Vedat Milor’un da en sevdiği kitaplardan olan bu kıymetli eseri zaten iki kez okumuştum.
Kafama takılan ve bazı kelimelerini muğlak hatırladığım iki şık sahne vardı.
Sırf bunun için 3. defa okudum. İşte o iki pasaj: 🙂

Sf: 204
Felek bu gece beni Hayri Beyefendi yaptı. Onun tadını çıkaralım.
Bir ayağımı öbürünün üstüne atıyorum ve etrafa kayıtsız kayıtsız bakıyorum.
Belki de ben, kendim öyle yaptığımı sanıyorum.
Belki de yüzüm karmakarışıktır.

*

Sf: 316
Nevzat Hanım bu fırsattan istifade ederek ta uzakta bir pencerenin yanına çekilmiş, ayakta dışarıya bakıyordu. İlk defa yüzünden tatlı maskesini atmıştı. Çizgileri sert ve adeta bütün canlılığıyla dışardaydı.
Bu haliyle belki eski tanıdığımız Nevzat Hanımdan çok başka, ateşe hazır bir silah gibi güzeldi.
Yavaşça yanına yaklaştım ve babacanlığımın verdiği cesaretle:
– Burada ne diye beyhude yere sıkılıyorsunuz? diye sordum. Bakın, Ekrem orada sizi bekliyor.
Biçareye biraz iltifat etsenize… Senelerdir bunu bekliyor.

Yüzü birdenbire yumuşadı.
Daha doğrusu biraz evvelki halinden çıktı, fakat eski alışılmış çehresini de bulamadı.
Adeta yarı yolda kalmış gibiydi.

* * *

Aselban’ın geceden daha siyah saçları, yıldızlardan daha parlak bakışları, yaseminden beyaz teni, sülünlere haset ettirecek edalı yürüyüşü vardı.

Hayatta “hep”i elde etmek için “hiç”in kısır çölünde yaşamayı tercih etmişti.

– Size bu hafta görmeniz gereken rüyalar listesini veriyorum.
– Doktor, isteyerek rüya görülür mü hiç? Reçeteyle rüya…

İyilikler de kötülükler gibidir, beraber gelirler.

Çoktandır saygılı ve iyiye gitmediği bilinen bir yarayı açıp, ümitsiz dehşetle karşılaşacakmışım hissini duyuyordum.

Kıkırdamalar, gülüşler ve haz baygınlıkları.

İspirto alevi gibi parlayan otuz iki diş.

Horozu dövüşte yenilmiş mahalle delikanlısı gibi üzülüyor, pis pis düşünüyordu.

Karanlık ve karlı gecede, evinizde otururken birdenbire kapıyı çalan ve sobanızın önünde paltosunu ve boyun atkısını üzerlerindeki buzları çatırdata çatırdata çıkaran bir misafir gibi gelmişti.

Gözlerinde acayip parıltıların dolaştığı andır. Sonra incecik dudaklarını ısırır ve bir kutu kapatır gibi sımsıkı kilitlerdi.

İşte o zaman bir insanın, başkalarının hayatındaki yerini öğrendim.

İnsan insanın cehennemidir.

Halinde, annesinden izin almış bir kızın rahatlığı göze çarpıyordu.
Bir ağırlıktan kurtulmuştu. Masallardaki cadıları başından savmış gibiydi.

Sesini duymayacaktım. Ellerinin işaretleri, dar alın çizgileri rüyama girmeyecekti.

Bu güzel bahar gününü bana zehreden talihimi düşünüyordum.

Serin, diş diş bir güzelliği vardı.
Onda en hoşuma giden taraf, zaman zaman çok derinde kalmış bir şeyin kendisinde uyanmasıdır.

Güzel bir adam.

Alın, yok denecek kadar dardı. Kollar uzun ve parmaklar küt, el ayaları geniş ve kırmızıydı.
Alt dudağın kalınlığı hilekar ve yalancı olduğunu gösteriyordu.
Medeniyetin uğramadığı kaba sesi fırça gibi dikenliydi.
Dişleri sarı ve birbiri üstüne binmiş ters türstü. her kusur onda toplanmıştı.
Zulüm ve cürüm işlemek için yaratılmıştı.

Ona teferruatla baktım, bir böceği süzer gibi inceledim onu.

Biz garibanlar böyleyiz. Kader sarayında bizim işlere bakan büro hiç şaşmaz, ihmal etmez.
Korktuğumuz en ufak ihtimalin bile bedelini öderiz.

Doktor Ramiz, beni Halit ayarcı ile tanıştırıyor. Saatçi Agop Saatçiyan’a kızıyorum.
Fazla yağ kullanmayın, imam bayıldı yapmıyorsunuz.

Bu bir el işidir. Sanki ustadan ustaya yazılmış mektup gibidir.

Yaptığımdan utandım. Kendi kendime “hoş görsün!” dedim.
Benim gibi akşam ne yiyeceğini düşünmeye mecbur değil ya!

O her ağzını açışında ayaklarımın altından toprak kayar gibi oluyordu.

Ekşimiş pilaki ve yanmış zeytinyağı kokusu ciğerinizi haşlayan meyhaneler.

