Sf: 11     
Zorbaca yasaklamalar, bir tutkuyu, çocuklarda büyüklerde olduğundan daha da fazla şiddetlendirir. Yetişkinlere kıyasla çocuklara dayanılmaz derecede çekici gelen o yasaklanmış şey, onlarda bir tutku haline dönüşür.

Sf: 13     
Sevilen çocukların daha çok yaramazlar arasından çıktığını fark etmiştim. Fakat gururum farkına vardığım bu gerçeğe karşı direndi ve ben yapayalnız kalmaya devam ettim.

Sf: 14     
Alkışlar ve mızıka sesleri arasında onları almak için sahneye çıktığımda, beni kutlamak için ne annem gelmişti ne de babam; oysa bütün salon arkadaşlarımın anne- babalarıyla doluydu. Geleneklere göre ödülü verecek olan kişiyi öpecek yerde, ben hemen onun göğsüne kapandım ve ağlamaya başladım. Akşam da kazandığım armağanları sobada yaktım.

Sf: 25     
Bunun üzerine bana “Hayırsız evlat!” dedi. Yüreğim öyle daraldı ki artık dayanamayarak Blois’da kendimi Loire Irmağı’na atmak için hemen köprüye koştum. Ne var ki korkuluğun yüksekliği intiharımı engelledi.     
Eve döndüğümde, beni hiç tanımayan iki kız kardeşim, bana sevgiden çok şaşkınlık gösterdiler. Bununla birlikte, daha sonraları bana karşı çok candan davrandılar, çok yakınlık gösterdiler. Evin üçüncü katındaki bir odaya yerleştirildim. Annemin beni, yani yirmi yaşında bir delikanlıyı, yalnızca o sefil yatılı okul çamaşırlarıyla, Paris’teki giysilerimle bıraktığını söylersem sıkıntılarımın, acılarımın büyüklüğünü sanırım anlarsınız. Yere düşen mendilini almak için salonun bir ucundan öbür ucuna uçsam, bana yalnızca bir kadının uşağına layık gördüğü soğuk bir teşekkürde bulunuyordu. Gönlünde birkaç sevgi dalcığı tutturabileceğim yumuşak yerler bulunup bulunmadığını keşfetmek için onu incelemek zorunda kalınca, onda yalnızca Listomere ailesinden gelen drahomalar ölçüsünde rol yapan, bencil, küstah ve haddini bilmez, soğuk, kupkuru, ipince, uzun boylu bir kadın gördüm. Hayatı, yerine getirilecek görevlerden ibaret olarak görüyordu. Karşılaştığım bütün soğuk kadınlar; görevlerini tıpkı onun gibi bir din haline dönüştürmüşlerdi; annem de bizim gösterdiğimiz sevgiyi, kilisede buhurdan çıkan kokuyu bir papaz nasıl karşılarsa tıpkı öyle karşılamaktaydı. Ağabeyim, onun yüreğindeki annelik duygusu kırıntılarının hepsini alıp götürmüşe benziyordu. Annem iğneleyici alaylarıyla durmadan bizi yaralıyordu. Bu tavır, katı yürekli x-insanların silahıdır ve annem de bu silahı kendisine hiçbir yanıt veremediğimizi düşünen bize karşı kullanıyordu.

Sf: 26     
Umutsuzca kendimi babamın kitaplığına attım ve oradaki hiç bilmediğim bütün kitapları okumaya başladım. Uzun çalışma saatlerim beni annemle her tür temastan koruyordu.

Sf: 29     
Benim ufak tefek gösterişime aldanan bir kadın, beni annesinin keyfi olmasını beklerken uyumak üzere olan bir çocuk sanarak, yuvasına konan bir kuş gibi yanıma konuverdi. Bir kadın kokusuyla doldum bir anda. Bu öyle bir kokuydu ki, daha sonra doğu şiiri ruhumda nasıl yandıysa o da öyle yandı. Yanımda oturan kadına baktım; şenlikten daha fazla gözlerimi kamaştırdı, başımı döndürdü ve benim bütün şenliğim o oldu.

Sf: 31     
Daha önceleri teyzemin salonunda birkaç güzel kadına rastlamıştım ama hiçbiri bende en küçük bir etki yapmamıştı.
     
Tutku bütün şehvetimizi tutuşturduğu anda, yalnızca tek bir hedefe yönelmiş bir tutku yaratmak için yıldızların birleştiği bir kavuşma konumu, bütün kadınlar arasından yalnız bir kadının belirlediği özel bir an mı var acaba?

Sf: 32
Hiçbir şeyden kuşkulanmayan çocuklara özgü o bir çeşit şövalye cesaretiyle, yürüyerek çıkıp gitmeyi, önüme çıkan o güzelim her kule karşısında “İşte buradadır!” diye içimden geçirerek, Touraine’deki bütün şatoları araştırmayı planlıyordum.

Sf: 33     
Bu ova, eteklerinde Indre Irmağı’nın bir yılan gibi kıvrılarak aktığı şahane bir zümrüt çanak gibidir. Bu manzara karşısında, fundalıkların verdiği can sıkıntısından ya da yol yorgunluğundan olsa gerek, tadına doyulmaz bir şaşkınlık yaşadım. “Eğer kadın cinsinin narin çiçeği olan bu kadın dünyada bir yerlerde oturuyorsa, o yer işte burasıdır!” düşüncesi aklımdan geçince, bir ceviz ağacına yaslandım; o günden beri de bu çok sevdiğim vadiye her gelişimde o ağacın altında dinlenirim. Bütün düşüncelerimin sır ortağı olan bu ceviz ağacının altında, oradan gittiğim son günden beri geçen zaman içinde  uğradığım değişiklikler konusunda kendi kendime sorular sorarım. O kadın burada oturuyordu, duygularım beni yanıltmamıştı! Bir fundalığın yamacında gördüğüm ilk küçük şato, onun eviydi. Ceviz ağacımın altına oturduğumda, öğle güneşi çatıları ve pencerelerin camlarını parıldatıyordu. Bağlarındaki bir zerdali ağacının altında fark ettiğim beyaz nokta, onun ince, pamuklu elbisesinden başka bir şey değildi. Henüz hiçbir şey bilmediğiniz halde, sanırım sizde anlamışsınızdır: O kadın, vadiyi erdemlerinin güzel kokusuyla dolduran, çiçeği gökyüzü için yetişen, “vadinin zambağı” idi.     
Eğer doğayı nişanlı bir genç kız gibi güzel ve el değmemiş görmek istiyorsanız, oraya bir ilkbahar günü gidin. Eğer yüreğinizin kanayan yaralarını yatıştırmak istiyorsanız, oraya sonbaharın son günlerinde yeniden gidin.

Sf: 35     
Touraine’i neden sevdiğimi bir daha bana sormayın ne olur. Ben onun insanın beşiğini sevdiği gibi ya da çöl ortasında vahayı sevdiği gibi seviyor değilim; ben onu bir sanatçının sanatı sevdiği gibi seviyorum. Gerçi sizi sevdiğim kadar sevmiyorum orayı; ancak Touraine olmasaydı belki ben de olmazdım, yaşayamazdım.

Sf: 36     
Karşı yakayı donatan tepelerin ayrıntılarını inceleyerek, ırmağın sol kıyısındaki Sache yolunu izledim. En sonunda Fraspesle Şatosu’nu gören, asırlık ağaçlarla bezenmiş bir parka ulaştım. Oraya geldiğimde öğle yemeği çanı çalıyordu. Yemekten sonra ev sahibi benim ta Tours’dan oraya kadar yaya gelmiş olabileceğimi aklına bile getirmediğinden, çiftliğinin çevresini gezdirdi; gezdiğim yerlerde vadiyi her haliyle gördüm. Gözlerim sık sık rüzgarın oluşturduğu dalgalar arasındaki yelkenlilerin rüzgarla sürüklenerek kaçışan garip şekiller çizdiği Loire Irmağı’nın o altın sarısı güzel yüzeyine takılıyordu. Tepeye tırmanırken, Indre Irmağı’yla mıhlanmış, çiçeklerle gizlenmiş temel kazıklarının üzerine çatılmış, yontulmuş elmas gibi duran Azay Şatosu’nu hayranlıkla seyrediyordum. Sonra ahenk dolu, yüzeysel insanlar için fazlasıyla ciddi, ruhu yaralı şairlerin gözbebeği gibi üzüntülü yapıyı, Sache Şatosu’nun romantik binasını gördüm. Bu nedenle daha sonraları oranın sessizliğini, yaşlılıktan tepesi kelleşmiş, dalı, yaprağı kalmamış ulu ağaçlarını ve ıssız, küçük vadisine yayılan o gizemli duyguyu sevdim.

Sf: 46     
Gözlerimi bir türlü omuzlarından alamıyordum. Gözlerim kumaşı yırtıyor, sütün içinde kaybolan bir sinek gibi duran, sırtını ikiyi bölen ve o güzel çizginin başlangıcını işaretleyen küçük beni yeniden görüyordum.

Sf: 49
Beğenilme merakı, çoğu kadın gibi erkeğin isteğini kışkırtmak yerine onu hayallere daldırırdı.

Sf: 51     
Kontes’i ilk kez o görkemli balo giysileri içinde görecek yerde eğer ona burada Kont ve iki çocuğu arasında rastlasaydım, aşkımın geleceğini mahvedeceğini sanarak, vicdan azapları çektiğim o çılgın öpücüğü o anda dünyada alamazdım.

Sf: 56     
Saçları dökülmüştü. Başının arkasını rahiplere özgü bir biçimde çevreleyen yarım saç çemberi, karalarla karışmış kırçıl tutamlarla şakaklarını okşayarak kulaklarda sona eriyordu. Yüzü, suratına kan bulaşmış beyaz bir kurda benziyordu.
     
Soluk yüzünün ortasındaki esmer elmacık kemikleri, kendisine uzun bir yaşam sağlayacak olan bir yapısı olduğunu gösteriyordu.

Sf: 59
     
Bu sözler onun bir gün kralcıların davasına hizmet edebilecek yetenekteki bir adama oy vermeyi reddederek,seçimlerde söylediği bir sözü haber veriyordu. Seçimdeki oylara aracılık eden kişiye “Ben akıllı insanlara oldum olası güvenmem!” yanıtını vermişti.

Sf: 60     
Genç kadının yanında, sağına oturuyordum ev bardağına içki koyuyordum. Evet, ne umulmaz, ne beklenmedik bir mutluluktu bu! Elbisesine dokunuyordum ve sofrasında ekmeğini yiyordum. Üç saatin sonunda, yaşamım onun yaşamına karışmıştı. En sonunda o korkunç öpücükle her ikimize de utanç veren bir çeşit gizle birbirimize bağlanmıştık. 
Sf: 61
Şerefli bir alçaklık içindeydim. Var gücümle, bütün yaltaklanmalarıma katlanan Kont’un hoşuna gitmeye çalışıyordum; köpeğini okşamalı, çocuklarının en küçük isteklerini yerine getirmeye hazır olmalıydım; onlara çemberler, akik bilyeler getirmeliydim; at olup onları sırtıma bindirmeliydim. Ancak, kendilerine ait bir eşya gibi beni ele geçirip yararlanmadıkları için onlara bayağı kızıyordum. Dehanın olduğu gibi aşkın da içgüdüleri vardı; şiddetin, asık suratın ve düşmanlığın, bütün umutlarımı yıkacağını belli belirsiz fark ediyordum.

Sf: 63
Sonradan görme insanlarda, kurnazlıklarını aldıkları maymunların ustalıkları vardır. Onların yükseklere tırmanışlarındaki atikliği, el çabukluğuna hayran olursunuz; fakat tepeye ulaştıkları zaman da yalnızca utanç verici yerleri görünür.

Sf: 70     
Kendini suçlu hisseden bir adamı mutlu etmekten daha zor hiçbir şey olmamasına karşın, Kontes meleklere yaraşır bu girişimi denedi.

Sf: 72     
Bir delinin defalarca bir sözü tekrarlaması gibi, şu sözleri içimden sürekli yineledim: “O, benim olacak mı?”

