Ben anamı hiç ölmeyecek zannederdim. Sanki ölümsüzlük iksiri içmiş de sonsuza dek bu dünyanın sahibi olarak yaşayacakmış gibi gelirdi bana. O ölünce yeryüzü ayağımın altından kaydı, dipsiz ve karanlık bir boşlukta kaybolup gittim. Annem benim gezegenimmiş meğer.
Anam benim yeryüzümdü. Ne biliyorsam, ne öğrendiysem sebebi anamdır. Yazdığım her şey de öyle. Anam yazdırdı!
Evde benden büyük zebella gibi üç abi vardı ve et yemeğini bitirmeden bana bırakmışlardı. Olacak şey değil! Anlamalıydım aslında kumpası ama demek ki çocuk aklımla durumu iyiye yormak istemiştim.
(Yatağa işeme sorununun çözümü, kocakarı yöntemi: kirpi eti yemek.)
Tamam, kitapları keşfetmiş, oradan bir çıkış yolu bulabileceğimi anlamıştım ama meyvelerini çok geç hasat edebileceğim bir keşifti sonuçta.
Hastalar, bildikleri ve güvendikleri doktorların peşini bırakmazlar. Çünkü sadece muayene olan-eden ilişkisi yoktur aralarında. Her hasta muayene olduğu hekimin dünyaya sadece onu iyileştirmek için geldiğine inanır.
Babam, ölünceye kadar yakasında Atatürk rozeti taşıyan, yeni kurulmuş cumhuriyetin erken romantik kuşağına mensup bir adamcağızdı.
Avanos Halk Kütüphanesi’nin sarı renkli üyelik kartı, çocukluğumun her kapıyı açan mucizevi özelliklerine sahip pasaportuydu adeta.
Önce okuyarak, sonra da yazarak, dışarıdaki dünyanın bana dayattığı gerçeğin ötesinde başka bir hakikati keşfetmiştim.
Gerçek hayatı, kendi kurguladığım yaşamlara feda ederek, hem bana dayatılan hayatı reddediyor hem de hayal ettiğim dünyanın yazarak da gerçekleşebileceğini görüyordum.
İnsan vücuduna cesur bir giriş yapan Barnard, ancak bir tarıya yakışır ustalık ve mükemmellikte davranarak, bir insandan başka bir insana kalp naklini başarıyla yapmıştır.
Temsil ettikleri yaşamın devamlılığını sağlayan hekimler, garip bir biçimde ölümün de en yakın şahidi ve sahibiydi.
Annem her zamanki gibi olan bitenden muaf, fakat babama söylemeye de hiç hevesli değil.
Gündüz gayet terbiyeli terbiyeli derslerine girip kantininde tost beklediğim okulumun duvarlarını, geceleri sloganlarla doldurup boyamaktan da geri durmuyordum.
Bendeki bu tuhaf yaşam oburluğuna ben de şaşarım bazen.
Ülkeyi yönetenlerin, her fırsatta doktorlara,
“Bunlar paragözdür, yiye yiye doymazlar, elleri hastaların cebinde, iğne yapmayı bile bilmezler, hemen şikayet edin…” diye ajitasyon yaptığı bir memlekette, ilacın ürün, sağlığın pazar, doktorların satış elemanı, hastaların da müşteri haline getirildiği bir sistemde, doktorların hastalarla karşı karşıya gelmesi ve şiddete uğraması kaçınılmazdır.
Her gün onlarca akranımızın ya da başka meslek gruplarından insanın öldürüldüğü bir ülkede olan bitene seyirci kalmak veya tarafsız durmanın yakışıksızlığı, Ulutaş Hoca’nın bilim ve öğrenme üzerine kurduğu dünyanın sınırlarına çarpıp tuzla buz oluyordu. Tüm bu dünyanın ortasında kendinden emin dolaşan İsmail Hoca’yı yakınlarda kaybettik.
