Sf: 14
Sf:145
Gazi o gün Kırşehir’de Özel İdare’den maaş alan öğretmenlerden, birkaç aydır maaş alamadıklarından dolayı şikayet mektubu almış ve o gece sofrasında bulunan ilgili bakandan, öğretmenlerin niçin aylardır maaş alamadıklarını sormuş. Bakan da, “Havalar kış… Belki de onun için postalar işleyememiştir,” diye yanıtlamıştı.
Hava o kadar pusluydu ki bir ara konvoy yolu kaybetti. Araçlar kara saplanınca tipiye rağmen yürüyerek bir köyün kahvesine sığındılar.
Sf:146
Soba soğuktu. Sahibi tedariksiz davranmış odun stoklamamıştı.
“Çabuk ol Memo! Donduracaksın çocukları. Gören de hiç ayazda kalmamış bunlar sanacak!
Gazi ellerini saç sobanın üzerinde gezdirerek ısıtmaya çalışırken, eskileri hatırladı:
“Biz Haribiye’de okurken bir kış gene böyle çok şiddetli geçiyordu, okulun sobaları yanmıyordu. Derdimizi idareye anlatamadık. Arkadaşlar müdüre çıkmak için beni seçtiler. Müdür Zülfülü İsmail Paşa… Kendisini görmek için izinler aldım. Huzura çıktık. Soba meselesini açtık. Paşa birden bire gürledi: “Soğuk mu? Ne soğuğu? Padişah efendimizin nimetleri gözünüze dizinize dursun. Görmüyor musunuz sobalar cayır cayır yanıyor. Çıkın, nankörler!”
Bir müddet sustu. Sonrasında yanındakilerin her birinin gözlerinin içinden geçen keskin bakışlarını Kılıç Ali’de odaklayarak, “Çocuklar biz Çankaya köşkünde bazen, Zülfülü İsmail Paşa gibi kendimizi aldatmış olmayalım?” dedi.
“Hadi şimdi gitme vaktidir! Öğretmenler bizi bekler…”
İşte masa başında yapılan talimatnameler, hatta kanunlar, günün birinde böyle gülünç de olurlar! bilmek lazım olan yol, bu yol değildir; bizim geldiğimiz yoldur. Bu memleketin beklediği yol, şu karda kışta üzerinden emniyetle geçilebilecek yoldur…”
Gideceği yere vardı. Öğretmenlerin dertlerini dinledi. İstirahat edildi. Gazi ve beraberindekiler Kırşehir’den Yozgat’a hareket etti.
Kent sınırında vali kazma kürek yolu açmaya çalışırken Gazi’yi karşısında buldu. Yanındaki İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) Bey’e dönerek, “İşte yol bilen vali böyle olur. Her ile böyle yol ve erkan bilen vali yok mu?” dedi ve ilave etti:
“Dilediğin zaman gidemediğin yere nasıl vatanım diyebilirsin?”
Sf:148
Mutluydu. Kollarındaki genç kadın ile dans ederken adeta havada süzülen bir kuş gibiydi. Gelin Hanım, manevi kızı Nebile idi.
Sf:149
Gazi sıkı bir sorgudan sonra Nebile’nin sarayda kalabileceğini söyledi. Ama genç kız rahat durmuyordu. İleriki yıllarda Gazi’ye aşık olduğunu dahi gönül rahatlığıyla söyleyebilecekti.
Çiftiliğinde ağırladığı dostlarıyla yaptığı sohbetler uzun zamanlarını alır, bundan keyif duyardı.
Dört yıl önce, “Yeşili görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki kör bir insan dahi yeşillikler arasında olduğunu fark etsin,” dediği çiftliği o aralar baharı yaşıyordu.
Sf:153
Gazi, Ali Rıza’yı severdi. İlk tanıştıklarında adını sormuş; babası Ali Rıza Bey’i küçük yaşta kaybettiği için, hiç kimseye Ali Rıza diye hitap edemediğinden yüzü asılmış, yüreği burkulmuştu. O günden sonra da ona ismiyle hitap etmemiş, saçlarının renginden ötürü “Sarı” demişti.
Yoğun bir çalışma gününde Ali Rıza görevinin başındaydı. Tam fotoğraf çekilirken Gazi, arkadaşlarına dönerek, “Bütün orduları karşımıza diziyoruz, Sarı da bizi karşısına diziyor,” diye şaka yapmıştı.
Sf:154
Mustafa Kemal, Cumhuriyet Bayramı kutlama töreni sonrasında TBMM’den çıkacakken, bu önemli anı görüntülemek ve tarihe mal etmek için fotoğrafçılar Meclis kapısının tam karşısında Ankara Palas’ın önünde yerlerini çoktan almışlardı.