Sf: 74     
Bu tırtıllı ve titrek minicik yaprakların altında, bir kadın o kadar güzeldir ki!

Sf: 80     
Böylece, onun ani mizaç değişikliklerini, nedensiz derin üzüntülerini, sert isyanlarını, acı ve kırıcı yakınmalarını, kinci soğukluğunu, bastırılmış delilik hareketlerini, çocuk gibi inlemelerini, umutsuzluğa düşmüş insan çığlıklarını ve hiç beklenmedik öfkelerini tanıdım, onların nasıl şeyler olduklarını gördüm. Kişinin ruhsal yaradılışını fizik yaradılışından ayıran etken, onda hiçbir şeyin mutlak olmayışıdır. Etkilerin şiddeti, karakterlerin ya da bir olgunun çevresine topladığımız düşüncelerin değeriyle orantılıdır.

Sf: 81     
Kont’la yaşamak sürekli tetikte olmak demekti. Demek ki bu adamın hakimiyeti altına girmiş bulunuyordum. Çektiğim acılar, Madam de Mortsauf’un nelere katlandığını tahmin etmemi sağladı.

Sf: 87
Kırmızı saltanat kundakları içinde uyudum o gece. Kapalı gözlerimin önünden geçen alevler, kağıdın üzerinde birbirinin peşinden koşan o güzelim ateşten böcekler gibi karanlıkta birbirlerini kovalayarak geçtiler. Onun sesi, düşlerimde elle tutulacak bir şey haline geldi; ışık ve parfümlerle beni çevreleyen bir atmosfer, ruhumu okşayan bir ezgiye dönüştü. Ertesi günkü karşılayış tarzından, bana karşı nasıl duygular beslediğini anladım; o andan sonra da Kontes’in sesindeki gizli anlamları sezmeyi öğrendim. O gün, ömrümün en önemli günlerinden biri olacaktı.

Sf: 89     
Kısacası, sonunda gerçek isteklerini size unutturan kadınlar gibi, bir sürü düzensiz yapmacık tavırlar içinde olurdu.

Sf: 91     
O kasırganın arasında, yağmur dineceği andaki bir bülbülün şakıması gibi ara sıra yükselen meleğin sesini de işittim. Kontes’in yanıma gelmesini bekleyerek, sona ermekte olan ağustos ayının en güzel gecesinde akasyaların altında geziniyordum. Mutlaka gelecekti; elinin hareketinden anlamıştım bunu. Birkaç günden beri aramızda bir konuşma isteği beliriyor ve ruhlarımızı ağzına kadar dolduran kaynak, daha ilk sözcükte patlayacak gibi oluyordu. Hiçbir şey eksik kalmadan anlaşacağımız saati hangi utanç geciktiriyordu? Yoksa Kontes de tıpkı benim gibi, korkunun verdiği heyecanlara benzeyen ve insanın ruhunu aşmak üzereyken zapt ettiği, kocasının karşısına çıkarken genç kızları heyecanlandıran utanca benzeyen, bir türlü içini açamadığı anlardaki duyguları özgür bırakan çarpıntıları mı seviyordu? Zorunlu hale gelen o ilk dertleşmeyi, üst üste yığılan düşüncelerimizle biz kendimiz büyütmüştük. Böylece aradan bir saat geçti; tuğladan örülmüş korkuluğun üstünde oturmuş bekliyordum. Bu sırada, genç kadının uçuşan elbisesinin dalgalanarak çıkarttığı hışırtıya karışan ayak sesleri, gecenin dingin havasını birdenbire canlandırdı. Bu duygu, insanın yüreğine sığmayacak kadar büyük duygulardan biriydi.

Sf: 92     
“Sizden ant içmenizi istemiyorum, bana yalnızca onurlu bir erkeğin ‘Evet’ ini söyleyin, bu beni sevindirir.”     
Yenileyemeyeceğim tek şey görüş ve düşüncelerimdir; içimde bundan daha güçlü hiçbir şey yoktur. Size canımı veririm, ama vicdanımı veremem. Onu dinlemeyebilirim, fakat konuşmasına engel olabilir miyim?

Sf: 93     
Ruhunu benim ruhumun içine atan bu bakışla adeta büyülendim.

Sf: 97     
O da tıpkı benim gibi, durgun bir göle atılan bir taşın hem yüzeyini hem de derinliklerini dalgalandırması misali, en hafif bir darbede bile pırıl pırıl saydam maddesi sarsılan ruhlar için çok büyük olan o küçük olayları tanımıştı.

Sf: 102     
Madam de Mortsauf, yazgıya boyun eğmiş kadınların o graniti bile çatlatacak gülümsemesiyle baktı.

Sf: 103     
Savurgan bir adamla evlenseydim, bugüne kadar varım yoğum erir giderdi; ateşli, şehvet dolu bir genç adama gitmeseydim, onun da mutlaka bazı aşk serüvenleri olurdu ve belki de onu elimde tutmayı beceremezdim; beni terk ederdi, ben de kıskançlıktan ölürdüm.

Sf: 108     
Kontes’in elini tutup öptüm. Kadını erkeğe üstün kılan, bizi ezen o güvenle elini elime bıraktı. Genç kadın, tuğladan örülmüş parmaklığa yaslanıp Indre Irmağı’na baktı.

Sf: 109     
İçimde anlatılmaz bir sevinç hissediyordum. Her gencin yüreğini dolduran ve bende çok uzun zamandır cansız bir güç gibi kalmış olan bağlılığın önünde nihayet parlak bir yol açılıyordu.

Sf: 110     
Yıldızlar serpilmiş gökyüzünün altında durmak, yaralı bir yaban güvercininin ötüşlerini ve o tertemiz itirafların yalın seslerini içimde duymak istedim.    
Bir tek mutlu geçen gün, bütün kötü günleri siler.

Sf: 117     
“Pekala,” dedim. “Sizi nasıl sevmemi istediğinizi açıkça söyleyin bana!”     
“Teyzemin bana Henriette adıyla seslendiğini daha önce size söylemiş ve bana bu adla hitap etmenize izin vermiştim; o zaman siz de teyzemin sevdiği gibi sevin beni.”    
“Demek ki tam bir özveriyle, hiçbir umut beslemeden seveceğim! Eh! Pekala öyle olsun!

Sf: 120     
Kadınların hepsi en sivri düşünceleri bile duygularının süzgecinden geçirmesini çok iyi bilirler.     
Kölenin bile bir gururu vardır; eğer itaat edecekse despotların en büyüğüne itaat etmek ister.     
Bu hareket, yüce gönüllü ruhları her gün alçaklıklarını örtbas ettikleri bir erkekle yan yana olmak zorunda kalan kadınların çektiği işkencenin  azametini bana gösterdi.

Sf: 125     
Annelerin en iyisine sahip olma mutluluğuna eren sizler, bu işlerden hiçbir şey anlayamaz, böyle bir şeye akıl erdiremezsiniz! Kupkuru, sert, soğuk, hesaplı, hırslı bir kadınla, o yumuşacık, körpe ve iyilikle dopdolu kızı arasındaki bu mücadele konusunda bir fikir sahibi olabilmek için, parlak çelikten bir makinenin çarkları arasında ezilen  yüreğimin onu benzettiği zambağı gözünüzün önüne getirmeniz gerekir.

Sf: 126     
Düşes yemekte sert bir tavırla sordu:     
“Sizin hiç yükselme isteğiniz yok mu?”     
Ciddi bir tavırla gözlerimi yüzüne diktim:     
“Madam,” dedim. “Kendimde dünyayı dize getirecek kadar güç hissediyorum. Ne var ki henüz yirmi bir yaşındayım ve yapayalnızım.

Sf: 127     
Aşk, kendisi olmayan her şeyden dehşet duyar.     
Onu, tutkunun binlerce okunu gökyüzüne fırlatan ve onları gökyüzünün aşılmaz boşluğu içinde yitiren çifte bir aşkla seviyordum. Şimdi bana, genç ve ateşli isteklerle dopdolu olduğum halde neden platonik aşkın yanlış inançları içinden çıkamadığımı sorarsanız, size şu itirafta bulunurum: Ben, çocuklarının başına herhangi bir felaket gelmesinden korkan, hep bir gürültü kopmasını bekleyen, kocasında hep bir mizaç değişikliğinden ürken, Jacques’in ya da Madeleine’in hastalığıyla dertlenmediği zaman kocasının hışmına uğrayan ve yatışan kocası kendisine biraz rahat verdiği zamanlarda da çocuklarından birinin başucuna oturan bu kadına henüz acı çektirecek, onu üzüntüden kıvrandıracak kadar erkek olmamıştım.

Sf: 128     
Madam de Mortsauf her zaman yalnızca elinin üstünü öpmem için uzatırdı; avucunun içini öpmeme ise bir kez olsun izin vermemişti. Bu, belki de onun açısından cinsel zevklerin başladığı bir sınırdı.     
Evet, sonraları bir kadını, kadın olduğu için seveceğiz; oysa sevilen ilk kadında onun her şeyini seviyoruz: Onun çocukları bizim çocuklarımızdır; onun evi bizim de evimizdir; çıkarları bizim de çıkarımızdır; onun mutsuzluğu bizim en büyük felaketimizdir;

Sf: 129     
onun elbisesini, mobilyalarını severiz; onu buğdayına gelecek zarar, bizim kendi paramızı yitirmemizden daha çok üzer bizi; öyle ki, şöminenin üzerindeki antika eşyalarımızın yerini değiştiren konuğu bile azarlamaya hazırızdır bu sırada.

Sf: 130     
Gerçek tutkular, yetiştikleri topraklar verimsiz olduğu oranda daha da fazla hoşa giden güzel çiçeklere benzerler.    
Akşam gezintilerinde, gezintiyi bizzat Kont yönetiyordu; fakat nereye gidilmiş olursa olsun adam orada hep sıkılıyor, eve dönüldüğü zaman bezginliğinin ve yorgunluğunun yükünü hep başkalarının üzerine yıkıyordu. Bizleri oralara götürenin asıl kendisi olduğunu hiç aklına getirmeyerek, canının istediği yere götürerek böyle yorulmasına karısının neden olduğundan, yaşamın en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar karısı tarafından yönetildiğinden, artık kendisinin ne bir isteği, ne de bir düşüncesi kaldığından, evinde bir sıfır olduğundan ve zerre kadar sözünün geçmediğinden yakınıyordu. Eğer Kontes bu sert çıkışmaları sessiz bir sabırla karşılaşırsa, kudretinin bir sınırı olduğunu düşünerek yine çileden çıkıyordu;

Sf: 131     
öfke içinde, dinin kadınların kocalarını memnun etmelerini buyurup buyurmadığını, çocuklarının babasını küçük görmesinin yakışık alıp almadığını soruyordu. Her zaman için karısının duyarlı bir damarına basmanın yolunu buluyordu. İyice bam teline bastıktan sonra da buyurgan değersizliklerinin zevkini çıkarıyormuş gibi davranırdı. Kimi zaman da iç karartıcı bir suskunluk, marazi bir bitkinlik taslıyordu; bu durum karısını korkutuyor, o zaman da ondan yürek paralayıcı özen ve bakım görüyordu. Annelerinin telaşını, meraklanmasını umursamadan güçlerini sınayan şımarık çocuklar gibi, Kont da kıskandığı Jacques ve Madeleine gibi kendini naza çekiyor, pohpohlanmayı bekliyordu.

Sf: 133     
Üç aydan sonra, bana ayrılan payla artık yetinmemeye başlıyor, usul usul Henriette’in elini okşayarak beni yakıp kavuran büyük şehvet akımlarını ona geçirmeye çalışıyordum. Fakat Henriette birden yine Madam de Mortsauf oluverdi ve elini hızla çekti. Gözlerime birkaç damla yaş birikti; genç kadın bunları gördü ve elinin dudaklarımın üzerine koyarak bana isteksiz bir bakış fırlattı.     
“Şunu iyi bil ki, bütün bu yaptıklarınız bana da gözyaşlarına mal oluyor!” dedi. “Bu kadar büyük bir lütuf isteyen dostluk çok tehlikelidir.”