Gözlerinde fena bir pırıltı var.

Gözleri ona her iliştikçe, elindeki meze tabaklarıyla pencereden dışarıya, denize, göklere doğru uçacak. 
Rakı:
İlk yudum, çok ince bir sakız lezzeti var.
İkinci yudum, kafamın içinde kapak gibi ağır bir şey döndü.
Üçüncü yudum, bütün vücudumda tanımadığım bir sıcaklık.
Dördüncü yudum, kulaklarım hamamdaymışım gibi çınlıyor.

İçinde büyük bir buz parçası eriyen kadehin arkasından onu seyrediyorum.

Birdenbire kendini unutmuş gibi mezeleri yiyor. Tabaklar önünden resmi geçit yapıyor.

– Bırakın doktor şu psikanalizi.
– Doktor derhal psikanalizi bırakıyor ve hemen onun yerine ıstakozu alıyor.

O yarı ayağa kalkarak son derece haysiyetli bir tavırla selamını aldı.

Halit ayarcı mühim adamdır, ama ona iltifat eden daha mühim adamdır.

Birdenbire yüzünde bir çocuk tebessümü belirdi. Aniden masadaki barbunyalar (balık) dikkatini çekti.
Ben bekleyebilirdim, fakat barbunyalar bekleyemezdi. Onlar beklerlerse soğurlardı.
Soğuk barbunya ise hiçbir işe yaramazdı. Aynı tebessümle bana baktı ve sol elini omzuma koydu.
Bu iltifatın altında üç santim kadar döşeme tahtasına gömüldüm.
Sağ eli bir kadın saçı okşar gibi masaya uzandı.

Barbunyayla ana baba kardeş olmuştuk. Buzlu badem tabağı dikkatini çekti.
Şüphesiz bu yeni icat edilmiş bir nesne olacaktı. Bir taraftan onu tadıyor, diğer taraftan Halit Beyle konuşuyordu. Tuhaf bir konuşmaydı bu: Söyleneni dinlemiyor, bademle meşgul olduğu için kendisi de konuşmuyor; fakat boş durmak da ayıp olacağı için karşısındakinin bir şeyler söylemesini istiyordu.

Sonra omzumdan istemeye istemeye elini çekti.
Fakat bu ihaneti için tatlı bir bakışla gönlümü almayı da ihmal etmedi.

Asur tanrılarının omuzları gibi nur içinde bakıyordu.

Bağlanmıştım, lehimlenmiştim, kaynamıştım.

Eliyle “anlatılması güç!” der gibi bir işaret yaptı.

Durmadan yiyor, içiyor, gülüyor, konuşuyordum. Alkol bütün hafiflik kapılarını açmıştı.
Her kadehte, her yudumda beni boğacağını sandığım sıkıntılar tan vakti cami avlusundaki ağaçlardan kalkan karga sürüleri gibi üzerimden kalkıyor, bir daha dönmemek üzere çok uzaklara uçuyorlardı.

Omzumu çökerten ağır ve heybetli elinden, gözlerime akan mıknatıslı bakışlarından kurtulmuştum.

Evliya ve keramet sahibi zatların türbelerini ziyaret eder, dua eder, yalvarır, mezarlarından yanıma taş alır, parmaklıklarına ceket astarımı yırtıp bağlardım. Hiçbirisi bana bu tesiri yapmamıştı.

Nefsini terbiye ederken mala mülke kıymet vermemiş, ellerine geçeni de şuna buna dağıtmış insanlardı.

Altı saattir her hareketine hayran olduğum adam deli çıkmıştı. Bunun böyle olması için boğazıma sarılmasına, soyunup çırçıplak taklalar atmasına hiç ihtiyaç yoktu.

İnce, tatlı sisler içinde yumuk yumuk bir sabahtı. Açık pencereden giren rüzgar ve motor sesleri henüz yanmakta olan lambalara hücum ediyordu. İçimde dünyanın en mesut hafifliği vardı.

O zamana kadar tanıdığım kadınların hiçbirine benzemiyordu.
İnsanla dost olması için bir saniye görmesi kafiydi. Hayatında hiçbir sırrı yoktu.
Susmayı sevmezdi. Hiç kimse ile darılmak adeti değildi. Üç kocasından da dostça ayrılmıştı.
Hala da ahbaplıkları devam ediyordu.

Kendimi hayata yeniden başlamış sanıyordum. Ve bu hisle dünyanın en muntazam insanı gibi yaşıyordum. İçimde müthiş bir gayret uyanmıştı; dağlar devirmek istiyordum.

Bir işim vardı, fakat yapacağım bir iş yoktu.

Üzerinde kayabileceğimiz kadar cilalı bir masa geldi.

Ben müdür muavinliğimin değil, almakta olduğum üç hademe ücretinin peşindeydim.

Acaba öldüm de cennette miyim.

Kılıfları içinde uyuyan yazı makinelerine baktı.

Zaman gibi izafi bir şeyle meşgulsünüz.

Bir iki günah keçisi almak niyetindeyim. bilirsiniz, eskiden Yahudiler her sene çöle günahlarını yükledikleri bir keçi salarlarmış.
(Günah keçisi buradan gelir.)

