. Onu da yanlarına alarak elli deneme daha yapılıyorlar. Aslında Strubi fazlaca çiçeksi bir hava istiyor parfümde ve tıkandıklarını hissettikleri anda Strubi, Olivier Cresp’e  gidip Thierry Mugler’le bir görüşme yapmasını teklif ediyor. Buluşuyorlar ve saatler süren bir sohbet başlıyor.
Sohbet esnasında Muğler, Alsace’ta geçen çocukluğu sırasında sıcak çikolatanın içine nasıl ekmek bandığını söyleyip yerel panayırdan bahsediyor. Sürekli “Bana çocukluğumu da çağrıştıran ve ağız sulandıran bir şey istiyorum,” diyor. Panayırlar, pamuk helvalar, küçük kekler, çikolatalar, karamelalar ve benzeri şeyler…
Cresp’in Alsace’a gitmişliği yok ama Grasse ve Cannes’da bazı panayırları o da biliyor, dolayısıyla ikisinin çocukluğu kokusal anlamda birbirine giriyor ve bugün piyasada satılan parfüme giden yolun temelleri atılıyor. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Cresp’in ABD’de çalıştığı dönemde lezzet katkılarıyla da uğraşmış olması ve “gourmand” diyebileceğimiz yiyecek notalarına olan aşinalığı. Zaten parfüm finale yaklaştığında işin için paçuli ve vanilyanın ötesinde kako, çikolata, bal, şeker filan da giriyor.
Olivier Cresp o günleri şöyle anlatıyor: “Thierry Mugler’in ilk sözleri hala aklımda: Elma şekerinin karamelize kokusu, pamuk helvanın şekersi tadı ve panayır havasının esintisi. Angel için boş bir sayfayla başladık ve 18 ay boyunca Yves de Chiris ve Vera Strubi ile neredeyse her gün bir araya gelip Thierry Mugler’in aklındaki kokuların parfüme nasıl dönüşebileceğini tartıştık.”
Angel’ın kokusal başlangıcı, çikolata, bal ve vanilyadan oluşan bir akor. Daha sonra Yves de Chiris ilk denemelerde kullanılan paçuliyi bir müdahale olduğunun altını çiziyor. Zira çikolata ve paçuli bir araya geldiğinde de oldukça seksi bir koku salmakta, aynı zamanda paçuli meyveyle bira araya geldiğinde de oldukça farklı bir akor oluşturmakta. Michael Edwards’ın Perfume Leğends isimli kitabında Chiris, neden paçuli önerdiğini şöyle açıklıyor: ” Bana göre panayır yeri kokusu, daha çok taze talaş, tahta banklar ve stantların acı-tatlı kokusudur. Acı-tatlı benim için anahtar kelime oldu ve bu kelimenin karşılığı birebir paçuliye işaret etti beynimde. Kullanacağımız nota ne olursa olsun biraz acılık içermeliydi ki elma şekeri ve çikolatanın havasını dengelesin.” Strubi de bu karışımda başta beklenmeyen paçulinin yüksek dozda kullanımının Angel’ı bu kadar ilginç kılan öge olduğunu söylüyor.
Angel, üç katmanda tasarlanmış, daha doğrusu üç çelişkinin birliği halinde bir parfüm: Çocukluk döneminin sıcak anılarıyla, seksi notaları ve açık gökyüzünün ferahlığını birleştiriyor Açılış gökyüzüyle, şeffaf ve mavi. Bergamot notası hafif parlayan bir hava verirken belional ve bedione, saflık ve boşluk duygusuna yol açıyor. Daha “lezzetli” notalar başlıyor. Bu katmanda müzikleriyle beraber bir panayırın tüm canlı havası düşünülmüş; böğürtlen ve kızılyemiş. Finaldeyse çikolata ve karamel etrafına dolanmış vanilya devreye giriyor. İçerikteki bu vanilya, bize dondurmayı çağrıştırıyor, çikolataysa kendimizi daha iyi hissetmemize sebep oluyor. Cresp’e göre çikolata ve bal, paçulinin duyarlılığını arttırmış ama doğru oranları bulmak çok da kolay olmamış; kendilerince doğru oranı bulmak için ki yıla yakın uğraşmışlar.
İşin soyut hikayelerle süslü kısmını bir yana bırakırsak, pamuk helvayı temsilen ethyl maltol’ün, beyaz çikolatayı temsilen isobutavan’ın ve yanlarında da “babalar gibi” bir paçuli notasının, Angel’ın belkemiğini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu arada unutmadan belirteyim: Angel içinde kullanılan yapay coumarin molekülünün miktarından dolayı ana şirket Clarins’in uzun süre başı ağrıdı ABD’de. Şimdi formülasyonda küçük bir ayar yaparak coumarin oranını düşürdüler. Maalesef Clarins’in sicilindeki tek gri nokta bu değil, daha önce de gene Angel’da paket üzerine yazılması yasal olarak gerekli bazı içerik maddelerini atladığı için uyarı almıştı bu kozmetik devi.
İçerdiği lezzete dair öğeler nedeniyle Angel, piyasaya çıktığı andan itibaren “gurme parfümler” diye isimlendirilen koku ailesinin kurcusu oluyor. Diğer markalarda bu ailenin takipçi ve taklitçisi çok fazla günümüzde. Aslında Angel’dan önce 1978’de L’Artisan Parfümeur’ün vanilya temalı bir gurme parfüm örneği var ama o marka o dönemde görece küçük kaldığından pek esamisi okunmuyor.

Sf: 496
Parfüme ilk başta parfümörler tarafından düşünülen isim, içeriği doğru yansıtması açısından, Patchou oluyor. Ancak bu isim Thierry Mugler’i tatmin etmekten uzak ve fazla kör kör parmağım gözüne bir isim olarak görünüyor. Bunun üzerine daha hülyalı, Thierry Mugler’in modacı geçmişini de referans alan isimler aramaya başlıyorlar. Uzay, boşluk, gökyüzü, yıldızlar ve gezegenlerle ilgili her isim bilgisayarda dökülmeye başlıyor, aralarında da “Angel”, yani “melek” kelimesi hemen dikkati çekiyor. Mugler’in 1984’te Paris Zenith’te 6000 kişinin izlediği unutulmaz defilesinde melekler, gül yağmuru altında, kızaklar üzerinde kayarak sahneye girmişler ve bu bir anlamda Mugler’in en başarılı defilesi. Bu isim parfüm için önerildiğinde, Mugler tereddüt etmeden kabul ediyor.
NEREDEN GELDİK BURALARA?
En son, 1999’da Paris Ticaret Mahkemesi’nde açılan bir davadaydık. Ne diyordu davacı? Molinardcıların, Angel’ın kokusunu taklit ederek pastalarından haksız pay aldığını söylüyordu. İyi de, davaya bakan yargıç ne yapsın şimdi? Adam hukuk mezunu, ne anlar parfümden, formülden? Düşünüyor, taşınıyor, her iki kokuyu da analiz edilmek üzere laboratuvara sevk ediyor. Nedir bu analiz? Gaz kromatrograf analizi elbette. Analiz yapılacak ve her iki parfümün de içeriği bir bir sayfa sayfa dökülecek, karşılaştırılacak. Bu da yetmezse kör test yapılacak, yani belli bir sayıda tüketiciye üzeri isimsiz küçük şişelerde her iki parfüm koklatılıp benzeyip benzemedikleri sorulacak.


Sf: 505
Yasak ama hoşumuza gidiyor
Üzerinde çalışan bir projeyi şirket dışına çıkarak kullanmak aslında yasak bir şey olmasına rağmen aroma-kimyasalı devlerinin laboratuvarlarına erişimi olan üst düzey çalışanlar, bu küçük kaçamağı sık sık yaparlar ve kendilerinin de bir parçası oldukları proje örneklerini günlük hayatlarında kullanarak gelişme süreci içinde sokaktan gelecek tepkileri ölçerler.
Sadece eş, dost, akraba değil, taksi şoförü, gişedeki bilet satıcısı vs. pek çok farklı insanın, üzerinde çalışan projenin yönünü ve gelişimini  bilmeden etkilediği pek çok parfüm örneği var.
Bu konuda en çok yaramazlık yapanlar da bizzat o projenin koku tasarımı ayağını yürüten parfümörlerdir ve bazen bir parfümün her aşamasını ayrı ayrı sürünerek eserlerinin insanlar üzerindeki etkisini demografik analizlerin tartışıldığı brifing olarının dışında ölçmek ve elbette aslında kompliman almak isterler.

Sf: 507
Françoise Caron kimdir?
Dünya küçük derler ya: Birkaç sayfa önce Angel’ın tasarımcılarından biri olarak bahsettiğim Olivier Cresp’in kardeşidir Françoise Caron. Ailesi, birkaç kuşaktır Grasse’ın ünlü esansiyel ham madde tüccarlarından.
Caron, üç yıl Roure okulunda parfümörlük eğitimi aldıktan sonra çıkışını Hermes’in meşhur L’Eau d’Orange Verte isimli parfümüyle (1979’da ilk çıkışı Eau de Cologne d’Hermes olan bu parfümün adı 1997’de değişiyor) yapıyor. Çıkışın ardından peş peşe geliyor parfüm tasarımları; Armani, Azzaro, Balenciaga, Lacroix, Davidoff, Ungaro, Escada, Kenzo, Montana, Valentino, Versace gibi birbirinden ünlü markalar için.
Acqua di Parma için Francis Kurkdijan’la ortaklaşa tasarladıkları Iris Nobile’nin yeriyse ayrı bir değerde kabul ediliyor parfüm dünyasında. Önce Givaudan, sonra Quest, halen de Takasago’da devam ediyor iş hayatı.
Arada da 2007’de Fransız devletinden Chevalier de L’Ordre des Arts et des Lettres (Sanat ve Edebiyat Nişanı Şövalyesi) unvanını alıyor hanımefendi.
Sf: 513
“Niche” neymiş? 
Artık isimler, şişeler ve konseptler farklı olmasına rağmen parfüm şişelerinin içindeki sıvıların kokuları birbirlerine çok fazla benziyor. Parfüm endüstrisi bu farklılığını yitirmiş yaygın satış sistemine mecbur durumda, çünkü Rubicon Irmağı geçildi, gemiler yakıldı ve yeni bir parfüm çıkarabilmek için onlarca milyon Dolar’lık yatırımlar söz konusu. Üstelik o kadar çok parfüm çıkıyor ki bunların rafta kalabilme ömrü de kısaldı ve en basitinden raflarda konulacak yer bulamıyorlar.
Michael Edwards’ın 1984’ten beri çıkardığı ve parfüm lansmanlarını koku aileleri altında gruplayan bir referans kitabı (Fragrances of the World) var elimde. Bu veritabanı kitabının ilk edisyonuyla 2015 edisyonunun kalınlık ve içerik mukayesesini yapsanız, sadece otuz yılda gelinen yeri görebilirsiniz. Yıllık olarak piyasaya sürelen yaklaşık 1.400’den fazla uluslararası parfümden bahsediyoruz.
Dolayısıyla firmalar, en kısa sürede nasıl kara geçebileceklerinin mücadelesini veriyor ve bunun da doğal sonucu olarak parfümlerinde o an için en çok tercih edilen kokusal profili takip ederek risk almıyorlar. Bu durum aynı zamada tüketici panelleriyle de destekleniyor. Tüketiciler de bu panellerde koku duygusunun yapısı nedeniyle aşina oldukları bir koku kaynağına olumlu eğilim gösterdiklerinden, yeni çıkanlar kabaca bir öncekinin çizgisini takip ederek aradaki kokusal fark makasını darattıkça daraltılıyorlar.
Sadece üretim ve pazarlama açısından değil, pazarlama bileşenlerinden biri olan satış yeri konusunda da bu eğilimi destekleyin gelişmeler var. Artık küçük bir parfümeride, bilgili bir satış asistanının yorulmadan sizinle ilgilenmesi yerine Sephora, Douglas, Marionnadud gibi parfümeri zincirlerinde veya bunların yerli benzerlerinde, raflara dizilmiş şişelerin görüntüleri öne geçiyor satın alma kararımızda. O kadar çok seçenek var ki artık bunları satmak için kokusunun kendisi yeterli değil., oltaya başka yem takıp sallamak lazım ki sizi şişeye yaklaştırıp kapağını açtırabilsin. O sunum kalabalığının içinden sıyrılabilen en hoş, en göze çarpan kutu ve şişe olmak zorundasınız yeni bir parfümseniz ve biz o parfüm zincirlerinin koridorlarında veya raflarının arasında dolaşırken, buna bağlı bir algı koşullanması içinde ister istemez görsel duyumuza teslim oluyoruz.

Sf: 514
İster şişe veya kutuyla olsun, ister tüketicinin algısında yaratılan bir yaşam tarzı imgesiyle olsun, kokusuna uygun bir görsel imge oluşturabilmek, satabilmenin en önemli ayağı olmuş durumda. Oysa satın aldığımız kutu veya şişe değil, içindekinin kokusu. Parfümü sürdüğünüzde (veya giydiğinizde) sosyal ortama kendinizi nerede algılatmak istediğinize dair mesajı kokuyla veriyorsunuz ve kimse sıktığınız parfümün şişesini görmüyor. Zarfın mazrufu, yani ambalajın içeriği nasıl yediğine dair klasik bir örnek bu. Sadece parfümde değil her tür üründe, her gün bol bol yaşıyoruz benzer durumları.
Bir başka açıdan baktığımızda, bu aynı zamanda pazarlama departmanlarının parfümörlerin üzerinde hakimiyeti ele geçirdiğinin bir göstergesi. Parfümörler artık neredeyse sadece teknisyen konumuna indirgenmiş durumda ve onların tasarlayacakları formüllerin kokusal başlangıç noktaları veya temaları, kokunun satışından sorumlu departmanın kontrolünde. Parfümörün önüne gelen talep notu, yaş, gelir durumu gibi hedeflenen alıcı kitlesine ilişkin birtakım bilgileri içeriyor ve ayrıca o an piyasada en çok satın parfümler neyse, onlara dönük de bir yönlerdirme taşıyor. Elbette toplam sıvı maliyetinin en fazla ne kadar olması gerektiği de, Demokles’in Kılıcı gibi tasarım kağıdının veya formül ekranının üzerinde keyifle salınıp duruyor.

Sf: 515
Parfümör, kendisine verilen bu nota uygun bir formül üretiyor ve çoğunlukla da ürettiği parfümün başkası tarafından üretilmiş bir diğer parfüme benzemesinden kişisel olarak rahatsızlık duyuluyor. Yapacak bir şeyi var mı? Yok, çünkü bu da onun ekmek parası. İşin daha da kötüsü, artık parfüm okullarındaki eğitim de buna koşut bir evrilme içine girmiş durumda. Yoğun ve standart bir teknik eğitime yükleniyor, arada başarılı güncel parfümlerin yaratıcıları okula davet edilip seminerler verdiriliyor ve mevcut tecrübe acemilere böyle kısa seanslarla aktarılmak isteniyor. Çünkü o okulların sahibi şirketlerin vakti ve sabrı yok, mezunları hemen işe alıp üretimlerinden istifade etmek istiyorlar. Bu da bir ustadan el almak gibi kadim bir yetişme geleneğinin yanından geçerek bugünkü piyasa koşullarında karşılığını buluyor.
Oysa bu işlerin başı nasıldı, bir hatırlayalım. Esas olan kokuydu ve parfümör yarattığı kokunun içine kendini ifade eden bir anlam bütünlüğü sunardı. Başlangıç noktası parfümör ve hayalleri veya arzuları, müşterisiyse bu arzunun kokusal ifadesinde kendinden bir şeyler bulup onu üzerinde taşımak isteyen, dolayısıyla bu kokusal mesajı kendi teni ve kişiliğiyle beraber yeniden kurgulayıp, kendi hayallerini deklare eden kişiydi. Bu deklarasyonun sınırlarıysa (fiziksel koku sınırlarını kastediyorum burada) o parfümü kullanan kişinin vücudundan en fazla bir kol boyu mesafe içinde (birinci bölge) kalır, bundan öteye geçmezdi. Olur da geçerse bu durumda başkasının kokusal alanına tecavüz addedilip saldırgan ve ayıp sayılır, kullanım intim yani mahrem olmaktan çıkardı.
Peki, biz tüketicilerin oluşturduğu evrensel toplum içinde, benzer ürünlerin arasında yaptığımız ve bize ait sandığımız seçimlerin dışında, para harcarken satın aldığı üründe derinlik, anlam ve daha özgün değerler arayanlarımız yok mu? Reklamlar ve medyanın bize yönelik razı imalatı bombardırmanından bir nebze olsun sıyrılmayı deneyen, satın alacağı ürünün içinde kültürel bir  yön, sanat zanaat veya daha kısa bir deyişle ” özgün olma hali” arayan yok mu?
“Öteki tüketici” diyelim bu çizdiğimiz hayali tipe isterseniz. Her toplumda sunulan ürünün bolluğundan ve vasatlığından sıkılan, her üç dakikada bir olay olma kapasitesi olmamasına rağmen sanki bir olaymış gibi sunulan yeni ürünlerde bunalan, kısa dönem kar iştahının banalliğine bilerek veya bilmeyerek direnen böyle “cins” tipler vardır. Hatta belki siz de böyle bir tipsinizdir de bunun açığa çıkmasına imkan verilmiyordur, ne dersiniz? İyi de, bu sürüden bir nebze de olsa uzaklaşabilenler, yani “öteki tüketici”, kokusal arayışlarını nasıl tatmin ediyor? En ucuzundan tasarlanan detarjan kokularının parfüm diye satıldığı dev bir koku pazarı içinde kendine nasıl öznel, daha önemlisi mahrem bir çıkış buluyorlar?

