8 yaşındaydım. Bayraklı, Çiçek Mahallesi’nde oturuyorduk. Kardeşim uslu bir çocuktu ama ben çok yaramazdım. Hiperaktiftim. Her türlü haşarılık bendeydi. Fare yakalamak, kedi kovalamak, erik çalmak… Mahallenin en hızlı koşanıydım. Birçok çocuktan iyi meşe/bilye oynardım. Poşetlerce meşeyi yıkayıp, annemin kırtasiyesinde satmıştık. 🙂

Paramız yokken kibrit kartları oynardık. Kibritlerin kağıt kısımlarını koparıp karşılıklı yere basardık. İki kişiyle oynanıyordu. Yerdekiyle aynı kağıda sahipsen kazanıyorsun. O yaşta bile kumarın bir çeşidini bulmuştuk. Kumarın bilinen ilk kaydı Çin’de, M.Ö. 2300 yılında girilmiştir. İnsan kumar oynamak istedikten sonra… Hapishanede kumar oynamamaları için her şeyi ellerinden alınan suçlular şöyle yaparlarmış:

Her bir mahkum önüne bir damla ıslatılmış küp şeker koyuyor. İlk kimin şekerine sinek konarsa yerdeki parayı o alıyor.O yaşta biz de işte bu derece hevesliydik. O heyecan ve adrenalin, kaybetmenin acısını silip süpürürdü. Bir de Futbolcu Oyun Kartları vardı. Bu daha lüks bir oyundu. Parayla marketlerde satılırdı. Bazen bir üründen yalnızca bir kart çıkardı. Bu da değerini arttırıyordu. Bunu da çok iyi oynardım. Beni kimse kolay kolay yenemezdi. Mahallemize yeni birileri taşınmıştı. Tarık isminde bir çocuk. Sarı saçlı, mavi gözlü, saf ve yakışıklı… bilirsiniz işte, bir süt çocuğu. Ben ona göre, annesinin sokağa çıkarken uyardığı kötü çocuklardandım.

Birçok anlamda bozulmamış gibiydi. Bu çocuk mahallemize fazlaydı. Sanki biz mahkumlardık da, o hapishaneye ziyarete gelmiş parlak bir avukattı. Yalnızca misafir geldiğinde çıkarılan mutfak takımları, peçeteler gibiydi. Öyle temiz ve saftı ki… Yahu, çocuğun ağzından küçük bir küfür dahi duymamıştık. Bahçelerden erik çalmak, arabaların lastiklerini bıçaklamak… Hiçbir tehlikeli aktiviteye katılmazdı. Bakkaldan o kadar alışveriş ederdi ki… bir sürü futbolcu kartı biriktirmişti. Sonra benimle oynamaya başladı. Onu yendim. Bir daha oynadı, bir daha… O kadar çok yutuldu ki deliriyordu. Sonra tüm parasını bitirdi. Benden borç kart almaya başladı. 10-10-10… Bir günde 100 futbolcu kartı borçlanmıştı. Bakkaldan satın aldıkça bana kart olarak borcunu ödüyordu. Ama benim oyun bilgim onun parasından çoktu. Hatta babasının parasından bile… Onun anlam veremediği de buydu…

Zengin ama saftı. O oyun stiliyle beni yenmesinin imkanı yoktu. Kartları yere basarken ben kazandığımda Örnek:

21 ve 51 üst üste gelince kazanılır. Kart çift rakamlıysa, sağındaki tek hane kullanılıyordu. Ben kağıtları karıştırıp arkaya koyuyor ve yine oynuyordum. O ise kazandığı kartları hiç karıştırmadan arkaya değil ÖNE koyuyordu. Aynı kart sırası olduğu için denk gelen kartları ortalama tahmin edebiliyordum. Yere 41 gibi tek rakamı, 1 olan bir kart bastığında hemen alttaki 21/51… olan kartı çıkarıp yine yeniyordum. Ahhh Tarık, beni yenmen imkansız oğlum… Öyle şapşaldı ki… Bazen de hızlı oyun oynadığımızda kazandığını görmezdi. Aynı gelen kartları kaçırıyordu. Buna uyutma denir. O zamanlarda da kazanamıyordu. Birkaç gün içinde bana borcu 500 kağıdı geçmişti.

