Sf: 10
Lawrence’ın ömrü boyunca beslediği tutku ise yazar olmaktı. Edward Garnett’a yazdığı bir mektupta şöyle demişti: “Uzak gelecekte şayet uzak gelecek değersiz şahsımı dikkate almaya tenezzül ederse bir eylem adamı yerine edebiyatçı olarak takdir edilmeyi tercih ederim.” Yazdıklarının neredeyse tamamı otobiyografik niteliktedir. Bunlar, 1906 yılından başlayıp 1935 yılındaki talihsiz bir kaza sonucu olan ölümüne dek yazdığı altı bini aşkın mektup ile iki otobiyografik kitaptan oluşmaktadır.
Yaşadıkları dönemde evlilik dışı çocuk sahibi olmak büyük bir ayıp olarak kabul ediliyordu. Lawrence, anne babasının evli olmadığı gerçeğini çocukken keşfetti. Hırslı bir genç olmasına rağmen, ailesinden bir destek görmesine olanak yoktu. Gelecekteki konumu sadece kendi başarılarına bağlıydı ve doğumu hakkındaki gerçeğin ortaya çıkması durumunda, sonradan ayağına dolaşacağı bir meslekten kaçınması gerekiyordu.
Sf: 11
Burada Hindistan veya Sudan’daki İngilizler gibi bir imparatorluk subayı değil, Türk yönetimi altındaki bir bölgede, yerel halkı işe koşan bir İngiliz sivildi. Yurttaşları gibi askeri disiplin ve sömürgecilikten doğan yetkiyi kullanmaktansa adamların saygısını ve dostluğunu kazanarak, onları, işlerini dikkat ve istekle yapmaları için teşvik etmeyi seçti.
Bu görevini yerine getirirken, müttefiklerin savaşı kazanması durumunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolü altında bulunan Arap illerine ne olacağı sorusu Lawrence’ın aklını sürekli olarak meşgul ediyordu. Kişisel kanısına göre, uzun yıllardır Osmanlı yönetiminde yaşayan Arapların, bir hayvan sürüsü gibi, bir başka imparatorluğun yönetimine aktarılmaları doğru değildi. Lawrence, günümüzdeki entelektüel Arap sınıflarının varlığını ve geçmişteki Arap uygarlıklarını, Arapların kendi kendilerini yönetme yeteneğine sahip bir halk oluşunun kanıtı olarak görüyordu.
Sf: 16
Bilgeliğin Yedi Sütunu üzerinde çalışmaya daha Paris’teyken başlamıştı fakat 1919 sonbaharında yazı taslağı ve çalışma notları çalındı. 1920 yılı boyunca kitabı ezberden yeniden yazdı ve bulabildiği tüm kaynakları kullanarak düzeltmeye başladı.
Sf: 17
1923 yılının sonlarında boş zamanının ve enerjisinin çoğunu Bilgeliğin Yedi Sütunu’nun abonelere gönderilecek ilk baskısının hazırlanması için harcamaktaydı. Ancak, kitaba eklenecek renkli portreler ve diğer süslemelere o kadar çok para harcıyordu ki, bir kitabın maliyeti abonelik ücretinin üç katı olan 90 sterlini bulmuştu. Bankalara olan borcunu ödemek için Bilgeliğin Yedi Sütunu’nun “Revolr in the Desert” adında bir özetinin yayımlanmasına izin vermek zorunda kaldı.
Kitabın yayımlanma sürecinin ortasında Lawrence, tank birliklerinden tekrar RAF’a transfer edilmeyi başardı. 1926 yılının sonunda, Revolt in the Desen yayımlandığında gazetecilerin ulaşamadığı bir yerde olmak amacıyla Hindistan’a tayin olmayı kabul etti. Her iki kitap da büyük ilgi gördü ve Lawrence’ın banka borçları çabucak kapandı. Lawrence kitaptan elde edilecek karın geri kalanını RAF Benevolenr Fund’a bağışlamamış olsaydı, zengin dahi olabilirdi.
Sf:18
13 Mayıs günü motosikletiyle giderken iki bisikletliye çarpmamak için direksiyon kırınca motosikletten savruldu. Onarılamaz beyin hasarına uğramıştı. 19 Mayıs günü ise öldü. Kırk altı yaşındaydı. Ölümünden kısa süre önce, 6 Mayıs 1935’te Eric Kennington’a yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Ne yaptığımı merak mı ediyorsun? Doğrusunu istersen, ben de öyle. Görünüşe bakılırsa güneş doğuyor, güneş ışıyor, akşamlar birbirini izliyor ve uykuya dalıyorum. Ne yapmıştım, ne yapıyorum, ne yapacağım… Bütün bunlar aklımı karıştırıyor ve beni hayrete düşürüyor. Hiç, yaprak olup güz vakti ağacından düşüp de büsbütün aklın karıştı mı? İşte öyle bir duygu bu.”
Sf: 25
Edebiyatta acemi olanlar, tasvir etmek istedikleri şeyin ana hatları etrafında dolaşarak bir sürü sıfatla her şeyi berbat ermeye yatkındırlar.
Sf: 27
Soru
Provaları okuyan F. tarafından hazırlanan bir soru listesini iliştiriyorum. Provaları çok temiz ve hatasız, ama özel isimlerinin yazılışlarını tutarsızlıklarla dolu buluyor. Bu, kitap eleştirmenlerinin gözünden kaçmayacak bir konu. Provalarda düzeltme yapmam için sayfa kenarlarına notlar düşecek misin?
Yanıt
Not düşmenin fazla yardımcı olacağını sanmıyorum. Arapça isimler, İngilizceye tam uymazlar. Çünkü sessiz harfleri bizimkilerden farklıdır ve seslileri de bizimkiler gibi bölgeden bölgeye değişiklik gösterir. Yardıma gereksinme duymayacak kadar yeterli düzeyde Arapça bilenlere yardımcı olacak türden farklı dilden harfleri yazmak için ‘bilimsel sistemler’ var, ama dünya için bu tam bir fiyaskodur. Sistemin ne kadar saçma olduğunu göstermek için kendi adımı harf harf söylüyorum.
Hata 1. Kitabın her tarafında Jeddah ve Jidda kelimeleri (Cidde şehri) taraf tutmadan kullanıldı. Kasıtlı olarak mı?
Hata 16. Bir Vaheida, bir Vaheidi Neden olmasın … Hepsi bir yer. olmuş.
Hata 28. Bisaita, Biseita olarak da iyi yazılır.
Sf: 30
Bu sayfalardaki tarih, Arap hareketi hakkında değil, ama benim hakkımdadır. Günlük yaşamın, sıradan olayların, küçük insanların öyküsüdür. Burada dünya için alınacak dersler, insanları şok edecek açıklamalar yoktur. Sıradan şeylerle doludur. Bu kitap kısmen günün birinde ‘bir insanın tarih yapabileceğine’ ilişkin tartışmalarda bir hata olmadığına ve kısmen de isyan arkadaşlığını hatırlamanın verdiği zevke ilişkindir. Açık yerlerin zaferi, geniş rüzgarların tadı, gün ışığı ve çalıştığımız umutlardan dolayı biz, birbirimize düşkündük. Dünyanın sabah tazeliği bizi sarhoş ediyordu. Sözle anlatılamayan ve kuruntu veren ama uğrunda savaşılacak olan düşüncelerle heyecan duyuyorduk. Şu baş döndürücü mücadeleler sırasından asla kendimizi esirgemeyerek pek çok yaşamı bir arada yaşadık, ancak tam başarıya ulaşıp da yeni dünya doğmaya başladığı zaman yaşlı adamlar tekrar ortaya çıkıp bildikleri eski dünyanın benzerini yeniden kurmak için zaferimizi elimizden aldılar. Gençler kazanabilirdi ama korumasını öğrenemediler ve çağımıza karşı acınacak bir şekilde zayıftılar. Biz, yeni bir cennet ve yeni bir dünya için çalıştığımızı kekeledik ve onlar bize nazikçe teşekkür edip barış yaptılar.
Sf: 31
Herkes rüya görür, ama aynı şekilde değil. Gece vakti zihinlerinin tozlu hücrelerinde rüya görenler, gündüzleri bunun boş bir şey olduğunu uyanınca anlarlar. Ama gündüzleri hayal kuranlar, tehlikeli insanlardır; çünkü hayallerini gerçekleştirmek için açık gözleriyle harekete geçebilirler. Ben bunu yaptım.
Biz onları, ölümlerin en kötüsüne, ateşin içine, savaşı kazanmak için değil ama Mezopotamya’nın tahılı, pirinci ve petrolü bizim olsun diye saçıyorduk. Tek ihtiyaç duyduğumuz şey, düşmanlarımızı (aralarında Türkiye’ de var) yenilgiye uğratmaktı ve sonunda Allenby’ın bilgeliği ile Türkiye’ de ezilenlerin ellerini kendi yararımıza kullanarak dört yüzden daha az kişinin ölümüyle bu iş başarıldı. En çok, katıldığım otuz muharebeyle gurur duyuyorum, kendi kanımızın akmasından hiç sorumlu olmadım. Bana göre, söz konusu olan eyaletlerin tümü, ölü bir İngiliz’e değmezdi.
Bu girişimin üzerinden üç yıl geçti ve henüz anlatılamayacak pek çok şeyi kendime saklamak zorunda kaldım. Öyle olsa bile, bu kitabın bölümleri, aşağı yukarı ona bakan herkes için yeni olacak ve pek çok kişi bilinen şeyleri arayacak ama bulamayacaktır.
Sf: 32
Araplar, kurumlara değil, kişilere inanırlar.
Doğu’da bizim ucuz ve hızlı zaferimiz için Arap yardımı gerekliydi ve kazanıp sözümüzü tutmamamız kaybetmekten daha iyidir.
Sf: 35
Öykümde geçen kötülüklerden bazıları, içinde bulunduğumuz koşullarda doğal sayılabilir. Yıllarca, her şeye rağmen kayıtsız bir gök altında, çıplak çöllerde yaşadık. Gündüzleri sıcak güneş, bizi çileden çıkartıyor ve çarpan rüzgar, sersemletiyordu. Geceleri çiy taneleri ile lekeleniyor ve sayısız sessiz yıldız altında küçük şeylerle uğraşmaktan utanç duyuyorduk. Özgürlüğüne bağlı insan inançlarının ikincil planda kaldığı, hırsla gücümüzü tüketen açgözlü bir amaç peşinde koşan, ilk tutkuların öfkeli bakışlara dönüştüğü aşkın (transcendent) bir umuda sahip, geçit töreni veya işareti olmayan bir orduyduk.
Sf: 36
Araplar, doğaları gereği ılımlıydılar ve evrensel evliliğe bağlı kalmaları, kabilelerde kural dışı yolları hemen hemen ortadan kaldırmıştı. Başıboş dolaşma aylarımızda rastladığımız nadir yerleşim birimlerinde karşımıza çıkan fahişelerin sayısı, kızıla çalan tenleri, bir erkeğin sağlıklı kısımlarına lezzetli gelse bile, bize göre bir hiç sayılırdı. Böyle pis bir cinsel ilişki korkusuyla gençlerimiz, kayıtsız bir şekilde kendi temiz vücutlarında birbirlerinin küçük ihtiyaçlarını gidermeye başladılar bu, diğerine kıyasla sekssiz ve hatta temiz görünen soğuk bir kolaylıktı. Daha sonra bazıları bu sağlıklı (steril) yöntemi haklı göstermeye başladılar ve son kez kucaklaşarak bütünleşen sıcak organlarıyla, yumuşak kumda birlikte titreşen dostların, can ve ruhlarımızı ateşli bir çabayla birleştiren zihinsel tutkunun şehvetli bir örneğini, orada karanlıkta saklı bulduklarına yemin ettiler. Bazıları, tamamen önleyemedikleri arzularını cezalandırmak isteyerek bedeni alçaltan vahşi bir gurur geliştirdiler ve kendilerini fiziksel acı veya pislik vaat eden herhangi bir alışkanlığa şevkle verdiler.
Sf: 37
Ellerimiz hep kanlıydı, bize yetki verilmişti. Yaralama veya öldürme, geçici acılar gibi görünüyordu. Bizimle yaşam, o kadar kısa ve sancılıydı ki? Yaşamın kederi öylesine büyüktü ki, cezalandırmanın acısı merhametsiz olmak zorundaydı …. Zafer için yaşayıp, zafer için ölüyorduk. Cezalandırmak için neden ve arzu olduğunda, dersimizi derhal acı çeken kişinin somurtkan vücuduna ya tabancayla ya da kırbaçla yazıyorduk ve davalar, itiraz kabul etmiyordu. Çöl, mahkemelerin ağır ağır inceleyerek verdiği cezaları veya hapishaneleri kaldırmıyordu.
Sf: 38
Notlarımda güzelliklerden çok zalimlik yer almaktadır. Ender olan barış ve unutkanlık anlarından kuşkusuz daha fazla zevk alıyorduk. Ama daha çok aşırı ıstırap, dehşet ve hataları hatırlamaktayım. Hayatımız, yazdıklarımın toplamı değildi. Soğukkanlılıkla tekrarlanamayacak çok utanç verici şeyler de vardı. Ama yazdıklarım hayatımızia ilgili ve hayatın içinde olan şeylerdi. Allah’a yalvarırım ki, bu öyküyü okuyan erkekler, acayipliğin çekiciliği aşkına çıkıp da kendilerini ve yeteneklerini başka bir ırka hizmet etmek için satmasınlar.
Kendisini yabancıların kullanımına sunan bir kişi, ruhunu vahşi bir efendi ile değiş tokuş ederek bir hayvan gibi yaşamaya başlar. Onlara ait değildir. Onlara karşı durabilir, kendini bir görev için ikna edebilir, onları kullana kullana eskitip kendi istekleriyle sahip olmak istemeyecekleri bir şeye dolayabilir. Daha sonra onlara baskı yapmak için eski çevresini sömürmeye başlar ya da benim örneğimde olduğu gibi onları öyle iyi bir şekilde taklit eder ki, onlar da onu taklit etmeye başlarlar.
“Bir adamın kafir olması kolaydır ama inancını değiştirmesi zordur. “
Sf:39
Asya’nın Arapça konuşan halklarının görünüşleri ve adetleri, bir tarla dolusu gelincik kadar çeşitli olmasına rağmen eşit ve temel benzerliklere sahip olmaları hakkındaki bilgimiz tarafından sağlamlaştırıldı. Mükemmel bir uygunlukla onlara kuzenler diyebilirdik ve elbette, kederli bile olsa, kendi akrabalıklarının farkındaydılar.
Sf: 41
Vadilerin kuzeyinde bir kum kuşağı uzanıyordu ve daha sonra Suriye’nin doğu ucu ile Mezopotamya’nın başladığı Fırat kıyıları arasında her şeyi kaplayan çakıl ve lavdan oluşmuş büyük bir düzlük vardı. İnsanlar ve motorlu taşıtlar için bu kuzey çölünün kullanılabilirliği, Arap ayaklanmasının kolay bir başarı kazanmasını mümkün kılmıştır.
Sf: 45
Onlara göre yaşam, bir insana vakfedilen, kontrol edilemeyen, bir yararlanma hakkı, kaçınılmaz bir şeydi. İntihar, olanaksız bir şeydi ve ölüm için kederlenmeye gerek yoktu.
Araplar, kırk bin peygamber olduğunu söylerler. En azından yüzlerce olduğuna ilişkin kayıtlarımız vardır. Hiçbiri, kırsal bölgenin insanı değildi. Ama yaşamları, bir örnek peşinden gidiyordu.
Sf: 48
Pek çok kulak için bir yarasa çığlığı bile kulak tırmalayıcıdır. Çöl ruhu, bizim kaba dokumuza sızıyordu.
Sf: 50
Böylece Ortaçağ’ın başlarında Türkler, Arap devletlerinde önce köle, sonra yardımcı ve daha sonra da eskimiş politik toplumdan dolayı hayatı tıkayan asalak bir oluşum olarak ayaklarını basacak bir yer buldular.
Sf: 51
Bu mutluluk Türklerin gelişi ile bir rüya oldu. Asya’nın Sami boyları, evre evre Türklerin boyunduruğu altına girdiler ve yavaş bir ölüme mahkum oldular. Malları, onlardan soyulup alındı ve ruhları, askeri yönetimin uyuşturucu soluğunda kuruyup soldu. Türk egemenliği bir jandarma düzeniydi ve Türk siyaset kuramı, pratiği kadar kabaydı. Türkler Araplara, dar bir grubun (sect) çıkarlarının yurtseverliğin çıkarlarından, eyaletlerin küçük çıkarlarının milliyetten daha yüksek olduğunu öğretti. Çözümü zor anlaşmazlıkları kullanarak birbirlerine güven duymamalarını sağladı. Hatta Arap dili, mahkemelerden ve bürolardan, devlet hizmetlerinden ve yüksek okullardan çıkarılıp atıldı. Araplar, sadece ırksal karakterlerini kurban ederek devlete hizmet edebilirlerdi. Bu önlemler, sessizce kabullenilmedi. Türk etkisinin daha kaba biçimlerine karşı Sami direnişi, kendini Suriye, Mezopotamya ve Arabistan isyanlarında gösterdi ve direniş aynı zamanda daha gizli soğurma girişimlerine karşı da yapıldı. Araplar, kaba Türkçe için kendi zengin ve esnek dillerinden vazgeçmeyeceklerdi. Tersine, Türkçe’yi Arapça kelimelerle doldurdular ve kendi edebiyat hazinelerini korudular.
Coğrafi duyarlılıklarını, ırksal, polirik ve tarihsel hafızalarını yitirdiler; ama dillerine daha sıkı sarıldılar ve onu, neredeyse kendileri için bir vatan düzeyine yükselttiler. Her Müslüman’ın görevi, İslam’ın kutsal kitabı olan Kuran’ı incelemektir ve yeri gelmişken belirtelim, Kuran, Arapların en büyük edebi eseridir. Bu dinin kendisine ait olduğu ve onu anlamak ve uygulamak için en mükemmel şekilde sadece kendisinin yeterli olduğu bilgisi, her Araba Türklerin basmakalıp başarılarını yargılamak için bir ölçüt sundu.
Daha sonra Türk devrimi oldu, Abdülhamit devrildi ve Jön Türkler üstünlüğü ele geçirdiler. Araplar için ufuk, bir an genişledi. Jön Türk hareketi, hiyerarşik İslam kavrayışına ve eski Sultan’ın, kendisini Müslüman dünyanın manevi lideri, aynı zamanda (İtirazların ötesinde) dünyevi işlerinin de yöneticisi yaparak elde etmeyi şiddetle arzu ettiği İslam birliği kuramlarına karşı yapılmış bir devrimdi. Bu genç politikacılar isyan edip, anayasal egemen bir devlet kuramlarının etkisi altında Sultan’ı hapse attılar.
Sf: 52
Çünkü bir bireyin Türkiye’de hem modern olması hem de aynı zamanda uzun süredir Türklerin egemenliklerini sürdürmesine yardımcı olan tebaa ırklardan birinde Yunan, Arap, Kürt, Ermeni veya Arnavut doğmuşsa sadık kalması olanaksızdı.
Jön Türkler, ilk başarılarının güveni ile kendi ilkelerinin mantığı tarafından sürüklenmeye başladılar ve İslam birliğine (Panİslam) karşı çıkarak Osmanlı kardeşliğini ileri sürdüler. Sayıca Türklerden çok daha kalabalık olan bu budala ırklar, yeni bir Doğu kurulurken işbirliği yapmaya çağrıldıklarına inanıyorlardı. Göreve koşarak (bir sürü Herbert Spencer ve Alexander Hamilton) kapsamlı fikir platformlarından vazgeçtiler ve Türkleri ortakları olarak selamladılar. Serbest bıraktıkları güçlerden dehşete düşen Türkler, onları ateşe attıkları gibi aniden, geri çektiler. Türkiye, Türkler için Türkleşti, Yeni Turan slogan oldu. Daha sonra bu politika ırkdaşlarını (irredenti) Orta Asya’ da Rusya’ya bağlı olan Türk topluluklarını kurtarmaya dönüştü. Ama her şeyden önce hükümdarlık mührüne direnen, böyle can sıkıcı tebaa ırklardan imparatorluklarını temizlemeleri gerekiyordu. ilk önce Türkiye’nin en büyük yabancı öğesi olan Arapların icabına bakılmalıydı. Bu nedenle Arap milletvekilleri dağıtıldı, Arap dernekler yasaklandı, Arap eşraf yasal haklarından yoksun bırakıldı, Arapça gösteriler ve Arap dili, Enver Paşa tarafından, ondan önce gelen Abdülhamit’ten çok daha acımasızca bastırıldı.
Ahad tarafından Mezopotamya’ da yerine yenisi kuruldu. Ahad, isyan anı geldiğinde Arap halkının hizmetinde efendilerinden askeri bilgi elde etmek ve onlara karşı kullanmak üzere yemin etmiş, hemen hemen tümüyle Türk ordusun da görev yapan Arap subayları ile sınırlı, çok gizli bir kardeşlik örgütüydü.
Sf: 53
Seferberlik, tüm iktidarı, Jön Türklerin en acımasız, en mantıklı ve en hırslı üyeleri olan Enver, Talat ve Cemal’in ellerinde topladı. Devlet içindeki tüm Türk olmayan akımları özellikle Arap ve Ermeni milliyetçiliğini bastırmak için şevkle işe koyuldular. İlk adım olarak Fransız konsolosuna ait gizli belgelerde sahte ama uygun görünen bir silah elde ettiler.
Arap milliyetçileri, Fransa’yı Türkiye’ye tercih edecek kadar kafir olmalıydılar.
Ermeniler, çok iyi silahlanmış ve örgütlenmişlerdi ama liderleri onların umutlarını boşa çıkardı. Silahsızlandırıldılar ve parça parça yok edildiler, erkekler toptan katledildiler, kadınlar ve çocuklar, çıplak ve aç, yoldan geçenlere av olarak kışın soğuk yollardan geçerek çöllere, ölüm onları alana kadar sürüklenip, sürüldüler. Jön Türkler, Ermenileri, Hıristiyan oldukları için değil ama Ermeni oldukları için katletmişlerdi.
1915’in başlarında Kuzey Suriye’ de Arap tümenlerinde (orijinal Türk Ordusu’nun yaklaşık üçte biri Arapça konuşan insanlardan oluşuyordu)
Sf: 58
Faysal’ın babasıyla yazışması zaten bir maceraydı. Ailenin yaşlı hizmetkarları ve Hicaz demiryolunda gidip gelen, şüphe çekmeyen kişiler aracılığıyla haberleşiyorlardı. Mektuplar, kılıçların kabzasında, keklerin içinde, sandal ağaçlarının toprağına gömülerek veya üzerinde görünmez yazı olan masum paketler biçiminde taşınıyordu. Mesajların her birinde Faysal, uygun olmayan şeyleri haber veriyor ve eylemin daha akıllı bir zamana kadar ertelenmesini babasından rica ediyordu.
Sf: 59
Cemal, karşılık olarak, can sıkıntısıyla, General Enver’in bölgeye gelmek üzere yola çıktığını ve Medine’ye birlikte gidip, onları teftiş edeceklerini söyledi. Faysal, Medine’ye varır varmaz, babasının al kırmızı bayrağını yükseltip Türkleri gafil avlamayı planlamıştı ama şimdi Arap konukseverlik yasasına göre, zarar veremeyeceği iki davetsiz misafirin sorumluluğunu yüklenecek ve muhtemelen eylemini, ayaklanmanın tüm sırları tehlikeye düşünceye kadar ertelemek zorunda kalacaktı.
Enver yeniden, “Müminlerin düşmanlarına karşı ölünceye kadar savaşmaya razılar mı?” diye sordu. Faysal, yine “Evet” dedi ve daha sonra Arap şefler takdim edilmek için yanlarına geldi. Modhig’li Şerif Ali, Faysal’ı bir yana çekerek “Efendim, onları şimdi öldürelim mi?” diye fısıldadı. Faysal “Hayır, onlar bizim konuklarımız … ” dedi. Şeyhler, daha çok itiraz ettiler, çünkü iki darbede savaşı sona erdirebileceklerine inanıyorlardı. Faysal’ı bu iş için zorlamaya kararlıydılar. Faysal aralarına karışıp, sadece Enver ile Cemal’in kulak mesafesinin dışında ama görüş alanı içinde kalarak en iyi dostlarını darağacında katleden bu Türk diktatörlerin yaşamları için yalvarmak zorunda kaldı. Sonunda bahaneler ileri sürerek grubu aceleyle Medine’ye geri götürdü. Ziyafet salonunun etrafına. kendi kölelerinden muhafızlar yerleştirdi ve dönerken yolda öldürülmelerini önlemek için Çanakkale’ye kadar Enver ile Cemal’e eşlik etti. Bu zoraki nezaketini, misafirlere her şeyi adamanın bir Arap töresi olduğunu savunarak açıkladı. Ama Enver ve Cemal, gördükleri şeyden derin bir şekilde şüphelenerek, Hicaz üzerinde sıkı bir blokaj uygulayıp, büyük Türk takviye güçlerinin o bölgeye girmesini emrettiler. Faysal’ı, Şam’da tutmak istediler ama Medine’ den, derhal geri dönüp oradaki karışıklığı önlemesini isteyen telgraflar geldi. Cemal, isteksizce, Faysal’ın maiyetini rehine olarak bırakması koşuluyla gitmesine izin verdi.
Sf: 61
Türkiye, miras aldığı tüm imparatorluğu azalan kaynaklarıyla geleneksel koşullarda tutmak için aşırı girişim yapmaktan yorgun düşmüş, ölüyordu. Kılıç, Osmanlı çocuklarının en değerli varlığıydı, ama bugünlerde daha ölümcül, daha bilimsel silahlar çıktığından kılıçların modası geçmişti. Güçleri, basitlikte, sabırda ve kendini feda etme yeteneğinde yatan bu çocuğa benzer insanlar için hayat giderek daha karmaşıklaşıyordu.
Sf: 62
Anadolu insanı, köyünde bir yük hayvanı ve memleketinin dışını dert etmeyen bir asker olarak kaldı. Türk isminin üstünlüğü ve yarattığı eski doğal korku, daha kapsamlı kıyaslamalar karşısında zayıflamaya başladı.
Askere alınan gençler, Türk köylüsünün göreneklerinden dolayı kaderlerini sorgulamaksızın, tevekkülle karşılardı. Kusur ya da erdeme aldırmaksızın yansız davranan koyunlar gibiydiler. Tek başına bırakıldığında ya hiçbir şey yapmaz ya da yerde kederli bir şekilde otururdu. Nazik olmaları emredildiğinde, hiç acele etmeksizin bulunabilecek en iyi dost ya da en cömert düşman olabilirlerdi. Babalarına hakaret etmeleri ya da annelerinin bağırsaklarını deşmeleri emredilirse sanki hiçbir şey yapmıyormuş gibi sakince emri yerine getirirler, hem de gayet iyi becerirlerdi. Onları dünyanın en uysal, en sabırlı ve coşkudan en yoksun askeri yapan, bir umutsuzluk, bir heyecanını yitirmişlik, bir inisiyatif yokluğu vardı.
Ölüme sürülen veya hesapsızca hoşlanarak fırlatılıp acılan bu adamlar, gösterişli hırçın Levanten subayların doğal kurbanlarıydı. Gerçekten onları, kumandanlarının tutkusu olan kütükten siperleri korurken bulduk. Onlara öylesine az değer veriyorlardı ki, gerekli olan sıradan önlemlerin hiçbirini kullanmıyorlardı. Bir alay Türk tutsağa yapılan tıbbi muayene, yaklaşık olarak yarısının doğal olmayan yollardan cinsel hastalıklara tutulduğunu ortaya koydu. Frengi ve benzerleri, ülkelerinde fazla bilinmiyordu ve hastalık, altı veya yedi sene hizmet enikleri ordu aracılığıyla birinden diğerine geçerek yayılıyordu. Görevleri sona erince sağ kurtulanlar, eğer mazbut evlerden geldilerse geri dönmeye utanıyorlar ve böylece ya jandarma hizmetine sürükleniyorlar ya da kırık bir adam olarak şehir civarlarında düzensiz çalışan bir emekçi oluyorlardı. Böylece, doğum oranları düştü. Anadolu’daki Türk köylülüğü, askerlik hizmeti yapmaktan yok oluyordu.
Bizim ardıllarımız ve çözümlerimiz, yerel olmalıydı. Bereket versin ki, yeterlilik ölçüsü de yerel olmak zorundaydı. Rekabet Türkiye ile yapılacaktı ve Türkiye, çürümüştü.
Fazla kalabalık değildik ve hemen hepimiz, Mısır’daki haber alma, sivil ve askeri yönetimin başı olan Clayton’un etrafında toplanmıştık. Clayton, bizim gibi böyle vahşi adamlar çetesine mükemmel bir lider olmuştu. Sakin, tarafsız, açık görüşlü, sorumluluk aldığında bilinç dışı bir cesarete sahip olan bir adamdı. Adamlarının çalışabileceği bir alan bırakırdı. Kendi görüşleri, bilgisi gibi geneldi. Yüksek sesle emirler vermekten çok, etkileyerek çalışırdı. Etkisini fark etmek kolay değildi. Su veya sızan yağ gibi, her yerden sessizce, süzülerek geçerdi. Clayton’ın nerede olduğunu veya olmadığını ve onun gerçekten kaç kişiyle bağlantısı olduğunu söylemek olanaksızdı. Asla görülebilir tarzda adamlarını yönlendirmezdi. Ama fikirleri, adamlarının yaptıklarını adım adım izlerdi … Adamlarını ağırbaşlılıkla, belli bir sakinlik ve umudun görkemli ılımlılığı ile etkilerdi. Pratik konularda gevşek, düzensiz, dağınık ve ancak kendi başına buyruk adamların katlanabileceği bir kişiydi.
Aramızdaki birinci kişi, Yakındoğu’ daki en parlak İngiliz, Valilik Konağı’nda Doğu Sekreteri olarak çalışan Ronald Storrs’ du. Enerjisini müzik sevgisine ve mektuplara, heykeltıraşlığa, ressamlığa veya dünya nimetlerinden güzel olan ne varsa ona harcadığı halde, esrarengiz bir şekilde etkili olan bir kişiydi. Storrs, hiç de daha azını değil, biz ne ektiysek onu biçerdi ve her zaman birinci olurdu. Aramızdaki büyük adam oydu. Gölgesi, doğudaki çalışmalarımız ve Britanya politikasını bir pelerin gibi örterdi. Büyük bir kavga için dünyadan vazgeçebilir ve bir atletin katılığı ile zihnini ve bedenini hazırlayabilirdi.
George Lloyd, bize dahil oldu. Güven verdi ve para hakkındaki bilgisiyle ticaret ve politikanın yeraltı geçitlerinde emin bir rehber ve Ortadoğu’nun gelecekteki anayolları üzerinde bir kahin olduğunu kanıtladı. Onun ortaklığı olmasaydı bu kadar çabuk başaramazdık ama o, tüketmekten çok, tat alma hırsı olan, yerinde duramayan bir ruhtu. Ona daha fazlası gerekliydi ve bu yüzden bizimle fazla kalamazdı. Ondan ne kadar çok hoşlandığımızı anlamadı.
Sf: 65
O zaman zorla Basra’ya doğru ilerlendi. lrak’raki düşman birliklerinin neredeyse hepsi, uzun süredir kurtarıcı olarak kafalarında canlandırdıkları bir halka karşı, kendi laik zalimleri yanında savaşmak zorunda kalmak gibi hiç de çekici olmayan bir açmaza düşmüş ama inatla kendi rollerini de oynamayı reddeden Araplardan oluşuyordu. Hayal edebileceğiniz kadar kötü dövüştüler. Bizim kuvvetlerimiz, bir Hint Ordusu’nun, Türk Ordusu’ndan daha iyi olduğunu düşünmeye başlayıncaya kadar savaş üstüne savaş kazandılar. Bunu izleyen ihtiyatsızlığımızla, yürekleri tamamen oyunun içinde olan yerli Türk askeri ile karşılaştığımız Ctesiphon’a kadar ilerledik ve birden durdurulduk. Geri çekildik, serseme döndük ve Kut’ta uzun sürecek sefalet başladı.
Sf: 66
Savunmaları, Türk gibi sağlamdı ve ancak ahmakça bir hareketle orayı zor kullanmaksızın teslim alabilirlerdi.
Sf: 74
Su kemeri tarzında inşa edilmiş, beyaz, bir duvarcılık şaheseri yapının (hala inşaat halinde) önünden yürüyerek geçtik ve konsolosluğa giden yolumuz üzerinde kurulan bir gıda pazarının sıkıntı veren dar sokağından güçlükle ilerledik. Havada toz tanecikleri kadar kalabalık sinek filoları, adamlardan hurmalara ve oradan etlerin üzerine uçarak, bir aşağı bir yukarı dans ederlerken, güneş ışınları, tahtadan ve çuval bezinden yapılmış sabit tentelerin yırtık yerlerinden geçerek satış tezgahlarının en karanlık noktalarına saplanıyordu. Hava, hamam gibiydi.
Sf: 76
Çünkü Bedeviler, yollarından veya vadilerinden geçen yabancılardan zorla aldıkları şeyler ile yaşamlarını sürdürüyorlardı ve bir Bedevi ile bir şehirli birbirlerinin canını sonsuz bir kinle sıkarlardı.
Sf: 84
O, Havranlı bir Sulut Şeyhi ve Ti.irk hükümetinde çalışmış eski bir memurdu. Savaş sırasında Ermenistan’a kaçmış ve en sonunda Basra’ da Bayan Gertrude Bell’e ulaşmıştı. Bayan Beli de sıcak bir tavsiye mektubuyla onu bana göndermişti.
Sf: 88
Devem benim için bir zevk kaynağıydı, çünkü daha önce hiç böyle bir hayvana binmemiştim. Mısır’da iyi develer yoktu. Sina Çölü’nün develerine, dayanıklı ve güçlü oldukları halde Arapların bu parlak binek hayvanları gibi uygun, yumuşak ve çabuk bir şekilde yürümesi öğretilmezdi.
Ancak, bugün onun başarıları cömertçe harcanıyordu. Çünkü o, sadece taşınılmayı bekleyen ve binicilik konusunda hiçbir fikri olmayan benim gibi birisine değil, ustalığı olan ve onları hak eden binicilere verilirdi. Düşmeden devenin sırtında oturmak kolaydı, ama biniciyi ya da hayvanı yormadan, uzun bir yolculuk yapmak için onu anlamak ve ondan en iyi sonucu elde etmek zordu. Tafas, yolda giderken bana öğütler vermişti. Gerçekten bu, onun konuştuğu birkaç konudan biriydi. Beni yeryüzü ile temas kurmaktan koruyan emirleri, devemin ağzını bile kapatmış görünüyordu. Yazık, onun şivesini merak ediyordum!
Sf: 89
Aylak eller, kuyunun hava bacasından aşağı o kadar çok taş atmışlardı ki, kuyunun dibi yarı yarıya dolmuş ve su, bol değildi. Abdullah, elbisesinin aşağı akan kollarını omuzları civarına bağladı, cüppesini fişek kemerinin altına soktu ve çevik bir şekilde aşağı yukarı hareket ederek, her seferinde dört beş galon su çekti. Suları, kuyunun yanındaki taş yalağa develeri sulamak için döktü. En son bir gün önce Rabih’de sulandıklarından, her biri aşağı yukarı beş galon su içti. Daha sonra, huzurla oturup denizden gelen hafif rüzgarı solurken, onların biraz dolaşmalarına izin verdik. Abdullah, çabalarının ödülü olarak bir sigara yaktı.
Harb kabilesinden birkaç kişi damızlık bir deve sürüsünü sürerek geldi ve onları sulamaya başladılar. Bir adamı, büyük deri kovalarını doldurmak için kuyunun aşağısına gönderdiler ve diğerleri, yüksek sesle bir skatato şarkısı söyleyerek, elden ele suları yukarı çektiler. Onlar Masruh ‘can, bizse Beni Salim’den olduğumuz için herhangi bir ilişkiye girmeksizin onları seyrettik. İki klan şimdi barış halinde yaşamalarına ve birbirlerinin bölgelerinden geçebilmelerine rağmen, bu sadece Şerif’in Türklere karşı savaşı daha ileriye götürmesi için yapılmış geçici bir iyilikti ve içinde biraz da iyi niyet vardı.
Onları seyrederken iki binici, safkan develerin üzerinde hafif ve hızlı bir tırısla kuzeyden bize doğru geldiler. Her ikisi de gençti. Biri, zengin kaşmir bir elbise giyiyor ve başının üzerinde ağır ipekle işlenmiş bir kefiye taşıyordu. Diğeri daha sadeydi, beyaz pamuklu bir giysisi ve başının üzerinde kırmızı pamuklu bir kefiyesi vardı. Kuyunun yanında durdular ve daha da harikası, birisi, devesine diz çöktürtmeden zarafetle kayıp indi ve kaygısızca yularları arkadaşına fırlatarak “Ben oraya gidip dinlenirken sen onları sula … ” dedi. Daha sonra gezinip umursamaz bir ilgiyle bize şöyle bir baktıktan sonra duvarımızın altına oturdu. Yeni sarıp yaladığı bir sigarayı, “Suriyeli misiniz?” diye sorarak ikram etti. Onun Mekkeli olduğunu ima ederek, soruyu kibar bir şekilde savuşturdum, aynı şekilde o da doğrudan bir cevap vermedi. Biraz savaş hakkında ve Masruh kabilesinin dişi develerinin zayıflıkları hakkında konuştuk.
Bu sırada diğer binici, yularları dalgınca tutarak kendi sırasını beklemeden, belki de Harblerin sürülerini sulamalarını bekleyerek dikiliyordu. Genç efendi, “Ne o, Mustafa? Onlara hemen su ver … ” diye bağırdı. Uşak, sıkıntıyla “Bana izin vermeyecekler … ” demek için yanlarına geldi. Efendi, “Tanrı’nın lütfu … ” diye öfkeyle bağırarak ayaklarının üzerine doğruldu ve talihsiz Mustafa’nın kafasına ve omuzlarına deve değneğiyle sert bir şekilde üç, dört darbe vurdu. “Git ve onlara sor … ” dedi. Mustafa incinmiş, şaşkın ve sanki karşılık verecekmiş gibi öfkeli görünüyordu ama emri yerine getirmenin daha iyi olacağını düşünerek kuyuya doğru koştu.
