BİR
Gri gözlü.

Nadide ve iri bir kelebek gibiydi. Bulunması zor, yakalanması daha zordu.
Ona değer biçebilmek için gerçek bir uzman olmak gerekirdi.

Ama unutmak insanın yapacağı değil, başına gelecek bir şeydir ve benim başıma gelmedi.

Paranız yokken, zengin olunca her şeyin değişeceğini sanıyorsunuz.

Çok heyecanlıydım, her şeyi bilirmişim gibi yapmayı denediysem de kadın fark etti.
Yıpranmış ve adi bir kadındı. Antikaydı ama bir koleksiyona yakışmayacak cinstendi.

Mabel gibi insanların yaşam ışıkları, canlarını yakmadan söndürülmeli.

Yürürken kuş gibiydi.

Hareketlerinden, erkekleri hiç aklından geçirmediği belli oluyordu.

Sesindeki özel şeyin ne olduğunu söyleyemem.

Yaptığınız şeyler, daha önce yaptıklarınızı belirsizleştirir.

Anahtarı yine saksının altına koyduğunda sanki aşağısı hiç olmamıştı. İki ayrı dünyaydı.

Peşine düştüm ama bir işe yaramayacağını düşünüyordum, çünkü ne yaptığını anlayamıyordum.

İşte o zaman riski göze aldım. Belki de yazgıya beni durdurması için son bir şans verdim. Kendimi hızlı bir akıntıya kapılmış gibi hissettim, her şeyi batırabileceğim gibi, başarabilirdim de.

Yağmur getiren şiddetli bir rüzgar ağaçları sarsıyordu.

Şeytan gibi debelendi ama güçlü değildi, hatta sandığımdan daha ufak tefekti.

Ansızın bir coşkuluğa kapıldım, kazandığımın bilincindeydim.

Her şeyin yolunda olduğunu anladım.

Fazla pişmanlık duymadım, çünkü aşkımın ona yaraşır olduğunu biliyordum.

Mutluluğum, amaçlarımın temiz olmasından kaynaklanıyordu.

Yüzüne, güzelim saçlarına, ufak tefek ve sevimli her şeyine bakmak istiyordum.

Bunu ben uydurmuştum. O sabah kafam çok hızlı çalışmıştı. Sanırım bu yüzden.

Yalan söylediğimi anladığını fark ettim.

– Yok ettiğin bunca kelebeği, canlı güzelliği düşünüyorum.
– Böyle söyleyemezsiniz.
– Ayrıca kimseyle paylaşmıyorsun bile. Kim görüyor bunları? Pinti biri gibi tüm güzelliği toplayıp, çekmecelere tıkıyorsun!

Kocaman, duru, güzel gözleri vardı, öğrenmeye aç ve merak dolu.

Elleri eteğinin cebinde ayağa kalktı. Bir şeyler yapmış olmak için aynada kendini süzdü.

– Burası Suffolk’taki evi olmalı.
– Evet, dedim. Kurnazlık ettiğimi sanarak.
– Suffolk’ta evi yok, dedi buz gibi bir sesle
– Bilemezsiniz, dedim ama pek inandırıcı değildi.
Başka sorular sormaya hazırlanıyordu ama durdurmam gerektiğini hissettim, bu kadar zeki olduğunu hesaba katmamıştım. Sıradan insanlar gibi değildi.

Bende sürekli bir suçluluk duygusu uyandırıyordu. Oysa düşlerimde durum tam karşıtıydı.

Saçlarını her zamanki gibi arkada toplayıp örmüştü. Yüzü nefisti. Yürekli görünüyordu.

Bu kadar yakınımda olması başımı döndürmüş ve çoğu kez istemediğim şeyler söylemiştim.

Ben de yurt dışına gidebilirdim. Ama sonradan, tatlı yüzünü ve bir yana sarkan örgüsünü, ayakta duruşunu, yürüyüşünü ve güzelim duru gözlerini düşünüyor, onu bırakamayacağımı anlıyordum.

Alçak konsolun üzerine oturmuş, sözlerinin bende uyandırdığı etkiyi inceliyordu.

Bu biçimde yalvarması kendimi zalim bir kral gibi hissetmeme neden olmuştu.

Ama asla beni kandıramadı. İnsanları ele veren konuşma biçimleridir, ne söyledikleri değil.

Sınıf ayrımını düşünmekten vazgeç, derdi. Tıpkı zengin bir adamın yoksul bir adama parayı kafasına takmamasını söylemesi gibi.

Bütün gazeteleri son satırına kadar okudum. Bilmem neden, güçlü olduğum duygusuna kapıldım. Bütün bu insanlar arayıp duruyordu, cevabı ise bendeydi.

– Benden istediğin her şeyi yaparım.
– Uçmama izin vermek dışında.

Ben atlas değilsem bile sümsüğün teki de sayılmam.