Sf: 134     
Genç kadını yatıştırmak, onu bir daha asla üzmeyeceğime ve yirmi yaşımda olduğum halde onu yaşlı insanların son çocuklarını sevdikleri gibi seveceğime söz vermek zorunda kaldım.

Sf: 136
Doğada sınırsız anlamları olan ve en büyük ruhsal kavramlar düzeyine yükselen etkiler vardı. İster çiğ örtüsüyle ıslanarak elmas parçacıkları gibi parlayan ve içinde güneşin oynaştığı çiçekli bir fundalık olsun; ister yıkılmaya yüz tutmuş kayalarla çevrelenmiş, kumlarla örtülmüş, yosunlarla kaplanmış, ardıç ağaçlarıyla kuşanmış ve yabani bir ürküntüyle sizi kavrayan, akkuyruklu, bir kartal çığlığının yükseldiği bir orman köşesi olsun;

Sf: 137
İster hiçbir bitkinin yetişmediği, taşlı, dik yamaçlı, çevresi tıpkı çölü andıran ve etekleri bile sarp bir dağın kenarında bir yerde tek başına yaşayan, altın yapraklarıyla vadisinde eşsiz olan tanrıçamın simgesi bir dağ çiçeğinin bulunduğu çorak bir toprak parçası olsun; ister üzerlerine doğanın eliyle bitkiden hayvana geçiş anlamı taşıyan yeşil lekelerin saçıldığı, bitkilerin ve hayvanların içinde sanki gök boşluğundaki bir evrendeymiş gibi suyun yüzünden yaşadıkları büyük bir su birikintisi olsun; ister lahanalarla dolu bahçesiyle, asmasıyla, küçük çitlerle çevrilmiş avlusuyla, bir yarığın üzerinde asılı duran ve verimsiz birkaç çavdar tarlasının çevrelediği, onca mütevazi yaşamın simgesi bir baraka olsun! Yahut ağaçların birer sütun olduğu, dallarının tavanın kemerlerini oluşturduğu, akşam güneşinin açıklı koyulu kızıl renklerine boyanan uzak bir düzlüğün göründüğü ve cıvıldayan kuşlarla dolu bir korunun rengarenk vitrayları gibi ortaya çıkardığı, herhangi bir katedralin camlarını andıran ağaçlıklı uzun bir yol olsun!

Sf: 138     
Birkaç mısrasına bakarak Sadi’yi nasıl anlıyorsanız, birkaç çiçek buketine bakarak da ruhlarımız arasında gezinen sözcükleri de anlarsınız.

Sf: 142     
Sevdiği kadınla gezinmek, ona kolunu vermek, onun geçeceği yolu seçmek! Bu sınırsız sevinçler bir yaşama fazlasıyla yeter! Böyle zamanlarda nasıl da güvenle konuşur insan! İkimiz yalnız gidiyor, keyfi yerinde olduğu zaman tatlı bir şakayla Kont’a taktığımız  adla söylemem gerekirse, generalle birlikte geri dönüyorduk. Bu iki türlü gidiş gelişler, sırrını ancak birliktelikleri engellenen gönüllerin bildiği çelişkilerle mutluluğumuzu daha da renklendiriyordu.

Sf: 145     
Kıpkırmızı meyveler, böğürtlenler ve akdiken yemişleriyle kaplı güzelim çitlere bakıyor, çocukların bağrışmalarını dinliyor, bağ işçilerini, sırtlarında küfeler yüklü adamlar ve fıçılarla dolu arabaları seyrediyordum. Ah! Her şeyi belleğime kazıyordum; şemsiyesinin altında yanakları pembeleşmiş, taptaze, körpe ve güleç yüzüyle Kontes’i ve yanında durduğu genç badem ağacına varıncaya kadar, her şeyi!

Sf: 146     
Sonra üzüm salkımlarını toplamaya, sepetimi doldurmaya devam ediyordum. Sessiz ve sürekli bir beden hareketiyle, ruhumu serbest bırakan ağır ve ölçülü bir yürüyüşle, sepeti götürüp üzüm fıçısına boşaltıyordum. Bu mekanik hareketler, her şeyi yakıp kül etmesine ramak kalan tutkumun akışını düzenleyerek, ona belli bir yön veriyordu. Tekdüze çalışmada insanı bilgileştiren taraflar olduğunu, manastırlarda rahiplerin uyduğu kuralların büyük yararlar taşıdığını anladım.     
Dönerken Kontes koluma girdi ve kalbinin bütün ağırlığını benimkine hissettirecek biçimde bana yaslandı. Bu, sevincini oğluna da geçirmek isteyen bir annenin davranışıydı. Sonra usulca eğilerek kulağıma,     
“Bize mutluluk getiriyorsunuz!” dedi.     
Kuşkusuz, genç kadının uykusuz gecelerini, korku ve telaşlarını, Tanrı’nın elinin ona destek olduğunu fakat aynı zamanda da her şeyin duyarsız, kupkuru ve yorucu olduğu önceki yaşamını bilen benim için, onun o son derece güzel sesiyle söylediği bu cümle dünyada hiçbir kadının bir daha bana veremeyeceği zevkleri tattırıyordu.

Sf: 148     
Size o kadını anlatırken, onun özelliklerini ve dehasını tanımlamak için yeryüzü dilinin yetersiz kalacağını söylemiş miydim?

Sf: 153     
Kontes benimle ince bir kumun üzerinde denizin mırıldandığı minicik dalgalara benzeyen yumuşak ve alçak bir sesle konuşuyordu.

Sf: 157     
O anda, hiç vicdan azabı duymadan koluma yaslandı ve bana,     
“Kendimi sanki bugüne kadar hiç acı çekmemişim gibi hissediyorum. Bugün bizden ayrılmayın lütfen!” dedi.

Sf: 158     
Dönerken Kontes hüzün dolu bir sesle bana,    
“Bilseniz ne kadar mutluyum,” dedi. “Mutluluk benim için hastalık gibidir; beni ezer ve bitkin hale getirir. Her şeyin bir düş gibi yok olup gitmesinden korkuyorum!” dedi.     
Onu kıskançlık duyamayacak kadar tutkuyla ve aşırı derecede seviyordum; ancak ona hiçbir şey veremiyordum! O çılgın öfkemin içinde, onun uğruna ölmenin bir yolunu arıyordum. Genç kadın hangi düşüncelerin gözlerimi bulutlandırdığını sordu bana; ben de onları saflıkla kendisine söyledim. Bunlar onu aldığı bütün armağanlardan daha çok duygulandırdı.

Sf:161      
Kont daha sonra dönerek,     
“Sakın evlenmeyin Felix!” dedi. “Kadına her zaman şeytan öğüt verir! En erdemlisi bile, yeryüzünden kalksa kötülüğü yeniden icat ederdi! Kadınların hepsi yontulmamış hayvanlardır!” dedi.

Sf: 165     
Onarılması imkansız, gizli mutsuzluk! Kurbanın cellat için döktüğü gözyaşları ve celladın kurban için döktüğü gözyaşları!

Sf: 169     
Akşam, ayaklarımızın altında hışırdayan güzün kuru yaprakları üzerinde gezinirken bana,     
“Mutsuzluk ve acılar sonsuz oluyor, mutlulukların ise bir sınırı var,” dedi.

Sf: 170     
Kontes’in elini tutup deliler gibi çarpan kalbimin üzerine koydum.    
“Siz insana bardak bardak baldıran zehrini şerbet gibi içirtebilirsiniz.”

Sf: 172     
Kont’a baktım. Ancak Kont, eyaletteki tarımın durumunu iyileştirmenin, binaların sağlıklı ve temiz olacağı güzel çiftlikler inşa etmenin ne kadar acele olduğundan bahsetmeye başladı; kısacası, karısının fikirlerini gururla kendine mal etmekte sakınca görmedi. Utancımdan yüzüm kızararak Kontes’e baktım. Kimi fırsatlara onca incelik gösteren bu adamdaki bu incelik yoksunluğu, yaşanan şiddetle karşısına dikildiği fikirleri benimseyiş ve böylesi anlarda kendine bu kadar güven beslemesi, beni adeta taş gibi donduruyordu.

Sf:175      
Kontes, büyükanne ve büyükbabaların her zaman takındıkları ağırbaşlı havayı ortadan kaldıran neşeli bir tavırla,     
“Mektup bunu size söyleyecek!” dedi.

Sf: 176     
Ah! Sizi hep mutlu, güçlü, hatırı sayılır bir kişi olarak görmek isterim; siz ki benim için hep canlı bir düş gibi olacaksınız.     
Genç kadın hem çok tatlı, hem de çok korkutucuydu. Duyguları aşırı bir cüretle kendini açığa vuruyordu, ancak zevke susamış bir delikanlıya en küçük bir umut vermeyecek kadar da saf ve temizdi. Onun yüreğinde paramparça bıraktığım tensel isteğime karşılık, genç kadın sadece ruhu tatmin eden o tanrısal aşkın sürekli ve doğruluktan ayrılmayan namuslu ışıklarını döküyordu. Kontes, bana onun omuzlarını öptüren aşkın süslü kanatlarının beni çekemeyeceği yüksekliklere çıkıyordu; bir erkeğin onun yanına ulaşabilmesi için, bir meleğin bembeyaz kanatlarını ele geçirmiş olması gerekiyordu.     
“Pekala,” dedi. “Ben de sizin yıldızınız ve tapınağınız olmak istiyorum.     
Kalbimde, orada kendine bir yer isteyen, özveriyle ya da şehvetle iyice oraya yerleşen bir kadın gibi yer etmedi; hayır, bütün kalbime sahip oldu ve onun düzgün çalışması için zorunlu bir şey haline dönüştü.

Sf: 180     
Babamın evine dönünce, bir cimrinin üzerinde taşımak zorunda olduğu banknotları sıkça yokladığı gibi durmadan dokunduğum o mektubu okuyabileceğim ilk geceyi büyük bir sabırsızlıkla bekliyordum. Gece olduğunda, Henriette’in dileklerini üzerine döktüğü ve onun elinden kapıda dökülen gizemli yazılarına kavuştuğum o kağıdı öpüyordum. Henriette’in daha sonraları elime geçen mektuplarını da her zaman ilk seferki gibi okudum; yatakta ve mutlak bir sessizlik içinde! Sevilen bir insanın yazdığı mektupların başka türlü nasıl okunacağını da bilmiyorum. Bununla birlikte sevilmeye zerre kadar layık olmayan erkekler vardır; bunlar o mektupların okunmasını günlük işleri arasına sokuştururlar; kaldıkları yerde bırakırlar ve iğrenç bir dinginlikle kıllarını bile kıpırdatmadan daha sonra kaldıkları yerden okumayı sürdürürler.

Sf: 183     
Bu yasaya göre, yakalanmayan hırsıza kimse hırsız diyemez; hiç kimsenin ruhu bile duymadan kocasına ihanet eden kadın namusludur; adaletin eline en küçük bir kanıt bile vermeden bir adamı öldürürseniz, böylelikle Macbeth gibi bir hükümdarlık tacını ele geçirirsiniz, aykırı bir harekette bulunmamış olursunuz. Böylelikle, uyulması gereken tek yasa sizin çıkarlarınızdan oluşur.     
Bir kumar oynamaktan ibarettir. Yeşil çuhanın bütün kumarbazlara şans dağıtmaya yetecek kadar kumaşı yoktur ve kuvvetli bir el açmak için de bir çeşit deha gerekir.

Sf: 187     
Kendinize gösterdiğiniz aşırı güven, başkalarının size göstereceği saygıyı azaltır, bayağı tavırlarınız küçümsenmenize neden olur; başkaları için göstereceğiniz aşırı ve gereksiz çabalar da insanlar tarafından sömürülmenize, kullanılmanıza yol açar. Her şeyden önce de sevgili çocuk, bütün ömrünüz boyunca iki ya da üçten fazla dostunuz olmayacak; sizin tam güveniniz onların servetidir. Bunu birçok kişiye vermek, o dostlara ihanet etmek olmaz mı? Eğer birkaç kişiyle öbürlerinden daha içten bir dostluk kurarsanız, kendiniz hakkında sıkı ağızlı olun. Sanki günün birinde size rakip, muhalif ya da düşman olacaklarmış gibi, her zaman tedbirli olun. Hayatın rastlantıları bunun böyle olmasını ister. Böylece, ne soğuk ne de fazla sıcak bir tutumu koruyarak, bir insanın hiçbir şeyi tehlikeye atmadan tutunabileceği bu orta yolu bulmasını bilin.