Şimdi bulunduğum yerden hocayı nereye koyacağımı bilemiyorum. Bazıları öyle yaşadı; hoca da böyle…
Öyle ya da böyle İsmail Hoca çok önemliydi hayatımızda. Çünkü anatomi dersi önemliydi.
Kadavra Odası: Birincisi, o yaşta herkesin duyumsayabileceği varoluşsal sıkıntının, şimdi tüm çıplaklığıyla(!) önümde duruyor olmasıydı.
İkincisi ise, bir ölüye ilk dokunuşla birlikte yaşadığım merakla karışık korkuydu. Hayat da ölüm de bu kadarcık bir şeydi işte…
Dersimizin adı proktoloji. Yani rektumla, anüsle ilgili bir bölüm. Daha açık söylemek gerekirse, Göt Bilimi de diyebiliriz.
Yarım kilo botilismusu eşit miktarda dağıtmayı becerebilirseniz, dünyadaki tüm insanları öldürebilirsiniz.
Konservenin yarattığı bu zehir, dördü yetişkin, üçü çocuk yedi kişiyi mermer teşrih masasına uzatmıştı. Dayanılmaz bir görüntüydü. Aynı ailedenmiş, cenazelerin sahibiymiş adam. Konserveden yemeyince tesadüfen kurtulmuş. Sitemkar bir ses tonuyla, koca İzmir’de bu tabutları bulabildiğini ve eksik iki tabutu aradığını söyledi. Öylece baktım suratına. Belki de acısıyla böyle baş edebiliyordu, eksik tabut derdine düşerek.
Karaciğer apsesi! Bunu da bilmiyordum ama biliyormuş gibi dereden tepeden bir şeyler söyledim. Hocanın yüzü iyice asıldı.
1981 yazı, İzmir’de, arkadaşlarımla gençliğimizin en güzel zamanlarındayız. Faust gibi:
“Dur ey zaman, sen ne güzelsin.” – Faust
Matematikçi, fizikçi, genetikçi, biyolog ya da çok iyi mühendis olabileceklerine adım gibi emin olduğum arkadaşlarım uzmanlık alıp kendi muayenelerinde ya da fakültenin karanlık koridorlarında bu yolculuğa razı gelerek yaşlanıp gittiler.
12 Eylül faşist askeri darbesi, benim kuşağımın en büyük fay hattıydı.
Bizim adımıza alınan kararlar, ceberut ve pederşahi bir devlet anlayışı ve en kötüsü de, bir imparatorluktan kalan bakiyeye hastalıklı bir koruma duygusuyla sarılan bir yönetici akıl.
Bugün bile Atomik Bomb Hospital’da 45 yıllık acının ardından radyasyon etkisinden ölmeyi bekleyen 2.700 kişi var.
İnsanın, kendini ve başkalarını kandırma becerisi en büyük lanetidir.
Nasıl bir öz güven akıyor üzerimden! Ha deyince koparırdık dalından elmayı ve yıldızı yerli yerinden…
Bala ve Keskin aynı coğrafyanın birbirine yakın iki kasabası olsalar da insan dokusu, tepki ve davranış biçimleri birbirine hiç benzemeyen yerleşim yerleriydi.
18. yüzyılın sloganı mutluluktu.
19. yüzyılınki ise özgürlük.
20. yüzyılın sloganı sağlıktı.
12. yüzyıla en yakışacak sıfat “hadsizlik” olurdu.
Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin kıymetini bilmeyen insanların doldurduğu bir gezegendeyiz artık.
Hayatımız tam olarak bizim ona verdiğimiz değerdir. Ne kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız önemlidir.
Sağlığı kaybettikten sonra geri kazanmak daha zordur.
Tedavici hekimlikte hizmet sunulanlar “hasta”dır;
koruyucu hekimlikte ise “sağlam birey”lerdir.
İyi fotoğraf, o fotoğrafta görünmeyen kişiyi akla getirir.