Ben böyleyim işte, kimi zaman düşünmeden hareket ederim ve başkalarının göze alamayacağı risklere girerim.

Ben ona saygı gösterdim, o da beni daha çok saymaya başladı.

Ağlamaya başladı. Gözleri ıslaktı. Mozart’ın bu parçayı yazarken ölmek üzere olduğunu ve öleceğinin de bilincinde olduğunu anlattı. Bana ötekilerden farklı gelmemişti.

Çevresine baktı. Kimi zaman afacan bir hali oluyordu, sevimli bir biçimde olay çıkarmaya çalıştığını anlayabilirdiniz. Sataşmaları da böyleydi.

Bizim orada dikilmemiz, onun da tam kadınca eleştirilerde bulunmasının bende yarattığı garip izlenimi anlatamam.

– Ne komik, korkudan titremem gerekiyor ama senin yanında kendimi güvende hissediyorum.

– Hepsi güzel. Ama hüzün dolu.
– Her şeyde hüzün bulursunuz, hüznü katan siz olursanız.

Yeniden sevimli olmaya çalışıyordu.

Bütün kadınlar gibiydi. Önceden kestirilmesi olanaksızdı. Bir an yüzünüze gülümsüyor, az sonra kinini kusuyordu.

Surat asmanın bir işe yaramadığını anlamaya başlamış olmalıydı, böylece kurallarımı kabullendi.

Gırtlaktan konuşan ukala tipli biriydi. Sen benim kim olduğumu biliyor musun dercesine kasılanlardan.

Bazen hiç beklenmedik anlarda garip sorular soruyordu.

Duyguları ifade edememek, derin olmadıkları anlamına gelmez.

Günler birbirine benziyordu.

Yaptığı her şey öylesine zarifti ki. Sadece bir sayfayı çevirmesi bile. Esnemek ya da gerinmek gibi, herkesin çirkin olduğunu düşündüğü şeylere bile güzellik kazandırıyordu.

Bir keresinde bana, her şeyin temiz (hijyen) olmasında diretmenin deliliğin işareti olduğunu söylemişti. Bu doğruysa ikimiz de deliydik.

Hayır, dinlemiyorsun. bana dokunuyor olmanın derdindesin. Çok gerginsin. Biraz gevşe.

– Korkuyor musun?
– Evet.
– Ama ne yaptım ki?
– Hiçbir şey. Bu nedenle korkuyorum.

Nedendir bilmem, içten olduğu zamanlarda, bana her istediğini yaptırması mümkündü, elinde oyun hamuru gibiydim.

Beni bırakırsan, seninle görüşmek isterim; çünkü çok ilgimi çekiyorsun.

– Seni anlamaya çalışmak isterim.
– Bunu asla beceremezsiniz. (Doğrusu konuşmadaki esrarlı adam havası hoşuma gidiyordu. Ona, her şeyi bilmediğini göstermek istiyordum.)

– Gizemli efendim aşağılık kölesinin özürlerini kabul ederler mi acaba?
– Düşüneceğim.
– Aşağılık köle düşüncesiz mektup için çok üzgün.
Gülmekten kendimi alamadım; her role bürünebiliyordu.

Ailesine karşı pek kibar davranmış sayılmazdım, aslında herkesi düşünmek de pek mümkün değildi. Her işin bir sırası vardır, derler ya.

İnsanın inanmadığı bir şey uğruna parayı çarçur etmesinin de bir anlamı yoktu.

Cıvaya benziyorsun. İnsanın parmakları arasından kayıveriyorsun.

Durmadan gülüyordu. İçinde kötülük olmadığı belliydi ama çocuk gibi azmıştı. Bana nanik yapıp dil çıkardı. Tam bir sokak çocuğuydu.

Neden yaşayan her şeyin canını alıyorsun? Neden bütün güzellikleri öldürüyorsun?

Küçük erkek çocuklarının kurup otuzbir çektikleri bir düş…

– Yalnızca geçmişinden silkinmen gerekiyor.
– Sanki benden istediği kolay bir şeymiş de yapmayı reddediyormuşum gibi, saldırgan bir tavırla yüzünü bana döndürdü.

Seninle konuşurken hiç çıkış yok. Her zaman inebileceğimden bir basamak aşağıda oluyorsun.

Resimlerin benim için bir anlamı yoktu. Keyfim için yapmadığım bir şeyin gözümde en ufak bir değeri de yoktu. Bunu asla anlayamayacaktı.

Sadece küçük taşlar, ama hepsi de su gibi saydam ve lekesiz.

Bir fikrin bir başkasını doğurması gariptir.

Onu hiç bu kadar coşkulu görmemiştim. Her şeye rağmen ben de heyecanlandım sanırım. Onun duyguları, benim de duygularımdı.