Şaşıran Harbler, ona acıyarak yer açtılar ve iki devesinin de su yalağından su içmesine izin verdiler. “Kim bu?” diye fısıldadılar, Mustafa, “Efendimizin Mekkeli kuzeni!” dedi. Hemen seğirtip semerlerinde asılı duran bir bohçanın bağlarını çözdüler ve iki binek devenin önüne, dikenli ağaçların tomurcuk ve yeşil yapraklarından oluşan bir yem serdiler. Ağır bir sopayla alçak boylu çalılara, dalların kırık uçları bitkilerin altına serilen bir örtü üzerine yağana kadar vurarak bunları toplamaya alışkındılar. Genç Şerif, memnunlukla onları izledi. Devesi karnını doyurduktan sonra, yavaşça kalkıp devenin boynuna tutunup, görünüşte hiç çaba harcamaksızın semerin üzerine çıktı ve kendini rahatça yerleştirdi ve Tanrı’ dan Arapları cömertçe ödüllendirmesini diledi. Onları abartılı bir şekilde uğurladık. Harbler ona iyi bir yolculuk dilediler ve Abdullah, develerimizi getirirken o, güneye doğru yola çıktı ve biz de kuzeye doğru hareket ettik. On dakika sonra, yaşlı Tafas’ın kıkırdadığını duydum, bozlaşmış sakalları ve bıyıkları arasında bir memnuniyet belirtisi vardı.
“Sana ne oluyor, Tafas?” dedim.
“Efendim, kuyudaki şu iki biniciyi gördünüz mü?”
“Şerif ve uşağını mı?”
“Evet … Ama onlar, Modhigli Şerif Ali ibn el Hüseyin ile kuzeni, Masruhların kan düşmanı olan Harislerin efendisi, Şerif Muhsin’di. Araplar, tarafından tanınıp, geç kalmaktan ve sudan uzaklaştırılmaktan korkuyorlardı. Bu yüzden Mekke’ den gelen bir efendi ve bir uşak gibi davrandılar. Ali vurunca, Muhsin’in nasıl öfkelendiğini gördünüz mü? Ali, bir şeytandır. Daha on bir yaşındayken babasının evinden kaçıp, hacıları ticaret yoluyla soyan amcasının yanına gitti ve babası, onu yakalayıncaya kadar aylarca onun himayesinde yaşadı. Medine’ de savaşın ilk gününden itibaren efendimiz Faysal’ın yanındaydı ve Aar ve Bir Dervish dolaylarında yaşayan Ateibaların başındaydı. Hep deve kavgaları yapılıyordu. Ali’nin yanında, kendisinin yaptığı gibi silah taşıyarak devenin yanında koşacak ve tek eliyle sıçrayıp semere çıkacak başka bir adam yoktur. Harisli çocuklar savaşın çocuklarıdır.” İlk kez yaşlı adam dolu dolu konuşuyordu.
Sf: 92
Çöl, doğa ve unsurları, her tanıdık dost kişinin kendi amaçları doğrultusunda, daha fazlası için değil, serbest kullanımına açık olduğundan, çılgın bir komünizm koşullarında tutuluyordu.
Sf: 101
Medine’ye yapılan ilk saldırı umutsuz bir işti. Araplar kötü silahlanmışlardı ve cephaneleri azdı. Fahri’nin müfrezesi henüz geldiğinden ve Yemen’e giden von Stotzingen’e eşlik eden birlikler hala şehirde olduklarından, Türkler çok güçlüydüler. Kriz yükselince Beni Ali, aykırı hareket etti ve Araplar, surların dışına çıkarıldılar. O zaman Türkler, topçu birlikleriyle Üzerlerine ateş açtılar ve bu yeni silaha alışkın olmayan Araplar, dehşete düştüler. Agql ve Ateibalar, emin bir yere çekildiler ve yeniden çıkıp saldırmayı reddettiler. Faysal ve Ali ibn el Hüseyin, patlayan mermilerin ses çıkardıkları kadar ölümcül olmadığını göstermek için boş yere atlarına binip, açıkta adamlarının önünde dolaştılar. Karamsarlık, derinleşmişti.
Beni Ali kabilesinden oluşan birlikler, Türk komutanına, köylerinin esirgenmesi karşılığında teslim olacakları önerisiyle yaklaştılar. Türk komutan Fahri, onlara oyun oynadı ve savaşın ardından gelen sessizlik ortamında, Avalilerin köylerini askerleriyle kuşattı ve daha sonra, birden oraya saldırılarak ele geçirilmesini ve duvarlar içinde yaşayan her varlığın katledilmesini emretti. Yüzlerce kişinin ırzına geçilip öldürüldü, evler yakıldı ve canlı veya ölü ayırt etmeksizin hepsi alevlerin içine fırlatılıp atıldı. Fahri ve adamları hep birlikte, kuzeyde Ermeniler üzerinde çalışarak hem yavaş hem de hızlı öldürme sanatını öğrenmişlerdi.
Bu Türk savaş tarzının acı tadı, Araplar arasında bir sarsıntı yaratmıştı. Birinci Arap savaş kuralı, kadınların dokunulmazlığıydı. İkincisi, adamlarla savaşamayacak kadar genç olan çocukların, yaşam ve onurlarının korunmasıydı. Üçüncüsü, taşınması olanaklı olmayan malların hasar verilmeden bırakılmasıydı.
Daha sonra, çoğu kırık olan birkaç tane Japon tüfeği geldi. Böyle silahların namluları, silahın bütünü gibi öylesine berbattı ki, onu kullanmaya can atan Araplar, daha ilk denemelerinde namluları patlattılar. Hiç para gönderilmemişti. Paranın yerini tutsun diye Faysal, uygun büyüklükte bir sandığı taşlarla doldurdu, kilitledi ve özenli bir şekilde iplerle bağladı, sandık günlük yürüyüşler sırasında köleleri tarafından korundu ve her gece titizlikle çadıra getirildi. Böyle yapmacık oyunlarla, kardeşler, eriyen güçlerini tutmaya çalıştılar.
S104
f: Her şeye rağmen her iki taraf da hala denenmemişti. Türklerin silahlanması, onları uzun erimlerde öylesine üstün kılmıştı ki, Araplar asla onların pençesine düşmemek zorundaydı. Bu nedenle, göğüs göğüse mücadeleler, topların kör olduğu gecelerde oluyordu. Kulağımda, her iki taraftan nükteli kişilerin, hazırlık niteliğinde savurdukları karşılıklı kelime yağmuru ile başlayan son derece garip, ilkel savaşlar yankılanır gibi oldu. Bildikleri dillerden yağdırdıkları en ağır hakaretler, daha çok Türkler Araplara öfkeyle “İngilizler!” diye bağırdıkları ve Araplar da karşılık olarak onlara, “Almanlar!” diye haykırdıkları zaman, zirveye ulaşırdı. Elbette Hicaz’ da hiç Alman yoktu ve ben de ilk İngiliz’dim. Ama her iki taraf da sövmekten zevk alıyordu ve herhangi bir sıfat, bu türden sanatçıların dillerine batardı.
Sf:107
Storrs da etkiliydi ama tüm zekasını ve o ana uygun düşen tüm hareketlerini, yaratıkları bile dans ettiren el hareketleriyle sergileyerek gücünü gösterdi. Faysal, adamlarını, farkında olmadan yönetiyor gibiydi. Onların zihinlerine ne kadar işlediğini bilmek, itaat edip etmediklerine dikkat etmek zordu. Bu, Storrs’un sahip olduğu kadar büyük bir sanattı.
Sf: 108
Genç adamlar, eğlendirici bir yolculuk olacağını sanıyorlardı ama babaları onlara özel yiyecek, yatak veya yumuşak yastıklı semerler verilmesini yasaklayınca yıkıldılar.
Çok geçmeden, melez ırklarda sık sık meydana geldiği gibi, yerli zekası ve kuvvetinin bir karışımına sahip olarak sertleştiler ve kendilerine güvenmeye başladılar.
Sf: 109
Faysal, bir süre düşünceye daldı ve “Yetişme itibariyle Hicazlı değilim ama Allah’ın izniyle Hicaz konusunda titizim. Gerçi İngilizlerin orayı istemediklerini biliyorum ama istemeden de olsa Sudan’ı aldıkları zaman, ne diyebilirim ki? İngilizler, ıssız bölgeleri inşa edip geliştirmek için çok arzu duyuyorlar ve öyleyse, belki bir gün Arabistan onlara değerli gözükecektir. Senin iyiliğin ve benim iyiliğim belki bunlar birbirinden farklıdır ve ister zorla iyilik olsun, isterse zorla kötülük her ikisi de bir halkı acıyla ağlatacaktır.
“Bir cevher, kendisini dönüştüren ateşe hayranlık duyar mı?”
Saldırmak için neden yoktur, ancak çok zayıf bir halk kendi küçük hesabı üzerine gürültü kopartır. Bizim ırkımız kendi ayakları üzerinde duruncaya kadar bir sakatın doğasına sahip olacaktır.”
Sf: 110
“Şam mı Hicaz”ı yönetecek, yoksa Hicaz mı Şam”ı yönetecek?” sorusu, onları hiç sıkıntıya sokmuyordu, çünkü bu soruyu sormayacaklardı. Samilerin milliyet fikri, klan ve köylerin bağımsızlığı ve ulusal birlik ideali, davetsiz bir misafire karşı safha safha gösterilecek bir birleşik direnişti. Yapıcı politikalar, örgütlü bir devlet, genişletilmiş bir imparatorluk, o kadar da nefret edecek kadar görüş alanlarının dışında değildi. İmparatorluktan kurtulmak için mücadele ediyorlardı, onu kurmak için değil.
Kabileler, Türklerin Müslüman olduklarını biliyorlar ve muhtemelen Almanların, İslam’ın gerçek dostu olduklarını düşünüyorlardı. Aynı zamanda İngilizlerin Hıristiyan olduklarını ve onların müttefikleri olduğunu da biliyorlardı. Bu koşullarda dinleri, onlara fazla yardımcı olamazdı ve onu bir kenara bıraktılar. “Hıristiyanlar Hıristiyanlarla savaşıyorlar, o halde neden Müslümanlar da aynısını yapmasınlar? İstediğimiz tek şey, kendi dilimizde, Arapça konuşan ve bizi huzur içinde yaşatan bir hükümettir. Aynı zamanda, şu Türklerden de nefret ediyoruz.”
Sf: 111
Genelkurmay’ın gelişmemiş hayal gücünü sömürmekti. Arap hareketine inanıyor ve güveniyordum, buraya gelmeden önce Türkiye’nin parçalanması fikrine varmıştım. Ama Mısır’ da bulunan diğerleri, buna inanmıyorlardı ve savaş alanındaki Arapların zekası konusunda bana hiçbir şey öğretilmemişti.
Sf: 112
Onların çoğu gençti … Gerçi Hicaz’ da ‘savaşçı’ terimi, ateş edecek kadar akıllı, on iki ile altmış yaş arasındaki herkese söyleniyordu. Onlar, esmer tenli, bazıları zenciye benzer, sert görünümlü bir kalabalıktı. Fiziksel bakımdan inceydiler ama nefis bir şekilde yaratılmışlardı, onları birlikte bir faaliyet halindeyken izlemek zevkliydi. Adamların daha sert ya da katı olmaları mümkün görünmüyordu. Uçsuz bucaksız mesafelere atla günlerce gidebilir, sıcakta saatlerce çıplak ayakla kum veya kayalar üzerinde acı duymadan koşabilir ve keçiler gibi kayalara tırmanabilirlerdi. Giysileri genellikle bol bir gömlekti, bazen pamuklu kısa bir don giyiyorlar ve çoğunlukla gerektiğinde havlu, mendil veya çuval işini gören kırmızı kumaştan bir atkı takıyorlardı. Fişeklik taşıyorlar ve fırsat buldukça da havaya zevk için ateş ediyorlardı.
Sf: 113
Sadece Türklere karşı olma fikrinde samimiydiler ama belki de hiçbiri, savaş alanında bir aile düşmanına karşı beslenen aile kinini yatıştırmakta başarısız kalma noktasında değildi. Bundan dolayı saldıramazlardı. Açık arazide sabırla siper kazan bir Türk bölüğü, böyle bir orduya meydan okuyabilir ve kayıplarıyla birlikte acı bir yenilgi, gerçek bir dehşetle savaşı sona erdirebilirdi.
Sf: 114
Bu arada belirtelim ki Hicaz Savaşı, düzenli birliklere karşı dervişlerin savaşı olacaktı. Almanlar tarafından zengin bir şekilde donatılmış, düzensiz ve kuralsız bir savaşta neredeyse tüm değerlerini yitirmiş bir düşmana karşı (dağlarda yaşayan vahşi göçebe aşiretler tarafından desteklenen) kayalık, dağlık, çorak bir ülkenin mücadelesiydi. Tepelik bölgeler, saklanıp ateş etmek için bir cennetti ve Araplar, pusu kurma konusunda sanatçı sayılırlardı.
Endişe uyandıran tek konu, Türklerin gerçek başarısı sayılabilirdi toplarıyla Arapları ürkütmesiydi. Türkİtalyan Savaşı’nda Tripoli’ de bulunan Aziz el Mısri, aynı dehşeti hissetmiş ama aynı zamanda bunun geçtiğini de keşfetmişti. Aynısının burada da yaşanmasını umabiliriz ama şu anda ateşlenen bir topun sesi, işitme mesafesi içinde olan her adamı siperlerin arkasına kaçırtmaya yetiyordu. Silahların gürültüleriyle orantılı olarak da yıkıcı olduklarını sanıyorlardı. Mermilerden korkmuyorlardı, gerçekten ölmekten de çok korkmuyorlardı, sadece top ateşiyle ölüm tarzını, dayanılmaz buluyorlardı. Kendilerine olan manevi güvenleri, ancak kendi taraflarında yararlı ya da yararsız ama gürültülü silahlara sahip olmakla yeniden sağlanacak gibi görünüyordu. Muhteşem Faysal’ dan ordudaki en çıplak delikanlıya ·kadar, ana konu, toplar, toplar ve yine toplardı.
Sf: 126
Garland, fizik alanında bir araştırmacıydı ve patlayıcılar üzerine yıllarca pratik bilgi sahibi olmuştu. Trenleri mayınlamak, telgraf direklerini devirmek ve metalleri kesmek için kendi özel araçları vardı. Arapça bilgisi ve kendini nizami istihkam okulu kuramlarından serbest görmesi, okuma yazma bilmeyen Bedevilere çabuk ve kolay yolla tahrip etme sanatını öğretmesini mümkün kıldı. Öğrencileri ne yapacağını asla bilemedikleri bu adama hayranlık duyuyorlardı.
Sf: 127
Faysal’a, Vech planını yeniden kabul ettirmek için Heif Hüseyin’e doğru yola çıkarken, Türklerin Bir ibn Hassan civarında geri püskürtüldükleri haberi geldi. Süvari ve deve birliklerinden oluşan bir keşif kolu, çok uzaklara, tepelere kadar sıkıştırılıp takip edilmişti. Araplar, onlara yetişip dağıtmışlardı. İşler iyiye gidiyordu.
Sf: 131
Türk atlılar, komutanları Galip Bey ile birlikte, boş vadiye, Zifran Geçiti üzerinden Bir Said’e akın etmişler ve bu arada, neredeyse çadırında uyuyan Zeyd’i gafil avlamaları işten bile değilmiş. Bununla birlikte, tam zamanında uyarı yapıldı. Emir Zeyd, eski Haris savaşçısı olan Şerif Abdullah ibn Sevab’ın yardımıyla düşman saldırısını, bazı çadır ve ordu mallarını develere yükleyip, uzaklaştırmaya yetecek kadar durdurmayı başardı. Daha sonra kendisi de kaçtı. Ama Yenbu’ya doğru gece boyunca çılgın bir şekilde giderken, emrindeki güçler, kaçaklardan kurulu gevşek bir ayak takımı haline gelerek dağıldı.
Sf: 132
Faysal, sonunda acil işlerini bitirdi. Soğuk bir teselli olarak yarım düzine hurmayı birlikte yedik ve ıslak halının üzerine kıvrıldık. Orada titreyerek uzanırken Bişa muhafızlarının, Faysal’ın uyuduğundan emin olunca sessizce gelip üzerine pelerinini yavaşça örttüklerini gördüm.
Bir saat sonra, sahte şafakta ayağa kalktık (hava uzanıp uyur gibi yapamayacak kadar soğuktu). Şerraf ve ben, o an için yetecek kadar yiyecek ve yakıt ararken, köleler bizi ısıtmak için palmiye kaburgalarından bir ateş yaktılar. Haberciler, hala her yandan ani saldırı hakkındaki kötü haberlerle geliyorlardı ve kamp, panik olmaktan çok uzak değildi. Bu yüzden Faysal, kısmen tepelerde bir yere yağmur yağarsa ıslanacağımızdan ve kısmen de adamların zihinlerini meşgul edip huzursuzluklarını gidermek için başka bir yere geçmeye karar verdi.
Davullar çalmaya başlayınca, develer aceleyle yüklendi. İkinci bir işaretten sonra, herkes develerine atlayıp Faysal’ın kısrağı ile geçmesi için dar bir geçit bırakarak sağa veya sola çekildiler. Faysal’ın bir adım gerisinden Şerraf ve onun ardından, şahine benzer yüzünü, şakaklarından aşağı dökülen uzun parlak siyah saç örgülerinin sardığı, Necit bölgesinden harika vahşi bir adam, standart eşyaların taşıyıcısı olan Ali geliyordu. Ali, gösterişli bir şekilde giyinmiş ve uzun bir deveye biniyordu. Onun arkasından bütün şerifler, şeyhler ve köleler takımı ile ben, dağınık bir şekilde ilerliyorduk. O sabah koruma olarak sekiz yüz kadar insan vardı.
Sf: 133
Bölüm 19
Burada iki gün kaldık ve zamanımın çoğunu Faysal’a eşlik ederek geçirdim. Böylece, adamlarının moralleri gelen bozgun haberleri ve Kuzey Harblerin ayrılmasından dolayı ağır bir şekilde bozulduğu için bu ilginç dönemde, onun yöntemleri hakkında daha derin bir gözlem yapma fırsatını elde etmiş oldum. Kayıp ruhları kazanmak için mücadele eden Faysal, ulaşabileceği herkese kendi cesaretini vererek şüphesiz elinden gelen her şeyi yaptı. Çadırın dışında ayakta duran ve işaret bekleyen herkes, yanına girebilirdi. Kısa rica ve dilekleri dinlemeye hiç ara vermedi, hatta adamlar karanlıkta koro halinde gelip, etrafımızda birçok kıtadan oluşan kederli şarkılarını söyledikleri zaman bile kesmedi. Her zaman dinlerdi ve bir davayı kendisi halledemeyecekse kendi adına çözüme kavuşturmaları için Şerraf veya Faiz’i çağırırdı. Bu aşırı sabır, benim için Arabistan’ da başkanlığın ne anlama geldiğine ilişkin önemli bir ders sayılırdı. Kendine hakimiyeti de aynı oranda büyüktü. Bozguna uğramalarının utanç verici öyküsünü anlatmak için Zeyd’ den gelen baş misafirleri, Merzuk el Tiheymi, içeri girince Faysal, felaketin asıl sorumlusu olarak, düşüncesizlikleri nedeniyle Harb ve Ageyl şeyhlerini gördüğünden herkesin içinde ona sadece güldü ve beklemesi için bir kenara gönderdi. Bunu veya şunu yaptıklarından, böyle zararlara yol açtıklarından veya o kadar çok kaybettiklerinden dolayı onlara takılarak, tatlı bir şekilde dalga geçerdi. Daha sonra, Merzuk’u geri çağırdı ve çadırın kapı örtüsünü indirdi. Bu, yapılacak özel bir iş olduğunu gösteriyordu. Faysal isminin anlamını düşündüm (darbeyi indirirken parıldayan kılıç) ve böyle bir sahneden korktum ama halısında Merzuk’a yer verdi ve “Gel! Bize gecelerinizden ve savaşın mucizelerinden bahset. Eğlendir bizi … ” dedi.
Sf: 134
Faysal’ın konuşmasında, zengin müzikal bir ses vardı ve bunu, dikkatli bir şekilde adamları üzerinde kullanıyordu. Onlarla kabilesine özgü bir ağızla konuşurdu ama meraklı, duraksamalı bir tarzı vardı. Sanki kelime grupları arasından içlerine bakarak, tam kelimeyi seçecekmiş gibi sıkıcı bir şekilde duraksayarak konuşurdu. Belki de sadece düşünceleri konuşmasından biraz daha önde gidiyordu, çünkü en sonunda seçtiği kelime grupları, genellikle duygulu ve samimi bir etki yaratan, en basit gruplar oluyordu. Sözcüklerden oluşan perde öylesine inceydi ki, parıldayan saf ve cesur ruhunu görmek olanaklı gibiydi.
Sf: 135
Bir saat veya daha uzun bir süre sonra, Faysal’ın uyuyan çadırının kapı örtüsü geriye doğru fırlatılır ve çadırdakilerden ziyaretçilere davet gelirdi. Dört ya da beş kişi hazır bulunurdu. Sabah haberlerinden sonra, bir kahvaltı tepsisi getirilirdi. Tepsideki başlıca ürün, Yenbu Vadisi’nden getirilen hurmalar olurdu. Ara sıra Faysal’ın büyükannesi, Mekke’ den ona bir kutu meşhur baharatlı keklerinden gönderirdi ve bazen Hecris, muhafız köle, kendi ürünü olan garip bisküviler ve tahıl ürünleri verirdi. Kahvaltıdan sonra Faysal, katiplerine mektuplarını yazdırmakla meşgul olurken biz, sırayla bir acı kahve veya tatlı çay içerek oyalanırdık. Katiplerden biri, maceraya düşkün bir adam olan Faiz el Hüseyn’ di ve diğeri, semerinin bağında asılı duran kocaman şemsiyesiyle ordu içinde dikkatleri çeken, kederli bir yüzü olan İmam’ dı. Bu saatte, ara sıra bir adam özel olarak huzura kabul edilirdi ama bu çok sık olmazdı. Çünkü uyku çadırı, kesinlikle Şerifin kendi kullanımına ayrılmıştı. Bu, alelade çan biçiminde bir çadırdı. Çadırın içi sigaralar, bir kamp yatağı, oldukça iyi bir Kürt halısı, Şiraz işi fakir bir kitaplık ve üzerinde dua ettiği harika bir Baluş namaz seccadesi ile donatılmıştı.
Hecris ve Salim, üzerinde koşulların izin verdiği kadar çok tabak olan bir öğle yemeği tepsisi getirirlerdi. Faysal, çok aşırı sigara içiyor ama çok hafif yemek yiyordu. Bizim yeterince yediğimize hükmedinceye kadar parmaklarıyla veya bir kaşıkla fasulye, mercimek, ıspanak, pilav ve tatlı keklerin arasında dolaşarak, yalancıktan yemek yer gibi yapar ve sonra bir el işaretiyle tepsi ortadan kaldırılır ve diğer köleler ellerimize su dökmek için çadır kapısına gelirlerdi. Muhammed İbn Şefia gibi şişman adamlar, Emir’in hızlı ve nefis yemeklerinin ardından komik bir şekilde kederlenirler ve ayrıldıktan sonra, kendileri için hazırladıkları yiyeceklerden atıştırırlardı. Öğle yemeğinden sonra, iki fincan kahveyi yudumlayıp tam iki bardak dolusu, yeşil çaya benzer bir şurubun tadını çıkarırken biraz sohbet ederdik. Öğleden sonra saat ikiye kadar oturma çadırının perdesi, Faysal’ın uyuduğunu, okuduğunu veya özel bir işle meşgul olduğunu göstermek amacıyla kapalı kalırdı. Daha sonra, yeniden onunla görüşmek isteyen herkesle işlerini tamamlayıncaya kadar kabul çadırında otururdu. Bir Arabın, ondan hoşnutsuz veya incinmiş ayrıldığını hiç görmedim. Onun inceliğine ve hafızasına saygı duyuyorlardı. Çünkü o, asla, ne bir gerçeğin kaybedilmesi uğruna duraksayacak ne de bir akrabası için dili sürçecek gibi görünüyordu.
Sf: 136
Faysal, geç saatlere kadar uyumazdı ve gidişimizi çabuklaştırmak için asla bir istekte bulunmazdı. Akşamları, mümkün olduğu kadar çok dinlenir ve sakınabileceği işlerden uzak dururdu.
Faysal, Arap şiirinin tutkulu bir hayranıydı. Sık sık ezberden şiir okunmasını teşvik ederek, gecenin en iyi şiirlerine karar verip ödüllendirirdi. Çok nadiren, bir eskrimcinin düşünmeksizin yaptığı hamlelerin doğrudanlığı ve parlaklığıyla satranç oynardı. Ara sıra, belki de benim yararıma, Suriye’ de gördüklerine ilişkin öyküler, Ti.irk gizli tarihine ilişkin parçalar ve aile sorunlarını anlatırdı. Onun dudaklarından Hicaz’ da varolan insanlar ve gruplar hakkında çok şey öğrendim.
Sf: 137
Bölüm 20
Faysal birdenbire bana, kampta kendisi gibi Arap kıyafetleri giyip giymeyeceğimi sordu. Bana kalırsa rahat bir giysi olduğundan, gerektiği gibi Arap adetlerini yaşamak için bunu uygun bulurdum. Ayrıca, kabile üyeleri beni nasıl kabul etmeleri gerektiğini o zaman anlayacaklardı. Geçmiş deneyimlerinde, haki üniforma giyenler sadece Türk subaylarıydı. Bu, onlarda içgüdüsel bir savunmaya yol açıyordu. Mekke kıyafetleri giyersem gerçekten de bana liderlerinden biriymişim gibi davranacaklardı. Faysal’ın her seferinde yabancılara açıklamak zorunda kaldığı gibi bir merak uyandırmaksızın çadırına sessizce girip çıkabilecektim.
Hemen, memnuniyetle kabul ettim. Çünkü ordu üniforması, deveye binerken veya yere otururken berbat oluyordu ve savaştan önce kullanmayı öğrendiğim Arap eşyaları, çölde daha temiz ve daha uygundu. Hecris de memnun kaldı ve geçenlerde Faysal’a Mekke’deki büyük halası tarafından gönderilen (Bu bir ima mıydı?) harika beyaz ipekten yapılmış, altın işlemeli nikah elbiselerini bana uydurmaya çalışarak beğenisini gösterdi. Giysilerin serbestliğine kendimi alıştırmak için Mübarek ve Bruka’nın palmiye bahçeleri civarında gezintiye çıktım.
Sf: 140
“Ya savaş sürerken neden arkamızdaki kamp alanına çekildiniz?” diye sordu, Faysal. “Sadece kendimize bir fincan kahve yapmak için!” dedi Abdülkerim. “Gün doğumundan itibaren savaşmıştık ve hava kararmıştı. Çok yorgunduk ve susamıştık.” Faysal’la ben, arkaya yaslanıp gülmeye başladık. Daha sonra şehri korumak için ne yapılabileceğini görüşmeye başladık.
Sf: 149
Şerif, yaklaştığı zaman dağınık bir halde sıraya geçip, birlikte kavis oluştururlar ve silahlarının dirseklerini dudaklarına götürürlerdi. Bu, resmi bir selamlama biçimiydi. Tüfeklerini yağlamazlardı. Kumun silahlarını tıkayacağından korktukları için böyle yaptıklarını söylüyorlardı, üstelik yağları da yoktu ve dış kaplamalarında rüzgarın bıraktığı tozları yumuşatmak için ovulması daha iyiydi. Ama tüfekler uygun bir şekilde korunuyorlardı ve sahiplerinden bazıları, uzun mesafelere atış yapabiliyorlardı.
Bir kitle olarak ne ortak bir ruhları, ne disiplinleri ne de karşılıklı güvenleri olduğundan korkutucu değillerdi. Bin kişi, eğitimli bir Türk bölüğü karşısında etkisiz bir ayak takımıydı. Ancak, tepelerde üç veya dört Arap, bir düzine Türk’ü durdurabilirdi. Napoleon, Memlüklerin bu özelliğini fark ermişti.
Arapların anılarındaki en büyük harekat olacaktı. Gelecekte, arkamızda yer alacak kabileler arasında mücadelemizin ortasında, aile politikalarıyla bizi felce uğratacak aptalca ihanet ve kıskançlıklar olmasın diye dünyalarının gerçekten değiştiği duygusuna kapılanlara isterlerse evlerine dönmelerine izin verecektik.
Sf: 150
Tam görüş sağlayamıyorduk, bu yüzden tepelerinden mermi yağdırmakla yetindik. Bir Türk kalabalığı, kendilerini çadırların dışına domuzlar gibi siperlere attı. Çok hızlı hareket eden hedeflerdi ve muhtemelen çok az zarar gördüler. Karşılığında her yönden hızla ateş açtılar ve sanki Hamra’ daki güçlerine çıkıp yardıma gelmeleri için işaret verir gibi dehşet verici bir gürültü yarattılar. Düşman takviye birlikleri bizim geri çekilmemizi engelleyebilirlerdi… Bu yüzden, yavaş yavaş sürünerek geri çekildik ve birinci vadiye varıncaya kadar koşarak ilerledik. Orada sabah talimi yapan iki Türk’ün üzerine çullandık ve elbiselerini çıkarttık. Lime limeydiler ama yine de görülmeye değerdi. Onları yanımızda eve doğru sürükledik. Yerdikleri haberler oldukça işimize yaradı.
Sf: 152
Taşların arasından küçük bitkilerin yaprakları (tek, düz ve ince) boyatıyordu. Bir adam semerinden eğilip aşağıya doğru baktığında, yeryüzünde yeni bir renk göremezdi. Ama ileriye doğru bakıp gözüyle karşıdaki bayırı düz açıyla alırsa arduvaz mavisi ve kahverengi kızıl kayaların üzerinde yer yer, soluk yeşil canlı bir pus tabakasını fark ederdi. Uygun yerlerde çalılar güçlü bir şekilde büyümüştü ve hamarat develerimiz, onları atlayarak ilerlemekte başarı gösteriyorlardı.
Sf: 154
Faysal, Necit Emiri’nden babasına bir hediye olarak gelen yarış devesini, bana vermişti. Bindiğim en güzel ve en sert hayvandı. Daha sonra bu deve, aşırı çalışmaktan, uyuzdan ve Akabe yollarında zorunlu ihmalden dolayı öldü.
Sf: 159
Şefik, ona takılarak, ‘İsyanın rahat olacağını mı bekliyordun?’ dedi ve tavırlarındaki soluk sefalete rağmen bizi memnun etti. Zorluklar karşısında basmakalıp bir nükte bile tüm akıl dünyasından daha etkili olurdu.
Sf: 167
Develerimizden indik ve gerindik, denize karşı yenilecek akşam yemeğinden önce, oturduk veya yürüyüş yaptık. Yüzlerce kişi, denize girip yüzdü. Balık gibi çıplak, su sıçratan, haykıran, yeryüzünün tüm renklerine sahip kalabalık bir insan yığını vardı.
O öğleden sonra bir Cüheyne, Faysal için bir ceylan avladığından akşam yemeğini sabırsızlıkla bekliyorduk. Ceylan etini, çölde yediğimiz herhangi bir şeyden çok daha iyi bulduk. Çünkü bu hayvan, toprak çorak ve su çukurları kuru olmasına rağmen, her zaman dolgun sulu bir vücuda sahipmiş gibi görünüyordu.
Sf: 169
Araplar, bana, askerlerin yemeğini yemeden, elbiselerini giymeden, onlarla aynı düzeyde yaşamadan ve yine de kendilerinden daha iyi görünmeden (Aynı ben) hiçbir adamın, kendilerinin liderleri olamayacağını da öğrettiler.
Sf: 173
Nasır, çok güzel bir izlenim bıraktı. Onun hakkında çok şey duymuştuk ve ondan çok şey bekliyorduk. Faysal hareketinin müjdecisi, yolları açan kişiydi. Medine’ de ilk ateşi açan ve Türklerin ateşkes istedikleri gün Halep’in karşısındaki Muslimieh’te son kez ateş eden de oydu. Başından sonuna kadar onun hakkında anlatılan her şey, iyiydi.
Sf: 174
Faysal, öfkelendi ve böyle bir zayıf adamın anlama yeteneksizliğine isyan etti. Nasır, “Balık yediğinden dolayı, böyle. Balık, kafayı büyütüyor ve bu davranışlara yol açıyor!” diye iddia etti.
Sf: 175
Cüheynelerin enerjik adamları, sel gibi akıp develeri yakalayıp bağladılar. Faysal, öfkelendi ve onlara durmaları için bağırdı ama onu duyamayacak kadar heyecanlıydılar. Tüfeğini kavrayıp en yakındaki adama ateş etti, adam korkuyla semerinden yuvarlandı ve böylece diğerleri de ne yaptıklarına baktılar. Faysal, adamları kendi huzurunda yargıladı, deve sopasıyla liderlerinin sağına soluna vurdu ve çalınan develerle hesap tam olarak tutuncaya kadar, hırsızların develerine el konuldu. Daha sonra hayvanları Billili sahiplerine kendi elleriyle teslim etti. Böyle yapmasaydı sabah, müttefikimiz olmalarını beklediğimiz Billilerle yapılacak özel bir savaşta Cüheynelere katılmış ve Vech ‘den öteye uzanmamızı önlemiş olurdu. Başarımız, böyle önemsiz şeylere bağlıydı.
Sf: 184
Faysal’ın adamlarının, kötü bir aracın iyi bir aracın üstesinden gelmesini sağlayacak teknik mükemmeliyetleri yoktu. Sadece sayı ve hareketlilik bakımından sahip oldukları üstünlüklerden yararlanmak zorundaydı ve donatımları geliştirilmedikçe, bu cephe uzamasının nerede son bulacağını kimse söyleyemezdi!
Sf: 186
Faysal, içeride, gece ve gündüz kendi devlet işleriyle uğraşıyordu. Bu yüzden, aramadan pek az kişi ona yardım edebilirdi. Dışarıdaki kalabalık, gösteriler, zevk için havaya ateş etmeler ve zafer yürüyüşleri ile bizi meşgul edip oyalıyordu. Bu arada kazalar da oluyordu. Bir keresinde Boyle’un şehri ele geçirmesi döneminden hatıra kalan patlamamış bir mermiyi, bir deniz uçağı bombasını çadırımızın arkasında oynarken patlattılar. Patlama sırasında adamların kol ve bacakları, çadır bezleri üzerinde kırmızı kan lekeleri bırakarak etrafa saçıldı. Lekeler, hemen donuk kahverengiye dönüştü ve sonra da soldu. Faysal, çadırları değiştirtip kanlı çadırların yok edilmesini emretti. Tutumlu köleler, onları yıkadılar. Başka bir gün bir çadır ateş aldı ve ziyaretçilerimizden üçü, kısmen kızardılar. Bütün kamp, çadırın etrafına coplanıp yangın sönene kadar kahkahalar attı ve daha sonra mahcup bir şekilde adamların yaralarıyla ilgilendik. Üçüncü gün, bir kısrak, zevk için atılan bir merminin isabet etmesiyle yaralandı ve birçok çadır, mermilerle delindi.
Sf: 191
Faysal, siyaset gereği neşesini dışarıya vurmayıp kontrol ediyordu ve ciddiyetle ona kan düşmanları olan Cazi Hoveilat’ı takdim etti. İbn Zaal, onları mesafeli olarak kabul etti. Daha sonra, onunla büyük özel sohbetler düzenledik ve sonra zengin hediyeler ve daha zengin vaatlerde bulunarak gitmesine izin verdik. Yanında Faysal’ın Avda’ya gönderdiği, yüz yüze Vech’ de görüşünceye kadar zihninin rahat etmeyeceğini bildiren mesajını da götürdü.
Faysal, yeni taraftarlara törenle, elleri arasında tuttuğu Kuran’la yemin ettiriyordu: ‘O beklerken bekleyeceğime, o yürürken yürüyeceğime, hiçbir Türk’e boyun eğmeyeceğime, Arapça konuşan herkesle (ister Bağdatlı, ister Halepli, ister Suriyeli ya da isterse saf kan olsun) nezaketle ilişki kuracağıma ve bağımsızlığı, hayatımın, ailemin ve malların üzerinde tutacağıma ant içerim.’
Sf: 197
Vücudum, baş ağrısı ve yüksek ateş nedeniyle çok berbattı. Bütün bunlara, yol boyunca beni sıkıntıya sokan keskin bir dizanteri krizi de eklendi ve o gün iki kez kısa bayılma nöbeti geçirip yere serildim. Tırmanmanın daha güç kısımları, benim gücümden çok daha fazlasını talep ediyordu. Dizanterinin bu Arabistan sahillerinde görülen çeşidi, bir çekiç darbesi gibi inerdi ve kurbanını birkaç saat ezerdi. Aşırı etkileri geçip gittikten sonra insanı acayip yorgun bırakıyordu ve söz konusu kişinin birkaç hafta içinde, sinirleri aniden çöküyordu.
Beni izleyen adamlar, bütün gün kavga ediyorlardı ve kayaların yakınında yatarken bir el ateş edildi. Vadide tavşan ve kuşlar olduğundan aldırış etmedim. Ama kısa bir süre sonra Süleyman, beni uyandırdı ve vadinin karşısında kayalıklar arasında yer alan başka bir girintiye kadar onu izledim. Bir Boreida adamı, Ageyllerden biri, şakaklarında bir kurşunla taşların üzerinde ölü yatıyordu. Mermi yakından ateşlenmiş olmalıydı, çünkü yaranın olduğu yerde deri yanmıştı. Geride kalan Ageyller sağa sola koşuşturuyorlardı. Başlarındaki Ali’ye ne olduğunu sorduğumda, bir Faslı olan Hamid’in cinayet işlediğini söyledi. Ben, Yenbu ile Vech arasında tamamen yanıp sona eren Atbanlar ve Ageyller arasındaki kan davasından dolayı Süleyman’ dan şüphelenmiştim. Ama Ali, ateş edildiği sırada Süleyman’ın vadide üç yüz yarda yukarıda, yanında çalı çırpı topladığı konusunda beni inandırdı. Herkesi Hamid’i aramaya gönderip bu olayın bütün günler içinde bugün, ağrıdan kıvrandığım sırada olması gerekmezdi diye düşünerek yüklerin olduğu yere sürünerek gittim.
