Sf: 7
Tülsü’yü Sevmek
Yan sokaklara daldım çıktım; öyle ki bir zaman sonra o büyük kentin içinde kendimi yitirdim. Yabancısı olduğum büyük kentlerde kendimi kalabalığın akışına bırakıp yitirmeyi seviyorum. Nasıl olsa bir taksiye binip otele dönebilirdim.

Sf: 8
Gözüne beni kestirmiş olacak, yanıma geldi,
-Müsaade ederseniz, ben de oturabilir miyim? dedi.
-Elbet, buyrun… dedim.
Yalnızlığımı bölüşmek istemiyordum, hele böyle biriyle…
Sf: 9
-Dünyada sevmekten önemli bir iş olur mu? Bugüne dek hep Tülsü’yü sevdim, ölene dek de hep seveceğim. En büyük mutluluk, insanın sevdiği işi yapmasıdır. Oysa insanların çoğunluğu, neredeyse hepsi sevmediği işi yapıyor.
Sf: 11
-Kime Tülsü’ye tutukluğumu anlatsam, benimle alay ediyor. Tülsü orada şurada diye, beni ordan oraya göndermeye kalkıyorlar. Beni deli yerine koyup aşağılıyorlar. Tülsü’ye tutukluğumu dinleyip de benimle alay etmeyen ilk sizsiniz.
Büyük bir acımayla,
-Tülsü’yü bunca sevmenizin nedeni? diye sordum.
-Nedeni pekçok, dedi, bikez O’nu arayıp da bulamadıkça, bulduğum zaman da kavuşamayınca, Tülsü’ye tutkum daha çok artıyor.
Sf: 16
Postaneden çıktık.
-Şimdi kentin başka postanelerinden de Tülsü’ye telgraf çekip bu kentten ayrılacağım… dedi.
-Nereye gideceksiniz? dedim.
-Bilemiyorum, dedi. Tülsü’yü bulabileceğimi umduğum herhangi bir yere.
El sıkıştık, ayrıldık. Bisüre arkasından baktım. Epiy gittikten sonra, arkasından baktığımı anlamış gibi o da dönüp bana baktı, el salladı. Ben de el salladım.
Sf: 18
Uçun Kuşlar Uçun
İşte o zamanlar kendimi bütün bu dünyada yapayalnız sanırdım. Ne korkunç şeydir koca dünyada senden başka kimsenin olmaması… Bu dünyada herkesin olup da senin olmaman bile bu kadar korkunç değildir; çünkü sen olmayınca, olmadığını da bilemesin.
Yani evliliğimizin ilk yıllarında boşansaydık daha mı iyi olurdu? Kimbilir, belki de… Ama ben toplumun olumsuz saydığı şeyleri yapamam ki… Evlenmek iyi de, boşanmak iyi sayılmaz toplumda.
Sf: 23
Kırk yıl boyunca başkalarından güzelliğinin övgüsünü duymuş bir kadına, sözde iltifat için ne kadar güzel olduğunu söylemek ne denli aptallıksa, bana da zeki olduğumu söylemek aynı şey…
Sf: 24
Daha önce de çıt çıkmıyordu. Ama ben böyle sorunca, sessizlik öyle koyulaştı, öyle yoğunlaştı ki, insan ne yana dönse kendi suskunluğunun sertliğine çarpabilirdi.
Sf: 25
İşte bunu düşününce birden gözlerimden yaşlar boşandı. Oysa nice zamandan beri ağlamak istiyor, ama bitürlü ağlayamıyordum. Ağlamak isteyip de ağlayamamak ne büyük bir acıdır…
En doğal şeyleri söylerken bile, telefonda sesi bir giz verirmiş gibi ürpertiyle titriyordu. Damlaya damlaya zamanla mermeri oyan su gibi, etkisi birden belli olmayan, ama içe işleyen bir sesi vardı.
Bütün yaratıklar gibi, bana göre, deve de güzeldir; ama deveye benzeyen insan yada insana benzeyen deve bana hiç güzel gelmez. O kadın, iki arka ayağı üzerine kalkmış bir deveye benziyordu. Çirkindi.
Sf: 27
İçiyorduk. Bir kız çocuğu masamıza bir demet çiçek bırakmıştı. İkimiz de sarhoş muyduk? Sarhoş değilsek, ayık da değildik.
Sf: 28
İçimden bişeyin koptuğunu duyumsadım; ne olduğunu bilemediğim bişey… Sanki yüreğime giden anadamar yada beynimin ana sinirlerinden biri, bilemediğim bişey işte.
Sf: 29
Çok yüksek bir çatıdan düşen uzun, sivri bir buz sarkıtı yüreğime saplanmış gibi soğuk bir acıyı, yalnız yaşadığım çiftliğime getirdim. Ağlamak istedim kaç kez, ağlayamadım. NE zor şey ağlamak isteyip de ağlayamamak…
Sf: 31
Kan Yüzüğü
Adam, ayakkabıya önem verirdi. Giydiği ayakkabı, insanın karakterinin en iyi belirleyicisiydi. Öneli olan ayakkabının yeniliği eskiliği, biçimi, rengi değildi. Ayakkabısından insanın beğenisi, sağduyusu, düzeyi anlaşılabilirdi. Yıllar önde bir kadınla ilişkisini, nedenini de söylemeden, kadının giydiği ayakkabı yüzünden kesmişti.
Kızın bu denli güzel olabileceğini düşünmemişti. Güzel ama, güzellikten başka bişeydi bu; hani yıldız barışması denilen, kan kaynaması denilen, iki insan arasında tam bilinmeyen bağ… Birbirinin çekiciliğine kapılan böyle insanlar hep güler, gülümserler; herşeyde gülünecek bir yan bulur, yada gülünecek yanı bulunan şeylerden konuşurlar. Onlarda gülüyor, gülünecek sözler buluyorlardı.
Sf: 32
Adam daha rahat konuşabilecekleri bir yere gitmelerini önerdi. Kız,
-Olur… dedi.
Adam, kızın “Olur” demesini pek seviyordu. Bir tek sözcük, ama bu bir tek sözcüğü bütün öbürlerinden bir başka türlü söylüyordu. Hayır, söyleyişi doğru değildi; adamın hoşuna giden de kızın bu yanlış söyleyişiydi. Bu yüzden kıza sıksık “olur” dedirtmeye çalıştı. Adam, kolaycacık, en sudan nedenlerle mutlu olanlardandı. Kız, o yanlış söyleyiş biçimiyle “olur” dedikçe adam mutlulukla gülüyordu.
Sf: 34
Niçin simyacıların demiri altın yapmak istediklerini anlıyor musunuz? Demiri altın yapabilen bir simyacı çıkmış olsaydı, büyü, o aramanın büyüsü bozuluverecekti. Demeri altın yapmaktan çok daha güzel olanı, demiri altın yapacak felsefe taşını ararlarken buldukları şeyler…
-Ya hiçbişey bulunmazsa!…
-Olabilir. Ama güzel olan yine de aramak.
Sf: 35
Simyacı, kristal sürahide zümrüt yeşili bir içki yetirdi. Kız, bu içkinin ne olduğunu sordu. Simyacı, nektar olduğunu ve kendisinin yaptığını söyledi. Simyacı bardağını kızın mutluluğu için kaldırdı. İçtiler. Kız,
-Hiç içmemiştim böyle bir içki, dedi.
Simyacı,
-Ben de… dedi
-Nasıl olur, kendi yaptığınız içkiyi ilk mi içiyorsunuz? diye sordu kız.
-Çok içtim, dedi Simyacı, ama seninle içerken ilk içiyormuş gibiyim.
İçtiler, güldüler. Simyacı’nın nektarı içtikçe bulutların üstüne koyu sarı saçları uçuşan kız, kendisini özgürlüğün ve bilinmezliğin çekiciliğine kaptırmıştı.