Sf: 516
Evet, çıkışı niş parfümlerde buluyorlar. Ülkemizin pazar yapısı nedeniyle maalesef çok az kişi dışında pek isimin duymadığımız, varlığından haberdar olmadığımız, ekranlarda reklamlarını görmediğimiz ama kendi kulvarları içinde ünlenmiş, kokusal anlamda başlangıç felsefeleri itibariyle farklılaşmayı başarabilmiş niş parfümlerde.
EXODUS
Büyükler büyük pazarlarla uğraşırken, Uzak veya Ortadoğu’da büyüklerin dayattığı kokulara benzer, taklit veya fazlaca benzeşen parfümler belirmeye başladı. Bugün İstanbul sokaklarında da görebileceğiniz “benzer koku” satan dükkanların ürünlerinin fikirleri, ilk kez o yıllarda doğdu diyebiliriz. Tabii bunların hepsi taklit değildi ama bir kısmı fazla esinlenmiş “özgün” markalardı. Ne işe yaradı bu küçük firmalar? Büyük bütçeler olmadan kendilerince bir pazar segmenti yaratılabileceğini gördüler, gösterdiler ve ortalığı biraz daha karmaşaya gark ettiler.
Ancak her musitbetten bir hayır çıkar misali, küçük bütçeyle de parfüm satılabileceği fikri tamamen farklı bir şeye ilham kaynağı oldu. 70’lerden beri koku dünyasını ele geçiren ve birbirine benzer kokan yüzlerce ana akım parfüm arasında, felsefesini aslolanın unsurlarını kendilerinden uzak tutmaya çalışan niş parfümlerin doğum sancılarına şahit olmaya başladık.

Sf: 517
Bu doğumda elbette internetin yayılmasının ve hızlanmasının, dolayısıyla dükkan kira maliyeti olmadan veya tek bir küçük dükkanla marka olunabileceği gerçeğinin de katkısı oldu. Ana akım kulvar görünür de çok fazla çeşitlenerek ama aslında bıktırırcasına aynılaşarak büyürken, daha muhalif diyebileceğimiz, bütün çeşitlerini aynı tip şişelerde satan, o kokuları tasarlayan parfümörün de çoğunlukla işin sahibi olduğu bir nevi arkaik, esnaf- parfümör tipinin yavaş yavaş belirmeye başladığını gördük.
XVIII. ve xIX. yüzyılda Paris veya Venedik sokaklarında örnekleri görülen ve sahibinin ismiyle anılan, sahibinin de gerçekten dükkanının arkasındaki bir odada kıymetli kokulu yağları bir ayin havası ve husu içinde kendinden geçerek damla damla karıştırdığı o parfüm ve parfümör tipi, ilk başta yeni tüketiciler tarafında yadırgandı. (Niş parfüm markalarının hepsinde marka sahibi parfümör değil. Markanın sahibinin bizzat ve fiilen formülasyona dahil olduğu markaları belki de bu yüzden “bağımsız” (indie) diye tanımlamak daha doğru olacak. Ancak biz kafa karıştırmamak için kabaca her ikisini bir kabullenip niş demeye devam ediyoruz.)
Ancak sundukları ürünlerle büyük ölçekte üretimin getirdiği aynılaşmanın dışına çıkarak, belki daha da önemlisi, içlerinde parfülerini herkese birden beğendirme endişesi taşımayarak bir süre sonra farklılık arayışı içindeki tüketicilerden kabul görmeye başladılar. Bu kabul görme öyle boyutlara geldi ki başta niş parfümleri kaale bile almayan ana akım parfüm markaları bu kez onlardan tedirgin olmaya başladı.
NEDİR YANİ?
İyi de, ne demek niş? Esasen mimari bir terim olarak hayatımızda yer alıyor. Kitabın başından beri niş aşağı-niş yukarı diye yazıp duruyorum ama sonuçta “niche”ten bahsediyorum başka bir şeyden değil. Kiliseye gittiyseniz görmüşsünüzdür; koca hacimli duvarın içinde düzgün bir oyuk vardır ve içinde de bir heykel yer alır ya, işte o düzgün oyuğa “niş” deniyor ve kelimenin Latince “yuva” anlamındaki nidus’dan geldiği varsayılıyor.

Sf: 518
Mimarinin dışına çıkarsak (ki bunu bir an önce yapalım, zira radyo programımın çok sayıda mimar dinleyicisi vardı ve bu cildin sonuna yaklaşmışken, bir pot kırmaktan fena halde tırsmaktayım), tüketici pazarının belli bir dilimini ifade ediyor bu kelime. Özel bir alıcı kitlesinin özel bir ihtiyacına cevap veren, fiyat, üretim kalitesi ve hedeflediği demografi itibariyle genel beğeniye hitap etmek gibi bir endişesi olmayan, dolayısıyla varlık sebebini de genel beğeni ve onun getirdiği sıradanlıktan uzak olmaya bağlayan ürünlerin ve alıcılarının oluşturduğu bir pazar dilimi. Koca duvarın içinde ondan ayrı kalan ama onun bir parçası olmayı da başarabilmiş küçük bir hacim.
Bu parfümler genelde daha küçük bir pazar dilimini ve dolayısıyla daha küçük bir parasal karşılığı işaret ediyor olmalarına rağmen, aslında sandığınız kadar küçük olmak gibi bir zorunlulukları yok. Fikir vermesi için söyleyeyim, iki yıl önce Fransız pazarında niş parfümlerinin cirosu yıllık 400 milyon Euro’yu buluyordu. İsimleri çok bilinmemesine rağmen farklı bir lükse, kaliteye, yaratıcılığa ve bunun parasal karşılığına işaret ediyorlar.
Temel hareket noktası olarak, en azından idealde, kokusunun kendisini seçiyorlar. Herkes tarafından beğenilen parfümü yapmak gibi en düşük ortak paydaya ulaşmayı hedeflemiyorlar. Bu anlamda, pazarlamayı reddetmemelerine rağmen, onun parfüm veya parfümör üzerindeki yönlendirici baskısını kabul etmiyorlar. Ürünün, yani şişe içindeki sıvının kendisine yatırım yapmayı, reklama yatırım yapmaya tercih ediyorlar.
Neredeyse hepsi, markanın tek tip şişesiyle satılıyor ama etiketlerdeki isim değişiklikliğiyle parfümlerin farklılığını anlayabiliyorsunuz. Tek tif şişe hem – doğal olarak – yatırım maliyetini düşürüyor, hem de subliminal seviyede şu mesajı vermeye yardımcı oluyor: “Kokuma o kadar güveniyorum ki onun neyin içinde taşındığın önemsemiyorum.” Ana akımlarla aralarındaki bir diğer önemli fark ise, birkaç istisna dışında niş parfümlerde herhangi bir cinsiyet ataması yapılmaması. Üzerlerinde “erkek için” veya “kadın için” anlamına gelen herhangi bir ibare yok ve parfümün ortaya çıkış dönemlerinde olduğu gibi herkes istediğini kullanabiliyor.

Sf: 519
Daha farklı ve dünyanın uzak köşelerinden gelen içerik maddeleri, ana akım parfümlerin içinde maliyet endişesiyle yer bulamazken, nişlerin parfüm sıvılarının içine rahatça girebiliyor. Bu farklılık, özgünlük ve kalite gibi kriterler kullanılarak seçiliyor. Bu anlamda niş parfümler, parfüm endüstrisinde gerçek riskin alındığı yerler, çünkü gerçek risk, gerçek farklılığın bir sonucu. Daha önce olmayan bir şeyi yapıyorsunuz ve bunun da alınan risk gibi bir bedeli olması gayet normal. Herkesi tatmin etmeye çalışarak ve herkesin beğenisine göz dikerek yenilikçi olmak imkansız.
Samimi söylemek gerekirse hep ana akım parfümlere veya hava alanlarında ünlü isimler altında satılan “çok satar” parfümlere alışmış birinin bu parfümlerin kokusunu duyunca irkilmemesi imkansız, çünkü öncesi olmayan bir deneyim yaşanmış oluyor Kimi bunları çok hafif, kimiyse çok ağır buluyor, ortak paydaları ise alışık oldukları parfümlere benzememeleri. Hemen hemen hepsinin, yani bu niş parfüm evlerinin çoğunun bünyesinde kendilerine bağlı çalışan bir parfümör var, bazen de parfüm evinin sahibi bizzat parfümörün kendisi oluyor.
Markanın adı ne olursa olsun, yaratıcılığa aşırı değer verdikleri ve ona eski itibarını kazandırmak için, parfümle ilgili bilgiye ulaştığınızda parfümörün ismiyle de karşılaşıyorsunuz. Bu anlamda ana akım parfümelrin üzerine perde örtülerek gizlenmiş üretim dünyasından ayrışıyorlar ve kendilerini Jennifer Lopez, Sarh Jessica Parker veya Giorgio Armani gibi başka kulvarlardan ödünç alınmış isimlerle maskeleyerek satış yapmaya ihtiyaçları yok.
Niş parfümlerinin satışlarının sürekliliği müşteri sadakatine dayanıyor. Sürekli yeni müşteri yaratacak yaygın ve büyük bütçeli reklamların desteği yok arkalarında ama kulaktan kulağa yayılan ve böyle kalmasını tercih ettikleri ünleri olduğu kuşku götürmez. “Bunun sonucunda niyeti bozup bir kez niş bir parfüm kullanmış bir müşteri, o deneyimden sonra kolay kolay tekrar ana akım parfümlerin vasat benzeşliği içine girmiyor tekrar ve bir değişiklik arıyorsa bunu gene niş parfümler içinde, çoğu kez de aynı niş parfüm evinin çeşitleri arasında sıçrayarak yapıyor.


Sf: 521
BİRAZ DA NİŞ PARFÜM DENEYELİM
Müşteri mağazaya girdiğinde parfümü nasıl deneyebiliyor? Bunun içinde farklı yöntemler geliştirmiş durum  bu küçük sıra dışı markalar. Önde gelen niş parfüm markalarından biri olan Frederic Malle’ın butiklerinden birine girdiğinde mesela, küçük mekanın içinde yuvarlak şeffaf asansör kabinlerine benzer kabinler görüyorsunuz. Bu kabinlerin bel hizasından yukarıda açılan kapıcıkları var. Size yardımcı olan satış elamanı, denemek istediğiniz kokuyu bu kapıcığı açarak kabinin içine sıkıyor ve kapağı kapatıyor. Birkaç saniye sonra tekrar açıyor ve başınızı içeri uzatıyorsunuz. Kabinin içi, parfümü kullanan başka birini yakından kokladığınızda nasıl bir koku alırsanız öyle kokuyor. Kokan bir havayı soluyorsunuz ve üç aşağı beş yukarı parfümü sıktığınızda  başkalarına nasıl kokacağınıza dair bir fikriniz oluyor. Sizden sonra bu kabinin tavanında yer alan güçlü bir aspiratör kabin içi havasını temizleyerek bir sonraki parfüm denemesi için nötr ortamı sağlıyor.
Bir başka önde gelen niş parfüm markası olan The Different Company ise daha basit bir yöntemle denetiyor kokuların. Halen Hermes’in başparfümörü olan Jean-Claude Ellena’nın kızı Celine Ellena’nın parfümörlüğünde hayata devam eden bu markanın kokularını denemek istediğinizde, koku küçük bir kağıt şeride sıkılıp bu şerit masaya veya rafa konuluyor üzerine de ters çevrilmiş bir konyak kadehi (bu yöntemin adın “Monclin Glass”) kapatılıyor. Siz içeride birkaç dakika oyalandıktan sonra gidip bu konyak kadehini elinize alıyor ,ters çevirip açık ağzından içini kokluyorsunuz. Frederic Malle örneğinde olduğu gibi burada da kokladığnız, parfümlerindirilmiş bir hava.

Sf: 522
İnanın, kağıt üzerinde koklamaktan çok daha gerçeğine yakın ve çok daha etkileyici parfümlendirilmiş havayı koklamak. Bu yöntemle kokulu üründen deneme yapmak başka bir şeklin daha altını çiziyor: Ana akım parfümlerin satıldığı parfüm marketlerinde olduu kadar çabuk satın alma kararı vermiyorsunuz bu dükkanlarda. Gerek kabin, gerekse kadeh örneğinde, belli bir süre beklemek zorundasınız. Size koklatılan hava dip notalarla ilgili olamasa da, en azından üste ve kalp notlarla ilgili ipuçları içeriyor ve bu şekilde anaakım parfümlerin en fazla önem verdikleri o üst notanın güzel kokması prensibini patlatmış ve parfümün yapısının da biraz daha derinine girmiş oluyorsunuz.
Bütün bunlar olurken görsel olarak sizde algı bozulması yaratacak veya yönlendirecek şişe veya kutu gibi unsurlar da ikinci plana itilmiş durumda, kokunun kendisiyle baş başasınız. Denemek istediğiniz kokunun kendisiyle bire bir ilişki içindesiniz. Mesaj dolaysız olarak geliyor ve yola çıkış felsefesinin kokunun kendisinin olması, siz fark etmeseniz bile yaşadığınız bu deneme ritüelleriyle beyninize yavaş yavaş işleniyor. Böyle sizi özel hissettiren bir ortamdan çıkıp bir parfüm marketine daldığınızda, kendinizi birden yorucu ve bunaltıcı bir kalabalık içinde hissediyor ve bütün saydığım unsurların bir arada etkilemesinin de katkısıyla kolay kolay ana akım parfümlere tekrar dönemiyorsunuz.

Sf: 523
Niş parfümlerinin ana akım parfümleri kendi kuruluş silahlarıyla tehdit etmeye başlaması, ana akım parfüm devleri içinde doğal olarak bazı değişikliklere ve deyim yerindeyse tedbirlere yol açtı. Önde gelen bazıları, parfümörlerini öne çıkarmaya başladı veya daha önceden olmayan baş parfümörlük müessesini kurarak, bunu da kapalı kapılardan ziyade projektörlerin altına geçerek gerçekleştirir oldular. Hermes’in Öean-Claude Ellena’yla anlaşması Cartier’nin Mathilde Laurent’la çalışmaya başlaması, Christian Dior’unsa bu mevkiye François Demarchy’yi oturtmas, hem bu markaların kokusal köklerine, yani parfümör merkezli üretim anlayışına geri dönme çabasının, hem de böyle bir çabayı bir halkla ilişkiler ürünü olarak pazarlama hevesinin sonucudur diyebiliriz. Jean – Claude Ellena’nın İnglizceye çevrilmiş iki kitabı va rve her iki kitabın içinde de bağlı olduğu markasının, Hermes’in adı bol bol geçiyor. Bu, tüketici nezdinde Hermes = Jean – Claude Ellena gibi bir denkleme yol açıyor ki denklemin her iki tarafı da bundan son derece memnun.