Sf:155
Gazi bir kaç adım attıktan sonra Ali Rıza’nın ağladığını farketti. Durdu, yanına çağırarak ne olduğunu sordu:
“Neden ağlıyorsunu çocuk?”
Üzüntü içinde olanları anlattı.
Hoşgörülü, sevimli hali ile yanındakilere. “Arkadaşlar tekrar içeri girip, aynı şekilde dışarı çıkacağız,” dedi.
Öyle de yapıldı, fotoğrafçı rıza da resmi çekme şansını yakalamış oldu.
Sf:161
Akşam çağrılı bulunan herkes sofradaydı. Meraklıydılar. Gecenin konusunu Gazi belirledi:
“Bundan böyle yerli malı kullanacağız dostlarım. Bu kararımda katiyimdir.”
Bundan sonra önder olarak benim de yerli malı kullanmam gerek. Gardıroptaki elbiselerimi getirin. Köşkün önünde yakın!”
Herkes sustu. Derin bir sessizlik oldu. Biraz önceki gürültülü ama bilgelik yüklü sofra bir anda kıpırtısız kaldı. Herkes birbirine bakıyor, Gazi’nin emrinin yerine getirilip getirilmeyeceğini merakla bekliyordu.
Sessizliği bozmaya cesaret eden Ulus gazetesi Başyazarı Falih Rıfkı (Atay) oldu:
“Paşacığım, elbiselerinizi yakmayın, birer tanesini bizlere verin. Biz de hatıra olarak saklayalım,” deyince, minik bir gülümseme ile karşılık verdi: “Peki.”
Sf:162
12 Mayıs 1930
Marmara Köşkü, gece yarısı
Gazi neşeli sohbetin ardından konuklarını uğurlamak için ayağa kalktı. Tam o sırada Dr. Reşit Galip yanına yaklaşıp kulağına eğilerek, “Paşam,” dedi. “Müsaade ederseniz sanatkar arkadaşlar ayrılmadan önce elinizi öpmek istiyorlar…”
Masmavi gözleri birden karardı, yüzünün yumuşak ifadesi gidiverdi, kaşları çatıldı, hiddetlenerek, “Hayır!” diye gürledi.
Vasfi Rıza’nın (Zobu) içine korku düştü, suç işlediklerini sandı. Gazi sözlerini sürdürdü: “Hayır!” diye tekrarladı. “Çünkü sanatkarlar el öpmez. Biz hepimiz mebus oluruz, vekil (bakan) oluruz, reisicumhur oluruz ama sanatkar olamayız… İşte bunun içindir ki, sanatkar el öpmez, ama onun eli öpülür.”
Herkesin şaşkınlıktan dili tutuldu. Vasfi Rıza’nın iki damla yaş yanaklarından süzüldü. O sırada Dr. Reşit Galip imdatlarına yetişti ve, “Evet Paşam,” dedi. “Hepimiz mebus oluruz, vekil oluruz, hatta reisicumhur oluruz ama hiç birimiz Mustafa Kemal olamayız.. Bunun için müsaade edin de elinizi öpelim şimdi.
Sf:163
Söylenenler Gazi’yi memnun etmişti, herkese sırayla elini öptürdü. El öpenler duydukları mutluluğu birbirlerine sarılarak gösterdi.
Sf:167
Bir ara Berber Mehmet’e takıldı:
Nuri Conker de erkenden köşke gelmişti. Gazi’nin şakalarını kaldırabilen tek dostu Nuri Bey’di. Gazi zaman zaman Mehmet’e de takılırdı. Mehmet bir ara düşündükten sonra:
“Paşam ben sizin yerinizde olsam ne gider ne de görüşürüm, çünkü o millet, bizim Selaniğimizi, toprağımızı, yerimizi aldı. Bu yetmiyormuş gibi, bir de Ankaramızı almaya kalktı. Bütün bunlardan sonra siz onlarla dost gibi konuşacaksınız. Ben olsam yapmam.”
“Bu memleket işidir. Bu yüzden dost olmaya, dost görünmeye mecburuz. Hem bunu yapmazsak tarih bizi affetmez,” dedi.
Sf:168
Gazi’nin niyeti Türk-Yunan dostluğunun tohumlarını atmaktı. Kıyafetinin son rötuşlarını ayna karşısında tamamlarken Mehmet ile göz göze geldi:
“Çocuk, şimdi buradan çıkacak ve konuğumuzu ağırlayacağız. Yanı başımdan bir an olsun ayrılmayacak, uçuşan saçımı, kıyafetimi takip edecek, beni uyaracaksın.”