Orada uzanırken bir hışırtı duydum ve gözlerimi yavaşça açınca, Hamid’i arkası dönük, hemen kayanın ötesinde duran semer çantasına eğilmiş olarak gördüm. Tabancamı ona doğrulttum ve sonra konuştum. Koşum takımlarını kaldırmak için tüfeğini bırakmıştı ve diğerleri gelinceye kadar kaderi benim elimdeydi. Hemen bir mahkeme topladık ve bir süre sonra Hamid itiraf etti. Salim ile atışmışlar, öfkelenmiş ve birden onu vurmuştu. Soruşturmamız sona ermişti. Ageyller, ölü adamın akrabaları olarak kana kan istediler. Diğerleri onu desteklediler. Boş yere Ali ile nazikçe konuşmaya çalıştım. Ateşten başım çatlıyor ve düşünemiyordum. Ama sağlık durumuma rağmen, zorlukla tüm konuşma yeteneğimi kullanarak, Salim’in dost bir adam ve bu ani cinayetin, önü arkası düşünülmeden işlenmiş bir suç olduğundan, Hamid’in mazur görülmesini rica ettim.
Sf: 198
O zaman, ücretle çalışan bir cellat gibi onu cezalandırmaya gerek görmezsek uygar bir adamı vebadan kaçırır gibi adaletten sakınmasını sağlamış olacağımız korkusu boy attı. Ordumuzda başka Faslılar da vardı ve kan davasında Ageyllerin birini öldürmelerine izin vermek, birliğimizi tehlikeye düşürecek misillemelere neden olabilirdi. Resmi bir infaz olması gerekiyordu ve sonunda, çaresiz cezalandırmak için Hamid’e ölmesi gerektiğini söyledim ve onu öldürme sorumluluğunu ben yüklendim. Kan davası konusu olarak belki beni hesaba katmazlardı. En azından beni izleyenlere karşı herhangi bir öç alma hareketi olmayacaktı, ben ise yabancı ve ailesiz biriydim.
Ağaçlarla kaplı, nemli, alacakaranlık bir yerde dürterek onu bir hendeğe soktum. Son yağmurdan kalan su birikintileri kayalardan aşağı sızıp hendeğin kumlu yatağına damlıyordu. Sonunda hendek birkaç inç genişliğinde bir çatlak haline gelinceye kadar daralıyordu. Duvarları dikeydi. Girişte durdum ve yerde ağlayarak zaman geçirmesi için ona biraz süre tanıdım. Daha sonra onu doğrultup göğsüne doğru ateş ettim. Feryat ederek yabani otların üzerine düştü, kan elbiselerinden fışkırarak çıkıyordu ve bulunduğum yere yuvarlanıncaya kadar sarsıla sarsıla geldi. Yeniden ateş ettim ama silahı öyle titrettim ki, sadece bileği kırıldı. Daha düşük bir sesle haykırmaya devam ediyordu, şimdi ayakları bana yönelik sırt üstü yatıyordu. Eğildim ve çenesinin altından boynunun kalın yerine son kez ateş ettim. Vücudu bir süre çırpındı ve Ageylleri çağırdım. Onu düştüğü yere, hendeğe gömdüler. Daha sonra, uykusuz gecede, şafak öncesine kadar saatler bir türlü geçmek bilmedi, Kitan Vadisi’nden bir an önce kurtulmaya can atarak, adamları uyandırıp develeri yüklettim. Beni semerime çıkartıp oturtmak zorunda kaldılar.
Sf: 200
Develer, aşağı yukarı on altı inç yüksekliğinde, kümeler halin de yetişen arduvaz yeşili sapları olan bu otlardan hoşlanıyordu. Adamlar, onları sürüp önümde yatırıncaya kadar bol miktarda yiyorlardı. Böylesi anlarda onlardan nefret ediyordum çünkü çok fazla yiyecek onların nefeslerini pis pis kokutuyordu. Uzun uzun çiğneyip yuttukları her lokmanın ardından geğirerek, midelerinden yeni bir ağız dolusu lokma daha çıkartıyorlar ve yeşil bir salya dişlerinin kenarından sızıp, gevşek dudakları arasından geçerek, sarkık çenelerinden aşağıya damlayıncaya kadar çiğnemeye devam ediyorlardı.
Sf: 201
Bu açık alanlarda Bedevi çadırları kurulmuştu. Çadır sahipleri, bizim geldiğimizi görünce koştular ve konuksever bir zorlamayla dizginlerimizden tutup bizi içeri götürdüler.
Onların, Şeyh Fahad el Hansa ve adamları olduğu ortaya çıktı. Şeyh Fahad el Hansa bizimle bir likte Vech’e yürüyen ve o büyük olayda, Gariand’ın ilk otomatik mayınını, Toveria İstasyonu yakınlarında asker taşıyan bir trenin altına başarıya yerleştirdiği sırada yanında bulunan yaşlı ve geveze bir savaşçıydı.
Çadırın dışında, sessizce dinlenmeme izin vermedi ama çöl adamlarına özgü bir düşüncesizlikle beni, kendi aşağılık adamları arasında talihsiz bir yere yerleştirdi. Orada, bana Avrupa, kendi kabilem, İngiliz deve çayırları, Hicaz’daki savaş ve diğer savaşlar, Mısır ve Şam, Faysal’ın nasıl olduğu, neden Abdullah’ı aradığımız ve kalpleri ve elleriyle benim imana gelmemi bekledikleri halde neden inatla Hıristiyan kaldığım hakkında sorular yöneltirlerken, durmadan kase kase ishal yapıcı deve sütünden içirdiler.
Sf: 203
Neredeyse hedefimize varmak üzere oluşumuza seviniyordum çünkü ateşim, çok yükselmişti. Belki gerçekten hasta olurum diye korkuyordum ve böyle bir durumda iyi niyetli kabile üyelerinin eline düşme olasılığı, hoş değildi. Her hastalığa karşı onların tedavi yöntemi, etkilenen kısmı iyileştireceğine inandıkları birkaç noktada, hastanın bedenindeki çukur yerleri yakmaktı. Böyle olduğuna inananlar için bu, dayanılabilir bir tedaviydi fakat inanmayanlar için tam bir işkenceydi. İstemeyerek bile olsa, böyle bir tedaviye uğramak aptalca olurdu ama kesinlikle, midelerinin iyi hazmetmesi kadar bencil olan Araplar, iyi niyetlerinden dolayı, asla hasta bir adamın karşı çıkışlarına kulak asmayacaklardı.
Sf: 204
Daha önce ifade ettiğim gibi maalesef çok istediğim ama deneyimsiz olduğum bir mücadelenin başındaydım. Oxford merakıyla şöyle böyle okuduğum askeri kuram beni geçmişe, Napoleon’ dan. Clausewitz’e ve okuluna, Caemmerer ve Moltke’ye ve sonra Fransızlara götürdü. Bunların hepsi tek taraflı gibi görünüyordu ve Jomini ile Willisen’e baktıktan sonra Saxe ve Guibert’te XVIII. yüzyılda daha geniş ilkeler buldum. Bununla birlikte Clausewitz, entelektüel olarak hepsinden daha üstündü ve kitabı, öylesine mantıklı ve büyüleyiciydi ki, farkında olmaksızın onun kesinliğini kabul etmiştim. Ta ki, Kuhne ile Foch ‘un bir karşılaştırması beni askerlerden nef ret ettirip, onların yarı resmi zaferlerinden bezdirinceye kadar bu böyle gitti ve anık, tüm bunların ışığında eleştirel olmaya başladım. Durum ne olursa olsun, benim ilgim soyunu ve teoriyle, özellikle de metafizik yönü bakımından, savaşın felsefesiyle ilgileniyordum.
Sf: 205
Kitaplar, tek bir savaş sürecinde düşmanın silahlı güçlerinin yok edilmesinden bahsediyorlardı. Zafer, ancak kanla kazanılabilirdi. Bunu, bizim için söylemek zordu. Arapların düzenli güçleri olmadığından bir Türk Foch’unun*(Ferinand Foch, bir Fransız mareşali.)bir hedefi olamazdı. Araplar, kayıp vermeye dayanamazdı. Bizim Clausewitz, zaferi nasıl kazanabilecekti? Yon der Goltz, düşmanı yok etmek gerekmediğini, ancak cesaretinin kırılması gerektiğini söyleyerek daha derine inmiş görünüyordu.
Sf: 207
Bir adam ne kadar kendi çocuklarını severse sevsin ya da başka insanlar zaten ne kadar çok çocuk yapmış olurlarsa olsunlar, gelecek nesiller için çalışmak gerçekten soğuk bir şeydi.
Sf: 208
Rahat bir yerdi … Konforlu bir şekilde donatılmış ve zemin Rabih’ de Hüseyin Mabeirig’in evinden alınma anilin boyalı ganimetlerle, gıcırtılı ses çıkaran halılarla kaplanmıştı. Abdullah, günün büyük bir bölümünü çadırda arkadaşlarıyla gülüp eğlenerek ve saray soytarısı olan Muhammed Hasan’la oyun oynayarak geçiriyordu.
Sf: 209
Türkler aptaldı ve onların arkasında duran Almanlar da dogmatikti. İsyanın savaş gibi mutlak bir şey olduğuna inanıyorlar ve sorunu, savaşla analoji kurarak ele alıyorlardı. İnsanla ilgili konularda analoji, her ne olursa olsun, boş bir laftı ve isyana göre savaş, bıçakla çorba içmek gibi karmakarışık ve yavaştı.
Sf: 210
En büyük komutan, sezgileri en isabetli bir şekilde gerçek olan insanlardı. Taktiklerin onda dokuzu, okullarda öğretilebilecek kadar kesindi ama akla aykırı gelen onuncusu, suya birden dalıp çıkan yalıçapkını gibiydi ve generallerin sınavı, buradan geçiyordu. Krizde bir refleks gibi doğal olarak ortaya çıkmalıydı.
Türkiye’de eşyalar az bulunur ve değerliydiler, insanlara donatımdan daha az önem verilirdi. Bizim hedefimiz, Türk ordusunu değil ama onun malzemelerini yok etmeye yönelikti. Bir Türk köprüsünün ya da demiryolunun, makine, top ya da bir yüksek patlayıcı yükünün tahrip edilmesi, bizim için bir Türk’ün öldürülmesinden çok daha yararlıydı. Arap ordusunda şu an biz, hem malzemeyi hem de adamları gözümüz gibi koruyorduk. Hükümetler, insanları sadece kitleler olarak görüyorlardı ama bizim adamlarımız, düzensiz güçler olarak, bir oluşum değillerdi ama bireylerdi. Bir bireyin ölümü, suya düşen bir çakıl gibi bir çukur ama küçük bir çukur oluşturur, oradan keder halkaları genişlerdi. Biz, kayıplara katlanamazdık.
Sf: 211
Moral, eğer bilgi üzerine inşa ediliyorsa, bilgisizlikten dolayı da bozulabilirdi.
Sf: 212
Bizim, maddi olarak kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktu, bu yüzden en iyi çizgi, hiçbir şeyi savunmamak ve hiçbir şeye ateş etmemekti. Kartlar, hız ve zamandı, asla bir güce vurmak değildi. Konserve sığır etinin keşfi bize, barutun keşfinden çok daha yararlı olmuştur. Ancak bize, taktik bir güçten çok stratejik bir güç sağlamıştır. Çünkü Arabistan’da mesafe, güçten ve alanın büyüklüğü, orduların gücünden daha önemliydi.
Sf: 213
Sivillere, özgürlük ideali uğruna ölmeyi öğrettiğimiz zaman bir eyaleti kazanabilirdik.
Sf: 217
Çobanlar, ayrı bir sınıftı. Sıradan bir Arap için aile ocağı, yaşamlarının geçtiği ve en iyi konuşmaları, kabile haberlerini, şiirleri, tarihleri, aşk öykülerini, davaları ve pazarlıkları duydukları bir üniversiteydi. Aile meclislerinde, böyle sürekli paylaşım yoluyla herhangi bir toplantıda onurla oturabilen ve dokunaklı bir sözle asla şaşırmayan söz ustaları, tartışmacı ve hatipler olarak büyüyüp gelişirlerdi. Çobanlar, bütün bunlardan yoksundu. Çocukluklarından itibaren her mevsim ve havada, gece ve gündüz kendilerini tepelere götüren ve kendilerini yalnızlığa ve zalim bir arkadaşlığa mahkum eden çağrıları izlemişlerdi. Kırlarda, doğanın kuru kemikleri arasında insanlık ve insanlık sorunlarından habersiz olarak, doğal bir şekilde büyümüşlerdi. Alelade bir konuşmayı, akıllı bir şekilde yürütemezler, ama bitkiler, vahşi hayvanlar ve kendi keçi ve kuzuları hakkında çok şey bilirlerdi. Başlıca gıdaları, hayvanlarının sütüydü. İnsanlığa karşı küsmüşlerdi. Onların (içlerinden) bazıları, insandan çok hayvana benzemiş, sürülere musallat olup, daha meşru muhabbetler haricinde yetişkin insan arzularının tatminini onlarda bularak, tehlikeli bir şekilde vahşileşmişlerdi.
Sf: 220
Bu esnada istasyondaki odunlar, çadırlar ve yük vagonları yanıyordu ve duman, ateş etmemizi engelleyecek kadar yoğunlaşmıştı. Bu nedenle çatışmayı kestik. Otuz esir, bir kısrak, iki deve ve biraz da koyun ele geçirmiştik. Bizden sadece bir kişinin hafifçe yaralanması pahasına garnizondan yetmiş kişiyi öldürmüş ya da yaralamıştık. Trafik, üç günlük tamir işleri ve araştırma için kesilmişti. Bu yüzden tamamen başarısız sayılmazdık.
Sf: 223
Bu fırtına, on sekiz dakika sürdü ve daha sonra, geldiği gibi birdenbire üzerimizden çekilip gitti. Grubumuz, bir mil kare ya da daha geniş bir alana dağılmıştı. Daha bir araya toplanamadan, elbiselerimiz ve develerimiz tepeden tırnağa kadar yoğun, sarı bir toza boğulmuş bir haldeyken, birden, sel gibi yağmur yağmaya başladı ve derimize kadar çamurlara bulandık. Vadi, su sesleriyle çağıldamaya başladı ve Dahilallah, vadiyi çabucak geçmek için bizi sıkıştırdı. Rüzgar, bir kez daha yön değiştirdi, bu defa kuzeye doğru esmeye başladı ve yağmur, rüzgarın önünde sürüklenerek sert bir serpinti tabakası olarak yağıyordu. Bir süre yün pelerinlerimizi dövüp gömleklerimizle birlikte vücudumuza uygun bir şekil verdi ve iliklerimize kadar donduk.
Sf: 229
İyi yerleştirilen bir mayının mutlaka patlayacağını ve mayını iyi bir şekilde yerleştirmenin, onu yapmayı keşfeden imalatçıların işinden bile zor olduğunu kanıtlamıştık.
Sf: 231
Bizim hala bir Kral’a sahip olmamızın bu Asya dünyasında, ne kadar rahat koşullarda İngiltere’nin tanınmasına yol açtığını yeniden fark ediyordum. Arabistan gibi, feodal şeflerin ve şeriflerin sahip olduğu türden eski ve suni toplumlar, bizimle ilişkiye girerken devletimizin en yüksek kademesinin yetenek ya da ihtirasın bir ödülü olmaması gibi bir kanıta bakarak, onurlu bir güvenlik duygusu buluyorlardı.
Zaman, Abdullah ‘ın karakterine ilişkin lehte olan ilk görüşümü yavaş yavaş zayıflattı.
Onun çekici gelen rastgele keyfi hareketleri, şimdi kapris kılığına bürünmüş zayıf bir tiranlık olarak görünüyordu. İyi niyeti, bir kapris; iyi mizacı, zevk düşkünlüğü haline gelmişti. Samimiyetsizlik mayası, vücudunun her bir teline yayılmıştı.
Sf: 233
Savaşta el üstünde tutulan bir adamdı. Başarıları, onu kabilelerin sevgilisi yapmıştı. Sırasıyla kendisini bir Bedevi, bir de Ateiba olarak tanıtıyor ve onların davranışlarını taklit ediyordu. Siyah saçlarını, yüzünün her iki yanından örerek bırakıyor, saçlarına yağ sürerek parlak tutuyor ve deve idrarıyla sık sık yıkayarak güçlendiriyordu. Bir Bedevi atasözüne uyarak, bit sirkelerine cesaret veriyordu. Çöl kafası, verimli olmayan bir zihniyet sergiliyordu. Karnı, sınırlayıp desteklemek için bel etrafına üç, dört kez sarılan ince deri, sırımlardan örülerek hazırlanmış bir kemer, brim, takıyordu. Harika at ve develeri vardı. Arabistan’ daki en iyi binici kabul ediliyordu ve herhangi bir kimseyle her an yarışmaya hazırdı.
Sf: 235
Abdullah, istediğim her şeyi yapmama izin verebilirdi, ancak kendisi bir şey yapmayacaktı. Oysa bana göre ayaklanmanın en büyük değeri, Arapların bizden yardım almaksızın kendi başlarına girişecekleri eylemlerde yatıyordu.
Sf: 237
Muhammed’in annesi, beni tanımak için kendisini yeterince yaşlı görüyordu. Beyaz tenime şaşarak, Hıristiyan kabilelerindeki kadınlar ve onların yaşam tarzları hakkında sorular sordu ve bana, berbat mavi gözlerimin, boş bir kafatasının göz deliklerinde parlayan gök gibi göründüğünü söyledi.
Yol kötüydü ve sonunda delikanlılardan biri, hayvanı taş kümeleri arasından eşkin sürmeye başladı. Deve kaydı ve delikanlı hayvanın üzerinden düşüp kolunu kırdı. Bu, bir talihsizlikti ama Muhammed, soğukkanlı bir şekilde adamın kolunu paçavra bezler ve deve kolonlarıyla bağladı ve gece Ugila’ya gitmeden önce, bir süre dinlenmesi için rahat bir şekilde bir ağacın altına bıraktı. Ais Vadisi’nde bir çadırda, daha önce önkolu eğri bir şekilde kaynamış olan bir genç görmüştüm. Bunu anlayınca, hançeriyle kendi kolunu kemiğe kadar kazıyıp soymuş ve kemiği yeniden kırıp düzeltmişti. Bu yaralı da orada sakince sineklere tahammül ederek yosun ve kille sarılarak iri görünen sol kolunun iyileşmesini bekliyordu.
Sf: 239
Bedeviler, garip insanlardı. Bir İngiliz’in deniz kadar derin ve engin bir sabrı yoksa onlarla birlikte bir süreliğine bile olsa kalması hiç de tatmin edici olmazdı. Zihinlerinde dayanma gücü olmadığından, arzularının mutlak köleleri olmuşlardı, kahve, süt ya da su ayyaşları, haşlanmış et oburları ve utanmaz tütün dilencileriydiler. Nadir cinsel ilişkilerinden önce ve sonra haftalarca hayal kuruyorlar ve olaylar arasında sıkışan günlerde, müstehcen öyküler anlatarak kendilerinin ve dinleyenlerin duygularını okşuyorlardı. Yaşam koşulları fırsat verseydi, düpedüz şehvet düşkünü olurlardı. Onların gücü, dayanılmaz isteğin ötesinde coğrafi olarak erkeklerin sahip olduğu güçtü. Arabistan’ın fakirliği, onları basit, ölçülü ve sabırlı yapmıştı. Uygar yaşama zorlanmış olsalardı, her hangi bir vahşi ırk gibi hastalıklara, adiliklere, lüks eşyalara, namussuzca yapılan işlere ve hilelere yenik düşecekler ve bunlardan koruyacak bir aşı olmadığından, vahşiler gibi aşırı acı çekeceklerdi.
Kendilerini kullanmak istediğimizden şüphelenselerdi ya katır gibi inatçı olurlar ya da çekip giderlerdi. Onları içimize alıp da zaman tanısaydık ve kendilerine çekici gelen şeyleri yaptırmak için zora soksaydık, o zaman, bizim zevkimiz için büyük sıkıntılara katlanırlardı. Başarıya ulaşılsın ya da ulaşılmasın, harcanan emeğe değdiğini hiç kimse söyleyemezdi.
Sf: 241
Faysal, ayağa fırlamıştı. Avda, Faysal’ın elini yakalayıp öptü. Bir ya da iki adım kenara çekilip birbirlerine baktılar. Birbirine benzemeyen harika bir çift, Arabistan’ da tipik olarak rastlanabilecek en iyi örnek bunlardı. Faysal, bir peygamber ve Avda, onun savaşçısıydı. Her biri kendi görevini mükemmel bir şekilde yerine getiriyor ve birbirlerine düşkünlük gösterip birbirlerini hemen anlayabiliyorlardı. Oturdular. Faysal bizi, teker teker tanıştırdı ve Avda, ölçülü bir sözcükle söylemek gerekirse, her kişiyi aklına yazıyormuş gibi inceledi.
Avda, bir kayanın üzerine bükerek koyduğu takma dişlerini bir taşla vurup parçalara ayırıyordu. “Unutmuşum, bunları bana Cemal Paşa vermişti. Neredeyse Efendimin ekmeğini Türk dişleriyle yiyecektim!” diye açıklamada bulundu. Maalesef kendisinin birkaç dişi vardı, bu yüzden bundan sonra çok sevdiği et yemeklerini zorlukla yiyecek ve yedikten sonra ağrı çekmek zorunda kalacaktı.
Sf: 242
Yüzyıllar önce Hoveitatlar, Hicaz’ dan çıkmışlar ve kendi göçebe klanlarının gerçekten Bedevi olmasıyla iftihar ediyorlardı. Misafirperverliği, rahatsızlık duyacak olan aç ruhlar haricinde herkesi kapsıyordu. Yüzlerce akının kazancına rağmen, cömertliği yüzünden her zaman fakir kalıyordu. Yirmi sekiz kez evlenmiş ve on üç kez yaralanmıştı. Kendi çıkardığı savaşlarda tüm kabile üyelerinin yaralandığını ve akrabalarının çoğunun öldürüldüğünü görmüştü. Savaşta kendi elleriyle yetmiş beş Arap öldürmüştü, savaş haricinde tek bir adam bile öldürmemişti. Öldürdüğü Türklerin sayısını ise hesaplayamıyordu. Onlar, kayıtlara geçmemişti. Yönetimi altındaki Tuveihalar, yapılacak iş ve yaşamları sürdüğü müddetçe kendilerini asla terk etmeyen bir üstünlük duygusu ve gözü pek bir cesaret geleneği ile çölün başta gelen savaşçıları olmuşlardı. Ama sayıları, otuz yıl içinde standart göçebe savaşları çıktıkça, iki binden beş yüze inmişti.
Avda, fırsat bulduğu kadar çok ve yapabildiği kadar geniş alanlara akınlar yapmıştı. Seferleri sırasında Halep, Basra, Vech ve Davasir Vadisi’ni görmüştü. Çölde hemen hemen her kabileyle düşmanlık yaratmaya dikkat etmişti, çünkü akın yapılacak uygun alanlar bulmalıydı. Soygunculuk döneminde, bir dereceye kadar öfkeli olduğu kadar dik kafalıydı da ve en çılgın kahramanlıklarını, ona yol gösteren bir olasılığın nesnel ipuçlarını, izleyerek kazanmıştı. Hareket halindeyken son derece sabırlıydı. “Öğüt alır ama kulak asmazdı. Eleştiri ya da küfürleri, çekiciliği kadar sürekli olan gülümsemesiyle karşılardı. Öfkelendiği zaman yüzünü kontrol edemez, şiddetle sarsılarak bir sinir krizine girerdi. Ancak öfkesi dindikten sonra sakinleşebilirdi. Böyle dönemlerde vahşi bir hayvan gibi olur ve adamları, yanından kaçarlardı. Dünyadaki hiçbir şey, onu fikrinden vazgeçiremez ve ne de onaylamadığı bir emre, bir şeyler yapmak adına itaat ederdi. Yüzü sertleştiği zaman, adamlarının duygularına hiç aldırış etmezdi.”
Sf: 243
Ancak, bütün bunlara rağmen ılımlı, bir çocuk kadar basit, doğrudan, dürüst, şefkatli ve en çok sıkıntıya soktuğu dostları tarafından bile içtenlikle sevilen bir adamdı.
Arap savaşı, coğrafya ile ilgili bir olaydı ve Türk ordusu ise sadece bir rastlantıydı. Amacımız, düşmanın en zayıf maddi hatlarını arayıp bulmak ve sonunda zaman onları tümüyle tüketinceye kadar sadece dayanmaktı.
Sf: 249
Şerif Nasır, fiziksel olarak henüz gençti ama değişken ve ölü ruhu, bedeninden daha çabuk yaşlanıyordu ve çoğumuzda olduğu gibi, bedeninden daha önce ölecekti.
Sf: 253
Yine de ona minnettar kalmıştık. Çünkü gereksiz iştahın köleleri olan bizlere kanaatkar olmanın bir örneğini sunmuştu.
Sf: 255
Başlangıçta Arapçam, Orta Fıratların (karmaşık bir biçime sahip olmayan) kabilesel ağızlarının egemenliği altındaydı ama şimdi Suriye’nin kitabi biçiminin yanı sıra öğrendiğim berrak Nejdi diyalektinin günlük ev yaşantısında kullanılan kelime ve kelime grupları ile kuzey kabilelerinin şiirleri ve Hicaz argosunun bir karışımı haline gelmişti. Dilde sağladığım akıcılığın dilbilgisi kurallarından yoksun oluşu, konuşmalarımı dinleyenlere sürekli maceralar yaşatıyordu. Grubumuza yeni katılanlar, okuma yazma bilmeyen, bilinmeyen bir bölgeden geldiğimi, bir atımlık çöp gibi terk edilmiş bir bölgenin konuşma tarzını kullandığımı sanıyorlardı.
Sf: 256
Yemekten sonra, battaniyelerimizi yine yüksek bir yere bağlayıp kendimize çatı yaptık ve öğleden sonraya kadar uzandık. Battaniyenin sabit olmayan gölgesi, huysuz bir şekilde bizden durmadan kaçıyor, ısıyla nemleniyor ve sinekler sürekli bizi ısırıyorlardı.
“Böyle insanlar, birleşmek için dışarıdan bir savaş çığlığına ya da bayrağına ihtiyaç duyuyorlardı ya da kendilerine önderlik edecek, üstünlüğünü, içgüdülerin kabul edebileceği ama aklın kabul ya da reddetmek için akılcı bir kıstas bulamayacağı, mantıksız, yadsınamaz, çelişkiler içeren bir fikre dayandıran bir yabancıya ihtiyaç duyuyorlardı.”
Sf: 257
Ama gösterdiğimiz tüm özene karşın zayıf olan iki devemizi kaybettik. Hoveitatlar, kırık ayaklarıyla yatan develeri, başlarından tutup semere doğru çekerek boyunlarını gerdikten sonra, keskin bir hançer darbesiyle göğüslerine yakın bir yerde boğaz atardamarlarını keserek hemen orada öldürdüler. Hayvanlar, anında kesilip parçalandı ve et olarak dağıtıldı.
Sf: 259
Eğlencemizin ortasında, gözlerinde acı ama dudaklarında sahte bir gülümseme olan beli bükülmüş iki kişi topallayarak geldi ve selam verdiler. Bunlar, aceleci Davud ile onun masum, düz bir yüze ve baş döndürücü gözlere sahip olan, güzel, yumuşak hatlı ve genç kız gibi görünen aşk arkadaşı Farraj’dı. Benim hizmetimde olduklarını söylediler. Onlara ihtiyacım yoktu ve dayak yedikten sonra deveye binemeyeceklerini ileri sürerek karşı çıktım. Şimdi devenin çıplak sırtına binerek geldiklerini söylediler. Hizmetçi kullanmaktan hoşlanmayan basit bir adam olduğumu söyledim. Davud, yüzünü başka bir yöne çevirdi, yenilmiş ve öfkelenmişti. Ama Farraj, bizim gibi adamların yardımcıları olması gerektiğini söyleyerek yalvardı. Minnettarlıklarını göstermek ve eşlik etmek için beni izleyeceklerdi. Daha sert olan Davud, isyan ederek doğruca Nasır’a gitti ve yalvarmak için diz çöktü. Onun tüm kadınsılığı istekliliğinde ortaya çıkmıştı. Sonunda Nasır’ın tavsiyesi ile ama esas olarak çok genç ve temiz göründüklerinden dolayı her ikisini de kabul ettim.
Sf: 262
Yürüyüşümüzün ortasında, demir yolundan gelen beş ya da altı biniciyi fark ettik. Ben, Avda ile birlikte grubun önündeydim ve tedbirli olarak tüfek tutan kollarımızı ani bir ateş için serbest tutarak, avantajlı olan tarafa çekilmemize rağmen çölde yabancıları karşılarken hissedilen o nefis heyecanı yaşadık. “Acaba onlar dost mu yoksa düşman mıydı?”
Sf: 263
Tepelerin çoraklığı, seferleri sırasında develeri aç bırakıyor ve Faysal’ın en iyi hayvanlarını sırayla tüketiyorlardı. Bu işte baş günahkar, Newcombe’ du. Çünkü yolculuklarını, hayvanları tırıs koşturarak yapıyordu. Aynı zamanda bir araştırmacı olarak geçtiği bölgede bulunan her yüksek tepeye bakmadan duramazdı. Ona eşlik edenler öfkelerini ya onu kendi yolunda yalnız bırakarak (Bir yol arkadaşını terk etmek, sürekli gözden düşmeyi kabul etmek anlamına geliyordu.) ya da onunla aynı hızı koruyarak kendi değerli ve yeri doldurulamayan develerini sakatlayarak çıkarıyorlardı.
Sf: 267
Uyuz ilacımız yoktu ve gerekli olmasına karşın çok az şey yapabiliyorduk. Bununla birlikte yağ sürerek ovmak hayvanımı biraz olsun rahatlatmıştı ve bu işlemi, Farraj ile Davud, grubumuzda yağ bulabildikleri her seferinde tekrarladılar. Bu iki çocuk, bana, büyük bir memnuniyet duygusu veriyordu. Arap uşak soyunun ortalamasından çok daha cesur ve neşeliydiler.
Ağrı ve sızıları yavaş yavaş geçtikçe kendilerini etkin insanlar, iyi biniciler ve canı gönülden çalışan emekçiler olarak gösteriyorlardı. Benim karşımdaki özgürlüklerinden hoşlanıyor ve dünyanın sayısız talebine karşılık, içgüdüsel olarak birbirlerini anlamalarına hayranlık duyuyordum.
Sf: 270
Doğan güneş, kusursuz düzeyde yaydığı ışığı ile tüm yaşamın, karmaşık bir yer sistemi oyununun ve hemen hemen hiç görülemeyen tepelerin uzun gölgelerini yere vurarak alçalan bu düzlüğü istila etmeye başlamıştı.
Sabah olmuştu. Bir gün ışığı nehri, bizi hasta edercesine yüzümüzün tam ortasında küçük yaratıkları harekete geçirip, geçmek zorunda olduğumuz çöldeki her taşın üzerine ayrım gözetmeden dökülüyordu.
Sf: 271
Sıcaktan boğulma pahasına bedenlerini zedelenmekten koruyorlardı. Çünkü kum taneciklerinin açılan çatlakları bereleyip sancılı yaralara dönüştüreceğinden korkuyorlardı. Bana gelince, her zaman sıcak rüzgarı (hamsin) tercih etmişimdir. Çünkü sıcaklık belası, sanki bilinçli olarak düzenlenmiş kötü bir niyetle insanlığa karşı mücadele ediyor görünüyordu ve sıcaklığın gücüne meydan okuyup verdiği ıstırabı yenerek doğrudan doğruya ona karşı koymak hoş bir duyguydu. Aynı zamanda alnımdaki uzun saçlardan aşağı birer birer süzülerek yanağıma buzlu su gibi damlayan tuzlu ter damlaları da memnuniyet veriyordu. Önceleri ter damlalarını ağzımla yakalamaya çalışarak eğleniyordum ama sonra çölde daha fazla ilerleyip saatler geçtikçe rüzgar, daha güçlü ve kalın, ısıdan daha berbat olan bir toz bulutuna dönüşüyordu. Dostça yapılan bir karşılaşmayla olan benzerliği tamamen yok oluyordu.
Sf: 273
Biraz acımtırak olan suyu boldu ama deri su tulumlarında çabuk bozulmasına rağmen, taze içildiğinde kötü bir tat vermiyordu.
Sf: 275
Araplar, dişi develer hariç başka bir hayvana asla binmezlerdi. Çünkü semer vurulduğu zaman erkek develerden daha düzgün ilerliyorlar, daha az gürültü yapıyorlardı ve daha iyi huyluydular. Aynı zamanda sabırlıydılar ve iyice yorulup tükendikten sonra bile uzun bir süre yürümeye tahammül edebiliyorlardı. Gerçekten de bitkinlikten sallanıp yolda düşüp kalıncaya kadar yürüyorlar ve sonra da ölüyorlardı. Oysa daha kaba olan erkek develer, yoruldukları zaman öfkeleniyorlar, kendilerini yere atıyorlar ve sırf öfkelerinden dolayı gereksiz yere orada ölüyorlardı.
Sf: 278
Orada, sadece Gasim yoktu. Hoveitatlar arasında olduğunu sanıyorlardı. Çünkü onun somurtkanlığı, neşeli askerleri bile gücendiriyor ve huyu fazlasıyla benzediğinden onu genellikle Bedevilerle birlikte tutuyorlardı.
Heybesi, tüfeği ve yiyeceği devenin üzerindeydi ama kendisi ortada yoktu. Zavallı adamın kaybolmuş olduğu, yavaş yavaş kafamıza dank etti. Bu, korkunç bir şeydi. Çünkü hafif puslu ve seraplı ortamda kervan, iki mil öteden görülemezdi ve kayalık zemin üzerinde hiç iz kalmıyordu. Yaya olarak bize asla yetişemezdi.
Sf: 279
Gerçek böyleydi. Ama hemşerisi ve arkadaşı, teknik olarak onun yoldaşı olan Abdullah’ın çöl hakkında hiçbir şey bilmediği, sakatlanmış bir deveye sahip olduğu ve onun için geriye dönemeyeceği de bir gerçekti. Onu gönderirsem bir cinayet olurdu. Zorluk benim omuzlarıma yıkılmıştı. Yardım edebilecek olan Hoveitaclar ise, avlanmak ya da çevreyi keşfetmek için serabın içinde uzaklaşıp görüş alanımızın dışına çıkmışlardı. İbn Dgheithir’in Ageylleri ise, öyle bir kabileye mensuptular ki, birbirlerini tutmak haricinde kendilerini ortaya koymazlardı. Üstelik Gasim, benim adamımdı ve onun sorumluluğu bana düşüyordu.
Aciz bir halde yorgun adamlarıma baktım, bir an onu kurtarmak için adamlarımdan birini kendi devemle geri gönderecek olsam, benimle yer değiştirip değiştirmeyeceklerini merak ettim. Benim, görevden yan çizmem anlayışla karşılanacaktı, çünkü ben, bir yabancıydım. Ama bu, kesinlikle ileri sürmeye cesaret edemeyeceğim bir bahaneydi çünkü şimdiye kadar Araplara kendi ayaklanmalarında yardım etmeyi ben kabul etmiştim. Bir yabancının başka bir halkın ulusal hareketine etki yapması, nasıl olursa olsun zordu; hele hele bir Hristiyanın ve yerleşik yaşam tarzı olan bir kimsenin Müslüman göçebeleri etkilemesi iki kat daha zordu. Her iki toplumun ayrıcalıklarını talep etmek ise benim için olanaksızdı.
Bu yüzden, bir şey söylemeden gönülsüz duran deveme döndüm ve deve arkadaşlarına homurdanıp inlerken uzun insan sırası ve arkada boşlukta duran yüklerin yanından geçerek, onu geri dönmeye zorladım. Mizacım, fazla kahramanlığa yatkın değildi. Çünkü diğer uşaklarıma, bir Bedevi gibi rol yaparak kendi sahnelediğim oyuna ve en çok da dişleri ayrık duran, durmadan homurdanan, her yürüyüşümüzde sorun çıkaran, ters, kuşkucu, zalim, hizmetime aldığım için pişmanlık duyduğum ve bir boşaltma bölgesine varır varmaz, başımdan savmak için söz verdiğim bir adam olan Gasim’e kızmıştım. Beş para etmez bir adam için Arap macerasında sahip olduğum nüfuzu tehlikeye atmak zorunda kalışım, bana saçma geliyordu.
Devem de için için homurdanarak bunu anlamış görünüyordu, ama bu, aslında kötü muamele edilen develerin sürekli başvurdukları bir davranış biçimiydi. Yavru olduklarından beri sürüler halinde yaşamaya alışkındılar ve bazıları, tek başına yürüyemeyecek kadar geleneksel şekilde yetiştirilmişlerdi. Benimkinin gösterdiği gibi hiçbiri, alışkın olduğu gruptan gürültücü bir tarzda keder ve isteksizliklerini belirtmeden ayrılmazlardı. Dinlenmek için böğürerek başını uzun boynu üzerinden geriye çeviriyor ve çok yavaş, ama sağlam adımlarla yürüyordu. Yola devam etmesi için dikkatli bir rehberliğe ihtiyacı vardı ve hareketini sürdürmesi için her adımda bir, hafifçe sopamla okşuyordum. Bununla birlikte bir ya da iki mil sonra kendisini daha iyi hissetti ve daha az zorlamayla ilerlemeye başladı, ama hala yavaş yürüyordu. Bütün gün yönümüze yağ pusulasıyla dikkat ettiğimden, pusulanın yardımıyla on yedi mil gerideki başlangıç noktasına üç aşağı beş yukarı dönebileceğimi umuyordum.
Sf: 280
Arkadan esen hafif rüzgar, kızaran gözlerimde biriken tortuları silmeme yardımcı oldu ve böylece, ağrı duymadan ileriye bakabildiğim için aşağı yukarı bir buçuk saat kolaylıkla yol aldım. Tam o sırada, önümde bir şekil veya büyük bir çalı ya da en azından siyahımsı bir şey gördüm. Serabın değiştirdiği görüntü, yükseklik ya da mesafeyi tam açığa vurmuyordu ama bu şey, yolumuzun biraz doğusunda hareket ediyor gibi görünüyordu. Bir olasılık olarak devemin başını o yöne çevirdim ve birkaç dakika sonra onun Gasim olduğunu anladım. Ona seslenince şaşkın bir halde donakaldı. Yanına ulaşınca neredeyse körleşmiş ve aptallaşmış olduğunu anladım. Siyah ağzı açık bir şekilde, kollarını bana uzatmış duruyordu. Ageyller son suyumuzu deri tuluma koymuşlardı. Suyu içmek için acele edip deli gibi yüzüne ve göğsüne döküp saçtı. Saçma sapan konuşmayı kesti ve kederinden ağlamaya başladı. Onu devemin arkasındaki mindere oturttum ve sonra devemi ayağa kaldırıp ben de bindim.
