Değerli okuyucularım tarafından en çok sevilen Gazoz hikayemden sonra yenisinde de eski hikayenin baş mimarı Faruk’tan bahsetmemek olmazdı… Bir akşam iş çıkışı saat 20:00 sularında telefonuma Faruk’tan mesaj geldi:

“Evdeyim. Beni Kadifekale’den al!”
Emrin olur esrarcengiz çocuk. Yola koyuldum. Arabamla mahallelerine vardığımda onu, yokuşun altında sabırsızca beni beklerken buldum.

“Tepecik’e sür!” dedi.
“Emredersin patron.” İşyerinde çalışanlarını ezen Faruk’un benim yanımda edilgen yapıya büründüğünü bildiğimden, dominant rolü yapması hem ilginç geliyordu, hem de gülünç…

Tepecik’e vardığımızda Faruk’un heyecanlı ve çocuksu tavrı beni şaşırtmıştı. Onun tarifiyle ara sokaklarda ilerlerken bir yokuşun ortalarında paslı, kirli, henüz ölmemiş, yaşama direnen, hayatının kalanını mantarlarla mücadeleyle geçiren, iki el kalınlığında mantar şemsiyesi kahverengisine çalan rengiyle çelimsiz bir ağaç duruyordu. Ağacın altında patlak sokak lambasının karanlığını kendine gölge edinmiş bir adam vardı.

Faruk arabadan inmeden camı yarılayarak:
“Hayırlı işler, yarasa var mı?” dedi.

Adam:
“Abi onun ayarında çok güzel bir hapım var. Onu vereyim.” dedi ve Faruk’un avuçlarına üzerinde ilaca oyulmuş kanat figürleri olan beş tane beyaz hap bıraktı.

Faruk:
“Aman abi bunlar yarasanın yerini tutar mı?”
“Geçerli abi! Geçerli, bi em müptelası olursun. Aynen geçerlidir…”

Adamın kelime dağarcığı fazlasıyla doluydu. Hatta bazı kısımlarda taşmalar yapıyordu. Çünkü ettiği dokuz kelimenin üçü ‘geçerli’ idi. Sanırım adamın kafası haptan daha güzeldi. Orada onunla saatlerce konuşmak istedim. Dinlediklerimden güzel hikayeler çıkarabilirdim. Ama hiçbirisi olmadı. Yüz lira vererek geri döndüğümüz yokuştan aşağı salınmaya başladık.

Faruk yola inerek bir marketten iki kutu kola aldı. İki hap kendine alıp iki tane de bana verdi ve “yut,” dedi. Hapları yutup ardından kutu kolayı yarılayana kadar içtik.

Yarım saat arabada oyalandıktan sonra Faruk bizi yol tarifiyle Gürçeşme dolaylarında bir mahalleye getirdi. Şu anda bunları yazarken o mahalleyi ve o evleri yeniden bulabilmeyi çok isterdim. Fakat kafam o kadar bulanıktı ki, değil evleri mahalleyi bile ayrımsayamıyorum. Ancak size gene de elimden geldiğinde hatırladıklarımı aktarmaya çalışacağım.

Arabayı terkedilmiş bir arsada, tozlu bir asmanın altına çektik. Araçtan bir indik ki benim ayaklarım yok; havada yürüyor gibiyim. O da ne… Faruk, lisede herkese çok sert davranan, lezbiyen olduğundan kuşku duyduğumuz, esmer, kara-kuru, kollarındaki kıllar bir erkeğinkinden çok daha fazla olan matematik hocama benziyor. Ellerim istencim dışında sallanıyor, sanki bana ait değiller. Karşımızda iri-yarı bir kadın silüeti durmadan gülümsüyor. Ereksiyon halinde koşarak ona dokunmaya yeltendiğimde takılıp düşüyorum…

Faruk arkamdan bağırıyor:
“Dur lan ağaç o, ağaç kütüğü…” Hay o yağlı kütüklere gelesin Faruk…

Faruk’un elinde nereden bulduğunu bilmediğim bir bira şişesi var. Bana uzattı, “İç şunu.” dedi. “Açılırsın.” Ulan az daha açılsak kumbarayı bozup, yatırıp düzecekler. Daha ne kadar açılabiliriz. Ben bunun derdindeyim. Hatta ondan geçtim, bari az s*kseler diye düşünüyorum… Hem ben bira sevmem ki!..