Çizdiği zamanlar hep hoşuma gidiyordu. İyice canlanıyor, adeta uçuyordu. Ne çiziyor olursa olsun, çizmekte sabırsızlandığı hissediliyordu.

Pırlanta satıcısıyla keşke daha kibirli bir tonda konuşsaydım. Lord B*k veya ben bilmem neyim deseydim.

İmparator modeli bir saç topuzu yapmıştı. Tam anlamıyla gösterişliydi. Ben de karşısında iyice sakarlaştım. Sonradan öldürmek zorunda kalacağım bir kelebeğin kozasından çıkmasını seyrettiğimdekine benzer bir duyguya kapılmıştım. Yani güzellik her zaman altüst eder; ne yapmak istediğini, ne yapması gerektiğini karıştırır insan.

Aramızdaki uçurum her zamankinden daha çok derinleşmişti.

Bir süre orada dikildik ve beni güldürdü; oda insanlarla doluymuş gibi davranıyor, onları selamlıyor, bana onlarla ilgili bilgiler veriyor, onlara da benim yeni yaşamından bahsediyordu.

Benden yayılan sıcaklığı hissetmiştir herhalde; çünkü o sırada bir kor parçası gibi kıpkırmızıydım.

Pek çok güldük, gerçekten çok espriliydi, orada olmayan insanlarla konuşmasını falan seyretmek beni çok eğlendirdi.

Her şey gerçek dışıydı. Onun da benim kadar atıp tuttuğunun farkındaydım. Başım ağrıyordu. Her şey ters gitmeye başlamıştı.

Sonra ayağa kalktı ve ateşin yanına gitti, gerçekten güzeldi. Ama bütünüyle içine kapanıktı. Üstündü.

– Fazla bir şey istemiyorum ben.
– Biliyorum. Yalnızca vermek zorunda olduklarımı istiyorsun. Görüntüm, konuşmam, devinimlerim. Ama ben bu kadarcık değilim. Verecek başka şeylerim de var. Ama onları sana veremem, çünkü seni sevmiyorum!

Resimler çok güzel çıkmıştı. Sanatsal değildi ama ilginçti.

Bütün bunlar beni asla anlayamayacağının kanıtıydı; ama ona kalsa benim onu asla anlayamayacağımı, elimden gelse bile anlamayı denmeyeceğimi söylerdi.

Fotoğraf çekmek için onu soymam o kadar da kötü değildi. Birçok erkek daha fazlasını isterdi. Bu benim lehime büyük bir puandı.

Konuşmanın yararı olmadığının farkındaydım, bana ölümüne kin beslediği apaçıktı.

– Söylediğin güzel bir şarkı.
– Hoşuna mı gitti?
– Evet.
– Öyleyse susuyorum.

Onu ağlarken görmek bana fena dokunuyordu. Onu böylesine mutsuz görmeye dayanamıyordum.

Her şeyi mahvetmek için bir tek hata yeterliydi. Birkaç saniye kaderimi elinde tuttu, beni öldürmemiş olması mucizeydi.

Yaptığım için özür dilerim. Öç almadığın için de teşekkür ederim. Hakkın vardı.

– Özrünüzü kabul ediyorum.
– Teşekkürler.
Bunların hepsi yüzeyseldi.

O sabah gerçekten mutluydum. Sanki güneş yeniden görünüyordu.

Yalnızca koşullarını öğrenmeye uğraşıyorum. Yeni bir çamaşır makinesinin ödeme şartları üzerinde bilgi edinmeye çalışır gibiydi.

O kadar aceleciydi ki, beslenmesi üç ay gerektiren bir tırtılı, birkaç günde tıka basa yedirmeyi deniyordu. Günümüzde, insanlar her şeyi hemencecik elde etmek istiyorlar, arzularını canları çektiğinde hiç beklemeden tatmin etmenin peşindeler; ama ben onlar gibi değilim, daha eski kafalıyım, geleceği kurmak ve her şeyin zamanla gelişmesini beklemek hoşuma gidiyor.

Konuşmadık ama bir iki kez bana garip bir şekilde baktı, sanki benim bilmediğim bir şeyi biliyormuş gibi, bu da beni tedirgin etti.

Rahatlamayı denedim, o hala öylece uzanmaktaydı ama doğal olmayan bir şey hissediyordum.

Bazı zamanlar vardır, insana her erkek çekici gelir.

Gerçek oyunun ne olduğunu anlayamıyordum.

Gözlerinde öyle bir ifade vardı ki ellerini çözmeden edemedim. Ateşin aydınlığında, yarı gölgede çıplak durması, kasten iç gıcıklamaktı. Bir fahişeyle olmaktan daha beterdi; ona saygı duyuyordum ama benim tanıdığım Miranda’nın böylesine utanç dolu bir şey yapmasını kesinlikle kaldırmazdım. Gömleğimin düğmelerini bir bir çözdü, ellerinde macun gibiydim.
Son derece gergindim. Sanki ikimiz de aslında olduğumuzdan başka kişilerdik.