Sf: 524
Sadece eski ünlü parfümlerin yeniden satışa sunulmaları değil, ana akım markaların kendi içlerinde daha özel parfüm serileri çıkarmaları dahi hep bu farklılık arayan ve bölümün başında bahsettiğimiz “öteki müşteri”yi başkasına kaptırmamak telaşından kaynaklandı. Binim defans hamlesi dediğim bu hamle kapsamından Giorgio Armani, Armani Prive diye, daha değerli esans yağlarıyla daha genel beğeni dışında bir seri çıkardı ve bunun satış ağını da oldukça sınırlı tuttu. Keza Jean – Claude Ellena, hRkmes için sadece Hermes butiklerinde satılan Hermessence koleksiyonunu hazırladı. Estee Lauder de Private Collection serisiyle bu yeni kulvarda yerini almakta gecikmedi. Dior Le Counturier, Chanel Ewxclusifs, Tom Ford Private Blend filan gibi alt ürün grupları hep bu bağlamda değerlendirilmesi gereken hamleler.
Ana akım parfümcüler marka altında yeni seriler çıkarmanın yani sıra şirket bünyesinde başka markalar yaratarak ve var olanları satın alarak nispeten bağımsız görünen adreslerin de sahibi oldu. Estee Lauder’in Jo Malone ve Frederic Malle hisselirni alması, Le Labo’yu marka portföyüne katması bu t”toplama” akımına başka örnekler. Kısacası, ana akım parfüm markaları, ürün gamları içinde özel birer seri yaratarak, başka markaların sahibi olarak veya nişleri satın alarak kendi içlerinde farklılaşmaya gitti ve “öteki müşteri”nin Dolarlarını ve Eurolarını kolay kolay kaptırmak istemedikleri cümle aleme duyurdu.
Kimler peki ana akım parfüm dünyasını bu tedbirleri almaya iten? Yüzden fazla niş marka var ama ben hemen önde gelen birakaç niş parfüm markasının ismini sayayım: Fatelier Perfumes, Adny Tauer, Annick Goutal, Ayala Moriel, Bogue, Bonda no:9 New York, Byredo, Carhusia, Creed, Diptyque, Escentric Molecules, Etat libre d’Orange, Frederic Malle, II Profumo di Firenze, keiko Mecheri, L7Artisan Parfumeur, Le Labo, Maison Prancis Kurkdjian, Miller Haris, Nasomatto, Ormonde Jayne, Parfums de Rosine, Penhaligon’s, Santa maria Novella, serge lutens, The Different Company, vs. Bizdense pekji ve Nişhane’yi sayabilirim.

Genelde taklit parfümler üzerinden yürüyen yerli piyasa için son verdiğim iki marka öneği oldukça cesur hamleler olarak düşünebiliriz nişhane ana akımdan bağımsız bir marka ve her parfümü için konsept belirleyerek farklı parfümörlerle çalışabiliyor. Pekji ürünleriyse başından sonuna, yani malzeme temininden başlayarak koku ve şişe tasarımından satışına kadar marka sahibi Ömer İpekçi’nin ellerinden çıkıyor.

Sf: 526
Hem yerli hem yabancı bu niş markalar ülkemizde ya varsa kendi butiklerine giderek, ya internet sitelerine ulaşarak ya da bazılarının toplu halde satışlarının gerçekleştiği nadir satış noktaları, yani La Deese, Harvey nichols, Brandroom ve Beymen Zorlu gibi mağazalar ziyaret edilerek temin edilebiliyor. Diğer isimlerle beraber saydık diye La Deesse’nin hakkını emiş olmayalım lütfen, zira bu şirin mekan diğer büyük sermayeli zincir mağazalardan farklı olarak ülkemizin ilk (2011) parfüm butiğidir.
Bahsettiğim niş parfüm markalarının çoğunu büyük olasılık duymamış olabilirsiniz ama onları da gizli bir tarikatın üyesi gibi görmemek gerekir, kendi aralarında kavramsal ayrışımlar yaşıyorlar. Bu saydığım markalardan bazıları mesela, sadece belli kavramlar üzeri parfüm üretiyor. Örnek vermem gerekirse Aftelier ve Ayala Moriel sadec edoğal esansiyel yağlardan parfümler hazırlıyor, Escentric Molecules sadece sentekik içerik maddelerini kullanıyor, Bond no.9’ın parfümlerinin büyük kısmı Nev york şehrini tema olarak alıyor, Les Parfums de Rosine kataloğunda özellikle gül içeren parfümlere yer veriyor, etat Libre D’Orange’ın parfüm isimleri çoğunlukla en çıplaklığından cinsel tanımlardan ve “düşük hayatlar”dan oluşuyor. Nişler, kendi içlerinde de niş kulvarlar oluşturuyor yani.

Sf: 527
Niş parfümler, dev parfüm pazarının henüz yüzde 19’una ulaşabiliyor ama her geçen yıl pasta içindeki paylarını ikiye, üçe katlayarak büyütmeleri dikkat çekiyor, yani – bizde olmasa bile- dünyada niş parfümeler yönelik bir talep patlaması var. Farklılaşma arayışı elbette hoş bir şey ama bu, onların zaman içinde ana akımlaşarak kendi karşıtlarına dönüşmeleri riskini ortadan kaldırmıyor.
Bir de durup şunu düşünmek lazım belki: Niş olan marka mıdır, yoksa parfüm mü?


Sf: 529
Chanel No:19
Gabrielle Cahnel’in hayattayken çıkardığı son parfüm, Chanel no.19 idi. Hepinizin ismi i bir şekilde duyduğu (duymadıysa da bu kitap boyunca bolca okuduğu) Chanel no.5, Chanel’i Chanel yapan parfüm olabilir ama emin olun Chanel no:19 da kendisi hayattayken lanse ettiği son parfüm olarak oldukça önemli. Neden? Çünkü Chanel No.19, çok uzun radan sonra Cahnel’in tekrar Fransa’ya dönüşünün habercisi olan parfüm. Gerçi parfüm piyasaya çıktıktan sonraki birkaç ay içinde Gabrielle Chanel bu alemi terk ediyor ama gene de onun tekrar gündeme gelen çabalarının en önemli halkalarından biri. Üstelik kokusunun ayrıcalıklı profili de bunu hak ediyor.
Chanel’in tekrar Fransa’ya dönüşüne gelmeden önce, Chanel Hanım neden Fransa’yı ve moda dünyasını önce terk ediyor ana bir bakalım. Hatta bu hanımefendinin daha çok sonradan üretilmiş gerçeklerden oluşan hayat hikayesinin perde arkasından birkaç kilometre taşı vereyim ki davranışlarını ve bu davranışlara yol açan kişiliğini anlamamış bir nebze daha kolaylaşsın.
Gabrielle Bonhuer Chane, kendi iddia ettiği gibi 1893 değil, on yıl önce, 19 Ağustos 1883’te Saumur’de (Fransa) danyaya geliyor. Hastanedeki doğum kaydı sırasında soyadının Chanel yerine Chasnel olarak yazılması nedeniyle daha sonra onun hayatını araştıran pek çok tarihçi çıkmaz sokaklarla boğuşmak zorunda kalıyor. Annesi öldüğünde babası bakamaycağını beyan ederek kardeşiyle beraber Gabrielle’i küçük yaşta Aubazine Manastırı’nın yetimhanesine bırakıyor. Chanel, burada sıkı eğitim baskısı altında bunalırken, aynı zamad yetimhanenin dikiş odasında da terzilik öğrenmekten geri durmuyor. Manstrı yetimhanesindeki sıkı dini disiplinden bunalınca da kaçıp, çevrede daha çok asker ve subayların müdavimi olduğu barlarda konsomatrislik yapıyor.

Sf: 530
Konsomatrislik yaparken sadece masa masa dolaşıp gönül eğlendirmekle aklmıyor tabi Gabrielle Chanel, arada çıkıp şarkı da söylüyor. Hatta rivayete göre, lakabının “Coco” olmasının sebebi, bu dönemde söylediği ve pek alkış aldığı bir şarkının isminden kaynaklanıyor- Qui qu’a vu coco dans le trocadero. Bu lakabın kaynağı konusunda tek söylenti bu değil ve gerek “koket” kelimesinin kısaltılmışı olmasından, gerekse Chanel’in bayağı sıkı bir kokain tüketicisi olmasından sebep bu lakabın ona uygun görüldüğü, dolaşan diğer rivayetler arasında.
Sonrasını kısa geçeyim, biyografi yazmıyoruz nihayetinde. Konsomatrislik döneminde masasına konuk olduğu subaylardan birinin (Etienne Balsan) “kapatması” olarak onunla beraber yaşamaya başlıyor Chanel. Beraber yaşadığı subayın bir başka arkadaşı, ki hayatının aşkı (Arthur Edward “Boy” Cper denir bu muhtereme), Chanel’in terzilik yeteneklerini piyasaya sunabilmesi için gerekli sermayeyi verip ona küçük bir dükkan açıyor. O dönemin neredeyse tüm modacıları gibi, ilk üretimleri elbette şapkalar. Zaman geçtikçe farklı bir anlayışla diktiği elbiseler de dikkat çekmeye ve farklılık peşinde koşan sosyetenin favorisi olmaya başlıyor. Allah “Yürü ya kulum!” diyor sonrasında Chanel Hanım’a ve bir dönem yanında çalışan terzi kızların sayınının 2.000’e kadar çıktığı söyleniyor. Halen bir para makinesi olan Chanel No.5 isimli parfümü de kendi adına çıkarmasıyla beraber para muslukları neredeyse patlayıp fışkırmaya başlıyor, elbise olmazsa parfüm, sürekli bir şeyler satarak büyükçe büyüyor.

Sf: 531
Ancak parfüm işinde stoklu çalışmak gerekir. Üstelik Chanel No.5 gibi içeriğinde yaseminle gül gibi kıymetli ham maddeler bulanan bir parfüm yaptırdıysanız, buna sermaye yetiştirmek pek kolay değil. Ayrıca parfüm pazarmaka, elbise satmaktan farklı ve yeni satış noktalarına, üstelik prestijli satış noktalarına ihtiyacınız var. Bu nedenle Chanel Moda Evi’nin hisseleri kendinde kalmak üzere parfüm üzerindeki haklarını yüzde 10 hisseyi kendinde tutarak Bourjois markalı kozmetik devinin sahibi Wertheimer ailesi ve aynı zaman da da Paris’e yolu düşüncelerinizin mutlaka bilebileceği meşhur GAlleries Lafayette mağazalarının sahibi olan Theophile Bader’e devrediyor. Devreyior ama aklında da sürekli “Acaba bu adamlar benden ne kaçırıyorlar? Beni nasıl kazıklıyorlar?” nev’inden huzursuz edici fikirker dolaşıp duruyor. Bu fikirler zaten neredeyse ölene kadar aklından hiç çıkmıyor Chanel Hanım’ın.
Kafasını ziyadesiyle meşgul ve rahatsız eden bu sorunu çözebileceğini hissetse, Avrupa üzerinde kara bulutlar dolaşıyor. Alman orduları Paris’e girdiğinde bazı Fransızlar direniş hareketlerine katılıp ülkelerini işgalicilerden kurtarmak için savaş hareketlerine katılıp ülkelerini işgalcilerden kurtarmak için savaş verirken, Chanel’in o taraklarda hiç bezi olmuyor. Bilakis, Ritz Oteli’ni sürekli ikametgahi haline getirip üst düzey bir SS subayı, Hans Günther von Dincklage’yle aşk yaşamaya başlıyor. Von Dincklage’nin paristesi görevi, nasyonal sosyolist ideoloji için taraftarlar ve ajanlar devşirmek. Chanel de sevgilisinin bu tezgahına uzak kalmıyor ve Hal Vughan’ın Sleeping with the Enemy: Coco Chanel’s Secret Qar adlı kitabında iddia ettiği üzere, Alman Ordu İstihbarat Dairesi olan Abwehr’in “F-7124” numaralı  ajanı olarak işe başlıyor.

Sf: 532
Sosyal çevresinin ve ininin verdiği değişik ilişkilerin de avantajıyla bazen başka ülkeler giderek oradaki Fransızlar’ı, Alman casus ağının bir parçası yapmak gibi görevler üstleniyor. Hatta savaşın sonlarında Hitler dışındaki Nazi yöneticilerinin zaferden umudu kesip de müttefiklerle anlaşma yolları aradıkları dönemde, bu Alman yetkililerle eskiden beri dostu olan Qinston Churchill arasında iletişimin sağlanması gibi görevler de veriliyor bizim F-7124 numaralı ajana.
Almanlar’la sıkı fıkı olduğu ve Pariste’ki en üst düzey Alman istihbaratçısıyla sevgili hayatı yaşadığı bu zamanlarda, parfüm işindeki büyük ortağı olan Yahudi Wertheimer ailesinin elindeki hisseleri geri almak için Almak Yüksek Komutanlığı’na ihbarlarda bulunmaktan geri kalmıyor. Ancak şunu unutuyor ki Wertheimerlar da kaçın kurası ve gelecek tehlikeyi sezip şirketteki hisselerini sular durulunca geri almak üzere Yahudi olmayan ve saf “Aryan” tanımına uygun bir tanıdıklarına devretmiş, geçici ikametgahları olan ABD’ye çoktan kapağı atmış durumdalar.

Sf: 533
Neyse efendim, savaş bitiyor. Filmlerde filan görürsünüz hep, savaş döneminde işgalcilerle işbirliği yapan veya ilişki yaşana kadınların saçları sıfır numara tıraş edilip ibret-i alem için sokakta dolaştırılırlar ki yaptıkları ihanetin utanç belgesi olsun bu dazlak kafalı şehir turu. Hele ki iş birliğinin düzeyi Almanlar’la romantik ve cinsel ilişki içeriyorsa, onlara bir de bunu belirten ve üzerinde “COllaboratrice Horizontale”, yani “Yatay işbirlikçi” yazan bir plaka takılıyor sokak gezdirilmeleri esnasında. Felaket bir durum! Ancak sanmayın ki bu durum işgalci Almanlar’la her ilişkisi olanın başına geliyor. Gücü, parası ve ilişkisi olan bu küçük düşürme hediyesinden de sıyırıyor paçayı.
Chanel’in de etkili dostları Almanlar Paris’i terk edip müttefik kuvvetler şehrin ve ülkenini yönetimine hakim olunca devreye giriyor. Hatta rivayettendir; eski dostu Winston Churchill bu işe önayak oluyor ve onun sayesinde Chanel Hanım gözaltında sadece iki saat tutulduktan sonra yurttaşları tarafından herhangi bir harekete maruz kalmadan daha önce İsviçre’ye kaçmış olan sevgilisi Hans Günther von Dinclage’nin yanında alıyor soluğu. Peki neden Churchill böyle bir riske girip tek bir kişi için kendi ortaya koyar sizce? Çünkü iddiaya göre  onun da eli temiz değil ve Alman işgali sırasında Fransız topraklarında kalan Windsor Dükü’nün gayrimenkullerine el konulmaması için el altından ve ambargo kurallarına aykırı olarak savaş halinde oldukları Almanlar’a rüşvet göndermişliği var ve Chanel de bu işlemi gayet yakından biliyor. Açığa çıkması majestelerinin hükümeti açısından hiç de hoş olmayacak bu bilginin ve eksiden gelen dostluğun karşılığı olarak da Birleşik Krallık hükümeti müttefik orduları Paris’e girdikten sonra tutaklanan Chanel Hanım’ın hemen serbest bırakılması için Hür Fransız Kuvvetleri’ne baskı yapıyor ve hatunu iki saat içinde kurtarıyorlar.

Sf: 534
Chanel Hanım yakayı aşağılanma ve casusluk suçundan yargılanmaktan kurtarıyor ama bu kurtulma Fransız kamuoyunun vicdanında aklanmasını sağlamıyor. Fransızlar asla affetmiyorlar Chanel’in yaptıklarını ve bundan sebep on yıl boyunca ülkesine geri dönemiyor. Hırslı bir kadın olarak ülkesine dönememek bir yana, yeni ortaya çıkan Christian Dior ve onun başlatmış olduğu “Nev Look” moda akımı da Chanel’in kıskançlıktan çatlamasına neden oluyor. Al takk-ver külah, sonunda ona yardım elini uzatan gene ortağı ve aryanizasyon politikaları sırasında kuyunu kazmaya çalıştığı Wertheimer ailesi oluyor. Wetheimerlar Chanel’le daha önce yaptıkları anlaşmayı  yenileyip moda evini de işin içine katıyor, bunun karışlığında da Chanel’e kardan pay yerine satıştan pay vermek üzere yeni bir anlaşma yapıyorlar.
Eski durumda kendi adını taşıyan parfüm şirketinin yüzde 10 ortağı olan Chanel Hanım, hem giysi hem parfüm işindeki bütün hesselerini devredip ortaklıktan tamamen çıkıyor, karşığında da Chanel ismi altında satılan her türlü malın satış bedelinin yüzde 2’sini, hayat boyu isim hakkı olarak almaya razı oluyor. Ortaklık gitti ama satış olduğu sürece şirketler zarar da etse Chanel para alacak, kar da etse. Yeniden açılan moda eviyle beraber ilk koleksiyon geliyor ama Fransız kamuoyu yeni Chanel koleksiyonunu yerden yere vuruyor. Bunun ardından da Alman işbirlikçiliğinin insanların aklından hiç çıkmamış olduğu falan söyleniyor. Fransılar Chanel’i reddediyor ama diğer uluslar için durum böyle değil ve Fransa dışındaki ülkelerde Chanel ürünlerinin satışı hiç de fena olmuyor. Tabii, Chanel’in de bu geçen süre içinde moda akımlarından biraz uzak kaldığını unutmamak lazım.
Evet, hızlı adımlar atalım zamanda ve biraz daha ileri gidelim. Chanel No.5’in tarsarımcısı, bildiğiniz gibi Ernest Beaux isimli muhterem. Ancak bu muhterem emekli olup köşesine çekilince yerine bir başka yetenek, Grasse doğumlu ve Chiris firmasında koku dünyasına gözlerini açmış, sonrasında da François Coty’in yanında epeyi çalışmış olan Henri Robert geçiyor. Henri Robert’in Chanel parfümleri içindeki hayatının büyük çoğunluğu da şirketin para makimenis olan Chanel No. 5 için gerekli yüksek kalitede malzemenin peşinde koşarak geçiyor. Bu, elbette Henri Robert’in küçümsenecek bir parfümör olduğu veya salt mübaya memurluğu yaptığı anlamına gelmiyor, zira Chanel pour Mansieur gibi klasik olmuş bir Chanel erkek parfümü Robert’in imzasını taşıyor.