En tatlı tebessümleriyle beni yakaladı ve bir örümcek gibi sardı.

Çok açık fikirli, berrak görüşlü bir insan.

Konuşmanın bundan sonrasının beni sıkacağını anladım.

İnsan talihi bu idi. Kimse yıldız olarak kalmıyordu.
Muhakkak hayalimizdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti.

Kirpik işaretleriyle sizi tasdik ediyordu.

Yalnız her şeyi paraya bağlamamalıdır. İnsan iradesi daima maddi şartları yener.

Bu yüzden aylardır Halit Ayarcı’nın ayağıyla ittiği bir futbol topuna benzemiştim.

Hemen hemen aynı zikzaklardan geçen bir cümle ile teşekkür etti.

Yıllardır bana yaptığı bütün haksızlıkları yirmi dakikada ödemeye karar vermiş gibi beni durmadan övüyordu.

Birinci karım çok iyi kadındı. Fakat beni anlayacak seviyede değildi.

Birden beni görünce şaşırdı. Benzi kül gibi oldu.

Sazı alıp orasına burasına dokundum. Maksadım bilmediğimi göstermekti.

Sonra ceketimin düğmesini tuttu; gözleri gözlerimin içinde…

Dünyanın en şefkatli sesi sandığı bir sesle nazlana nazlana.
Radyoda kadın sesiyle yapılan o reklam özentileri bile bu kadar soğuk olamazdı.

Reçel kavanozuna düşmüşüm gibi bütün ömrümce tatmadığım bir yığın tatlı serzeniş içinde yavaş yavaş boğuluyordum.

Dünyanın en kayıtsız çehresiyle tepsiyi masanın üstüne koymasını söyledi.

Uykusundan silkindi, avucunu sinek avlar gibi birden havaya uzattı.

Bir kartal kadar azametli şapka.

Fırsat bulsaydım kahkahadan çıldırabilirdim.

Benim bu sözlerim üzerine en gürültülü kahkahalarından birini attı.

Bütün vücuduyla omzuma asılmış kulaklarımı ısırıyordu.

Tek başına bütün bir kutbu donduracak soğuk sesiyle.

Birdenbire bütün kainatım Cemal Bey olmuştu.

Bir kaşını kaldırmış düşünüyordu.

Yüzü çiçekçi vitrinlerine benziyor, ışık ve renk içinde.

Evde adım “yapma çiçek”ti. Beni göğsümde yapma çiçek olmadan sokağa çıkarmazdı.
“Sen de taşı”  derdi hep, “Sen de taşı! Çünkü ben seni yanımda hep böyle taşıyorum.”

Daha beş yaşındayken annesiyle gittiği bir evde, cam kavanozdaki balıkları sudan çıkarıp eliyle gözlerini kör ettikten sonra tekrar suya atan ve onların can çekişmesini gülerek seyreden adamdan ne beklenirdi.
Her tanıdığı insana bu balıklara yaptığını yapmıştı.
Kimsenin gözünü çıkamamıştı, ama herkesin benliğiyle oynamıştı.

Dudakları kısık, vücudu dimdikti. Yüzünde garip bir sarılık vardı.

Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde…
Fakat daima ödersiniz… Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz,
ki bundan daha korkunç bir şey olamaz.

Ölüm ve cinayet gibi büyük daralar teraziye girmeseydi, belki ondan kurtulduğumdan memnun bile olurdum.

Ne garipti, hepimiz Halit Ayarcı’nın elinde bir kukla gibiydik.
O bizi istediği noktaya getiriyor ve orada bırakıyordu.
Ve biz o zaman, sanki evvelden rolümüzü ezberlemiş gibi oynuyorduk.
İçimde ona karşı hiddet, kin, isyan ve hayranlık birbirine karışıyordu.

Doktor eğlenmesini biliyor. O sizin gibi değil. Siz her girdiğiniz yerde, evvela nelerden iğrenebilirim, nelerden azap çekebilirim, diye etrafınıza bakıyor, ondan sonra da hep burnunuzun altına bir tutam ısırgan otu asmışlar gibi silkine silkine dolaşıyorsunuz.

Babayani bir adamdı.

Hareketleri çolpa, dikkati dağınık, tepkileri geç ve kesikti.

Gözlerini yummuş, bir yastık arar gibi başını arkaya atmıştı.

Onu meyve ve sade soda içerken buldum. Acaba serveti ölümüne kadar idare edecek mi, diye düşündüm.

Parmaklarımı onun elinin mengenesinden kurtarana kadar gözlerinin içine bakıp tebessüm ettim.

Lugattan öğrendiği ilham perisi tabirini tam yerinde kullandığı için dünyalar verilmiş kadar mesuttu.

Misafir hanımın yere düşen mendilini ağzıyla ona getiren fino yaltaklığıyla bana döndü.

Bu, bir sürü kurdun açlıktan uluması gibi bir şeydi.

Etraf sadece göz olmuş onlara bakıyordu.

Bir tekme ile bütün iç dünyamdan uzaklaşmıştım.