Karanlık dalların gölgesinde arka sokaklarda yürümeye devam ettik… Saçları yıkanmış bir kadın başını uzattı pencereden. Yanından geçtiğimiz bağımsız evin taş eşiğinde yırtık bir ayakkabı beni hüzne boğdu. Bir parçası ısırılmış ekmek, gazetenin izi üzerine çıkmış kireç beyaz peynir, ağzında kocaman lokma çiğneyen bir garip işçi, sireni acı acı çalan bir ambulansın havayı yırtan tiz sesi, kırık bir aynaya yaşlı gözlerle bakarak ağlayan kadın, yoksul mahallelerde tren geçerken pencereleri zangır zangır titreyen kerpiç ev, buzda kayıp düşen yaşlı bir amca, vapura koşarken simitleri dökülen satıcı, zabıtanın meyvelerini bir tekmeyle yere devirdiği işportacı… Bunlar da beni hüzne boğar.Yürüdüğüm evlerden mısır patlağı kokusu geliyordu. Yarasalar kafamıza inip kalkıyor. Ulan hapın etkisi mi, bu karanlıkta yarasa da olmaz değil hani… 

“Seni bugün ‘room’a götüreceğim.” dedi. Tahminler yürüttüm:
“Roma: İtalya’nın başkenti Roma komünü.”
“Değil.”
“Rom: İçki.”
“O da değil.”

Faruk’un İngilizesinin ‘this is a pencil’ düzeyinde olduğunu biliyorsak, bize ‘room’ derken bahsetmek istediği Rum Patriki Dimitris Pipisipis’ten başkası olamazdı.

“Bu evlerde odalar var. Aklının, hayalinin almayacağı kadar ilginç yerler…”

Eski bir fabrikayı andıran, geniş avlulu büyük bir yapının önünde durduk. Kapısını araladığımızda kirişteki zil, eski model tınısıyla kulaklarımızı tırmaladı. İlerlemeye başladık. Arkamızdan kendi ağırlığıyla kapanan kapı gürültüsüyle irkilmemize neden oldu. Aynı kapı, suyu çekilmiş ahşap çıtaları ve camla arasındaki boşluklardan düşen taşlaşmış macunlarla kimbilir kaçıncı kez kapanıyordu.

İlk girdiğimizde bizi geniş bir avlu ve onun sonunda sıralanmış taş merdivenler karşılıyordu. Yürüdüğümüz koridorun sonunda yol çatallaşıyor ve iki koldan başka koridorlara bölünüyordu. İşte o zaman odaları görmeye başladım. Artık RooM’un ne demek olduğunu biliyordum.

Havadaki gri sigara dumanının kirle dansı nemli camlarda sona ermişti. Etrafımızdaki tüm evlerin camlarında buğular, içlerinde sesler vardı. Yaşıyordu evler. Binalar içlerindeki canlılarla hayat buluyor gibiydi. Bazı camlarda nemle biriken ve akan su damlaları bazı noktalarda birikerek daha büyük damlalar haline dönüşüyordu. Faruk kapılardan birini eliyle iterek açtı ve içeriye girdik…

İçeride elli yaşlarında bir kadın eski bir divanda oturmuş televizyon izliyordu. Bizi görünce kafasıyla selamladı. Sanki bizi tanıyor gibiydi. Belki de Faruk’u. Filmde de kahramanlar Gora dışına çıktıklarında, Bob Marley Faruk‘u gece hayatından tanıyanlara bakılırsa alemlerden alemlere aktığı aşikardı. Burada da bir filmde gibiydik, burada da tanınıyorduk.

Faruk “Sağol Abla.” dedi ve gösterilen yere oturdu. “İçerde mi?” diye sordu. Kadın cigaralığını havadaki bir çemberden geçirmek ister gibi sıkıca üfledi ve başını salladı.

Faruk “Ben giriyorum, beni burda bekle.” dedikten sonra içeri geçti. Birkaç dakikalık bir sessizlikten sonra içerden iniltiler gelmeye başladı. Esas oğlan faaliyete geçmişti.

Cigara içen Çaça: “Bu kızın da bu huyu beni öldürüyor. Adam gibi sevişsene lan yosma! Ne diye pıleybek yapıyosun!?” dedi. Demek kızı daha önceden tanıyordu. Belki de kendi kızıydı. Belki de annesi onun selefiydi. Şu an da hamiliğini yaparak para kazanıyordu. Demek kız bu kadar mutsuz ve isteksizdi ki, istekli görünmek için çaba harcıyordu. Bu düşüncelerle zamanı geçirirken yanımda oturan çaça bana döndü ve:

“İstersen ben de seni şurada rahatlatayım.” dedi. Acaba kafam güzel de yanlış mı duydum derken; kafası güzel olanın ve yanlış konuşabilecek olanın cigaralık içen kadın olduğunu düşündüğümde argümanım çürüdü…
“Yok abla!” dedim.
“Nolcak canım! O içerde rahatlıyor, ben de seni şuracıkta ağzımla rahatlatıvereyim.”
“Yo ben rahatım, inan o kadar rahatım ki!…” Öyle öfkelenmiştim ki. Adeta moralim sinirlenmişti… Kafamı çevirerek gözlerimi etrafta gezdirmeye başladım. Tavandan sarkan kırık dökük, paslı ve tahta bir kafesin içinde, yaşadığı bile belli olmayan bir saka sessizce sekiyordu. Bir duvara yüklük diye dayanmış çiçekli-kahverengi döşekler odaya kasvetli bir hava katıyordu. Bayram ziyaretinde tanımadığım evin tuvaletinde gibiyim. Şimdi bana her yer yabancı. Tam o sırada birden kapı açıldı.Faruk asık surat ve kısık gözlerle içerden çıktı. “Gidelim.” dedi ve oradan ayrıldık.