Sf: 536
Ayrıca bir de tartışılmaz uzmanlığı var “Monsieur” Robert’in, o da ham madde konusundaki becerisi. Gül yağının hangisi iyidir süsen kökü yeterince olgunlaşmış mıdır filan, hep ondan soruluyor koku aleminde o zamanlar zaten baş parfümör olmasıyla beraber Chanel No.5’in imalatının takibi, biraz da bu yeteneğinden ötürü, kendisine verilmiş bir göre. Malzeme temini için o zamanlar kurye şirketleri falan pek yaygın değil ve zaten koku dünyasından numuneye pek güvenilmez, Mösyö Robert atlıyor gidiyor o malzemenin kaynağı olan bölgelere ve tek tek eliyle tespit edip malzeme imalatını denetliyor.
Evet efendim, Chanel geri döndü, baş parfümör Ernest Beaux emekli oldu, yerine de Henri Robert geçti. Şimdi şöyle bir bakınca, Chanel No.5 ve takip eden birkaç parfümden sonra markanın, neredeyse 40 yıl içinde, arada bir Chanel pour Monsieur dışında hiç parfüm çıkarmadığını görüyoruz. Haydi savaş yılları ve takip eden sürgün dönemini bir yana koyalım artık Chanel de -içeride pek beğenilmese bile- Fransa dışında hala talebi yüksek giysiler tasarlamıyor mu? Tasarlıyor. Eh, öyleyse parfüm işini bir tane daha parfüm katmak lazım ki yeni gelen nesil de Chanel parfümlerine alışkanlık geliştirsin.
1970 yılının 9 Ağustosu’nda, Chanel Parfümevi’nin başparfümörü Henri Robert tarafından tasarlanan Chanel No. 19, işte biraz da bu nedenle piyasaya çıkarılıyor. İyi de, haydi diyelim ki Chanel No.5’in isminin etrafında “Kendisine sunulan beşinci numuneyi seçti” gibi efsaneler yaratılmış durumda. Peki bu yeni parfümün ismi niye “No.19”? Sebep basit ve dikkatli okurlarımız zaten fark etmişlerdir, bölümün başında Chanel’in doğum tarihini vermiştim: 19 Ağustos 1883. Kısaca doğum gününü tarihini son parfümüne isim yaparak ve arkasından kısa bir süre sonra da hayata gözlerini yumarak Gabrielle Chanel, hayata karşı son cinsliğini yapmıştır da diyebiliriz.



Sf: 537
GALBANUM DİYE BİR ŞEY
Henri Robert’e geri dönersek; efendim, demiştim, bu muhterem ham madde peşinde gezmedik coğrafya bırakmıyor. Gül yağı mı alacak, üretildiği her ülke ve tesisi ziyaret edip bizzat imalatlara tanık olmadan siparişi vermiyor. Bu gezmeler esnasında elbette pek çok malzemeyle ilgili farklı fikirler geliştiriyor.

Sf: 538
Muhteremin aşina olup hoşlandığı malzemelerden biri de galbanum (Ferula gummosa). Biz galbanum’a “kasnı” da diyoruz, hatta bazen “şeytantersi” de deniyor ama parfüm dünyasında bu bitkiye neredeyse sadece  “galbanum” dendiğinden, ben affınıza sığınarak aynı minvalde devam etmek istiyorum. Galbanum, sarı çiçekli orta boylu bir bitki. dalını alıp ortadan keserek birbirine sürttüğünüzde süt gibi bir sıvı hemen kendini belli ediveriyor, kokusuyla beraber.
Galbanum dalları çizildiğinde akmaya başlayan bu sakızımsı sıvıyı alıp buhar distilasyonuna tabi tutuğunuzda, elinize son derece doğal ve yemyeşil bir kokulu yağ geçiyor. Ferah ve taze bir yeşil değil ama dolgun ve tok bir yeşil demek belki daha doğru olur galbanum yağının kokusu için. Tarihin ilk zamanlarından beri tütsülerde falan çokça kullanılan bir malzeme ama Batı dünyasında ve hele ki parfüm aleminde tanınması, daha önce tanıdığımız aykırı kadın Germaine Cellier’nin Balmain için 1947’de tasarladığı muhteşem Vent Vert isimli parfümle oluyor.
Yağa karakteristiğini veren moleküller oran olarak bütününün çok azına tekabül etmelerine rağmen kuvvetleri fazla olduğundan, “az sayıdaki molekülün kokusu galbanum yağının kokusunu domine ediyor” diyebiliriz. Mesela kısa adı ile galbanolene, bu moleküllerden biri ve yeşil, hafi metalimtrak bir kokusu var. Bir diğeri, mesela galbanum pyrazine’deyse bezelye kabuğuna benzer ama gene yeşil ve çok az konsatrasyonda bile fark edilen bir koku profili var. Elbette yapay olarak elde edilen galbanum benzeri moleküller de mevcut. Bunların çoğu, galbanole isimli molekülü taklit etmek amacıyla üretilmiş moleküller. Örneği, erkek okurlarımızın tanıyabileceği, Drakkar Noir, Cool Water veya Egoiste Platinum parfümlerinin formullerinin içinde yer bulan allyl amyl glycolate.
İşte bizim Henri Robert’in de, Chanel no.19’u tasarlama işi kendisine verildiğinde hareket noktası galbanum bitkisi oluyor. Galbanum’un yanına bergamot ve neroli yerleştirip bir akor üretiyor. Normalde sert bir kokusu olması gereken bu koku akorunu da alıp süsen, yani irisle yumuşatıyor. Dipte de sandal ağacı, meşeyosunu vetiver, miskler, bir tutamcık da deri akoru ilave ederek benzersiz bir parfüm ortaya çıkarıyor. Neden benzersiz? Çünkü Robert’in tasarladığı Chanel No. 19’un hangi aileye dahil edileceğine bir türlü karar verilemiyor. Bahsetmiştim, parfümler ailelere ayrılır, fougere parfüm ailesi veya chypre parfüm ailesi falan gibi (Mkz.: “Fougere’ nedir, ‘genealogy’ ne işe yarar?”). Bir kısım uzman “Bu kesin fougere bir parfüm,” derken diğer grup “Yahu ne alakası var kardeşim, bal gibi chypre bu,” diyor.

Sf: 539
Tabii ki içerik sadece bu saydıklarımla kalmıyor No:19’da ve Fransaya’ya özgü Mayıs Gülü (Rose de mai ve Rosa centifolia, ki bu bizim Isparta veya Bulgar gülünden farklı kokan bir güldür), ayrıca yasemin, bol miktarda yaseminin bir parçası diyebileceğimiz ve Eau Sauvage içinde efsane olan methyl dihydro jasmonate (veya piyasadaki adıyla hediyone) isimli molekül, az biraz da müge havası vermek için lyral, Chanel No.19’un diğer önemli içerik maddeleri oluyorlar. Parfüme hafif odunsu havayı verense, formülün içinde yüzde 12 gibi yüksek bir oranda kullanılan vertofix. Daha önce kısaca bahsettiğim vertofix (Bkz.: “Ombre Rose”), o zamanlar için Firmenich firmasının piyasaya yeni sürdüğü, odunsu/ amberimsi kokusuyla bugün hala büyük rağbet gören bir koku ham maddesi.

Sf: 540
Parfüme Genel karakteri veren galbanum ve galbanum’un içinde yer aldığı iskelet akorunu yumuşatmak için kullanılan iris. Süsen (Iris pallida) ilginç bir bitki. Lale veya orkide gibi yumrulu, yani soğanlı ve kullanılabilecek kokulu sıvı da sanıldığı gibi çiçeğinden değil soğan kısmından üretiliyor. En meşhuru Floransa civarında yetiştirilen ve adına da ghiaggiuolo denen bitkinin kökü, şeklen biraz zencefil kökünü andırıyor. Ağustosta toprak eşelenip çıkarılıyor, yapraklarından ve uzantılarından arındırırılıp kurutuluyor. Toz hale getirildiğinde menekşeye benzer bir koku salıyor ve geçmiş zamanlarda diş temizlemek ve parlatmak için de kullanılan bu tebeşirimsi toz, gene eksi zamanlarda çarşafların filan üzerine serpilin kokusundan istifade edilirmiş. Keza sinüzitten mustarip olanlar, enfiye gibi burunlarına çekerlermiş süsen kökü tozunu.
Hoş kokusundan sebep parfümlerde de yoğun kullanımı var. Ancak öyle “pat!” diye üretilebilen bir şey değil. İyi kalitede malin sahibi olabilmeniz için en az iki yıl dinlendirilmiş süsen yumrularına ihtiyacını var. Önce kök yamruyu matüre ediyor, yani olgunlaştırıyoruz, iki sene sonra da yağını elde edip onun olgunlaşmasını bekliyorsunuz. Bugün için akıl karı bir iş değil, çünkü üç gram esans için kimse dört-beş seneini ve bu senelerin gerektirdiği filansman maliyetinin riskini almıyor. Üstad Robert’in malzeme seçimindeki ustalık da biraz burada kendini belli ediyor zaten. Parfümün en önemli içerik malzemelerinden biri olmasına rağmen yüzde 1’in üzerine çıkmıyor süsen kökünün formül içeriğindeki oranı. Gelin görün ki o kadar kaliteli ve güçlü bir malzeme seçimi yapılıyor ki yüzde 1 bile miktarını aşan ölçüde işlev görebiliyor toplam içinde.

Sf: 541
EH NİHAYET!
Hikayemize dönersek, yukarıda tarif ettiğim parfüm nihayet üretiliyor. Şişe zaten pek sorun değil, Chanel’in efsane haline gelmiş standart şişesi ufak değişikliklerle kenarda beklemekte. İyi de, eğer bu parfüm başarılı bir satış grafiği yakalamazsa, o zamana kadar ve halen deliler gibi satan Chanel No. 5’in üstüne gölge düşürme ve onun satışlarını da zayıflatma riski var. Bu riskin hesabını sermayetinn sahibi olan Wertheimer ailesi ve parfüm evinin yönetim kurul yapa dururken, Chanel Hanım zaten kar-zararla pek ilgili olmadığından ve satış üzerinden yüzdeyle gelir sağladığından, İsviçre’de bir basın toplantısı düzenleyip yeni bir parfümün müjdesini veriyor ve ismini açıklayıveriyor.
Bu emrivaki durum karşısında parfümevinin de tek seçeneği tabii ki “Ya herru, ya merru” deyip, hatta üretim tarihini de iyice öne alıp parfümü piyasaya sürmek oluyor ve Chanel No.19 alelacele Hanımefendinin doğum gününe yerleştirilip raflara çıkıyor. Çıkıyor ama asla Chanel No. 5’in satışlarını yakalayamıyor. Aldehidik yanı öne çıkan Chanel No. 5’e nazaran çok fazla yeşil koktuğu filan söyleniyor ama son derece başarılı ve dengeli koku profili sayesinde bir klasik haline geliyor ve ardından gelen Ivoire de Balmain (1979), Beatifil (1985), Safari (1990) ve So Pretty (1995) gibi pek çok parfüme ilham kaynağı oluyor.
Henri Robert, Chanel Hanım’ın ölümünden sonra, 1974 yılında Chanel Cristalle isimli önemli bir parfüm daha tasarlıyor ve 1987 yılında 80’li yaşlarda ölene kadar da Chanel Parfüm Evin’de başfarfümörlük görevine devam ediyor. (İlgilisinin bilgisine: Henri Robert aynı zamanda bir diğer meşhur parfümör olan ve kısa süre önce kaybettiğimiz Guy Robert’in de amcası. Dioressence, Equipage, Clecbe ve Mademe Rocbas gibi ünlü pek çok parfümün yanı sarı, Amouage isimli Ortadoğu kökenli niş parfüm markasının ilk parfümlerini, işte bu yeğen Robert tasarlamıştır.) Henri Robert uzun görev süresi boyunca Chanel Parfümevi içni toplam üç parfüm tasarlıyor. Ancak Parfüm aleminde “Onun Chanel’e katkısı asla formüle ettiği parfüm sayısında değil, yaptığı işlerin kalitesinde aranmalıdır,” diyenler hiç azınlıkta değil.

Sf: 542
İlerleyen zamanlarda Chanel Parfüm Evi, No. 19’un satışını sadece parfüm versiyonuna indirerek diğer çeşitlerinden, yani eau de toilette’inden filan vzageçiyor. Neden? Çünkü, bir: Artık malzeme bilgisi zirvelerde bir Henri robert yok ortalarda ve ayrıca pek kimse süsen kökü üretemiyor. İki: Parfümün tasarladığı yıllarda İran’dan galbanum almka kolay ama ilerleyen yıllarda İran Devrimi’yle beraber bu mal akışı önemli ölçüde sekteye uğruyor. Çözüm ne? Formülü elden geçirerek daha ulaşılabilir ve erişilebilir malzemeyle aynı kokuyu elde etmey eçalışmak. Her zaman olduğu gibi, maalesef başarı garantisi olmayan bir durum yeniden formüle etmek bir parfümü ve artık o Gabrielle Chanel’in 1970 yılında, 87. yaş günüde piyasaya sürdüğü kokuya ulaşmak imkansız.
2012 yılında, Ernest Beaux ve Henri Robert’den sonra Chanel, Parfümevi’nin baş parfümörü görevini üstelenen (ve yakın zamanda bu mevkiyi oğlu Olivier’ye devreden) Jacques Polge, Chanel No.19 Poudre diye bir versiyon formüle etti. İsminden de anlaşılabileceği gibi, orjinalin taklidi değil, sadee çok daha pudralı, miski bol, farklı bir versiyonu. İlk parfümdeki galbanum’un bayıcı yeşilliği ve dipteki deri akorunun insanı “Ne oluyorum ben yahu? diye irkiten izleniminin yerinde çoktandır yeller esmekte. Doğal, çünkü tüketici gençleşiyor, gençleşmeye paralel beğeni ve beklentiler de değişiyor. (Orjinal Chanel No. 19’un içindeki meşe yosunu, vetiver ve deri akoru, aslında bu hiç de tatlı olmayan çiçeksi parfümün erkekler tarafından da çekinilmeden kullanılabileceğinin ışığını yakıyor ama tabii bulabilene. Ayrı, yeri gelmişken: İris içeren ve doğalmış izlenimi veren isimlere sahip diğer ünlü parfümler için de bu malzemenin artık ulaşılabilir ve ekonomik olmadığı gerçekliğini lütfen aklınızdan çıkarmayın istediği kadar ismi direkt “iris infüzyonu” filan olsun, o parfümün içinde iris-miris yok, bol bol alfa, beta ve methyl ionone vardır.)


Sf: 543
N’OLCEK ŞİMDİ?
Eh Chanel öldü, Robert öldü, galbanum’u İran kolay kolay vermiyor, süsen kökü yok veya alınmayacak kadar pahalı, meşe yosunu kullanımına da kısıt getirildi… Geriye ne kaldı?
Geriye işte burada ettiğimiz laflar kalıyor. Bir parfüm, klasik haline gelebilmişse eğer, onun artık var olmaması, arkasından edilecek sözlerin önünde engel olamıyor. Zaten sürünün içinden sıyrılıp farklılaşabilmek ve zaman içinde bir klasik haline gelebilmek de herhalde bunun için kolay olmasa gerek.