Dönerken hayvan rahatlamış görünüyordu ve serbestçe ilerledi. Doğrultumuzu tam pusulanın gösterdiği yöne çevirdim. O kadar doğruydu ki, kahverengisiyah çakmaktaşı yüzey üzerinde, az çok saçıldıkları halde küçük ama daha solgun görünen kum birikintileri şeklinde eski izlerimizi genellikle bulabiliyordum. İki kat ağırlığımıza rağmen deve, uzun adımlar atarak koşmaya başladı, arada bir başını öne eğiyordu. En iyi hayvanlar, gençken usta biniciler tarafından terbiye edildiklerinden, birkaç adımlık yol için bile olsa en hızlı ve en rahat bir şekilde ayaklarını sürüyerek ilerleme alışkınlığı kazanmışlardı. Ararken fazla zaman kaybetmediğim için devemin gösterdiği bu şevk beni sevindirdi.
Sf: 281
Gasim, susuzluk korkusu ve ağrıları yüzünden, durmaksızın dokunaklı bir şekilde sızlanıp duruyordu. Ona sızlanmayı kesmesini söyledim ama durmadı ve gevşek bir şekilde oturmaya başladı; her adımda arkada ağlar gibi sesler çıkartıp deveye çarptıkça daha hızlı gitmesi için hayvanı mahmuzlamış oluyordu. Bu hareketi tehlikeliydi, çünkü deveyi kolaylıkla sakatlayabilirdik. Yeniden ona kesmesini söyledim. Daha yüksek sesle feryat etmeye başlayınca ona vurdum ve bir daha ses çıkartırsa onu atacağıma dair yemin ettim. Öfkemi belli eden bu tehdit işe yaradı. Bundan sonra ses çıkartmadan asık bir suratla deveye sarıldı.
Dört mil daha geçmemişti ki, yine önümüzde serap içinde sallanıp hareket eden bir karartı gördüm. Görüntü üçe bölünüp büyüdü. Düşman olup olmadıklarını merak ettim. Bir dakika sonra sis, şaşırtıcı bir çabuklukla açıldı ve beni aramak için geri dönen Nasır’ın iki adamı ile birlikte Avda ortaya çıktı. Çölde bir dostu yüzüstü bıraktılar diye onlara sitemle bağırarak dalga geçtim. Avda, sakalını sıvazlayıp, kendisi olsaydı benim asla dönmemiş olacağımı söyleyerek homurdandı.
Sf: 282
Bu yüzden, geceyi geçirmek için olduğumuz yerde durup kamp yapmaya ve Gasim gibi bugün kervandan kaybolan Nuri Shalan’ın kölesi için işaret ateşleri yakmaya karar verdik.
Onun için fazla telaşa düşmedik. Bölgeyi tanıyordu ve altında devesi vardı. Bizim hediyelerle geldiğimizi ilk haber verip ödül kazanmak için bilinçli olarak Nuri’nin başkenti Jauf’a doğrudan gitmiş olabilirdi. Bununla birlikte ne o gece ne de ertesi gün geri dönmedi ve aylar geçtikten sonra Nuri’ye sorduğumda, bir süre önce sahrada uzak bir yerde, yağmalanmamış devesinin yanında yatar bir halde, kurumuş cesedinin bulunduğunu söyledi. Kum sisi içinde kendisini kaybetmiş olmalıydı, devesi çatlayıncaya kadar dolaşmış ve hemen orada susuzluk ve sıcaktan ölmüştü. Yazın en güçlü adamın bile direnci iki günde tükeneceğinden, ölümün gelmesi fazla uzun sürmemiştir ama çok acı çektiği kesindi. Çünkü susuzluk, aktif bir hastalık durumuydu. Korku ve panik, beyni parçalayıp en cesur adamı bile bir ya da iki saat içinde sendeletip, saçma sapan konuşan bir manyak durumuna getirir ve daha sonra güneş onu öldürürdü.
Sf:284
Arapların alışkanlığı, her kuyuda kendilerini kusma noktasına gelinceye kadar doldurmaktı, yoksa diğer kuyuya varıncaya kadar kuruyorlardı. Yanlarında su taşısalar dahi, ilk molada hepsini içerek ya da ekmek pişirerek savurganca kullanıyorlardı. Benim tutkum, onlardan farklı olduğuma ilişkin herhangi bir yorumdan sakınmak olduğu için fiziksel üstünlüklerinin beni tuzağa düşürüp zarar verdirecek kadar büyük olmadığına güvenerek, onları kopya ediyor olmamdı. Gerçekten de susuzluktan sadece bir kez hasta olmuştum.
Sf: 290
Fitenna’nın şefleri, bizi bekliyorlardı. Onlarla kaldığımız sürece sabah ve akşam, günde iki kez, bize yemek vermekten onur duyacaklarını söylediler ve söyledikleri şeyi yaptılar. Hoveitatların konukseverliği sınırsızdı, sözde çöl yasasının üç günlük cimriliği onlar için geçerli değildi ve çok ısrarcıydılar. Göçebelerin iyilik yapma sevdalarından onurlu bir şekilde kurtulmanın yolu yoktu.
Sf: 291
Kahvenin en zengin son damlasından bile zevk almak için fincanları elimizde çevirip dikkatli bir şekilde soğurken, köle, bizi bekliyordu.
Boşalır boşalmaz, sıradaki misafir için fincanları daha az bir gösterişle çalkalayıp gürültülü bir şekilde üst üste koyması için kölenin eline uzattık ve böylece, meclisteki herkes içinceye kadar fincanlar elden ele dolaştı. Daha sonra, sıra yine Nasır’a geldi. Bu ikinci fincan, kısmen kahvenin cezvede iyice demlenip koyulaşmasından kısmen de daha önce içen pek çok insanın artıklarının fincanlarda birikmesinden dolayı, ilkinden daha lezzetli oluyordu. Etin pişirilip dağıtılması daha da uzarsa üçüncü ve dördüncü turlarda kahvenin tadı, şaşırtıcı bir lezzete ulaşıyordu.
Sf: 293
Adet gereği, önce sağır gibi davranıp onu duymazlıktan geldik ve sonra çağrıyı duyup birbirimize şaşkın şaşkın baktık. Önce kendi arkadaşlarının gitmesi için sıkıştırdıktan sonra Nasır, çekingen bir şekilde sonunda ayağa kalktı ve ardından hepimiz gidip tepsinin etrafına yanaşıp araya sıkışarak, tek dizimiz üzerine çöktük. Yemeğin çevresinde oturulacak sadece yirmi iki kişilik yer olduğundan gruplara ayrılmıştık. Gömleklerimizin sağ kolunu dirseğimize kadar kıvırdık ve Nasır’ dan önderliği alıp kısık bir sesle, “esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla” diyerek hep birlikte yemeğe daldık.
Hiç olmazsa ilk lokmayı, her zaman ihtiyatla yerim. Sıvı yağ öyle sıcaktı ki alışkın olmayan parmaklarım, lokmaları güçlükle tutabiliyordu. Yağdan çıkartıp soğuttuğum et parçasıyla oyalanırken diğerleri, önümdeki pilavlı kesimi kazıyıp bitirdiler. Parmaklarımızın arasında (avuç içini kirletmeden) sade pilav, yağ, karaciğer ve et topaklarını sıkıp yoğuruyor ve başparmağımızı kaldıraç gibi kullanarak, kıvrılan işaret parmağı ile ağzımıza atıyorduk. Doğru bir teknik ve doğru bir tarzla küçük parça, parçalanmadan bir arada tutuluyor ve el tamamen temiz kalıyordu. Ama yağ artığı ve garip parçalar soğuyarak parmaklara yapıştığı zaman, gelecek sefere daha kolay kayıp gitmesi için parmakları dikkatli bir şekilde yalamak gerekiyordu.
Et yığını, yavaş yavaş tükenirken, (Et, bizim için lüks olduğundan gerçekten pilava aldırış eden yoktu.) bizimle birlikte yemek yiyen Hoveitat şeflerinden biri, kabzası gümüş, firuze işlemeli bir şaheser olan Jauf’lu* Muhammed ibn Zari’nin imzasını taşıyan hançerini çekip çapraz çizgiler çizerek, zorunlu olarak iyice kaynatılıp yumuşatıldığından parmaklar arasında kolaylıkla parçalanan daha büyük kemik parçalarına yapışık kalan et üzerinden uzun baklava biçimli dilimler çıkarttı. Bütün işi, muteber kabul edilen sağ elle tamamlanmak zorundaydı.
Sf: 294
Bu arada ikinci ve üçüncü gruplar, yemeğin önünde sıralarını savıyorlardı. Bir fincan daha kahve içtik ya da şurup gibi bir fincan daha çay ikram ettiler. Sonunda atlar getirildi, hemen savuşup gitmek için şölen sahiplerinin yanından geçerken, sessizce hayır duası edip atlarımıza atladık. Arkamızı döner dönmez, çocuklar kargaşayla perişan bir hale gelen yemek tepsisi üzerine üşüştüler, kemirdiğimiz kemik parçalarını birbirlerinden koparıp aldılar ve değerli parçalar bulduklarında, açık alana doğru kaçıp biraz ötede güvenle yiyebilecekleri çalıların arkasına gittiler. Kampın bütün bekçi köpekleri, bir şeyler kapmaya çalışıp sinsi sinsi etrafta dolaşıyorlardı ve çadırın sahibi, en seçme artıklarla tazısını besledi.
Sf: 296
Yılanlar, su birikintilerinde yüzdüklerinden ya da su kenarlarında engebeli yerlerde bir araya toplandıklarından, hava karardıktan sonra, kaygısızca su çekemiyorduk. Engerek yılanları, iki kez, kahve etrafında toplanan tartışma çemberinin yarattığı uyarı seslerini takip ederek, kıvrıla kıvrıla gelmişlerdi. Adamlarımızdan üçü ısırıklardan dolayı ölmüş, dördü büyük ağrı ve korkulardan sonra iyileşmiş ve zehirlenen ayak ve kolları şişmişti. Hoveitatların tedavi yöntemi, ısırılan kısma yılan derisinden bir plaster sarmak ve acı çeken kişi ölünceye kadar Kuran’ dan bölümler okumaktan ibaretti.
Sf:298
Bu insanlar, göçebe tutkularının doruğunda, haşlanmış koyun etiyle sürekli alem yaparak, bizim davamızı başarmışlardı. Benim cennetim, tek başına, yumuşak bir koltuk, bir kitap standı ve Caslon’ da dizilmiş, sert kağıda basılmış bütün şairlerin kitapları olabilirdi. Ama ben, yirmi sekiz yaşında, iyi yetiştirilmiş bir insandım ve Arapların hayalleri, eğer yemek kapları üzerinde koşturuyorsa, bunun, çok daha erişilebilir bir zevk olması yüzündendi.
Sf: 302
Faysal’dan bağımsız bir Suriye hareketi toplayabilirse daha da fazlasını vereceğini vaat etti. Böyle ters bir mucize gerçekleşecek diye korkmuyordum ama ona doğrudan kalleş demek yerine, şimdilik dengeyi benden yana bozup genel ihtiyaçlarımızı karşılamak için, kaynak bulabileceğimiz Akabe’yi ele geçirmemize yardım ettiği takdirde, ona, gelecekte yardım edeceğime dair basmakalıp sözlerimden birini verdim. İstemeye istemeye koşulumu kabul etti ve Nasır, hiç beklemediği bir anda iki torba para bulunca memnun oldu.
Sf: 303
“Kötü niyetli söylentiler, Türkiye’ den Arapların kulaklarına ulaştı. Doğuda kurumlardan çok, kişilere güven duyuluyordu. Bu yüzden Araplar, ateş altında dostluğumu ve samimiyetimi sınamak için, İngiliz Hükümeti’nin vaatlerini özgür bir insan olarak onaylamamı istediler. McMahon’un vaacleri ve SykesPicot Antlaşması hakkında ne önceden haberim vardı ne de gizli bir bilgiye sahiptim. Her ikisi de savaş zamanında Dışişleri Bakanlığı’nın şubelerinde tasarlanmıştı. Ama tam bir aptal olmadığımdan, savaşı kazanırsak Araplara verilen sözlerin geçersiz birer belge olarak kalacağından hiç kuşkum yoktu. Onurlu bir danışman olsaydım, adamlarımı evlerine gönderip böyle şeyler için yaşamlarını tehlikeye atmalarına izin vermezdim. Yine de Arap ilhamı, Doğu Savaşı’nı kazanırken kullandığımız en temel araçtı. Bu yüzden İngiltere’nin sözlerini harfi harfine, özüne bağlı kalarak tutacağına dair onları temin ettim. Araplar, bunun rahatlığıyla güzel işler başardılar. Ama elbette, birlikte gerçekleştirdiğimiz işlerden gurur duymak yerine, sürekli acı çekerek utanç duydum.”
Sf: 312
Bununla birlikte, Türk Ordusu’nun ahmaklığının bir ölçüsü yoktu. Bunun zaman zaman yararı dokunsa da aslında onları küçümsemekten kendimizi alamadığımızdan dolayı, sürekli olarak bize zarar veren bir husustu. (Oysa Araplar, olağanüstü kıvrak bir zekaya sahip, yetenekli bir ırktı ve buna fazlasıyla değer veriyorduk.) Bir ordu, düşmanının saygısını kazanamadığı zaman, bunun acısına katlanmak zorundaydı. Şimdilik aptallıklarından yararlanabilirdik.
Sf: 316
Önceki gün gördüğümüz atlı birlikten firar etmiş olan, yırtık pırtık kıyafetli iki Türk askerini de yanlarında getiriyorlardı. İçlerinden biri, demiryolundan kaçmaya çalışırken kötü bir şekilde yaralanmıştı. Öğleden sonra kendisi ve kaderi için olabilecek en kötü sona ulaştı ve öldü. İstisnai bir andı. Ölüm kaçınılmaz bir hale geldiğinde, çoğu insan kendilerini bekleyen mezar sessizliğini hissedip gönüllü bir şekilde gittiler. Diğer adam da yaralıydı, ayağında kötü olmayan bir kurşun yarası vardı. Ama çok zayıf olduğundan yaranın soğumasıyla birlikte sancısı artınca düşüp bayıldı. Zayıf vücudu, yara ve berelerle, askerlik hatıralarıyla ve kaçma nedenini gösteren izlerle öylesine kaplıydı ki, ancak kendi yüzüne karşı yalan söylemeye kalkışabilirdi. Ona son ekmeğimizi ve biraz da su verdik. Bundan başka elimizden gelen her şeyi, fazla olmasa da yaptık.
Sf: 318
Akabe’ den vazgeçip kadınlarının önünde övünüp zaferlerini kutlamak amacıyla, ganimetlerini Azrak yolundan geçirip yurtlarına, çadırlarına, götüreceklerdi. Esirlere gelince, Nasır, getireceğimiz faydasız iki yüz ağızdan dolayı hiç de minnettar kalmayacaktı. Bu yüzden onları ya öldürmek zorunda kalacaktık ya da sayımızı düşmana belli ederek gitmelerine izin verecektik.
Esirimizi, tepenin üzerinde bıraktık. Ne yürüyebilir ne de bir hayvana binebilirdi; üstelik onu taşıyacak bir arabamız da yoktu. Yattığı yerde açlıktan öleceğinden korkuyorduk ve gerçekten de şu an çok hastaydı. Bu yüzden hasar gören bölgede rayların üzerine devirdiğimiz bir telgraf direğine onun nerede olduğu hakkında bilgi veren ve zorlu bir çatışmadan sonra yaralı olarak ele geçirildiğini bildiren, Fransızca ve Almanca olarak yazdığımız bir mektubu bıraktık.
Bu mektubun, onu, Türklerin suçüstü yakaladıkları asker kaçaklarına uyguladıkları cezalardan ya da bizimle gizli bir anlaşma yaptıklarını düşünürlerse vurulmaktan kurtarabileceğini umuyorduk. Ama altı ay sonra Minifer’e geri döndüğümüzde, eski kamp yerimizin olduğu yerde, iki cesedin sıyrılmış kemikleri, çevreye dağılmış bir halde yatıyordu. Biz, Türk Ordusu’na mensup insanlar adına her zaman üzüntü duyduk. Subaylar, gönüllüler ve meslekten askerler, tutkularıyla neredeyse tüm varoluşlarıyla savaşa neden olmuşlardı ve biz, onların sadece kendilerine uygun düşen çölleri değil ama her şeyi alabilmelerini dilerdik. Ancak, yaptıkları hatalara, hep zorunlu olarak askere alınmış gençler katlanmak zorunda kalıyordu.
Sf: 322
Bıçaklarımız yetersizdi ve nöbetleşe değişerek koyunları öldürdükten sonra, onları kesip parçalayabilmek için rastgele bulduğumuz çakmak taşlarına başvurduk. Adamlar böyle aletlere alışkın olmadık larından, onları taş devri ruhuyla kullanıyorduk. Mademki demir, sürekli olarak nadir bulunuyordu, o halde günlük aletlerimizi taşları hünerle yontarak, yontma taşlar gibi hazırlayabileceğimiz aklıma gelmişti. Hangisi olursa olsun, hiçbir metale sahip olmadığımızdan sanatımızı, mükemmel ve cilalı taşlar üzerinde bol bol harcayabilirdik. Yüz on adam, bir oturuşta yirmi dön koyunun en iyi parçalarını yiyip bitirdi. Bu arada develerimiz, ya civarda otlanıyorlardı ya da en iyi binek develer, pişmiş etten hoşlanması öğretildiğinden sofrada ana kalanları yediler.
Sf: 330
Güneşten ve ateş etmekten dolayı tüfeklerimiz öyle ısınmıştı ki, ellerimizi yakıyordu ve her atıştan önce iyice düşünüp taşınmak, emin olmak için büyük gayret sarf etmek ve mermilerimizi esirgemek zorundaydık. Nişan almak için üzerine atıldığımız kayalar, yanıyordu. Bu yüzden, göğüs ve kollarımız hafifçe kavrulmuştu. Daha sonra derimiz, parçalanmış tabakalar halinde soyulacaktı. Şu an duyduğumuz acı, bizi susatıyordu. Ancak su bile bizim için çok az bulunuyordu. Batra’ya gidip yeterince su getirmesi için adamlarımızı ayıramazdık. Herkes içemeyecekse hiç kimsenin içmemesi daha iyiydi.
Düşmanın kuşatılmış olduğu vadinin bizim bulunduğumuz açık tepelerden daha sıcak olduğunu düşünerek, kendimizi teselli ediyorduk. Üstelik Türkler, sıcak hava için daha az elverişli beyaz tene sahip adamlardı.
Sf: 333
Elbette adamlarımızdan birini bile kaybetmek, çok üzücü bir olaydı ama zaman da bizim için önemliydi ve bu yüzden, bizimle deniz arasında kalan küçük Türk garnizonunu şaşırtıp teslim olmalarını sağlamak için Maan’a egemen olmak zorunluydu. Bunun için iki adamdan çok daha fazlasını seve seve feda edebilirdim. Böyle durumlarda ölüm, kendi haklılığını kanıtlayabilir ve bu, kolaydı.
Sf: 336
Ama Türklerden bazıları, kendilerini binicinin arkasındaki yastıkta tutamayacak kadar yaralıydılar. Sonunda yirmi kadar yaralıyı bir derenin kenarındaki sık otların olduğu bir yere bırakmak zorunda kaldık. Hiç olmazsa susuzluktan ölmeyeceklerdi ama yaşamaları ya da kurtulmaları için çok az umut vardı.
Nasır, yarı çıplak terk edilen bu adamlar için battaniye isteme işini üslendi ve Araplar, battaniyeleri istiflerken ölen adamların yedeklerinde sakladıkları herhangi bir giysi olup olmadığını anlamak için vadiden aşağı, muharebenin olduğu yere indim. Ama Bedeviler, benden önce gelip ölü adamların giysilerini çıkarıp derilerine kadar soymuşlardı. Böyle davranmak onlar için bir onur sorunuydu.
Bir Arap için zafer kazanmanın en önemli yanı, düşmanın giysilerini giymekti ve ertesi gün birliğimizin (yarısından çoğu) bir Türk birliği haline geldiğini gördük. Her adam bir asker ceketi giymişti.
Ölüler, harika bir şekilde güzel görünüyordu. Gece, yeni fildişi renkler katarak yumuşattığı cesetlerin üzerinde usulca parıldıyordu. Türkler, örtülü kısımlarında beyaz tenliydiler, Araplardan daha beyazdılar ve bu askerler, çok gençtiler. Çevreleri, şimdi çiyle ağırlaşmış, yaprak uçlarında ay ışığının deniz suyu zerrecikleri gibi parıldadığı karanlık pelin otlarıyla sarılmıştı. Cesetler, acınacak bir halde öylece yere fırlatılmışlar, düşük boylu kümeler halinde rastgele yığılmışlar gibi görünüyordu. Düzeltildikleri takdirde en sonunda huzur bulacaklardı. Bu yüzden benim için çok yorucu olsa bile onları birer birer sıraya koydum ve kazanalım ya da kaybedelim, ölümle birlikte tarihin sona ermesini beklerken ne kadar eziyet ve acıya katlanıldığını Tanrı bildiği halde ganimet üzerinde kavga eden, hız ve güçleriyle böbürlenen, huzursuz, gürültücü, vadinin yukarısını özleyen bu ayak takımından biri değil de sessiz yaran cesetlerden biri olmayı çok arzuluyordum.
Sf: 338
Gücümüzü yeniden kazandıktan sonra, kumsala benzer bir düzlüğü baştan aşağı geçmek için yola çıktık. Türk taburunun komutanı olan Niyazi Bey, Nasır’ın misafiriydi. Bedevilerin saygısızca aşağılamalarından kurtarmak için onu yanına almıştı. Şimdi de sinsi sinsi benim yanıma yaklaştı. Şişmiş gözleri ve adamın asık suratlılığına ihanet eden uzun bir burnu vardı. Araplardan birinin kendisine, kaba Türkçe bir sözcük kullanarak hakaret ettiğini söyleyip şikayet etmeye başladı. Dost Türk valilerinden birinin ağzından duyarak öğrenmiş olabileceğini söyleyerek özür diledim. Arap, Sezar’a karşılığını vermişti.
Sezar, tatmin olmadığından cebinden iri, pörsümüş bir ekmek parçası çıkartarak, bu bir Türk subayının kahvaltısına yakışıyor mu diye sordu. Benim ilahi ikizlerim, Guweira’da yiyecek ararken bir Türk askerinin payına düşen bir somun ekmeği ya satın almışlar ya bulmuşlar ya da çalmışlardı ve biz, o ekmeği dörde bölmüştük. Bunun bir kahvaltı olmadığını ama aynı zamanda öğlen ve akşam yemeği ve belki yarının da yemeği olabileceğini söyledim. Ben, İngiliz Ordusu’nun kurmay bir subayı olarak (Türklerden çok daha az beslenmiş değildim) zaferin tadını çıkara çıkara kendi payımı yemiştim. Onun boğazına takılan ekmek değil, yenilgiydi ve her ikimize de şeref kazandıracak bir savaş sorunundan dolayı beni kınamamasını rica ettim.
Sf: 339
Sayımız iki katına çıkmıştı. Adamlar, dar alanı yoğun bir şekilde doldurmuşlardı ve neredeyse bizi eziyorlardı. Tartışırken bize kulak misafiri olmalarını doğru bulmadığımızdan ve ayrıca bunaltıcı kısıtlılık koşullarında su yüzü görmeyen vücutlarımızın kokusu rahatsız edici olduğundan dolayı toplantıya iki üç kez ara verdik. Başımızda şiddetli bir nabız atışı, saat gibi zonkluyordu.
Türkler’e önce beyaz bayrakla, sonra da Türk esirlerle davet gönderdik ama her ikisine de ateş ederek karşılık verdiler. Bu, bizim Bedevileri, çileden çıkartmıştı. Biz daha ne yapacağımızı tartışırken birden bir insan dalgası kayalıklara doğru fırlayıp düşmana kurşun yağdırmaya başladı. Nasır, yalın ayak koşup onları durdurmak istedi ama yanan zeminde on adım koştuktan sonra bağırarak çarıklarını istedi. Bu arada aşırı yorgun düşen (zihinlerinde benim üniformalarımı giyen) bu adamların ateşli tepkilerini kimin yönlendirdiğini düşünerek, atom kadar küçük gölgeme çömelip oturdum.
Bununla birlikte Nasır, kolaylıkla kalabalığa hakim oldu. Farraj ve Davud, elebaşlarıydı. Özür dileyinceye kadar, ceza olsun diye onları sıcaktan kavrulan kayaların üzerine oturttuk. Davud, hemen boyun eğdi. Ama yumuşak bedenine rağmen ikisi içinde daha üstün bir ruha sahip olan Farraj, giydiği kabarık çizgili kumaş sayesinde ilk kayanın üzerine oturup kalktıktan sonra sadece güldü, ikinci kayanın üzerinde somurtarak sonuna kadar oturdu ve ancak üçüncü kayaya oturması emredildikten sonra istemeye istemeye pes etti.
Sf: 340
Sonuç olarak, gün ışıyınca teslim olacaklarına söz verdiler. Böylece, susuzluğumuza rağmen bir güzel uyuduk. (Kayıtlarıma bakılırsa bu, yeterince nadir bir olaydı.)
Sf: 343
Kitap V
Yerinde Saymak
Bölüm 55’den 68’e Akabeyi ele geçirmemiz Hicaz Savaşı’nı sona erdirdi ve bize, İngilizlerin Suriyeyi istila etme planlarına yardımcı olma görevini verdi. Akabe’de işe yarayan Araplar, Sina’da Allenby’ın ordusunun gerçek sağ kanadını oluşturdular.
Faysal, değişen ilişkiyi açıkça göstermek için ordusu ile birlikte Allenby’ın komutasına girdi. Allenby, şimdi onun harekatlarından ve donanımından sorumlu olmuştu. Bu arada, Hicaz demir yolunu engellemek için Akabe bölgesini, saldırılması olanaksız bir üs olarak organize ettik.
Sf: 346
Açlık, bizi, kendimize gelmeye davet ediyordu. Şimdi, kendi beş yüz adamımız ve beklenen iki bin müttefik askerine ek olarak yedi yüz esirimiz vardı. Hiç paramız (ya da doğrusunu söylemek gerekirse, bir pazarımız) yoktu. Son yemeğimizi iki gün önce yemiştik. Binek develerimizi de hesaba katarsak altı hafta yetecek etimiz vardı. Ama bu, yetersiz ve pahalıya patlayacak bir beslenme, gelecekte hareketsiz kalmamıza neden olacak bir düşkünlük sayılırdı.
Palmiyelerin tepeleri, yeşil hurmalarla doluydu. Ham hurmaların tadı, aşağı yukarı karşılamaya çalıştığımız ihtiyaçlarımız kadar iğrençti. Pişirilseler bile, yine de damakta berbat bir tat bırakıyordu. Bu yüzden tutsaklarımızla birlikte maalesef, ya sürekli açlık çekmek ya da gerekli gıdalardan çok, oburluk yapmaya elverişli olan yiyecekleri tüketerek, her gün şiddetli sancılarla baş etmek gibi bir ikilemle karşı karşıya bulunuyorduk. Bir ömür boyu süren düzenli yemek alışkanlığı, her öğünün yenildiği sabit saatlerde hiç şaşmadan karnımızın üst kısmına sinirsel bir uyarı gönderecek derecede İngiliz vücudunu eğitmişti. Bağırsaklarımızda daha fazla yemek için yer açıldığını gösteren bu işarete bazen açlıkla ilgili onurlu bir isim takıyorduk. Arapların açlığı, zayıflıktan bayılacak hale gelen ve uzun süredir nafile çabalayan bedenlerinin bir çığlığıydı. Onlar, bizim yediğimiz yemek miktarının çok daha küçük bir kısmı ile idare ediyorlardı ve sistemleri, aldıkları gıdayı tamamen sindirip tüketiyordu. Bir göçebe ordusu, yan ürünlerle yeryüzünü zengin bir şekilde gübrelemiyordu.
Kırk iki subay tutsağımız, katlanılması güç bir belaydı. Ne kadar kötü bir şekilde donatıldığımızı anlayınca küplere binmişlerdi. Gerçekten, canlarını sıkacak bir aldatmaca olmadığına inanmayı da reddediyorlardı ve sanki Kahire, semer torbalarımızda saklı duruyormuş gibi durmadan, bizden güzel yiyecekler isteyerek başımızın etini yiyorlardı. Onlardan kaçıp kurtulmak için Nasır’ la gidip uyuduk. Tamamladığımız her safhayı, daima küçük bir ek huzur dönemi ile göstermeye çalışıyorduk. Çünkü çölde, ancak yüzümüzü pelerinimizle örtüp sırtüstü yatarak uyuyup kaldığımız ya da uyur gibi yaptığımız zaman adamlarımız ve sinekler tarafından yalnız bırakılıyorduk.
Sf: 347
Körfez boyunca ilerlerken yolculuk tarzımızı tartıştık. Hayvanları kollayarak, yavaş ilerleme durumunda açlıktan kırılabilirlerdi. Hızlı gidersek de çölün ortasında yorgunluktan ya da ağrıyan ayaklarından dolayı çökebilirlerdi.
Adam, eğer bir yabancıysa genellikle hayvanlardan önce yığılıp kalıyordu. Özellikle ben, geçen ay, günde elli mil yol kat ederek gücümün son sınırına yaklaşmıştım. Dayanabildiğim takdirde elli saatlik bir yürüyüşle Süveyş’e varabilecektik. Yolda yemek pişirme molalarının önüne geçmek için semerlerimizin arkasındaki paçavra torbalarda haşlanmış iri deve parçaları ve kurutulmuş hurma taşıyorduk.
Sf: 348
Gecenin sessizliğinde, güçlükle yol alıyorduk. Sessizlik o kadar yoğundu ki, sürekli olarak semerlerimizde dönerek, yıldız örtüsü kadar uzaklardan gelen hayali sesleri duymaya çalışıyorduk. Ama enerjinin kaynağı bizdik, çünkü çevremizde var olan hayalet çiçeklere benzer güzel kokulu çalılıklar, Üzerlerinden geçerken çıtırdar gibi sesler çıkartıyorlardı.
Sf: 351
Mısır ve İngiliz askeri polisinden oluşan karma bir birlik, bize sorular sorup geçiş izinlerimizi kontrol etmek için treni dolaşıyordu. Ruhsat sahibi adamlarla dalaşmak için uygun bir zamandı. Bu yüzden Arapça sorularına akıcı bir İngilizce’yle sert bir şekilde, “Mekke Şerifi’nin Kurmayı!” diye cevapladım. Şaşırdılar. Çavuş, benden özür diledi. Bu cevabı duymayı beklemiyorlardı. Üzerimde Mekke Şerifi’nin kurmay üniformasının olduğunu tekrarladım. Çıplak ayaklarıma, beyaz ipekli elbiseme, başlığımdan sarkan altın iplere ve hançere baktılar. Olanaksızdı. “Hangi ordu, efendim?” “Mekke Ordusu!” “Bunu hiç duymadım. Üniformalarını bilmiyorum.” “Karadağlı bir süvari erini tanıyabilecek miydin?”
Bu, hedefe tam isabet eden bir vuruştu.
Sf: 353
Başkomutan, garip bir şekilde beni çağırttı. Raporumda Saladin ile Abu Obeida’yı düşünerek Suriye’ deki doğu kabilelerinin stratejik öneminden ve bu kabilelerin, uygun bir şekilde Kudüs’ün haberleşmesine bir tehdit olarak kullanılabileceğinden bahsetmiştim. Bu, onu tutkuyla yerinden sıçratmış ve beni tartmak istemişti. Komik bir görüşme oldu. Çünkü Allenby, bana kıyasla fiziksel olarak iri yarı ve kendinden emin bir adamdı ve ayrıca, manevi bakımdan öyle olağanüstüydü ki, bizim dar görüşlü kavrayışımız, ona ancak ayak bağı olabilirdi. Bana doğrudan değil ama alışkanlık gereği yandan bakarak, şaşkınlıkla sandalyesinde oturuyordu. Düşmanı öğüten büyük bir mekanizmanın bir dişlisi olarak yıllarca kaldığı Fransa’ dan yeni gelmişti. Kafası, silah gücü ve ağırlıklarıyla ilgili olarak Batılı görüşlerle doluydu.
Sf: 355
Joyce, sakin, değişmeyen, rahat ruhlu bir adamdı, dünyada ne olursa olsun onun yanında huzur içinde kalabilirdiniz.
Joyce, doğası gereği, daha uzak ufukların ardından şimdi de kendisini hiç zora koşmadan, en yakın işlere hasredecekti. Ayrıca, kitaplarda bahsi geçen herhangi bir melekten çok daha sabırlıydı ve her ne zaman devrimci tasarılarla yanına gitsem sadece neşeli bir şekilde gülümseyerek yavaş yavaş, büyüttüğü vahşi yaratığın boynunu yeni hayali kurdelelerle süslüyordu.
Sf: 357
Arabistan hava filosuna komutanlığını Ross’ dan devralan Stent, beni havadan uçakla gönderdi. Böylece, deve sırtında zahmet çekerek öğrendiğim tepelerin üzerinden saatte altmış mil yaparak rahatça geçtik.
Sf: 360
Arap ayaklanması için iyi olmuştu. Umutsuzca çorak toprakları sürmeye, tüm umutları yasaklayan ölümcül bir kesinliğin, Tanrısal kesinliğin hüküm sürdüğü bir yerde, bir milliyeti geliştirmeye çalışıyorduk. Kabileler arasında yarattığımız inanç, yalnızca günün sonunda sıcaklıktan solgun düşen güzel çöl bitkileri gibi baharın çabucak gelip geçen güzel bir görüntüsü kadar olabilirdi. Amaçların ve fikirlerin, maddi deyimler kullanılarak somut bir hale getirilmesi gerekiyordu. Çöl insanları, birliği ifade edemeyecek ölçüde birbirlerinden bağımsız, başkalarını taşıyamayacak ölçüde, malca çok fakir ve karmaşıklıktan uzak yaşıyorlardı. Yaşamımızı sürdürebilirsek, bu topluma şeref katan toprakları, insanların gözlerini aşağıda tutarak uzağı görmelerini engelleyen tarla ve evleriyle köyleri ve çevresini kazanabilirdik. Aish Vadisi’nde yaptığımız gibi, yeni savaş alanımız olan Suriyc’nin doğası hakkında harita üzerinde çalışmalar yapıp hafızamızı yoklayarak mücadelemize başladık.
Sf: 364
Bunların doğusunda deli ve ölmüş bir Mısır Sultanı’nın sapkın Müslüman izleyicileri olan Dürziler yaşıyordu. Dönem dönem hükümet ya da Şam’ın yobazları tarafından cesaretlendirildikleri zaman, ifadesini büyük cinayetlerde bulan amansız bir kinle Marunilerden nefret ediyorlardı. Yine de Dürziler, Müslüman Araplar tarafından sevilmiyordu ama buna karşılık olarak da onları hor görüyorlardı. Bedevilerle aralarında düşmanlık vardı ve dağlarda özerk Emirler devrinden kalma, Lübnan’ın şövalyeliğe benzeyen yarı feodalizminin bir görüntüsü olarak sürdürülüyordu.
Osmanlı Hükümeti, bu tartışmalı toprakların aşağı kısımlarına, Rus Kafkasyası’ndan göç ermiş Çerkesleri bir hat etrafında yerleştirmişlerdi. Çerkesler, topraklarını sadece kılıç zoru ve ister istemez sadık kalmak zorunda oldukları Türklerin kayırması sayesinde tutabiliyordu.
Sf: 367
Bütün bu Suriye halkları, Arapça dilinin ortak anahtar olması nedeniyle, bizi kabule hazırdı. Aralarındaki ayrılıklar, politik ve diniydi. Aslında sadece deniz sahilindeki nevrotik bir duyarlılıktan iç bölgelere gittikçe yavaş yavaş değişen bir farklılık sergiliyorlardı. Kıvrak zekalı, gerçeğe hayranlık duyan, ama gerçek peşinde koşmayan, kendi halinden memnun insanlardı. Mısırlılar gibi soyut fikirler karşısında aciz kalmıyorlardı , ama beceriksizdiler ve her zamanki yüzeysellikleriyle zihinsel yönden tembeldiler. İdealleri, başkalarının işleriyle uğraşıp onları kolaylaştırmaktı.
Çocukluklarından itibaren, sadece fiziksel cezalandırılma korkusu nedeniyle babalarına ve yine aynı nedenle hükümete itaat ederek başı boş yaşamışlardı. Ancak, çok az ırk, yaylalarda yaşayan Suriyelilerin geleneksel yasalarına saygı gösteriyordu. Bütün ırklar, yeni bir şeyler istiyorlardı, çünkü yüzeysellikleri ve yasaya aykırılıklarıyla birlikte politik bir tutku geliştirmişler ve kaçınılmaz olarak Suriyelilerin üstünkörü öğrenebilecekleri kadar kolay, ama iyice öğrenip egemen olamayacakları kadar da zor bir bilimi anlamaya çalışıyorlardı. Böyle entelektüel bir gurur geliştirdiklerinden dolayı, sahip oldukları hükümetten hiçbir zaman hoşnut olmuyorlardı. Ama içlerinden çok azı, dürüstçe işe yarayan bir alternatif üzerinde kafa yormuş ve çok daha azı da bir alternatif üzerinde anlaşabilmişlerdi.
Sf: 368
Elbette, her iki öneri de Suriye’nin özerkliğini (autonomy) talep eden ulusal grupların yüreklerinin çok uzağında duruyordu. Özerkliğin ne olduğu hakkında bilgileri vardı, ama Suriye sözcüğünün ne demek olduğunu bilmiyorlardı, çünkü Arapça’da ne böyle bir sözcük vardı, ne de bütün ülkede bu anlama gelen bir isim vardı.