-Ayrılmak çok zor.
Kalktılar. Kız iki koluyla Simyacı’ya sarılarak,
-Sen gerçekten bir simyacısın! deyip O’nu uzun uzun öptü.
Sanki başka hiçbir kadınla öpüşmemiş, yaşamında sanki ilk öpüşüyormuş gibi, sözle anlatılmaz bir coşku içindeydi Simyacı.
-Sen de benim felsefe taşım olur musun? dedi.
-Olur, neden olmasın…
Simyacı bir sevinçli, bir sevinçli, yüreği göğüsünden taşarak,
-Sevgili Felsefe Taşı’m, dedi, bana daha hiçkimsenin tatmadığı öyle bir mutluluk verdin; ben de sana bir simyacı olarak öyle bir armağan sunacağım ki, bugüne dek ve bundan sonra da dünyada hiçkimse hiçkimseye öyle değerli bir armağan vermedi ve bundan sonra da veremeyecek. Sana dünyanın ve tarihin en değerli armağanını sunacağım ki, böyle bir armağanı ancak Felsefe Taşı’nı bulmuş bir simyacı verebilir.
Sf: 36
Felsefe Taşı meraklanıp armağanın ne olduğunu sordu. Simyacı,
-Şimdiden ben de bilemiyorum, dedi; ama kendimden, özümden, yüreğimden, canımdan, kanımdan bir armağan olsun istiyorum; dünyada olmamış, görülüp duyulmamış bişey.
Felsefe Taşı yine kahkahalarla gülerek,
-Olur… dedi.
Oysa Simyacı’nın “Sevgili Felsefe Taş’m” dediği kız, Simyacı gibi, zamanı geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir bütün olarak yaşamıyordu. O, zamanı parça parça yaşamaktaydı. Yaşadığı her zaman ayrı bir parçaydı ve kopuk kopuk olan o zaman parçaları, önceki ve sonraki zamanla birleşmezdi. Tıpkı bir albüm seyreder gibi yaşardı zamanı. Albümün bir sayfasını çevirip o sayfadaki resmi seyrederken o resimle ilgilenirdi. Ama o sayfayı çevirip albümün başka sayfasındaki resme bakarken bir önce baktığı resimleri unuturdu. O’nun için yaşam, albümdeki resimlere bakmak gibiydi. Sayfa çevrilince unutulur, yeni çevrilen sayfa yaşanırdı.
Sf: 37
Simyacıyla geçirdiği o gün söylediği her söz doğruydu, her davranış içtendi, her tutumu yürektendi. Sözlerinde, davranışlarında, tutumunda hiçbir sahtecilik, ikiyüzlülük yoktu. “Senin Felsefe Taş’n olurum,” dediğinde Simyacı’yı kandırmamıştı. “Seni seviyorum,” diyen Simacı’ya “Ben de seni seviyorum,” demesi yalan değildi. “Ayrılmak çok zor,” derken yüreği konuşmuştu. Terminalde ayrılırken eliyle öpücük göndermesi içinden gelmişti. Ne var ki, yaşamının o parçası o gün orda bitmiş, albümün sayfası çevrilmiş, ayrıldıktan sonra, yaşamın başka bir zaman parçası başlamıştı.
Simyacı’nın anlamadığı, anlayamadığı ve hiçbir zaman da anlayamayacağı işte buydu. Kurduğu ve gerçekliğine gittikçe daha çok kendini inandırdığı düşlemler, imgelemler dünyasında, “Sevgili Felsefe Taş’m” diye başlayan uzun, çok uzun mektuplar yazdı. Her mektubunda, göndermeye söz verdiği elyazması mikrofilmin ivedilikle çok gerekli olduğunu da bildirdi. Mektuplarının hiçbirine yanıt alamıyordu.
Günleri, sevgili Felsefe Taşı’nı düşleyip düşünmekle, laboratuvarında çalışmakla, kitaplığında durmadan okumakla geçiriyordu. Üzerinde son çalıştığı demir ve insan kanındaki hemoglobinin etkin maddesi olan demirin oksitlenmesi ve yine parçalanmasıydı. Bu konu üzerinde günlerdir çalışırken bigün aradığı şeyi bulmanın sevinciyle fırladı. Sevgili Felsefe Taşı’na vereceği o dünyanın ve tarihin en değerli armağanı olan ve kendinden, özünden, yüreğinden, canından ve kanından yapılacak armağanı bulmuştu; kendi kanındaki demirden bir yüzük yapacak, bu Kan Yüzüğü’nü sevgili Felsefe Taşı’na sunacaktı. Herhangi demirden değil, herhangi kandaki demirden de değil, kendi kanındaki demirden yapacağı bir yüzük; dünyada bundan daha değerli ne olabilirdi ki… Böyle bir armağanı tarih boyunca hiçkimse kimseye vermemişti daha.
Sf: 38
Yüz mililitre insan kanındaki yetmişbeş mikrogram demir… Vücudundaki ortalama altı kilo kanda dörtbuçuk gram demir vardı. Sevgilisine Kan Yüzüğü yapabilmesi için vücudundaki kanı yedi-sekiz kez boşaltması ve içindeki demiri çıkarıp alması gerekiyordu. Böylece, sevgili Felsefe Taşı’na sunacağı Kan Yüzüğü’nde O’na kanını, canını da vermiş olacaktı.
Yaşamının en büyük sevinciyle zaman geçirmeden işe koyuldu. Kimseyi gereksinmeden kendi kanını almayı başardı. İlk aldığı kanı yarım litreydi. Şişe içindeki yarım litre kanı lamba ışığına tutup baktı; bunun içinde ancak yarım gramcık, daha bile az demir çıkabilirdi.
Kan Yüzüğü’nü armağan ettiğinde sevgili Felsefe Taşı nasıl, nasıl sevinecek, sevinçten uçacak, dünyada başka hiçkimsenin kendisini Simyacı’dan daha çok sevmediğine ve sevemeyeceğine inanacak, sarılıp boynuna Simyacı’yı öpecek, öpecekti. Simyacı, kendinden her kan alışında gelecekteki o mutluluğu şimdiden yaşamaktaydı.
Ayrılışından yedi ay sonra, sevgili felsefe Taşı’ndan “Sevgili Simyacı’m” diye başlayan kısa bir mektup aldı. Mektupta geleceği tarihi bildiriyordu. Simyacı o günü büyük bir coşkuyla bekledi. Koşup sevgili Felsefe Taşı’nı karşıladı. Sevgili Felsefe Taşı, hemen içinde bulunduğu zaman parçasını yaşamaya, yaşam albümünün çevirdiği yeni sayfasına bakmaya başlamıştı; yani olabildiğine sevecen, sevimli bir sevgili olmuştu, öyle ki Simyacı içine düştüğü kuşkularından utanmıştı.
Niçin mektup yazmadığını, mektuplarını yanıtlamadığını sordu. Sevgili Felsefe Taşı, herkesin kendinden mektup beklediğini söyledi. Simyacı alınarak,
-Ben herkes miyim? dedi.
Bu kez Felsefe Taşı,
-Hiçkimseye yazmadım ki… dedi.
Simyacı daha da alınarak,
-Ben herkes miyim? dedi.
Başka bir zaman da, kendisine o denli çok gerekli olan alyazmasının mikrofilmini neden hâlâ göndermediğini sordu. Felsefe Taşı, zamanının olmadığını, işlerinin çok olduğunu söyledi. Simyacı çok küstü, ama küskünlüğünü dışavurmadı. Kendisi sevgili Felsefe Taşı için kendi canını, kanını hem de seve seve veriyordu da, bir mikrofilm çektirip göndermek neydi ki… Simyacı, acısını, üzüncünü nice dışavurmaya çalışsa da, içi dışından hemen okunan bir adamdı. İçini içine saklayıp dışavurmamak elinde değildi. Sevgili Felsefe Taşı, yüzünden, gözünden Simyacı’nın gücenikliğini anlayıp, mektup da yazacağına, mikrofilmi de göndereceğine söz verdi. O anda içtendi, çünkü o anı, kopuk bir zaman parçası olarak yaşamaktaydı.