Sf: 545
Doğal mı sentetik mi?
Buraya kadar bazı parfümleri anlatırken bir kısım parfüm malzemesinden bahsettik. Kiminin ismi sanki kimya formülü gibiydi, kimiyse ismine aşina olduğumuz doğal malzemeler. Peki, özellikle son yıllarda gelişen ve de gittikçe büyümekte olan bir pazarın inşa edildiği doğal parfümlerle, doğal olmadığı için tepki toplanmasından korkularak dile getirilmek istenmeyen yapay malzemeler ne menem şeylerdir acaba?
Öncelikle şunu söylemeliyim, her şeyde olduğu gibi, bu konuda da kategorik yargılamak en büyük hata. “Doğada bulunduğu haliyle bize sunulmayan kokular zararlıdır” inanışı bizi devamında “doğal olan şeyler zararsızdır” fikrine götürür ki bu da doğru değil. Pek çok doğal malzeme aslında bizim için alerjen veya kanserojen olabilir. Tonka fasulyesi mesela, tarçın, karanfil, doğal malzeme olmalarına rağmen taşıdıkları riskler nedeniyle parfümlerin içinde kullanımları yasaklanmış durumda.
Parfüm dışına çıksak, durum daha da vahim; çünkü tarih boyunca tüm zehirlerin üretiminde doğal içerik kullanılıyor. Zehir amacıyla üretilmeyen ve bize keyif vermesi beklenen basit bir kavanoz fıstık ezmesine kaç kişinin alerjisi olduğunu biliyor musunuz? ABD verilerinde, oradaki nüfusun neredeyse yüzde 1’i bu riski taşıyor ve reaksiyona (anaflaktik şok) sebep olabiliyor Korkutmak istemem ama Batı dünyasında gıdaya bağlı ölümlerin sebepleri arasında ilk sırayı benim de çok sevdiğim fıstık ezmesi alıyor. İyi de, tamamen doğal işte fıstık dediğin. Öyle olmuyor yani. Kategorik yaklaşmak ve her durum için ayrı değerlendirmek lazım.

Sf: 546
Ayrıca ne doğaldır ne değildir, arasındaki sınır da biraz belirsiz; her doğal esans yağı aslında içinde bazen 700’e kadar varan farklı koku molekülü içeren bir ilahi parfüm formülü. Teknolojik imkansızlıklar kullanılarak bu formülleri ayrıştırmak ve içinden bazı molekülleri almak, bazılarını da dışarıda bırakmak imkanına sahibiz.
Bunu şöyle de düşünebiliriz: aynı kelimeleri kullanarak farklı cümleler kurabiliyoruz koku dünyasında. Neredeyse tüm parfümlerde kullanılan ve parfümümüzün kutusunun -şişesinin değil- üzerinde, alerjen olabilmek riski nedeniyle ayrı yazılan linalool idiye bir malzeme var ki gül ağacının temel kokusal öğesi, fakat pek çok farklı çiçekte de bulunuyor. Sadece linalol’u ayrıştırarak ve farklı koku aileleriyle birleştirerek doğada olmaktan ne kadar uzak? Doğal bir kompozisyon içinden bir şey alıyoruz, başka şeylerle birleştiriyoruz. O zaman doğallığını yok etmemiş mi oluyoruz? Anlayacağınız, bulanık ve pek berrak olmayan bir durumda karşı karşıyayız.
SORUN NEDİR?
Doğal ve sentetik parfümler, parfüm dünyasında ne gibi çekincelere yol açabilir? Birincisi, doğal parfümler sizden benden önce parfüm firmalarının muhasebe departmanlarını ilgilendiriyor; çünkü pahalılar. İkincisi, doğal parfümlerin şöyle bir sakıncası var. Parfümörler, süreklilik adında bir dergi var ve geçenlerde hasbelkader eski sayılarını inceledim. İçinde 1992 yılında bizim Isparta gülüyle ilgili bir çalışma (K. Hüsnü Can Başer) vardı. Isparta bölgesinde farklı tarlalardan alınmış güllerin kokularının kimyasal analizleri arasında dahi çok büyük farklar görülüyor. Kaldı ki bunu Isparta’dan aldığınızı düşünün, içinde bu gülleri (Rosa damascena) kullanan bir parfümün tekrar üretilmesi halinde hep aynı kokuyu elde etmek neredeyse imkânsız. 
Büyük ölçekteki parfüm üreticilerinde bu tartışma bir gündem maddesi olmaktan çıkalı çok oluyor ama biz tüketiciler için dünya ölçeğinde bu tartışma tabii ki sürüp gitmekte. Satın aldığınız herhangi bir kokulu ürünün içinde, bu bir çamaşır yumuşatıcısı olabilir, soğuk bir kış gününde içmek için hazırladığınız sıcak bir fincan sahlep veya son aldığınız parfüm olabilir, içinde mutlaka yapay bir koku molekülü yer alır. En kolay anlaşılan ve en ilgi çekeni olması açısından bu ürün gamını daraltalım ve parfümünüzü örnek alalım.

Sf: 547
Parfümlerde de giysiler gibi moda akımlar -onlar kadar kısa süreli olmasa da- var. Son yılların modası özellikle iki yönde gelişiyor: Öncelikle meyve kokulu, sonra da tek çiçek kokusu olmaktan ziyade bize çiçeği de hissettiren meyve temaları hakim parfümlerde. Tek çiçek kokularına parfüm âleminde soliflore deniliyor.  Meyvelerse o kadar revaçta ki ilgilenenleriniz  bilecektir, bazı marka parfümlerin şişeleri bile artık meyve şeklinde tasarlanıyor.
Size bazı meyve kokuları sayacağım; ahududu, elma, kivi, çilek, karpuz, kiraz, muz, şeftali, mango. Bilmemiz gereken: Bu meyvelerin hiçbirisinin koku meyvenin kendisinden doğal olarak elde edilemez – narenciyeler hariç. O halde biz bunları nasıl duyumsuyoruz parfümümüzün içinde?
İki yöntem var: Birincisi, “head space analysis” denen yöntem. Bu yöntemde söz konusu meyvenin kokusu kapalı bir ortamda kıstırılıyor, kıstırılan koku daha sonra gaz kromatograf cihazında analiz edilerek içindeki bütün moleküller ve miktarlar bir kağıda dökülüyor. Gaz kromatograf cihazını kullanan insanlar elbette son derece deneyim sahibi ve bu  iş konusunda bilgililer ama çok kolay ve çok kısa bir süreç değil bu analizi yapmak. Sonrasında, kâğıtta görülen bu moleküllerin birebir aynıları laboratuvar ortamında birleştiriliyor ve böylece o doğal malzemenin kokusu simüle ediliyor.
BİREBİR NASIL ÜRETİLİR?
Başka bazı doğal ürünlerde bulunan bazı moleküller o malzemenin öz yağının içinden ayrıştırılır ve bir araya getirilerek bu formüle uyulmaya çalışılır. Ne olabilir bunlar? Mesela, gülağacının içinden linalool alınabilir veya gülün içinden geraniol alınabilir. Bunlar eğer simüle etmek istediğimiz meyvenin doğal formülü içinde varsa, yer aldığı kadar miktarda birleştirerek, mesela elma kokusuna yakın bir koku elde edilebilir.

Sf: 548
İkinci yöntem de parfümörün hayal gücüne bağlı olarak kendi elmasını yapmasıdır. Hayalindeki elma bir nebze çok hafif baharat (karanfil mesela) havası taşıyorsa, o zaman parfümör kendi hayalinin peşinden koşarak formülün içine karanfil notalarını verebilecek eugenol veya isoeugenol’u ilave edecektir. Diyelim ki parfümörümüzün hayalindeki elmanın kokusu bir elmada olması gerekenden bir nebze daha taze, o zaman mesela az biraz çimen kokusu (yaprak alkolü) ilave etmek gerekebilir. Bu durumda da çok az olmak kaydıyla işin içine bu kokuyu bize çok yoğun verebilecek bir molekülü (cis-3 bexenyl) formülüne yerleştirilecektir.
Her iki halde de elma, yani gerek karanfilli olsun gerek fazla taze kokulu olsun, gerçek hayatta bulunan bir elma değil, parfümörün hayalindeki elmadır. Buna “fantezi elma” da diyebiliriz ve parfümörümüzün bu fantezi elması, parfüme ilave edilecek diğer notalarla birlikte ortaya çıkacak farklı parfümün bir parçası olabilir.
Parfümlerde meyveler genelde tek olarak kullanılmaz, zenginlik ve derinlik sağlamak amacıyla birden fazla meyvenin kokusu armonize edilir ki biz kokuyu tarif ederken tek meyveye saplanıp kalmayalım ve bizlerde kompleks  bir algılama yaratsın. Daha doğrusu, hayalimizde de daha geniş resimler çizsin ve duygular uyandırsın, parfüme olan ilgimiz daha değişik ve bağlayıcı olsun.
Parfümlerde bir diğer moda olan akım da taze deniz ve hava kokularıdır ki aşağı yukarı 80’lerin sonuna doğru çok yaygınlaşmış bir akım bu. Bunları zaten doğal olarak elde edemeyeceğimiz aşikâr. Deniz kokusunu veya deniz kıyısında tazelik ne olabilir yazın? Bir karpuz kesilmiş, nefis ve taze. Karpuzun kokusunu nasıl elde edersiniz? Çok zor, zira doğal yöntemle kokusunu çıkarmak açısından anlamsız derecede verimsizdir karpuz. Bu nedenle bu tip kokularda genelde parfüm kimyasalı fabrikalarınca üretilen bazı moleküller kullanılır. Bu yapay moleküllerin tek mahsuru, genel olarak parfüm içinde çok yüksek miktarlarda yer alırlarsa kaçınılmaz olarak beraberlerinde hafif metalik, kimyasal bir nüans taşımalıdır. Bunların en meşhuru da calone isimli molekül ( Bkz.:” Issey’in Suyu”).

Sf: 549
Kategorik değerlendirmenin dışına çıkıp duruma göre değerlendirme yaptığımızda, bazı ilginç ara sonuçlara da ulaşabiliyoruz. Misal, karanfil yağını ölçüsüz bir şekilde kullandığımız zaman cildimize hasar verebiliyor ama bu yağın içindeki alerjen molekül ayrıştırılıp kullanıldığı zaman zarar değil fayda sağlıyor. Aynı durum, çok daha masum bergamot için de geçerli. Tabii bütün bunun karşısında da doğal malzemelere, ne kadar zararlı olursa olsunlar, organizmamızın yüzyıllar boyu kazandığı bir alışkanlık, hatta yer yer bağışıklık var. Yapay moleküller gibi yeni karşılaştığımız bazı malzemelerde bu alışık ve bağışık olma durumunu yaşamayabiliriz.
Bir de şunu unutmayalım: Bireysel alanın dışına çıkıp geniş çevreye baktığımızda, doğanın dengeleri de gözardı edilmeyecek kadar önemli. Nesillerin devamı bu dengenin nerede durduğuna bağlı. Her ne kadar bu dengenin bozulma hızı özellikle sanayi devrimi sonrasında katlanarak artmışsa da, binlerce yıllık geçmişimizi öyle kolayca aklamayalım. Biz insanlar, düzenli tarıma geçtiğimiz anda açtık Pandora’nın Küpü’nü ve bozduk kurulu düzeni.


Sf: 551
İki arada bir derede kalanlar: Doğal İzolat nedir?
Erkek parfümlerinin neredeyse yüzde 70’inde bergamot öz yağı kullanılır. Doğalı da kullanılır, çünkü pahalı değildir, bol bulunur. Ama hiç müdahale edilmemiş, olduğu gibi formüle dahil edilmiş bergamot yağı içeren parfümle güneş ışınlarına maruz kalmak, son derece yanlış bir hareket olur. Çünkü bergamotun içindeki bergaptene molekülü, ışığa hassasiyeti nedeniyle, güneş ışınlarına maruz kaldığında ciltte lekelere yol açar. 
Bunun için ne yapılır? Bergamot ( veya içinde bergaptane bulunan diğer öz yağlar) laboratuvar ortamında moleküllerine ayrıştırılarak içlerindeki bergaptene açığa alınır. Sağlıklı hale gelen bergaptene’siz bergamot ( bergapten free) da parfüm firmalarına satılır ki biz o parfümleri kullandığımızda ve güneşe çıktığımızda cildimizde kaşıntılar ve koyu koyu lekeler olmasın.
Bu sürecin tam tersi de olabilirdi; bergaptene zararsız olsaydı ve onun bergamotun bütününe yaptığı katkı  hoşumuza gitseydi, bergamot kokusunun bütününü oluşturan bileşenlerden sadece onu alıp bir koku formülünün içinde yalnız başına kullanabilirdik.
Bu ikinci tip malzemeye “doğal izolatlar” diyoruz. Yani ana gövdeden izole edilmiş, ayrıştırılmış tekil unsurlar. Bu izole edilmiş tekil notalar, bize farklı bileşimler halinde bir başka bütüne ulaşma imkânı veriyor, yani başka parçaların enstrümanlarını alıp, kendimize yeni bir ses çıkaran farklı bir enstrüman üretebiliyoruz. Bu arada, kişisel olarak doğal izolatlar her ne kadar doğal olsalar da, aile olarak aroma-kimyasalları başlığı kapsamında değerlendirilmelerini daha doğru buluyorum, o nedenle “iki arada bir derede” kaldıkları kanaatindeyim. Çünkü moleküller doğal halde tek başlarına bulunmuyor, başka kokuların içinde onları oluşturan unsurlar olarak var oluyorlar.

Sf: 552
ÇİÇEK DEĞİL, KİMYA FORMÜLÜ
Aynı izolat, pek çok farklı çiçek veya bitki içinde olabilir. Sayalım birkaç örnek:
Eugenol: Oryantal ve baharatlı parfümlerde sıkça kullanılıyor. Ağırlıklı ve öncelikli olarak karanfilde, başkaca gül, tarçın, misket cevizi vs. içinde de mevcut.
Linalool: Neredeyse her parfümde var, diyebiliriz. Gül ağacı, defne, gül, lavanta, portakal vs. içinde bulunuyor.
Cİtral: Ekşi limon kokusunu vermek için kullanılır. Neredeyse bütün limonsu narenciyelerde mevcuttur ki buna litsea cubeba da dahil, portakal da.
Coumarin: Başta tonka fasulyesinde, vanilyada, ince otunda. 
Tersten gidelim, bir çiçeği alalım ve içindeki izolatları sıralayalım. Bir gül ülkesi olduğumuza göre tabii ki örneğimiz de gül olacak. Gülün içindeki yüzlerce farklı molekül var. Bunların başlıcaları: benzaldehit, benzyl alcohol, camphene, citronellol, citronellyl acetate, eugenol, farnesol, graniol, geranyl acetate, limonene, linalool, methyl eugenol, neral, nerol, neryl acetate, phenyl ethyl alcohol, phenyl ethyl formate, rhodinyl acetate, rose oxide, stearoptene, a-damascenne, a-pinene, a-terpinene, β-caryophyllene, β-damascenone, β-pinene.
Sanki bir kimyevi formül saymış gibi oldum. Ama işin aslı da bu zaten; her doğal koku, aslında bir tür ilahî  parfüm formülü. Gülün gül gibi kokmasını sağlayan, bütün bunların  bir araya gelmesi. Her çiçek, bitki veya ağaç kokusu, aslında kendi içinde pek çok kesişen molekülden meydana geliyor. Gülün içinde saydıklarımdan bazılarının oranı çok düşük. Ama bu düşük oran, onların koku kuvvetleriyle ilgili değil. Bazıları miktar olarak yüzde !’in altında olmalarına rağmen, kokunun esas genel havasını onlar veriyor.
Kısacası, izolatların veya doğal bir kokuyu oluşturan bağımsız moleküllerin miktarları ile kuvvetleri eş oranlı değil. Kesin rakamsal değerleri yok ama yakın değerleri var bu koku kuvvetlerinin. Bunun ölçütü, bir molekülün kokusu alınabilen en düşük miktarının baz alınması ( threshold). Yani “X” molekülünün 1 gramı bize kokarken, “Y” molekünün kokusunu almamız için 5 gram koklamamız gerekebiliyor. Bu da X molekülü Y’den 5 kat kuvvetli bir kokuya sahiptir demek oluyor.

Sf: 553
Birçok izolatın ismine, eğer alerjen olma riski taşıyorlarsa, satın aldığımız parfümün karton kutusunun arkasında diğer aroma-kimyasallarının bazılarının ismiyle beraber rastlayabiliriz. İsimlerinin ” çok kimyasal” olması bizi aldatmasın, bunlar zaten pek çok bitki ve çiçeğin içinde mevcut moleküller. Koku üreticilerinin yaptığı, en ekonomik olarak nereden ayrıştırabiliyorlarsa ayrıştırmak ve başka bir farklı koku oluşturmak üzere bir araya getirmekten ibaret. Koku endüstrisinin geçmişine baktığımızda, parfüm dünyasının kırılma noktasının da izolatların elde edilmesiyle koşut yaşandığını görüyoruz. Vanilyanın içinden vanilin izole edilmeseydi, Jicky asla Jicky gibi kokmayacaktı (Bkz.:”Guerlain ve İlk Modern Parfüm: Jicky”).
Koku endüstrisi elbette sadece doğal izolatları ortaya çıkartmakla hız kesmiyor, buna o izolatları doğal kökenlerinden bağımsız olarak laboratuvar ortamında sentezleyerek yoluna devam ediyor. Bu sentezleme, pek çok koku notasının ekonomik olarak ulaşılabilir olmasına ve belki daha da önemlisi, doğada referansı olmayan tamamen yeni koku moleküllerinin tasarlanarak ortaya çıkarılmasına sebep oluyor. Modern parfümlerin içinde rastladığımız Iso E Super veya ambroxan gibi bazı moleküller, hep bu yapay ve yeni koku moleküllerinin isimleri.
Kimya dersi havasından sıyrılmak için kısa bir öyküyle kapatayım yazıyı:
David McConnel,  1858 doğumlu genç bir kitapçı. Bir zamanlar çok yaygın olan, ev ev dolaşarak satış yapan kitapçılardan. Hem dini kitaplar, hem de Shakespeare’in kitaplarını satıyor genellikle ve kendi bir Shakespeare hayranı.

