Kırk yaşıma geldim. Fena bir memurdum. Kabaydım; kaba olmaktan zevk alırdım. Rüşvet almadığıma göre hiç olmazsa kendimi böyle tatmin etmeliydim. Masama gelen iş sahipleriyle dişlerimi gıcırdatarak konuşur, içlerinden birinin canını sıktım mı, dehşetli zevk duyardım.

Alçağın biri alçak olduğunu gerçekten hissediyorsa, alçaklığından avunma payı çıkarmaya hakkı vardır.

Umutsuzluk en yakıcı zevktir.

Acı çeken kimse inlemekten zevk alır; almasaydı inlemesini tutardı.

İnsanın hak yerini bulsun diye öç aldığı söylenir. Şu halde ana sebep bulunmuştur: Adalet

Elekle su taşımak her zeki adamın kaderinde yazılıdır.

İnsanın kendisi için iyilik değil, tam tersine kötülük arzulayabileceği, hatta bunu yapmaya mecbur olacağı bazı hallerde ne olur peki, buna da “çıkar” denmez mi?

Cinayetlerde en ince ustalıklar gösterenlerin çoğu zaman en medeni adamlar olduğuna hiç dikkat ettiniz mi?

Kleopatra, cariyelerinin göğsüne altın iğneler batırmayı sever, attıkları çığlıklardan, kıvranmalarından zevk alırdı.

Hür iradesi olmayan insan, bir piyano içindeki cıvata kadar değer taşır.

Önüne dünya nimetlerinin hepsini serseniz, başı kaybolana, hatta su yüzüne ufak ufak kabarcıklar çıkana kadar saadet deryasına gömseniz bile sırf nankörlüğü ve küstahlığı yüzünden bir rezalet koparacaktır.

Gayeye her yaklaşmada bir huzursuzluk hissedilir. İnsan gayeye ulaşmak için çalışmayı sever, fakat ulaşmayı pek istemez.

Yağmur yağarken saray yerine bir tavuk kümesi görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim. Fakat kümes beni yağmurdan korudu diye, şükran borcumu ödemek için kümese saray gözüyle bakamam. Buna gülecek, hatta böyle bir durumda sarayla kümes arasında fark olmadığını söyleyeceksiniz. Evet, hayatta tek gayemiz ıslanmamak olsaydı, dediğiniz doğru olabilirdi.

İnsan kendine karşı tamamıyla samimi olabilir mi? Heinrich Heine, inandırıcı bir otobiyografi yazmanın hemen hemen imkansız olduğu, insanın kendisi hakkında mutlaka birtakım yalanlar uyduracağı iddiasındadır. Ona göre Jean-Jacques Rousseau, itiraflarında gururu yüzünden yalanlar uydurmuştur.

Bu notları yazmaktaki esas maksadım nedir? Sebep okuyucular değilse hatıralarımı zihnimde de tutabilirdim, değil mi? Evet, ama kağıt üzerinde daha azametli görünüyorlar.

Ayrıca kafamda beni rahatsız eden bir sürü hatıram var; nedense yazmakla onları defedeceğime inanıyorum.

Memurlarımızdan birinin iğrenç, rende gibi delik deşik, eşkıyaya benzeyen bir suratı vardı. Benim böyle münasebetsiz bir suratım olsa kimseye bakamazdım sanırım. Başka birinin redingotu, kokusundan adamın yanına yaklaşılmayacak derece eskimişti. Gene de hiçbirinin ne kılığından, ne suratından ne de herhangi bir manevi kusurundan çekindiği yoktu.

Kim bilir, belki bu duyguların zaten aslı yoktur; kitaplardan kapma, yapmacık duygulardır.

Fransızlar, tüm ülkesi barikatlarda can vermek üzere olsa, nezaket için olsun değişmez, ömürlerinin sonuna dek aptal aptal yıldızlara şarkılar söylerler.

Bir gece kötü bir meyhanenin önünden geçerken aydınlanmış pencereden, bilardo masası etrafında istekalarla dövüşen oyuncular gördüm; arkasından birini pencereden dışarı attılar. O an nedense, dışarı atılan herifi kıskandım.

Öyle hayaller kuruyordum ki, aralıksız tam üç ay odamda daldığım hayal aleminde yaşardım.

Okulumuza gelen, bakmaya kıyamayacağınız çocuklar birkaç yıl içinde bize benziyor, son derece sevimsiz hale geliyordu.
Hepsinden son derece nefret ediyordum. Fakat kendim onlardan daha aşağıydım o başka.

Arkadaşımı kendime esir etmek istedim. Çevresine karşı çocukta iğrenme yaratıp muhitiyle münasebetini hemen kesmesini şart koştum. Çocuğun saf ve teslim olmaya hazır bir ruhu vardı. Bana tamamıyla bağlandıktan sonra ondan nefret etmeye başlayarak sırt çevirdim.

Çünkü aklıma bir şey takılmaya başladı mı kafam sadece onunla meşgul olurdu.

Ahmaklar, sofralarına almakla bana büyük bir şeref bağışladıklarını sanıyorlar; asıl benim onlara şeref verdiğimi anlamıyorlar.

Yolda ilk başvuracağım kimse, suda boğulan birini kurtarmaya nasıl mecbursa, düelloda şahitliği kabul etmeye de öyle mecburdur.