Sf: 39
Sevgili Felsefe Taşı, Simyacı’nın yüzünün sararmışlığını, güçsüzlüğünü ayrımsadı. O zaman dek Simyacı altı kez kanını almıştı, ama sevgili Felsefe Taşı’na bundan hiç söz etmiyordu. Hasta olup olmadığını sordu, Simyacı hasta olmadığını söyledi.
Bir ay birlikte oldular, bu bir ay mutluluğun doruğunda yaşadılar.
Yine ayrılık zamanı gelip çattı. Geçen kez olduğu gibi,
-Ayrılmak çok zor… dedi Felsefe Taşı.
Sarılıştılar, öpüştüler uzun uzun.
-Beni mektupsuz bırakma! dedi Simyacı.
Sevgili Felsefe Taşı, yine Simyacı’nın yüreğine işleyen o söyleyişle,
-Olur… dedi.
-Unutma, mikrofilm de çok gerekli.
-Olur.
Bu kez ayrılırken Felsefe Taşı’nın kuzey grisi gözleri sulandı. Bir daha, bir daha sarıldı Simyacı’ya; uzaklaşınca dönüp dönüp baktı, eliyle öpücükler gönderdi.
Simyacı, Felsefe Taşı’nın ardından bisüre öylece kaldı, sonra Sevgili Felsefe Taşı’yla dolu olan yalnızlığına döndü. Kan Yüzüğü’nü bir ayak önce yapı vermeli, dünyada bir eşi benzeri daha olmayan sevgisini kanıtlamalıydı. Kendisinden bir litre daha kan alıp halsiz düşünce yattığı yerde sevgili Felsefe Taşı’yla birlikte olacakları günlerin düşüncelerini kurup o imgelemler içinde yaşamaya başladı.
Aylar geçti. Simyacı’nın kendinden aldığı kan soğutucuda birikiyordu. Ama sevgili Felsefe Taşı’ndan ne mektup geldi, ne mikrofilm…
Her insan doğal olarak başkasını da kendisi gibi sandığı için, Simyacı, sevgili Felsefe Taşı’nın onca güzel günleri birlikte yaşayıp mutlu olduktan, üstüne söz verdikten sonra neden mektup yazmadığını, mikrofilmi neden göndermediğini bitürlü anlayamıyordu. Sevgili Felsefe Taşı’nın yaşamı parça parça ve zaman parçalarının da kopuk kopuk yaşadığını hem bilmez, hem anlayamazdı.
Sf: 40
Her ayrılışları bir öncekinden daha zor oluyordu.
Sevgili Felsefe Taşı, altı ay, en geç sekiz ay aralarla geliyordu. Bu aralarda ne mektup yazıyor, ne mikrofilmi gönderiyordu. Ancak Simyacı’dan istediği şeyler olunca mektup yazıyor, Simyacı’da bu istekleri sevinçle yerine getiriyordu. Her buluşmalarında Felsefe Taşı, Simyacı’nın yüzünü daha soluklaşmış, bakışlarını daha cansızlaşmış, gücünü daha azalmış buluyordu.
Simyacı, sevgili Felsefe Taşı’yla tanışmalarında iki yıl sonra vücudundaki bütün kanı parça parça boşaltmıştı; artık vücudunda yeni kanı dolaşıyordu. Kanından demir çıkarmak için sabırsızlanmaktaydı. Kanındaki demirin mili miligramını bile ziyan etmemeye çalıştı. Biriktirdiği soğutucudaki kanından demiri çıkarıp alma işlemi de hiç kolay olmadı. Kanındaki plazmayı, plazmadaki tuzları, eriyik gazları, yağları, glikozu, proteini ayırıp hemoglobini elde edince, hemoglobindeki demiri oksitleyerek ayırmanın yöntemini buldu. Bu işlem haftalar boyu sürdü. Sonunda başardı. Kendi kanındaki ilk demiri elde edip de bunu gözüyle görüp, eliyle tutunca dünyalar onun oldu; bir simyacı demiri altına dönüştürebilseydi nasıl sevinirdiyse, O, bundan daha çok sevindi. Ne var ki, kitaptaki hesap hiç de uygulamaya uymadı. Beş litre kanından dörtbuçuk gram demir çıkması gerekirken ancak üç gram demir çıkarabilmişti. Geri kalan ya ziyan olmuştu ya elde edilememişti.
Sf: 41
Coşkuyla ve sabırla kendi kanını almayı sürdürdü; aylarca ve yıllarca bu böyle sürdü.
Sevgili Felsefe Taşı’nın gelmesi çok uzarsa, Simyacı O’nun ülkesine gidiyordu.
Simyacı gittikçe güçten düştü, gittikçe çöktü, bitkinleşti. Yüzü mumya sarısına döndü. Ama yedi yıl boyunca verdiği kanından, sonunda otuz gram demir elde etmeyi başardı. Kendi eliyle bir demir yüzük yaptı. Yüzüğü yapması da hiç kolay olmadı. Beğeneceği biçimi verene dek yüzüğün biçimini boyuna değiştirdi. Sonunda beğendiği biçime soktu yüzüğü. Yüzüğün kaşına yine demirden bir küçük yürek koydu. Kızgın ateşte akkora kesmiş demire su verip çelik yaptığı gibi, Simyacı da kan demirinden yüzüğünü su yerine kanla çelikleştirdi. Kan yüzüğünü, kanından, canından yapmıştı. Kan yüzüğünü bezekli, çok güzel bir kutuya koydu. Dünya değeri armağanını götürüp kendi eliyle verecekti sevgili Felsefe Taşı’na.
Felsefe Taşı’nın ülkesine gitti. Telefon edip geldiğini bildirdi. O sırada Felsefe Taşı, başka bir zaman parçasını, albümün başka bir sayfasını yaşamaktaydı. Bu yüzden o gece ve ertesi gece işi olduğunu, gündüzleri de çalıştığını söyleyip, daha ertesi gece için,
-İstersen evime gel… dedi.
-İstersen gel…”, “İstersen…” Simyacı donup kaldı. Kan yüzüğünü armağan diye getirmemiş olsa, “İstemem,” deyip telefonu kapatabilirdi. Gerçekten de böyle bir kabalığı, hem de çok gerektiği halde, yapabilir miydi? Hayır, yapamazdı.
Sf: 42
Simyacı, iki gün sonra, Sevgili Felsefe Taşı’nın evine gitti. Kansızlıktan iyice azalmıştı gücü. Üçüncü kata zorlukla çıktı.
Sarılıştılar yine. Öpmeye yine öptü Felsefe Taşı, ama iki mermer yontunun birbirinin üstüne düşmesi, iki mermer yüzün birbirine değmesi gibi.
-Çok zayıflamışsın, renginde çok çok uçuk, neyin var? diye sordu Felsefe Taşı.
-İyiyim, bişeyim yok… diye yanıtladı Simyacı.
Armağanının yaratacağı sevinci bozmamak için, niçin mektup yazmadığını, bunca yıldan beri niçin hâlâ mikrofilmi göndermediğini sormadı.
-Anımsıyor musun, dedi sekiz yıl önce buluştuğumuzda sana bir söz vermiştim.
-Neydi? diye sordu Felsefe Taşı.
-Hani bir armağan…
-Haa, evet… Öyle bişey…
Gülümseyerek, sevgili Felsefe Taşı’na kutuyu uzattı.
Şimdi açacak kutuyu, gözerinden sevinç yıldızları parlayacak, Kan Yüzüğü’nü parmağına takıp coşkuyla haykırarak boynuna atılacak, öpecek, öpecek…
Sevgili Felsefe Taşı kutuyu açtı. Çıkardığı yüzüğe evire çevire baktı, hiçbir titreşimi olmayan, dümdüz bir sesle,
-Bu nedir? diye sordu.