Mehmet, “Emredersiniz Paşam!” dedikten sonra odadan ayrılırken, Nuri Conker arkadaşına sordu: ” Kemal sanki ihtiyacınız varmış gibi herkesin düşüncesini bu kadar gayretle sorup anlamanızdaki amaç nedir? Size ne yararı olabilir?”
Gazi gülümseyerek yanıt verdi, çocukluk arkadaşının samimiyetine inanarak:
Ne düşündüğünü anlamaya çalıştığım kimselerin düşünceleri benimkilerin aynısı ise ne ala! Düşüncelerim daha güç kazanmış olur. Yok, eğer benimkinin aynı değil de farklı ise gene mükemmel, fena mı? Ben de çeşitli fikirler edinmiş olurum. Aynı zamanda kendimi her iki durumda da kazançlı kabul ediyorum. Dikkat ettim. Bazen hiç olmadık adamlardan çok şeyler öğrenmişimdir. Hiç bir kanıyı küçük görmemek gerekir. En sonunda kendi düşüncelerimi uygulasam bile, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım…”
Sf:170
Gazi, lafın bir yerinde cesaretli adamları sevdiğini ama körü körüne cesaretin bir fayda getirmeyeceğini, zeki olmanın daha faydalı olacağını vurguluyordu.
Sf:171
“Emredin Paşam!”
“Seni bu saatte neden çağırdım biliyor msun Mehmet?”
“Bilemedim Paşam! Emredin ne buyurursunuz?”
“Bu sofradaki efendilere atıcılıkta ne kadar iyi olduğumu anlattım ama kimse bana inanıp da tabancamın önüne kendini koyamadı. Sen geç bakalım çocuk! Göster yiğitliğini…”
Hiç tereddüt etmeden ileri atıldı. Sırtı yüksek bir sandalyenin yanına gitti, üzerindeki ceketi hızla çıkararak sandalyeye sarıp düğmelerini de ilikleyip yüksek sesle, “Buyurun Paşam, salın mermiyi namlunuzdan!” diye sesini yükseltti. Sofradakiler şaşkınlık yaşarken gördükleri karşısında Gazi’nin ne diyeceğini merakla beklerken, Gazi keyifle kahkaha atmaya başladı.
Sf:172
Hoca Kamil Efendi, “Gözlerinin ışığı beni götürür Paşam…” yanıtını verdi. Mustafa Kemal Paşa ise biraz düşünceli, biraz da gelecek endişesi taşıdığını ifade ederek, “Baba bu işte muvaffak olmak da var, olmamak da…İnşallah muvaffak olacağız. Eğer olamazsak bizi asarlar, kelle gider, ne dersin? diye sordu.
Ayakta gitmek üzere olan Kamil Efendi, “Oğul, sen ki genç yaşta başını vatan uğruna feda etmişsin, benim bu ihtiyar kelleyi de koy senin uğruna feda olsun,” dedi. Hiç beklemediği cevap karşısında hayretler içinde kalan Mustafa Kemal, memnuniyetini gizleyemedi. “İşte aradığım hocalar bunlar,” dedi.
Sf:175
Gazi, Abdurrahman Kamil Efendi ile sohbetinin ardından yörenin ileri gelenleri ile bir toplantı yapmak istedi. O sırada çok uzun sakallı biri dikkatini çekti ve Amasya Valisine sordu:
“Vali bu adam kimdir?”
Gazi, şıha eliyle işaret ederek en azından Peygamber efendimizin ölçülerinde kısaltmasını istedi. Şıh, “Emredersiniz Paşam,” diyerek geri çekildi.
Aradan zaman geçmişti.
Gazi ve beraberindekiler Samsun’a gelmişti. Amasya valisine telgraf çekerek şıhın sakalını kesip kesmediğini sordu. Aldığı cevap, Hayır Paşam sakalını kesmemiştir,” oldu. Bunun üzerine Gazi valiye, “Yazısını gönderiyorum, şıh efendi Afyon valisi olmuştur,” dedi.
Bir gün sonra şıhın sakalını kestiği haberi geldi. Şıh vali olduğu yazısını alınca apar topar sinekkaydı traşını olmuş, iki gün sonra soluğu Samsun’da, Gazi’nin karşısında almıştı.
“Sakalı kesmene sevindim, ancak Afyon valiliği mevzuuna gelince, koltuk uğruna kırk yıllık akalından vazgeçebilen, yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla…” diyerek odadan çıkmasını istedi.