“Böyle bir ülkede özerk bir birliğin olanaksız olduğu, zamanla ortaya çıkacak gibi görünüyordu. Suriye, tarih boyunca denizle çöl arasında var olan, Afrika’yı Asya’ya, Arabistan’ı Avrupa’ya bağlayan bir geçit olmuştu. Anadolu’nun, Yunanistan’ın, Roma’nın, Mısır’ın, Arabistan’ın, İran’ın ve Mezopotamya’nın bir vasalı, bir ganimet halkası olmuştu. Komşularının zayıflıkları yüzünden Suriye’ye geçici bir süre bağımsızlık tanınacak olursa birbirleriyle çelişen, en iyi kesimi Yorkshire ve en kötüsü Rutland gibi olan kuzey, güney, doğu ve batı “krallıkları”na şiddetli bir şekilde bölünüp parçalanacaktı. Çünkü Suriye, doğası gereği vasat bir ülkeyse o zaman, aynı zamanda alışkanlık gereği durmak bilmeyen kışkırtmaların ve sürekli ayaklanmaların olduğu bir ülke konumundaydı.”
Sf: 369
Son darbeyi vurmak için geliştirilecek olan harekatlarımız karakter bakımından hareketli bir karaktere sahip olan, aynı anda her yerde var olabilen, üslerden ve haberleşmeden bağımsız hareket edebilen, yeryüzü özelliklerini, stratejik alanları, sabit yönelişleri ve sabit noktaları ihmal eden, bir deniz savaşı gibi olmalıydı. “Denize hakim olan kişi, büyük bir özgürlüğü sahiptir ve savaşı az ya da çok istediği gibi yürütebilir.” Biz, çöllere egemendik. Gemiler gibi kendine yeterli olan, baskın birliklerinde yer alan develer, düşmanın ekim alanlarının sınırları boyunca güvenle ilerleyebilirler ve herhangi bir engelle karşılaşmadan Türklerin keşfedemeyecekleri çöl alanlarına emin bir şekilde geri çekilebilirlerdi.
Sf: 370
Doğanın anlaşılması güç olağanüstü bir parçası olan develer, uzman ellerde dikkate değer bir verim sağlıyordu.
Yazın develerimize bir kez su verildikten sonra aşağı yukarı iki yüz elli millik bir yolu kat edebilirler ya da üç günlük zorlu bir yürüyüşe dayanabilirlerdi. Kolay bir etap, elli mildi. Seksen mil, iyiydi. Acil bir durumda yirmi dört saat içinde yüz on mil gidebilirdik. En muhteşem devemiz olan Ghazala, benimle birlikte tek başına yüz kırk üç mili kat etmişti. Kuyular, yüz mil aralarla çok nadir bulunuyordu.
Sf: 372
Askere alınan her adam, savaş hattında hizmet verecek ve orada kendi kendine yeterli olacaktı. Güçlerimizin etkinliği, tek tek, her adamın kişisel etkinliğine bağlıydı. Farklı unsurları tutarlı bir bütün halinde birbirlerine eklemleyerek yürüttüğümüz savaşımızda, tek tek adamlar tarafından sağlanan toplam gücün değeri, aynı gücün yarattığı bileşik sistemin sonucuna eşit gibi görünüyordu.
Gerilla savaşlarının, çalışma odalarına girmesine izin vermek gerekiyor. Düzensiz bir savaşta, iki adam birlikte bulunuyorsa adamlardan biri boşa harcanıyor anlamına geliyordu.
Sf: 379
Eylül kötü bir aydı. Birkaç gün önce, Akabe sahilinde palmiye ağaçlı bahçelerinin gölgesinde termometre, yüz yirmi dereceyi göstermişti. Bu yüzden, öğle vakti bir kayalığın altında mola verdik ve akşam sadece on mil ilerleyip gece olduğunda kamp yapmak için durduk.
Sf: 382
Bir gün, öğleden önce kayanın altına doğru yürürken Mastur, beni, güneylilerin kampı boşaltıp ayrılmak için hazırlık yaptıkları haberi ile karşıladı. Can sıkıntısıyla Avda’nın çadırına koştum. Avda, güler yüzlü bir kız olan, yeni elbisesinin çivit rengi boyası ile kahverengi teni lacivert görünen sonuncu karısı ile çadırın kum zeminine oturmuş, yufka ekmeği yiyordu. Birdenbire ortaya çıkınca küçük kadın, bir tavşan gibi çadırın arka kapısından girip gözden kayboldu. Onunla durumu iyileştirmek için, artık çok yaşlandığını ama yine de bizim komik üreme yöntemlerimizi hijyenik olmayan bir zevk olarak değil de temel bir yaşam sorunu olarak ele alan ırkının geri kalanı kadar ahmak olduğunu söyleyerek, yaşlı adamla dalga geçmeye başladım.
Dünya, geçmişe gidebildiğimiz ölçüde büyüktür.
Her nesil ile birlikte dünya daha da yaşlanıyor ve insanlık çocukluktan biraz daha uzaklaşıyor…
Sf: 383
Uçak, haftanın hangi günündeysek o güne uygun olarak üç, dört ya da beş bomba bırakıyordu. Bombalar patlayınca çıkan duman, rüzgarsız havada yavaş yavaş dağılıp gözden kaybolmadan önce, dakikalarca kıvrılarak ada çayı kokan yeşil düzlüğün üzerine kremalı pasta gibi çöküyordu. Bunun bir tehlike olmadığını bilmemize rağmen, yine de düşen bombalarının şiddetle büyüyen sesleri, tepemizde uçan uçağın motor gürültüsüyle birleşince nefeslerimizi tutmadan duramıyorduk.
Sf: 396
Kabilelerin özel akıncılık yapma sanatları, yiyecek molalarının detayları, otlaklar, yolun yönünü saptama, ödemeler, tartışmalar, yapılan yağmanın bölüştürülmesi, kan davaları ve yürüyüş düzeni, Oxford Modern Tarih Okulu’nun ders programının oldukça dışında kalan konular olduğundan, hem ilkelere hem de kanılara karşı olmasına rağmen, ismen bir lider olsa bile, zavallı Şerif Aid’in bir işe yaramaması, beni, emirleri tek başıma almak zorunda bıraktı.
Sf: 397
Bu engebeli araziye ilk girişimizde öğle molası vermiştik ve gerektiği gibi öğleden sonra geç saatlerde kuyuya vardık. Büyük taş bloklar, çakmak taşı ve kumdan meydana gelen çukur bir vadide kazılmış, birkaç yarda kare genişliğinde açık bir havuzdu. Durgun suyu, hiç de davet edici görünmüyordu. Yüzeyinde, yeşil yapışkan çamurdan kalın bir tabaka oluşmuştu. Garip, yağ gibi yüzen pembe kabarcık adacıklar dipten kaynayıp duruyordu. Araplar, Türklerin, suyu kirletmek için ölü develeri havuza fırlatıp attıklarını ama bunun üzerinden epey zaman geçtiğini ve etkisinin azaldığını söylediler. Gösterdikleri çabaların kriteri eğer benim tat ölçüm olsaydı, herhalde kötü etkinin daha da zayıflamış olduğunu kabul ederlerdi.
Ancak Mudowwara’yı ele geçirmedikçe burada ulaşabileceğimiz başka bir su kaynağı yoktu. Bu yüzden, işe koyulup deri tulumlarımızı doldurmaya başladık. Hoveitatlardan biri yardımcı olurken, havuzun ıslak kenarından kayıp suya düştü. Üstte yağ gibi yeşil halı tabaka adamın başının üzerini örttü ve bir an için onu kaybettik. Daha sonra nefes nefese soluyarak suyun yüzeyine fırladı ve kahkahalarımız arasında sürünerek dışarı çıktı. Arkasında, köpükler arasında kara bir delik bırakmıştı. Oradan gözle görülebilir bir sütun gibi bayat bir et kokusu yükseldi ve can sıkıcı bir şekilde bizim, adamın ve vadinin üzerinde asılı kaldı.
Sf: 398
Bu arada, Zaal’la birlikte son düzlüğe kadar ilerledik. Işıksız çadırları sayabiliyor ve konuşan adamları duyabiliyorduk. Biri, bize doğru birkaç adım attı, sonra tereddüt etti. Sigarasını yakmak için bir kibrit çaktı ve göz kamaştıran bir ışık seli, adamın yüzünden akıp geçti. Adamın genç olduğunu açıkça görebildik, hastalıklı çökük bir yüzü vardı. Çömeldi, bir an için bir şeylerle meşgul göründü ve adamlarının yanına döndü. O geçerken adamları konuşmayı kesiyorlardı.
Tepeye geri döndük ve fısıldayarak görüş alışverişinde bulunduk. İstasyon, çok uzun, taş binalardan meydana gelmişti. Duvarları o kadar sağlamdı ki, zaman ayarlı fitille yerleştireceğimiz bir bomba bile işlemeyebilirdi. Garnizon, aşağı yukarı iki yüz askerden oluşmuş gibi görünüyordu. Biz, yüz altmış tüfekten ibarettik ve mutlu bir aile değildik. Yarar sağlayacağından emin olabileceğimiz tek şey, sürpriz yapmaktı.
Sf: 402
Bedeviler, dinmek bilmeyen huzursuzlukları yüzünden asla on dakika bile yerlerinde oturmuyorlar, bir şeyler yapıp söylemek için durmadan dolaşıyorlardı. Bu kusurları, bir savaşı beklerken hissettikleri uzun süreli yorucu bir gerilime rağmen duygularını hiç belli etmeyen İngilizlere kıyasla, onları daha aşağı konumda tutuyordu.
Sf: 408
Lewis ve Stokes, bana yardım etmek için aşağı inmişlerdi. Onlar için biraz endişe duyuyordum; çünkü Araplar, kendilerini kaybettiklerinde bir düşmana olduğu kadar, bir dosta da saldırmaya hazırdılar.
Sf: 410
Türklerin kum gibi kaynadığını gördük. Yüz elli kişi kadar olmalıydılar ve girişimimizin bir sonu yoktu. Türkler, Arap esir almadıklarından, Salem, ölmüş olabilirdi. Gerçekten Arapları korkunç bir şekilde öldürüyorlardı. Bu yüzden bir yeri terk ederken kötü bir şekilde yaralanmış, çaresiz bırakmak zorunda kalacağımız adamlarımızı, merhamet ederek kendimiz öldürüyorduk.
Sf: 416
Altı günlük akın sırasında on iki silahlı saldırı, dört deve kaldırma, bir evlilik, iki hırsızlık, bir boşanma, on dört kan davası, iki kem göz ve bir de büyü olayı gündeme geldi ve halledildi.
Bu kararlar, mükemmel olmayan Arapça bilgime rağmen alınıyordu. İşimle ilgili olarak yaptığım bu sahtekarlık, bana acı veriyordu. İşte, ayaklanmanın en önemli adamı olmak için Akabe’ de aldığım kararların meyveleri, acı meyveleri. Arapları, sahte bahanelerle toplayıp, bir yıldır güneş ışığına maruz kaldıktan sonra zonklamaya başlayan, hafifçe sulanıp diken gibi batan gözlerimin görebildiği kadarıyla, yüzlerinden daha fazla kanıta sahip olmayan, ama beni körü körüne izleyen bu adamlar üzerinde sahte bir otorite uyguluyordum.
Bütün gün ve gece bekledik. Güneş batarken uzanmış, günün bezdirici işlerini not ederken çalılıklardan çıkan bir akrep sol elime sarılarak beni defalarca soktu. Şişen kolumun ağrısı beni ikinci şafağa kadar uyanık tuttu. Aşırı yüklü olan zihnim rahatlamıştı. Çünkü böyle birkaç yüzeysel yaranın yarattığı ateş, uyuşan sinirlerimi silip süpürünce, bedenim, kendi kendimi sorgulamayı bıraktıracak derecede ön plana çıkmıştı.
Ancak bu nitelikte bir ağrı, zihinsel bir hastalığı gerçekten tedavi edecek kadar uzun sürmüyordu. Bir gece sonra, düşünceyi kışkırttığı halde kurbanını, ancak dayanabileceği ölçüde zayıf bırakan bu içten duyulan acı, onurlu havasını yitiriyor ve sıkıcı bir hale geliyordu. Böyle koşullarda savaş, benim sahte liderliğim altında büyük bir aptallık, adeta bir suç gibi görünüyordu. Bölük başı, bir trenin geldiğini haber verdiği zaman neredeyse şeyhleri gönderip her şeyden vazgeçmek ve iddialarımı onların şaşkın ellerine bırakmak üzereydim.
Sf: 418
Sondan dördüncü vagonun tamponlarında bir Türk belirdi ve vagonlar arasındaki bağlantı cıvatalarını gevşeterek trenin kuyruk kısmının gerisin geriye, yokuş aşağı kaymasını sağladı. Tekerleklerden birinin arkasına taş koymak için isteksizce bir hamle yaptım ama bunu başarmak fazla da umurumda değildi. Ganimetin bu büyük bölümünü kaçırmak daha akıllıca görünüyordu. Bir Türk albayı, pencereden bana Mauser tabancasıyla ateş etti, kurşun kalçamı sıyırıp geçti. Onun bu büyük cesaretine gülüp geçtim. Meslekten bir subay gibi bir bireyi öldürerek savaşı ilerletebileceğini sanıyordu.
Aşağı yukarı yirmi Türk ölmüş ve diğerleri, Arapların almak için umursamadıkları canları için hat boyunca dizilmiş, göz yaşı döken dört subay da dahil olmak üzere herkes, esir alınmıştı.
Daha sonra gelen dört ay boyunca Akabe’ den gelen uzmanlarımız, on yedi lokomotifi tahrip ettiler. Yolculuk yapmak düşman için sonu belli olmayan bir dehşet haline gelmişti. Şam’ da insanlar, trenlerin arka koltuklarını kapışmak için çekişiyorlar, hatta üstüne fazladan ücret ödüyorlardı. Makinistler, işi bıraktılar. Sivil trafik neredeyse kesildi ve bir gece, sadece Şam Kent Sarayı’ na, iyi Arapların, bundan böyle Suriye demiryolları ile yolculuk yaptıkları takdirde kendilerini tehlikeye atmış olacaklarını bildiren bir duyuru asarak tehdidimizi Halep’e kadar uzattık. Lokomotiflerin kaybı, Türkler için acıklı bir durumdu. Taşıtlar, Filistin ve Hicaz’ da biriktiğinden dolayı yarattığımız tahribat, sadece Medine’nin kitlesel olarak boşaltılmasını olanaksız kılmadı aynı zamanda büyüyen İngiliz tehdidi karşısında ordu, Kudüs civarında sıkışmaya başladı.
Sf: 419
Gruplar halinde dolaşıyorduk ama katı bir düzen izlemiyorduk; bu yüzden uçaklar, bizim hakkımızda bir hüküm veremezdi. Hiçbir casus, sayımızı tam olarak tahmin edemezdi, çünkü herhangi bir anda gücümüzün ne olduğu hakkında kendimizin bile en küçük bir fikri yoktu.
Diğer yandan biz, onların ileri sürdükleri tek tek her askeri ve her birliği tam olarak biliyorduk. Bizi düzenli bir birlik gibi görüyorlardı ve harekete geçmeden önce onların karşısına çıkartabildiğimiz tüm gücü hesaplıyorlardı. Genel inançlara daha az bağlı olduğumuzdan bize karşı nasıl karşılık vereceklerini tam olarak biliyorduk. Bu şekilde dengeyi sağlıyorduk.
Sf: 420
Maulud, savunmayı güzel bir şekilde idare etti. Merkezini açtı ve büyük bir keyifle Türklerin kafalarını, Arapların sığınakları olan dik kayalıklara çarpıncaya kadar ilerlemelerine izin verdi. Daha sonra Türkler, hala şaşkın ve rencide olmuş bir durumda beklerlerken aynı anda iki kanattan birden tepelerine bindi. Türkler, bir daha asla hazırlanmış bir Arap mevzisine saldırmaya cesaret edemediler.
Sf: 425
Meinertzhagen, yarım önlem nedir, bilmiyordu. Mantıklı ve samimi bir idealistti. İyilik arabasına, kötülük atını koşmakta hiç sakınca görmeyen bir inanca sahipti.
Arap subaylar, eskiden Türk ordusunda subaylık yapmışlar ve karşı taraftaki her lideri kişisel olarak tanıyorlardı. Aynı eğitimden geçmişler, aynı şeyleri düşünmüşler ve aynı bakış açısına sahip olmuşlardı. Araplar üzerinde çeşitli yaklaşım yöntemleri deneyerek Türkleri keşfediyorduk. Neredeyse içlerine, zihinlerine kadar girip anlamaya çalışıyorduk. Bizimle onlar arasındaki ilişki evrenseldi.
Sf: 427
İngiliz Ordusu’nu zihnimde tarttım. Dürüstçe söylemek gerekirse onlardan emin olamadım. Adamlar, çoğunlukla yiğit savaşçılardı ama generalleri, çoğu zaman olduğu gibi, cahillikle kazandıkları şeyleri aptallıkla armağan ediyorlardı.
Elbette Müttefiklerin bir zafer kazanması için savaşıyorduk ve madem ki İngilizler, en önemli ortak konumundaydılar, o halde Arapların eninde sonunda onlar için feda edilmeleri gerekecekti. Ama son çare, bu muydu? Savaş, genellikle ne çok iyi, ne de çok kötü olarak gelişir ve gelecek yıl sanki başka bir şeyi denemeye vakit bulacakmışız gibi görünürdü. Bu yüzden Arapların hatırına tehlikeli girişimi erteledim.
Sf: 429
Fiziksel bakımdan olağanüstü bir kişiydi. Uzun boylu olmadığı gibi ağır bir adam da değildi ama öyle güçlüydü ki avuç içi yukarı bakacak şekilde ön kollarını yere dayayarak diz çöker ve kollarında bir adamı kaldırarak ayağa kalkabilirdi. Ayrıca Ali, çıplak ayaklarıyla koşarak tırıs koşan bir deveyi geçebilir, hızını, yarım milden daha fazla koruyabilir ve sonra devenin semerine sıçrayarak çıkabilirdi. Laubali, dik kafalı, kendini beğenmiş, kısaca ifade etmek gerekirse pervasız olduğu kadar aslında, önemli kamu olaylarında (eğer isterse) etkileyici olabilen ve yerli tutkuları, savaşta ve sporda çöl göçebelerini bile geçen, oldukça eğitimli bir adamdı.
Sf: 431
Faysal, Abd El Kader’e benimle ve Ali ile birlikte gitmesini söyledi. Bana da, “Onun deli olduğunu biliyorum. Ama dürüst olduğunu sanıyorum. Kellelerinizi koruyun ve onu kullanın,” dedi. Bir sahtekarın bizim dürüstlüğümüze inanmayacağı ve dürüst bir adamın da şüphe yüzünden çok geçmeden sahtekar bir adam haline gelebileceği ilkesiyle hareket ederek ona tam güvenimizi göstererek yola devam ettik.
Sf: 432
Yola çıkmamız, her zamanki gibi güç oldu. Muhafız olarak yanıma alcı acemi asker almıştım. Bu adamlardan biri, Yarmuk bölgesinin yerlisi olan Mahmut’tu. On dokuz yaşında canlı ve hareketli, öfkeli bir delikanlıydı. Huysuzluğuna çoğu zaman kıvırcık saçları eşlik ediyordu. Diğer adam, daha yaşlı olan Aziz’ di. Tafaslıydı ve üç yılını askerlikten kaçmak için Bedevilerle birlikte geçirmişti. Develerden anlamasına rağmen sığ bir kavrayışı ve neredeyse tavşana benzer bir ağzı vardı ama gururluydu. Üçüncü adam, Deraalı olan Mustafa’ydı. Çok nazik ve dürüst bir çocuktu. Sağır olduğu için uzun süre kendi başına kederli kederli dolaşıp durmuştu. Hastalığından dolayı utanç duyuyordu. Bir gün sahilde gezerken muhafızıma kısa ve açık sözcüklerle kendisinin askerliğe alınmasını rica etmişti. Reddedilmeyi o kadar çok bekliyordu ki kendisini kabul edince, şaşırıp kaldı. Diğerlerine kıyasla iyi bir seçimdi. Çünkü diğer adamlar, aşağılık ayak işlerini zoraki yaptıkları halde o, nazik bir köylüydü. Bununla birlikte umutsuz adamlarla birlikte olduğundan dolayı mutlu olmuştu ama bütün herkes onun umutsuz olduğunu düşünecekti.
Sf: 434
Dünya çok hoş bir hale bürünmüştü. Dün akşam yağan hafif sağanak yeryüzünü ve gökyüzünü yumuşak bir günde bir araya getirmişti. Kayalıklarda, ağaçlarda ve topraktaki renkler o kadar saf, o kadar canlı görünüyorlardı ki onlarla gerçekten temas kurmayı özlediğimizi ama kösteklenmiş yetersizliklerimiz yüzünden bu güzelliklerden bir şeyler alıp götüremediğimiz için acı çektiğimizi hissettim.
Sf: 439
Daha sonra yavaş gidilmesi için yukarıya fısıltıyla acil bir mesaj gönderdi. Ama üç dilden geçtikten sonra bize ulaşan mesaj, anlaşılamaz bir hale gelmişti.
Sf: 445
Karanlık bastırdıktan sonra Avda’nın ocağının etrafında toplandık ve saatlerce bildiğim bütün aldatma sanatlarını kullanarak, bu çemberin etrafında toplanmış olan adamlarla oynayıp ateşin aydınlattığı yüzlerine ulaşmaya çalıştım. Şimdi kah birini, sonra kah ötekini yakalıyordum. (Bir kelime onların yüreklerine isabet ettiğinde gözlerinde çakan parıltıyı görmek kolaydı.) Sonra yine hatalı bir yol izleyip karşılık almadan değerli dakikaları boşa harcıyordum.
Sf: 447
Abd el Kader’in erkek kardeşi, Şam’ da bir arkadaş grubu içinde otomatik si!ahla, peş peşe üç ölümcül kazaya neden olarak bir dünya rekoru kırmıştı. Yerel baş gladyatör olan Ali Rıza Paşa, “Özellikle üç şey olanaksızdır: Bir, Türkiye’nin bu savaşı kazanması; iki, Akdeniz’in şampanya olması; üç, eğer Muhammed Said silahlı ise beni, onunla aynı yerde bulabilmeniz olanaksızdır!” demişti.
Hoveitat şölenleri, yağlı, sulu yemeklerden oluşuyordu. Beni Sakhrlarınki ise çok boldu. Yemekler elbiselerimize sıçradı, ağzımızdan taştı ve parmaklarımızın uçları, yemeğin sıcaklığı ile haşlandı. Açlığımızın şiddeti yatıştıkça ellerimizi yemeğe daha ağır daldırıyorduk.
Sf: 452
Araplar, güce karşı çok az saygı duyuyorlardı. Daha çok hüner karşısında eğiliyorlar ve çoğu zaman da gıpta edilecek ölçüde hünerli kişiler oluyorlardı. Ama her şeyden çok, söylenen şeylerin içtenliğine karşı körlemesine bir saygıları vardı. Tanrı’nın onları silahlanmaktan yoksun bıraktığı tek silah da galiba buydu. Türkler, sırası geldiğinde Arapların her şeyi olmuş ve bir süre için Arapların öyle hoşlarına gitmişti ki toplu olarak onlardan korkmuyorlardı. Ama toplu olmak ile birey olmak arasındaki bu ayrımın altında çok şeyler yatıyordu. Arapların tek tek herhangi bir Türk’e ya da yabancıya karşı tercih edeceği İngilizler vardı, ama bunun gücünü genelleyip, Arapların İngiliz yanlısı olduklarını ilan etmek aptallık olurdu. Onların arasında yaşayan her yabancı kendi yaptıklarının sorumluluğunu taşıyordu.
Sf: 457
Başarısızlık, Tanrı’nın insanlığa sunduğu bir özgürlük gibi onaya çıkıyordu. Biz, bu özgürlüğümüzü sadece yapma gücümüz olduğu halde bir şeyi yapmayarak kullanabilirdik. İşte o zaman hayat bize ait olabilir ve hayata değer vermeyerek, ona egemen olabilirdik. Ölüm, tüm eserlerimiz içinde en iyisi, kendi kavrayışımız içinde özgürce kanıtlayacağımız son sadakatimiz ve son kullanacağımız boş zaman olarak görünüyordu. Biz, ölüm ve yaşam ya da daha az sona! dille ifade etmek gerekirse, başı boş gezme ile çalışma arasında kalırsak, bu iki kutuptan sadece çalışmaktan (yaşamın temeliydi) sakınmak ve boşta gezmeye sıkıca sarılmak zorundaydık. Böylece bir şey yapmış olmaktansa hiçbir şey yapmamaya hizmet etmiş olurduk. Yaratıcı olmayan bazı adamlar için boş zamanın fazla bir anlamı olmayabilir ama bu etkinlik sayesinde maddi sonuçlar elde edilebilirdi. Bedenin değil ama ruhun katıldığı, maddi olmayan şeyler, yaratıcı nesneler meydana getirmek için zamanı harcarken kıskanç davranmak zorundaydık; yoksa çoğu insanın ruhu, bedenlerinden çok daha önce yaşlandığından dolayı bedensel taleplerin baskısı altında sıkıntı çekip ezilecektik. Köle gibi çalışmanın insanlığa daha fazla yararı yoktu.
“Mutlak güç” ve “Sonsuz” kavramları, bizim en kötü iki düşmanımızdı; gerçekten bunlar, olgun bir adamın karşılaşabileceği, bizzat kendi ruhunun yarattığı canavarlardı ve her zaman en sağlam düşmanlar, hane halkı içinden çıkıyordu.
Sf: 461
Dinlenme vaktim, maalesef bir adalet sorunu yüzünden bozuldu. Gazel avı sırasında Ahmet ile Awad arasında bir kavga çıkmış ve iş düello yapmaya kadar varmıştı. Awad, Ahmet’in kefiyesinden sarkan iplere ateş etmiş ve Ahmet, Awad’ın ihramını delmişti. Silahlarını alıp yüksek sesle her ikisinin de baş parmakları ile işaret parmaklarının kesilmesini emrettim. Emrin dehşeti karşında bir an dona kalıp herkesin önünde öpüşüp barışmak zorunda kaldılar. Az sonra bütün adamlarım, onlara kefil oldular. Sorun sona ermişti. Davayı Ali ibn el Hüseyin’e havale ettim. Ağır bir hançerin keskin kenarıyla başlarına sert bir şekilde tekrar tekrar vurup fışkıran kanlar bellerine ininceye kadar sürdürülen, eski ve garip bir göçebe cezasını uygulayarak verdikleri sözleri kafalarına mühürledikten sonra, onları koşullu olarak serbest bıraktı. Bu uygulama acı veriyordu ama kafa derisinde ölümcül bir yara açmıyordu. Öncelikle bu acının ve sonra da yara izlerinin verdikleri sözlerin töhmeti altında olduklarını kendilerine hatırlatacağı farz ediliyordu.
Sf: 462
Baharda bu tepelerin daha alt yamaçları yağan yağmurlar nedeniyle yeni çim ve çiçeklerle kaplanınca her taraf otlanan koyunlarla dolup taşardı. Yazın gelişiyle birlikte çayırlar kuruyunca ıssızlaşan yamaçlar, gizli işleri olan yolculara geçip gitme şansı verirdi. Hiç rahatsız edilmeden bir gün boyunca çukurluk bir yerde yatarak güvenle bekleyebilirdik.
Sf: 463
Devriyelerin geçtiği her seferinde hayvanları kontrol ederken çok dikkatli olmak zorundaydık. Çünkü içlerinden biri böğürür ya da kargaşa çıkartırsa düşmanı çekebilirdi. Dün, uzun bir gündü, bugün ise hiç geçmek bilmiyordu. Yemek yiyemezdik ve suyumuzu, yarın kıtlaşacağından dolayı kıskançlıkla koruyup idareli kullanmak zorundaydık. Bunu bilmek bizi susatıyordu.
Sf: 466
Mifleh, karanlıkta, beni yabancılar karşısında açığa çıkartmayan bilinen ismimle hitap ederek, “Arap!” diye seslendi ve birlikte ilerledik. Kül kokularını duyduğumuz sırada çok derin çukur bir bölgeden aşağı iniyorduk.
Sf: 467
Saat dokuzdan kısa bir süre sonra yumuşak zeminli bölgeden ayrıldık. Yol durumu iyileşti ama yağmur çiselemeye başladı ve verimli olan toprağın yüzeyi kayganlaştı. Bir Sirhani devesi düştü. Binicisi hayvanı bir anda ayağa kaldırıp tırıs koşturdu. Beni Sakhrlardan biri düştü. Her şeye rağmen yaralanmamıştı ve telaşla yine devesine bindi. Daha sonra Ali’nin kölelerinden birini duran devesinin yanında dikilirken bulduk. Ali, ona tıslayarak çıkıştı. Adam, bir mazeret mırıldanmaya kalkınca vahşi bir şekilde kafasına sopayla vurarak, sözlerini kesti. Dehşete düşen deve ileri atıldı ve köle, devenin arkasındaki kolonu kavrayarak semere asılabildi. Ali, peş peşe darbeler indirerek adamının peşinden koştu.
Sf: 471
Gün batarken uzun su gölcüğüne ulaştık. Orada bekleyen birliğimizden ıskartaya çıkartılan kişiler, hatalarımızın ayrıntılarını merak ediyorlardı. Biz, aptal adamlardık, hepimiz eşit oranda aptaldı ve bu yüzden öfkemizin bir hedefi yoktu. Ahmet ve Awad, birbirleriyle yeniden kavga ettiler; genç Mustafa, pilav yapmayı reddetti; Farraj ve Davud, ağlatıncaya kadar onu hırpaladılar; Ali, iki kölesine dayak attırdı ve bizden ya da onlardan hiç kimse bir parça bile umursamadı. Zihinlerimiz, başarısızlıktan dolayı hastalanmış ve bedenlerimiz, kötü bir bölgede, kötü koşullarda, gergin bir şekilde günbatınıından bir sonraki günbatımına kadar hiç mola vermeden ve yemek yemeden, aşağı yukarı yüz mil yol katettikten sonra yorgun düşmüştü.
Sf: 472
Tren havaya uçurmak, yeterli bir birlik tarafından uygun mevzilere yerleştirilmiş makineli tüfeklerin yardımıyla önceden tasarlanarak yapıldığı takdirde tam bir bilim işiydi. Aceleye getirilerek hareket edilirse tehlikeli olabilirdi. Bu seferki güçlük, elimizdeki makineli tüfekçilerin Hintli olmasından kaynaklanıyordu. Besili, iyi adamlar olmalarına rağmen soğukta ve aç kaldıklarında yarım adam oluyorlardı. Yeterli tayınları olmadan onları bir hafta sürecek bir maceraya çekmeye, hiç de niyetli değildim. Arapları, aç bırakmak ise eziyet sayılmazdı. Birkaç gün ziyafetten yoksun kalırlarsa ölmeyecekleri gibi, aç kamına da her zamanki kadar mükemmel bir şekilde savaşabilirlerdi. Üstelik işler sarpa sararsa öldürülüp yenecek binek develerimiz vardı. Ama Hintliler, Müslüman olmalarına rağmen ilke olarak deve etini reddediyorlardı.
Sf: 475
En iyi koşullarda bile olsa bir eylemi beklemek zordu. Bugün ise berbattı. Düşman devriyeleri bile, sırf iş olsun, diye yağmura karşı umursamazca sallanarak yürüyorlardı. Sonunda öğlene doğru kısa bir süre için de olsa havanın güzelleştiği bir sırada güney zirvesindeki gözcülerimiz, bir trenin geldiğini haber vermek için çılgınca pelerinlerini salladılar. Son saatlerde başka bir fırsatı kaçırmamak için, hatta yakın bir yerde bulduğumuz bir hendeğe girip ökçelerimizin üzerinde çömelerek beklediğimizden hemen mevzilerimize geçtik. Araplar, uygun bir şekilde siper aldılar. Ateşleme noktasından dönüp pusuda bekleyip beklemediklerini görmek için arkama baktım ama tepelerin gri yamaçlarından başka bir şey göremedim.
Trenin gelişini duyamıyordum ama geleceğinden emindim. Merakla bekleme süresi, artık dayanılamaz bir hale geldiğinde, belki de yarım saattir dizlerimin üzerinde hazır bekliyordum. Ne olup bittiğini, öğrenmek için, bir işaret yaptım. Son derece büyük uzun bir trenin ağır ağır gelmekte olduğunu söylemek için birini gönderdiler. Hırsımız artmıştı. Tren ne kadar uzun olursa, ganimet o kadar büyük olurdu. Daha sonra trenin durduğunu haber verdiler ve sonra yeniden hareket etti.
Sonunda saat bire doğru trenin çıkarttığı sesleri duymaya başladım. Lokomotif, hiç şüphe yok ki arızalıydı (odun yakan bütün bu trenler kötüydü) ve ağır yükün yokuş yukarı çıkarken lokomotifin kapasitesini fazlasıyla zorladığı çok açıktı. Beklediğim çalının arkasına çömelerek oturdum. Bu arada tren, güneydeki boğazdan çıkarak, yavaş yavaş görüş alanımıza girdi ve başımızın üzerinde yükselen set boyunca ilerleyerek menfeze doğru geldi. İlk on vagon, asker yüklü, açık vagonlardı. Bununla birlikte artık seçim yapmak için çok geçti. Bu yüzden lokomotif tam karşıda mayının üzerine gelince patlatıcının kolunu aşağıya bastım. Hiçbir şey olmadı. Bıçkı ile biçer gibi kolu dört kez aşağı yukarı zorladım. Yine bir şey olmadı. Birden patlatıcının çalışmadığını ve elli yarda ötede Türk askerleri ile dolu bir tren güçlükle ilerlerken çıplak setin üzerinde diz çökmüş beklediğimi fark ettim. Bir kadem yüksekliğindeki çalı, sanki büzülmüş, bir incir yaprağından daha küçük görünüyordu. Kendimi kırın ortasında açık bir hedef gibi hissediyordum. Arkamda iki yarda ötede açık bir vadi vardı ve Araplar, orada siperlerinde benim ne yaptığımı merak ederek bekliyorlardı. Ne vadiye kaçmak, ne de Türklerin bizi bitirmek için trenden inmeleri olanaklıydı. Ama sakin bir şekilde oturup beklersem beni rastgele bir Bedevi sanıp ihmal etme olasılıkları vardı.
Bu yüzden sırf yaşamı hesaba katarak öylece oraya oturdum ve lokomotifin çektiği on sekiz açık yük vagonunu, üç yolcu vagonunu ve üç subay vagonunu tek tek saydım. Lokomotif, ağır ağır, “Puf! Puf!” diye buharlar çıkartarak ilerliyordu. Her an arıza yapabileceğinden korkuyordum. Askerler, bana fazla dikkat etmediler, ama subaylar ilgiyle baktılar. Vagonlardaki küçük sahanlıklara çıkıp beni göstererek uzun uzun süzdüler. Çekingen bir şekilde sırıtarak onlara el salladım. Mekke tarzı kıyafetim ve kefiyemin etrafında sarılı olan altın sarısı burma halkalarla kendimi inanılması olanaksız bir çoban gibi görüyordum. Belki de üzerimdeki çamur lekeleri, ıslaklık ve cahillikleri beni kabul edilebilir kılmıştı. Yük vagonlarının son kısmı, yavaş yavaş kuzeydeki boğazda gözden kayboluyordu.
Tren uzaklaşınca hemen ayağa fırlayıp kabloları gömdüm ve arızalı patlayıcıyı yerden alarak hızla bir tavşan gibi koşarak güvenli olan tepeye tırmandım. Orada soluk aldım ve bir türlü uzaklaşmak bilmeyen trenin sonunda gözden kaybolup kaybolmadığını görmek için dönüp geriye baktım. Mayından beş yüz yarda uzakta hala bekliyordu. Aşağı yukarı bir saat sonra lokomotif yine buhar salmaya başladı. Bu arada subaylardan oluşan bir devriye geri dönüp tam oturduğum yeri çok dikkatli bir şekilde araştırdılar. Ama teller, uygun bir şekilde gizlenmişlerdi. Bir şey bulamadılar. Lokomotif yeniden harekete geçmek için cesaret toplamıştı ve uzaklaşıp gittiler.
Sf: 478
Tam o sırada kuzeydeki gözcü, “Bir tren!” diye haykırdı. Ateşin başını bırakıp eski mevzilerimize geçmek için bayır aşağı altı yüz yardalık mesafeyi soluk soluğa koştuk. Düdüğünü tiz bir şekilde öttürerek virajı dönen tren hızla geliyordu. On iki yolcu vagonu, çift lokomotifi olan harika bir şeydi. Tercih edeceğimiz bir hızda ilerliyordu. İlk lokomotifin hareketi sağlayan ilk tekerleklerinin altında kolu aşağı bastım ve korkunç bir patlama oldu. Yüzüme siyah siyah topraklar fışkırırken dönerek savruldum ve omzuma kadar yırtılan gömleğimle yere oturdum. Sol kolumda açılan, çizik çizik görünen uzun sıyrıklardan kan damlıyordu. İsli, bükülmüş bir demir tabakasının altında kalarak parçalanan patlatıcı, dizlerimin arasında duruyordu. Önümde haşlanarak yanmış, üstünden duman tüten, yarım bir adam vardı. Patlamanın çıkardığı toz ve dumanın ardından dikkatlice bakınca, ilk lokomotifin buhar kazanı tamamen kaybolmuş gibi görünüyordu. Aptal aptal şimdi bizim adamlara yardım etmek için, tam harekete geçme zamanı, diye düşündüm. Ama kıpırdayınca sağ ayağımda müthiş bir ağrı olduğunu hissettim. Ancak topallayarak yürüyebiliyordum. Patlamanın sarsıntısıyla başım dönüyordu. Aksaya aksaya tepeye çıkarken, bu şaşkınlığı dağıtacak hareket başladı. Araplar, şimdi kalabalık vagonlara, peş peşe ateş etmeye başlamışlardı. İngilizce yüksek sesle, “Ah!”, “Keşke bu fasıl olmasaydı!” sözlerini tekrarlayarak, sersemce kendi kendimi neşelendirmeye çalıştım.
Sf: 479
Her ikisinin de tamir edilemeyeceği sonucuna vardım. İkinci kömür vagonu, öteki tarafa devrilmiş, görülmüyordu. İlk üç vagon, birbirine girip parçalanmıştı.