Simyacı’nın mumya sarısı yüzü daha da sararıp kirli aka kesti.
-Yüzük… dedi.
-Görüyorum, ama neden yapılmış?
-Demir, dedi Simyacı, demirden…
Artık Felsefe Taşı olmayan kız,
-Yaa… diyerek yüzüğü, dirseğini dayadığı üstü cam masaya bıraktı.
Dikine düşen yüzük camın üstünde döne döne gittikçe yeğnileşen bir çınçın sesi çıkardı; demirin camda çıkardığı o çınçın sesi sığmayıp odadan taştı. Yüzük durdu, ses kesildi.
Simyacı ayağa kalktı.
Kız,
-Erken değil mi? dedi.
Sf: 43
-Kendimi pek iyi bulmuyorum… dedi Simyacı.
-Ne zaman görüşeceğiz? diye sordu kız.
Bir daha hiç görüşmeyeceklerini, görüşmelerinin gereği kalmadığını anlayan Simyacı,
-Yarın sabah dönüyorum… dedi.
Sarılıp öpüştüler, iki mermer yontunun düşüp birbirine sürtünmesi gibi. Kızı, yaşamakta olduğu zaman parçasının içinde bırakıp ondan ayrılan Simyacı öyle güçsüz, öyle bitkindi ki, sokakta zorlukla yürüyebiliyordu. Kendini bir taksiye attı, sürücüye otelin adını söyledi. Başını arabalığın arkalığına dayadı. “Benden öncekiler gibi, ben de, demiri altına dönüştürecek felsefe taşını bulamadım, ama nasıl olsa bigün felsefe taşını bulan bir simyacı çıkacak…” diye içinden geçirdi.
Bayramoğlu 23 Haziran 1984
Sf: 44
Kimsenin İnanmadığı Öykü

Sf: 45
Yaşlı adam birgün genç kadına,
-Hiç kimseyi seni sevdiğim kadar sevmedim, sen en büyük sevgimsin… dedi.
Gerçekte söylemek istediği bu değildi. “Seni hiç kimse benim sevdiğim kadar sevmedi, sevemez de…” demek istiyordu.
Genç kadın,
-İnsan son sevgisini en büyük sevgi sanır… dedi.
Ne demek istedi kadın? Bundan sonra başka bir sevgili mi? Yaşlı adamın içinde bir, nasıl söylemeli, hani salıncak yukarıdan aşağı inerken içindeki çocukların duyduğu o boşalma gibi bir duygu yada dalganın tepesinden inen kayıkta duyulan o iç boşluğu duygusu, hava boşluğundayken uçakta duyulan gibi bişey işte…
Sf: 46
-Milyonlarca yıldır insanların canını alırım, ama hiç böyle bir olay başıma gelmedi. Size inanmıyorum… dedi.
Genç kadın,
-Ben de inanmıyorum… Böyle şey olamaz… dedi.
Ne Azrail, ne genç kadın inanıyordu. Salt onlar değil, bu olayı duyan, bu öyküyü dinleyen hiç kimse inanmadı. Ama bu dünyada hiç kimsenin inanmadığı bu öykünün doğru olduğuna inanan tek kişi vardı: Bu öyküyü anlatan o yaşlı adam.
Ankara-Bahçelievler 1 Şubat 1984

Sf: 47
Adem’le Havva Kendi Cennetlerini Kuracaklardı

Sf: 56
…….ve sonra kadın, erkeğe dedi ki:
“Burası senin inceliğinle bağdaşmayacak kertede çirkin ve seni tedirgin edecek kertede yabanıl ve burası güzellikten ve bereketten yoksun ve burada herşey yıkık ve ören. Haydi gidelim ve cennetimizi kuralım.
……. ve sonra erkek, kadına dedi ki:
“Sana çirkinse bana güzel ve çünkü onda ben varım ve benim ellerim ve benim gözlerim ve benim gözyaşlarım ve benim alınterim ve benim emeğim var ve sana yoksul geliyorsa bana varsıl gelmekte ve çünkü benim yaptığımda ve benim kurduğumda ve benim yarattığımda ben varım ve ben burda her ne yaptımsa onlarla özleşmişim.”
Sf: 58
Lin-Min Artık Fiong-Hua’dan Mektup Beklemiyor

Sf: 59
Adamın yaşı? Uzakdoğulular’ın yaşlarını kestirmek yabancılar için kolay olmuyor. Bir on yaş yanılma payıyla altmış yaşında denilebilirdi. Görünüşe göre elli yaşında olabilirdi, ama yetmiş yaşında olmadığı da söylenemezdi.
Sf: 62
“Sen dünyanın en güzel, en incelikli kadını değilsin elbet… Ama benim için dünyada senden güzel yok ve senden incelikli de olamaz; çünkü seni seviyorum.”
Fiong Hua’ya baktım. Başı önünde, masaya bakıyordu. Lin Min, iki elini çenesine dayamış, bakışlarını Fiong Hua’dan ayırmıyordu. Ama dıştan göründüğü gibi dingin değildi, içi kaynayıp duruyordu. Fiong Hua’ya “Canım”, “Sevgilim” demek istiyordu. Oysa Fiong Hua hoşlanmazdı bu sözcüklerden. Basmakalıp, herkesin kullandığı, klişeleşmiş sözcüklerden nefret ediyordu. Buyüzden Lin Min O’na “Canım” diyemiyordu.
“Ah Fiong Hua, canım sözcüğündeki güzelliği, çok seyrek görülen o yalın güzelliği ayrımsayamıyorsun; çünkü bu güzel sözcük senin dilinde yok. Kimi öyle güzel şeyler vardır ki, kullandıkça eskimek, yıpranmak, bozulmak şöyle dursun, tersine değeri atar, daha güzelleşir. “Canım” sözcüğü de her tekrarlanışında değeri artan o seyrek güzelliklerden biri. Sevgili Fiong Hua, canım sözcüğünün bu değeri kazanması hiç de kolay olmadı; binlerce binlerce yıllardan beri Viyetnamlı sevgililer birbirine ‘Canım’ diye diye o güzelliğe, değeri ölçülmeyecek bir değer kattılar. Kullanılan altın, vitrinde duran yada kasada saklanan altından daha güzeldir. Herkesin kullandığı herşey ille de bayağılaşmaz. Fiong Hua. ‘Seviyorum’ sözcüğü de böyle. Yaşlı dünyanın tarihi bile ‘Seviyorum’ sözcüğünü yıpratamadı, bayağılaştıramadı. Aynı anlama kullanılmak istenen hiçbir özgün sözcük ‘Seni seviyorum’un yerini alamadı. Canım sözcüğündeki yalın ama ölümsüz ve kullanıldıkça canlanıp değerlenen ölümsüz güzelliğin tadına varamadığın için sana ‘canım’ demek mutluluğundan beni yoksun bırakıyorsun canım sevgilim Fiong Hua.”
Sf: 64
Bilirdi yazmayacağını, ama yine de Lin Min’in bir çocuk gibi gözleri parlardı sevinçten ve inanırdı. Kendisi de bilirdi, dünyada en kolay kandırılabilecek insan olduğunu; O’nu aynı yalanla yüz kez kandıran, yine aynı yalanla yüzbirinci kez de kandırabilirdi.
Sf: 67
-Niçin mektup yazmıyorsun Fiong Hua?
Fiong Hua,
Çok güzel şeyler yazmaya çalışıyorsun da ondan… Oysa senden olan herşey güzel benim için. Değerli olan, güzel olan, sen kendinsin.
Fiong Hua, böyle durumlarda her zamanki gibi, “Yazacağım Lin Min, yazacağım,” demedi, bu kez,
-İnsanın içinden gelmeli Lin Min, içimden gelmiyor… dedi.