Sf:176
Sapı sedef kakmalı bir tabancayı çıkarıp masanın üstüne koydu ve seslendi:
“Haydi bakalım… Benim için ölün…”
Herkes şaşkın ve suskundu. Hiç kimsede en ufak bir kımıldama yoktu. Sessizlik içinde gene O’nun sesi duyuldu. Kapıdaki nöbetçiyi çağırdı, sordu:
“Mehmet benim için sen ne yaparsın?”
Mehmetçik bu soruya hiç cevap vermeden, masanın üzerinde duran tabancayı alıp, şakağına dayayarak tetiği çekti. Mermi sesi yerine, sadece tetiğin sesi duyuldu. Orada bulunanlar şaşkınlıktan küçük dillerini yutacak olurken, Gazi yerinden kalkarak Mehmetçiği alnından öptü, sonra da yanında bulunanlara dönerek, “Efendiler… ben sizi bir sözümle ölüme götürecek kadar bilgisiz ve ahlaksız değilim. Bu hareketi ben, sizlerin ve kahraman askerin bana ne kadar bağlı olduğunuzu anlamak için yaptım. Görünüz, tabancam boştu…” dedi.
Sf:180
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu
Çok Partili hayata tekrar geçmeyi denemiş, bu amaçla eski başbakanlardan Paris Büyükelçisi ve kendi yakın arkadaşı Fethi (Okyar) Bey’e bir muhalefet partisi kurmasını telkin etmiş, o da temmuz ayında iznini geçirmek üzere Türkiye’ye gelmiş, vakit kaybetmeden (23 Temmuz’da) Mustafa Kemal’le görüşmek üzere Yalova’ya geçmişti.
Sf:182
Bu sırada, İzmir’de yayımlanan, Cumhuriyet Halk Fırkası yanlısı Anadolu gazetesinde Denizli Milletvekili Haydar Rüştü Bey’in Serbest Fıkra aleyhine çok ağır suçlamalarla dolu bir yazısı çıktı. Bu yazı yüzünden CHF il idare binasının ve Anadolu matbaasının önünde yapılan gösteriler karşısında polisler silahla önlem almaya çalıştı. Halka ateş açılması sonucu on iki yaşında bir çocuk vurularak öldü.
Olaylar arttı ve partinin kapanma süreci başladı.
Sf:186
“Dediğim gibi isabet olmuştur. Kazanın kapağı biraz kaldırılınca, içinden neler çıkabileceğini görmüş olduk. Bereket versin, vaktinde görmüş olduk. Bütün tarihimizde uğradığımız felaketlerin hemen hepsi, daima bu yobazların başının altından çıkmıştır fakat çok iyi oldu, çünkü bu sefer başlarını bir daha kaldıramayacakları çekilde ezeceğim!”
Menemen’de gerçekleşen bu isyan, Mustafa Kemal’i ve Türk milletini bir hayli üzmüştü.
Sf:188
Sarayda Gazi’nin başkanlığında dil meselesi hakkında özel bir toplantı vardı. Dil uzmanları, profesörler, gazete başyazarları büyük masanın etrafına oturmuşlar; Besim (Atalay) Bey ve arkadaşlarının -eski kelimeleri bir yana bırakıp yeni türetilen kelimeleri acilen devreye sokma- tezi tartışılıyordu. Gazi o fikri benimsemişti. Herkese sordu: “Bu olabilir mi?”
Hemen herkes, “Hay hay!” diye yanıtladı. Gazi, Yunus Nadi Bey’e dönerek, “Siz ne dersiniz?” dedi.
Yunus Nadi Bey, “Bendeniz olmaz derim!” diye yanıtladı.
“Öyle ise siz bu masanın başıdan kalkınız Nadi Bey,” diyince Nadi Bey masadan kalktı. Bu kez, Falih Rıfkı Bey’e sordu:
“Sen ne dersin Falih?”
“Bendeniz de olmaz derim, efendim.”
“Öyle ise sen de masadan kalk Falih!” dedi.
Falih Rıfkı Bey masadan kalktıktan sonra Gazi, Necmeddin (Sadak) Bey’e döndü, “Szin fikriniz nedir, Necmeddin Bey?” diye sordu. Necmeddin Bey doğrudu, “Müsaade buyurursanız bendeniz de masadan kalkayım efendim,” diyerek salondan uzaklaştı.
Sf:189
Akdeniz insanının sıcakkanlılığını taşımasının yanı sıra, olgun, merhametli ve hoşgörülüydü. Özel yaşantısında sevdiklerinin nazını çeker, fakat görev esnasında laubaliliğe yer vermezdi.