Yapamamıştım. Bir süre daha kımıldamadan uzandık, beni aşağıladığını hissediyordum, anormal adamın tekiydim onun gözünde.

Kloroformu ağzına dayamak geçti içimden. Onu aşağı sürüklemek ve varlığından bu şekilde kurtulmak. Yalnız kalmak istiyordum.

Bir süre sesini çıkarmadı. Yıllar kadar uzun geldi.

Oyununu anladım tabii ki. Amaçlarını bir sürü lafın ardına saklamak konusunda çok becerikliydi.

Öteki kadınlardan farkı yoktu. Tek bildiği bayat yöntemlere başvurmaktı. Bir daha ona saygı duymadım. Günler boyu öfkem geçmedi.

Bu sözlerin bir yararı yoktu, aramızdaki romantizmi öldürmüş, kendini bütün o diğer kadınlara benzetmişti, artık ona saygı duymuyordum, geriye saygı duyulacak bir şey kalmamıştı.

Gerçekten kötü ve yırtıcı bir bakışı vardı. Sırtımı dönüp uzaklaştım.

Zaman kazanmam gerektiğini, kabul eder gibi görünmem gerektiğini biliyordum. Bir şeyler yapıyormuş gibi görün, derler ya.

Nedendir bilmem kendimi mutlu hissediyordum. Önceleri zayıf davrandığımı anlıyordum, Şimdi ise bana bütün söyledikleri ve benim hakkımda bütün düşündükleri için cezasını çekiyordu.

Sen insan değilsin. Pis otuzbirci solucanın tekisin sen!

Dereceye baktım; 39 görünüyordu, ama insanın ateşini çıkarmasının binbir türlü üçkağıdı vardı.

Yüzü kıpkırmızıydı, birkaç saç tutamı yerden yüzüne yapışmıştı ama bunu ayarlamak mümkündü.

Ona bakım yapmalıydım. İstediği kadın işiydi. Yani, böyle durumlarda kadınların başka kadınlara ihtiyacı vardır.

Hatta hasta olmasının iyi olduğunu bile düşündüm. Yoksa başıma eskisi gibi bir sürü dert açacaktı.

Söylemek istediğim, her şeyin hiç beklenmedik bir şekilde geliştiği. ertesi gün yaptığımın bir hata olduğunu biliyorum, ama o güne kadar en iyi şekilde davrandığımı ve hakkım olanı yaptığımı düşündüm.

*

İKİ
İçimden, ne isterseniz yapın ama beni öldürmeyin, demek geçiyordu. Beni öldüremezseniz, yeniden yapabilirsiniz. Yıkanınca çekmeme garantim varmış gibi. Hor kullanmaya dayanıklı.

Yadsımaya kalkıştı ama yüzü kızardı. Her şeye kıpkırmızı kesiliyor.

Saygıyla buyruk vermemi bekliyor. Bu da beni, zengin, bir türlü hoşnut edilemeyen kaprisli bir müşteriye dönüştürüyor.

Yüreğinde yatan ne varsa olduğu gibi iğrenç turuncu halının üzerine döktü.

Her yanıma gizli yaralarını seriyor.

Deli bu adam. Nedeni benim. Ben onun deliliğiyim. Yıllar boyu deliliğine bir özne arıyordu. Sonunda beni buldu.

Üst kat, yatak odaları, aslında sevimli sayılabilecek odalar ama havasızlıktan kokuyor; içinde kimsenin yaşamadığı belli. Her şeyde garip bir ölüm havası.

Şu anda yazgımı elinde tutarken, beklenildiği gibi hareket etmiyor. Böylece de beni sahte bir minnet duygusuna zorluyor. Öylesine yalnızım. Bunun bilincinde olmalı. Ona bağımlı olmamı sağlayabilir.

Yazdıklarım doğal değil. Söyleşiyi sürdürmeye çabalayan iki insan gibi. Çizimin tam karşıtı bir çizgi çekildikten sonra, iyi mi kötü mü olduğu bellidir. Oysa bir satır yazarsınız ve doğru gibi görünebilir, yeniden okununcaya dek.

Aksiliğim üzerimdeydi, aksilik de yaptım. Öğle yemeğinden sonra da, akşam yemeğinden sonra da gitmesini söyledim. Her ikisinde de çıkıp gitti. Her söylenileni yapıyor.

Bana pahalı bir İsviçre saati aldı. Üç Hint hasırı ve bir de koyu mor, yavruağzı ve sepya renkli, iki ucu püsküllü harika bir Türk halısı.

Ondan öylesine üstünüm ki. Bunun kulağa son derece kibirli geldiğini biliyorum ama öyleyim.