Trenin geri kalan kısmı, kötü bir şekilde raydan çıkmış ve yan yatan yolcu vagonları, bir uçtan bir uca değişik açılarla zikzak yaparak, ray boyunca dizilmişlerdi. Vagonlardan birinde bayraklarla süslenmiş bir salon vardı. Salonda, Allenby’a karşı Kudüs’ü savunmak için hızla bölgeye inen Sekizinci Kolordu Kumandanı Mehmet Cemal Paşa vardı. Yükleri, birinci vagona, otomobili ise trenin son vagonuna konulmuştu. Otomobile ateş açtık. Kurmayları arasında Assad Shukair olduğunu tahmin ettiğimiz, Ahmet Cemal Paşa’nın imamı ve tanınmış bir Türk yanlısı pezevenk olan şişman bir rahip vardı. Bu yüzden vurulup düşünceye kadar, üzerine ateş ettik
Bu, uzun süren bir şenlik gibiydi. Ganimeti götürme şansımızın çok az olduğunu görebiliyorduk. Vagonlarda aşağı yukarı dört yüz kişi vardı ve şimdi şoktan kurtulan sağ kalanlar, korunaklı yerlerde siper alıp yoğun bir şekilde bize ateş ediyorlardı. İlk anda tepenin kuzey çıkıntısından inen birliğimiz düşmanı sıkıştırmış, neredeyse oyunu kazanıyorlardı. Kısrağına binen MiAeh, salondan kaçan subayları derin olmayan bir hendeğe kadar kovalamıştı. Durup ateş edemeyecek kadar heyecanlıydı. Bu yüzden subaylar, yara almadan kaçıp kurtulabilmişlerdi. MiAeh’i izleyen Araplar, yere dökülüp saçılan tüfek ve madalyaları toplamak için dönmüşler, daha sonra da trenden çanta ve kutuları sürükleyerek çıkarmışlardı. Mayıncılık deneyimime göre trenin uzakta kalan kısmını tehdit eden makineli bir tüfeğimiz olsaydı, tek bir Türk bile kaçıp kurtulamazdı.
Sf: 480
Türkler, bizi böyle sessiz görünce yamaçtan yukarı çıkmaya başladılar. Yarı yola kadar gelmelerine izin verdik ve sonra yaylım ateşi açtık. Aşağı yukarı yirmi kişi öldü ve diğerleri geri çekildiler. Trenin etrafına ölüler saçılmıştı ve tahrip olan vagonların içi de ölü doluydu. Ama onlar, Kolordu Komutanlarının gözetimi altında savaşıyorlardı ve korkusuzca bizi kuşatmak için tepenin çıkıntı yaptığı yerin etrafında çalışmaya başladılar.
Sf: 481
Diğer yaralı adamlara aynı anda bakılıyordu. Mifleh, birliğin en genç delikanlılarını çağırdı ve kaba bir mikrop kırıcı (antiseptik) olarak sidiklerini yaraların üzerine serpmelerini istedi. Bu arada dinlenip tamamen kendimize gelmiştik. Daha fazla et yiyelim diye, uyuz bir deve satın aldım, ödülleri dağıttım; öldürülenlerin akrabalarına tazminat ödedim ve ele geçirdiğimiz altmış ya da yetmiş tüfek için ayrıca ganimet parası verdim. Ganimet küçüktü ama küçümsenemezdi. Bazı Serahinler eyleme tüfeksiz katılmışlar, boş yere sadece taş atmışlardı ama şimdi adam başına iki tüfek düşüyordu. Ertesi gün kendimizden gayet memnun ve zafer kazanmış insanlar gibi övünerek -Allah affetsin Azrak’a hareket ettik.
Sf: 484
Kuzeyde yürüttüğümüz bu çalışmada Faysal davasının en büyük varlığı, Şerif Ali ibn el Hüseyin’ di. En vahşi işlerde bile, daha vahşi kabilelerin çılgın rakibi olan Ali, şimdi tüm gücünü daha büyük bir amaç için kullanıyordu. Belki de kendi karakterinden gelen kısım haricinde sahip olduğu çok yönlü doğası yüzünden ve vücudundan çok açıkça belli olan tüm güçlü ricalarının gerçekleşmesini sağlıyordu. Özellikle nadir olarak yaptığı gibi, hem ağzıyla hem gözleriyle aynı anda gülümsediği anlarda olduğu gibi o, herhangi bir kimseyi yeniden görme arzusu duymadan kimse onu yeniden göremezdi. Güzelliğini bilinçli bir silah olarak kullanıyordu. Ya bütünüyle siyah ya da bütünüyle beyaz, tertemiz giyiniyordu. Yüz ve beden hareketlerine özen gösteriyordu.
Sf: 487
Oraya nasıl gideceğimi düşünürken bir sabah yağmurda haber vermeksizin Tafas şeyhi Tala! el Hareidhin çıkıp geldi. Başına ödül konulan meşhur bir kaçaktı. Ama ismi öyle büyüktü ki, canının istediği gibi dolaşabiliyordu. Çılgın gibi geçen iki yıl boyunca, raporlara göre aşağı yukarı yirmi üç Türk’ü öldürmüştü. Kendisini izleyen, harika bir şekilde ata binen altı adamı vardı. Hauran modasının en gözde olduğu dönemlerde en gösterişli bir şekilde giyinen kişilerden biriydi. En iyi cins tiftik olan keçi derisinden paltosu, ipek yamalar ve şerit halinde desenler ile yeşil, çift enli, bir tür yünlü kumaşla kaplanmıştı. Diğer giysileri ipektendi. Uzun çizmeleri, gümüş eyeri, kılıcı, hançeri ve tüfeği, şöhretiyle uyumluydu.
Sf: 498
Hiçbir zaman kendini yükseklerde tutan bir insan olmadım. Aksine sürekli olarak her gün herkesin beni görmeye geldiklerini hissettiğim zamanlarda bile, kendimi her zaman ulaşılabilir bir insan olarak tutmaya çalıştım. Elimden geldiği kadar düzgün bir şekilde sade bir yaşam standardı tutturarak, kendi örneğimi sunmaya çalıştım. Çadırlarını, aşçılarını, muhafız kölelerim yoktu. Sadece savaşçılar arasından seçilen muhafızlarım vardı ve bunlar köle gibi değillerdi.
Sf: 509
Joyce, olayların gayet iyi geliştiğini söyledi. Maulud’un zaferinden beri durum, oldukça değişmişti. Türkler, Aba el Lissan’da yığılmışlardı. Maan’ın güneyinde hattın karşısına geçerek yaptığımız akınlarla onları çılgına çeviriyorduk. Abdullah ve Ali, aynı şeyleri Medine yakınlarında yapıyorlardı. Demiryollarını korumakta sıkıntıya düşen Türkler, zayıf kesimleri güçlendirmek amacıyla, Aba el Lissan’ dan adam çekmek zorunda kaldılar.
Maulud, cesur bir adım atarak, yayla üzerinde karakollar kurdu ve Maan’dan gelen erzak kervanlarına saldırmaya başladı. Yükseklerdeki şiddetli soğuk, yağmur ve kar, onları engelliyordu. Gerçekten kötü bir şekilde giyinmiş olan adamlarından bazıları, açıkta kalmaya dayanamayıp öldüler. Ama Türkler de aynı oranda adam kaybettiler ve çok daha fazlasını mal ve insan naklederken kaybettiler. Uyuza yakalanan develeri, fırtına ve çamurda teker teker kırılıp tükendi. Kayıplar, yiyecek taşıma işinde giderek onları sıkıntıya düşürdü ve Aba el Lissan’dan daha da geriye çekilmek zorunda kaldılar.
Sonunda geniş bir mevziyi tutamayacak kadar zayıf düştüler ve Maulud, onları, ocak ayının ilk günlerinde Mreigha’ya doğru çekilmeye zorladı. Bedeviler, hareket halindeyken Türkleri yakaladılar ve en arkada kalan taburu bozguna uğrattılar. Bunun üzerine Türkler, kendilerini aceleyle Maan’dan sadece altı mil uzakta bulunan, Uheida’ya attılar. Tehdidimizi sürdürerek yine sıkıştırınca, Maan’ın üç mil dışında kalan, ileri karakol hattında bulunan Semna’ya çekildiler. Böylece Maulud, daha 7 Ocak olmadan Maan’ı doğrudan kontrolü altına almıştı.
Başarı, bize on günlük bir boş zaman kazandırdı. Joyce ile birlikte nadiren serbest kaldığımızdan, çamur düzlüklerde Mudowwara’ya doğru arabayla yolculuk yaparak, bu olayı kutlamaya karar verdik.
Arabalar, şimdi Guweira’ da bulunan sürekli kampımızda duruyorlardı. Gilman ve Dowset, kendi ekipleri ve elli Mısırlı asker ile birlikte İtm Vadisi’nde aylarca mühendis gibi çalışarak, vadinin dar geçidini baştan aşağı geçen bir otomobil yolu inşa etmişlerdi. Bu, büyük bir eserdi ve şimdi Guweira’nın hizmetine girmişti. Böylece Rolls Royceları ve şoförleri aldık, arabaları yakıt, yedek tekerlek ve bize dört gün yetecek yiyecekle doldurduk ve keşif turumuza çıktık.
Sf: 510
Yol hazır olunca, arabalar, duman çıkartıp tıslayarak harekete geçtiler ve kuma saplanıp hareketsiz kalmamak için tehlikeli bir tarzda hızla ileri atılıp yayları için ciddi sonuçlar doğuracak şekilde, tümsekler üzerinden sarsılarak geçtiler. Bir Rolls Royce’un bozulmasının hemen hemen olanaksız olduğunu bildiğimizden, daha çok şoförlerimiz Thomas, Rolls ve Sanderson için endişeleniyorduk.
Sf: 514
Türkler bizi merakla izlemişlerdi. Daha sonra ise tıpkı bizim, Türklerin yeteneğini Alman etkisine bağlayarak yanlış bir kanıya kapılmamız gibi, Türkler de Arap ayaklanmasının hareket gücü ve yönünü İngilizlere mal ederek öfkelenmişlerdi.
Bununla birlikte Türkler, bunun bir sadakat sorunu olduğunu sık sık dile getirip bir İngiliz subayını ölü ya da diri getirene, yüz poundluk bir ödül vaat etmeye başladılar. Zaman geçtikçe, sadece genel rakamı artırmakla kalmadılar, aynı zamanda benim için özel bir fiyat da teklif ettiler. Akabe ele geçirildikten sonra ödül, oldukça iyiydi. Ama Cemal Paşa’nın trenini havaya uçurduktan sonra, Ali ile beni listenin başına koyup, canlı getirene yirmi bin, ölü getirene de on bin poundluk bir ödül vaat ettiler.
Elbette ki ileri sürülen bu ödül, söz sanatının etkili bir şekilde kullanılmasından başka bir şey değildi; aslında ödülün altınla mı yoksa kağıt parayla mı ödeneceği, hatta ödenip ödenmeyeceği bile kesin değildi. Ama yine de bazı endişeleri haklı çıkarabilirdi. Emrimdeki insanların sayısını arttırmak amacıyla, bulabildiğim kadarıyla başıboş dolaşan, atılganlıkları yüzünden başlarını başka yerlerde belaya sokmuş olan kişileri toplayıp, onları bir birlik halinde örgütledim. Sıkı binicilere ve sert yaşam koşullarına alışkın, aileleriyle değil, kendileriyle gurur duyan adamlara ihtiyacım vardı.
Sf: 517
Adamlarıma ayda altı pound ödüyordum. Bu, bir adam ve bir deve için ödenen standart ordu ücretiydi. Üstelik, benim develerime biniyorlardı ve bu yüzden aldıkları ücret, net bir gelirdi. İzlediğim bu politika, yaptıkları görevi imrenilir kılmış ve kamptaki bütün hevesli ruhları, emrime girmeye hazır bir duruma getirmişti. Program nedeniyle her zamankinden daha fazla meşgul olduğumdan, beklenmedik bir anda çıkan yolculuklarım çok daha uzun sürüyor ve zorlu geçiyordu. Sahip olduğu devesi, servetinin yarısını temsil eden sıradan bir Arap, benim hızımda yolculuk yaparak, bir insan için oldukça zahmetli bir şekilde ilerlemeyi ve kendi hayvanını sakatlamayı göze alamazdı.
Sf: 518
Adamlar, bana muhafızlık yaptıkları için büyük bir gurur duyuyorlardı. Gösterişli, profesyonelce bir tutum geliştirmişlerdi. Ben, sürekli olarak beyaz elbiseler giyip dolaştığım için, hadlerini aşmış gibi görünmek istemediklerinden, bir lale bahçesi gibi rengarenk, beyaz hariç her renkte değişik giysiler giyip dolaşıyorlardı. Eyer kaşında taşınabilecek yiyecek sınırlı olduğu halde, altı haftalık bir sefere yarım saat içinde hazırlanabiliyorlardı.
İstediğim zaman, hatta bazen istemediğim zaman bile, özellikle Türklere ya da diğer yabancılara karşı şeytanlar gibi dövüşüyorlardı. İçlerinden birini, bir asker vuracak olursa adamın yaptığı hayatının son saldırısı oluyordu. Aşırı ödüllendirme ya da aşırı cezalandırma bekliyorlardı. Katlandıkları zahmet ve elde ettikleri kazançlardan dolayı ordunun her kesiminden övgü kazanmışlardı. Bu çılgınlığa uygun olarak herhangi bir derecede girişilecek herhangi bir risk ya da faaliyet için, hazır bekletiliyorlardı.
Abdullah ve Zaagi, muhafızları, benden aldıkları yetkiyle ancak her adamın istediği zaman görevinden ayrılma hakkı saklı kalmak koşuluyla, gaddarca yönetiyorlardı. Bununla birlikte, bir kişi hariç hiç kimse görevinden ayrılmadı. Diğerleri, bu düzensiz yaşamın baştan çıkardığı, bakımlı, zengin, heyecanlı, cinsel tutkularla yanıp tutuşan delikanlılar olmalarına rağmen, çektikleri acılarla büyülenmiş, aldıkları riski kabullenmiş görünüyorlardı. Beden ve ruh arasındaki karşıtlıkla ilgili saplantıları yüzünden köleliğin anlamı, diğer tutum ve davranışlarında olduğu gibi, doğulu kafalarda tamamen değişmişti. Bu delikanlılar, itaat etmekten, bedenlerini hor görmekten zevk alıyorlardı. Bu yüzden kafalarındaki eşitlik duygusuna rağmen, kendilerini daha rahat hissetmek için, özgürlüklerinden vazgeçiyorlardı. Köleliği, günlük dertlere daha az bağımlı ve neredeyse otoriteden daha zengin bir deneyim olarak gördükleri için tercih ediyorlardı.
Sf: 519
Bu nedenle, Arabistan’ da efendi ile köle arasındaki ilişki, başka yerlerde tanık olduklarıma oranla hem çok daha serbest hem de çok daha özneldi. Köleler, adaletin kılıcından ve kahyanın kamçısından korkuyorlardı. Ama bu korkularının kaynağı, adamın birinin gelip keyfi olarak varlıklarına son vermesi ya da başka birinin çıkıp, vücutlarını acılar içinde kıvrandıran kırmızı kan nehirleri açması değildi; asıl neden, kılıcın ve kamçının, itaat etmek için üzerine yemin ettikleri semboller ve araçlar olmasıydı. Alçalmaktan memnunluk duyuyorlardı.
Böyle sınırsız bağlılık göstermeleri, onur kırıklığı hissetmelerini, yakınmalarını ya da pişmanlık duymalarını engelliyordu.
Bu adamlar, dayanma güçleri üzerine ant içtikleri için, sinir zayıflığı ya da cesaret eksikliği yüzünden kendilerine verilen bir görevi yerine getiremedikleri zaman, gözden düşüyorlardı. Katlandıkları acılar, artık onlar için yaşamları boyu kullanacakları oldukça yıpratıcı olan bir tür çözücü, bir cins müshil hapı ya da neredeyse göğüslerinde taşıyacakları bir çeşit madalya gibiydi.
Canı gönülden nerede besleniyorlarsa, oraya destek veriyorlardı. Yaşamlarını, hatta çok daha fazlasını, bir adama kendisini kurban etmesini teklif etmek, kurban olmaya katlanmaktan çok daha zor olduğu halde, arkadaşlarının canlarını bile feda ediyorlardı.
Sf: 520
Aralarındaki kan davaları, bana karşı birleşmelerini engelliyordu ve farklılıkları sayesinde Akabe ile Şam, Beersheba ile Bağdat arasında her nereye gitsem ya da içlerinden bazılarını göndersem, her zaman bana destek veren ya da casusluk yapan birini bulabiliyordum. Bana hizmet verirken, adamlarımdan aşağı yukarı altmış kişi öldü.
Garip bir adaletle olaylar, beni, muhafızlarımla benzer bir yaşantı sürdürmeye zorladı. Onlar kadar sert, onlar kadar atak, onlar kadar pervasız oldum. Benim karşımda ciddi bir üstünlükleri vardı ve iklim, onların lehine zar tutuyordu. Kısa süren kış mevsiminde, müttefiklerim olan don ve kar sayesinde onlara baskın çıkıyordum. Ama sıcakta onlar üstün geliyordu. Dayanıklılık bakımından aramızda fazla bir eşitsizlik yoktu. Savaştan önce, yıllarca kendime fazla özen göstermeyerek, zaten her türlü zor koşula hazır bir hale gelmiştim. Bir oturuşta aşırı yemek yemeyi, daha sonra iki, üç ya da dört gün hiçbir şey yemeden yol almayı ve sonra yine tıka basa karnımı doyurmayı öğrenmiştim. Yemek konusundaki kurallardan sakınmayı bir kural haline getirmiş ve istisnalar dışında hiçbir adeti alışkanlık haline getirmemeyi başarmıştım.
Bu yüzden, organik olarak çöl için yeterli bir insandım; ne açlık ne de aşırı tokluk hissediyordum ve yiyecek düşüncesi ile rahatsız olmuyordum. Yürüyüşlerde kuyular arasında susuzluğa dayanabilir ve Araplar gibi dünün ve yarının susuzluğunu, bugün aşırı su içerek giderebilirdim.
Sf: 521
Vücutlarımızın, evrenin, düşüncelerimizin ve dokunma hissimizin, aynı evrensel elemanın, yani maddenin molekülsel çamurunun, değişik yoğunlukta yapı ve topakçıklar halinde birikmesiyle oluştuğunu düşünüyordum. Atomların bir araya toplanmasını, atomsa! koşullar dışında düşünmek bana olanaksız gibi görünüyordu.
Sf: 526
Doğu yönetimleri, öyle halkın rıza göstermesi ya da zorlama gibi etkenlere dayanmıyordu. Çünkü halkın genel kayıtsızlığı, tembelliği ve gevşekliği, bir azınlığa aşırı bir güç kazandırıyordu.
Sf: 527
Esef duyarak şu ata sözünü hatırladık: ‘Zorbalıkla başarı kazanan her yeni rejimin en iyi müttefiği, kendi taraftarları değil; muhalifleri oluyordu.’
Sf: 533
Son anda, Türklerin tam ileri atıldığı sırada ortaya çıkmam, dondurucu bir etki yarattı. Sadece açık arazide inceleme yapmak istediğimi söyleyince daha da öfkelendi. Bunun küstahlık olduğunu düşünüyordu ve bağırarak, savaşa silahsız olarak giden bir Hıristiyan hakkında bir şeyler anlattı. Bir artçı kuvvetin amacına ulaşmak için artçılık yapmaktan çok, artçı olması gerektiğini vurgulayan Clausewitz’in nükteli sözlerini aktararak, ona sert bir şekilde karşılık verdim. Ama gülmesi olanaksızdı, çünkü adil olmak gerekirse arkasına sığındığımız küçük kayalık set, üzerine çarpan mermilerle çatırdamaya başlamıştı. Bizim orada gizlendiğimizi bilen Türkler, yirmi makineli tüfeği üzerimize çevirmişlerdi. Çakmak taşı damarları belirgin olan çıkıntı, dört kadem yüksekliğinde, elli kadem uzunluğundaydı. Havadan uğuldayarak ya da vızıldayarak geçen mermiler kayalara çarptıkça, kulaklarımızı sağır eden gürültüler çıkartıyor, seken mermi ve parçalar başımızın üzerine yağarken, isabet aldığı takdirde hoş karşılayacağımız ölüm hissini uyandırıyordu. Açıkça söylemek gerekirse, oradan derhal uzaklaşmamız gerekiyordu. Atım olmadığı için, bulunduğu yerde, eğer cesaret edebilirse bir on dakika daha bekleyebileceğini söyleyen Metaab’ın sözüne güvenerek, önce ben ayrıldım.
Sf: 534
Koşmak beni ısıtmıştı. Türkler, bizi yerimizden söküp attıkları zaman, bulunacakları mesafeyi ölçmek için adımlarımı sayıyordum.
Sf: 535
Kitaplar, bir nokta üzerine yapılan saldırılar hariç asla bir hat üzerine doğrudan hücum edilmemesi gerektiğini tavsiye ettiklerinden, uzunluğu sınırlı olan bir kanattan yeterince uzaklaştığımız takdirde, hattın sonunda tek bir adama ait tek bir nokta gibi görüneceğini açıkladım. Hedefle ilgili olarak ileri sürdüğüm bu görüş Rasim’in hoşuna gitmişti.
Sf: 537
Kuralımız, daha çok Türk öldürmek bahanesiyle bile olsa Arapları kaybetmemek olduğuna göre, yine de Türkleri öldürmek için daha az sayıda Arap kaybetmiş olmamız gerekiyordu.
Sf: 541
Zaagi, bize sağlam iki odası ve bir avlusu olan yarım kalmış bir ev bulduğu için benim özel birliğim, diğer insanlardan daha talihliydi. Kendi paramla yakıt, hatta avlunun bir köşesinde barındırdığımız develerimiz için biraz da hububat temin ettim. Hayvan aşığı olan Abdullah, develere kaşağı ile bakım yaptığı gibi, her birine, tek tek, isimleri ile çağırılınca gelip gevşek ağızlarıyla öpücük verir gibi, onun ağzından yavaşça kendilerine ödül olarak verilen ekmeği almayı öğretti. Yine de mutsuz günler geçiriyorduk. Ateş yakmaya çalışırken, neredeyse yeşil dumandan boğulacak hale geliyorduk. Pencere açıklıkları, sadece kendi doğramacılık ürünlerimiz olan eğreti kepenklerle kapatılmıştı. Çamur tavandan gün boyunca su damlıyor ve taş zemin üzerinde gezen pireler, her gece kendilerine sunulan yeni yemeklerden övgüyle bahsedip şarkılar söylüyorlardı. İki küçük odada, yirmi sekiz kişi kalıyorduk ve kalabalığın ekşi kokusu berbat bir şekilde etrafa sinmişti.
Sf: 542
Awad için çok üzülmüştüm. Katı tavrı beni utandırmıştı. Özellikle ertesi şafak, avluda topallayarak yürüyen bir adamın ayak seslerini duyup da dışarı baktığım zaman onun develere karşı her zamanki görevini yapmaya çalıştığını görünce çok utandım. İçeri çağırıp ona sadık hizmeti karşılığında bir ödül olarak, nakış işlemeli bir kefiye hediye ettim. Çekingen, acınacak bir halde yüzünü ekşiterek yanıma geldi. Daha fazla cezalandırılmaya hazırdı. Ama değişen tavrım onu epeyce duygulandırdı. Öğleden sonra oluncaya kadar bağırıp şarkı söyledi. Her zamankinden daha mutluydu. Çünkü kendisine hediye ettiğim ipekli kefiye için Tafileh’te, ona dört pound veren bir enayi bulmuştu.
“Ön cephemizi ileriye kaydırdığımız her seferinde orada savaşmaya hazır yeni güçleri, askere kaydedip ücretlerini ödemek zorundaydık. Çünkü sadece o bölgenin yerel insanları, içgüdüsel olarak topraklarının niteliklerini biliyor ve düşmana karşı kendi evlerini ve ürünlerini savunmak için en mükemmel şekilde savaşıyorlardı.”
Sf: 543
Yağmur, önce şiddetli bir sağanak halinde geldi ve sonra, sanki rüzgarın soğukluğundan bizi bir parça koruyormuş gibi daha sakin bir şekilde sol omuzlarımızı tırtıklayarak yağmaya devam etti. Yağmur damlaları yere çarptıkça, toprakta benek benek beyaz köpüklenmeler meydana geliyordu.
Bu açık arazinin zemini, her ne kadar sert görünse de ağırlığımız altında berbat bir şekilde parçalanıyor ve develerimizin attığı her adım, dört ya da beş inç yere gömülüyordu. Zavallı hayvanlar, bütün gün donmuşlar ve birbirlerine sokularak ilerlerken o kadar sık çarpışmışlardı ki, her yanları yara bere içinde kalmıştı. Bu yüzden, alışılmadık yeni güçlüklerle dolu olan bu işlerini gönülsüzce yapıyorlardı. Birkaç adım hızla ilerliyorlar, sonra beklenmedik bir şekilde duruyorlar; sağa sola bakınıyorlar ya da yanlamasına ilerlemeye çalışıyorlardı.
Hayvanların arzularına engel oluyor ve körlemesine ilerlediğimiz yol, kırık çizgili bir ufuk hattına sahip olan kayalık bir vadiye rastlayıncaya kadar, onları doğruca ileriye sürüyorduk. Sağımız solumuz karanlıkta kalıyor ve önümüzde aslında olmaması gereken tepeler görünüyordu. Hava yine soğudu ve vadinin büyük, yassı kaya parçaları buz tuttu. Böyle bir gecede, yanlış bir yolda daha fazla ilerlemek aptallık olurdu. Yeryüzünde çıkıntı yapan, daha büyük bir kaya kütlesi bulduk. Bir sığınak işlevi gören kayanın arkasına develerimizi yan yana sıkıştırarak, çömelttik. Arkalarını rüzgara verdik. Yüzleri rüzgara dönük olsaydı soğuktan ölebilirlerdi. Isınıp uyuyabileceğimizi umur ederek, hayvanların yanlarına iyice sokulduk.
Birazcık bile olsun ısınamadım ve neredeyse hiç uyumadım. Bir keresinde tam dalmıştım ki, sanki birisi yüzüme hafif hafif parmaklarıyla dokunuyormuş gibi hissedip uyandım. Gözlerimi açıp gecenin morluğunda üzerime düşen büyük, yumuşak kar tanelerini seyrettim. Kar yağışı bir iki dakika sürdü. Ama ardından yağmur başladı. Daha sonra hava iyice buz kesti. Kıpırdayamayacak kadar perişan bir halde, şafağa kadar dertop olup oturdum. Her yanım ağrıyordu. Şafak tereddüt ederek söktü ama bu da yeterliydi. Adamlarıma bakmak için çamurda yuvarlandım. Kendilerini hayvanların böğürlerine bırakıp örtülerine düğümlenir gibi sarılarak sinmişlerdi. Her adamın yüzünde en acıklı bir şekilde boyun eğmiş bir insanın umutsuzluk ifadesi yansıyordu.
Sf: 544
Güneyli olan bu adamlar, Tafileh’te kış korkusuyla hastalanmışlar ve Guweira’da hava yeniden ısınıncaya kadar dinlenmek için yola çıkmışlardı. Ama şimdi burada, sisin içinde erkek develer gibi ölümün tepelerinde dolaştığı kanısına kapılmışlardı. Her ne kadar, bu durumdan şikayet edemeyecek durumda gururlu olsalar da sessizce, bunu, benim uğruma katlandıkları bir fedakarlık olarak göstermekten de geri durmadılar. Bana cevap vermek için ne konuştular ne de yerlerinden kıpırdadılar. En iyisi devrilip yatan develerden birini ayağa kaldırmak için, altında hafifçe bir ateş yakmaktı. Ama önce bu dilsiz yatan kuklalardan en ufağının, kıvırcık saçlarından tutup çektim ve hala hissetme yeteneğine sahip olduğunu kendisine gösterdim. Diğerleri de toparlandılar ve inatçı develeri tekmeleyerek ayağa kaldırdık. Tek kaybımız, yere yapışıp kalan bir su tulumu oldu.
Gün ışığıyla birlikte, ufuk çok yakınlaşmıştı. Uygun yolun, çeyrek mil solumuzda kaldığını anladık. Yol boyunca, yaya olarak bata çıka ilerledik. Develerimiz ağırlığımızı taşıyamayacak kadar bitkindiler (Ama bu yürüyüşten sonra az kalsın kendimiz ölecektik.) ve kil zemin üzerinde yol öyle kaygandı ki, develer gibi, biz de kayıp düşüyorduk. Neyse ki Deraa’ da kazanmış olduğum ustalık yardımcı oldu. Her adımda ayaklarımızı geniş açıp parmak uçlarımızı kıvırarak, çamura sokuyorduk. Bu yöntem sayesinde, grup halinde birbirimizi tutup çekerek ilerlememizi sürdürdük.
Öğleden sonra geç saatlere kadar, on mil yol daha kat edip Aba el Lissan’a biraz daha yaklaştık. Maulud’un adamları, yanımızdan geçip gittiler. Pis ve perişan, sırayla yürüyen tıraş olmuş kediler gibi göründüğümüzden, iyi durumda oldukları halde hiçbiri durup da bize selam vermedi. Daha sonra demir gibi donmuş olan Shtar’ın zirvesine tırmanan yolun, son iki mili daha rahattı. Bize itiraz ederken, burun deliklerinden beyaz beyaz buharlar çıkartarak nefes alan develerimizden indik ve bulutlar arasından yakalayabildiğimiz kadarıyla ılık, kızıl ve rahat görünen Guweira düzlüğünün o harika manzarasını ilk kez tam olarak görünceye kadar tepeye koşturarak çıktık. Bulutlar, üzerinde durduğumuz tepenin hizasında düz bir çökelek katmanı gibi göğü ortasından keserek, garip bir şekilde çukur bölgenin üstünü kaplamıştı. Dakikalarca büyük bir hoşnutlukla bulutları seyrettik. Yapağı ya da deniz köpüğüne benzer bu malzemeden her an küçük bir bulut parçası koparak uzaklaşır ya da bize doğru savrulabilirdi. Sarp duvarın üzerinde, bir tutam bulutun yüzümüzü kırbaçlar gibi geçtiğini hissedebilir ve ardından bulutun beyaz kenarının, engebeli tepenin zirvesine sarılıp küçük parçalara ayrıldığını ve ağarmış hububat tanelerinin toz olup uçmasını ya da turbalık bir araziye düşen su damlaları gibi yok olup gittiğini görebilirdik.
Sf: 545
Göğü merakla seyrettikten sonra, kayar gibi neşeyle geçitten aşağı koşarak indik ve ılıman sakin bir havanın hüküm sürdüğü kuru kumluk bölgeye girdik. Ancak, bu sevincimiz umduğumuz kadar parlak olmadı. Çünkü donmuş olan el ve ayaklarımız ile yüzümüzün çevresinde yoğunlaşan damarlarda canımızı yakarak akan kanın yaratmış olduğu ağrı, bedenimizin geri kalan kısmında damarlarımızı zorlayarak akan kanın yarattığı ağrıdan çok daha şiddetliydi. Zaten yara bere içinde olan ayaklarımız, hissetme yeteneğimiz arttıkça, neredeyse taşlar arasında kalıp eziliyormuş gibi sancımaya başladılar. Buzlanmış çamurda yürürken, ayaklarımızın bu kadar hassas olduğunu hiç fark etmemiştik. Ama şimdi bu ılık, tuzlu kum, yaralarımız üzerinde durmadan dolaşarak ayaklarımızı tahriş ediyordu. Umutsuzlukla, mahzun duran develerimize bindik ve hayvanları hoyratça sopalayarak, Guweira’ya doğru sürdük. Her şeye rağmen, bu değişiklik onları da mutlu etmişti ve ağırbaşlılıkla ama başarıyla, bizi evimize kadar getirdiler.
Sf: 550
Bu, rahatımızın sonu oldu ve güneş batmadan önce belki yirmi kez yolculuğumuza ara verdik. Develer bazen yan yan kayarak, taşıdıkları paralardan çıkan şıngırdamayla birlikte fıçıya benzer karınlarının üzerine boğuk bir ses çıkartarak çöktükleri zaman, hayvanlardan ister istemez iniyorduk. Yeterince güçlü olduklarından bu düşüşleri, onları sadece bir dişi devenin öfkelenebileceği kadar kızdırıyordu. Daha sonra giderek ağlamaklı bir hale geldiler ve sonunda sinirlendiler. Fırtına gibi esen rüzgar dinlenmemize izin vermediğinden birbirimize yetişemez hale geldik. Arabistan’ daki hiçbir şey, Maan’dan esen kuzey rüzgarından daha soğuk olamazdı. Bugün özellikle en keskin ve en sert haliyle esiyordu. Sanki içimize bir şey giymemişiz gibi elbiselerimizden girip geçiyordu. Parmaklarımız bir pençe gibi katılaşmıştı; ne yularları, ne de sürücü değneğini tutabiliyorduk. Bacaklarımız öyle kasılmıştı ki, semer bağını kavrayamıyorduk. Bu yüzden hayvanların düşüşüyle birlikte tepe taklak devrilip yere sert bir şekilde çarpıyor ve sonra da buz tutmuş, kolay kırılan zemin üzerinde bağdaş kurarak oturuyorduk.
Sf: 552
En iyi devenin bende olduğu bir gerçekti. Mükemmel Wodheiha, ek altının da verdiği ağırlığa dayanıp cesurca mücadele ederek, yola devam etti. Düzlük yerlerde onun üzerinde gidiyordum. Ama iniş ve çıkışlarda komik kazalar yaparak yan yana birlikte kayıyorduk. O da bundan hoşlanmışa benziyordu.
Günbatımına doğru kar yağışı kesildi. Shobek nehrinden aşağı iniyorduk ve karşıdaki tepenin üzerinden ayrılıp köye doğru giden kahverengi yolu görebiliyorduk. Bir yerden kestirme geçmeyi denedim. Ama çamur yığınlarının üzerindeki donmuş tabaka beni yanılttı. Kedi tırnağına benzer (bıçak gibi keskin) buz tabakaları, ayaklarımın altında parçalandı ve bataklığa öyle bir saplandım ki, vıcık vıcık çamurun içine yarı batmış bir halde, geceyi orada geçireceğimden ya da tamamen gömüleceğimden korktum. Bundan daha temiz bir ölüm olamazdı.
Akıllı bir hayvan olan Wodheiha, bataklığa girmeyi reddetmişti. Ama sert zeminde ne yapacağını bilemez bir halde durup bekliyor ve çamurda debelenmemi temkinli bir şekilde seyrediyordu. Bununla birlikte hala tuttuğum yularla dizgin başlığından çekerek biraz daha yakına gelmesi için Wodheiha’yı ikna ettim. Daha sonra bataklığı şapırdatarak birden kendimi geriye doğru attım ve deli gibi başımın arkasından destek alarak hayvanı bir topuğundan yakaladım. Korktu ve geri geri gitmeye başladı. Devenin gücü beni sürükleyerek bataklıktan dışarı çekmeye yetti. Daha sonra yavaş yavaş ilerleyerek, çamur yataktan aşağı inip emin bir yere vardık ve orada tereddüt ederek bir derenin kenarına oturup pis kokan kilin ağırlığını vücudumdan temizledikten sonra, karşıya geçtik.
Sf: 554
Altmışlı yaşlarında bile erkekler, bedenlerinin her günkü kaçınılmaz hareketlerine benzer bir şekilde döl üretip ve boşaltmayı sürdürdüklerinden evlilik yapmadıkları takdirde büyük bir şaşkınlığa düşüyorlardı. Onurlu atalarının emirlerinin yarısını tekrar edip durmuşlardı. Ama cinsel arzularını yerine getirmekle ilgili olarak ortaya çıkan bütün bu kanıtlara rağmen, çocuklara nasıl keyifle bakabilirler, diye sordum. Ve zihinlerinde bir kez olsun, o lanet olası kör gibi hareket eden annelerinin yanında solucan gibi emekleyen çocukları canlandırmalarını, istedim! Sözlerim, ona, mükemmel bir şaka gibi geldi. Sohbetten sonra halılara devrilip ılık bir şekilde uyuduk. Pireler saflar halinde geldiler. Ama çıplak olduğum; yani her türlü haşaratın kaynadığı yatakta Arap savunması yaptığım için, hayvanların verdikleri eziyet fazla olmadı ve çok aşırı yorgun olduğumdan dolayı yara ve berelerin ağrıları fazla ön plana çıkmadı.
Bununla birlikte bir zamanlar büyük bir değere sahip olan, Türklere oyunlar oynayıp onları birer çöl sakini haline getiren, Roma İmparatorluğu’nun son ayak izleri olan bu yol, taş döşeli yerler dışında son derece kaygandı.
Sf: 555
Devem ile birlikte yamaçtan aşağı yaklaşık on sekiz kadem kayarak, bir yardalık derinliği olan donmuş kar birikintilerinin üzerine yuvarlandık. Wodheiha, düşüşten sonra inleyerek, ayaklarının üzerinde doğruldu ve titreyerek bir yere gitmeden bekledi. Erkek develer, böyle gitmeye ayak diredikleri zaman, günlerce aynı yerde kalıp ölüyorlardı. Şimdi de dişi develerin dayanabilecekleri son sınıra vardığımı sanıp korktum. Hayvanı çekip götürmek için boş yere çaba harcadım. Daha sonra arkasına vurarak uzun bir süre geçirdim. Üzerine çıktım, yere çöküverdi. Uğraşıp ayağa kaldırdım. Acaba, kar birikintisinin kalınlığı çok mu fazla, diye merak ettim. Bu yüzden ellerimi ve çıplak ayaklarımı araç olarak kullanıp karı kazarak ona, bir kadem genişliğinde, üç kadem derinliğinde ve on sekiz adım uzunluğunda, küçük, güzel bir yol hazırladım. Kar yüzeyi donup öyle sertleşmişti ki önce buz tabakasını kırıp parçalamak ve sonra kepçeleyerek dışarı atmak, üzerimdeki tüm sıkıntıyı almıştı. Buz parçaları çok keskindi. Bu yüzden el ve ayak bileklerim kesilip açıkça kanamaya başladılar. Yol kenarında solgun, çok solgun karpuz içine benzeyen bir renkte, pembe kristallerden oluşan bir hat meydana geldi.
Daha sonra tevekkülle orada bekleyen Wodheiha’nın yanına döndüm ve semerine tırmandım. Rahat bir şekilde ilerledi. Koşmaya başladık.