Sf:188      
Çünkü doğa kusurlu yaratıkları ölüme mahkum eder.     
Çünkü ne yazık ki insanlar değerinizi hiç hesaba katmadan, yararlılığınız oranında sizi sever ve sayarlar.     
Çağımızdan bir siyaset adamının dediği gibi “Hiçbir zaman gayretkeşlik etmeyin!” Gayretkeşlik insana aldatılma zemini hazırlar ve düş kırıklıkları yaratır; siz herkes için oraya buraya koşturduğunuz halde, başkalarının hiçbir zaman sizin için aynı şeyi yapmadıklarına tanık olursunuz. Hükümdarlar da tıpkı kadınlar gibidirler; kendi için yapılanların zaten yapılması gereken şeyler olduğuna inanırlar.

Sf: 189     
Sıradan, tanıdık insanlara birkaç gün kendinizden söz etme oyununu oynayın; onlara sıkıntılarınızı, dertlerinizi, zevklerinizi ya da işlerinizi anlatın; kısa bir süre içinde yapmacık bir ilginin ardından gelen umursamazlığını görürsünüz; ardından da can sıkıntısı başlayınca, eğer evin hanımı kibarca sözünüzü kesmezse, herkes büyük bir ustalıkla yakalanan bahanelerle yanınızdan uzaklaşacaktır. Fakat bütün sempatileri etrafınızda toplamak, sevimli, nüktedan, zeki ve dostluğuna güvenilir bir adam olarak mı görünmek istiyorsunuz? O zaman onlara kendilerinden söz edin ve doğrudan ilgisi olmayan konularda bile sözü onlara getirmenin bir yolunu bulun; karşınızdaki yüzler hemen canlanacak, dudaklar size gülümseyecek, siz oradan ayrılıp gittikten sonra herkes sizi övecek ve yere göğe konduramayacaktır. Bütün bunları denerken, kötü dalkavukluğun sınırının nerede başladığını, güzel konuşmaya dair inceliklerin nerede bittiğini, vicdanınızın ve kalbinizin sesi size söyleyecektir.

Sf: 190     
Ancak anneme bir parmağınızı bile sakın kaptırmayın; çünkü o kendini teslim edeni ezer ve kendisine direnene hayran olur. Annem, tıpkı dövülünce başka demire kaynayabilen fakat kendi sertliğinde olmayan her şeyi bir dokunuşta kıran demire benzer.

Sf: 191     
Üstünlüğünüz her zaman mertçe olsun; insanların hoşuna gitmek için çalışmayın. Onlarla olan ilişkilerinizde, size karşınızdakilerin kızamayacakları bir küstahlığa kadar varabilen bir soğukluğu öneririm.     
Bu bakımdan, yargılarınızı uzun zaman, enine boyuna düşündükten sonra vermekte ve bir daha da değiştirmemenizde fayda var.     
Size bütün bu sayıp döktüklerim eski bir sözle özetlenebilir: Asilliğin yükü ağırdır.

Sf: 193     
Hem siz iyilik yaparken bunu insanlara borç para veren tefeci gibi mi yapacaksınız? İyiliği sırf iyilik yapmak için yapmayacak mısınız? Soyluluğun yükü ağırdır! Bununla birlikte insanları nankör olmaya zorlayacağınız yardımlarda da bulunmayın; çünkü bu insanlar daha sonra sizin en büyük düşmanlarınız haline gelirler. İflasın ve felaketin getirdiği umutsuzluk gibi, minnet altında kalmış insanların da onlara güç veren umutsuzluğu ve üzüntüsü vardır. Size gelince, başkalarından  olabildiğince az şey kabul edin; hiçbir ruha bağımlı olmayın ve yalnız kendinize bağlı kalın.

Sf: 194     
Şimdi en önemli meseleye geliyorum; kadınlara karşı nasıl davranacağınıza! Gideceğiniz salonlarda, cilvelerin küçük oyunlarına ve tuzaklarına kapılarak kendinize harcamamayı ilke edinin. Geçen yüzyılın en beğenilen erkeklerden biri, gece eğlencelerinde hiçbir zaman bir tek kişiyle ilgilenmemeyi ve ihmal edilmiş görünen kadınlara bağlanmayı adet edinmiştir.

Sf: 195     
Dostum, genç kadınlar bencil, basit ve gerçek dostluklardan yoksundurlar; kendilerinden başka hiçbir şeyi düşünmezler ve küçük bir başarı uğruna gözlerini kırpmadan sizi feda ederler. Sonra, hepsi de sizden bağlılık isteyeceklerdir; oysa sizin durumunuz asıl size bağlı olunmasını gerektirmektedir. İşte, bunlar bağdaşmaz iki istektir. Genç kadınların hiçbiri sizin çıkarlarınızla uyuşamaz; hepsi de sizi değil, yalnızca kendilerini düşünürler ve hepsi de bağlılıklarıyla size yardımcı olmaktan çok, kendini beğenmişlikleriyle size zarar verirler.

Sf: 196     
Kadınların en yumuşak başlısı, en kolay ve en az şeyle tatmin olanı gibi görünür; ne var ki, kendini sizin için en vazgeçilmez hale getirdiği zaman, yavaş yavaş sizi avucunun içine alır ve bütün isteklerini size kabul ettirir.

Sf: 197     
Ah! Sizi sevecek kadın yapayalnız biri olacaktır! Onun en büyük mutluluğu sizin bakışlarınız olacaktır, sizin dilinizden dökülen sözcüklerle yaşayacaktır. Öyleyse bu kadın sizin bütün dünyanız olsun; çünkü siz onun her şeyi olacaksınız. Onu çok sevin; ona ne üzüntü verin, ne de karşısına rakibelere çıkartarak kıskançlığını kışkırtmayın.

Sf: 198     
Kadınlarla ilişkiniz konusundaki düşüncelerim de bu şövalyelik özdeyişinde saklıdır: “Hepsine hizmet et, ancak yalnızca birini sev.”

Sf: 199     
Bekleyeceğim. Size elveda demiyorum. Ayrıldık; elimi artık dudaklarınızın altında bulamayacaksınız ama yüreğimde nasıl bir yer tuttuğunuzu pekala fark edebilmişsinizdir.                                                                                                                                    Henriette     
Bu mektubu okuyup bitirdiğim zaman, beni yine soğuk bir tavırla karşılayan annemin de üstümde bıraktığı etkiyle hala buz tutmuş bir haldeyim; ancak parmaklarımın arasında tuttuğum bu kağıtlarda bir anne yüreğinin çarptığını hissediyordum. Touraine de Kontes’in neden bu mektubu okumamı yasakladığını tahmin ettim; hiç kuşkusuz ayaklarına kapandığımı görmekten ve onların gözyaşlarımla ıslandığını izlemekten korkmuştu.

Sf: 203     
Bir tek bakışla yitip giden bütün zamanı telafi etmek isteyen iki sevgilinin doymak bilmeyen bakışlarıyla birbirimizi seyrediyorduk. Ne var ki genç kadın yüreğindeki duyguları açığa vuran bu şaşkınlıktan utanmış bir tavırla yerinden kalktı, ben de yaklaştım. Öpmem için elini uzattı.     
“Sizin için çok dua ettim,” dedi.     
Böylece bizim için en büyük haber şu oldu: “Buzlu suyumuz var!” Gerçekten de geçen gelişimde bana soğuk su sağlanamadığı için Kontes’in canı çok sıkılmıştı. İçki kullanmadığım için buzlu suyu seviyordum.

Sf: 204     
Kontes giderek gençleşti, canlandı, sağlıkla ve neşeyle dolup taşmaya başladı. Kendi gönül hazinelerimin arttığını gördüğüm gibi, sevgili zambağımı güzelleşmiş, daha da gelişmiş buluyordum.     
Tapasıya sevdiğimiz insanın çizgilerini düşlerin alevlerinden geçirerek ve onları renklere bürünmüş kılarak daha da değerli kılan kesintisiz arzular yok mudur?     
Elektrik yüklü iki kalp arasındaki ilk görüşme, yıldırımın ani ışıklarını saçarak toprağı yeniden canlandıran, verimli hale getiren yararlı bir fırtına olur.

Sf: 207     
Kont, genç kadının sözünü keserek atıldı:     
“Yani o günlerde bir deli gibi davrandınız demek ki!”     
Kontes sustu; sanki bu aldığı ilk yaraymış gibi, sanki on üç yıldan beri bu adamın yüreğine bir ok saplamaktan hiçbir zaman geri kalmadığını unutmuş gibi, duyduğu şiddetli bir acıyla sarsılmıştı. Uçarken basit bir saçma tanesiyle yara alan soylu kuş, şaşkın bir güçsüzlüğe düştü.

Sf: 210     
Genç kadın o son derece zarif gülümseyişlerinden biriyle yüzüme baktı. Bu gülüş bana öyle büyük bir gönül sarhoşluğu veriyordu ki, ölmeme neden olacak bir darbeyi bile hissetmeyebilirdim.

Sf: 211     
Beni düşünün, tümüyle benim olan bir ruhtaki üstünlüğün zevklerini tattırın bana. Benim oğlum değil misiniz?     
Asık suratlı bir tavırla,     
“Oğlunuz mu?” dedim.    
Genç kadın benimle alay eder gibi konuşmaya başladı.     
“Evet, yalnızca oğlumsunuz! Gönlümde yeteri kadar güzel bir yere sahip olmak değil midir bu?”     
O sırada akşam yemeğinin çanı çaldı. Kontes koluma girdi ve sonra da merdivenleri göstererek,     
“Artık büyüdünüz,” dedi.     
Merdivenin sahanlığına vardığımız zaman, sanki bakışlarım ona fazla derinden saplanıyormuş gibi kolumu sıktı. Gözleri yere bakıyor olmasına karşın, benim ondan başkasına bakmadığımı çok iyi biliyordu. Yapmacık bir sabırsızlık havası takınarak, zarif ve sevimli bir tavırla,
“Haydi canım, biraz da sevgili vadimize baksanıza.” dedi.

Sf: 213     
Odama çekilip yatınca, Kontes’in alt kattaki odasından gelecek ayak seslerini işitmek için kulak kabartırken, derin düşüncelere daldım. O, sakin ve tertemiz kaldıysa da, ben dayanılmaz isteklerin uyandırdığı çılgınca düşüncelerin içinde çırpınıp duruyordum. Kendi kendime “Neden benim olmasın?” diyordum. “Kim bilir, belki o da tıpkı benim gibi şehvet duygusunun baş döndürücü çalkantısının içine gömülmüştür?”     
Saat birde kalktım ve aşağı kata indim. Hiç gürültü etmeden yürüyerek, onun kapısının önüne geldim. Orada yere yattım, kulağımı kapının altındaki aralığa dayayarak onun bir çocuk gibi düzgün ve yumuşak nefes alıp verişlerini dinledim. Soğuk her yanımı kuşatınca yukarı çıktım, yatağıma girdim ve sabaha kadar mışıl mışıl uyudum. Uçurumların ta kıyısına kadar yaklaşmaktan, kötülüğün girdabına yakalanmaktan, uçurumun dibini araştırmaktan, soğuğunu hissetmekten ve büyük bir heyecana kapılarak oradan çekilmekten bulduğum zevki hangi alın yazıma, hangi kadere bağlayacağımı bilemiyorum. O gece öfke ve ihtiras duyguları içinde ağladığım kapının eşiğinden, ertesi gün gözyaşlarımın ve öpüşlerimin üstünden, birbiri ardınca yıkılan ama saygı gösterilen, lanetlenen ve tapılan erdemimin üstünden yürüyüp geçtiğini hiçbir zaman öğrenemeden geçmişti. Ancak pek çok kimsenin gözünde aptalca olan o saat, askerleri top mermisinden kurtulup kurtulamayacaklarını tahmin etmeye ve Jean Bart gibi barut fıçısının üzerinde sigara tüttürerek, olasılıklar uçurumunun kenarında böylece dolaşarak mutlu olup olmayacaklarını anlamaya çalışan o duygunun bir benzeriydi. Bazı askerlerden, bu gibi hareketlerle Jean Bart gibilerinin hayatlarıyla bilerek kumar oynadıklarını duymuştum.