Bir gün onların tek katlı evinin balkonunda oturuyorduk. Sonra bir et kokusu geldi. Bu ne diye sorduğumda “Bizim evde et bişiyor.” dedi. Aslında o mahallede kırmızı eti ancak kurbanda görürdük; herkes genelde beyaz et yerdi. Ama kırmızı et, onların evindeydi. Bu durum ona olan hırsımı artırmalıydı. Onu her alt ettiğimde garip bir ceylan, aslan sürüsündeki yırtıcıları yenmiş gibi hissediyordum. Tüm fakirlerin temsilcisiydim. Ama öyle olmadı. O küçük imla hatası, onu gözümde sempatik kılıyordu. Sevimli ve acınası. Hani gölge yerine, kölge diyen birisine kanınız kaynar ya… Ne bileyim, cahil kimselere toplumda daha çok acınır. O an Tarık’a bir daha sordum:
– Bu koku ne?
– Bizim evde annem et bişiriyor. bişiriyor… bişiriyor… bu komik kelime zihnimde yankılandı. Gülesim geliyor, gülemiyordum…
– Tarık, dedim. Senin bana ne kadar kart borcun var?
– 500 tane. Ama bugün 10 ödedim, 490 tane.
– Bana borcun falan yok. Sildim tüm borcunu…
Önce inanmadı. Sonra çok sevindi ve bana sarıldı. Bir daha asla Tarık’la kağıt oynamadım. Oynasam da yalancıktan, yani parasıyla değil…

*

Günümüzde bakıyoruz da… insanlar nasıl karşımdakinin önündekileri de kendi önüme alır, süpürürüm diye düşünüyor. Herkesin gözü başkasının cebinde. Belki haklıydım, belki de şansım yaver gitmişti. Keza gerçekten kazanıyordum. Kağıt üzerinde hilemi kanıtlayacak bir emare bile yoktu. Ama tüm bunlar beni haklı yapmaz. Hile yapmıyor olsam bile benimle oynayacak kadar denk olmayan birisini durmadan yenerek zaafından yararlanmam ne kadar doğru?..

Ben onu, en beceriksiz olduğu konularda yendiğim zaman ellerini bağladığım birisiyle güreş tutmuş olmaz mıyım? Bu, yüzme bilmeyen birisini, dalgalı denizde sürat teknesiyle geçmek gibi bir şey…

“Adalet, kutup yıldızı gibi yerinde durur ve geri kalan her şey onun etrafında döner.” – Konfüçyüs

*

Başarımı neye borçlu olduğum tek kelime sorulsa adalet derdim. Biz nasıl yaşarız? Herkes bildiklerinin toplamı. Ailenizin gösterdikleri, okulda öğrendikleriniz, ve hayattaki deneyimleriniz size katılarak ilerler. Nasıl ki iç organlarınızı farkında olmadan her adımda taşıyorsanız, karşılaştığınız her şeyi bu bilgiler ışığında değerlendirirsiniz.

Fakirlik zenginlik kavramı:
Kimi zaman fakirler, paraları olmadığı için bundan zenginleri sorumlu tutar. Ama zenginler, asla fakirler sayesinde zengin olduğunu düşünmez. Aynı fakir, kendisi zengin olduktan sonra bunun, fakirler tarafından kendisine altın tepside sunulmuş bir lütuf olduğunu düşünmeyecektir.

Şu anda bunu konuşmam komik gelebilir. Ama nasıl ki sarhoşların söyledikleri her söz ayıkken düşünüldüyse, ben de bu düşüncelere fakirken sahiptim.