Karımın ölümünden sonraki senelerde her gece, adeta kapı eşiklerinde onun Zehra ile kucak kucağa, birbirlerine sokularak, ağlaya ağlaya beni bekleyişlerini düşündüm. Gözlerim yaşardı. Biraz yüz bulsaydım her şeyi söyleyecek, af dileyecektim.

Ben kibrit kutularımı bir sepete tıkıp enstitüye gittiğim zaman başka adam olacaktım.

Hiç boks maçına gittiniz mi? İlk önce bakmayız bile! Sonra birdenbire heyecanlanırız, bir tarafı tutarız.
Bir an evvel, kafi derecede kuvvetli olmamasına kızarız, haykırırız.
Haydi! deriz, Daha kuvvetli, daha müthiş! deriz ve öyle olmadığı için üzülürüz.
Fakat hangimiz o esnada o adamın yerinde bulunmayı isteriz? Hiçbirimiz, değil mi?
Bunlar da öyle işte… Mücadeleyi bizim tarafımızdan seyrettiler ve bizi alkışladılar.
O anda çok samimiydiler. Fakat şimdi siz “ringe buyurun” deyince iş değişti.
Burada kendi menfaatleri, kendi emniyetleri var!

Masallarda birdenbire parlayan, fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca toprak yığınına dönüşen büyülü hazineler gibiydi.

Bir kolumu ve bacağımı kendi elimle kesmişim, çoluk çocuğuma karşı büyük bir hata yapmışım gibi bir azap, o her şeyi alt üst eden karmakarışık korkulardan biri vardı.

Sanki çok cilalı bir satıh üzerinde yine iyi cilalanmış herhangi bir şeyi ufak tefek dokunmalarla kaydırıyordu.

O dakika yılan olup onu ısırmaya razıydım.

Dolmabahçe’ye gelirken denizi görmüştüm, sonbahar güneşinin yaldıza boğduğu mavilik, yavaş yavaş alışmaya başladığım talihimle arama, birdenbire uyandırıcı bir şey gibi girmişti.

Tek pencerenin önünde, duvarın dibinde tozlu ve sefil, adeta sürünen mevsim sonu çiçeklerine bakarak düşünüyordum. Bir arı dikine bana doğru geldi. Benden bir karış ötede pencerenin pervazına mecalsiz kondu.

Ben maalesef kendim başladığım bir yalanın kurbanıyım. Bir gevezelik. Belki burda bütün insanlıkla birleşiyorum. Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız. Fakat benimki başka türlü oldu.

Lütfullah biçare bir meczuptu, söyledikleri, yaptıkları beni eğlendirirdi. Masal gibi hoşuma giderdi.

Bereket versin ki doktor beni dinlemiyordu. Zaten pek az dinlerdi.

Hiçbir şeyin birbirini tutmadığı ve her şeyin şaşırtıcı şekilde birbirine bağlı olduğu bir dünyada, bilmediğimiz bir yerde kopan bir fırtınanın getirdiği enkazdan yapılmış bir panayırda imişim gibi yaşamaya başladım.

Uykusunun peteğini masum rüyaların balıyla doldururlardı.

Bulunduğum yerden, yaptığım işten gayrı(diğer) her yer, bana erişilmez şekilde güzel ve harikulade(olağanüstü) görünüyordu.

Yarabbim bu budalalıkları yaparken ne kadar güzeldi. Sarışın yüzü nasıl tatlılaşıyordu.

Çok defa söyleyeceklerini yalnız bana işittirmek için koluma girdiği zaman bütün vücudumu acayip, felce benzeyen bir üşüme kaplardı.

Horozu dövüşte yenilmiş mahalle delikanlısı gibi üzülüyor, pis pis düşünüyordu.

Kül rengi yanaklarını hafif bir kan dalgasının kapladığı, gözlerinde acayip pırıltıların dolaştığı andır.

Halbuki önümde saydığı parayla bütün Karagümrük ahalisi hacca gidip gelebilirdi.

Bu artık hayat değil, cehennemdi. Her dakika mangal dolusu ateş yutuyordum.

Masallardaki cadılardan kurtulmuş kızlara benziyordu.

Beni anlamıştı. Fakat ne çıkardı. Hangi meseleyi hallederdi?

Nasıl geçineceğimi o kadar düşünmüyordum. O sonra gelecek işti.
Evvela, “ilk an” denen şey vardı. Tehlikeli bir geçit gibi beni korkutuyordu.

Gazeteyi uzattı. Bu benim işten çıkarılmam olamazdı. Ben o kadar mühim bir adam değildim.
Alelade bir katiptim.

Zehra’da en çok hoşuma giden taraf, zaman zaman çok derinde kalmış bir şeyin kendisinde uyanmasıdır.

Beni olduğu yerden zehirliyordu.

Sesi bir fırça gibi diken dikendi.

Avucumun içinde bir küçük güneş var sandım.

Kafamdan ancak bu düşüncenin gölgesi geçti.

Bazı insanların ömrü, vakit kazanmakla geçer.

Balo elbisesini hırka-i şerif gibi bir an olsun kucağımdan ayırmadım.

Bir söz söylemek için, bu saatler de bir türlü doğru dürüst işlemezler dedim.