Sf: 218     
Zaten bencillik bulaşan sevgiler pek fazla sempati uyandırmazlar.

Sf: 223     
Üç yıldan beri Kontes’in sesinin hiç bu kadar mutlu çıktığını işitmemiştim. Onun o güzel kırlangıç çığlıklarını, size sözünü ettiğim o çocuksu cıvıltıları ilk kez duyuyordum. Jacques’a bir av takımı, Madeleine’e de bir nakış kutusu getirmiştim; böylece, eskiden annemin cimriliği yüzünden elim hep boş olarak gittiğim günleri onarmış oluyordum.

Sf: 225     
Bu adamın karakterinde gerçekten anlaşılmaz noktalar vardı; bütün zayıf karakterli insanlar gibi kıskançtı ama karısının kutsallığını da güveni sonsuzdu.

Sf: 226     
Onu ilk kez genç kız gibi doğal haliyle, neşelenmiş ve çocuk gibi oynamaya hazır gördüm. İşte o zaman hem mutluluğun gözyaşlarını hem de bir başkasını sevindirmenin insana verdiği zevki tanıdım.     
“Zambağım benim!” dedim. “Düşüncemin okşadığı, ruhumun öptüğü güzel çiçeğim benim! Sapının üzerinde her zaman el değmemiş, her zaman bembeyaz, gururlu, mis gibi kokan, yapayalnız zambağım!”     
“Mösyö, bu kadarı yeter!” dedi gülümseyerek. “Bana kendinizden söz edin, her şeyi anlatın bana.”

Sf: 242     
Jacques! Jacques nerede? Ne oldu benim oğluma?” diye bağırdı.     
Anladım ki beni sevmiyordu! Eğer beni sevseydi, bu umutsuzluğa kapılan dişi aslan tavrını benim acılarım karşısında da takınırdı.     
Altı uşak yanımıza gelince,     
“Madam la Kontes, Mösyö le Kont’un rahatsızlığı arttı, durumu ağırlaştı!” dedi.     
Henriette bir soluk aldı. Ardından da benimle birlikte koşmaya başladı. Madeleine de arkamızdan koşarak geliyordu. Bana dönerek,     
“Siz ağır ağır gelin, dedi. Bu sevgili yavrucak terlemesin. Görüyorsunuz ya, bu kadar sıcak bir havada Mösyö de Mortsauf’un gezintisi onu terletmişti, ceviz ağacının altında dikilip durması bir felakete neden oldu.”     
Heyecanı ve şaşkınlığı içinde söylediği bu söz, Kontes’in ruhunun temizliğini gösteriyordu. Kont’un ölümü, onun için bir felaket demekti! Genç kadın çabucak bir duvar aralığından geçerek avluyu aştı, Clochegourde’a ulaştı. Ben gerçekten de ağır ağır döndüm şatoya. Henriette’in o sözü beni aydınlatmıştı ama ambara çekilen ekini mahveden bir yıldırımın aydınlattığı gibi aydınlatmıştı. Irmaktaki bu sandal gezintisi boyunca ben kendimi en çok sevilen sanmıştım; genç kadının sözlerinden iyi niyetli olduğunu acı acı hissettim. Her şey olmayan sevgili, bir hiçtir!

Sf: 245     
Genç kadın Kont’un çökmüş, perişan alnının üzerine eğildi, saçlarıyla onun terini sildi ve kutsal bir şeymiş gibi öptü. Bu okşamayı, bir günah kefareti gibi yerine getirdiği bu okşamayı görünce gizli bir sevinç duymadım diyemem.

Sf: 253     
Madam de Mourtsauf, soğuk Avrupa’ya getirilmiş, acınacak bir biçimde çubuğunun üzerine yerleştirilmiş, doğa bilimcinin onu koruduğu kafeste, suskun ve can çekişir halde duran, parlak, güzel renkli bir Afrika serçesiydi.

Sf: 260     
Dediklerine bakılırsa, en güçlü savaşçıların tam ortasında hissettikleri o ruhsal iç kararmasını, nedensiz sıkıntıyı ömrümde ilk kez hissettim; en yürekli, en yiğit insanı bir korkak yapan, bir dindarı bir zındık haline sokan, insanı her şeye, en hayati, en önemli duygulara, şerefe, namusa ve aşka ilgisiz hale getiren o bir çeşit soğuk deliliği hissettim. Çünkü kuşku bizi kendi kendimizi tanıma bilincinden yoksun eder ve bizi hayattan tiksindirir.

Sf:264      
Hep yumuşak renkler görmeye alışan gözlerin parlak gün ışığından rahatsız oldukları gibi, sert çelişkilerinden hoşlanmayan kimi karakterler de vardır; işte o zamanlar ben öyleydim.

Sf: 266     
Mektubun daha sonraki bir bölümünde de şöyle yazıyordu:     
Siz, benim övüncüm olan aziz dostum; beni hala seviyor musunuz? Beni bu cansız, nankör ve acıdan donmuş halimle sevmek için, gerçekten de çok seviyor olmalısınız!

Sf: 267
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İKİ KADIN     
Yüreğimin derinliklerine kadar böylesine şiddetle sarsıldığımı daha önce hiç hissetmemiştim.

Sf: 269     
İngiliz erkeklerinin iştahlarını açmak için yakıcı baharatlar istedikleri gibi, o da gönlünün yemi için tuz, biber ve acı baharatlar istiyordu.

Sf: 271     
Günün birinde, bana günahtan korkan bir vicdanın bütün susturmalarını ve genç erkeğin aşırı isteklerini tatmin eden şu sözleri: “Her zaman dostumuz ve istediğiniz zaman metresinizm.”

Sf: 274     
İşte böyle! Leydi Arabelle de insan bedeni denen maddenin güdülerini, organlarını, iştahlarını, kötülüklerini ve erdemlerini tahmin etme çabası içindedir; Leydi Arabelle bedenin metresi olmuştu. Madam de Mortsauf ise ruhun eşiydi. Metresin tahmin ettiği aşkın sınırları vardır; madde sınırlıdır, özelliklerinin hesaplı güçleri vardır ve kaçınılmaz doyuma maruzdur. Paris’te, Leydi Dudley’in yanında olduğum zamanlar bazı tuhaf boşluklar hissediyordum. Oysa sonsuzluk kalbin ülkesidir. Clochegourde da aşk sınırsızdı. Leydi Arabelle’i tutkuyla seviyordum ve hiç kuşku yok ki, ondaki hayvani şehvet müthişti, akıl üstünlüğü vardı ve alaycı konuşması her şeyi kavrayacak düzeydeydi. Fakat ben Henriette’i taparcasına seviyordum. Geceleri mutluluktan, sabahları ise vicdan azabından ağlıyordum. Kıskançlıklarını, meleklere yaraşır bir iyilik altında gizlemekte hayli usta olan kimi kadınlar vardır; bunlar Leydi Dudley benzeri, otuz yaşını geçmiş kadınlardır. Bu kadınlar, hissetmesini ve hesaplamasını, bugünün bütün özsuyu sıkmasını ve geleceği düşünmesini bilirler, çırpınan ve avını yarasının farkına varmadan izleyen bir avcı gibi en haklı iniltileri acımadan susturacak bir güce sahiptirler. Leydi Arabelle, Madam de Mortsauf’un hiç sözünü etmeden onu her fırsatta ruhumda öldürmeye çalışıyordu ve bu yenilmez aşkın esintisiyle yeniden karşılaşınca, onun tutkusu alevleniyordu. Leydi, kendi lehine olan karşılaştırmalarla zafere ulaşabilmek amacıyla, genellikle genç kadınların başvurduğu yolları denemedi; kuşkucu, can sıkıcı ve meraklı görünmedi. Fakat, tıpkı kemirilecek bir avı dişleriyle sımsıkı yakalayıp inine taşıyan dişi aslan gibi, mutluluğunu hiçbir şeyin bozmamasına çok dikkat ediyordu ve boyun eğmeyen bir köle gibi sımsıkı koruyordu. Onun gözlerinin önünde Henriette’e mektup yazıyordum. Hiçbir zaman bir tek satırını bile okumadı, herhangi bir çareye başvurarak mektuplarımın üzerine yazdığım adresi öğrenmeye çalışmadı. Bütün özgürlüğüme sahiptim. Genç kadın adeta kendi kendine “Eğer onu elimden kaçırırsam, kendimden başka hiç kimseyi suçlayamam” der gibiydi. Böylece, eğer istesem benim uğruma canını bile seve seve verebileceği fedakar bir aşka korkusuzca, gururla dayanıyordu. Kısacası, eğer ondan ayrılırsam, hemen kendini öldüreceğine beni inandırmıştı. Onun, ölen kocalarının bedenleriyle birlikte odun ateşinin üzerinde kendilerini yakan dul Hint kadınlarının geleneklerini göklere çıkarışını bir dinleseydiniz.

Sf: 277     
Cinsel duygulardaki şiirin apansız açığa vuruluşu olan bu zevkler, genç erkeklerin kendilerinden daha yaşlı kadınlara bağlandıkları o güçlü bağı oluştururlar. Ne var ki bu bağ kürek mahkumunun ayak bileğindeki halka gibidir; kişinin ruhunda silinmez bir iz bırakarak, körpe, saf, temiz, yalnızca bol çiçekli ve ilginç nakışlarla, tükenmez ışıltıların parıldadığı değerli taşlarla bezenmiş altın kupalarda içki sunmasını bilmeyen aşklara karşı, peşin bir tiksinti, bir bıkkınlık getirirler. Yalnız hayal gücümde yaşattığım, yalnız yaptığım anlamlı çiçek demetlerinde belirttiğim ve ruhların birleşmesiyle büsbütün ateşlenen hazlardan payımı alırken, kupadaki bu enfes içkiden kana kana içişimden dolayı kendimi haklı çıkarmak için bazı saçma muhakemelere girişmekten de geri kalmıyordum. Çoğu kez, bıkkınlığın ve yorgunluğun sonsuzluğunda yitip giderek, bedenden ayrılan ruhum yeryüzünden uzaklarda oradan oraya koşuşturduğu zaman, bu zevklerin maddeyi yok etmenin ve onun yüce uçuşuna amaç vermenin bir yolu olduğunu düşünüyordum.

Sf: 280     
Her zamanki gibi soylu, ağır ve gururlu yürüyüşüne bakarak arkasından hayranlıkla onu seyrettim. Şimdiye kadar hiç görmediğim kadar beyazdı, fakat alnında en acı üzüntünün sarı damgasını taşıyor ve yağmurla ağırlaşan bir zambak gibi başını öne eğiyordu. Ölmek üzere olduğunu hisseden bir adamın öfkesiyle,     
“Henriette!” diye bağırdım.     
Asla arkasına dönmedi; bir saniye bile durmadı ve adını benden geri aldığını, bu ada artık yanıt vermediğini söyleme tenezzülünde bile bulunmadan yürümeye devam etti. Şimdi toz toprak olmuş milyonlarca insanın yattığı ve ruhlarıyla yeryüzünü aydınlattıkları bu müthiş vadide, onu zafer ışıklarıyla pırıl pırıl kılacak sonsuzluklar içinde kaynaşan kalabalıkların ortasında bir nokta kadar küçük kalabilirim. Fakat böyle bir durumda bile durdurulması mümkün olmayan bir sel baskınının, bir kentin sokaklarında yükselmesi gibi düzgün adımlarla Clochegourde’daki şatosuna doğru çıkan bu beyaz gölgenin, bu Hıristiyan Didon’un ihtişamı ve işkencesi karşısında olduğum kadar ezilemezdim! Tanrı uğruna her şeyin feda edildiği gibi, benim için her şeyi bırakan Arabelle’e, eğer işitseydi, onu öldürecek bir tek beddua ile lanet ettim! Dört bir yanda üzüntünün, acının sonsuzluğunu görünce, düşünceler evreninde yitip kaldım.