Sanki tüm bunlar ölüme karşı girişilmiş bir satranç oyunu ve ben, beklenmedik bir biçimde kazanmıştım.

İnsanların durmadan taşizmden, kübizmden dem vurması, sonu -izm’le biten sözcükleri kullanması ve bu -izm ile birlikte kullandıkları alengirli kelimeler, saçma sapan yapışkan sözcük ve cümleler.

Bu, yeryüzündeki, duygu, sevgi, sağduyu yoksunluğunun yarattığı umutsuzluktur. (Hile yapıyorum, bütün bunları söylemedim; yine de söylediklerim kadar söylemeyi istediklerimi de yazacağım.)

Birinin yüzüne durmadan, art arda tokat atmaya benziyordu bu; neredeyse geri çekilecekti.
(Sessizlik; sonra haykırdım.) Bir şey söylesene!
O zaman bir şey yapsana! (Atlas Okyanusu’nu yüzerek aşmasını söylemişim gibi gözlerini koca koca açtı.)

İki takım da birbirlerini yenmek için oynarlar, karşı takımdan oldukları için ötekilerden nefret bile edebilirler; ama biri gelip de futbolun aptalca olduğunu ve oynamaya veya zaman harcamaya değmediğini söylerse, bu kişiye karşı birlik oluştururlar.

Kocaman, yere çöken bir bulut gibisin.

Söylediklerimi aklının bir köşesine koyup özenle paketliyorsun ve sonsuza dek yitip gidiyorlar.

Senin de başkasına verecek duygun olduğunu sanmıyorum. Bunu müşterek bahis kuponu doldurarak kazanamazsın.

Geçen bahar, Donald ile gönlümce oynadığımda da aynı şey olmuştu. Bana ait olduğunu ve onu avcumun içi gibi tanıdığımı hissetmeye başlamıştım. Bana tek kelime etmeden, çekip İtalya’ya gitmesine ne kadar bozulduğumu anlatamam. Ona gerçekten aşık falan değildim ama neredeyse bana ait sayılırdı ve benden izin almamıştı.

Televizyon yok, Şovaber yok. Haberleri fena halde özlüyorum. Şimdi dünyanın artık var olmadığı duygusuna kapılıyorum.

Buna karşın, aramızda bir çeşit yakınlık var. Onunla alay ediyorum, durmadan saldırıyorum; ama “yumuşak” olduğum zamanları seziyor. Beni kızdırmadan iğneleme sırası ona geçiyor.

Birini tanımak insanı o kişiye yakınlaştırır. Başka bir gezegende olmasını istese bile.

Yıllardır evli çiftler gibiyiz. Yine de öteki insanların neye benzediklerini unutmadım. Ama gerçekliklerini yitirmiş gibiler. Benim dünyamdaki tek gerçek kişi Caliban. Anlaşılması olanaksız. Sadece böyle.

Kaç kere onunla aynı fikri paylaşmadım. Ama bir hafta sonra, bir de bakıyorum ki başka birine karşı onun kelimeleriyle tartışıyorum. İnsanları onun ölçüleriyle tartıyorum.

Bazı konularda, müthiş bir kendini kontrol etme yeteneği var.

Farklı bir kişi olduğumu bilmekten kaynaklanıyor. Zeki olduğumu bilmekten, yaşamı, yaşıtım birçok insandan daha iyi anlamaya başladığımı bilmekten kaynaklanıyor.

Güzel olduğumu bildiğimi de asla öteki kızlara belli etmedim. Üzerimde gezinen erkek gözlerini hiçe saydım, en çekicilerini bile.
Minny’ye bir gün dansa giderken giydiği elbise için iltifatlar yağdırıyordum. Sus, dedi. o denli güzelsin ki bu oyunu oynamana gerek bile yok.

Kişisel hiçbir fikri yok. Söylediklerimin yarısını bile dinlediğini sanmıyorum.

Metroda yanlarında durduğum insanlar oldu. Kuşkusuz varlıklarından haberim vardı. Ama gerçek olduklarına asla inanamadım. Asla olası değil gibi.

Yaşama ilgiyle bakan insanların yazdığı önemli konuları işleyen kitapların yok. Sadece tren yolculuğunda zaman öldürmeye yarayan ucuz kitapların var.

Yeniden sessizlik. Gerçek değilmiş gibi bir duyguya kapılmıştım, sanki bu bir oyunmuş ve hangi rolde olduğumu anımsayamıyormuşum gibi.

Bazen derinliklerinde neler olduğunu öğrenmek, sözünü etmeye yanaşmadığı şeyleri çekip çıkarmak için karşı konulmaz bir arzu duyuyorum. Ama kötü bu. Sanki onu ve sefil, çürük, dikiş tutturamamış yaşamını umursuyormuşum gibi oluyor.

Asla hissettiğimin, hissetmem gerektiği olduğunu hissedemiyorum.