Her ağzını açışta ayaklarımın altından toprak kayar gibi oluyordu.

Buz, rakıyı damar damar yaptı.

Evime, bana ve benim olan şeylerin arasına, ıstıraplarıma, yoksulluğuma dönmek istiyordum.

Harbe girmeden mağlup olmuş bir orduya benziyordu. Teknenin üstüne çıkacak yerde altında kalmıştı.

Yüzü, ilk bayramlığını giymiş kız çocuğu gibi kıpkırmızıydı.

Güneşe tutulmuş billur (kristal cam) gibi çınlayan.

İlk uçuşunu yapan kırlangıç yavrusu gibi korka korka lafa karıştım.

Bayağı müteessirdi. Konuşurken ağır bir yük taşıyormuş gibi soluyor, rahatsız oluyordu.

Deniz tutmuş gibi bir baş dönmesi içindeydim.

Adeta bir günahı ödüyor gibi yaşıyor.

*

Dört bir yanımı yangın gibi sarmıştı.

Ve bütün bunları hep, içine bir yığın çocuk neşesi karışan o ince billur sesle söylemişti.

Daha ilk anda kendisinde bir yığın şeyin değiştiği görülüyordu. Yine eskisi gibi güzel ve zarifti.
Bütün hareketlerine hakimdi. Gülüşü ateş oyunu gibi bir şeydi. Fakat makinede bozuk bir şey vardı.
Eski neşesi kalmamıştı. Istırap denen çemberden geçtiği muhakkaktı. Sanki bilmediğimiz üzüntüler, düşünceler, belki de bir korku arasından konuşuyordu. Belki de yalnız bu sonuncusu vardı. Korkuyu bütün ömrümce tatmıştım, o yılanı gayet iyi bilirdim. Bir kere içimize yerleşti mi bulandırmayacağı hiçbir şey yoktu.
Fakat neden korkuyordu? Niçin telaşlıydı? Buralarını anlamam kabil değildi.

Çok çocukça bir saflıkla “ben böyle şeyleri yapamam ki…” diyordu.
Bunu söylerken elleriyle yaptığı işaret o kadar güzeldi ki bütün konuşma boyunca bir daha yapmasını bekledim.

Bununla da kalmıyordu. Ona bağlıydı. Onun emrinde idi. Onu seviyor, kıskanıyor ve ondan korkuyordu.
O zamana kadar bu kadını tüm hayatından sıyırarak sevmiştim. Cemal Beyle evli olduğunu biliyor ve sadece kabul ediyordum. İkisi arasındaki münasebetin üzerinde durmamıştım. Kocası olduğu gibi herhangi bir hastalığı da olabilirdi.

Bir anda onu kıskanmaya başlamıştım. Bileklerimden yukarıya doğru bütün damarlarım çekile çekile:
Peki sorun, dedim. Ümit ederim ki reddetmez.

Asıl felaketi o kadar beğendiğim kadının birdenbire hayatından şikayet edecek kadar herkese benzemesiydi. Fakat daha garibi, hatta daha gülüncü vardı. Sıkıntılarımdan biraz çıkar çıkmaz kendime yeni ıstıraplar bulmamdı. Gömüldüğü dalgaların içinden başını çıkarır çıkarmaz sahili gören bir yüzücü gibi.

“Benim artık rahatım yok” dedi.
İnsan talihi bu idi. Hiç kimse yıldız olarak kalamıyordu.
Muhakkak hayalimizdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti.

Sözüne devam etsin diye ne kadar dua ettim.

* * *

Hiçbir zaman can sıkıntısı denen şeyin bu kadar asil, bu kadar üstün şeklini görmemiştim.

Aylardır Halit Ayarcı’nın ayağıyla ittiği bir futbol topuna benzemiştim.

Gece yatağımda hep eski fakir evimizi hatırladım.

*

Gece geç vakte kadar oturma odasında tek başıma, ne yapacağımı bilmeden vakit geçirdim.
Bir türlü içeri gitmek istemiyordum. Emine’nin hatırası içinde o kadar kuvvetliydi ki, hatta uyurken bile Pakize’yi görmeye tahammül edemeyecektim. Bunun da ayrıca bir haksızlık olduğunu biliyordum.

O akşam hava çok ağırdı. Saat bir buçuğa doğru gök gürültüsü, şimşek başladı. Odanın perdeleri birbiri ardınca bir tiyatro dekoru gibi yeşil ışıklarda kaybolup, sonra tekrar eski yerlerine geliyordu. Sonra şiddetli bir yağmur boşandı. Pakize gök gürültüsünden korkardı. İstemeye istemeye yatak odasına girdim ve yanına uzandım. Beni yanında hissedince birdenbire uyandı. Dünyanın en şefkatli sesi sandığı bir sesle, nazlana nazlana,
“Yine bu vakitlere kadar çalıştın, değil mi? Hayri sen hiç kendine acımıyorsun!” diye mırıldandı.

Radyoda kadın sesiyle yapılan o reklam özentileri bile bu kadar soğuk olamazdı. Altı aydan beri bir buzdolabında yaşıyor gibiydim. Beni sünepe, pısırık, tembel, budala, beceriksiz bulduğu günlere neredeyse hasret çekecektim. Hiç olmazsa o zamanlar kendisiydi.