O aralık gözlerim salona giren kıza takıldı:
Karşımda genç, körpe, biraz solgun bir yüz gördüm; kızın düz, koyu kaşlarıyla ciddi, sanki hayret dolu bakışı hoşuma gitti. Sırıtsaydı ondan nefret edecektim. Kızın yüzünde saflık, yumuşaklık ve tuhaf derecede ciddilik okunuyordu. Ama bu halinin ona burada kaybettirdiğini düşündüm.
Aynada kendimi beğenmedim. Sonra düşündüm: beni çirkin bulursa daha memnun olurum.

Sersem gibiydim. Sanki kafamın üstünde bir şey uçarak bana çarpıyor, kışkırtıyor, rahatsız ediyordu. Odada; meraklı, soğuk bakışlı, insana ağırlık veren bir çift göz gördüm. Kafamda kasvetli bir düşünce beliriverdi ve tıpkı rutubetli, havasız yeraltına iner gibi berbat bir duygu vücuduma yayıldı.

Hile ile his kolay bağdaşırmış derler.

– Senin gibi bir kız, buraya kendi isteğiyle düşmez.
– Nasıl bir kızım ben?
– Tüh, şimdi de sıra tatlı söze geldi. Durum kötü. Ama belki de iyi…

Bazı kadınlar, kocalarını ne kadar çok severlerse o kadar kavga çıkarırlar. Hatta içinden,
“Çok sevdiğim için sana eziyet ediyorum, kıymetini bil,” der.
Bunu hem yapar, hem de içinden,
“Sonradan onu öyle sevip okşayacağım ki, şimdi bu kadarcık eziyete katlansın,” diye geçirir.

Bir kavgadan sonra sevgiliden özür dileyip barışmak, onu affetmek ne büyük zevktir. Bu saadetle genç çift, aşkları yeni başlamış gibi, henüz evlenmiş gibi hissederler.

Hangi erkek, kucağında evladını tutan karısına karşı kötülük besleyebilir. Pembe, tombul, keyifli bebeğin minik ellerine, tertemiz tırnakçıklarına mutlulukla bakarsın, öyle küçüktür ki insanın güleceği gelir.

Şimdi yalvaran, yumuşak bir ifadesi vardı. Çocuklar sevdiklerinden bir şey isterken böyle bakarlar.

Hayat kadını olduğu için genç ve başarılı çocuktan gelen evlilik teklifini, üzerinde titrediği bir servet gibi saklıyordu. İhtimal bu mektup, hiç sonuç vermeden kızın çekmecesinde kalacaktı.

Ruhumun, vicdanımın derinliğinde bir türlü sakinleşmeyen, bütün varlığımın yakıcı bir hüzünle dolmasına sebep olan bir köşe vardı.

Masayı yumruklarken taşkınlığımın manasız olduğunu fark ettim. Telaşla bir bardak su istedim. Oysa ne suya, ne de mırıldanarak konuşmaya ihtiyacım yoktu. Geçirdiğim buhran gerçekti, ama bir yandan da durumu kurtarmak için numara yapıyordum.

İçimde dehşetli bir nefret kabardı. Öcümü almak için onunla tek kelime konuşmamaya yemin ettim.
“Her şeyde o suçlu.” diye düşünüyordum.
Sessizlik uzun sürdü. Onu daha çok sıkmak için işi masada duran çaya el sürmemeye kadar vardırdım. İnatçı sessizliğimi bozmayarak en çok azap çeken şüphesiz bendim. Manasız hiddetimin iğrençliğini idrak ediyor, fakat bir türlü kendime hakim olamıyordum.

Bence sevmek, manevi üstünlük kurmak, zorbalık etmek anlamına gelir.

Kadını canlandıran, onu uçurumun dibine kadar yuvarlanmaktan koruyarak yeniden doğmasını sağlayan biricik kuvvetin aşk olduğunu biliyorum.

Hakaret, en azaplı duygu da olsa bir arınmadır.

Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten bir ıstırap mı daha iyi?

*

manen: manevi bakımdan

ulvi: yüce

azap: büyük sıkıntı, eziyet

alicenap: onurlu, şerefli

vakar: ağırbaşlılık

hercai: kararsız, gelgeç

vodvil: taşlamalı güldürü

hercümerç: altüst, karmakarışık

metin: metanet, sağlam, dayanıklılık

debi: suyun hacmi, akım

marazi: hastalık derecesinde, patolojik

hımbıl: uyuşuk, tembel, budala

taltif: iyilik ederek gönül alma

redingot: uzun, resmi erkek ceketi

istidat: yetenek

sefih: zevk ve eğlenceye düşkün, sefahat

mariz: dayak, dövme, hastalık

kerli ferli: kılığı kıyafeti düzgün kimse, kelli felli

hoşhoş: çocuk dilinde kutik

külliyet: bütünlük, çokluk

aşarı: ondalık

maraz: hastalık, dayanılması güç durum

kinizm: sinizm, “insan erdem ve mutluluğa hiçbir değere bağlı olmadan bağımsızsa ulaşır” Antisthenes’in öğretisi

hımbıl: uyuşuk, tembel

tabansız: yüreksiz

kurumlu: gururlanarak kasılan, mağrur, kibirli

mahut: bilinen, sözü geçen

melun: lanetli, kötü

ıspazmoz: titreme, kasılma

gaile: sıkıntı, dert, keder

izzetinefis: onur, öz saygı, kişinin kendine verdiği değer

sabık: eski, geçmiş

vesayet: muhtemel korku baskısı

Doktrin: “Yanlış kişiden samimiyet beklediğin an, kırılıyorsun.” – Dostoyevski