Ekmek yenen masaya dinlenmek için dahi ayak uzatılmayan, siftah yapmadan para harcanmayan, meslektaşların kardeş, ustanın baba, çırağın evlat kabul edildiği, paraya tamah edilmeyen, işlerin sakin, gösterişsiz, mağrur ama akılalmaz bir alçak gönüllülükle yerine getirildiği bir dünya…
“Hayattaki işinizde erdem yoksa, günün sonunda elinizde sadece utanç ve kötülük vardır.” – Platon
Becerikli, deneyimli ve hırslı birisi. İyi anlaştık adamla. Gazlı bezleri en küçük boyutta (mikro) kullanması, sünnet yapma merakı, küçücük dispanserin ortasına bir Atatürk köşesi hazırlayıp, dev vir yazıyla Kanuni’nin,
“Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” deyişini astırması…
Röntgen cihazının bulunduğu odayı pahalı diye kurşunla çevirmediği için her radyolojik çekimde dışarıdaki tuvalete gidip saklanıyordum.
Dört tane ön, altı tane arka ayağı olan hilkat garibesi bir kurbağa, dört tarafı aynalarla çevrili bir kutuya konur. Farklı açılardan kendini izleyen kurbağa korkuyla bir sıvı salgılar. Eski Japon hekimleri de bu sıvıyı söğüt dalıyla kaynatarak yara iyileştirmede kullanırlarmış.
“Kurbanlara, umutsuzlara, yitiklere davranışı göklere çıkartmadan yardım edilmelidir.” R. Jacoby
Adı Gül olan bir şizofreni hastasının şiiri:
Uçuk beyaz bir ay var
Gönlümün maviliklerinde
Çook uzaklarda
Hep benimle nasıl olacak bilmiyorum
Yaşam…
Bir tek gül açmış bahçede
Gül çoook üşüyecek!
“Ya onlardan biri ol, ya da orayı terk et.” – Arap Atasözü
Aslında hastalık yoktur, hasta vardır. O hasta da insandır. Her insan kendine has ve biriciktir. Her hastanın tedavisi de kendine özgüdür.
Yunancada hekimlik “iatros”tur. Bilgi ve bilim ise “logia” yani “loji”dir. Bizim hekimlik müfredatında “loji” ile bilinen bir sürü branş vardır:
Nöroloji, nefroloji, üroloji…
Oysa “iatros”la biten üç şey vardır:
Pediatri, psikiyatri, geriatri.
Artık şuna dönüştü:
Hastanın verilerini bilgisayara yükle, kanını al, emarını yanına koy, tuşa bas ve “Tanı şudur,” de. İlaçlarını ver, evine gitsin.
Hasta orada durmuyor mu?
“Sen kimsin, nesin, derdin nedir?” diye sorsana bi önce.
Dünyanın %6’sının tükettiği şeyleri, dünyanın yarısı üretiyor.
Sinemayı bu kadar büyülü kılan şey, belki de insanların “yitirdikleri zamanı” sinemada bulma, zamanı dondurma ihtimalidir.
Hikayelerimiz, dünyaya anlam arayışımızın deniz fenerleridir. Ses verir, yol gösterir, bazı emniyet telakki eder.
Şimdi, dediğimiz şey geleceğin geçmişiymiş.
Paris çok güzel bir şehirdi kuşkusuz ama o kadar işte; memleketim değildi. Buralıydım ben.
İstiklal Caddesi’nin gözümüzü kamaştıran ışıkları bir şeyleri aydınlatan değil, karartan da bir işleve sahipmiş.
Şimdi acil servis olan binanın zemin katındaki kamyon tamirhanesinde çalışan ustaya, burayı hastane yapacağımı söyleyince,
“İyi olur, buradaki herkes kafadan hasta zaten, onlara baksan yeter,”
derken aslında benim de pek normal olmadığımı düşünmüştü.
Metin Erksan’ı tanımamış bir Ercan Kesal eksik biri olurdu; daha güvensiz, daha kibirli, daha cahil ve elbette daha az neşeli! Erksan, içinden gelerek, kendinden veren bir adamdı. Bunu da büyük bir istek ve heyecanla yapardı. Sahaflardan zorla aldırttığı bir kitabı okuyup ertesi hafta karşısına çıktığımda sevinçten gözleri parlardı. İnsan, başkasının okuduğu kitaba niye bu kadar sevinir? Ama o sevinirdi. Öyle coşkun bir adamdı ki, boyuna, hiç ölmeyecekmiş gibi planlar yapardı.