İlk önce tekrar yataktan fırlamak istedim. Fakat bu sefer tam uyanacak ve konuşmaya başlayacaktı. En iyisi hiç kıpırdamadan olduğum yerde kalmaktı. Her temastan bir parça kaçarak büzüle büzüle adeta duvara yapıştım ve oradan, gözlerim açık, sağanağın uğultusunu dinleye dinleye sabahı beklemeye başladım. Ara sıra sağanak hafifliyor, o zaman nefeslerini işitiyordum. Niçin uyurken bu kadar mesuttu. Uyanınca yine aynı insan, yine taş bebek olacaktı.

*

Ben kanepenin bir köşesinde adeta susta duruyordum. Daha doğrusu bir reçel kavanozuna düşmüşüm gibi bütün ömrümce tatmadığım bir yığın tatlı serzenişler içinde yavaş yavaş boğuluyordum.

Yarış atları gibi sabırsızlıkla eşiniyordu.

Murdar öldüğünde yanmaz da kendine öd ağacından tabut ister.

Mağrur, tek başına bütün bir kutbu yeniden soğutacak soğuk (hımhım olabilir genizden gelen ses) sesiyle.

O tekrar koluma girdi ve odanın kapısından beni adeta iterek çıkardı.

Her şekilde memnun ettiğime kani olduğum bu adamın sonradan aleyhimde bulunması hakikaten şaşılacak şeydir. Fakat “düşenin dostu olmaz!” sözü Van Humbert’ten ve benden çok evvel söylenmiş sözdür.

Hiç kimse halit ayarcı gibi söylediği sözü sonuna kadar unutmayan ve manası üzerinde kendisinden başkasının tefsirine müsaade etmeyen bir insanla karşılaşacağını tahmin etmemişti.

Hayatta uğradığımız bütün güçlükler az çok kafamıza gelen ilk fikirden bir türlü silkinip çıkamayışımız yüzünden değil midir?

Her şey birdenbire düzelmiş gibi mesuttum.

Aşık olduğum kadın, ferah ferah annemi doğurabilirdi, fakat ne ehemmiyeti vardı.

Onunla sanki ilk defa ayağım toprağa bastı.

Bir uçuruma uzatılmış bir kalas üzerinde yürür gibi bir hayat yaşıyordum.

Aramızdaki bu yakınlık bir düğüm daha kazanacaktı.

Üzerimden büyük yükler, tabaka tabaka ağırlıklar kalkmış gibi hafifledim.

İçim alt üsttü. Karım, çocuklarım, evim bana olduklarından daha uzakta, erişilemeyecek şeyler gibi görünüyorlardı.

İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz.

Bulanık gözlerine rağmen yüzünde beliren tebessümü seyretmek iç yıkıcı bir şeydi.

Ama yine babamdı, sevmesem bile acırdım.

Hepsi iyi kötü, işinde gücünde, haysiyetli insanlardı, yahut böyle görünmek için yapmayacakları fedakarlık yoktu.

O zaman içimde bir şey burkulur, yerimden fırlar, eve koşardım.

Her şeyi tepeden seyreden otoritesi ve sevimsizliğiyle parlarken, yüzümdeki değişikliği fener tutsam kimse göremezdi.

Haysiyeti, zenginin otomobili, generalin yaveri, polisin tabancası, bekçinin düdüğü gibi daima yanı başında, en göze çarpan yerdeydi.

Bu adamda soğuk ve tehlikeli bazı hayvanların avlarını büyüleyen ve kımıldamasına imkan vermeyen çekiciliği vardı.

Başından, on altı ciltlik romanı dolduracak maceralar geçmişti.

Bulunduğum yerden, yaptığım işten gayri her yer, bana erişilmez şekilde güzel ve harikulade görünüyordu.

Nasıl ki ilim, dünyamızı iyice tanıdıktan sonra diğer yıldızları hedef almışsa…

“Ben” dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.

Bu vücudun birinci sınıf bir vücut olduğunu, bu gemi ile dünyanın en güzel seyahatlerinin yapılabileceğini görmüştüm. Hiçbir saray aynası onun sırtı kadar güzel olamazdı, kolları, ay ışığında gümüş ırmaklar gibi akıyordu.

Garsonlar salonda bilardo masası topları gibi koşuşuyorlardı.

Halit Ayarcı burada yüzünü buruşturdu ve parmaklarıyla çok adi bir kumaşı yokluyormuş gibi bir hareket yaptı.

Harbe girmeden mağlup olmuş bir orduya benziyordu.

Newton başına düşen elmayı, elma olmak haysiyetiyle mütalaa etseydi belki çürümüş diye atabilirdi.
Fakat o böyle yapmadı. Şu elmadan nasıl istifade edebilirim? diye kendine sordu.

Ne kadar kesin, etrafı hiç yoklamağa bile lüzum görmeden konuşuyordu! Ya belediye reisi numunelik bir iki ecnebi istiyorsa?.. Böyle şeylerde ben olsam daha dikkatli davranır karşımdakinin fikrini sonuna kadar yoklardım. Nitekim sonraları öyle yaptım. Resmi konuşmalarda daima yorgun, uykular gibi tavırlar aldım, küçük açmazlarla karşımdakini iyice söylettim, sonra karar verdim.