Lin Min, her yanına birden inme inmiş gibi oldu. Ağaçlar, bulutlar, deniz, taşıtlar, toprak, ordaki herşey birbirine karışarak fırıl fırıl dönmeye başladı. Kendi gözünde bu denli küçülmemişti. Peki ama niçin bunu daha önce söylememişti?
Sf: 68
Anayolun kalabalığına daldılar. Yürürlerken, aralarına başkaları girip onları ayırıyor. Oysa eskiden birbirlerine öyle sokulmuş yürürlerdi ki, başkaları aralarından geçemezdi.
Sf: 71
Saçlarında Ve Sesinde Güneşi Getiren Sevgili
-Bunu seni sevmeye başladıktan sonra anladım, dedi, aşk bir doyumsuzluktur; iki cinsin birbirine sürekli ve hiç dinmeyen, bitmeyen doyumsuzluğu… Bu doyumsuzluk bitince aşk da kalmıyor.
Sf: 73
Adam,
-İnsan, dedi, iki türlü yalan söylüyor. Biri, yalan olduğunu bile bile yalan söylüyoruz; bir başkalarını kandırmak için. Böylesi yalan çok önemli değil, çok tehlikeli de değil.
İçi boranlı Adam sustu. Saçları güneşli Kadın,
-Ya öbürü? diye sordu.
-Öbür yalanımız, yalan olduğunu bilmeden söylediğimiz yalanlar. Yalanlarımızla, önce kendimizi kandırıyoruz; kendimizi kandırınca da inanıyoruz yalanımıza, yalanımızı doğru sanmaya başlıyoruz. Bu kez doğru olduğuna kendimi inandırarak başkalarına söylüyoruz, yalanımızın yalan olduğunu kendimiz bile bilmeden.
Sf: 74
-Düşündüğün nedir? diye sordu Kadın.
-Seni gerçekten sevip sevmediğimi… Seni deli gibi, seni çılgınlar gibi seviyor muyum gerçekten? Yoksa seni seviyorum diye önce kendime yalan söyleyip kendimi kandırdıktan sonra bu yalanı yalan olduğunu bilmeden sana mı söylüyorum?
Adam, kendi içindeki karanlık mağaradan gelir gibi kısılan sesiyle konuştu:
-Bu kez kendi yalanımla kendimi kandırmak istemedim. Kendimi günlerdir sınıyorum: Seni seviyorum diye kendimi kandırıyor muyum?
Kadın’ın yüzünü iki eliyle tutup güneşli gözlerinin içine bakarak fısıldadı:
-Hayır, kendimi kandırmıyorum. Bunu sana çok kez söyledim, ama bu kez başka: Seni seviyorum.
Sf: 76
Adam,
-Nereye gidiyor bu otobüs? Diye sordu.
Sürücü yardımcısı, bindikten sonra otobüsün gideceği yeri soran Adam’a alaylı alaylı bakıp otobüsün gideceği yeri söyledi. Kadın sevinçle,
-Ay oraya hiç gitmemiştim, dedi.
Adam,
-Ben de, dedi.
Biletçi geldi, iki bilet verdi.
-Kaç saate gideriz?
-İki gece, bir gün. Yarın gece sabah karşı kısmetse…
Adam,
-Seninle birlikte ilk kez bir yerde olmak ne güzel… dedi.
Kadın, Adam’a iyice sokularak aynı düşüncede olduğunu, konuşmadan belirtti.
Sf: 77
-Sorsana, dedi kadın, burda tiren var mıymış?
-Galiba olacak, dedi Adam.
Ama yine de sordu. Tiren vardı. Kolkola girip istasyona gittiler.
Adam, demiryolu memuruna, ilk tirenin kaçta olduğunu sordu. Memur da,
-Nereye gideceksiniz? dedi.
-Nereye olursa… İlk kalkacak tiren?…
Yarım saat sonra kalkıyordu tiren. Hep gülüyorlardı, hep gülünecek bişeyler buluyorlardı. Şarap içiyorlardı, içtikleri şarap çok güzeldi. Ne bir saat öncesini, ne bir saat sonrasını düşünmeden konuşup yiyip gülüp gülüşüp içiyorlardı.
Sf: 78
Koşuyorlardı işte… Yoksa uçuyorlar mıydı? Evet, çok alçaktan bir uçuş, ayak burunlarını yere değdire değdire…
Sf: 81
Hiç Bozulmaz Usta’nın Keyfi Bugün
Altmış yaşından sonra O’na usta demeye başlamışlardı. Bayılıyordu kendisine usta denilmesine.
Yaşının teymiş olduğunu söylediği zaman, karşısındakini alay etmek için kandırıyormuş duygusuna kapılırdı. Çocukların yalan söyleyip de “Kandırdıııım” diye sevinmeleri gibi hınzırca bir sevinç duyardı “Yetmiş yaşındayım,” derken.
Yetmişini de geçmişti biriki ay…
Yetmiş yaşında olduğunu öğrenip de şaşıranlar, “Ancak ellisinde gösteriyorsunuz…” dedikleri zaman, bu iltifattan hoşlanmazdı. Çünkü kendisini, elli değil, kırk yaşında, daha bile genç duyuyordu.
Sf: 82
Bugün buluşacaklardı yine, akşam saat altıdan sonra… Aradan uzun bir ayrılık geçmişti. Bunca ayrılıktan sonra, buluşacakları saate dek bütün bir gün beklemenin dayanılmazlığına katlanamayacağı için, biçok işini özellikle o güne sıkıştırmıştı.
Sf: 83
Genç kadının elini avucuna alıp rıhtım boyunca gezdiği günü düşündü. Sevmese… Ne diye?. Parmaklarını parmaklarına geçirmiş, kenetli ellerini sallaya sallaya… Kaç yaşında olursa olsun, üniversite öğrencisiydi o gün.
“Aptal değil ya… Üstelik çok da zeki. Biliyor elbet benim babası yerinde olduğumu. Belki de babasından da yaşlıyım. Babasıyla beni tanıştırması gülünç olur. Ne diye tanıtacak beni? Kocam diyemez… Sevgilim, dese olmaz. Nişanlısı olduğumu söyleyemez… Arkadaşım dese… Hayır.”
Sanki yeryüzünde aralarında otuz-kırk yaş ayrımı olan sevgililer yok mu? Olmasa ne çıkar, ilk onlar olur… Hem kime ne?
Sokağa çıktı. Puslu, sepkenli bir hava. Başını kaldırıp bacalardan tüten kurumlu dumanın kara bir tül gibi örttüğü gökyüzüne gülümseyerek baktı,
-Boşuna havanın surat asması, hiçbişey bugün keyfimi bozamaz… dedi.
İçinden değil, sesli sesli söyledi bunu. “Ama bu havanında ayrı bir şiirselliği var,” diye geçirdi içinden.
Sf: 84
Islık çalarak durağa doğru yürüdü. Otobüse binerken itip kaktılar, dirseklediler, omuz vurdular, sonunda ite ite otobüsün bir köşesine sıkıştırdılar. Otobüsün içi terli insan sıcaklığı kokuyordu. Biri ayağına bastı. Ne denli başını öteye çevirse, göğüsüne dayanan iri adamın sıcak ekşimiş kokulu soluklarından kurtulamıyordu. Yine de gülümsüyordu. “Boşuna, boşuna…” diye geçirdi içinden. “Bugün kimse, benim keyfimi bozamaz…”
Sf: 85
Apartmanların aralarındaki boşlukta çocuklar ayaktopu oynuyorlardır. Birden havalanan top Usta’nın önüne doğru geliyordu. Usta şu topa candan bir şut çekmek istedi. Gerildi, gerildi… Ayağı boşluğa gitti, top iki ayağı arasından geçip gitti. Çocuklar gülüştüler. Usta da güldü. Ne güzel gündü.