Ama bütün bunlar, onunla birlikte yaşamaya başlayıncaya, onun her yönünü görünceye kadardı.

Ya siz, diyerek o kuru gülümsemelerinden birini gösterdi.

Yağmur gibi, rengi öldüren, dinmek bilmez kasvetli yağmurlar gibi.

Birden garip, ince, titrek bir ses bu gergin ve rahatsız ortama yayıldı; yani müzik, her şeyin üzerine yerleşti.

Ama prensiplerine bağlı. Prensip sahibi görünen insanların çoğu, onun yanında boş teneke gibi duruyor.

Bile bile açık konuşuyor ve çiğlik yapıyordu. Tıpkı arada bir satrançta benim kazanmama izin vermesi gibi.

Sevdiğim kadınlar bana hep bencil olduğumu söylemişlerdir. Oysa beni sevmelerini sağlayan da budur.

Çin porseleni fincanın kulbundaki zamkı tırtıklıyordu. Küt parmaklı, yaptığını bilen eller.

Hayatımda bir tek kadını baştan çıkarmadım. Sevişmekten, kadın vücudundan, giysilerini üzerlerinden çıkardıktan ve derin, geri dönülmez bir adım attıklarını zannettiklerinde en sıradanının bile güzelleşmesinden hoşlanıyorum.

Onun sefahatinin benim erdemime yenik düştüğünü görmemi istedi.

Bulutsuz, tertemiz bir gökyüzü, ay yok, yerde bembeyaz elmaslar gibi parıltılı yıldız serpintileri ve doğudan esen harika bir yel. Dalların çıtırtısı, ormanda bir puhu kuşunun ötüşü. Esinti kokularla yüklüydü. Umutla dolu bir deniz kokusu duydum.

Kötürümdür ve etrafındaki her şeyin sakat olmasını ister. Hiç kimsenin normal olmaya hakkı yokmuş gibi. Yani açıkça şikayet etmez, ama insan, bakışından anlar.

Sonra ona karşı garip bir yakınlık duygusuna kapıldım. Birbirine zincirlenmiş yazgılar. Geminin batmasından sonra bir sala tutunmuş, ıssız bir adaya düşmüş gibi. Hiçbir şekilde beraber olmayı istemeyerek. Ama birlikte.

O odanın içinde ikimiz. Geçmiş yok, gelecek yok. Yalnızca yoğun ve derin bir şimdiki zaman.

Onun tipinde kadınların, özelikle benim yaşımdaki kızlara karşı gösterdikleri sahte hoşnutluk havalarına bürünmüştü.

Çölde iki insan, hem kendilerini bulmaya çalışan, hem de birlikte yaşayabilecekleri bir vaha arayan iki kişi.

Bu onu altüst etti. Her şeyi gerçeğin soğuk ışığı altında görmesine neden oldu.

Ben gidince acı çekecek. Geriye hiçbir şey kalmayacak. İş yaramazlığı ve boşluğuyla baş başa kalacak. Kendi arandı. Gerçekte üzgün değilim. Ama hiç üzülmüyor da değilim.

Piers durmadan Stowe’dan nefret ettiğini tekrarlar; sanki bu bir çözümmüş, sanki bir şeye nefret duymak insanın o şeyden etkilenmesini önlermiş gibi.

Siyah saçlarıyla, güneşten tunçlaşmış teniyle çok yakışıklıydı, genç bir tanrı gibiydi.

Safi zevk için onunla yatarsın ve günün birinde ansızın gövdesine aşık olduğunu ve onsuz yaşayamayacağını ve yaşamının sonuna dek salaklığıyla kafanın şişeceğini anlarsın.

Gözlerindeki o bir anlık donuk, çekingen bakış, mızrak gibi insanın içine işliyordu.

Nefret ediyorum ona dokunmaktan. Solucana değmek gibi.

Kendisi hakkında konuşmamdan hoşlanıyor. Ne dediğimin önemi yok.

Bir kaza geçirse ne olur. Bir kalp krizi. Herhangi bir şey. Ölürüm. Dışarı çıkamam. Evvelki gün yaptıklarımın hepsi bunu kanıtlamak içindi.

Ölü olmamı arzuluyor. Çünkü ancak o zaman koleksiyondaki diğer kelebekler gibi stabil olurum.

Yoksulluk, insanları iyi niteliklere sahip olmaya ve para dışındaki şeylerle gurur duymaya zorlar. Ama servete konarlarsa, parayı ne yapacaklarını bilemezler. Bütün o eski erdemleri silinip gider.

Ben çocuklar için yardım toplarken, Hampstead’daki iğrenç adam,
“Kimsenin cebine gitmediğini kanıtlarsan, yarım dolar veririm.” demişti.
Arkamı dönüp gitmiştim. Ama bu yanlış bir davranıştı; çünkü benim gururum, çocuklar kadar önemli değildi. Bu yüzden, daha sonra onun yerine yarım dolar vermiştim.