İki Selanikli beraber; Mehmet ve Rıdavan’la antrede oturmuş konuşuyordu. İkisi de Gazi’nin hemşehrisi olduklarından kendilerini imtiyazlı sayar, yüksekten konuşurlardı. Uşak Cemal (Ganda) iki arkadaşının şaka da olsa böbürlenerek dolaşmalarına çok içerler ama renk vermemeye çalışırdı.
O gün yine zayıf tarafını bulup takıldılar: “Biz Selanikliler olmasaydık, siz kurtulamazdınız.”
Cemal hemen karşılığını verdi:
“Biz kendi kendimizi kurtardık. Selaniklilere ihtiyacımız yok. Hem Selanikten çıksa çıksa Yahudi çıkar,” dedi.
O sırada merdivenleri yavaş yavaş inen Gazi’yi görmemişlerdi. Konuşmalarına istemeyerek de olsa kulak misafiri olmuştu.
Akşam olup da sofraya oturulduğunda Selanikli olan Nuri (Conker) Bey’e damdan düşer gibi sordu: “Nuri Bey Selanik’ten ne çıkar?”
Uşak Cemal beyninden vurulmuşa döndü. Koltuğu başına gelmişti.
Nuri Bey, sanki bütün konuştuklarını biliyormuş da, Cemal’i korumak istercesine; “Bol Yahudi çıkar Kemal,” dedi.
Bunun üzerine Gazi yüzünde alaylı bir gülümsemeyle daha önce kulağına çalınmış dedikoduların tümüne karşılık verdi:
“Benim için de bazı kimseler -Selanik’te doğduğumdan- Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak lazımdır ki, Napolyon da Korsikalı bir İtalyandı ama Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları cemiyete çalışmaları lazımdır.”
Uşak Kemal utandığından ezilip büzülüp, başını öne eğip af diler gibi yaptı.
“Keşke bu sözleri hiç sarf etmeseydim. Bir daha Selanik kelimesini ağzıma alırsam iki olsun!”
Sf:193
“Milletvekili demek o ülkenin en yetişkin insanı demektir! Onun için hareketlerinde sınırlanmamıştır; onun için dokunulmazlığı vardır, serbestçe fikrini söyleyebilsin, serbestçe hareket etsin diye…Milletekili demek ‘beyaz eldivenli adam’ demektir. Gerekmedikçe gerekmeyen şeylere dokunmaz, çünkü parmakları kirlenebilir.”
Sf:209
Sf.214
Yakup Kadri Bey, Nuri Bey ile Kılıç Ali’nin yüzlerine bakarak, “Bunlar Gazinin Barometresidir, çehreleri çatıksa, var bir hikmeti. Sert bir rüzgar esecek sofrada,” diye içinden geçirdi ama düşündüğü gibi olmadı.
Sf:229
Birden saza, “Dur!” emrini verdi.
Karşısında bir heykel heybetiyle duran seğmen Bahri’nin alnına tabancasını dayadı;
“Efe! Seni vuracağım!” diye haykırdı.
Salonda nefesler tutuldu. Seğmenin gür sesi, sessizliği bozdu.
“Vur! Paşam vur! Sana on yedi milyon kurban olsun! Senin kurşunun insanı öldürmez!”
Gazi, aldığı cevaptan son derece memnun olmuştu, seğmeni kendine çekerek alnından öptü. Masada bulunanlara dönerek, “Ben her şey değilim, ben hiçim, ben hiç olurdum, eğer bu millet bana böyle inanmasaydı. Bu millet kılı kıpırdamadan benim uğruma canını vermeye hazır olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım,” dedi ve kadehini bir kere daha dibine kadar boşalttı.
Sf:234
Gazi aslan sütünün son yudumunu alıyordu. Sofradaki kısa süren sessizliği doktoru Mim Kemal (Öke) bozdu:
“Gazi Paşam artık içmeseniz?”
Bir anda başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Loş ışıkta parlayan gözleri Mim Kemal’in yüzüne şimşek gibi çarptı:
“Bir daha söyleme Kemal! Sen benim ne kadar yalnız olduğumu biliyor musun?”
Hasan Rıza Bey, Mim Kemal’e nereden çıktı şimdi bu söz dercesine baktı. Gazi sözlerini sürdürdü:
“İçiyorum, çünkü artık bu vücut bu kafayı taşımıyor. Kafam vücudumun çok önünde gidiyor. Beynimi huzura kavuşturmak, biraz dinlendirmek için içiyorum.”