Sf: 86
Okurlarına kitap imzalayacağı kitapçı dükkânına geldi.
-Buyrun Ustam. Okurlarınız sizi bekliyor. Lütfen, şöyle buyrun. Ne içersiniz?..
Önündeki masaya çiçekler konmuştu. Ellerindeki kitaplarını imzalatacak okurlar sıraya girmişlerdi. Epiyce kalabalıktı. Öndeki kadının uzattığı kitabı aldı.
-Adınız efendim?
Kadın adını söyledi. Kitabın iç kapağına “Sevgilerimle” diye yazdı. Genç bir yazarken kitaplarını yaşlı okurlarına “Saygılarımla” diye imzaladığı oluyordu… Çok yıllardan beri artık kimseye “Saygılarımla” diye kitap imzalamıyordu. Çünkü, kitabın saygıyla sunacağı kendisinden daha yaşlı okurları yoktu artık.
Bir delikanlının kitabına, “Başarılar dileyerek” diye yazdı. Bir genç kızın kitabına da “Mutluluklar dileyerek” diye…
Aklı, az sonra buluşacağı genç kadındaydı. Bigün, “Seni, dünyada kimselerin sevemeyeceği kadar çok seviyorum,” demişti de, genç kadın, “Bu çok söylenmiş bir sözdür,” karşılığını vermişti. Ama çok söylenmiş sözlerde büyük doğruluk vardır. Öyle değil mi? Belki de dünyada ençok söylenmiş söz “Seni seviyorum”dur.
“Herkes böyle söyler, ama sonra ne olacağı hiç bilinmez…”
“Önemli olan, sonradan nasıl olacağı değildir.”
“Ya nedir?”
“Seni seviyorum, diyen insanın, bu sözünün ondaki doğruluğuna kendisinin inanmasıdır.”
Sf: 87
Genç kadının günü gününe, saati saatine uymuyordu. Sürekli gelgitler içindeydi nedense… “Beni öper misin?” diyen o sıcak istekler kadını, başka bigün neden bunca uzaklaştırıyordu?
Sf: 88
Genç kadın, iki yüzyıl önce ölmüş bir ünlü kişiyi sordu.
-Onunla çok ilgiliyim… dedi.
Usta anlattı bildiğince. Sonra genç kadın başka bir ölüyü sordu, o da geçen yüzyılda ölmüştü.
-Onunla da ilgileniyorum.
Bütün günün hiç bozulmayan keyfiyle Usta,
-Benden başka herkesle ilgileniyorsun… diye şaka yapmak istedi.
Genç kadın,
-Evet, ölenlerle… dedi, ama sen ölmedin daha…
Şaka mı yapıyor diye baktı gözlerine. Hayır, ciddiydi genç kadın. Ve sürdürüyordu sözlerini. Usta ölürse, O’nunla da ilgilenecekti, hem de çok ilgilenecekti… Nerdeyse sevecenlikle titreyen bir sesle, olabilirse, ölümünden önce kendisine haber verilmesini diliyordu. O sırada yanında olmak istiyordu, hem de başucunda.
Sf: 89
Aynadaki yansımasına baktı: Gözlerinden yaş süzülüyordu. Ama nasıl olur, ağlamıyordu ki… Yoksa ayrımsamadan ağlıyor muydu? Elini yüzüne götürdü, parmaklarını gözlerinde dolaştırdı. Hayır, yaş yoktu gözlerinde… Ağlamıyordu. Ya bu aynadaki kim? Kendisi işte. Aynayı itmek için uzattığı eli boşluğa gitti. Karşısında ayna olmadığını o zaman anladı. Aynada yansımasını değil, kendisini görüyordu karşısında… Kendi ağlamıyor, ama karşısındaki kendi ağlıyordu… Ve karşısında gördüğü ağlayan Usta, kendisi gibi otuz yaşında, kırk yaşında değil, gerçekten yetmiş yaşındaydı.
Kendikendisini görüyordu karşısında, hem de gözleri yaşlı…
Usta,
-Kimse bozamaz keyfimi bugün… dedi.
Karşısında duran kendisi,
-Keyif mi bıraktılar ki… diye karşılık verdi.
Sf: 90
Masal Kız
Bu meyhanede çok içilirdi. Sarhoş da olunurdu. Sarhoşluk konusunda aynı düşüncedeydiler. Sarhoş olunmayacaksa bu zıkkımı ne diye içeceklerdi.
Sf: 92
Yabancı meyhaneye girince, her yabancının girişinde olduğu gibi, konuşmalar birden kesilmiş, bütün gözler üzerine dikilmişti. Başkaları bu gergin havadan tedirgin olur, çok oturmaz çıkar giderdi ama, bu yabancı hiç oralı olmadan rakısını içiyordu; üstelik susuz içiyordu rakıyı; ne su karıştırıyor ne de rakının üstüne su içiyordu. Bu, iyi bir işaretti, meyhanenin havasını bozmayacağını gösteriyordu.Az sonra herkes kendi havasına girdi, meyhane tıklım tıklım doldu. Yabancıyı unutmuşlardı. Yabancı Mutsuzlar Meyhanesi’ndekilerden herhangi biri olabildiğine göre, demek o da mutsuzdu.
Sf: 95
-Hep kazanır mıydınız? diye sordu fırın ustası.
-Hemen hemen hep kazanırdık. Kazanmadığımız pek az olmuştur. Kazanırdık, çünkü önceden bildiğimiz konularda bahse giriyorduk. Biz insanlarda salt kendilerinin bildiği kanısı vardır ya, işte bu bilgilikten yararlanıyorduk.
Sf: 101
Akbenekli Alsarım
Elleri birbirine değdi. İletişimin en güzeli, en anlamlısı buydu. İki kişinin ellerinin ısısının birbirine geçmesi; ancak saniyelerle ölçülebilecek kısacık bir sürede birbirlerini sözsüzce anlamak…
Sf: 104
Yaşlı adam, Nisanın o günü büsbütün yanlış, hatta ters yorumlanmış olabilir miydi? Yoksa yaşlılığın ruhsallığı gereği, erkekliğini, erkeklik gücünü -hâlâ yaşamakta olduğunu- kendine ispat mı etmek istiyordu? Bu denli aptal olabilir miydi? Belki de… Hiç değilse, aptallık etmeyeceğini sanmayacak denli aptal değildi.
Günlerden beri beklemekte olduğu mektup gelmişti sonunda. Akbenli Alsarı, mektubun başına yaşlı adamın adını yazmamıştı. “Bay” diye “sayın” diye, “sevgili” diye bir sesleniş sözcüğü yazmadan, doğrudan mektuba girmişti. Demek, yaşlı adama nasıl sesleneceğine dahaca kararsızdı; ama sayın filan gibi resmi, soğuk, beylik bir san da kullanmamıştı.
Sf: 109
“Ne diyorsunuz, gerçekten de siz o yaşta var mısınız? Ama hiç göstermiyorsunuz…”
“Nasıl böyle genç kalabildiniz?”
“Her yıl daha gençleşiyorsunuz, bunun gizi nedir?”
“Dünyada inanmam… O yaşta olamazsınız…”
“Maşallah… Ne kadar da genç görünüyorsunuz…”
Yaşlı adam bu sözler karşısında -memnun olmak gerektiği için- memnun olmuş gibi görünüyor gerçekteyse, dudaklarındaki gülüş, taze bir bıçak yarası gibi açılıyordu. Gerçekten genç bir insana böyle sözler söylenir miydi hiç! Genç göründüğü söylenince, kızıl akşamların kızıl gül yaprakları küçük kahkahalar olup dudaklarından uçup yere dökülüyordu.