Geciktiği için ona kızdım. Sesini çıkarmadı. Gülünç. Gelmesini istedim. Hatta bunu sık sık istiyorum. Böylesine yalnızım. Neskafe bile üçü bir arada ama ben yanlızım.

Yan yan baktı o kertenkele bakışıyla.

Ellerini bir doktor gibi, heyecansız bir şekilde benzinle temizliyordu.

Gözlerimiz karşılaştı ve aramızda bir şeyler geçtiğini sezdim. Hissedebiliyordum. Neredeyse fiziksel bir temastı.

Yüzünü görmeyeyim diye beni iterek kapıdan çıkardı.

Artık böyle hissetmiyorum. Benden daha yaşlı bir adama gereksinim duyduğumu; çünkü tanıştığım oğlanların kafasındakileri önceden kestirdiğimi düşünüyorum. Baba – Koca ilişkisinin daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum.

Beş gündür yemek yemedim ve çok kötüyüm. Yarın yeniden başlayacağım. Bir uyarı:
O’nun için ölmeyeceğim.

Ama sessiz kalacağım.
Birine bağırmak hala bir bağın bulunduğunu gösterir.

Uyandığımda iç çamaşırlarımlaydım. Belki yatakta elbiselerimle yatamayacağımı düşündü. Sonra, bunun belki de bir uyarı olduğunu düşündüm. Yapabileceği, ama yapmadığı şeylere ilişkin. Onun şövalye ruhu. Bunu kabul ediyorum. Ama bir şey yapmamasını da ürkütücü buluyorum. Nasıl bir adam?

Tanrı evreni, maddenin ve evrenin temel ilkelerini yaratmış olabilir. Ama insanlara ilgi gösteriyor olamaz. Kim mutludur, kim mutsuzdur bilmez, bilmek de istemez. Yani gerçek anlamda var olamaz.

Sonra birdenbire, bunun, nasıl desem, onurlu olmadığını anladım. Kaidesinden düşmüş bir heykel gibi. Çimenlerde ayağa kalkmaya çalışan şişman bir kadın gibi.

Gergindi. Bana yakınken diken üstünde. Bana güvenmiyor. Tam da varmamamız gereken nokta.

Bir zamanlar bir yerde, kimsenin on yıldan fazla tutsaklığa veya bir yıldan fazla hücre hapsine dayanamayacağını okumuştum.
Dışarıdan insanın tutsaklığın neye benzediğini tahmin etmesi mümkün değil. İnsan, düşünecek ve okuyacak bol bol zamanım olur, o kadar da kötü sayılmaz diye düşünüyor olabilir; ama kötü. Zamanın yavaşlığı. Buraya geldiğimden beri, dünyadaki saatler yüzyıllarca geri kaldı.

Bugün aklıma bir sürü fikir geldi. Bir tanesi:
Yaratıcı olmayan insanlara yaratma fırsatı tanınırsa, ortaya kötü insanlar çıkar.

Bir başkası:
Onu öldürmek, inandığım her şeye karşı çıkmak anlamına gelir. Kimileri, sen yalnızca bir damlasın diyecektir. Ama dünyadaki kötülüğü destekleyen bu küçük damlalardır. Küçük damlalar ve okyanus aynı şeydir.

Hiç olmazsa hastalık derecesinde titiz. Sabundan başka bir şey kokmuyor.

Bir anlamda, çirkin bir sapkınlıkla bakılırsa heyecan vericiydi. İçimdeki kadın onun içindeki erkeğe ulaşmaya çalışıyordu.

Ta derinlerinde, zorbalığının, tersliğinin yanında, ürkütücü bir masumluk da var.

Ve erkeklerin şu garipliği. Bundan sonra iyi değilim. Vermezseniz surat asarlar, verince de nefret ederler. Zeki erkekler böyle oldukları için kendilerini hor görüyorlardır herhalde. Mantıksızlıkları.
Hınç dolu erkekler ve yaralı kadınları.

Benden normal bir zevk alması mümkün değil. Onun zevki beni tutsak etmek. Özgür kaldığımda çevremde olacak tüm erkekleri kıskandığı için şimdiden beni esir olarak tutuyor.

Yani ona iyi davranmak gülünç. O kadar terslik yapmak istiyorum ki bana sahip olmak ona zevk vermesin.

Genç olmak canıma tak etti. Deneyimsiz. Öğrenmek konusunda uyanık olmaktan, ama yaşamda bunu kullanamamaktan bıktım.

Daha gencim çünkü kendimi yaşlıların bana öğrettikleri bir sürü şeyden arındırdım. Ayakkabılarıma bulaşan bayatlamış fikirlerin bütün çamurundan.

Bedensel olarak erkeklerden zayıfız, ama onlardan daha kuvvetliyiz. Onların acımasızlıklarına dayanabiliyoruz. Onlar bizimkine dayanamazdı.