Sf:236
Yalnızlığına tanıklık eden köşkünün söndürülmeyen ışıklarına doğru yol alırken hüzünlüydü. Latife Hanım’ı aklından geçirdi.
Ayrılığın üzerinden sekiz yıl geçmişti. Ama canı gönülden bağlandığı Türkiye’sinin varoluşunun üzerinden yalnızca on yıl geçmiş, cumhuriyetin doğum sancıları, yerleştirilmeye çalışılan büyük reformlar, çok partili demokrasi hareketleri daha taptazeydi.
Sf:249
Gazi o güne değin epey malvarlığı edinmişti ama 12 Haziran günü hazineye devredeceği mallarında mirasçıların mahfuz hisselerini önleme amacıyla 2307 sayılı kanunun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabulünü sağladı: “Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin, Medeni Kanun’un
Sf:262
Kıymet heyecanlandı.Kalem tutan parmakları titriyordu.
“Yaz bakalım bu dört bilinmeyenli denklemi ve çöz.”
Verdiği denklemin verileri yoktu. Çözülmesi imkansızdı. Ancak ayıp olmasın diye, “Biz bunları görmedik efendim,” dedi Kıymet.
Gazi, “Hikmet (Bayur) Bey’i çağırın,” dedi Mehmet’e.
Genel Sekreterlik görevinde bulunun Hikmet Bey alelacele geldi, “Emredin Paşam,” dedi.
“Bak bakalım, bu kızımız ne diyor?”
Hikmet Bey matematik eğitimini yurtdışında almıştı. Durumu hemen farketti, “Paşam izniniz olursa ben bir iki sorayım Kıymet Hanım’a,” diye izin istedi.
İzin aldı, soruları sordu. Kıymet bütün soruları cevapladı.
Hikmet Bey için sürpriz olmuştu. Oysa Gazi Hikmet Bey’i Milli Eğitim Bakanı yapmayı önceden düşünmüş ve fırsat kollamıştı. O fırsatı bu şekilde yakaladı ve Hikmet Bey 27 Ekim 1933 günü bakanlık koltuğuna oturdu.
Sf:263
52 yaşındaydı. Kurduğu devleti hızla gelişmiş dünya ülkelerinin arasına koymaya çabalarken yorgun düşmüştü. Canı sıkındı. Ne Çankaya Köşkü’nde ne de Dolmabahçe Sarayı’nda gönlünce vakit geçiremiyordu. Attığı her adımda her saniye korunmak canına tak ettirmişti. Epey zamandır içkiyle arası da yoktu.
Vali Bey, Gazi İstanbul’a geldiğinde yorgunluktan bitap düşüyordu. O yorucu geceden sonra uykusunu alma niyetindeydi.
Sf:264
Güvenliği gözden geçirdi, hassas noktalara polislerini koydu, saraydan ayrıldı. Saraydan ayrılırken Berber Mehmet kendisine hissettirmeden, arkasından bakıp gidip gitmediğine baktı.
Gazi odasına yalnız kalmıştı. Bir başına, denize karşı so kadehini içmeyi tercih etmişti ki aklına halkın arasına karışmak geldi. Ama cebinde parasının olmadığını fark etti. Telefona sarıldı, Başyaver Rusuhi (Savaşçı) Bey’i aradı. Rusuhi Bey’i bulamadı. Hasan Rıza (Soyak) Avrupa’daydı. Yaver Celal’i (Üner) buldu ve, “Bana buraya biraz bozuk para bırakın. Hizmet eden çocukları sevindirmek istiyorum,” dedi.
Yaver çıkınca Gazi, paraları cebine doldurdu. Üstüne ince bir ceket aldı ve ağaçlı yola açılan kapıya doğru yürüdü. Çocuklar gibi neşelenmişti.
Kapının önünde nöbetçi polis vardı. Dolaşıyormuş gibi yaparak caddeye çıktı. Sonra geçen taksiyi çevirmesiyle gözden kaybolması bir oldu.
Mehmet, Rıdvan, Nuri, İbrahim, Cemal sarayda alarm zillerini duyunca nefes nefese birbirlerini buldular. Her biri birbirine ne olup bittiğini sordu ama kimse ne olduğunu anlayamadı. Mehmet, “Arkadaşlar koşun, Gazi’nin odasına!” diye haykırırken, Vali Muhittin Bey de çoktan saraya gelmiş, Gazi’nin bulunması için herkese talimatlar yağdırıyordu.