Sf: 110
Biliyor musun, ben bu mektubu yazarken, radyoda, senin adının sık sık geçtiği bir şarkı söyleniyor. Herhalde bilirsin bu şarkıyı, elbet bilirsin… Ben alaturka şarkıları ancak bende bir anısı varsa severim; o zaman da insan şarkıyı değil, kendi anısını, yani o şarkıda kendisini seviyor demektir. Bu şarkıyı sevdim, güzel olduğu için değil, sık sık adın geçiyor diye… (……..) Yeni tanışan insanlar birbirleri için “çok bilinmezli denklem”dir. Tanıştığımız insanı, ona sevgi duymuşsak, yıllardır tasarladığımız, idealize ettiğimiz insan sanırız. Ve o insanın davranışlarını kendi isteğimize, gönlümüze göre yorumlarız, Böyle olduğu için de her sözü, her davranışı bize güzel gelir. Ama zamanla onu yakından tanıyınca, o eski yorumlarımız, değerlendirmelerimiz değişir; aynı sözleri, aynı davranışları bu kez bize çirkin, yanlış, kaba gelmeye başlar.
Sf: 117
Ertesi sabah Akbenekli Alsarı ikinci kez yine açıkça sıkıldığını söyledi. Bu açıklığı da içtenlik sanıyordu. “Yoksa ikiyüzlülük olur.” diyordu.
Gitti. Yaşlı adamın dünyasında artık Akbenekli Alsarı hiç olmayacaktı. Oysa Alsarı ayrılırken, yine dost kalmalarını söylemişti. Asıl ikiyüzlülük bu olmaz mıydı?
Yaşlı adamı görenler şaşarak soruyorlardı:
“Neyiniz var, ne oldu size böyle?”
“Hasta mısınız?”
“Bir hastalığınız yok ya inşallah…”
“Sağlığınız nasıl?”
“Kendinizi nasıl duyuyorsunuz?”
“Bişey sorabilir miyiz, bir yardımımız dokunabilir mi?”
“Bir hekime görünmek istemez misiniz?”
Kendisi için yirmi yaş birden yaşlandığının söylendiğini duymuştu.
“Hayır,” diyordu; “yaşlanmadım, işte şimdi gerçek yaşıma geldim.”
Sf: 119
Ne Çok Seviyorlardı Yaşlı Adamı
Yaşlı adamın aile bireyleri kalabalıktı. En yakını olarak iki kızı, üç oğlu vardı. Hepsi de evlibarklı, çolukçocuk sahibiydi. Her çocuğundan bisürü torunu vardı, hepsinin de eli ekmek tutmuştu. Çocuklarından kimisi aynı kentte, kimisi başka kentlerde, biri de Almanya’daydı.
Karısından ayrılalı onbeş yıl olmuştu ve o zamandan beri yalnız yaşamaktaydı. Yalnızlığı hergün biraz daha artıyordu. Bir zaman geldi ki yaşlı adam kendisini sınırı ve sonu olmayan bir yalnızlık bataklığında bir küçücük kum tanesi olarak duyumsamaya başladı…
Sf: 120
Çocukları ve torunları arayıp sormuyorlar, evine gelmiyorlar, kendisiyle ilgilenmiyorlar, mektup yazmıyorlar diye yaşlı adamın yakındığı yoktu. Kimbilir ne sorunları vardır; yaşam kaygısına düşmüşlerdir, kendisiyle ilgilenmeye zaman bulamıyorlardır diye düşünüyordu. Yakın ve uzak akrabaları için de düşüncesi buydu.
Sf: 121
Yaşlı adam, önceleri anlamazdan gelerek bisüre direndiyse de, sonunda, kendisini yaşamın akışını bıraktı. Yaşlıydı ama, dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş değildi ki… Erkekler göründükleri değil, kendilerine duyumsadıkları yaştadır, denilmez mi! Büyük yaş ayrımı olan genç kızla sevişen dünyadaki ilk yaşlı erkek kendisi değildi ya… Üstelik, tek yanlı bir istek de değildi bu.
Yaşlı adamın yaşamına renk, ışık, tat gelmişti. O güne dek hiç yaşamadığı bir mutluluk dünyasında uçuyordu. Demek, yaşamın bir de böyle yanı varmış! Bu genç kız olmasaymış, asıl yaşanması gerekeni yaşamadan bu dünyadan göçüp gidecekmiş.
Bu sevi ilişkisi başlayalı daha birbuçuk ay olmuştu ki, yaşlı adamın yaşamında başka bir değişiklik daha oldu. Yıllardan beri kendisini arayıp sormayan çocukları, torunları, yakın ve uzak akrabaları, arkadaşları, dostları, hatta şöyle bir uzaktan göz tanışları, hatta hatta adlarını nerede tanıştıklarını anımsamadığı kişiler bile, her nedense birden bire yaşlı adamın yaşayışıyla, sağlığıyla, iyiliğiyle, kısacası herşeyiyle ilgilenmeye başladılar. İlk ilgi gösteren, sevgilisi genç kızı evinde tanıdığı yaşıtı olan arkadaşıydı. Bu arkadaşı, genç kızla aralarında sevgi başlayalıberi yaşlı adamın evine gelmiyordu ama, başkalarıyla sık sık şöyle haberler gönderiyoru:
“Ben O’nun iyiliğini isterim. O yaşta bir adamın gencecik bir kızla arkadaşlığı hiç doğru değil. Genç kıza ayak uyduramaz, allah korusun, küt diye gider. Üstelik bu ilişkinin bir de ahlaksal yönü var. O kızla benim evimde tanıştı. Beni ne zor durumlara sokuyor? Yani ben şey miyim?”
Yıllardanberi kapısını çalmamış olan büyük kızı -ki kırksekiz yaşındaydı- bir sabah erkenden yaşlı adamın evine gelmiş ve şöyle demişti:
“Babacığım, seni ne kadar çok sevdiğimi bilemezsin. İnan ki seni hep düşünüyorum. Duyduğuma göre çok genç bir kızla gezip tozuyormuşsun. Senin yaşında bir insan için hiç doğru değil.”
Bikaç gün sonra da ortanca oğlu gelip şöyle dedi:
“Baba bütün aileyi perişan ettin. Geçen de toplanıp senin o genç kızla ilişkini ve son durumunu konuşup tartıştık. Sonunda şu kararı verdik; bu ilişkiyi kesmelisin! Kendini düşünmüyorsan bizleri düşün. Herkesin gözünde çok zor durumda kalıyoruz. Herkes bize bir tuhaf tuhaf bakmaya başladı.”
Sf: 122
Yaşlı adam, son olarak dört yıl önce bir bayramda kart gönderdiğini, o zamandanberi niçin kendisini arayıp sormadığını sordu. Oğlu, “O zamanlar herşey normaldi. Çok şükür merak edilecek bişeyin yoktu ki arayıp soralım,” dedi.
Çocukları içinde en beğendiği, en çok değer verdiği Almaya’daki oğluydu. O’ndan çok uzun zamandanberi mektup ve kendi mektuplarına da yanıt alamamışken o günlerde O’ndan bir mektup almıştı. Bu olay ailenin saygınlığını yitirmesine neden oluyordu. Daha da önemlisi gencecik kızın kimbilir nasıl bir gizli niyetle ve hangi çıkarlar uğruna babasıyla sözde aşk ilişkisine geçmiş olduğuydu.
Yaşlı adam bu mektubu bikaç kez okumuş ve çok sarsılmıştı. Biyana bıraktığı mektubu nasılsa genç kızda okumuş, o gece ağlamaktan kızın gözleri şişmişti. Genç kız, “Ah, sabahleyin uyansam ki, otuz yaş birden yaşlanmışım, ne mutlu olurdum,” diyordu.
Çocukları içinde yaşlı adama en sert çıkışan, uzun zamandanberi yanına gelmemiş olan kırk yaşındaki küçük kızıydı. Barbar bağırıyordu:
“Ayıp baba, biraz mantık… Yoksa sen ölmek mi istiyorsun?”