Özgür olunca günlük tutmayı bırakmalıyım. Buradayken aklını kaçırmana engel oluyor, bana konuşacak birini sağlıyor. Ama kısır bir uğraş. Sonuçta insan duymak istediğini yazıyor.

– İddiaya girerim birçok kişi sizi düşünüyor, özlüyor. Oysa ben, ben ölsem bile tanıdıklarımın hiçbiri gam çekmez.

Tuhaf bir düşünce: Bu serüvenin başıma gelmemesini istemezdim. Çünkü eğer kaçabilirsem bütünüyle farklı ve sanırım daha iyi bir insan olacağım. Kaçamazsam, başıma kötü bir şey gelirse, bu olay başıma gelmeseydi olduğum ve kalacağım insanın, şimdi olmayı arzu ettiğim insan olmadığını bilmeyi sürdüreceğim.

İnsan, mutluluğun ve iyiliğin yüzeyini kazırsa, altından bütün çıkacak olan bu karanlıktır.

*

ÜÇ
Üstelik önceden olduğu gibi taze ve temiz de kokmuyordu.

Yeniden ağlamaya başladı. Ama bildik ağlama gibi değildi. Gözleri yaşlarla dolu, sanki ağladığının farkında değilmiş gibi yatıyordu öylece.

İşin gerçekten garip yanı, ondan tam bıktığımı sandığım bir zamanda, eski duyguların gerisingeri gelmeleriydi. Aramızda geçen güzel şeyleri, bazen ne kadar da iyi anlaştığımızı, elimde başka bir şey yokken, benim için taşıdığı anlamı düşünüp duruyordum.

Beni tanımaz gibiydi ve zayıflığına karşın kaplanlar gibi didişti. Yeniden yerine yatırabilmek için gerçekten zorlandım.

Kapıda, muayenehanenin 08.30’da açıldığı yazıyordu, içeride bir sürü insan olacağını tahmin etmeliydim; ama bilmem neden sıranın ilk bende olacağını ve hemen doktoru görebileceğimi sandım.

Aklı başında değildi, sanki her şey kafasına gelip, hemen sonra da yok oluyordu.

Sık sık soluduğunu görmek dehşet vericiydi, yetmeyeceğinden korkar gibi hava yutmaya çabalıyor sanırdınız.

Polis, yaşlı bir adamdı. İşini iyi yapamıyordu herhalde yoksa bu yaşta hala devriye geziyor olmazdı.

Günü sordu. Pazartesi diye yalan söyledim. (Çarşambaydı) biraz sakinleşti.
Pazartesi, dedi ama bir anlam taşımadığı ortadaydı. Sanki hastalık beynine de sıçramıştı.

Kendi kokuşmuş hayatımı, onun hayatını ve geri kalan her şeyi düşündüm. Gerçekten umutsuzluktu hissettiğim. Elimden hiçbir şey gelmiyordu, yaşamasını o kadar çok istiyordum ki ama hasta diye bir doktordan yardım isteme riskine de katlanamazdım, yenik düşmüştüm, gözle görülüyordu. Bütün bu günler boyunca, asla kimseyi böylesine sevemeyeceğimi anladım. Sonsuza dek Miranda vardı. O ana kadar anlamamıştım bunu. Ayrıca, onu sevdiğimi bilen tek kişi de kendisiydi. Gerçekte nasıl biri olduğumu görmüştü. Başka kimsenin günün birinde anlaması mümkün değildi.

Aniden öldüğünü kavradım ve ölüm sonsuza, sonsuza dek gitmek demektir.

Bütün güzel şeyleri hatırladım. Her şeyin başlangıcını, onun caddenin karşı kaldırımından geçtiğini gördüğüm günleri anımsadım ve neler olup bitmişti de o şimdi aşağıda ölü olarak yatıyordu anlamadım.

Fare kapanı oyunu gibiydi. Fare ilerledikçe etrafındaki şeyler harekete geçiyor ve yolları geri dönülmez biçimde tıkıyordu. Ta ki ölene dek!

Ne kadar mutlu olduğumu düşündüm, son haftalardaki duyguları daha önce hiç tatmamıştım, bir daha da asla hissedemeyecektim.

*

antagonizm: düşmanlık

putrel: demir kiriş

tonoz: tuğla ve harçtan yapılmış basit duvar

değişke: varyant, modifikasyon

taşizm: lekecilik

kübizm: nesneleri geometrik biçimlerde gösteren sanat akımı

alengir: gösteriş, hile

maço: kadına hükmeden erkeğin zengin ve görgüsüz hali

histeri: isteri, duyu ve ruh bozukluğu

Doktrin: “Onu asla iyileştiremem. İyileşmesi imkansız, çünkü hastalığı benim!” – Miranda