Sf:265
“Koşun, arayın, bulun! Balık adamları denize atın, düşmüş olmasın! Allah muhafaza; oraya da bakın…”
Mehmet ve arkadaşları Gazi’yi odasında bulamayınca paniklemişlerdi. Birbirlerine nereye gitmiş olabileceği konusunda görüş belirtirken, Kütüphaneci Nuri, “Dağılalım! Her birimiz farklı yöne koşalım, ağaç altı hatta çalı çırpı altına bile bakalım…” diyince her biri çil yavrusu gibi bir köşeye dağıldı.
Vardıklarında kahveci, Gaziyi tanıdı. Kaş göz işaretiyle öteki müşterilerin dikkatini çekti. Birkaç Rum ve Türk Kafa Kafaya vermiş, çaylarını yudumluyordu. Balıkçıların içinden bir kaçı ürkek adımlarla yaklaşarak, “Merhaba,” dedi.
“Bu ne onurdur Cumhurreisimiz? Hangi rüzgar savurdu sizi buraya?”
“Eğer sizinle birlikte olduğumu kimseye haber vermezseniz birlikte gezeriz, eğleniriz!” diye cevapladı.
Hep birlikte ayaklandılar, Kireçburnu Gazinosu’nun yolunu tuttular. Gazinoyu kapalı görünce, sahibi uyandırıldı, masa kuruldu.
“Ankara’da dağ başında yaşıyorum. İstanbul’da saraya hapsoluyorum. Şöyle halkın arasında içmek, sonra aklıma esince bastonumu alıp Avrupa’ya gitmek ne iyi olurdu. Bıktım bu resmi hayattan.”
Suç işlemiş yaramaz çocuk gibi bindi getirilen makam arabasına.
Mehmet ve arkadaşları birbirlerine bakarak, hem derin bir oh çektiler hem de Paşalarının elinden alınan özgürlüğüne üzüldüler.
Sf:267
Kral Alexander ve eşi Kraliçe Mari motorla rıhtıma yanaştı. Gazi her ikisini de nazikçe ellerinden tutarak karaya çıkardı ve, “Hoş geldiniz,” diyerek saraya buyur etti.
Alexender bir ara Gazinin kulağına eğilerek, “Size bir sırrımı söyleyeceğim,” dedi.
“Buyurunuz Kral Hazretleri!”
“Eğer, bazı Avrupa Devletlerinin vaatlerine inanmış olsaydık, Yunanlıların yerine Anadolu’ya biz çıkacaktık…”
Gazi gülümsedi, aniden ışıldayan mavi gözleriyle gözlerinin içine bakarak, “Geçmiş olsun Kral Hazretleri!” dedi.
Sf:284
İran Şahı Pehlevi, Gazi, Adalet Bakanı Şükrü (Saraçoğlu) Bey ve Ankaradaki İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine poker oynuyordu. Saat epey ilerlemişti. Salonda bulunanlar heyecanla oyunu izliyordu.
Saat 04.30’u gösterdiğinde Gazi ile Büyükelçi Loreine’in ellerine iyi kartlar geldi. Kartlar açıldı, Gazi’nin elinin Büyükelçininkinden daha iyi olduğu ortaya çıktı. Salondakiler gürültüsüz biçimde oyuncuları alkışlarken Gazi masaya hafifçe eğildi, büyükelçiye uzanıp anlamlı bakarak, “Birbirimize karşı oynadığımızda ne kadar güçlü olduğumuzu görüyorsun; birleşirsek nasıl olacağını bir düşünsene,” dedi.
Sf:288
Müşterilerin bunlar mıydı?
Mazerik’e girdiği zaman, ancak üç masada müşteri vardı ve öteki masalar tümüyle boştu. Esiden geldiğinde oturduğu, barın dibindeki masaya yerleşti.Garsona bir kadeh rakı ısmarladı, leblebi istedi.
Önündeki masada oturan bir kadınla bir erkeğin birbirlerine sokuluşlarına ve konyaklarını birbirlerinin gözlerine bakarak yudumlamalarına dalmış, eski günlerini parça parça zihninden geçiriyordu.
Tam o esnada siyah elbiseli bir adam salona girdi. Önce köşede bir masada bir süre oturduktan sonra kapıya yakın masada oturanların yanına gitti, biraz konuştu. Sonra birlikte salondan çıktılar.
Adam masadan ok gibi fırladı. selam durumuna geçti ve, “Buyurun Gazi Paşam!” dedi.
“Sen kimsin?”
“Ne yapıyorsun?”
“Lüzumsuz olduklarını sen nereden biliyorsun?”
“Eee! O da mı burada?”
“Tüh, Allah cezanızı versin!”
Bu sırada Vali Muhittin Bey de içeri girdi. Gazinin öfkelendiğini gördüğü için tedirgindi.