Sf: 558
Zeid, beni soğuk bir şekilde dinledi. Zeid’in yanındayken Motlog’u gördüm ve alaycı bir şekilde onu selamlayarak altının hesabını sordum. Daha sonra uygun bir şekilde ne yapmamız gerektiğine ilişkin programımı tekrar anlatmaya başladım. Zeid, “Ama bu çok para gerektirebilir’ diyerek beni durdurdu. “Hiç de değil, elimizdeki para buna yetişir de artar bile!” dedim. Zeid, kendisinde hiç para kalmadığını, söyledi. Ağzımı açıp ona alık alık bakarken oldukça mahcup bir şekilde verdiğim tüm parayı harcadığını, mırıldanarak söyledi. Şaka yaptığını sandım. Ama şu kadarını Tafileh şeyhi Dhiab’a, şu kadarını köylülere, şu kadarını Jazi Howeitatlara ve şu kadarını da Beni Sakhr’lara verdiğini, söyleyerek sözlerine devam etti.
Bu kadar harcama ancak bir savunma durumunda makul karşılanabilirdi. İsimleri sayılan insanlar, Tafileh’e yerleştirilmiş olan ama kan davalarından dolayı Hesa Vadisi’nin kuzeyinde kullanılmaları olanaksız olan unsurlardı. Genel olarak kabul ettiğimiz gibi Şerifler, ilerlerken her bölgenin erkeklerini bir aylık ücret karşılığında askere kaydediyorlardı. Ama pekala da anlaşılabileceği gibi bu ücretler, aslında hayaliydi ve ancak bu insanlar, aktif olarak göreve çağrıldıkları zaman ödeniyordu. Faysal’ın Akabe’ deki kayıtlarına bakılacak olursa, kırk binden fazla askeri olduğu halde İngiltere’ den aldığı ödenekle on yedi binden fazla askere para vermiyordu. Geri kalan kişilerin ücretleri, itibari olarak borç kabul ediliyor ve sık sık da talep ediliyordu ama bunlar için yasal olarak hiçbir ödeme yükümlülüğü yoktu. Bununla birlikte Zeid, adamların ücretlerini ödediğini söyledi.
Sf: 561
Bununla birlikte bütün bu endişeler, bedenime ve özellikle kirlenmiş bedenime rağmen bedelinin ödenmesi gereken ikinci dereceden sorunlar olarak görülebilirdi. Ancak acısı içime oturan bir sahtekarlık duygusu, başka bir ırkın ulusal ayaklanmasına önderlik yapıyormuş gibi davranmak, her gün yabancı giysiler içinde görünmek, yabancı dilde öğütler vermek ve bunların yanı sıra başarma anı geldiğinde silahlı güçlerinin ne olacağına ilişkin, Arapların uğruna çalıştıkları “vaatlerin” değeri üzerine hissettiğim bir sürü duygu, herhalde zihinsel yapımdan kaynaklanıyordu. Belki de barış, eğitilmemiş, çaresiz Arapları bulabilir, kendilerini kağıttan araçlarla savunabilirler diye, kendi kendimizi aldatıyorduk. Bu arada gayet saf ve ucuz bir şekilde onların yapmak zorunda oldukları savaşa önderlik ederek, aslında kendi yaptığımız hileyi örtbas etmeye çalışıyorduk. Ama şimdi ben, bu aldatmacanın dışında kalmıştım. Hesa’ da nedensiz, gereksiz yere meydana gelen ölümlerden dolayı gururum suçlu bulunabilirdi. Ama irademi yitirmiş ve yalnız kalacağım diye dehşete düşmüştüm. Koşulların, gücün ya da hırsın neden olduğu rüzgarlar, boş ruhumu sürükleyip götürmüştü.
Sf: 568
Çevremizdeki tüm yaşam canlıydı. Dışarıda geçirdiğimiz ilk gece başımın altına yastık olarak yere kaşmir kefiyemi sermiştim ve şafakta kefiyemi yerden alınca kar gibi beyaz dokusu üzerinde yirmi sekiz tane bitin dolaştığını gördüm. Daha sonraki günlerde koyun postundan yapılmış, binicinin oturağını kaygan ve ter geçirmez kılmak için semerin altına serilen örtülerin üzerinde uyuduk. Yine de yalnız kalmıyorduk. Koyun pöstekisinin köseleye benzer alt taraflarına yapışarak altımızda dolaşan kalın, başparmak tırnağı kadar büyük olan (sıkıca bağladığımız develerin kanını içerek) kendilerinden geçip mavimsi koyu kurşuni bir renk alan deve keneleri vardı. Geceleyin Üzerlerinde yuvarlandığımız zaman kan ve tozla kahverengileşmiş örtünün altında ağırlığımıza dayanamayıp patlıyorlardı.
Sf: 571
Diğerlerine gelince, onlar asker değillerdi ama her zaman biraz daha ileriye gitmek isteyen hacılara benzeyen başıboş insanlardı.
Bu durumdan memnun değildim. Çünkü disiplin, en azından biçimsel disiplin, bana, huzurun temel koşulu olarak görünüyordu. Disiplin, bir bireyin sahip olduğu doğal nitelikleri silip eşitleyen ama aynı zamanda becerikli bir adamı bir askerden ayıran, sınırları belirleyen bir temel bir özellik ya da belirtiydi.
Sf: 572
Ayrıca kökleri hayvani doğamızda saklı kalan içgüdülere güvenmemek de benim yaradılışımda var olan bir özellikti. Sağduyu, ihtiyatlı bir şekilde hareket etmemizi sağlayarak insanlara korku ya da acıdan çok daha değerli bir şey sunmuş gibi görünüyordu. Bu yüzden bir savaş eğitimi olarak barışta şiddet kullanmanın değerine inanmıyordum.
Çünkü savaşla birlikte askerlerde anlaşılması güç bir değişim meydana geliyordu. Disipline karşı tavır değişiyor, destekleniyor ve hatta savaşa giren insanlar tarafından canı gönülden inanılıyordu. Bu isteklilik, çatışmalardan, moral anlamda ve çoğu zaman da fiziksel anlamda zaferle çıkılmasını sağlıyordu. Savaş, insanların giriştiği yoğun çabaların yol açtığı krizlerden oluşuyordu. Psikolojik nedenlerden dolayı komutanlar, bu azami çabanın en kısa sürede tamamlanmasını diliyorlardı. Bunun nedeni, adamlarının ellerinden geleni yapmak için bir daha çaba göstermeyeceklerini düşündüklerinden dolayı değildi -çünkü insanlar, genellikle düşüp kalıncaya kadar mücadeleye devam ediyorlardı-ama böyle gösterilen her çabanın, tüketilen enerjinin insanlarda savaşmak için geriye derman bırakmayacağını düşündüklerinden dolayıydı. Böyle bir hırs, son derece güçlü oluyordu. Aşırı bir güçle ortaya konulduğunda, ruhu ve bedeni paramparça ediyordu.
Barış döneminde askeri bir ruh yaratmak amacıyla savaş heyecanını körüklemek, bir atletin yarıştan çok önce doping almasına benzer bir tehlikeydi. Bu yüzden savaş heyecanı yerine, doğal olarak “sertliği” ile birlikte anılan disiplin olgusu (yüzeysel bir kısıtlama ve eziyet anlamına gelen bu muğlak sözcük), keşfedilmişti. Savaş hattında doğup gelişen Arap Ordusu, barış koşullarında yaşamak konusunda hiçbir şey bilmiyordu ve ateşkes zamanına kadar böyle bir sorunla hiç karşılaşmadı. Ama daha sonra barış koşullarında varlığını sürdürme sorunuyla karşılaşınca açıkça başarısızlığa uğradı.
Sf: 574
Setten yukarı çıkarken devem ayaklarını gevşek kırık taşların arasında sürüyerek güçlükle ilerliyordu. Solumda uzun gölgeli hir menfezin önünde, hiç şüphesiz bütün gün orada yatıp uyumuş olan bir Türk askeri ayağa kalktı ve elinde tabancasıyla vahşi bir şekilde bana baktı. Daha sonra bakışlarını kederle metrelerce uzakta duran, menfez ayağına dayamış olduğu tüfeğine çevirdi. Genç, sağlam görünüşlü bir adamdı, ama asık suratlıydı. Gözlerimi ona dikip baktım ve yumuşakça, “Allah bağışlayıcıdır!” dedim. Arapça deyimin sözlerini ve anlamını biliyordu. Ağır uykudan kurtulan yüzü, kararsız bir neşeyle aydınlanmaya başlarken gözlerini kaldırıp hana şimşek gibi bir bakış attı.
Ama ağzından tek hir sözcük bile çıkmadı. Ayağımla devenin tüylü omzuna baskı yaptım, hayvan zarif adımlarla raylardan geçip setin öteki tarafından aşağı indi. Bu ufak tefek Türk, yavaş yavaş uzaklaşırken arkamdan ateş edecek kadar soysuz değildi. Bir adamın canını bağışladığı için, içimde ona karşı sıcak duygular uyandı. Güvenli bir uzaklığa ulaşınca dönüp baktım. Baş parmağını burnuna götürüp bana nanik işareti yaptı.
Sf: 576
Gecenin geç saatlerinde Adhub’un yarış atının toynak sesleri vadide yankılandı. Adhub, yanımıza gelip gelişmeleri anlattı. Galip gelen Cemal Paşa’nın şimdi Salt’ta bulunduğunu ve İngilizleri sıcak karşılayan bütün yerel Arapları astığını söyledi. Türkler, Allenby’ı, Ürdün Vadisi’nden aşağı doğru hala kovalıyorlardı. Kudüs’ün yeniden alınabileceği düşünülüyordu. Vatandaşımı, bu olasılığı reddedeceğini bilecek kadar tanıyordum. Ama olayların çok ters geliştiği de açıktı. Şaşkına dönmüş bir halde oradan sıvışıp kaçtık ve tekrar Atatir’e geri döndük.
Hiç beklemediğimiz bir anda yenilgiyle karşılaşmak beni kötü bir şekilde etkiledi. Allenby’ın planı makul görünüyordu ve Araplar, perişan olmadan önce, işlerimizin bu kadar kötü gitmemesi gerekiyordu. Onlara önceden haber verdiğim büyük işleri başaracağımıza zaten hiç inanmamışlardı ama şimdiki bağımsız düşünceleri buradaki coşkudan zevk aldıklarını ortaya koyuyordu. Eşeklerinin sırtında taşıdıkları teneke ve lehimcilik malzemeleriyle kuzeyden gelen bazı çingene aileleri de onları teşvik ediyordu. Zebn kabile üyeleri, zor anladığım bir neşeyle çingeneleri karşılıyorlardı. Ama daha sonra az çok makul görünen el işçiliğinden yararlanmalarının yanı sıra, çingene kadınları daha başka girişimlere de açıktılar.
Özellikle Ageyllere karşı hiç zorluk çıkarmıyorlardı. Adamlarımız çok istekli ve cömert davrandıklarından kısa bir sürede zenginleşiyorlardı. Onlardan ben de yararlandım. Amman’a bu kadar yaklaştığımız halde yapacak bir şeyimizin olmaması acınacak bir durumdu ama buna bakarak üzülmeye de gerek yoktu. Bu yüzden Farraj’la birlikte neşeli üç küçük kadın kiralayıp onlar gibi giyindik ve gezginci bir grup gibi köyden geçtik. Ziyaretimiz başarılı oldu. Ama o yerin kendi haline bırakılmasının daha iyi olacağı sonucuna vardım. Geri dönerken köprünün önünde kötü anlar geçirdik. Birkaç Türk asker karşımıza çıktı ve göründüğümüz gibi hepimizin beş kişi olduğunu düşünerek aşırı dostça davranmaya başladılar. Cilve yapıyor gibi görünmeye çalıştık. Çingene kadınların iyiliği için kıvrak davranıp yanlarından hızla uzaklaştık. Bundan sonra düşman bölgesinde dolaşırken olağan İngiliz asker kıyafetlerini giyme alışkanlığıma dönmeye karar verdim. Bu, şüphe uyandırmayacak kadar pişkince olurdu.
Bütün gece düşündükten sonra yorgun düşen zihnimin gözü hala yataktayken, güneşle birlikte tüm duyguları harekete geçiren o berrak şafak vakti yola çıktık. Böyle bir sabahta dünyanın tüm sesleri, kokuları ve renkleri, bir ya da iki saat boyunca tek tek, zihinsel süzgeçten geçmeden ya da düşünce tarafından tipik olarak yeniden üretilmeden, doğrudan doğruya insanın içine işliyordu. Kendi başlarına varlıklarını sürdürebilirlermiş gibi görünüyordu.
Sf: 577
Faraifa yakınlarında hattan yukarı doğru yürüyen sekiz Türkten oluşan küçük bir devriye gördük. Attair’de yaptıkları tatilden sonra zinde olan adamlarım Türkler’in üzerine saldırmak için bana yalvardılar. Bunun çok saçma olduğunu düşünüyordum ama üstelemeleri canımı sıkmaya başlayınca isteklerini kabul ettim. Daha genç olanlar derhal dörtnala hücuma geçtiler. Geride kalanlara ise hattın diğer tarafına geçip düşmanı menfezin arkasında bulunan korunaklı yerden sürüp uzaklaştırmalarını emrettim. Yüz yarda sağımda bulunan Zaagi, ne istenildiğini anlayarak hemen yönünü değiştirdi. Kısa bir süre sonra Muhsin birliği ile birlikte onu izledi. Bu arada biz, Abdullah’la birlikte düşmanı her iki kanattan da sararak kontrol altına almak için sağlam bir şekilde ilerledik.
Herkesin önünde ilerleyen Farraj, ne bizim bağırışlarımızı işitiyordu, ne de başının üzerinden geçen uyarı ateşlerine dikkat ediyordu. Başını çevirip bakınca bizim yaptığımız manevrayı gördü, ancak devesini eşkin koşturmaya devam ederek çılgın gibi köprüye doğru atıldı. Zaagi ve birliği demiryolu hattını geçmeden önce köprüye ulaştı. Türkler çok ihtiyatlı davranıyorlardı. Setin öteki tarafında emniyetli bir yere çekildiklerini sanıyorduk. Ama Farraj, kemerli geçidin altında devesini durdurunca bir el ateş edildi. Bir an semerinden atlamış ya da düşmüş gibi göründü ve sonra gözden kayboldu. Kısa bir süre sonra Zaagi, set üzerinde o noktaya yaklaştı ve grubu, düşman sanki oradaymış gibi düzensiz bir şekilde yirmi, otuz el ateş etti.
Farraj için çok kaygılanıyordum. Devesi, tek başına köprünün yanında zarar görmeden durmuş bekliyordu. Vurulmuş ya da düşmanı izliyor olabilirdi. Açık alanda göz göre göre düşmanın üzerine gidip durduğuna inanamıyordum. Feheyd’i Zaagi’ye gönderip, biz hızlı bir tırısla doğruca köprüye doğru ilerlerken, onun olabildiğince uzak taraftan dolaşarak hızla gelmesini istedim.
“Çok bezgin ve kederli olan insanlar, güçlerini son girdikleri savaşta kaybettikten sonra etkisi altında kaldıkları zafer kazanan zayıflığa, ölüme aşık oluyorlardı.”
Farraj için telaşlanırken Abd el Latif, bizi uyarmak için bağırdı. Bize doğru gelmek için hat üzerinde hazırlık yapan aşağı yukarı elli kadar Türk görmüştü ve hemen ardından kuzeyden yaklaşan motorlu bir drezin in sesini duyduk. Topu topu hepimiz on altı adamdık ve zor bir duruma düşmek üzereydik. Farraj’ı yanımıza alarak hemen çekilmemiz gerektiğini söyledim. Önce harmaniyesinden çekip kaldırmak, sonra da bir battaniye ile taşımak istedik. Ama bilinci yerine geldi ve öyle acınacak bir halde haykırdı ki, onu daha fazla incitmeyi yüreğimiz kaldırmadı.
Onu orada Türklere bırakamazdık, çünkü talihsiz yaralılarımızı diri diri yaktıklarına tanık olmuştuk. Bu yüzden içimizden birisi kötü bir şekilde yaralanacak olursa kaçmadan önce işini bitirme konusunda hepimiz bir anlaşmaya varmıştık. Ama Farraj’ı öldürme görevinin bana düşeceğini hiç düşünmemiştim.
Amacımı anlamasın diye tabancamı başının kenarında yere yakın tutarak yanına diz çöktüm. Ama ne yapacağımı tahmin etmiş olmalıydı, çünkü gözlerini açtı ve sert, derisi pul pul soyulan eliyle, bu erken gelişmiş Nejd adamlarına has küçücük eliyle beni kavradı. Bir an durup bekledim. Eski gülümsemesi, bu büzülmüş kül rengi yüzü o kadar garip bir şekilde aydınlattı ki, “Daud sana kızacak!” dedi. “Ona selam söyle!” diye karşılık verdim. Geleneklere uygun bir şekilde “Allah sana huzur versin!” dedi ve sonunda bitkin bir şekilde gözlerini kapattı.
Sf: 578
Türk drezini şimdi bize çok yaklaşmıştı. Bir bok böceği gibi sağa sola sallanarak hattan aşağı iniyordu. Tepelere doğru kaçarken makineli tüfek mermileri başımızın üzerinden havayı delerek geçiyorlardı. Muhsin, Farraj’ın devesini çekerek götürdü. Devenin üzerinde hala Farraj’ın tam köprünün yakınında düştüğü zaman bıraktığı gibi duran bedenine uygun koyun postu semeri ve süslü koşum takımları vardı. Havanın kararmasına yakın mola verdik. Zaagi, yanıma gelip fısıldayarak bu harika hayvana yarın kimin bineceği konusunda kavga çıkacağını söyledi. Deveyi kendisi için istiyordu. Ama bu hissiz mükemmel adam, ihtiyaç duyduğum bir şeyi yine benden almaya çalıştığı için, biraz acı konuştum ve küçük bir kurban vererek büyük bir kaybın acısını hafifletmek amacıyla ikinci mermimle zavallı hayvanı vurdum.
Daha sonra güneş battı. Öğle vakti boyunca ısı, çiçeklerin kokusunu emmiş ve hiç rüzgar esmediğinden Kerak’ın vadilerinde sıkışıp kalan hava, en ufak bir rahatlık duygusu bile vermeden durgun bir şekilde üzerimize çökmüştü. Karanlıkla birlikte dünya yine kımıldamaya başladı. Batıdan gelen hafif bir esinti, çölün üzerinden sessizce geçti. Otlar ve çiçekler, bizden millerce uzaktaydı. Ama sonra birden sanki tüm bitkiler etrafımızdaymış gibi hissettik. Çünkü hoş kokulu hava dalgaları, ılık bir tatlılıkla üzerimizden geçip gidiyordu. Bununla birlikte bu esinti çabucak canlılığını yitirdi ve onun ardından nemli ve hoş bir gece rüzgarı esmeye başladı. Abdullah, bana pilav ve deve etinden (Farraj’ın devesi) oluşan akşam yemeğini getirdi. Daha sonra uyuduk.
Sf: 582
Yapılacak bir şey yoktu ama demir yolu istasyonundan adamlarımıza yeniden yaylım ateşi açıldığını gördük. Yol, haki renk üniforma giymiş, vurulup düşen kişilerle mezbeleye döndü ve yaralılar, ağrıyla büyüyen gözlerini dikip bize suçlar gibi bakıyorlardı. Yaralanıp güçten düşen bedenleri üzerindeki kontrollerini artık kaybetmişlerdi ve parçalanmış vücutları çaresizce onları silkeleyip titretiyordu. Her şeyi görüp serinkanlı bir şekilde düşünebiliyorduk. Ama etrafa bir sessizlik çökmüştü. Başarısız olduğumuzun farkına varmak, işitme duyumuzu alıp götürmüştü.
Sf: 583
Daha sonra, makineli tüfek ateşi altında içtenlikle savaşan, toprak zeminden akıllıca yararlanarak ilerleyen piyadelerimizden, bu kadar olağanüstü bir cesaret beklemediğimizi, açıkça kabul ettik. Bu yüzden liderliğe çok az gerek duyulmuş ve sadece üç subay kaybedilmişti. Maan bize, İngiliz desteği olmaksızın da Arapların yeterince iyi savaşabildiklerini göstermişti. Bu, bize, plan yapmak için daha fazla özgürlük sağlayacaktı. Bu nedenle bu olay, telafisi mümkün olmayan bir başarısızlık gibi, görünmüyordu.
18 Nisan sabahı Jaafar, akıllıca hareket ederek, daha fazla kaybı kaldıramayacağına karar verdi ve birliklerini dinlendirerek Semna’ daki mevzilere çekti. Türk Kumandanı eski okul arkadaşı olduğu için ona beyaz bayrakla, teslim olmaya davet eden bir mektup gönderdi. Türkler cevap olarak bu öneriden hoşlandıklarını, ancak son fişeklerine kadar dayanmak için emir aldıklarını bildirdiler. Jaafar, ateş ederek cephanelerini tüketinceye kadar, onlara bir süre tanınmasını önerdi. Ama Türkler, Cemal Paşa, Amman’ dan birliklerini toplayıp Jerdun’u yeniden işgal ederek kuşatılan kente yiyecek ve cephane yüklü bir konvoy gönderinceye kadar kararsız kaldılar. Demir yolu haftalarca kapalı kaldı.
Orada konuldukları yerde sihirli Şerif Hazaa denilen bir adamın komutası altında duruyorlardı. Olmayan tek şey düşman, dememek için dilimi yanağımın içinde kıvırdım.
Planını açıklarken konuşması, ölçülemez derecede derinliklere inerek bende hayranlık uyandırdı. Harekat emirlerini bile şimdiden hazırlamıştı. Her hareketin tek tek başlama zamanlarını (zero time) ve ardı ardına gelişlerini tespit ederek, geleneksel bir anlayışla çalıştığını belli ediyordu. Her birliğinin önceden tespit edilmiş bir görevi vardı.
Sf: 587
Kurmayımızı güçlendirmek amacıyla Mezopotamya’dan gönderilen yeni bir subay, Young, geldi. İstisnai niceliklere sahip, meslekten bir askerdi. Uzun ve kapsamlı bir savaş deneyimi vardı ve Arapçası mükemmel düzeyde akıcıydı. Kabilelerle ilişkiyi sürdürme konusunda ona verilmesi düşünülen rol, benimkinin iki katı olacaktı. Böylece düşmana karşı yürüttüğümüz faaliyet daha fazla genişleyecek ve daha iyi yönetilebilecekti.
Sf: 597
Uyuyalı henüz bir ya da iki saat olmuştu ki sigara kokan bir sakaldan kulağıma emredici bir ses fısıldandı. Bu, dostça görünmeye çalışarak konuşan Fawaz’ın kardeşi Nawaf’tı. Fawaz’ın Ziza’ya atlılar gönderdiğini, çok geçmeden askerlerin beni almak için buraya geleceklerini söyledi. Kesinlikle yakalanacaktık. Emrimdeki Araplar, köşeye sıkışmış hayvanlar gibi savaşmayı ve düşman kendilerini öldürmeden önce, birkaç kişiyi temizlemeyi kafalarına koyarak bulundukları yerde saklandılar. Böyle taktiklerden hoşlanmıyordum. Çatışma, fiziksel olarak çıplak elle yapılan, boğaz boğaza bir dövüşe dönüştüğü zaman işim biterdi. Ölüm ya da yenilgi düşüncesinden çok, bana dokunulmasından tiksindiğim için dehşete düşüyordum. Belki de gençliğimde yaşadığım böyle berbat bir boğuşma nedeniyle şimdiye kadar süregelen bir temas korkusuna kapılmıştım ya da aklımı o kadar çok yüceltip bedenimi hor gördüğümden dolayı birincinin varlığı için, ikinciye minnet duymuyordum.
Sf: 603
Kitap IX
Güçlerin Son Kez Tartılması
Bölüm 98’den 106’ya
Allenby, Hindistan ve Mezopotamya’dan gelen yardımların hızla gerçekleşmesiyle umutlandı. Artık sonbahar saldırısını planlayabilirdi. Her iki tarafın da güçlerinin aşağı yukarı denk olması, zaferin, ancak Türklerin kurnaz bir şekilde aldatılmasına bağlı olacağı anlamına geliyordu ki onlar için gerçek tehlike, henüz Ürdün’ün dışında bulunuyordu.
Biz, Türklerin saldırmasını teşvik etmek için, altı hafta sessizce bekleyip zayıflık numarası yaparak plana yardımcı olabilirdik.
Araplar, işte o zaman kritik bir anda Filistin’in haberleşme hatlarını, demir yollarını keserek harekete geçeceklerdi.
Böyle blöf içinde blöf çok hassas bir zamanlama gerektiriyordu. Çünkü denge, ya Türkler’in Filistin’den erken geri çekilmeleriyle ya da Ürdün’ün ötesinde Araplara karşı erken bir saldırıya geçmeleriyle bozulabilirdi. Sözde kritik durumumuza fazlasıyla gerçek süsü vermek için, İmparatorluk Deve Kolordusu’ndan birkaç birliği Allenby’dan ödünç aldık. Bu arada Deraa için yaptığımız hazırlıklar, şimdilik Kral Hüseyin’in gösterdiği yersiz bir gurur gösterisinden başka bir engelle karşılaşmadan sürüyordu.
Sf: 610
Bir uzman gibi davranıp son derece saldırgan bir tarzda itiraz etti. Can sıkıcı bir şekilde eski teorimi savunarak konuşmaya devam ettim. Karışık, düzensiz, bakımsız bir şekilde yaşayıp Türkleri, belirsizliğimizle yenilgiye uğratacaktık. Young’ın planı hatalıydı, çünkü fazlasıyla kusursuzdu.
Sf: 611
Benim güvenim, öyle bir şeyi mükemmel bir şekilde yapma yeteneğine değil ama bir tercih olarak kusurları yüzünden bir işi elinden kaçırmaktansa o işi her nasıl olursa olsun iyi, kötü bitirmeye dayanıyordu.
Sf: 615
Havada ölmek temiz bir kaçış yolu olabilirdi. Ama bu olasılığı, hemen hemen hiç aklıma getirmedim. Bunun nedeni korku değildi. Çünkü kendimi hiçbir şeyden korkamayacak kadar yorgun hissediyordum.
Bu anlaşılmaz duruma saplanıp boşuna kafa patlatmaktansa zihinsel bir ölümü araştırıp bulmak daha iyi olacaktı. Bir kaza yapmak, kasten bir hata yapmaktan daha zordu. Yaşamımı tehlikeye atmaktan çekinmiyorsam, o zaman onu kirletmek için neden boşuna telaşa kapılacaktım ki? Ama yine de yaşam ve onur, biri, diğeri için satılamayacak kadar farklı görünen iki ayrı kategoriydi. Onura gelince, bir yıl önce İngiltere’nin verdiği sözleri tutacağına dair Araplar’ı temin ettiğim zaman, onu kaybetmemiş miydim?
Sf: 619
Eylemlerindeki ışığı arayan dostlarımız, sokak lambası direklerinin diplerinde burunlarını çekerek dolaşan, umutsuz köpeklere benziyorlardı.
Başkalarına aşırı güvenmek ne kadar kolaysa, kendi merhametsiz gerçeklik düzeyimize ulaşmak için çaba gösteren bu adamları harekete geçiren güdüleri saptayıp kaydetmek de o kadar olanaksızdı. Bu adamlar, düşmana karşı içtenlikle savaşan bizim kuklalarımızdı. Niyetlerimizin önünde saman çöpleri gibi savruluyorlardı. Saman çöpü olmalarının dışında dünyanın en cesur, en basit ve en keyifli insanlarıydı.
Sf: 622
Hatalı tahminlerimizin kaynağı olan kendini beğenmişlik, pek çok gemi kazasına neden olan, bir su altı kayalığı gibiydi.
Açık yüreklilikle söylemek gerekirse bir başkası uğruna var olmak insana bir büyüklük duygusu veriyordu.
Sf: 623
Yine de bu Arap aldatmacasını kabul etmemi, sırf karakter zayıflığına ya da doğal ikiyüzlülüğe bağlayamam. Elbette insanın içinde yalan söyleme konusunda biraz eğilim, biraz da yetenek olması gerekiyordu. Yoksa adamları bu kadar güzel bir şekilde aldatıp iki yıl boyunca başkalarının hazırlayıp çerçevesini çizdikleri bir yalanı, başarıyla sonuna kadar sürdüremezdim.
Sf: 626
Deraa ya da Ramleh’te her ne olursa olsun, Şam’ı nasıl olsa ele geçireceğimizi ağzımdan kaçırmıştım. Bu yüzden Şam’ı ele geçirip kaybetmek, hiç almamaktan daha iyiydi.
Sf: 627
Özel hedefimiz, “Türklük” konusunda aşırı duyarlı olan, Genel Kurmay’da Mustafa Kemal’in liderliği altında toplanan, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Arap Eyaletleri’ne özerklik verilmesini reddetmeyi görevleri sayan Alman karşıtı (anciGerman) gruba ulaşmaktı.
Ellerindeki en güçlü koz, Sovyetler tarafından açıklanan, Türkiye’nin eski tarzda İngiltere, Fransa ve Rusya arasında bölünmesini amaçlayan SykesPicot Anlaşması’ydı.
Sf: 628
Bu durum, mahzun Türkler’e yardım edip bizi utandırıncaya kadar sürdü. Ne kadar grup varsa o kadar söz verildi. İngilizler, en sonunda belge A’yı Şerif’e, B’yi müttefiklere, C’yi Arap Komitesi’ne ve belge D’yi yeni bir güç olan, kendi ırkı için Filistin’ de belli belirsiz bir şeylerin sözü verilen “Lord Rothschild’e” göndererek, karşılık verdiler.
Telaşa kapılan Mustafa Kemal, Araplar kendi başkentlerine yerleştirilir yerleştirilmez Türkiye’ de hükümete karşıt olan her kesimin etraflarında toplanacağını ve Anadolu’ da Enver’e ve Alman müttefiklerine karşı saldırıya geçmek için topraklarından bir üs bölgesi olarak yararlanmak isteyeceklerini vaat ederek, Faysal’ dan Cemal’in eline koz vermemesini rica etti. Mustafa, Toros Dağları’nın doğusunda kalan tüm Türk güçlerini birleştirmeyi başaracak olursa, bunun doğrudan İstanbul üzerine yürümesine olanak sağlayacağını umuyordu.
Sf: 636
Ben de buna uygun olarak bu otuzuncu doğum günümde bulunduğum yeri göz önüne alarak, saatlerce kendi başıma dolaşarak, zaman geçirdim. Dört yıl önce, otuz yaşına bastığım zaman bir general ve şövalye olma hedefini nasıl da önüme koymuş olduğumu garip bir şekilde hatırladım. Böyle geçici paye ve rütbeler, şimdi (dört hafta daha sağ kalırsam) elimle kavrayabileceğim kadar yakında duruyordu. Ancak Arap mevzilenmesinin yanlış olduğuna ilişkin kavrayışım, beni, ilkel tutkuların güçlü etkisinden kurtarıyor ve geriye sadece insanlar arasında iyi bir şöhrete sahip olma arzusundan başka bir şey bırakmıyordu.
Sf: 638
Yaşayan bir şeye el sürseydim, onu kirletmiş olurdum ama buna karşılık onlar, bana dokunsalardı ya da benimle çok hızlı bir şekilde ilgilenselerdi, bu, beni tir tir titretirdi. Bu, kar tanelerinin kendi dokunulmamış yollarını izlemesine benzer, atomik bir tepkiydi. Düşüncelerim gaddarca olmasaydı, aksi davranış, benim, kendi tercihim olurdu. Kadınların ve hayvanların mutlakçılığına gıpta ediyordum ve en çok bir kızla bir asker ya da köpeğini okşayan bir adam gördüğüm zaman kederleniyordum. Çünkü mükemmel olmak kadar, yüzeysel olmak da benim bir arzumdu. Ama kendi gardiyanım beni engelliyordu.
Belki de aşk ile ilgili en gerçek bilgi, kendi hor gördüğün şeyi sevebilmekti.
Çağrışımlar beni serbestçe sürükleyip götürsün diye, tüm dikkatimi uyumak üzerinde toplayabilirdim. Ama acı bir şekilde her zaman uyanık kalıyordum.
Sf: 639
İrade huzursuz bir şekilde patlamak için beklerken, gerçek her zaman gizli kalıyordu. Beynim, vahşi bir kedi gibi sessizce ve aniden harekete geçiyordu. Duygularım ayaklarıma engel olan çamurdan hoşlanıyordu ve benliğim (her zaman kendisinin ve çekingen oluşunun farkındaydı) kendi vahşi varlığına sıçrayamayacak kadar kötü bir biçime sahip olduğunu ve leş üzerinde beslenmenin çok kaba olduğunu söyleyip duruyordu. Bu yüzden sinirlerinin ve tereddütlerinin tuzağına düşüyordu. Korkulacak bir şey olmayabilirdi. Ama yine de o, vahşi bir yaratıktı ve “bu kitap, insanların okuyup dikkatle incelemesi için bu vahşi hayvanın yakalanıp kurutulmuş, doldurulmuş, uyuz derisini dürüstlükle yansıtmaktadır.”
“Fikirlerden çabucak vazgeçiyordum. Bu yüzden, zekaları yüksek duvarlar içinde sıkışıp kalan uzmanlara güvenmiyordum. Gerçekten hapishane avlularına döşenen her taşı bilebilirlerdi. Oysa ben, taşların hangi taş ocağından çıkartılıp getirildiğini ve taş ustalarının ne kadar ücret aldıklarını biliyordum.”
Sf: 641
Bir şeye ulaştığım zaman artık onu istemiyordum.
Bir arzu ön plana geçtiği zaman, sadece elimi açıp onu alacak duruma gelinceye kadar uğraşıp dururdum. Daha sonra da o şeyden vazgeçerdim, çünkü arzu ettiğim şeyin kendi güç alanımın içinde olması, benim için yeterli oluyordu. Sadece kendimi tatmin etmek istiyordum ve bunu başkalarına bildirmek umurumda bile değildi.
Hakikaten “kendimden” hoşlanmadığım gerçeğini görebiliyor ve duyabiliyordum.
Sf: 662
Savaş sırasında dünyadaki herhangi bir insan kadar güvende olduğumuzu gerçekten biliyordum.
Sf: 664
Yetenekli bir adam olan Marshall’ın, ısrarcı olmak gibi öyle fazla kargaşa çıkarmayan, zarif bir mizaçla insanları yönettiği her yerde her zaman işler güvenli bir şekilde yolunda gidiyordu.
Sf: 670
Arabalarımızdan ikisi aynı anda harekete geçti. Yedi ya da sekiz Türkten oluşan şaşkın karakol, bizi görünce siperlerinden çıkıp ellerinde tüfekleriyle savunma önlemi almaksızın, açık düzende bize doğru ilerlerdiler. Ya paniğe kapıldıklarından, ya yanlış anladıklarından, ya da insanlık üstü saf bir cesaretle böyle hareket ediyorlardı.
Sf: 671
Arkaya yakın yayın ön desteği, şasiye değerek tamamen biçim değiştirmiş ve kırılmıştı. Bir atölyenin o parçayı tamir etmesinden başka yapılacak bir şey yoktu. Umutsuzca çevreye göz gezdirdik. Çünkü demir yolundan sadece üç yüz yarda uzaklıktaydık ve düşman on dakika sonra gelince arabayı kaybetmiş olacaktık. Çölde bir Rolls, yakuttan çok daha değerliydi. Gerçi biz bu arabaları, on sekiz aydır üzerinde taşıdığımız dört ya da beş adam ve bir ton yük ile birlikte, gece ya da gündüz demeden, son hızla, yapımcılarının niyetinin aksine cilalanmış gibi düz yollarda değil; en berbat kırsal bölgelerde bile çekinmeden kullanmıştık. Ama dokuz arabalık ekibimiz şimdiye kadar ilk kez yapısal bir kaza ile karşılaşıyordu.
Sf: 672
Kampa varınca ganimet olarak aldığımız telgraf telleriyle, önce tahta blokların etrafını sıkıca sarıp mümkün olduğunca sağlamlaştırdıktan sonra, hem blokları hem de yayı şasiye bağladık ve yüklerimizi yeniden arabaya yerleştirdik. Arabanın yan basamağı o kadar dayanıklıydı ki, önümüzdeki üç hafta boyunca arabayla olağan her türlü işimizi yaptık ve sonunda onu Şam’a kadar götürdük. Rolls da büyüktü, Royce da! Bu çöllerde sahip oldukları değer, yüzlerce adamımıza bedeldi.
Sf: 682
Ziyaretçiler, bizim gözlerimizdi. Bu yüzden gelenleri nezaketle karşılamamız gerekiyordu. Görevim, bize haber getiren herkesi görmek, bildikleri her şeyi sonuna kadar anlatmalarını sağlamak ve sonra da bütün bu noktaları birleştirerek, zihnimde gerçeğin tam bir resmini çıkartmaktı. Gerçeği tam olarak görmek istiyordum; çünkü verdiğim yargılardaki kesinliği ancak böyle bir yöntemle sağlayabilirdim. Ama bu süreç, ne bilinçli, ne de mantıki olarak yürütülüyordu. Muhbirlerim o kadar çoktu ki, verdikleri bilgiler kafamı karıştırıyor ve biricik zihnim, tüm bu iddiaların altında zorlanıyor, eğilip bükülüyordu.
Sf: 686
Karakolda bulunmadığı için ufak tefek Ermeni’yi tutuklamışlardı. Çok sayıda makineli tüfekleri vardı ve kesintisiz bir enerjiyle devriye gezen nöbetçi askerleri girişlere yerleştirmişlerdi. Zaten yola da güçlü bir karakol kurmuşlardı. Oturduğumuz yerden yüz yarda kadar uzakta değillerdi. Karşılıklı olarak ortak durumumuzun garipliğine bakıp sessizce de olsa güldüm.
Nuri Said, ana gücümüzü kullanarak bölgeyi ele geçirmemizi önerdi. Yeterince bombamız ve aydınlatma tabancamız vardı. Sayısal güç ve hazırlık bakımdan üstünlük bizden yanaydı. Bu, gerçek bir şanstı. Ama ben, yaşamın nesnel değerini hesaplama oyununu sürdürüyordum ve her zaman olduğu gibi yaşamı çok değerli buluyordum. Ama elbette ki savaşta başarılan pek çok şey de çok değerliydi ve biz, durumu, tüm ayrıntılarıyla ele alıp tartışarak, iyi örneği izlemek zorundaydık. Ama ben, gizli de tutsam, inkar da etsem bu askeri harekatı planlamakla gurur duyuyordum. Bu yüzden Nuri’ye önerisine karşı çıktığımı söyledim.