Sf: 283     
Kont artık oklarını saplayacağı yumuşak toprakla karşılaşmayınca, eziyet ettiği zavallı böceğin artık kıpırdamadığını gören bir çocuk gibi kaygılanmıştı.

Sf: 285     
Buna bir de adamlarından çektiklerimi ekleyin, bunların hepsi kazı koz anlayan odun kafalı, kuş beyinli yaratıklardır!

Sf: 287     
Yanık yanaklarında yeniden güller açmaya başlamıştı. Her şeye umursamadan bakan o çocuk kaygısızlığını yitirmişti, gözlerini artık sık sık yere indiriyordu. Hareketleri annesininkiler gibi ağırlaşmış ve ciddileşmişti. Beli incelmiş, göğüsleri kabarmaya başlamıştı. İspanyol kızlarının alınlarının üzerinde ikiye ayrılan kapkara şahane saçlarına benzeyen saçları şuh bir anlamla taranmıştı.

Sf: 292     
“Haydi Felix, doğruyu söyleyin,” dedi. “Markiz dedikleri kadar güzel bir kadın mı?”     
Bunun üzerine Kontes:     
“Ona bu soruyu niçin soruyorsun ki?” dedi. “İnsan kimi seviyorsa, onu dünyanın en güzel kadını gibi görmez mi?”    
Karşılık vermediği bir bakışla Henriette’e bakarak gururla,     
“Evet, her zaman,” dedim.

Sf: 294     
“Ey benim sevgili azizem,” dedim. “Senin onun üzerinden süzülerek uçtuğunu, onun yeryüzünün bir kadını, Tanrı’nın sevgisini yitirmiş, düşmüş bir soyun kızı olduğunu; seninse göklerin kızı, tapılırcasına sevilen melek olduğunu, bütün kalbimin senin olduğunu ve onun yalnızca bedenime sahip olduğunu sana anlatabilmek için şu andaki kadar heyecanlı olmamam gerekirdi. O bunları biliyor ve son derece üzülüyor; seninle yerini değiştireceğini bilse, en büyük işkencelere bile razı. Fakat bunun çaresi yok. Ruhumu, düşüncelerimi, tertemiz saf aşkımı, gençliğimi ve yaşlılığımı sana adamışım; ona ise geçici bir tutkunun istekleri ve zevkleri kalıyor. Anılarımı bütün ölmezliği ile sana, en derin unutulmuşu ise ona veriyorum.

Sf: 295     
“Henrieet,” dedim. “Gelişigüzel söylediğim birkaç söz için şimdi kavga etmeyelim, lütfen. Hayır, ruhum bocalamadı ve kararsızlık göstermedi; fakat nefsime hakim olamadım. O kadın tek sevdiğimin sen olduğunu çok iyi biliyor. Yaşamımda ikinci derecede bir rol oynuyor; bunu kendisini de biliyor ve razı oluyor. Bir kibar fahişeyi terk eder gibi ondan ayrılabilirim.”     
“Peki, ya sonra?”     
Arabelle’in verdiği kararın Henriette’i şaşırtacağını sanarak,     
“Öyle bir şey olursa kendini öldüreceğini söyledi bana,” dedim.

Sf: 297
“Dostum,” dedi. “Ben Tanrı’ya boyun eğiyorum; çünkü bütün bunların olmasını o istedi.     
Bu sözlerin derinliğini ancak çok sonraları anladım. Ağır ağır taraçadan yukarı doğru çıktık. Kontes koluma girdi, yazgıya boyun eğmiş bir halde bana yaslandı. Yüreği kan ağlıyordu fakat yaralarına bir merhem sürülmüştü.     
Merdivenin başına gelince, Kontes kolumdan çıktı ve bana şu son cümleyi söyledi;    
“Tanrı bize mutluluk duygusunu ve zevkini verdiyse, bu dünyada derin üzüntü ve acıdan başka bir şey  bulamayan masum ruhların sorumluluğunu üstlenmesi gerekmez mi? Bunun anlamı da, ya Tanrı yoktur, ya da hayatımız acı bir şakadan başka bir şey değildir.”

Sf: 298     
“Erdemin, namusun ne olduğunu artık bilemiyorum,” dedi. “Kendi erdemimin de farkında değilim!”

Sf: 299
Aşk uçup gittikten sonra sevgililerin bir daha birbirlerini hiç görmemelerinin korkunç zorunluluğunu anladım. Bir zamanlar hüküm sürülen bir yerde bir hiç bile olmamak! Hayatın neşeli ışıklarının parladığı yerde artık yalnızca ölümün soğuk sessizliğini bulmak! Bu kıyaslamalar bile insanı çıldırtıyor.     
“Henriette,” dedim. “Ne olur bağışlayıcı bir tek söz söyleyin bana, yoksa kendimi Indre sularına atarım! Hata ettim, evet, çok doğru; fakat bağlılığımın bir köpeğin sadakatine benzediğini ispat etmedim mi? Sahibinin yanına dönen bir köpek gibi değil miyim? Tıpkı onun gibi utanç doluyum. Eğer bir köpek kötü bir şey yaparsa cezalandırılır; fakat o, kendisini döven eli taparcasına sever. Tamam, bana vurun dilerseniz ama kalbinizi bana geri verin…”     
“Zavallı çocuk!” dedi. “Siz her zaman benim oğlu değil misiniz?”

Sf:301
Mantıklı konuşacağı tutan Kont,     
“Sevgilim,” dedi. “Sizin bu sözleriniz, çocukları olmasa kadınların namustan yoksun kalacakları ve kocalarını yüzüstü bırakacakları anlamına geliyor.”     
Kontes hışımla yerinden kalkarak Madeleine’i merdivenin başına götürdü.     
Kont bunun üzerine,     
“İşte, evlilik budur azizim,” dedi.     
Ardından da oğlunun elinden tutarak merdiven başındaki karısının yanına gelince ona öfkeyle bağırdı:     
“Bu şekilde odadan çıkarak, benim saçmaladığımı mı belirtmek ediyorsunuz?     
Henriett:     
“Mösyö, Tanrı aşkına söyleyin, sevilmekten mi hoşlanırsınız, yoksa karınızın sırf namuslu olmak için namuslu olduğunu bilmekten mi?     
Ben de heyecanlı bir sesle söze karışarak,     
“Madam’ın hakkı var,” dedim.

Sf: 303     
“Öyle bile olsa şunu iyi bilin ki bende ne kadar iyi, yüce şey bulunabilirse, hepsi de sizden kaynaklanıyor.” dedim. “Sizin eseriniz olduğumu unuttunuz mu yoksa?”     
Henriette tan Kont’un geri döndüğü sırada,     
“Yalnızca bu söz bile bir kadını mutlu etmeye yeter.” dedi.     
Hep birlikte, hala çiçeklerini dökmeyen akasyaların mis gibi kokular saçtığı taraçaya indik. Kontes sağ koluma girmişti, böylece üzücü düşünceleri ifade ederek kolumu sımsıkı göğsüne bastırıyordu; bunlar onun deyimiyle sevdiği üzüntülerdi.

Sf: 304     
Besbelli benimle yalnız kalmak istiyordu. Ne var ki, kadın hilelerinde pek beceriksiz olan Kontes’in hayal gücü, çocuklarını ve kocasını yanımızdan uzaklaştırmak için ona hiçbir çare önermiyordu. Böylece, Kontes yüreğini benimkine dökebileceği uygun bir zamanı hazırlamak için kafasını çalıştırırken, biz de havadan sudan konuşuyorduk. Genç kadın, en sonunda ortalığa çöken akşamın güzelliğini görünce,     
“Uzun zaman var ki arabayla gezinti yapmadım. Mösyö, çok rica ederim, emir verin de arabayla şöyle bir gezinti yapayım?” dedi.     
Bunları söylerken akşam duasından önce her tür dertleşmenin olanaksız olduğunu biliyordu ve Kont’un tavla oynamaya kalkışmasından korkuyordu. Kocası yattıktan sonra bu mis gibi kokular içindeki ılık taraçada benimle pekala yalnız kalabilirdi. Fakat belki de aralarından tadına doyulmaz ışıkların düştüğü bu ağaç gölgelerinin altında kalmaktan, gözlerimizin çayırın içinde uzanan Indre Irmağı’nın akışını kucakladığı parmaklıklar boyunca gezinmekten korkuyordu.

Sf: 305     
Usulca kulağına eğilerek,     
“Sizin yine ‘Zavallı sevgili! Zavallı sevgili! diye mırıldandığınızı işitmek için ömrümü verirdim,” dedim.

Sf: 308
Vadide acı çekecek yerde, herhangi bir hoyrat çobanın fırlattığı oku yüreğinde taşıyarak süzülen kartal gibi havalarda acı çekiyorsun.

Sf: 312     
Çünkü böylelikle kendimi daha çok sizin zambağınız sanıyordum. Beni burada ilk kez, sırtımda beyaz bir giysiyle görmemiş miydiniz? Çok yazık! Çocuklarımı bu kadar sevemedim; çünkü şiddetli, coşkulu her sevgi borçlu olunan sevgilerden çalınır.

Sf: 315     
“Ta kendisi! İşte, o madam,” dedi.     
İki kadının hangi hızla birbirlerini incelediklerini iyi bilirsiniz. İngiliz dilberi rakibesini tanıdı ve hemen ırkına özgü gururlu tavrı takındı. İngilizlerin küçümseyici bakışlarıyla dopdolu bir bakışla bizi kuşattı ve bir ok gibi fırlayarak hızla fundalığın içinde kayboldu.     
Bu haşin bakış bir hançer darbesi gibi yüreğine saplanan Kontes bağırdı:     
“Çabuk Clochegourde’a!”

Sf: 316     
“Gidiyor, onu sonsuza dek yitiriyorsunuz,” dedi.     
“Ne yapalım, giderse gitsin! Umrumda bile değil!” dedim.     
Kontes acımayla karılık dehşet duygusu barındıran sesiyle sordu:    
 “Ah, zavallı kadınlar! İyi de nereye gidiyor bu?”     
“Grenadiere’e, Saint-Cry yakındaki küçük bir eve,” dedim.     
Henriette, kadınların aşk işlerinde dayanışma içinde olduklarını ve hiçbir zaman birbirlerini terk etmediklerini bana kanıtlayan bir tavırla,
     
“Yapayalnız gidiyor,” dedi.
Sf: 321     
Bu akşam at kılından çile gömleğini giymemi ister misin?

Sf: 324     
Onları taparcasına sevmemiz gerektiğini bize göstermek için değilse, Tanrı neden öbürlerinden daha güzel insanlar yaratsın ki? Asıl suç, asıl günah seni sevmemek olmaz mıydı?

Sf: 326     
Acılarımla, vicdan azaplarımla, dertlerimle seni rahatsız etmem. Hayır, senden uzak bir yerlere gider ölürüm; kendisine can veren güneşten yoksun kalan bir bitki gibi.     
Bunları söyleyerek benden aşk yeminleri aldı. Gerçekten de sabaha kadar gözyaşı döken bir kadına ne söylenebilir ki? O sırada sert bir davranış bana çok alçakça göründü. Bir gece önce direnemediğimiz bir kadına, ertesi sabah yalan söylemek zorunda değil miyiz? Çünkü erkeklik yasası, kadınlarla gönül ilişkilerimizde yalanı bir görev haline dönüştürür.

Sf: 328     
O uzun gün boyunca, uzun zaman arzu duyulan bir kadınla dost olmanın ne kadar zor olduğunu hissettim. Yıllar hazırladığı zaman o kadar basit olan bu geçiş, genç yaş için bir hastalıktır. Utanıyordum ve zevkle lanet ediyordum.