Sf: 554
Parfümün “İçindekiler” listesi
Soru: Parfüm kutusunun arkasındaki o madde isimleri neye göre sıralanır?
Yanıt: İçerikte mevcut olduğu miktara göre.
Onun için o küçük yazılara baktığımızda ilk sırada alkol veya alkol denat, daha sonra su veya parfüm kelimelerini görürüz ve bir ton başka madde ismi de bunları takip eder.
Yazılan su’dan kasıt kokusuz sudur. Parfümden kasıt da üzerine aylarca emek verilmiş o koku formülünün konsantresidir. Sadece parfümlerde değil, duş jelleri, şampuanlar vesairede de buna uygun sıralamalar vardır etiketlerde.
Gel zaman git zaman, bu genç delikanlı kitap satışlarının düştüğünü fark ediyor ve promosyon yapmaya karar veriyor. “Ne veririm kitabın yanında da bu ev ziyaretlerinde bir nebze satışlarım artar?” diye düşünüyor. Eczacı bir arkadaşının yardımıyla birtakım kokulu yağları bir araya getirip basit bir parfüm yapıyor ve küçücük şişelere koyuyor. Evlerin kapısını çaldığında da diyor ki, “Her satın aldığınız kitaba bir parfüm hediye edeceğim”. Oooo… işler düzelmeye başlıyor hemen ama ilginç bir gelişme oluyor. McConnel, özelikle hanım müşterilerinin promosyon olarak verdiği kokulara Shakespare’in kitaplarında daha çok ilgi göstermeye başladıklarını fark ediyor. “Para paradır kardeşim!” diyor ve sadece koku pazarlamak için bir şirket kuruyor.
Şirketin ismi California Parfüm Şirketi, kuruluş yılı da 1886. Haliyle bu kez kitabın yerini kapı kapı dolaşıp yaptığı parfümlerin satışı alıyor. İşler büyüyünce şirketin ismi de değişiyor. Yeni isim, ilk başta kitapları satılmaya çalışılan Shakespeare’in doğum yeri olan Stratford-upon- Avon’dan ilhamla Avon Ürünleri oluyor. Bildiğiniz gibi Avon, dünyada kapıdan kapıya satışta en büyük kozmetik şirketi. 139 ülkede yaklaşık üç milyon kişi, bu ürünleri hâlâ kapı kapı dolaşıp pazarlıyor.
 Alkol, su ve parfüm kelimelerinin dışında etikette yazan diğer madde isimlerinin çoğu (koruyucu, kaynaştırıcı ve boyar maddeler hariç), alerjen olma özelliği taşıdıkları için yasalarca isimlerinin zikredilmesi buyurulan maddelerdir.
Sf: 557
Jean-Claude Ellena ve Eau Parfumée au Thé VERT
Jean-Claude Ellena, 1947 Grasse doğumlu. Parfümör bir babanın oğlu ve parfümör bir kızın babası. Kızı Céline Ellena, The Different Company isimli küçük ama seçkin kokular üreten bir aile şirketinde parfümör olarak çalışıyor. Jean-Claude Ellena’nın babası için de çocukluğunda esans yağ kazanına düşecek kadar kokuya ilgili olduğu söylenir –  vallahi bu ne şaka, ne de bir Asterix hikayesi, birkaç kaynakta böyle anlatılıyor. Ellena’nın doğduğu Grasse kenti koku dünyası için oldukça bereketli bir yer. Avrupa’da ün yapmış burunların pek çoğu Grasse’tan çıktığı gibi, yasemin, lavanta, mayıs gülü (Rosa centifolia) gibi pek çok çiçek de bu kent civarındaki tarlalarda yetişiyor ve yine bu şehirdeki tesislerde işlenerek öz yağ haline getiriliyor. Parfümü tarihsel boyutta ele alıp da oradan bahsetmeyen metin neredeyse yok gibidir. İşte, kahramanımız Jean-Claude Ellena da burada doğmuş, okula burada başlamış, okulu terk edince (orta terk) babası tarafından eski Antoine Chiris fabrikasına çırak olarak yine bu şehirde verilmiştir.
Yirmili yaşlarının başında beş büyük koku devinden biri olan Givaudan fabrikalarının o zamanlar yeni açtığı parfüm okuluna yazılır. Üç yıllık eğitimi dokuz ayda temize havale eder ve beş büyükten biri olan ve Dragoco’yla birleşerek “Symrise”  ismini alan Haarman- Raimer şirketine kapağı atar. Önceleri geleneksel formülasyonları ve klasik parfümleri benimseyen Ellena’nın ismi, ilk olarak Sisley firması için yaptığı Eua de Campaign, sonra da Van Cleef&Arpels için yaptığı First isimli parfümle duyulur.

Sf: 568
First, klasik floral-aldehidik dediğimiz tarzda bir parfümdür ve Ellena’nın  kendi klasik döneminin son eseridir. Kendisi, First’ü Van Cleef&Arpels’e yaptıktan sonra; “Ustalarımdan öğrendiklerimin karşılığını vermiş oldum ve artık kendimi daha çok yansıtan parfümler yaratmaya başladım,” diyor. Bu anlamda First, Ellena’nın kişisel tarihi içinde XX. yüzyıl parfümlerine bir örnektir, sonrakilerse XXI. yüzyıl örnekleri olacaktır.
Kendisini yansıtmak ne demektir veya Ellena kendini yansıtırken nasıl bir yol izler? Normalde bir parfümörün orgunda, önceden bahsettiğim gibi (Bkz.:”Guerlain ve İlk Modern Parfüm: Jicky’i,1.000 civarında içerik maddesi bulunur ama Ellena’nın orgu yaklaşık 200 maddeden ibaret. Klasik koşullarda ortalama bir parfüm formülü 7-100 kalem maddeden oluşur, hatta bazı örneklerde bu 600-700’e kadar çıkabilir. Ellena’nın parfüm formüllerindeyse taş çatlasın 20-22 içerik maddesi vardır. Parfüm dünyasında ona yakıştırılan isim, tartışmasız bir şekilde “minimalist”tir –  her ne kadar bu isme kendisi karşı çıksa da. Keza ” parfüm dünyasının Bauhaus’u ” da derler Ellena için.
Laboratuvarını ziyaret ettiğinizde bir parça kâğıdı vanillin’e, bir başka parçayı da isobutyl phenyl acetate’a batırıp ikisini beraber burnunuza doğru bir sallar ve siz soluduğunuz çikolata kokusu karşısında hayrete düşersiniz. İlginç olan, bir çikolatanın kokusunu gaz kromatografa verip analiz ettirseniz, elinize geçecek bilgisayar çıktısının sayfalarında moleküler içeriğin 800 ayrı madde halinde listelendiğini göreceksiniz. Oysa Ellena sizde sadece iki maddenin birlikteliğiyle çikolata kokusu hakkında bir fikir, bir izlenim, kendi ifadesiyle illüzyon yaratır. Zaten esas olan da budur, çünkü izlenim sizi somut referansa taşıyacak kadar güçlü bir araçtır. Neredeyse bütün gıda kokulandırmaları da zaten izlenim üzerinden algı manipülasyonu yapar.
Yetmedi mi? Bu kez dört parça kâğıt alır, bunları sırasıyla vanillin’e, tarçın, portakal ve misket limonu yağlarına batırıp bir yelpaze konumuna getirir, burnunuza doğru sallar.Bu kez de tıpkısının aynısı bir kolalı içecek kokusuyla karşılaşırsınız.

Sf: 569
Dariush Alavi’yle (“Persolaise” blogunda) yaptığı söyleşide şunları söyler: “Parfümörün işi illüzyondur, parfümör bir illüzyonisttir. Bir yoğurt veya bir pasta için çikolata aroması yapmam istenirse, bunun için oldukça karmaşık bir formül yapmam gerekir ve bu yüzden bu bir sanat değildir. Oysa parfüm bir sanattır, çünkü sadece iki ürünle çikolata illüzyonu yaratabilirim ve tabii, bunu yapabilmenin yolunu buldum.”
Sadece içerikte kullanılan maddelerin sayısına değil, bu içerik maddelerinin kendi doğal yapılarına da müdahale ederek onları basitleştirir. Mesela lavanta yağını laboratuvar ortamında ayrıştırıp içinden bir çok molekülü çıkarttırır. Neden? Çünkü Ellena’nın çocukluğu lavanta tarlalarında geçmiştir. Gerçek lavanta kokusunun lavanta yağından farklı koktuğunu bilmektedir ve kokudaki bu değişimi kabullenmez.
Lavanta yağı lavanta kokmaz!
Bitki ve çiçekler yağları elde edilirken pek çok işlemden geçer ve bu işlemler sırasında da mutlaka değişirler. Lavanta distile edilirken 120 derece ısıyla ve suyla etkileşime girer, bu da çiçeğin üzerinde, doğal ortamında kokladığımız o orijinal kokudan birtakım sapmalara yol açar. Ne gibi sapmalar? Kokunun o tatlı havası biraz kaybolur, hafif kafurumsu, sert bir hava alabilir. 
Günlük yaşamdan örnek vereyim: Seveni çok fazla olmayan bir sebze vardır: Kereviz. Bütün çocuklar çikolata severek doğarlar ama kereviz severek doğan çocuğa çok fazla rastlamayız (Yoksa çok mu öznel bir yorum yapıyorum??).
Kerevizi manavdan alın, getirin mutfak tezgahına koyun. Şu anda orta kuvvetli ve kereviz sevmeyenleri rahatsız edecek bir koku yoktur ama aynı kerevizi koyun tencereye, basın suyu, açın ateşi… 20 dakika sonra kapağı kaldırdığınızda kokuyu bir de o zaman görün.
Nedir kereviz sevmeyeni mutfaktan kaçıran? Isılı işlemin başlattığı reaksiyonlar sonucunda kerevizin moleküler yapısı değişmiş ve koku profili de yeni moleküler katılımlarla, doğal olarak, oldukça farklılaşmıştır.
O nedenle de lavanta, gül, vs. bitki ve/ya sebzelerin öz yağları kendi doğal halleri gibi kokmaz, geçirdiği reaksiyonlar sayesinde farklılaşır.

Sf: 560
Diyelim ki vetiver (Kabe samanı) kokusu elde etmek istiyor. Vetiver, vetiveryl, acetate ve vetiverol’le bunu elde edebilir. Ancak bu onu tatmin etmez, vetiver’in içindeki topraksı esinti, parfümde kullandığı diğer notaları, özellikle de üst notaları baskı altına almakta, onların kokularını bastırmaktadır. Bu nedenle, 2009’da Ellena Vosnaki’ye (“Perfumeshrine” blogunda) verdiği röportajda açıkladığı gibi, bu topraksı esintiyi dışarıda bırakacak, kendine özel bir vetiver damıtması talep edebilir. Öz yağları “öz”lerinden farklı koktuğunu bildiği için, Jean-Claude Ellena öz yağları olduğunu kabullenmez. 
Belki de tam bu noktada diğer parfümörlerden ayrışır. İlişkide olduğu tedarikçi (Moniqure Remy Laboratuvarları) onun bu yaklaşımlarını bilir, bu nedenle de taleplerini kulaklarını açarak dinler. Elbette bu kulak açıp dinleme ve toplam kokunun bir kısmını laboratuvarda izole ederek dışarıda bırakma işleminin bedelini de alırlar. İyi bir lavanta yağı kilosu 60 Dolar’a alınabilirken, Ellena’nın talep ettiği yağın fiyatı 100’lerce Dolar’la ifade edilen bedellere yükselebilir. Pahalıdır ama artık elinizdeki lavanta yağı başka kimsede olmayan bir kokuya sahiptir. Parfümler arasındaki farkın formüller arasındaki fark olduğunu düşünürsek, bu fiyata katlanmak da sizi daha formüle başlamadan avantajlı konuma getirir.
Hamamda lavanta keyfi
Hem Yunan hem Roma uygarlıklarında çok tercih edilen bir bitki lavanta. Rahatlatıcı bir kokusu ve dinlendirici duygular uyandıran bir profil var. 
Bu nedenle Roma hamamlarında ve Romalı kadınların çamaşır temizleme seanslarında çokça kullanılıyor. Sabunun olmadığı dönemlerde Roma’da çamaşırların kirini akıtmak, beyazı daha da beyaz yapmak, akı ak, pakı pak etmek için neler kullanıldığını bir bilseniz (mesela idrar!), kokuları genel olarak sevmenin ötesinde neden yıkama sonrası lavanta kokulu bitkilere ihtiyaç duyulduğunu daha rahat anlayabilirsiniz.
Zaten “lavanta” kelimesi de Latince “lavare” = “yıkamak” fiilinden geliyor.

Sf: 561
Efendim, buraya kadar anlattıklarımla Jean-Claude Ellena’nın karakteri hakkında küçük de olsa bir fikriniz olabildiyse artık onun First’ten sonraki, kendini ifade ettiğini söylediğini, ünlü olan ilk parfümüne gelelim.
Ellena ve eşi Susana çay meraklısıdır. Evlerine çok uzak olmayan bir mesafede, sık sık ziyaret ettikleri ünlü Mariage Freress çay mağazası vardır ve bu mağazanın stoğunda dünyanın pek çok nadir çayının örneği mevcuttur. Ellena ve eşi o zamanlar, bugünkü kadar ünlenmemiş olan Mariage Freress mağazasında sadece alışveriş yapmakla kalmaz, bol bol da koklama seansları yaparlar.

Sf: 562
Jean-Claude eve döndüklerinde kaleme kağıda sarılır, burnunda ve aklında kalan bu kokuları basit formüller halinde dökmeye çalışır. Hatta bir gün mağaza sahiplerinden özel izin alır depolarına inmek için. Depodaki metal varillerde onlarca, yüzlerce cins çay, kapalı halde onu beklemektedir. Tek tek kapaklarını açar kokularını sindirir. Yaklaşık tüm gününü çay mağazasının deposunda geçirir. Günün sonunda ne yapmak istediğini hakkında kafasında bir fikir oluşmaya başlamıştır.
O zamana kadar sadece menekşe kokusu formüle etmekte kullanılan bir sentetik molekül ailesi vardır; iononelar – ki naçizane alfa ionone benim de en sevdiğim moleküllerden biridir ve çok kullanırım. İnonelardan gayrı hedione ( methyl dihyadrojasmonate) ismiyle bir diğer molekül vardır ki orijinal haliyle yasemin çiçeğinin doğal formülasyonundaki notaların içinde yer alır. bu iki molekülü çiftleştirmektir Ellena’nın kafasında oluşan fikir. Elbette bu moleküllerin eşleştirilmesi sadece iki molekülle sınırlı kalmayacaktır ve bazı doğal ve yapay eklentiler buna eşlik edecektir ama ana fikir bu iki molekülden bir parfüm iskeleti ortaya çıkarmaktır.
Yeşil çay kokusunu taklit etmek değildir yapmak istediği, “çaylı” bir koku konseptine ulaşmayı amaçlamaktadır. Sonunda hafif ama kalıcı, yeşil havalar taşıyan ama derin ve dipten çiçeksilik barındıran bir formüle ulaşır. Üstte bergamot, portakal çiçekleri, ortada çok hafif yasemin ve ağır olmayan bir gülle beraber dipten yeşil çay ve sedir ağacı akorlarıyla beslenen bir kokudur bu.