Kieslowski, “Üç Renk”i çektikten sonra,
“Artık film çekmek istemiyorum,” diyerek çok erken yaşta, kariyerinin de zirvesinde sinemayı bırakır. “Niye bırakıyorsun, şimdi ne yapacaksın?” dediklerinde de,
“Artık eve gidip rahatça sigara içebilirim.” der. Zaten iki sene sonra da kalp krizinden ölüm haberi gelir.
Kieslowski, asistanıyla sigara içerken yanına genç bir kadın gelir ve yıllardır küs olduğum annemi sizin filminizden (The Double life of Veronique) sonra aradım ve barıştık.
Kieslowski asistanına döner ve,
“Sadece bu kız için bile bu film yapılırdı.” der.
Guatemala’da,
“Gerçek bir devrimci olabilmek için gerekli ne varsa yapıp kendimi mükemmelleştireceğim.” diyen Guevara burada “Hey” anlamına gelen “Che” unvanını alır.
Hekimlikte, istediğiniz her şeye sahip olsanız dahi, sırf tedavi ettiğiniz hastanızın şükran dolu bakışları için her türlü riski göze alırsınız.
“Yaşam, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süredir.” – Tarkovski
İçinde bulunduğun toplumun hem parçası hem de özüsün. Değiştirme gücüne sahipsin, aynı zamanda değişensin de…
Bir bütünün içinde, geride kalanlara zarar vermeden tek bir öğeyi dahi ortadan kaldıramayacağımız bir denge kaimdir.
Ey hekim dostum; bir sacayağının üçüncüsüsün unutma.
Hasta, hasta yakını ve hekim.
*
kaim: var olan
hilkat garibesi: bedeninde doğuştan gariplikler bulunan
teşrih: anatomi, iskelet
ajitasyon: körükleme, duygu sömürüsü yapma
kumpas: hile, düzen
rint: gönül eri, sarhoş ayyaş kimse
handiyse: neredeyse, hemen hemen
darbımesel: kıssadan hisse, hikayenin özü, son cümlesi
alı al moru mor: telaş ve utançtan kıpkırmızı kesilmiş
kahir ekseriyet: ezici çoğunluk
muhibbi: sevgi duyan, dost
horanta: aile halkı
yüz geri etmek: geri dönmek
sıdkı: iç yürek temizliği, doğruluk
otonom: özerk
duhul: giriş
anatomi: gövde yapısı
mutat: alışılmış
mukim: ikamet eden
mavra: palavra, geyik, goygoy
tenasül: üreme
peyda, peydah: ortaya çıkma, zuhur etme
feyiz: verimlilik, bilgi, bereket
mezcetmek: birbirine katmak, karıştırmak
kerahet vakti: güneşin doğuş veya batışı
şüreka: ortaklar
entelijansiya: aydınlar takımı
künh: öz, kök
kadim: eski, ezeli
tarassut: gözlemleme
elhak: hiç şüphesiz
periferi: kenar, dış yüzey
ihtilal: devrim, köklü değişiklik
mihenk taşı: denek taşı, birinin değerini anlamaya yarayan ölçüt
telakki: anlayış, görüş
litost: bir kişinin kendi perişanlığını görerek aniden acı çekmeye başladığı durum
sarakaya almak: alay konusu yapmak
bibliyografya: kaynakça
amil: sebep, faktör
inkişaf: gelişme
entropi: kullanılamaz, düzensiz enerji
idame: baki kılmak, sürdürmek
ikame: yerine koyma, yerine kullanma
zebella: çok iri yarı kimse
Doktrin: “Tıp bir sanattır, kişiyi oyalar. O esnada vücut kendini toparlar.” – Voltaire
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (29)
- english (8)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (149)
- kitap (156)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)