Sf: 689
Patlayıcı taşıyan adamlarımın yarısını ayırıp tabyaya bir taş atımı kadar yaklaşıncaya kadar makineli tüfeklerimizi, mevzilendirdiğimiz sırt boyunca ilerlemelerini istedim.
Sürekli yaptığımız bombardımana karşın anlatılması olanaksız derecede huzurlu, sarı, yumuşak ve çok hoş bir akşamdı. Batmakta olan güneş, sırtların meydana getirmiş olduğu köşede parıldıyor ve zayıf güneş ışınları, düzlüklerin nefis karmaşıklığında tepelerin dış hatlarını belirsiz bir şekilde ortaya çıkarıp biçimlendiriyordu. Daha sonra birkaç saniye içinde güneş battı ve yeryüzü gölgelendi. Bir an için çevreye dağılmış olan sayısız miktardaki çakmak taşı parçacıklar görünür hale geldi ve her birinin batı (yansıtıcı) yönü, alevlenen siyah elmaslar gibi belirginleşti.
Sf: 690
Ölmek için pek de uygun olmayan bugünkü öğleden sonrası, sanki adamlarımı hedeflemiş gibi görünüyordu. Çünkü ilk kez olarak sinirleri bozuldu ve düşmanın takırdayan mermileri karşısında siperlerinden çıkmayı reddettiler. Yorgundular ve develeri o kadar çok yol almışlardı ki, ancak güçlükle yürüyebiliyorlardı. Üstelik patlayıcı jelatine isabet edebilecek olan tek bir merminin bile kendilerini havaya uçurabileceğini biliyorlardı.
Şaka yollu takılarak onları harekete geçirme girişimimiz başarısızlıkla sonuçlandı.
Sf: 697
Ama tam ateş açmışlardı ki, büyük araba birden aksırır gibi sesler çıkartarak, hareketsiz kaldı. Bir mermi, benzin deposunun zırhsız ucunu delip geçti. O nokta, tüm araba takımımızda zırhsız olan tek yerdi. Sızıntı yapan deliği tıkamak tam bir saatimizi aldı.
Sf:703
Faysal, Nuri Shaalan’ın Azrak’tan gelen devecilerini bizim birliklerimize koymaya karar verdi. Bu, aşağı yukarı dörtte üçü başıbozuk gönüllülerden oluşan, dört bin kişilik bir güce ulaşmamızı sağladı. Askerlerimizin çoğunluğu başıbozuktu ama aynı zamanda güvenilir bir güçtü. Çünkü sessiz, zalim ve alaycı bir adam olan Nuri, kabilesini, parmakları arasındaki bir alet gibi kontrol ediyordu.
Çölde nadir bulunan, tartışma anlayışına sahip olmayan bir adamdı. Bir şeyi ya yapardı ya da yapmazdı; daha ötesi yoktu. Başkaları konuşmayı bitirdikten sonra düz birkaç cümleyle niyetini açıklar ve kendisinden korkulduğunu bildiği için, sessizce herkesin itaat etmesini beklerdi. Kendisini yorgun ve hayal kırıklığına uğramış biri olarak kabul eden akıllı ve yaşlı bir adamdı. O kadar yaşlıydı ki bizim coşkumuza bağlı kalması, ancak kendisine karşı gösterdiğim saygı mucizesinin bir sonucu olmuştu.
Sf: 706
Bu yeni durum, köprünün altına gitme planımı, olanaksız hale getirdi. Çünkü, bir yandan arabamızın arkasına isabet edebilecek tek bir mermi bile pamuk barutunu ateşleyip bizi alevler içinde havaya uçurabileceği gibi, öte yandan üzerimize fırlatılarak atılabilecek olan el bombalarına karşı arabaların içinde tamamen savunmasız bir konumdaydık. Bu yüzden geri çekildik. Demir yolunun küçücük bir parçasına aşırı ilgi gösteren bu savunmayı anlamakta, güçlük çekiyorduk. Uzun bir kolaylık döneminden sonra değerli bir düşmanla karşılaşmış olmak gerçekten hem çok komik, hem de çok ilginçti. Bize engel olmak, isteyen adamı, sanki bu sıkıntıya bir son vermek için, kıvrık kaşlarının altından her yanı sert ve keskin bakışlarıyla tarayan, kısa boylu, sağlam ve öfkeli bir adammış gibi, hayal ediyorduk ve Zafer, adamın yanında neredeyse baygın yatan, beyaz tenli, ince ve uzun bir kadın bedeni gibi görünüyordu.
Sf: 709
Şeyh Saad’a doğru ilerleyerek Türkler üzerinde herhangi bir İngiliz birliğinin yapabileceğinden çok daha fazla baskı uygulayabilirdik. Bu hareket, Şam’ın bu yakasında Türkler’in yeniden savaşmasını olanaksız hale getirecekti. Çünkü elde edeceğimiz kazanç karşısında kaybedeceğimiz birkaç can, ucuz bir bedel sayılırdı. Şam, doğudaki bu savaşın sonu anlamına geliyordu. Ama aynı zamanda genel savaşın da sonu olacağına inanıyordum. Çünkü birbirlerine bağımlı olan Merkezi Güçler Kümesi, en zayıf halka -Türkiye- parçalandıktan sonra bütünüyle çözülüp dağılacaktı. Bu yüzden stratejik, taktik, politik ve hatta ahlaksal, yani burada sayabileceğimiz her türlü makul nedenden ötürü, yolumuza devam etmek zorundaydık.
Sf: 713
Faysal’ın sağlamış olduğu barış sayesinde güçlükle de olsa geçici olarak kan davalarını durdurmuş olan yüzlerce can düşmanının saflarımız arasında yer alması büyük bir çelişkiydi. Onları oyun içinde tutmanın, öfkeli insanlara ayrı alanlarda görev vermenin, olanak ve hizmetlerinin dengelenmesinin yarattığı gerilim, bütün bunlar, yeterince kötüydü. Bu doğrultudaki çalışmalarımıza yukarıda ifade edildiği ölçüde dikkatle saygı gösterilmesi gerekiyordu. Fransa’ da ordunun her tümeni ya da hemen hemen her tugayı, birbirlerine karşı amansız bir kin duysalar ve aniden karşılaştıkları her yerde birbirleriyle kavgaya tutuşsalardı, savaşın yürütülmesi çok daha zor olurdu. Bununla birlikte iki yıldır can düşmanlarını sessiz tutmayı başarmıştık ve şimdi sadece birkaç güne ihtiyacımız vardı.
Sf: 715
Uzun süreden beri hazırlıklarını yaptığımız bu kitle ayaklanması, şimdi sel gibi coşmaya başlamıştı. Her başarıyı daha yükseğe taşıyıp daha çok isyancıyı silahlandırıyordu. İki gün içinde, altmış bin kişilik silahlı bir gücü harekete geçirebilirdik.
Sf: 716
Bu kadar yorgun adamla birlikte hareket ederken, hız, maalesef sadece göreceli bir kavramdı.
Sf: 720
İstisnaları, sadece Alman kıcalarında görebiliyordum. Burada ilk kez olarak kardeşlerimi öldüren düşmana karşı bir gurur duymaya başladığımı fark ettim. Onlar, evlerinden iki bin mil uzakta, umutsuz ve rehbersiz, en cesur insanın bile sinirlerini bozacak ölçüde çıldırtıcı olan bu koşullarda savaşıyorlardı. Yine de birliklerini sıkı bir düzen içinde bir arada tutabiliyorlardı. Zırhlı gemiler gibi gururlu ve sessiz, Türkler’in ve Araplar’ın yarattığı enkazdan kurtulmak için rotalarını değiştiriyorlardı. Bir saldırı yapıldığı zaman durup mevzi alıyorlar ve düzenli bir şekilde ateş ediyorlardı. Aceleleri yoktu, bağırmıyorlardı, tereddüt etmiyorlardı. Mükemmeldiler.
Sf: 721
Rualla’lar, yerel halkın yardımıyla kampı yağmaladılar. Özellikle vahşice yakılan ambarlarda tutuşan çatılar insanların hayatlarını tehlikeye atsa bile çok iyi ganimet buldular. Ama sağımızda solumuzda yatan cansız pek çok insan olsa da ölümün olanaksız ve başkalarının yaşamının kırılıp atılacak bir oyuncak gibi göründüğü bu an, insanların çıldırdığı ender gecelerden biriydi.
Sf: 723
Barrow’u incelemiştim ve onunla karşılaşmaya hazırdım. Yıllar önce savaşta ve barışta sıradan insanları harekete geçiren en temel unsur olarak korkuya inandığını, açıkça itiraf etmişti. Şimdi ben, korkuyu, bir uyarıcı, zehirli bir uyarıcı olmakla birlikte hiç de caydırıcı olmayan, gereğinden fazla değer biçilmiş bir araç olarak görüyordum. Şırınga edildiği her seferinde uygulandığı sistemin daha fazla üretmesine değil, tüketmesine yol açıyordu. Korkan insanları göklere çıkartan bu ukala inançla anlaşmam olanaklı değildi. En iyi çare, Barrow ile benim derhal yollarımızı ayırmamızdı. İçgüdülerim, kaçınılmaz bir şekilde bu süreci kışkırtacaktı. Bu yüzden çok çetin davranıp tepeden bakarmış gibi bir havaya büründüm.
Sf: 728
Gregory’nin mutlu bir şekilde gayret göstermesi sayesinde Nasır’ın yüzüne bakma cesaretimiz oldu. Gece yarısından önce buluşmayı kararlaştırdığımız, Kiswe’ye doğru hareket ettik. Bizim arkamızdan Hintli askerler kitle halinde geldiler. Dinlenmek için ıssız bir yer aradık. Ama şimdiden her yer binlerce askerle dolmuştu.
Kalabalıkta bir araya gelen bir sürü, zekanın yaratmış olduğu hareketler ve karşı akımlar, tıpkı kendileri gibi beni de huzursuz bir şekilde sağa sola sürükleyip duruyordu. Geceleyin derimin rengi görünmüyordu. Önemsenmeyen bir Arap gibi, dilediğim kadar dolaşabilirdim. Böylece kendimi, garip bir şekilde, beni bu gece hiç rahatsız etmeyen kendi soydaşlarımın arasında buldum ama yanlarından hemen ayrıldım. Zırhlı arabaların şoförleri, sayıları az olduğundan ve uzun bir süredir arkadaşlık yaptığımızdan dolayı, benim için uygun insanlardı. Bütün bu aylar boyunca kendi başlarına kızgın güneşe ve yıldırıcı rüzgara açık alanlarda korunmaksızın yaşamak, onları birey olarak hem yıpratmış, hem de mükemmelleştirmişti. İngilizler’ den, Avustralyalılar’ dan ve Hintliler’ den oluşan böyle görülmedik bir asker kalabalığı içinde onlar da, kendilerini benim kadar garip ve utangaç, derimize yapışan kirlerden dolayı sanki fark ediliyormuşuz, gibi hissediyorlardı. Çünkü haftalardan beri üzerimizde olan bu giysiler, terden ve sürekli kullanımdan dolayı iyice keçeleşmiş ve kıyafetten çok, bir kabuk halini almıştı.
Sf: 729
Ama bu diğerleri, iki yıllık düzensiz savaş deneyiminden sonra, bana biraz garip görünseler de gerçek askerlerdi. Üniformanın bir kalabalığı nasıl kişilik dışı, yekpare ama değerli bir grup haline getirdiğini, gruba, nasıl başı dik bir adamın gerginlik ve onurunu kazandırdığını keşfettim. İnsanı olağan yaşamdan ayıran bu ölüm giysisi, onu üzerine giyenlerin iradelerini ve bedenlerini devlete satmış olduklarını ama başlangıcı gönüllü olduğu için hiç de onursuz sayılmayacak bir sözleşmeyle, kendilerini askerlik hizmetine bağlamış olduklarını gösteriyordu. İçlerinden bazıları, yasa tanımazlık içgüdüsüyle, bazıları da açlık korkusuyla, diğerleri ise askeri yaşamın farz edilen bir özelliği sayılan ve ihtiyaç duydukları o göz kamaştırıcılığından dolayı, bu hizmeti kabul etmişlerdi. Ama hepsi de sadece kendi kişiliklerini alçaltmaya çalışarak, bir tatmin yolu bulmuşlardı. Çünkü barış dönemine kıyasla, insanlık düzeyinin aşağısına düşmüşlerdi. Sadece kadınlar, o göz alıcı kıyafetlere bakarak şehvetle baştan çıkıyorlardı. Bir işçinin yaşamını sürdürmesine yetecek kadar olmasa bile, bir cep harçlığı sayılan askerlerin ücretleri, adamın bir şeyler içip de unutmasını sağladığı an en yararlı bir şekilde harcanmış kabul ediliyordu.
Sf: 730
Arap toplulukların sürekli olarak giydikleri pamuklu elbiselerinin üzerinde kuruyan terin, her yana sinen, kesilmiş sütün ekşiliğine benzeyen ağır kokusunu, İngiliz askerlerin vahşi hayvanlara benzeyen kokularını, yünlü giysiler giyen bir kalabalıktan yükselen sıcak sidik kokusunu amonyağın insanın nefesini kesen, keskin acılığını ve için için yanan neft yağının kokusunu ayırt edebiliyordum.
Sf: 731
Avustralyalılar, Şam’ın etrafını kuşatırlarken, verilen emirlere rağmen kente girmek zorunda kalabilirlerdi. Eğer bir kişi bile onlara karşı koysa, bütün gelecek mahvolacaktı. Şamlılar’ın İngiliz Ordusu’nu müttefik olarak kabul etmelerini sağlamak için bize sadece bir gece verildi.
Sf: 738
Auda, bir şimşek gibi onu önüne geçti. Yaşlı adam, zaten sabahleyin zincirleme gelişen olayların öfkesiyle iyice dolmuştu ve kavga etmek için bir bahane arıyordu. Hemen oracıkta adamı iri parmaklarıyla paramparça etse, çok mutlu olacaktı. Abd el Kader’in cesareti kırıldı ve Nuri Shaalan, halıya doğru gözlerini dikerek (Ne kadar da büyük ve göz alıcı bir halıydı o!) Ruallaların benim emrimde olduğunu söyledi ve tartışmayı kapattı. Hiçbir soru sorulmadı. Cezayirliler ayağa kalktı ve öfkeyle köpürerek, salondan çıkıp gittiler. Onların hemen tutuklanıp vurulmaları gerektiğine inanıyordum. Ama ne onların kötülük yapma gücüyle kendi kendimi korkutabilirdim, ne de uyarı niteliğinde işlenecek bir cinayet örneğini Araplar’a politikanın bir parçası olarak sunabilirdim.
Sf:739
Çabucak çekirdek bir kadro oluşturdular ve bir ekip olarak hemen işe koyuldular. Tarih, bize, atılan adımların her zaman tekdüze olacağını kanıtlamıştı: Atamalar, bürolar ve şubelerle ilgili rutin işler. Önce polis sorunu ele alındı. Bir komutan ile yardımcıları seçildi. Bölgeler, bölüştürüldü. Geçici ücretler, verilecek erzak, üniformalar, sorumluluklar belirlendi. Çark çalışmaya başladı. Daha sonra, su temininde bir şikayet geldi. Su kanalı, ölü askerler ve hayvanlar yüzünden tıkanmıştı. Bir denetleme kurulu, bir işçi kıtası ile birlikte gidip sorunu çözdü. Olağanüstü sorunlarla ilgili yönetmelikler hazırlandı.
Sf: 740
Nakit para sorunu korkunçtu. Avustralyalılar, milyonlarca Türk Lirası’nı hala kullanımda olan tek para birimini ganimet olarak ele geçirmişler ve paraları sağa sola savurarak, değerini sıfıra düşürmüşlerdi. Bir asker, bir delikanlıya, atını üç dakika tutması karşılığında beş yüz lira vermişti.
Hala yarı aç dolaştığımız halde sonu gelmeyen talepler, bizi, rahatsız etmeye başlamıştı. Chauvel’in hayvan yemi kalmamıştı ve beslemesi gereken kırk bin atı vardı. Kendisine hayvan yemi getirilmediği takdirde kendisi aramaya çıkacaktı ve yeni yakılan özgürlük ateşi, bir kibrit alevi gibi sönmüştü. Suriye’nin statüsü, onun hoşnut edilmesine bağlıydı ve bu yüzden ileri sürmüş olduğu fikirlerin, bir parça insaflı olduğunu anlamak zorundaydık.
Sf: 741
Daha sonra her yanı ışıklarla donanmış bayram yapan kentin üzerinde müezzinler, nemli geceye doğru son ibadet için yaptıkları, çağrıyı okumaya başladıkları sırada, tek başıma odamda oturmuş, çalışıyor ve günün fırtınalı anılarının izin verdiği ölçüde sağlam bir şekilde düşünmeye çalışıyordum. Sesi olağanüstü tatlı bir şekilde çınlayan bir müezzin, yakındaki bir camiden pencereme doğru ezan okuyordu. Bilinçsiz bir şekilde sözcükleri ayırt etmeye başladığımı fark ettim: “Tek olan Allah, büyüktür! Allah ‘tan başka Tanrı olmadığına ve Muhammed’in onun Peygamberi olduğunu doğrularım. Namaza gelin, güvenliğe gelin. Tek olan Allah, büyüktür! Allah’tan başka Tanrı yoktur!”*
Ezanın sonunda sesini iki ton düşürdü ve neredeyse konuşma düzeyine yakın bir sesle yumuşakça, “O, bugün bize karşı çok cömert, ya Şam halkı!” diye ekledi. Bu mükemmel ilk özgürlük gecesinde namaz çağrısına herkes uymuş gibi göründüğünden, dışarıdaki gürültü kesildi. Bu kahredici duraklama anında düşüncelerim, bana, hem kendi yalnızlığımı, hem de onların hareketlerindeki neden yokluğunu gösterdi. Çünkü tüm dinleyiciler içinde sadece ben, olayı, hüzün verici ama ifade tarzını anlamsız bulmuştum.
(*) Lawrenve’ın dipnotu: Bu çağrının İngilizce’ye tam olarak çevrildiğini görmemiştim. Gerçekten Arapça’da belirsiz kalan, bizim morfolojimizde ise cam karşılığı bulunmayan bir çeşit yüklek nitelemesi gizli kaldığından bu pek uygun da olmayacaktır.
Sf: 742
Gün başlayıncaya kadar ihtiyatlı bir şekilde hareket ettik. Çünkü sayımız çok fazla değildi. Üstelik karanlıkta yapılan bir savaşta bir aptal ile, bir adam eşit olacağından silah üstünlüğünden de vazgeçmiş olacaktık. Ama şafak kendisini hissettirince, adamlarımızı yukarı mahallelere sürüp isyancıları, kent merkezinden caddelerin köprülerle buluştuğu ve kontrolü kolay olan nehir civarındaki mahallere doğru çekilmeye, zorladık. O zaman sorunun ne kadar küçük olduğunu anladık. Nuri Said, nehir kenarındaki gezi alanlarını makineli tüfek birlikleri ile kontrol altına almıştı. Makineli tüfeklerin uzun uzun takırdayarak açtıkları yaylım ateşi sonucu isyancılar, boylu boyunca boş duvarların arkasına sıkışıp kaldılar. Daha sonra bu bölgeyi top ateşine tutan birliklerimiz, isyancılar arasında farklı düşünen insanları harekete geçirdi. Dehşet verici gürültü, Dürziler’in ganimerlerini bırakarak dar sokaklardan kaçıp gitmesine neden oldu. Kardeşi kadar cesur olmayan Muhammed Said, evinde yakalandı ve Kent Sarayı’na getirilerek hapsedildi. Aslında yine onu hemen vurmak istedim ama diğerleri gelinceye kadar bekledim.
Sf: 744
Öğle yemeğinde Avustralyalı bir doktor, insanlık adına Türk hastanelerine de dikkat etmemiz gerektiğini söyledi. Üç hastanemizi (askeri, sivil ve misyonerlik hastanelerini) şöyle bir aklımdan geçirdikten sonra, olanaklarımız elverdiği ölçüde onlara da dikkat edeceğiz, dedim. Ne Araplar, ilaç icat edebilirler, ne de Chauvel, bize ilaç verebilirdi. Olayı daha ayrıntılı olarak anlatmaya başladı. Pislik içindeki binaların çok büyük bölümünde, tek bir sağlık memuru ya da hastane görevlisi bile yoktu. Ölüler ve ölmekte olanlar aynı yere doldurulmuşlardı. En çok dizanteri sorunuyla karşılaşılıyordu. Bunun dışında, birkaç tifo olayına da rastlanmıştı. Umut verici olan tek belirti, tifüs ya da koleraya rastlanmamış olmasıydı.
Doktorun anlattıklarından hastanenin kentin yedek güçleri arasında yer alan iki Avustralya bölüğü tarafından ele geçirilen Türk kışlası olduğunu çıkarttım. Kapılarda nöbetçiler var mıydı? Evet, dedi. Orasıydı, ama içi Türk hastalarla doluydu. Yürüyerek gittim ve tek başıma yaya olarak gelişimden kuşkuya düşen nöbetçilerle görüştüm. Hastaları katletmesinler diye -bu, Arapların savaş yapma tarzıyla ilgili bir yanlış anlamaydı- bütün yerlileri dışarıda tutmak için emir almışlardı. Sonunda İngilizce konuşmam küçük nöbetçi kulübesinden geçmeme olanak sağladı. Bahçede aşırı yorgunluktan ve umutsuzluktan çökmüş iki yüz tutsak vardı.
Kışlanın büyük kapısından içeri girerken tozlu, yankı yapan koridorlara doğru seslendim. Kimse cevap vermedi. Büyük, ıssız, rüzgardan korunmuş olan avlu, çöple dolmuştu. Nöbetçi, bin kadar tutsağın, dün buradan kentin ilerisindeki bir kampa götürüldüğünü söyledi. O zamandan beri içeri girip çıkan, kimse olmamıştı. Perişan olmuş avludaki o parlak güneşin ardından, insana karanlık gelen koridor boyunca yürüdüm. Sol tarafta bir kepenk gibi çift kanatlı kapısı olan bir salon vardı.
İçeri adım atar atmaz, pis bir koku yüzüme çarptı ve gözlerimi iyice açınca dehşet bir görüntüyle karşılaştım. Taş zeminin üzeri yan yana dizilmiş, bir kısmı üniformalı, bir kısmı iç çamaşırlarıyla, bir kısmı da tamamen çırılçıplak yatan, ölü bedenlerle kaplanmıştı. Orada öylece otuz kadar ceset vardı ve farelerle birlikte duruyorlardı. Fareler, ısırarak cansız vücutlarda ıslak, kırmızı dehlizler açmışlardı. Birkaç ceset, olsa olsa bir ya da iki günlük, yeni ölmüş insanlara aitti. Ama diğerleri, herhalde uzun süreden beri buradaydılar. Bazılarının bedenleri çürümüş, tenleri sarı, lacivert ve siyah renkler almıştı. Pek çoğunun vücudu, daha şimdiden şişerek normal yaşamda sahip oldukları genişliğin iki ya da üç katına çıkmıştı. Şişkin kafaları, tıraş olacak kadar uzamış sakalları yüzünden kaba görünen çenelerinin ortasında siyah ağızlarıyla, insana gülüyormuş gibi bakıyorlardı. Diğer cesetlerin daha yumuşak olan kısımları çökmüştü. Pek azı paclamış ve çürümeyle birlikte bedenlerinde sıvılaşma başlamıştı.
Sf: 745
İleride büyük bir odaya açılan koridordan bir inleme sesi duyar gibi oldum. Ölü bedenlerden oluşan yumuşak yer örtüsünün üzerine basarak geçtim. Dışkıyla sararan giysileri ayaklarımın altında kuru bir şekilde hışırdadılar. Koğuşun içinde hava durgun, soğuk ve rutubetliydi. Yatakları dolduran uzun entariler giymiş bir sürü adam, o kadar sessiz duruyorlardı ki hepsinin ölü olduğunu zannettim. Her adam, pis kokan bir döşeğin üzerinde kaskatı duruyordu. Sıvı dışkıları, yataklarından aşağı damlayıp çimento zemini koyulaştırmıştı.
Çıplak ayaklarımla kirli akıntıların üzerine basmamak için elbisemin beyaz eteklerini tutarak, dikkatle yatakların arasından biraz ilerledim. Birden bir iç çekme sesi duydum ve hemen dönünce boylu boyunca uzanmış bir adamın boncuk gibi görünen açık gözleriyle karşılaştım. Kıvrılan dudaklarından güçlükle hışırdar gibi “Aman! Aman! Merhamet edin! Merhamet edin! Bağışlayın!” sözcükleri çıktı. Ellerini güçlükle yukarı kaldırmaya çalışırken, yüzünde bezgin, tereddüdü bir ifade belirdi ama boşuna birkaç defa denedikten sonra elleri yatağa her düşüşünde bedeni kurumuş bir yaprak gibi hafifçe titredi.
İçlerinden hiç kimsenin konuşacak gücü yoktu ama sanki emir almış gibi aynı anda hep birlikte fısıldayarak konuşmaya çalışmalarında beni güldüren bir şey vardı. Hiç şüphe yok ki, son iki gündür yalvarma provası yapmak için kendilerine hiç fırsat verilmemişti. Meraklı askerler, salona kadar gelip bakmışlar ama sonra dönüp uzaklaşmışlardı.
Koşarak kemerden geçtim ve Avustralyalıların etrafını kazıklarla çeviren bahçeye çıktım. Onlardan bir çalışma grubu istedim. Reddettiler. Aletler? Aletleri yoktu. Doktorlar? Meşguldüler. Kirkbride geldi. Türk doktorların üst katta olduğunu öğrendik. Bir kapıyı kırarak açtık. İçeride büyük odada yapılmamış yatakların üzerinde gece kıyafetleriyle oturan, yedi adam bulduk. Suda şekerleme kaynatıyorlardı. Ölü ve canlı insanları birbirlerinden ayırmanın, akıllıca olacağı konusunda onları çabucak ikna ettik ve bana yarım saat içinde sayıları hakkında bir liste hazırlayın, dedim. Kirkbride’ın ağır cüssesi ve botları, bu işi denetlemesi için uygun görünüyordu. Bu arada ben, Ali Rıza Paşa’yı görüp bizim için Arap Ordu Doktorları’nın dörtte biri hakkında ayrıntılı bilgi vermesini rica ettim.
Ali Rıza Paşa gelince merkez binadaki en uygun elli tutsağın çalışma grubunda yer alması için baskı yaptık. Bisküvi satın alıp adamları besledik. Daha sonra onları, Türkler’in alet edevatlarıyla silahlandırıp arka bahçede toplu bir mezar kazmaya gönderdik. Avustralyalı subaylar, buranın uygun bir yer olmadığını, söyleyerek itiraz ettiler. Bahçeden onları rahatsız eden bir koku yükseliyordu. Tanrı’nın bunu kabul edeceğini umduğumu belirterek salakça bir cevap verdim.
Acınacak durumdaki Türkler kadar yorgun ve hasta olan adamları çalıştırmak zalimlikti ama acele etmek zorunda oluşumuz, bize başka bir seçenek bırakmıyordu. Zafer kazanmış bir adamın tavrıyla görev yapan başçavuşların tekme ve yumruklarıyla tutsaklar, sonunda emirlere itaat etmek zorunda kaldılar. Bahçenin bir tarafında altı kadem derinliğinde bir çukur kazarak çalışmaya başladık. Bu çukuru derinleştirmeye çalıştık ama aşağıda çimento bir zemin vardı. Bu yüzden çukurun kenarlarını genişletirlerse aynı işi göreceğini söyledim. Daha sonra yakınlardan bulup getirdiğimiz sönmemiş kireçle cesetlerin üzeri, uygun bir şekilde örtülecekti.
Doktorlar, elli altı ölü, iki yüz ölmekte olan ve yedi yüz tehlikeli bir şekilde hasta olmayan adam olduğunu söylediler. Bir kısmı kolaylıkla kaldırılan, bir kısmı da yerden küreklerle parça parça toplanan cesetleri taşımak için bir sedye grubu kurduk. Taşıyıcılar, işlerini sürdürebilecek kadar güçlü değillerdi. Gerçekten daha işimiz sona ermeden önce çukurdaki ölü adam yığınının üzerine, iki ceset daha ekledik.
Ölüler için kazdığımız bu hendek, küçük ve yetersizdi. Ama yığılan kütle o kadar akışkandı ki, yeni gelen her ceset, sedyeden devrildiği zaman yumuşakça düşüyor ve kendi ağırlığıyla pelte gibi yığının üzerinden kayarak, kenarlara doğru gidiyordu. Çalışma sona ermeden önce gece yarısı olmuştu. Dört gün önce Deraa’ dan ayrıldığımızdan beri üç saat bile uyumadığımdan iyice bitkin düşüp yatmak için, ayrıldım. Yaşça bir çocuk olan ama bugünlerde tek başına iki adamın işini birden yapan Kirkbride, gömü işini bitirmek için bekledi, toprağı mezarın üzerine yaydı ve kireç döktü.
Birkaç ölüm cezası, yeni bir yüksek hakimin atanması, tren çalışmazsa, yarın başlayacak olan arpa kıtlığı gibi, halledilmesi gereken bir sürü acil sorun otelde beni bekliyordu. Ayrıca Chauvel ‘den de bir şikayet gelmişti. Arap askerlerin bazıları, Avustralyalı subayları selamlamayı ihmal ediyormuş!
Sf: 748
Böyle giderse, her şeyin uygun hale geldiğini görmek için sadece üç gün yetecekti. Gururla diğer çıkarlarımızı düşünürken, bir tıp binbaşısı yürüyerek geldi ve bana sert bir tavırla İngilizce konuşup konuşmadığımı sordu. Eteğimden ve sandaletlerimden tiksindiğini belli eden bir yüz ifadesiyle, “Görevli misin?” dedi. Bir bakıma görevli olduğumdan, hafifçe sırıttım. Bunun üzerine “Rezil bir durum! Çok ayıp! Buna müsamaha edilemez, kurşuna dizilmeniz gerekir! … ” diye patladı. Bu acımasız eleştiri karşısında sinirlerim boşaldığından tavuk gibi kıkırdamaya başlayarak çılgınca kahkahalar attım. Umutsuz görünen bir durumu düzelttim diye, tam kendi kendime övünmeye başlamışken, böyle bir lanet okumayla karşılaşmak, bana son derece komik gelmişti.
Binbaşı, dün cesetlerin toplandığı odaya girmemişti, ne odayı koklamış, ne de ölülerin son derece onursuz bir şekilde gömülmelerine tanık olmuştu. O birkaç saatin ardından, olayı her hatırlayışımda yatağımdan titreyerek fırlıyor ve kan ter içinde kalıyordum. “Kana susamış hayvan!” diye mırıldanarak bana dik dik baktı. Yeniden gülmeye başlayınca yüzüme bir tokat indirdi ve çalımla yürüyerek uzaklaştı. Adamın tamamen haklı olduğunu yüreğimden hissettiğimden öfkeden çok, utanç içinde kalmıştım ve efendilerine karşı zayıfların isyanını başarıya ulaştırmak için sonuna kadar yürüyen bir kimsenin, daha sonra dünyadaki hiçbir şey kendisini daha temiz hissetmesine olanak vermeyeceğinden dolayı, insanların düşüncelerinde oluşan bu lekeden kurtulmak için, daha çok çaba harcamak zorunda kalacağını açıkça hissediyordum. Bununla birlikte, neredeyse her şey bitmek üzereydi.
Sf:749
Hastaneyi ve demir yolu işlerini devralmayı kabul etti. Böylece on dakika içinde beni çılgına çeviren tüm zorluklar, uçup gitti. Tek başıma mücadele ettiğim o zorlu günlerin artık geride kaldığını, şaşkınlıkla fark ettim. Kendi bildiğini okuyan bir adam, dünyanın garipliklerine karşı zafer kazanmıştı. Allenby’ın sunduğu bu rüyaya benzer güven, kararlılık ve şefkat ortamında artık kollarımı ve bacaklarımı dinlendirebilecektim.
Daha sonra Faysal’ın özel treninin Deraa’ dan geldiğini söylediler. Young’ın ağzından ona acele bir mesaj gönderdik ve camlarımıza vuran alkış gelgitleri arasında Faysal’ın gelişini bekledik. İki şefin, zaferin tam merkezinde ilk kez olarak bir araya gelmesi son derece uygundu. Ben de yanlarında, tercüman olarak görev yapacaktım.
Allenby, Dışişleri Bakanlığı’ndan gönderilen, Araplar’a resmen savaşçı ulus (belligerents) statüsü tanındığını bildiren telgrafı bana verdi ve Emir’e tercüme etmemi istedi. İçimizden hiç kimse bu sözcüğün İngilizce’ de ne anlama geldiğini, tam olarak bilmiyordu. Bu yüzden sözcüğü Arapça’ da da olduğu gibi bıraktım. Faysal, halkının kendisine uygun bir şekilde hoş geldin demesi engellendiği için gözyaşları içinde gülümsemeye çalışırken, kendisine ve hareketine güvendiğinden dolayı, Baş Komutan’a teşekkür etmeyi bir yana bıraktı. Faysal ve Allenby, garip bir zıtlık oluşturuyordu. Faysal, iri gözlü, solgun, yıpranmış ve iyi bir hançer gibi görünen bir adamdı. Ama buna karşılık Allenby, dev gibi cüsseli, kırmızı yüzlü, neşeli ve dünyanın etrafını güçlü bir alışveriş ve yönetim kuşağıyla sarmakta olan bir gücün temsilciliğini yapmaya uygun bir insandı.
Faysal gittikten sonra, Allenby’ dan kendim için (sanırım ilk kez) son bir ricada bulundum. Buradan ayrılıp gitmek istediğimi söyledim. Bir süre bunu kabul ermedi. Ama onu ikna etmek için uğraştım. Bir yıl önce kendi verdiği sözü hatırlatıp halkın üzerinde benim mahmuzlarım olmazsa, yeni düzenin ne kadar kolay kurulacağına dikkatini çektim. Sonunda kabul etti ve sonradan ne kadar çok üzüleceğimi zaten o sırada biliyordum.
Sf: 751
Arabistan’a ilk ayak bastığımda Şam, kılıcıma uygun bir kın gibi görünmüyordu. Ama kentin ele geçirilişi, faaliyetimin temel nedeninin artık sona erdiğini ortaya koydu. Hareketimizin başından sonuna kadar beni harekete geçiren en güçlü arzu, burada söylemeye de gerek yok öyle sanıyorum ki, bu iki yılın her saatinde her an aklımda olan kişisel bir amaçtı. Günlerin arasında canlı olarak yaşadığımız tüm acı ve zevkler, dev kuleler gibi silinip gidebilirdi ama bu gizli arzu, insanın havayı yeniden içine çekmesi gibi yaşamın ısrarcı bir öğesi olarak sona yaklaşılıncaya kadar, sürekli olarak yeniden oluştu. Ama Şam’a ulaşmadan önce de, yok olup gitti.
Savaşı kazanmak isteği, gelecekte de geçerli olacak kavgacı bir arzuydu. Arap yardımı olmaksızın, İngiltere’nin, Türk cephesinde zafer kazanmanın bedelini ödeyemeyeceği gibi bir kanım vardı. Şam düşünce Doğu savaşı muhtemelen de, tüm savaş- sona ermişti.
İşte o zaman garip bir şekilde duygulandım. Çocukken okuduğum ‘Super Flumina Babylonis’, ulusal bir hareketin düğüm noktasında bulunmanın nasıl bir duygu olduğunu öğrenme arzusu, beni terk etti. Şam’ı ele geçirmiştik ve ben korkuyordum. Kentte keyfekeder üç gün daha geçirseydim, otorite kaynağı olarak beni görmelerini çabuklaştırmış olurdum.
Geriye, kendi başına bir neden olarak, zayıf da olsa tarihsel bir tutku kalmıştı. Oxford’da City School’da zamanın kaçınılmaz olarak önümüze getireceği yeni Asya’yı biçimlendirme sorunu üzerinde kafa yorup büyük bir hevesle çalışmıştım. Mekke, bizi Şam’a; Şam, Anadolu’ya ve sonra da Bağdat’a götürecekti. Ayrıca Yemen de vardı. Fantezi gibi görünen böyle düşünceler, aslında benim olağan çabalarımın bir başlangıcı olarak görülebilir.
T.E. LAWRENCE
“Arabistanlı Lawrence”
BiLGELiGiN YEDi SÜTUNU
Arap Başkaldırısının Gayri Resmi Tarihi
“Bu günün hayalperestleri tehlikeli insanlardır, hayallerini gözleri açık gerçekleştirirler. Ben de böyle yaptım.”
Tarihi bilgiler, 1. Dünya Savaşı sırasında Arapların Türklere karşı başlattığı başkaldırı hareketinin bizzat mimarı, yönlendiricisi olan bir İngiliz’in gözüyle verilmektedir. Çağımızın en efsanevi casusu “Arabistanlı Lawrence” Osmanlının bölgedeki egemenliğine son verirken, bölgeye görevlisi olarak geldiği İngilizlerin de oyunlarını boşa çıkarmıştır.
“Arabistan’da Türklere karşı ayaklanmada bir İngiliz görevli … Ordu günlüğünü, çadır direğinin etrafında betimler. Tanımlamalar, filozofiler, duygular, maceralar ve hayallerle eşşiz bir şekilde dokur. Görevini müşkülpesent bir bilgelik, kusursuz bir hafıza, cesaret ve Oxford karakteriyle örülmüş bir stille, kendinden kuşkuya düşmesinı engelleyen bir gözlem yeteneği ve her halukârda derin bir bağlılıkla yapar. Eşsiz bir tarih-roman…” – E. M. Forster
“Yarım yüzyılda İngilizce yazılmış hiç bir eserin olmadığı kadar ölümsüzdür.” – John Buchan
“Onun için tüm bir neslin nevrotik hastalığın acısını, sadece tek başına çeldiği söylenebilir.” – Christopher lsherwood
“Bu topraklardan Osmanlının gücü çekildikten sonra, Ortadoğu’da istikrar kayboldu. Kan hiç durmadı. Savaşlar hep devam etti.” – Usame Bin Ladin
Doktrin: “Bu topraklardan Osmanlının gücü çekildikten sonra, Ortadoğu’da istikrar kayboldu. Kan hiç durmadı. Savaşlar hep devam etti.” – Usame Bin Ladin
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (76)
- ★★★★★ şaheser (25)
- didaktik (26)
- eylencelik (23)
- hayat kanunları (18)
- hikaye (148)
- kitap (155)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (381)
- röportaj (3)
- tefrika (19)