Ticaret hayatımda çok kere batmanın eşiğinden döndüm, ama hiç pes etmedim. Yani benim hep mi şansım yaver gitti? Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Kazanmak, olasılıklar toplamıdır; matematiktir. Başarı oranı için, başarısızlık oranımızı artırmamız gerekir. Hayatının çoğunu ücra bir kahvede geçiren biri, elbet benim kadar çok başarısızlığa uğramamıştır. Ama hayatı komple başarısızlıktır. Dolayısıyla hataların en büyüğüne nail olmuştur.

*

Aldous Huxley der ki:
“Aerodinamik yasalarına göre o tombul ve tüylü arının hiç uçmaması gerekiyordu. Herhalde bunu ona kimse söylemedi ki uçuyor!”

Öncelikle pesimist düşüncelerle sizi boğanları susturun ya da hayatınızdan çıkarın. Kendileri bir şey yapamayan insanlar, başkalarının da yapmasını engellerler. Bazen farkında olarak, bazen olmayarak yaparlar bunu.
Aman oğlum o işe girme.
Aman kızım onu yapma.
Aman memur ol, al maaşını yat aşağı.
Memurlar başka işte çalışamazlar. Çöpten beslenen sokak kedilerinin nasıl ki avcılık özellikleri kaybolmuştur, kolaya alışan memurların da çalışma ve başarılı olma yeteneklerinin köreldiği aşikardır.

Ben bu çocukları kaplumbağaya benzetiyorum. O hayvan ancak kafasını çıkarıp risk aldığında ilerleyebilir. Siz de öyle… Herkes cennete gitmek istiyor, ama kimse ölmek istemiyor. Nasıl olacak?

Çocuklarının her istediğine koşan aileler, onlar büyüse de genetik korumacılıklarıyla hayatlarına müdahale ediyorlar. Onları yarına hazırlamak bu mu?..
2017 yılı içinde doğan çocukların %68’inin yapacağı iş icat edilmedi. Ne güzel değil mi?..
Fortune dergisi 2017 yılında dünyanın en büyük 500 şirketi listesini yayınladı.
1957-1997 yıllarında bu meşhur listeye girmiş tüm kurumların sadece %37’si faaliyette.
Bu şirketlerin %63’ü bugün yok! Ya iflas etmiş, ya satılmış ya da ad değiştirmiş.
Bugün üniversitede okunan pek çok bölümün geleceği yok. Yani siz işletme okuyorsunuz, ancak onu bitirdiğinizde hiçbir yerde çalışamıyorsunuz. Bu durumda mesleğinizi değil, size para kazandıracak işi yapıyorsunuz. Bu da başarısızlığı ya da mutsuzluğu getiriyor.

Endüstri 4.0 ile birlikte gelen Karanlık Fabrikalar, çoğumuzun iş hayatındaki konumunu sarsacak!

Endüstri 1.0
Mekanik Üretim Tesislerinin Uygulanması (18. Yüzyıl)
1712 Buhar Makinesinin İcadı

Endüstri 2.0
Elektrik ve İş Bölümüne Dayalı Seri Üretime Geçilmesi
1840 Telgraf ve 1880 Telefon İcatları
1920 Taylorizm (Bilimsel yönetim)

Endüstri 3.0
Üretim Süreçlerinin Otomasyonu (20. Yüzyıl)
1971 İlk mikro bilgisayar (Altair 8800)
1976 Apple I (S. Jobs ve S. Wozniak)

Endüstri 4.0
Otonom Makineler ve Sanal Ortamlar (21. Yüzyıl)
1988 AutoIDLab. (MIT)
2000 Nesnelerin İnterneti
2010 Hücresel Taşıma Sistemi
2020 Otonom Etkileşim ve Sanallaştırma

*

Üniversite bitirenler, siz de haklısınız. Yıllarınızı verdiniz ve şimdi karşılık bekliyorsunuz. Ama hayat bir oyun gibidir. Başarı, iyi bir ele sahip olmak değil, kötü bir eli iyi oynamaktır. Meksikalıların çok güzel bir sözü var:
Felek sana hayat diye ekşi bir limon uzattıysa, sen üstüne tekila ve tuz iste.
Ben kötü eli en iyi şekilde oynadım. Herkes isterse bunu deneyebilir.