İşler, bu adamlardan sonra dünyaya gelmişlerdir.

Hakikatte ne söyleyeceğimi bilmiyordum, çünkü neden bahsettiğini anlamamıştım. Zaten hiçbir şey anlamıyordum.

Halit Ayarcı’nın sevincine hudut yoktu.

Ah Yarabbim, ekmek paramı niçin bana doğrudan doğruya vermedin de beni başkalarının uydurduğu bir yalan yaptın.

Evlendiklerinin ikinci haftasında genç kadın, kocasının, onu hiçbir zaman sevmediğini ve hiçbir suretle sevemeyeceğini anlamıştı. Salim Bey şahsiyetsiz ve üstelik her şeyde hasis bir insandı. Üstelik karısını da sevmiyordu. Sevgi dediği şey hakikatte musallat bir fikirdi. O ancak elde etmekten hoşlanan insandı. Bir de kaybedeceğini anladığı an sevebilirdi.
Hatta ancak kıskandığı veya bırakılacağını anladığı zaman seven bir insandı.

Eminim onun yüzünden hiç eksilmeyen tebessümün manasını anlamaya başlamıştı. Bu, trapezinden partnerinin kendine doğru uzattığı ellerine yapışmak için kendisini boşluğa doğru fırlatan cambazın, hesabında bir milimetre şaşırsa kendisini ölüme götüreceğini bildiği bir hareketi yaparken dudaklarından eksilmeyen tebessümün aynıydı.

Gözlerini yummuş, bir yastık arar gibi başını arkaya atmıştı.

O geceden sonra bu konuşma içimde düğüm olmuştu. İnsanlar arasına karışmak, biraz müsavi (eşit) muamele görmek için nelere tenezzül ettiğimi biliyordum. Fakat bunun acılığını, başkalarındaki tesirini hiçbir zaman bu kadar kuvvetle ölçmemiştim. Kendimi sadece kendi gözümle görmüştüm. Şimdi beğendiğim, sevdiğim, kendisi için bir şeyler yapmak istediğim nadir insanlardan birinin gözüyle görüyordum.

Küçük el işaretlerine, çenesinin kendinden çok memnun dikliğine baktım, gerçekten mesuttu. Fakat ne kadar annesine benziyordu! Bir ara gençlerden biri eline bir tabak içinde biraz yiyecek tutuşturdu. Kızım dizleri üzerinde rahat rahat yemeye başladı. Evimizin eski ananesini bir iki yıl içinde tamamıyla unutmamış olduğuna sevindim. Senelerce kuru ekmeğimizi böyle dizlerimizin üzerinde yemiştik.

* * *

anosmi
Yüzündeki tebessüme hayran oldum. Kolumdan çekerek beni dışarıya çıkardı.
– Doktor eğlenmesini biliyor. O sizin gibi değil. Siz her girdiğiniz yerde, evvela nelerden iğrenebilirim, nelerden azap çekebilirim, diye etrafınıza bakıyor, ondan sonra da hep burnunuzun altında bir tutam ısırgan otu asmışlar gibi silkine silkine dolaşıyorsunuz…
Sözü kendimden uzaklaştırmak için:
– Halinize bakılırsa pek içmemişsiniz! dedim.

“Dünyanın en tabii vaziyeti… Evvela parasızsınız. Sonra da evlendirilmesi lazım gelen üç kadın var evinizde…
Bir de umumi sıhhat bozukça. Hepsi aynı yere çıkar, yani sadece para meselesi.” – Halit Ayarcı
“Kelimeler değiştirilince işler ne kadar kolaylaşıyordu. Para, üç izdivaç, biraz bolca yiyip içme…
Hemen arkasından, bir iki kanun teklifi ile meseleyi hallederiz, demesini bekledim.”
Aynı ben. 🙂

* * *

paniksipor
İş, insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve manasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.

* * *

bahçeman
Oğlumun beni sevmediğini iddia edemem. Fakat bende kendi düşüncesine uymayan birtakım şeyleri beğenmediği, düşman olduğu muhakkak.

Bütün bu çalışma arasında tek kazancım, Ahmet’le beraber olmamdı. Oğluma hakikaten hasrettim. Bu yüzden işler bitecek diye üzülüyordum. Ne çare ki ayrılmamız mukadderdi, Ahmet beni seviyor, fakat hayatıma, gördüğüm işe tahammül edemiyordu. Son geceyi, yine Doktor Mussak’ın hatırasıyla, yüzlerce kibrit kutusundan yaptığımız acayip maketin karşısında geçirdik. Son değiştirmeleri yaptık.