Sf: 563
O sıralar Cristian Dior markası piyasaya maskülen bir parfüm sürmeyi planlamaktadır. Her markanın yeni parfüm çıkarma sürecinde olduğu gibi bununla ilgili bir “brief” (açıklamalı talep), büyük koku fabrikalarına dağıtılır bir nevi koku ihalesi açılır. Ellena da bu çaysı koku örneğini Dior yetkililerine bizzat sunar. Koklar ve çok beğenirler, hatta “Tamamdır, iş senin!” derler. Bazı değişiklikler önerilir, bazı sorular sorulur ve akşama kadar da hep beraber kutlama yemeğine çıkılır. Şampanyalar açılır yemekler yenilir mutlu mesut eve dönülür.
Ancak ertesi sabah gelen bir telefonla hava birden değişir. Dior’un pazarlama departmanı numuneyi fazla soyut sanatsal dolayısıyla da ticari açıdan riskli bulmuştur. Ellena’dan özür dilenir ve pazarlamanın da onayladığı, Jean – Louis Sieuzac ve Maurice Roger’nin hazırladığı bir başka numune yarışın yeni galibi olur. Çıktığı günden bu güne Dior Parfüm Evi’ne milyonlarca Dolar kazanç getiren Fahrenheit isimli erkek kokusu bu şekilde yaratılmıştır. Büyük bir yıldız olur Fahrenheit ve hala Dior Parfüm Evi’ne para getirmeye devam etmektedir. Kadere bakın kadere! O gün Ellena’nın örneği kabul edilmiş olsaydı, bugün Fahrenheit diye çok farklı bir koku kokluyor olacaktık…

Sf: 564
Dior için işler iyi gelişmiştir ama Ellena her kaybeden numunenin sahibi gibi üzgün ve buruktur. Şansını başka bir kapıda denemeye karar verir ve bu kez Yves Saint Laurent’ın kapısını çalar. Oradan da farklı bir cevap gelmez ve “Teşekkür ederiz, bize göre fazla yaratıcı bir koku,” diyerek kokuyu reddederler. Ellena’nın bu ikinci red cevabı karşısında neler yaptığı hakkında birinci elden bir bilgimiz yok, muhtemelen Grasse veya Paris’te bir Türk meyhanesine gidip fonda çalan Kibariye eşliğinde 70’lik rakının dibini keşfetmeye çıkarak “Neden kimse beni anlamıyor? Neden hep ben? Ne olacak bu memleketin hali? Çok yalnızım Atam…” gibi cümleleri yenileyerek, meyhaneci onu kovana dek uzak bir köşede salya-sümük içtiğini tahmin edebiliriz…
Tam da bu dönemde, bir sabah Ellena hafif bir baş ağrısıyla uyanır, esner, çemkirir, duşa girer filan. Saat neredeyse öğle suları olmuştur. Telefonu çalar, telesekretere konuşan ses kendini tanır: “Ben Bvlgari’en arıyorum Ellena Bey. Sizinle bir konu hakkında görüşmek istiyoruz. Lütfen bizi geri arar mısınız? Kusura bakmayın kontörüm bitiyor, kapatmak zorundayım.”
Ellena merakla telefonun tuşlarıyla oynar, kendisini arayan numarayı bulur, arar ve konuyu dinler. Olay şudur: 1884 yılında İtalya’ya göç eden Sotirios Voulgaris isimli isimli Yunan muhterem tarafından kurulmuş bir mücevherci markası markası olan Bvlgari, bütün butiklerinde konumlandırmak üzere hafif, eau de cologne havasında değişik bir koku aranmaktadır. Bu koku aslında butiklerinin ortamlarını kokulandırmakta ve müşterilerin  içeride geçirecekleri zamanı taze ve enerjik algılamalarına yardımcı olacaktır ama çok ısrarcı olabilecek müşterilere satılmak üzere birkaç şişe de arka köşelerde hazır bulundurulsa hiç de fena olmayacaktır. Asıl amaçları parfüm işi başlatmak değil, Bvlgari markasını müşterinin algısında biraz daha derinleşmek, mücevherci kimliğinin biraz daha dışına taşıp kar sağlayabilecekleri kanalları arttırmaya doğru bir konsept oluşturmaktır. Kokudan direkt bir getiri asla beklenmemektedir.

Sf: 565
Gelen bu talep üzerine Ellena, elinde hazır bulunan yeşil çay parfümsü Bvlgari’ye sunar. Zaten hafif bir koku dışında bir beklentisi ve sipariş vermek için elinde hazırlanmış bir brief’i olmayan Bvlgari de kokuyu kabullenir. Eau Parfumee au The Vert, yani ” yeşil çayla parfümlü su”, 1993 yılında bütün dünyadaki Bvlgari butiklerine sevk edilir, satışa sunulur. Derin, güç lü, Darjeeling çayının pürüzsüz kokusundan estinler taşıyan, siyah Çin çayına yakın duran, asla ve asla çay ısıtılırken kullanılan odun ateşinin yanık kokusunun dipten gelmesinden kaçınmayan, alışılmışların dışında hafif, şeffaf ama kalıcı ve etkileyici bir parfümdür. Zaten daha önce de dediğimiz gibi, Ellena’nın amacı gerçeğin bir kopyasını yapmak değildir hiçbir zaman. Onun amacı, gerçeği kendi anladığı şekilde dönüştürmek ve illüzyon yaratarak gerçeği bir ifade aracı olarak kullanmaktadır.
Bir gün, iki gün, bir hafta, iki hafta geçer, hiç ses çıkmıyor derken, Bvlgari’nin yöneticisi tekrar arar. Bundan sonra Bvlgari parfümleriyle ilgilenecek departmana atanan yöneticinin şaşkın ve sevinçli bir ses tonu vardır. Der ki: ” Sadece New York’taki butiğimiz günde on adet satmaya başladı, üstelik de şişesi 350 Dolar’a!” Hiç beklenmeyen bir durumdur bu. Öncelikle fiyat gayet doyurucudur, bu fiyatta ve parfümleriyle ünlenmemiş bir markadan bu adette satış beklenmiyordur. Tek butikte bu kadar yüksek satış rakamı yakalamasına bakarak, dünya çapındaki Bvlgari butiklerini düşündüğünüzde oldukça önemsenebilecek bir gelir kaynağı olduğu ortaya çıkmıştır parfümün. Düzenli siparişler birbirini kovalar ve tabii Bvlgari ticari fırsatçılık mantığıyla parfümü butiklerinin dışına çıkarıp, genel pazarda da satıa sunmaya karar verir. Ana caddelerdeki parfümerilere, “duty free shop”lara gönderir Eau Parfumee au The Vert’i.
O günden bugüne, yirmi yıldır kovalar dolusu para Bvlgari’nin kasasına bu parfüm sayesinde akar. Üstelik bu para akışı parfüm formunda satılması bile düşünülmeyen bir ortam kokusundan, fazlaca şeffaf ve fazlaca yaratıcı bulunduğu için Dior ve Yves Saint Laurent markalarının reddettiği bir parfümden gelmektedir. Eau Parfumee au The Vert, aynı zamanda parfümörünün de başka bir platforma kayarak ünlenmesine neden olur. Ellena bu sıçramayı yaparak ismini parfüm dünyasının vitrinine farklı bir fontla yazarken, Bvlgari de elbette bir tek bu parfümle kalmaz, yavaş yavaş ayrı ve başlı başına bir parfüm markasına dönüşür. Omnia, Volie de Jasmin, Jasmin Noir, Black, Aqua, BLV ve daha birçok parfüm, bu ilk örneği takip eder. Eau Parfumee au The Vert ile yola çıkan Bvlgari markası altında, 2015 yılı itibariyle 50’nin üzerinde parfüm yer almakta.

Sf: 566
Ancak bu hikayeyi, eğer buraya kadar keyifle okuduysanız, şunu hatırlatmak isterim: Parfüm dünyası ve pazarlamacıları, markalara ve ürünlere hikayeler iliştirmeyi çok sever. Chandler Burr’un 2008 yılında basılan The Perfect Scent kitabında Eau Parfumee au The Vert’in hikayesi yukarıda anlattığım şekilde dile getirilmiş olmasına rağmen, Ellena dört yıl sonra 2012’de Dariush Alavi’yle yaptığı söyleşide bakın bu kez neler diyor:
“Biliyorsunuz, o zamanlar pazarda gerçekten yeni olan, Bvlgari’nin Eau Parfumee au The Vert’i için yaptığım yeşil çay notasıydı. Ancak gerçekte, bu çak notasını çay koklamadan yaptım. Mariage Freres’le ilgili hikayem sonradan geldi. Pazarlamanın bir hikayeye ihtiyacı vardır, dolayısıyla Mariage Freres’e gittim, bütün çayları kokladım ve çay notası üzerine o hikayeyi oluşturdum. Aslında sadece laboratuvarımdaydım ve çay hayal ediyordum. Akoru bulduğumda ” Tamam, şimdi ilginç bir şey buldum,” diye düşündüm. Parfümörler için esas sorun, pazarlamacıların hikayeye ihtiyaç duymaları, aksi halde olayı anlayamamalarıdır. Eh, siz hikaye istiyorsanız, alın ben de size hikayeyi veriyorum. Daha sonra Bvlgari’nin pazarlamacıları gelip “Sizin çay notanızı çok sevdik ama parfümün içinde ne çayı kullandığınızı merak ediyoruz” dediler. Onlara ” Valla, çay falan yok. O sadece bir illüzyon, dedim. İnanmadılar.”
Hermes, Un Jardin Sur le Nil
Son olarak, yine Jean-Claude Ellena’dan bir parfüm hikayesi anlatacağız ama bu kez daha yakın bir zamada geçiyor, 2004 senesindeyiz. Güneşli bir Haziran günü, pazar sabahı. Ellena lüks bir moda markası olan Hermes’in Paris’in kuzeyindeki ofisine gider. Pazardır ama sadece bu özel toplantı için ofis açılmıştır o gün. Ellena’nın cebinde Hermes’in yeni çıkaracağı parfümün numune veya taslakları diyebileceğimiz küçük koku şişeleri vardır. Heyecanlıdır, çünkü Hermes ailesinin şirketteki temsilcisi ve yönetim kurulu başkası Jean-Lois Dumas-Hermes tarafından firmanın yeni başparfümörü olarak henüz yeni atanmıştır.
Pek çok moda markası kokularını dışarıda yaptırdıkları için, bünyelerinde başparfümcü barındırmaz. Böyle bir şey öncelikle maliyetlidir, ikinci olarak da baş parfümörün tek bir kişi olması, markanın bütün parfüm koleksiyonunun tek kişinin vizyonuyla sınırlı kalması riskini içerir. Ancak baş parfümör olarak bütün parfümlerin eline teslim edildiği muhterem eğer firmanın kişiliğiyle çok bağdaşmış birisiyse, seriden çıkan bütün kokulu ürünler birbiriyle uyumlu, aynı şeyleri farklı kelimelerle söyleyebilen parfümler olarak piyasada yer alırlar. İşte Hermes de böylesine kritik bir karar alarak o zamana kadar çok da parlak satışları olduğunu söyleyemeyeceğimiz parfüm departmanına tarihinde ilk kez bir başparfümör atamıştır.
Mitolojide Zeus’un en zeki ve en hızlı oğlu olarak bilinen Hermes ismi, aynı zamanda 1873 yılında yüksek sosyete için at koşum takımları üreterek ticari hayata atılan Thierry Hermes’in kurucusu olduğu markadır. Kendi sektöründe haklı bir şöhret edinen marka, torun Emile-Maurice Hermes zamanında eyer imalatı işini sınırlar dışına çıkarak düynanın farklı yerlerinden muhtelif saraylı müşteriler edinmiş, 1900’lerin başında da Fransa’da fermuar kullanım lisansını ilk alan şirket olmuştur. Deri ve fermuarın ilk birleşimiyse 1918 yılında Galler Prensi’ne dikilen fermuarlı deri golf ceketiyle gerçekleşir.

Sf: 570
Bunu markanın giysi ve aksesuar alanlarına da sıçraması takip etmiştir ama Hermes’in diğer lüks moda markalarından en önemli farkı, tüm ürünlerin baştan sona kendilerine bağlı tesislerde üretilmesi, yani lisanslı ürün furyasına itibar etmemesidir. Hatta iddiaya göre o çok pahalı Hermes çantalar, başından sonuna elle üretilmekle kalmaz, aynı zamanda sadece tek bir ustanın elinden çıkar.
Markanın, aralarında Caleche veya 24 Faubourg gibi klasikleşmiş olanlar dahil, elbette isim yapmış parfümleri vardır. Ancak rakip markalardan, mesela Chanel’in satışlarından neredeyse on kat daha düşüktür bu parfüm satışları. Ellena’dan beklenen, bu soruna köklü bir çözüm bulmasıdır. Hermes buna çok klasik ve klişe bir çözüm bulabilir aslında. Örneğin eski parfümlerinden birini veya birkaçını ele alıp çok büyük bir reklam bütçesi ayırabilir ve satışlarını bir nebze olsun arttırabilir. Ancak onlar bu klişe yöntem yerine daha yaratıcı bir yolu yeğlemiş, Jean-Claude Ellena’yı başparfümcü atamış ve bu atamaya parfüm alanında markanın yeni bir sayfa açması gibi bir görünüm vermeyi tercih etmişlerdir.

Sf: 571
Bu da lüks at koşum malzemeleri üreterek ticarete başlayan bu seçkin firmanın imajına ve içsel kimliğine uygun bir koku ailesi yaratılması ve ticari açıdan da, reklam açısından da onun desteklenmesinden geçecek bir yoldur. ” Bahçeler ailesi” diye isimlendirilen (Les Jardins) yeni bir parfüm dizisiyle başlayacaktır yeni döneme Hermes. Arada elbette klasik ve daha “ağır” parfümler de yer alacaktır koleksiyonun içinde ama genel kokusal tema Ellena’nın minimalist ve “XXI. Yüzyıl” çizgisine uygun bir tema, olacaktır.

Sf: 572
Neyse efendim, Ellena büyük toplantı odasına girer. Odada Helene Dubrule, yani markanın uluslararası parfümler direktörü vardır. Selamlaşır ve otururlar. Çok şık bir hanımdır Dubrule; belki hep Hermes ürünleri yoktur gardırobunda ama giyimine “İngiliz tarzı” bir itina gösterir. Ellena’nn da formel bir giyim tarzı yoktur; spor ceket, Oxford kumaşından beyaz renkte yakası düğmeli bir gömlek (her zaman), haki renkte bir pantolon… Hoşbeş etmeye başlarlar ve parfümlere çok fazla değinmezler önceleri.
Bu değerlendirme toplantıları, yani parfümörün numuneyi yanında getirip de işverenine göstereceği toplantılar, parfümör için en hassas ve kırılgan anlara sahne olur. Onun için iki taraf da ” konuya ne kadar geç girsek o kadar iyi” havasında hafif hafif etrafında dolaşır ve kaçınılmaz sonu geciktirmeye çalışır. Dubrule ve Ellena sohbetleşirken diğer konuk, parfüm departmanı başkanı Veronique Gautier de odaya girer ve “Evet, elimizde ne var? sorusunu sorarak damardan muhabbeti başlatır. Jean-Claude Ellena, bunun üzerine ceketinin cebinden üç küçük şişe çıkarır. AD3, AD2 ve AD1 isimli üç numune.
Nasıl gelinmiştir bu üç numuneye? Burada sizinle beraber kısa bir zaman ve coğrafya yolculuğuna çıkmamız gerekiyor sevgili okurlarım. Elbette bu üç numune Ellena’ya bir zaman önce verilen bir brief’le ortaya çıkmıştır. Bu brief’ler bazen çok fazla şey isteyebilir ama Hermes daha abartılmamış hedefler belirlemiştir.
2003’te mesela, Hermes butiklerinin vitrin tasarımcısı olan Leyla Menşari isimli Tunun asıllı Fransız hanımefendinin Hammamet’te, deniz kıyısındaki evinin bahçesinin kokusundan bir parfüm yaratmışlardır. “Yaratmışlardır” derken, elbette parfümör Ellena’dır o parfümde de ve zaten bu parfümde kazanılan başarıdan sonra diğer markalarla çalışmalarından vazgeçirilip başparfümör olarak davet edilir Hermes’e

Sf: 573
Başparfümör olduktan sonra önüne gelen şimdiki brief’te tema bu kez bir nehirdir ama hangi nehir? Önce Amazon, sonra Ganj düşünülür, derken Nil’de karar kılınır. Daha önce üretilen ve başarılı olan serinin ilk parfümünün ismi Un Jardin En Mediterranee’dir(Akdeniz’de bir bahçe); yenisinin ismi de Un Jardin Sur Le Nil(Nil’de bir bahçe) olacaktır. Brief’te de bu isim net olarak geçer.
Nehir temalı brief’ten sonra Dubrule, Gautier, Ellena, Hermes ailesinden bir üye ve elbette bir fotoğrafçıyla beraber Mısır’a doğru yola çıkarlar. Hepsini anladık da fotoğrafçının ne işi var derseniz: Fotoğrafçı, hem bu parfümün ön lansmanında kullanılacak kitapçık, hem de genel tanıtım kampanyasında kullanılacak fotoğrafları çekmek için vardır yanlarında. Zira bu tip seçkin markaların parfümleri piyasaya çıkmadan önce bir ön basın lansmanı yapılır. Bir davet verilir ve bu davette bir kitapçık içinde parfümün ve türevlerinin küçük birer şişesi şık ambalajlarla basına sunulur.
Yola çıkarlarken Ellena’nın kafasında tabii ki bir Mısır ve Nil imajı vardır ama bu imaj daha çok yasemin, günnük, ağaç notaları falan içeren nispeten oryantal bir kokuyu referans almaktadır. Doğaldır, çünkü bir Batılı olarak o güne kadar Mısır’la ilgili algısı kokuya dönüşmüştür beyninde. Nil kıyısına ulaştıklarında soludukları havadaki kokudaysa bunların hiçbirinden eser yoktur. Daha doğrusu havada neredeyse koku bile yoktur; hafif ve saydamdır ama yine de koku aramaya devam ederler.