“Bir emriniz var mı sayın Paşam?”
“Müşterilerin bunlar mıydı?”
Sf:296
Gazi o yılın Cumhuriyet Bayramı gecesi, adet edindikleri üzere, Ankara Palas salonlarında davetlisi bulunan, geçit törenine katılmış pilotlarla sohbet sırasında birden havacılara: “Düşman donanması en hassas bölgemize yaklaşmaktadır. Bombanız, merminiz bitti. ne yaparsınız?” diye sordun Bütün pilotlar, “Hayatımız bedeli de olsa gemilere uçağımızı çarparız,” cevabını verdiler. Gazi bu cesur cevap üzerine, herkesin duyacağı biçimde: “Benim havasılarım, hayatları pahasına da olsa vatanını böyle savunur,” diye sesini yükseltti.
Sf:297
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Naim Hazım Hoca’nın açıklamasını yerinde buldu ve kendisine teşekkür etti.
Atatürk’ün 1930 yılının başlarında ileri sürdüğü Türk tarih Tezi’ne göre doğal nedenlerle Orta Asya’dan Dünya’nın değişik yerlerine yayılan Türkler, gittikleri yerlere, ileri uygarlıklarını da götürmüşlerdi. Dolayısıyla Hititler, Sümerler, Akadlar, Etrüksler, Mısırlılar gibi ileri antik uygarlıklar Türk kökenliydi.
Sf:302
Sf:303
“Hamdullah’ın tercümesi ‘Tanrıöver’dir,” dedi ve bu ismi kendi elyazısıyla bir kağıda yazdı. Kağıdı sofranın üstünde duran deniş taşın üstüne koydu, “Yadigar olarak sakla,” dedi.
Sf:306
Pilotlar: “Evet çarpmaya hazırız!”
Konuşmalarıyla Atatürk’ü sinirlendirmişti. Özellikle havacılığa büyük önem vermekte olan Atatürk, İtalyanların hava harekatını incelerken, bir yandan Ankara büyükelçisinin aracılığı ile Mussolini’nin bu sözlerini açıklığa kavuşturmasını istedi.
13 Şubat 1935 tarihinde İstanbul’dan Ege Vapuru ile yola çıktı, İzmir’e vardı.
Ege Denizi’nde gezerken düşünceliydi. Bir ara güverteye geminin komodoru Sait Halman’ı çağırdı, “Telgrafları çekiniz 19 Şubat’ta Alanya’da olacağız!” emrini verdi. Telgraflar gidecekleri makama yol alırken, 1930 yılında Aspendos’ta verdiği sözü yerine getiriyordu.
“Alanyaya gideceğim, fakat bu fırsattan yararlanıp Rodos’un bu civardaki İtalyan deniz üssünün mümkün olduğu kadar yakınından geçerek durumlarını incelemek isterim.”
Torpido bütün gece savaş durumunda kaldı. Işıklar söndürülmüştü.
Atatürk, Mussolini’nin delice tertiplerine karşı Ege Vapuru ile 17 Şubat günü Antalya’ya vardı. Ertesi günü bir muhribe binerek, gemi komutanına Akdenize doğru açılmasını emretti. Kendisi de köprü üstündeydi.
“Kaptan, şimdi İtalyan Donanması’na rastlarsak ne yapacaksın?”
Cevabı beğenmedi, kızdı:
Sf:315
Daha sonra paraşütle atlayışlar başladı.
Ne yazık ki her defasında, kanat bağlarına sımsıkı yapışan genç, atlamaya cesaret edemiyordu. Turların adedi çoğaldıkça ümitsizlik artıyor, sağdan soldan, “Atlayamayacak,” sözleri duyuluyordu. Uçak belki de son turunu yapmak için alan üzerine geldiğinde hareketsiz duran Atatürk, sağ elini kaldırdı ve bağırdı:
Sf:318
Atatürk yazlık açık renk bir elbise içinde neşeli ve sağlıklı görünüyor, sabırsızlıkla bir şey bekler gibi bir hali vardı.
Doktrin: “Büyük olmak için; hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, Hiç kimseyi aldatmayacaksın. Ülke için gerçek amaç ne ise, onu görecek o hedefe doğru yürüyeceksin. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır, fakat sen buna karşı direneceksin. Önüne sonsuz engeller yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra sana büyük derlerse, bunu söyleyenlere güleceksin.” – Mustafa Kemal Atatürk
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (39)
- english (14)
- eylencelik (24)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (154)
- kitap (164)
- kokucuk dosyası (49)
- korona günlükleri (4)
- music (1)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (20)