Sf: 330     
Bunu yapabilirsiniz! Jacques ve Madeleine, onlara hep acı çektirmişsiniz gibi sizi seviyorlar.  
O parlak gözlerinde gördüğüm kuru ateşi, sevdikleri kimselerin bu korkunç hastalığa yakalandığını görmemiş olanlara ancak kararmış gümüşten iki küreye benzeterek tarif edebilirim.

Sf: 331     
O vakte kadar saygı gösterdiği mesafeleri bir saniye içinde aşmasını sağlayan bir kıskançlık dürtüsüyle,     
“Peki, her istediğini yapacağım,” dedi.

Sf: 332     
Genç kadının o bakışı, Arabelle’in acı alaylarının yarattığı izlenimi silmişti. Görüyorsunuz ki ben size anlattığım ve sırasıyla etkisini hissettiğim iki tutkunun oyuncağıydım. Bir meleği ve bir iblisi seviyordum; aynı derecede güzel, biri eksikliklerimizin düşmanlığıyla örseleyip yaraladığımız bütün erdemlerle bezenmiş, öbürü bencilliğimiz yüzünden bütün kötülerle donanmış iki kadın.     
İnanın, her geçici kendini beğenmişlik iki kat cezalandırıldı.

Sf: 333     
İnsanın gerçek tutkuları ancak olgun yaşta tattığını, tutkunun ancak içine güçsüzlük, yetersizlik karıştığı ve böylece insanın kendini her zevkte, son parasını masaya süren bir kumarbaz gibi güzel ve şiddetli olduğunu söyleyen XVIII. Louis’nin, insanı iffetsizliğe sürükleyen zihniyetine kim karşı koyabilirdi ki!     
Çünkü erkek artık bu yaştan sonra hep alır; sevgilisinde kendisi sever. Oysa genç yaştayken erkek kendinde sevgilisini sever. Daha sonraları bizi seven kadına zevklerimizi, belki de kötülüklerimizi aşılıyoruz; oysa hayatın başlangıcında, sevdiğimiz kadın, erdemlerini ve inceliklerini bize kabul ettirir.     
Bu erkeklerden birisi evlenirse karısını elinde tutamayacak, diğeri de sevgilisi tarafından terk edilecektir. Bu iki kadını bir tek kadında bulan erkeğe ne mutlu!

Sf: 355     
Nikahsız bir beraberliğin tatlılığına dalınca, beni bir üzüntü kapladı; çünkü hayatımın Henriette’den aldığım düşüncelerin ve tembihlerin tam tersine bir yola girdiğini görüyordum. İşte o zaman, ölümün iyice yaklaştığını hissedince, soluğunun incelenmesini istemeyen bir veremlinin kapıldığı o öfkeye benzer tavırla yaşamaya başladım.

Sf: 336     
Fransız kadınını bütün kadınlardan ayıran ve onu aşkta en doyulmaz, en eşsiz kadınlar haline getiren de işte bu niteliklerdir. Bir Fransız kadını sevdiği zaman değişir ve adeta bambaşka bir yaratık olur. O pek övülen şuhluğunu, aşkını süslemekte kullanır. Tehlikeli olan gururundan vazgeçer ve bütün gücünü sevmek için harcar.

Sf: 337     
Fransız kadını durmadan, dinlenmeden, yorgunluk nedir bilmeden, her an, her dakika, herkesin önünde ve yalnızken hep sever; suskunluğuyla bile konuşur ve gözleri yere eğikken bile size bakmasını bilir; eğer içinde bulunduğu durum konuşmayı ve bakmayı yasaklıyorsa, düşüncelerini yazmak için bu defa üzerine bastığı kumu kullanır; yalnızken aşkını uykusunda bile söyler ve o bütün dünyaya boyun eğdirir aşkını.     
Oysa İngiliz kadınının aşkında tam tersi bir durum söz konusudur; İngiliz kadını dünyayı aşkına boyun eğdirir. O, bu gibi davranışlarını ve bahsettiğim o bencil İngiliz tavrını, aldığı terbiye dolayısıyla sürdürüp gitmeye eğimlidir; bu nedenle de onun kalbi, kolayca açıp kapayabileceği bir İngiliz makinesine benzer. Arkasında ne sırların saklı olduğu anlaşılamayan bir maskesi vardır ve çok duygusuz bir tavırla onu çıkartır sürekli olarak. Gözlerden uzakta olduğu zamanlarda bir İtalyan  kadını kadar büyük şehvet belirtileri gösterdiği halde, insanların yanında çok soğuk ve vakarlı bir ifade takınmakta oldukça ustadır. En sevilen erkek bile, odasından çıkan bir İngiliz kadınının yüzündeki ifadesizliği ve soğuk, ciddi ifadeyi görünce, sevildiğinden kuşkuya düşebilir, onun üzerindeki etkisinden dolayı şüpheye düşer. İngiliz kadını biraz önce yaşanmış olan her şeyi unutmuştur. Aşkını giydiği bir elbise gibi fırlatıp atabilen kadının, bir aşktan bir başka aşka kolayca geçebileceği ihtimali insanın aklına gelir. Bir kadının, aşkını elinde işlediği bir dantel gibi istediği zaman eline alıp istediği zaman bırakmasıyla kırılan erkek gururunda ne fırtınalar, ne kasırgalar yaşanır! Bu kadınlar kendilerine o kadar hakimdirler ki tamamen size ait olmalarına imkan yoktur.

Sf: 340     
Tutkusunun gerçekliğine karşın, hiçbir zaman Henriette’te olduğu kadar öyle kendinden geçmiş, kutsal, derin sayabileceğim hiçbir şey hissetmedim. Suya doymayan kumlu bir toprak gibi, hiç doymak bilmiyordu. Madam de Mortsauf’un kalbi hep rahattı ve bir ses vurgulamasında ya da bir bakışta bütün ruhumu okuyordu; oysa Markiz ne bir bakıştan, ne bir el sıkmasından, ne tatlı bir sözden etkileniyordu.

Sf: 344     
Hızlı yolculuğum bir düş gibi, ancak iflas etmiş bir kumarbazın düşü gibi geçti.

Sf: 346     
Arabacıya, beni vaktinde oraya yetiştirirse yüklü bir bahşiş sözü vererek aceleyle arabaya bindim. Bütün sabırsızlığıma karşın, yolu birkaç dakikada aştığımı sandım; ruhuma doluşan acı düşüncelere öylesine kendimi kaptırmıştım ki, yolun farkında bile olmadım. Kontes üzüntüden ölüyordu ve çocukları oldukça sağlıklıydı. Demek ki benim yüzümden ölüyordu.

Sf: 348     
Vicdan azabı yakıcı parmaklarıyla yüreğimi sıkıyordu. Kavakların kuru yapraklarını kopartan ıslak bir ekim sabahında Clochegourde’a ulaşan ağaçlıklı yola girdiğimde, yanaklarımdan sicim gibi gözyaşları akıyordu. Bu ağaçların dikimini yöneten Henriette, vaktiyle gene bu ağaçlıklı yolda sanki beni çağırıyormuş gibi mendil sallıyordu. Acaba hala yaşıyor muydu? Önünde eğilen başımın üzerinde gene onun bembeyaz iki elini hissedebilecek miydim? Arabelle’in verdiği bütün zevklerin kefaretini bir an içinde ödüyordum; yaşadığım zevklerin bana çok pahalıya mal olduklarını düşündüm acı içinde. Arabelle’i bir daha asla görmemeye yemin ettim ve o anda İngiltere’ye düşman kesildim, ölesiye nefret ettim. Leydi Dudley ırkının sadece bir temsilcisi olmasına karşın, yargımın yas tülleriyle bütün İngiliz kadınlarını sardım.

Sf: 350     
Hem zaten karşımızda bir düşman olmadan kazanacağımız bir zafer bize onur verir mi?

Sf: 351     
Ve Matmazel Madeleine’e şu meleksi sözleri söyledi; “Yavrucuğum, başkalarının mutluluğu, artık mutlu olamayacak kimselerin sevinci oluyor!” Sesinin tonu o kadar yürek paralayıcıydı ki, göz kapaklarımın ıslandığını hissettim.

Sf:358      
Henriette’de acılarını her zaman yenmiş bir insanın o sessiz görkemi yoktu artık. Yüzü uzamış ve balmumu gibi sapsarı olmuştu. Buna rağmen içindeki ateş, sıcak günlerde tarlaların üstünde parlayan buğu tabakası gibi, ışınlar halinde etrafa yayılıyordu. Çukurlaşan şakakları ve içine çöken yanakları, yüzünün iç şekillerini gösteriyordu. Bembeyaz dudaklarındaki gülümseme, ölümün alaycı gülümsemesini andırıyordu.

Sf: 359     
Ah Felix, neden sizi o kadar istedim bilmem ki? İşte, sonunda geldiniz.     
Ben ki, anılarınızda her zaman güzel ve görkemli kalmak, onlarda ölümsüz bir zambak gibi yaşamak isterdim; oysa sizi hayallerinizden yoksun bırakıyorum.     
Gözlerime yaşlar doldu; çiçeklere bakıyormuş gibi yaparak pencereye doğru döndüm.

Sf: 361     
Ellerimi ateş gibi yanan avuçlarının arasına aldı, beni kendine doğru çekti ve daha da boğuklaşan sesiyle,     
“Sana susamıştım,” dedi. “Seni göremediğim için can çekişir hale gelmiştim. Seni görememek benim için ölüm demekti! Bana yaşamamı söylememiş miydin? Ben yaşamak istiyorum. Ben at binmek de istiyorum! Her şeyi öğrenmek, tanımak istiyorum; Paris’i şenlikleri, baloları, eğlenceleri, her şeyi!”

Sf:362      
“Artık elimden kaçamayacaksınız!” dedi. “Ben de sevilmek istiyorum. Leydi Dudley gibi çılgınlıklar yapacağım ve ben de ‘My dee’ diyebilmek için İngilizce öğreneceğim. Çok güzel elbiselerim olacak, benimle övüneceksiniz. Annem, bu ihtişamlı ve lüks hayata katılmamı öğütlemişti bana. Onun öğütlerini dinlemiş olsaydım, sizi asla elimden kaçırmazdım ve kederleri yaşamazdım. Hayata doyamadan ölmek!”     
“Hayır, hayır!” dedim. “Hayır, ölmeyeceksin!”

Sf: 363     
“Doktoru serbest bırakalım,” dedi. “Manette’in yardımıyla Kontes’e afyon verecek. İşte, söylediklerini duydunuz; bu hareketleri bilerek mi yaptı, bunu anlayamadım doğrusu!”     
“Hayır, bilmeyerek yapıyor,” dedim. Çünkü o artık kendinde değil.

Sf: 364      
Birdenbire taraçanın alt yanındaki küçük kapıdan çıktım ve gidip ırmağın kıyısındaki sandalın içine girdim. Orada düşüncelerimle baş başa kalabilmek için adeta saklandım. Beni yaşatan o güçten kendimi kopartıp kurtulmaya çalıştım. Tatarların zina suçu işleyen kimseyi cezalandırdıkları işkenceye benzeyen bir işkenceydi bu. Onlar suçlunun bir uzvunu tahtadan bir aletin arasına sıkıştırır ve eğer açlıktan ölmek istemiyorsa, onu kesmesi için yanına bir de bıçak bırakırlardı. Benimki de tıpkı buna benziyordu; ruhum korkunç bir sınavdan geçiyordu ve bundan kurtulmak için onun en güzel tarafını kesip atmak zorundaydım. Hayatım mahvolmuş, eksik kalmış bir hayat oluyordu!

Sf: 365     
İçlerinde ölümü taşıyan gençlerin, cenaze törenlerine karşı duygusuz kaldıkları her zaman için dikkatimi çekmiştir.

Sf: 366     
Kontes’in acı çekmediğini öğrenince çok sevinen Manette yanımıza gelerek,     
“Madam uyuyor,” dedi.     
Böyle korkunç anlarda, herkes kaçınılmaz sonu bildiği halde, yine de en ufak mutluluk umuduna bile sarılmaktan kendini alamaz. Dakikalar, sağlık ve mutluluk getirmesi beklenen yüzyıllar gibi gelir insana. Hastaların gül yaprakları üzerinde dinlenmesi istenir, onların yerine acı çekmek istenir ve ruhlarını hiç beklemedikleri bir anda teslim etmeleri dilenir.