Bazen bir filmi izler ve kendimizi iyi hissederiz:
Tam bu sırada tüm yakışıklı jönler geçer gözlerinin önünden. Kah Kadınlar Ne İster? filmindeki Mel Gibson’sın, kah Kelebek Etkisi’ndeki Ashton Kutcher. Hep onların hayatlarında aktör olduk. Onlar yaşadı, biz ekranda sevindik. İtiraf et! Senin o aktörleri sevdiğin falan yok!.. Sen o aktörlerdeki kendini seviyorsun. Çılgınca şeyler yaptıklarında, senin yapamadıklarını yaptıklarında, aslında senin hayatın boyunca yapamayacaklarını yaptıklarında; eline balon verilmiş çocuk gibi seviniyorsun. Senin illegal klonun onlar. Seni temsil ediyorlar. Kahramanların…

Fakat filmde diyaloglar bellidir. Çok az oyuncu, yazılı senaryonun dışına çıkar. Doğaçlama herkesin yeteneği değildir. Filmde, bir sahne iyi çekilmediğinde tekrarı vardır. Normal hayatta ise işler bu kadar basit değil. Hayat, silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır. Ancak hayattaki şansınız, sonsuz varyasyona sahip olmanızdır. Sonsuz olasılıklar sarmalını istediğiniz yöne çevirebilirsiniz. Hayatınızı yönlendirin, yoksa o sizi yönlendirecek!..

Kişi okul bitirip iş hayatına atıldıktan sonra gerçek zannettiği şeyleri gerçek olmadığını, gerçek olmadığını düşündüğü şeylerin de gerçek olduğunu hazin bir biçimde görecektir.

2 ya da 4 yıllık üniversite bitirenlerin çok zor iş beğendiğini biliyorum. Bulundukları konumu beğenmeyerek yükselme merakındalar. Yahu en üst merdivene alt merdivenlerden çıkılır. Ama asansörle hızlı çıkayım diyerek, başka yollara baş vurursan, halatın kopmasıyla zemine çakılabilirsin!

Türkiye’nin en çok hapis yatan 3. yazarı olan Nazım Hikmet 12 yılını hapislerde geçirmiştir. Ama orada, ‘ne öğrenilir’ diye sorgulamadan kendini geliştirmiş ve birçok kitabını burada kaleme almıştır.

Aziz Nesin 250 kere yargılanıp 5,5 yıl hapis yattı. En çok yargılanan yazar rekoru kendisine aittir. En çok kitap yazan yazarlardandır. Ayrıca, ömrünü kütüphanede geçiren birisi okumayı sevmiyorsa, herkesten az şey öğrenecektir. Bir şey öğrenip öğrenmemen, çevrenle ilgili değil; kendinle ilgilidir. Etrafındakilerin yerde olması senin de uçamayacağın anlamına gelmez.

“Yanlış sorular sorarsan, doğru yanıtı bulamazsın. Doğru soru:
‘Woo-jin neden beni hapsetti.’ değil, ‘Neden beni özgür bıraktı.’ olmalıydı!” – Old Boy

Doğru yanıtlar için doğru sorular önemli:
Okulu başarıyla bitirdiğin için mi diploma aldın, yoksa diploma almak için mi okula gittin?

Bir şeyler öğrenmek için mi sınava çalışıyorsun, yalnızca sınavdan geçmeni sağlayacak bilgilere mi sahip olmak istiyorsun?

Öğrenmek için mi ders çalışıyorsun, sözlüde sınıfın önünde hakarete uğramamak için, egonun sarsılmaması için mi sözlüye çalışıyorsun?

Yarınki ders kitabını mı hazırlıyorsun, sınavda çıkacak soruların kopyalarını mı?

Ben de kendime sorayım?
Bir şeyler öğrenmek için mi okuyorsun, başkalarından üstün olmak için mi?Doktrin: “Senin yaşlarındayken derlerdi ki… polis de olabilirmişiz, suçlu da… Bense şu an sana diyorum ki… suratına doğrultulmuş dolu bir silah varken… ne fark eder ki?” – The Departed