Sf: 124
Ne zamandanberi arayıp sormayan arkadaşları da artık yaşlı adamı hiç yalnız bırakmıyorlardı. Onu koruma altına almışlardı. Hele bir sınıf arkadaşı, aralarındaki içtenliğe dayanarak şöyle demişti:
“Yahu, sen deli misin? O yaşta bir kızdan senden başka herkes yararlanır. Bu yaştan sonra pezevenk mi olmak istiyorsun? Biz, seni seven arkadaşların olarak buna müsaade edemeyiz. Derhal bu kızla ilişkini keseceksin…”
Genç sevgilisi yüzünden yaşlı adama ençok kızanlar, yaşıtı olan arkadaşlarının karılarıydı. Bu kadınların hemen hepsi orta yaşı çoktan aşmış yaşlıca yada yaşlı kadınlardı. Kendi kocalarının da yaşlı adamı örnek alıp bir genç sevgili bulmasından korkuyorlar, ama bu korkularını açıkça dışa vuramadıklarından yaşlı adam ve genç sevgilisi için durmadan dedikodu çıkarıp yayıyorlardı.
Gelen gidenlerin, arayanların çokluğundan yaşlı adam evinde tedirgin olunca, sevgilisi genç kızla, kırlara, parklara, gazinolara ve benzeri yerlere gidiyordu. Bir gece bir gazinoda, eskidenberi tanıdığı ve kendisiyle yakınlık kurmak istediğini sezip buna fırsat vermediği evli bir kadın, yaşlı adama,
-Bu güzel genç hanım kızınız mı? diye alay etmeye kalkınca yaşlı adam da,
-Hayır, torunum… diye karşılık vermişti.
Yaşlı adam bu olayların nedenini bildiği için “Size ne?” diye bağırıp çağırmıyor, gülümseyip geçiyordu. Genç kızınsa bunlara aldırdığı bile yoktu. “Başkaları beni ilgilendirmez. Seni seviyorum. Dünya umrumda değil…” diyordu.
Sf: 125
Yaşamında ilk kez mutluluğu bu genç kızla yaşamaya başladığından beri yaşlı adamı koruyan, seven, sağlığını düşünen ve iyiliğini isteyen ne çok da insan ortaya çıkmıştı. Eskiden yıllarca arayı sormayanlar, kapısını çalmayanlar, eşiğinden adımını atmayanlar, yaşlı adam yaşamında ilk kez mutlu olunca, onun koruyucu meleği kesilmişlerdi.
Yaşlı adam bigün sevgilisi genç kıza, “Bütün yaşamımda mutluluğu ilk kez ve salt sende buldum. Ama anladım ki, bunca mutsuz insan, mutluluğumuzu yaşamamıza bizi bırakmayacaklar,” dedi.
Genç kız başını yaşlı sevgilisinin göğüsüne dayayıp önce hıçkıra hıçkıra, sonra uzun zaman sessiz sessiz ağladı. Bu ağlama, bunca sevgisiz insana artık yenildiklerini gösteriyordu. Yaşlı adamla genç kız, büyük acılar, üzünçler duyarak o gün birbirlerinden ayrıldılar.
Yaşlı adam, yine eskisi gibi evine kapandı, kabuğuna çekildi. Artık oğulları, kızları, torunları, eski karısı, yakın ve uzak akrabaları, dostları, arkadaşları, tanışları, hepsi, hepsi rahattı ve artık hiçbiri yaşlı adamı arayıp sormuyor, evine uğramıyor, ona mektup yazmıyor, kart göndermiyordu. Çünkü artık onu mutlu olmaktan kurtarıp kendileri de rahata kavuşmuşlardı. İşte o zaman yaşlı adam, gerçekten de yaşlanmış olduğunu anladı; yetmiş yılsa yaşlanmamış, ama bu iki ayda yetmiş yıl birden yaşlanmıştı.
Vakıf 19 Ekim 1984

Sf: 127
Aziz Nesin’e Değgin Yazar, Mücadele Adamı, Hümanist (Aziz Nesin’in 70. Yıldönümü Dolayısıyla)

Sf: 129
Öz adı artık “itibarını yitirmiş olduğu için”, kendi adıyla imzaladığı öykülerini yayımlatabilecek bir yayıncı bulamıyordu yazar. Bu bakımdan takmadlar kullanmak zorunda kaldı. Nesin’in kullandığı takmadların sayısı ikiyüzden fazladır. “Meselâ, -diye anımsıyor yazar,- kızımla oğlumun adlarını (Oya ve Ateş) birleştirerek bir çocuk kitabı yazdım. Hemen bütün okulların müsamerelerinde işlendi bu kitabım. Ve hiçkimse bu kitabın yazarının Oya Ateş diye bir kadın değil, Aziz Nesin diye bir adam olduğunu bilmedi. Bir öykümü Fransız adıyla imzaladım ve bu öyküm ‘Dünya Mizah Antolojisi’ne Fransız mizahından örnek diye girdi. Çince bir adla imzaladığım bir öykümse, Çinceden çevirilmiş gibi yayımlandı”. Amerikalı mizahçılar için açılmış bir yarışmaya katılan Aziz Nesin yarışmada ödül almış, ancak Amerikalı olmadığı için, ödülü alamamıştır.
Sf: 131
Aynı yıl Aziz Nesin dünya çapında üne kavuştu. “Fil Hamdi Nasıl Yakalandı?” adlı öyküsüyle uluslararası “Altın Palmiye” ödülünü kazandı. Ertesi yıl “Kazan Töreni” adlı öyküsüyle aynı ödülü bir kez daha kazandı. Artık Türk gazeteleri yazara sayfalarını cömertçe açmaya başlamışlardı. 1959 yılında seri bir röportajı için Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ödülünü, 1966 yılında Bulgaristan’da yapılan mizah öyküleri yarışmasında “Altın Kirpi” ödülünü kazandı. 1968 yılında Sovyet “Krokodil” dergisinin uluslararası ödülünü, yine 1968 yılında “Milliyet” gazetesinin kurucusu Ali Naci Karacan adına konan ödülü, 1970 yılında “Çiçu” adlı oyunuyla Türk Dil Kurumu ödülünü ve daha nice nice ödülleri kazandı. Kitapları dünyanın 36 diline çevrildi.
Sf: 132
Aziz Nesin çağdaş Türk mizah atölyesinin ustabaşısıdır; mizah ise ulusal Türk edebiyatının gelişmesinde çok özel bir rol oynamıştır. Türkiye’de mizahın kökleri halk yaratıcılığının derinlerine iner. Türk mizahı bağrında Nasrettin Hoca’nın o eşsiz ve yinelenemez fıkralarını, meddahların bilgeliğini ve kurnazlığını, bir tür halk meydan tiyatrosu olan “Orta Oyunu”nun ve gölge tiyatrosu olan “Karagöz”ün deneyimlerini taşır. Türk mizahının edebiyat geleneği de zengindir. Nesin’in o şaşırtıcı yeteneğinin üzerinde gelişip serpildiği toprak işte böyle bir topraktır. 1954 yılından itibaren Aziz Nesin’in sürekli yazarı olduğu “Akbaba” dergisini yanınlayan ünlü Türk ozanı Yusuf Ziya Ortaç bir yazısında Nesin için şöyle demektedir: “43 yıldır yayınlıyorum “Akbaba” dergisini. Bu uzun süre içinde pek çok yazarımızın pek çok güzel yazısı süsledi derginin sayfalarını. Ama hiçbiri (ayrı ayrı yada hepsi birarada) okur üzerindeki etkisi yönünden Aziz Nesin’le kıyaslanamaz.” – Asya-Afrika Dergisi – Aralık 1985

Doktrin: “Bazen olaylar istediğimiz gibi geliştiğinde, onları biz öyle yönlendiriyoruz sanırız.” – Aziz Nesin