Sf: 373     
Kont’u ve aynı anda odaya giren çocuklarını gösterdi. Bu kadar narin yaratıkların vasisi olan ve gizli deliliğini yalnızca bizim bildiğimiz bu babanın görünüşü, kutsal bir ateş gibi yüreğime dökülen suskun yalvarmalar esinlendirdi.

Sf: 374     
Kontes’in konuşması bitince dualar başladı ve ardından Sache papazı ona şaraplı ekmek yedirerek son kutsal ayini yaptı. Birkaç dakika sonra Kontes’in soluğu sıkışmaya başladı; ardından da yeniden açılan gözlerinin üzerine bir bulut yayıldı, bana son bir bakış fırlattı ve herkesin gözlerinin önünde, belki de hıçkırıklarımızı işiterek ruhunu teslim etti.     
Kırsal yörelerde sıkça rastlanan doğal bir rastlantıyla, tek notalı şarkılarını defalarca yineleyen iki bülbülün sesini işittik. Kontes, uzun bir acıdan ibaret olan hayatının son acısını, son soluğuyla verdiği anda, bütün ruhumu sarsan bir darbe hissettim. Yatağının somyası üzerine uzanmış ölünün başucundan, iki rahip ve Sache papazıyla birlikte Kont’la ben de ayrılmadık. Kontes büyük acılar çektiği yatağında şimdi sükunet içinde yatıyordu. Bu olay benim ölümle ilk tanışmam oldu. Bütün gece gözlerimi Henriette’ten ayıramadım; bütün fırtınaların yatışmasının verdiği tertemiz ifadeyle, hala sayısız sevgilerle donattığım fakat artık benim aşkıma karşılık vermeyen yüzün beyazlığıyla büyülenmiştim. Bu sessiz duruşta ve soğuk görünümünde ne büyük ihtişam vardı! Bunlar insanda öyle düşünceler uyandırıyordu ki! Bu sonsuz dinlenişte ne büyüj bir güzellik, bu hareketsizlikte ne büyük bir zulüm vardı! Bütün geçmiş onda henüz yaşıyordu ve gelecek de onda başlıyordu. Ah! Onu ölüyken de seviyordum, canlıyken olduğu kadar.

Sf: 376     
“Başkalarının mutluluğu, artık mutlu olamayacak insanların avuntusudur.” diyen sevgi dolu bir kadının duygulandıran armağanlarıydı bunlar.

Sf: 377
Kont’un bu bencil duygusuzluğunu doğal karşılamak gerekir. Bu iki insanın ruhları da  bedenleri gibi hiç uyuşmamıştı ve duyguları canlandıran o sürekli bağı hiç kuramamışlardı. Oysa bu öylesine kuvvetli bir bağdır ki, koptuğu zaman birçok yerimizi birden götürür.

Sf: 378
Ömrümüzün sabahında hemen hemen hepimiz, benim Tours’dan Clochegourde’a gittiğim gibi, yüreğimiz aşka susamış, dünyaya dört elle sarılmış olarak yola çıkıyoruz. Sonrasında ise bütün varlığımız acı deneylerden geçtiği, insanların ve olayların içine düştüğümüz zaman her şey, yavaş yavaş ve hiç farkında olmadan küçülür, geriye büyük bir kül yığınının içindeki altın parçacığı kalır. İşte, hayat dediğimiz budur!

Sf: 379     
Eğer daha sonra sizin darbelerinize gönül hoşluğuyla teslim ettiysem de, bugün sizin açtığınız son bir yara yüzünden ölüyorum. Ne var ki, insanın sevdiği bir kimse tarafından yaralandığını hissetmesinde bile ölçüsüz zevkler var.

Sf: 381     
Ah! Soğukluğumun arttığı o anlarda beni kollarınızın arasına alsaydınız, mutluluktan ölürdüm! Kimi zaman sizin biraz zor kullanmanızı o kadar istedim ki!

Sf: 382     
Çocuklarımın ağzından çıkan adınız, kalbimi ve yüzümü hemen renklendiren daha sıcak bir kanla dolduruyordu; bu heyecan kaynamalarını o kadar seviyordum ki, ben de adınızı söyletmek için zavallı Madeleine’ime tuzaklar kuruyordum. Size daha ne söyleyeyim? Yazınızın ayrı bir güzelliği vardı; sanki bir portre seyreder gibi, mektuplarınızı seyrediyordum. Eğer daha ilk günden üzerimde nasıl kaçınılmaz bir etki yarattıysanız.     
Sizi o kadar temiz, o kadar güzel niteliklerle donatılmış, o kadar büyük şeyler başaracak güçte, tamamen gerçek, genç yaşında başından onca şey geçmiş ve o kadar çok acı çekmiş bir insan olarak bulunca, içime öyle büyük bir mutluluk ve zevk doldu ki! Hem erkek, hem çocuk, hem çekingen hem yürekli!

Sf: 383
Bende yarattığınız ürpertileri hiçbir şey bastıramazdı. Yanımda olsanız da, olmasanız da hep aynı güce sahiptiniz.

Sf: 385
Göreviniz çok uzun sürmeyecektir. Jacques pek yakında Paris’e büyükbabasının yanına gitmek üzere evden ayrılacak; siz de onu bu dünyanın tehlikeleri arasında onu yöneteceğinize söz verdiniz bana. Madeleine’e gelince, o da evlenir ya da umarım bir gün sizden hoşlanır! O tıpkı bana benziyor, üstelik güçlü de! Benim yoksun olduğum iradeye, mesleğinin siyasal yaşamın fırtınalarına hazırladığı bir erkeğin eşine gerekli olan o enerjiye sahip. Ayrıca becerikli ve anlayışlıdır. Eğer evlenirseniz, Madeleine annesinden daha mutlu olacaktır.     
Görüyorsunuz ya, ben hep bencilim; fakat bu zorba bir aşkın kanıtı değil mi? Bana olan sevginizi çocuklarımda ve kocamda devam ettirmenizi istiyorum. Sizin olamadığım için, düşüncelerimi ve görevlerimi size miras bırakıyorum. Beni, bu sözlerimi dinlemeyecek kadar fazla seviyorsanız, Madeleine’le evlenmek istemiyorsanız, hiç değilse Mösyö de Mortsauf’u olabildiğince mutlu ederek, ruhumun huzurunu sağlamaya özen gösterirsiniz.

Sf: 387     
Natalie, şimdi artık sizin de yakından tanıdığınız o yüce gönüllü Henriette’in tabutuna eşlik ederek ömrümde ilk kez bir mezarlığa girdiğim o korkunç günden beri, güneş daha az sıcak ve daha az ışıklı, gece daha karanlık, hareket daha yavaş ve düşünce daha ağır oldu. Toprağın bağrına gömdüğümüz kimseler vardır; fakat özellikle sevdiğimiz öyle insanlar vardır ki, kefenleri yüreğimizdir ve anıları her gün yürek çarpmalarımıza karışır.

Sf: 388     
Bir yaşam sadece işten ve hareketten oluştuğu zaman, bu yaşamı anlatmak kısa sürer; fakat yaşam ruhun en yüksek bölgelerinde geçmişse, bunun öyküsü karışık ve uzun olacaktır.

Sf: 391     
Burada her şey uçurumdu. Madeleine benim bu felaketlerin nedeni mi, yoksa kurbanı mı olduğumu anlamak istemeden benden nefret ediyordu. Eğer annesiyle birleşip mutlu olsaydık, belki de hem annesinden, hem de benden aynı şekilde nefret edecekti.

Sf: 392     
Mesela, ben de günün birinde Charles de Vandenesse ile, yükselmesi için ona katkıda bulunduğum ağabeyimle birlikte, daha babamın tabutu bile kalkmadan mahkemelik olacağımı düşünebilir miydim? Tanrım! En basit bir öyküden bile alınacak ne kadar çok ders var!     
Artık 1814’deki o yorgun, yaya yolcu değildim. O zamanlar yüreğim isteklerle dopdoluydu; bugünse gözlerim yaşlarla dolu. Eskiden hayatımı doldurmak zorunda hissederdim; bugünse onu pek ıssız ve sahipsiz hissediyordum.

Sf: 394     
Artık iyice tanıdığım ve bildiğim diplomatik soğukkanlılığına karşın, yine de şaşırıp kaldım. Benim yerimde bir başkası olsa bundan daha az şaşıramazdı.

Sf: 395     
O andan itibaren de ne kadar güzel, ne kadar akıllı, ne kadar sevgi dolu olursa olsun, hiçbir kadınla asla ilgilenmemeye karar verdim. Bu kararı son derece başarıyla sürdürdüm. İnanılmaz bir zihin dinginliğine, çalışmak için büyük bir güce kavuştum ve sevimli birkaç sözcükle bize verdiklerinin karşılığını ödediklerini sanan bütün bu kadınların yaşamımızda ziyan ettikleri, har vurup harman savurdukları her şeyi anladım.

Sf: 396     
Bütün bu işin içinde benim asıl kime acıdığımı biliyor musunuz? Sizin günün birinde seveceğiniz dördüncü kadına acıyorum! O kadın kaçınılmaz olarak üç kişiyle mücadele etmek zorunda kalacak. Bu nedenle, onun olduğu kadar sizin de yararınıza, sizi hafızanızın tehlikelerine karşı uyarmak zorundayım.

Sf: 397     
Kimi zaman sıkılıyorsunuz ve başkalarını da sıkıyorsunuz; üzüntü ve bıkkınlıklarınızın adına melankoli diyorsunuz. Bakın, bu doğru; fakat işin gerçeği çekilir bir insan değilsiniz ve sizi seven kadına dayanılmaz kaygılar veriyorsunuz.

Sf: 398     
Bu nasıl bir şey sevgili Kont? Yaşamınızın ilk dönemlerinde tapılası bir kadına, sizin geleceğinizi, yazgınızı düşünen, size Yüksek Meclis Üyeliği’ni veren, sizi deliler gibi seven, sizden yalnızca sadık olmanızı isteyen mükemmel bir sevgiliye sahip oldunuz ve onu üzüntüden öldürdünüz. Bundan daha korkunç bir şey düşünemiyorum. Arzu ve isteklerini Paris kaldırımlarında sürükleyen en ateşli ve en bahtsız genç erkekler arasında hangisi sizin değerini bilmeyi beceremediğiniz bu nimetlerin yarısını elde edebilmek uğruna on yıl uslu oturmazdı ki!

Sf:399
Kadınları hiç mi tanımıyorsunuz siz? Onlar neyse odurlar; onlarda üstün niteliklerinin getirdiği bazı kusurlar bulunmalıdır.     
Evet, sizi gerçekten çok seviyorum. O kederli şövalye tavrınız beni her zaman son derece etkilemiştir. Hüzünlü insanların vefalı olduklarına inanıyordum; fakat daha toplum yaşamına girer girmez kadınların en güzelini ve en erdemlisini öldüreceğini bilmiyordum. Şimdi ne yapacağımızı düşündüm. Öyle sanıyorum ki dostum, geriye yapacağınız bir tek şey kalıyor: Madam Shandy gibi bir kadınla, yani aşktan ve şehvetten hiçbir şey almayan, Leydi Dudley ya da Madam de Mortsauf’un varlığını hiç umursamayacak olan, hüzün adını verdiğiniz ve sizi tıpkı yağmur altında yürümek gibi monoton bir eğlence haline getirdiğiniz dalgın anlarınızda size aldırış etmeyecek ve sizin için hasta bakıcılık yapacak bir kadınla evlenmelisiniz.

Doktrin: “Aşk: Aşk hep sabırlı ve şefkatli olmak, asla kıskanmamak, asla övünmemek, asla kendini beğenmemektir. Aşk hiçbir zaman kaba ve egoist değildir, hiç gücenmez.Eğer diğeri üzgünse aşk hiç mutlu olmaz, hiçbir şeyden zevk almaz. Aşk; bağışlamaya, güvenmeye, umut etmeye, hayatın zorluklarına dayanmaya hep hazırdır.” – Bernard Jensen