Sf: 574
Aswan civarında dolaşırlar, baharatçıları gezerler. Bunları yaparken Old Cataract isimli bir otelde kalırlar ve bir sahalı Lord Kitchener Bahçesi’ne giderler. Lord Herbert Kitchener,bildiğiniz üzere, üzerinde güneş batmadığı dönemlerde Britanya İmparatorluğu’nun Afrika valisidir. Onun isminde bir ada ve çok büyük bir doğal park vardır Nil üzerinde. Parkın içinde envai çeşit ağaç, bitki bulunur, bir o kadar da aylak insan dolaşır. Naçizane tecrübeme istinaden söyleyeyim, endemik bitki türlerine meraklıysanız, bütün gün sıkılmadan vakit geçirebileceğimiz bir parktır burası. Adaya vardıklarında mevsim itibariyle çok az çiçeğin açtığını görüp hayal kırıklığı yaşarlar. Yumuşak kokulu akasyalara yaklaşırlar, koklarlar ama akasyalar onların hikâyesi değildir, uzaklaşırlar. Gezinti sürdükçe Ellena hafiften endişelenir, kafasında hiçbir fikir oluşturamamıştır. Paniklemeye başlar ve kendini boşlukta hisseder.
Adaya yaptıkları bu küçük gezi bitince Aswan’a dönüp tekrar baharatçı ve attarlara verirler kendilerini. Bol bol yasemin, zambak bulunmaktadır attarlarda. Ellena çevresindekilere yaseminin bir özelliğini açıklar: Yaseminin görece ağır bir koku vermesinin nedeni, doğal koku formülü içinde bulunan indole isimli molekültür. Indole, yalnız yaseminde değil, başka birçok beyaz çiçeğin kokusunda da bulunur ama işin şaşırtıcı tarafı da şudur: o molekül bir tek yaseminde değil, başka birçok beyaz çiçeğin kokusunda da bulunur ama için şaşırtıcı  tarafı da şudur: o molekül bir tek yaseminde veya beyaz çiçeklerde değil, çürümüş ette (ceset) veya dışkıda da mevcuttur.
O yüzden bazen, “ölünün kokusu” da denir indole’e. Calvin Klein’in Etenrity, yani “Sonsuzluk” isimli parfümde bol miktarda indole kullanılması da herhalde bu nedenle bir ironi olsa gerektir. Bu son söylediklerim de neye getirir bizi? İyi ve kötü koku diye bir kavram yoktur parfüm dünyasında, sadece kararında kullanım ve nerede kullanılabileceğini bilmek vardır.

Sf: 575
Ellena ve ekibinin hikâyesinde indole de yoktur aslında ve sadece beraberindekilere parfüm dünyasıyla ilgili kısa ve ilginç bir açıklama yapmak istemiştir. Arayışlara devam ederken bunaldıkları bir sabah feluka’ya (bildiğimiz filika benzeri basit teknenin yelkenli olanına feluka deniyor Mısır’da) atlayıp amaçsızca Nil’de turlamaya başlarlar. Bir Nubya köyünde feluka’yı yanaştırıp karaya çıkarlar. Köyde, ağaçlardan neredeyse yola kadar sarkan yeşil yeşil mangolar vardır. (Mango meyvesinin kendine has taze bir kokusu vardır ama sadece dalındayken kokusunu tam olarak alabilirsiniz. Dalından kopardığınızda yaklaşık 69 saniye içinde, o parlak ve taze koku maalesef kaybolur. Yenisiyse yine hoş başka bir kokuya bırakır ama bu artık daldaki mangonun kokusu değildir.)
Mangonun Hint kültüründe sembolik değeri yüksektir. Yeni yılda (ponggol) ağaca asılarak kutsanır, aşkın simgesi olduğuna inanılır ve bu nedenle evde bulundurmanın çocuk sayısını (erkek çocuk sayısını tabii) arttıracağı düşünülür. İşlevine ilişkin kullanımları da vardır; misal İslam/Arap kültüründeki misvak gibi mango dallarıyla diş fırçalanır. Ne var  ki dallar insan sağlığı için çok da yararlı değildir, bu nedenle fırçalamadan sonra tükürülmesi şarttır.

Sf: 576
Tekrar dönelim mevzumuza: Helena Dubrule yanlarına sokulur ve dalları koklar. Onun izlenimi daha çok kayısı ile greyfurt karışımı bir kokusu olduğu yönündedir daldaki mangonun. Gautier daha farklı algılamıştır ve “Tırnak cilası temizleyicisi gibi kokuyor bunlar,” der. Aslında haklıdır, aseton ve mango aynı ketonları içermektedir. Ketonlar, parfümlerin içinde çokça kullanılır ve meyve ketonları da bunların arasındadır. Ancak Gautier elbette işin mutfak kısmındaki bu gerçeği bilmediğinden, “Böyle bir parfüme herhalde aseton koymayacaksın,” diye hafif bir serzenişte bulunur. Ellena “Merak etmeyin,” der ama kullanacaktır. Parfümörle işvereni arasında şifre çözüldüğü zaman ortaya farklı gerçekler çıkaracak pek çok konuşma geçer parfüm dünyasında. İki taraf da birbirlerine her şeyi söyleyemez ve bilinmesi rahatsızlık verecek başlıklar hayata geçmelerine rağmen dile getirilmez. İşin özü, ketonlar ani bir patlama, deyim yerindeyse bir parlaklık verirler parfümlere ve hele ki meyveli parfümlerde sık sık kullanılırlar.
Bu bir gezi kitabı olmadığından, biz Mısır gezisi ayrıntılarıyla işi fazla uzatmayalım ve aylar sonrasına, Mısır gezisindeki küçük ipuçlarından harketle oluşturulan numunelerin değelendirilmesinin yapıldığı o Pazar günkü toplantıy geri dönelim.
Başta da söylediğim gibi, üç adet numuneyle gelmiştir toplantıya Ellena: AD1,AD2 ve AD3. İlk ağızda AD3 reddedilir; çünkü çok tatlı gelmiştir. Ellena da bunu makul bulur ve sebebini açıklar: AD3’te manolya akorları kullanılmaşıtır. AD2 üzerinde dururlar ve onu da açıklar Ellena: AD1 daha mangomsu, AD2 biraz daha odunumsudur. “Ayrıca bir de sürpriz var AD2’de,” der Ellena. “Nedir, nedir? diye sorarlar. “Siz tahmin edin,” der. Birkaç koklama denemesinden sonra Helene Dubrule, Mısır’da çok rastladıkları, elledikleri, üzerinde konuştukları hatta yedikleri bu sürprizi tahmin eder ve “Havuç!” der. Evet, Ellena da diğer birçok parfümör gibi daha önce pek çok kez havuç ve domates akorların formüllerinde kullanmıştır. Domates ve havuç bir yana, kereviz kökü bile kullanılır pek çok parfümde.

Sf: 577
Üç numunede de ortak olan, hepsinde mango kullanılmış olmasıdır. Numuneler kağıtlarda denendikten sonra sıra ten üzerinde uygulayarak koklamaya gelir. Kollar sıvanır, şişelerin içinden minik damlalar kollara damlatılır. Kağıttan tene, yani parfümün esas hedeflenen kullanım ortamına gelindiğinde ilk sorun hemen kendini gösterir. Mango kokusu kağıtta kuvvetli olmasına rağmen tende çok hafiftir.
Burayı biraz açalım dilerseniz: Aime Guerlain’in, 1889’da efsanevi Jicky’yi yarattığı zamanlarda kağıtta falan test edilmezdi parfümler. Ancak bugünkü hızlı yaşam temposu içinde çok çabuk satın alma kararı oluşturulduğundan artık kağıtlarda deniyorlar. Kağıdın tercih edilme nedeni, standart bir ortam olması ve cilt tiplerinde yaşanması olası küçük nüansları bertaraf etmesidir. Ayrıca kağıda uyguladığınız parfümü bir kenara koyup, üzerinde herhangi bir dışsal etki olmadan da süreç içindeki değişimini izleyebilirsiniz.
Kağıdı bir saat, iki saat, hatta iki gün sonra bile koklayabilme şansınız vardır, oysa teninizi bu kadar süre içinde aynı tutamazsınız. Duş alırsınız, elinizi yıkarsınız, dumanlı bir ortama girersiniz, vs. ve teniniz üzerindeki parfüm bütün bu yaptıklarınızdan etkilenir. Dolayısıyla kağıt daha korunaklı ve nesnel bir değerlendirme aracıdır. Ancak sorun da burada; parfümü satın aldığınızda, onu teninizde kullanacaksınız. Hızlı yaşamlar içinde verilen hızlı satın alma kararlarından olumsuz etkilenmemek için parfüm firmaları öncelikle kağıtta iyi kokan parfümleri üretirler ve maalesef biz bazen kağıt üzerindeki kokusunu beğendiniz parfümü satın aldıktan sonra tenimizdeki kokusunun kağıtta kokladığımızla birebir örtüşmediğini görürüz.
Evet, toplantıda kağıt/ten parametreleri beraber değerlendirilir ve içinde lotus notası daha baskın olan AD2’de karar kılınır. Karar kılınması parfümün o haliyle kabul edildiğini göstermez, sadece artık düzeltme ve “ince ayar” çabalarının AD2 üzerinde devam edeceğine işaret eder. Tabii küçük birkaç endişe daha vardır, acaba bu kokuyu erkekler de kullanacak mıdır? Numuneye daha üniseks bir karakter verilmesi için Ellena uyarılır. Renklendirme seçeneği de masaya yatırılır ve zaten renksiz şeffaf bir sıvı olan AD2 için bu seçenek gereksiz bulunur. Herhangi bir şekilde renklendirme yapılmayıp, olduğu gibi satılacaktır gerekli düzeltmelerden sonra.

Sf: 578
Toplantı sonrası AD2’de gerekil düzeltmeler yapılınca, koku profili ve içerikleri biraz değişir ve yeni numunenin ismi de AJ olur. AJ’nin atası olan AD2’nin taslağını Ellena, Mısır’dan dönerken uçakta küçük bloknotuna karalamıştır .Zaten, önceki yazıda anlattığımız gibi, çok karmaşık formüller taraftan olmadığından toplam 13 maddeyle başlangıç yapacaktır. Acı portakal yağı (Seville Portakalı veya bildiğiniz “Turunç”) kullanmasının mango kokusuna tazelik vereceğini düşünürken, ekleyeceği yapay greyfurt akorununsa asitli bir hava sağlayacağına kara verir. Neden yapay greyfurt kullanacaktır? Çünkü doğal greyfurt esansı çok fazla tercih edilmez parfümlerde. İçinde çok fazla sülfür atomu vardır ve kısa sürede deforme olup kötüleşebilir. Keza kemanların tahta kısımlarını cilalamakta kullanılan reçine gibi başka birtakım sürpriz maddeler de vardır Ellena’nın not aldıkları arasında.
Notları laboratuvarında uygulamaya başladığında, ilk listedeki 13 maddeden ikisini eder. Opoponax (Commiphora erytbraea), 13 maddenin ilk elenenidir. Mürrüsafiye yakın reçine gibi kokması gerekirken diğer notalarla iletişime geçinde mantarsı bir karaktere bürünmüştür. Mantar bu parfümün kokusal hikayesinin içinde yoktur, bu nedenle opopanx kenara konur. Bir diğer elenen maddeyse limondur. Bütün narenciyeler gibi çabuk okside olma riski taşıyan limon, mango kokusunu alt notalara taşıması için düşünülmüştür ama diğer maddelerle biraraya geldiğinde toplam kokuyu kayısılaştırmıştır.
AJ’nin defalarca elden geçmesinden sonra bir final numuneye ulaşılır. Yeniden toplanır değerlendirme ekibi ve gene aynı ritüeller tekrarlanarak bu kez en yeni numune denir ama çok “parfümsü” gelmez ilk denediklerinde. “Parfümsü gelmez” ne demektir? “Ellena Hocam, şunun içine biraz aldehit koy da biraz daha zenginleşsin ve ağırlaşsın,” demektir ve son numuneye yönelik bu yeni eleştiriler tekrar laboratuvara gidileceği anlamını taşır.

Sf: 579
Neyse, gerekir ve istenen değişiklikler yapılır ve bu kez ortaya AS çıkar. As, öncüllerine oranla daha çiçeksidir ve daha ham mango meyvesi gibi kokar. Bu kez eleştiri, “Çok kolay bir koku,” şeklinde gelir. Sanki 15-16 yaş grubu için ve özensizce hazırlanmış bir koku gibi olmuştur. (Farkındasınız değil mi, sevgili okuyucular, süreç ne kadar zorlu ve ağır işliyor?) Ellena tekrar laboratuvarına döner ve yeni bir ekleme-çıkarma yapmadan, bu kez daha çok içeriktekilerin ölçüleriyle miligram düzeyinde oynamalar yapar. Sonuç, yeni ismiyle A’dır. A’da koku biraz daha ağaçlara dönmüş, acı portakal kokusunun üçte biri dışarıda bırakılmıştır. İçeriğe, az da olsa birtakım yeni şeyler katılmıştır. Mesela çam ağacı kokusu veren bir kısım yeni malzeme ve bal abzolüsü katılmıştır ki pek de ucuz sayılmayacak bir içerik maddesidir.
1976’da Ellena’nın ismini ilk kez duyurduğu Van Cleef & Arpels’in First’ünde 160 kalem içerik maddesi vardır. A’nın sonra halindeyse toplak içerik maddesi sayısı 30’dur. Her şey bittiğinde A’yı eline alır ve koklar Ellena. İlk ağızda o daldan kopmamış yeşil mango değil, daha soyut bir mangodur bu. Ağustos ayında Parise döner ve A’yı değerlendirmeye sunar. Kendisine verilen süreyi bir ay geçmiştir. Son haliyle parfümün numunesini Ağustosta sunmasına rağmen Ocak ayında önce basına, sonraki aylarda da tüketiciye sunulması karalaştırılmıştır parfümün.
“Arada daha beş ay var,” diye düşünmeyin lütfen, daha maturasyon, pazarlama, şişeleme, reklam hazırlıkları falan var. Bunlar düşünüldüğünde, birazcık geç kalmışlardır. Ancak sektörde işler hep böyle yumurta kapıdayken yürür, çünkü çıkacak aksilikleri ve düzeltmelerle geçecek süreleri baştan mümkünü yok öngöremezsiniz.
A bu haliyle değerlendirme kurulunda çok beğenilir ve Un JArdin Sur Le Nil ismini hak ettiğine karar verilir. 2005 yılında şişesi 125 Dolar’dan satışa sunulur.
Ellena’nın baş parfümör olduğu 2004’ten bu yana Hermes’in satışları katlanarak arttı. Marka bilinirliğindeki artış ise, muhtemelen cirodaki artıştan misliyle fazla. Bugün Terre D’Hermes’i veya Elixir de Merveilles’i duymamış bir parfüm tüketicisi neredeyse yok. Hermessence serisi bu süre içinde çoğaldı, çeşitlendi. Bahçe serisinin beşinci ve söylentiye göre sonuncusunu Le Jardin de Monsieur Li ise daha yeni raflara çıktı. On yılı aşkın bir süredir. Hermes’in kokulu bayrağını taşıyan Jean-Claude Ellena da yetmişine merdiven dayadı. Yerini yavaş yavaş kendi seçtiği ve el verdiği bir başka parfümöre, Giorgio Armani Si, Miss Dior Cherie, Dolce Gabbana The One veya Jo Malone parfümlerindeki tasarımıyla bilinen Chiristine Nagel’e bırakıyor. Artık muhtemelen kendine daha çok vakit ayıracak; laboratuvarının da içinde yer aldığı Cabris’teki konutunda elinde Chateaunef-du-Pape kadehi, önünde kağıt ve kalemleri, deneyimlerini bizlere kitapları yoluyla paylaşmaya devam edecek.

Sf: 580
Ellena’nın şu cümlesiyle Parfümler kitabını kapatmak uygun düşer sanırım: “Her yaptığım yeni parfümde bir cevap buluyorum ama ortaya yeni sorular çıkıyor.”

Doktrin: “Şeylerin değerini ancak onları yitirdiğimizde anlarız.” – Arthur Schopenhauer