Oğlum merdivenlere, binaya, sütunlara dair bir yığın fikir söylüyor, benimle alay ediyordu. Ben, onun yeni terlemeye başlamış bıyıklarının yavaş yavaş değiştirdiği yüzüne, siyah üzüm gözlerine, ince dudaklarına bakıyordum. Bana hiç kendisini açmayan, düşüncelerinin üzerinden atlayarak bana dostluk gösteren, yardım eden bu küçücük insanı, bu benden parçayı, benden bu kadar ayrı yapan şeyi düşünüyordum. Bana benzemediği, bütün düşüncesinde beni inkar ettiği için ona kızmıyorum. Ona hiç dargınlığım yoktu. Biliyordum ki bana benzememesi tek kurtuluş çaresizdir, ve buna razı oluyordum. Hatta bundan memnundum bile. Fakat bu kuvvetin nereden geldiğini ayrıca merak ediyordum. Takribi Ahmet Efendi ailesinin bu son erkeği hangi düşüncenin peşinden yürüyerek buraya varmıştı? Asıl beni şaşırtan şey, hiçbir nefret ve hiddetin işin içinde bulunmaması idi. Halbuki bu iş bu kadar sükunetle olacak iş değildi. Demek ki oğlum sadece kendi içinde servetimin hayatına getireceği kolaylıkları, aile bağlarını yenmekle kalmamıştı, daha çetin bir mücadele de yapmıştı. Kendisini de yenmişti.

Tekrar aynı sükuta düştük. Ben kendi içimden, “Oğlum, karşımda… Fakat düşüncelerimiz yeniden birbirinden ayrıldı, diye düşündüm. Müşterek iş bitince aramızda eski uçurum açıldı. Artık yine ancak hastalandığımı haber alınca, yahut muayyen günlerde gelip göreceği bir adam oldum.”

Bu zalim bir düşünce idi. Her tarafından bir çıkmaza benziyordu. “O, kendisi olmak için beni unutmaya belki muhtaç! Fakat ben, ancak onun sayesinde biraz kendim olabiliyorum. Bu, belki onun hiç anlayamayacağı bir şey. O benim kaderimi bitmiş biliyor ve bunda haklı! Fakat ben onun kaderi üstüne acz içinde titriyorum.”

– Korkma, dedi, bundan sonra daha sık gelirim. Artık kafi derecede kuvvetliyim!
Ve ilk defa beni candan öptü. Beni olduğum gibi kabul etmeye alışmıştı. O odadan çıkarken arkasından baktım. Belki şu anda sevdiği, belki yarın seveceği kızı düşündüm. Bütün talihini düşündüm. Her çocuk babasından bu yaşta kopar. Fakat benimki benden iki defa kopmuştu. O gece yatağımda hep eski fakir evimizi hatırladım. Küçücük Ahmet’in kafesi sarkan cumbadan kırık kenarlı bir saksıda yetiştirdiği sardunya çiçeği sabaha kadar gözümün önünden gitmedi. İkide bir yatağımda silkiniyor, onu sabahleyin kahvaltıda bir kere daha göreceğime seviniyordum.

* * *

capharnaüm
Halit Ayarcı tekrar kadehini doldurdu. Çok sevimli bir bakışla evvela kadehe, sonra Mübarek’e, sonra bana baktı.

– Bilmiyorum, dedi, belki sarhoşum, belki de kendi kendime hesap veriyorum. En doğrusu bu meselenin üstüne çıkmaktır.
– Hayır, dedim, siz kendinize hesap vermiyorsunuz! Bende bir şeyleri daha yıkmak istiyorsunuz. Hem taş taş yıkıyorsunuz! Amma niçin?
– Söyleyeyim: Aynı yollardan geçtiğim için. Sizi çok seviyorum ve aynı zamanda size düşmanım. Bana kendimi çok hatırlatıyorsunuz. Yo, beyhude böbürlenmeyin! Hiçbir zaman sizin gibi olmadım. Hiçbir zaman şaşırmadım ve ezilmedim… Fakat bir tarafınız var ki…

Pürüzsüz bir kahkaha ile güldü:
– Ömrünüzde bir kere böyle güldünüz mü? diye bana sordu. Hiçbir zaman benim kadar temiz ruhlu olmadınız! Çünkü ben bu işlerin üstündeyim…

Sonra birdenbire beni kucakladı:
– Siz bana hayatı sevdirdiniz! dedi. Şehzadebaşı’nda o kahvedeki haliniz, o gülünç meyusiyetiniz (umutsuzluk), biçare kederleriniz, silkinip altından bir türlü çıkamadığınız yükler… Büyükdere’deki şaşkınlığınız, tereddütleriniz, saadetleriniz… Küçük zeytin çekirdeği gibi dünyanız, hepsi bana hayatı yeniden sevdirdi. O gece hemen oracıkta elinize beş lira sıkıştırsaydım, nasıl mesut olacaktınız? Evet, bana hayatı sevdirdiniz. Siz benim en güzel aynamsınız.
Yüzüm hacaletten (utanç) kıpkırmızı:
– Keşke öyle yapsaydınız! dedim ve zorla kollarından kurtuldum.
– İşte asıl abes bu sözdür, dedi.
Tekrar gülümsedi ve kadehi kaldırdı.
– İstediğiniz gibi olsun… dedi.
Ve devam etti:

Doktrin: Zaten sizi tam değiştirmek niyetinde değilim! O zaman ikimizden biri lüzumsuz olur!