“Nasıldı?” dediğimde, “Boşalmadım bile, bu sahteliklerden sıkıldım. Her şey parayla olunca ben de parasız kalmayı tercih ederdim. Hem belki o zaman mutlu olabilirdim…” dedi.

“Günaydın bebeyim, günaydın.” dedim. “Yeni mi fark ediyorsun? Oğlum seksi satın alabilirsin ama samimi bir sohbeti asla!..”

Aslında güzel olan da o değil midir? Samimi bir sohbet, şu dünyada satın alınamayacak birkaç şeyden biridir…

Faruk: “Bunlar bizi anlamıyorsa biz de gider bizi anlayan karıların koyunlarına gireriz!”
“Hah!” dedim. “Ancak koyunlara gireriz. Rahibe Teresa da bizi bekliyordu, balon kokan göğüslerine başımızı koymamız için.”

Bir yandan konuşuyor, bir yandan koridorda yürüyorduk. Koridorun sonuna vardığımızda kapısı aralı bir odanın içine daldık.

Girdiğimiz odalar çok geniş olmasa da her birinin içinde küçük bir ikinci oda vardı. Biz her seferinde girdiğimiz kapıdan salon olarak kullanılan odalara ulaşıyorduk.

Odanın içinde birbirine çapraz bakan iki çekyat, karşılarında bir televizyon ve her evde bulunması muhtemel mobilyalar vardı.

Bu salonda da dört kişi yaşıyordu. Bunlardan iki tanesi kırk yaşlarında ve hafif şişmandılar. Yan yana oturmuş konuşuyorlardı. Biz gelince sesleri kesildi. Onun dışında iki tane genç kız yerde oturmuş, birbirlerine iskambil falı bakıyorlardı. Onlarsa bize bakmadılar bile!

Faruk çaçalardan birine sarıldı ve “Hangisi?” dedi. Kadın iskambil oynayanlardan sarışını dürttü ve işaretiyle odaya geçmesini sağladı. Faruk bana göz kırptı ve kızın ardından odaya girdi.

Salonda iki kadın ve bir genç kızla bir başıma kalmıştım. Böyle anlatınca okuyucu da şunu düşünebilir:
“Vah vah, bir başına kalmışmış. Yazık o nazik g*tünü mü avuçlamasınlar? Yoksa kahramanımızı s*kerler mi…”

Televizyonda bir diziyi izliyorlardı. Kırk yaşlarında, beyaz saçlı, çapkın esas oğlan herkesin yaşamak isteyip de yaşayamadığı hayatı yaşıyordu. Lüks arabası, iyi bir işi, kirli sakalları ve kemikli erkeksi bir yüzü vardı. Evden işe, villadan villaya (pompaya) koşuyordu.

Yaşça diğerlerinden büyük olan çingene kadın açık avucunu ekrana doğru kaldırdı ve sinirli sinirli:
“Len bu i*ne de çok oldu artık ha.. Git ablasına sapla yok git baldızını s*k iyice cıvıttı. Böyle dizi mi olurmuş?”

Ama oluyordu. İşte bu yüzden oluyordu. Halk bu sıradışı ilişkileri istiyor, senaristler de kırmıyordu. Bir dizi, film ya da programda ne kadar çok tuhaflık, sapıklık, tecavüz hatta ensest varsa o denli çok tutuyordu. Tüm bunlar aslında toplumun kademe kademe ne kadar yozlaştığını gözler önüne seriyordu.

Bana bakıp gülümsedi. Belli ki biraz da tribünlere oynuyordu. Onları dinlediğimi anlayınca televizyonun sesini kıstı ve iyice coştu. Ve anlatmaya başladı:
“Geçen gün Nalan’a pis çattım. Bunun bi dostu var. Herif tam bi baş belası. Hem çalışmıyor, hem de bunun parasını yiyor. Ara sıra da kızı dövüyor ki bu da üstüne cabası. Geçen gün çekmiş bileziklerini almış. Bu da hiç itiraz etmeden vermiş. Sorduğumda da ‘ay napiyim abla, seviyorum’ diyor. Yahu dedim sende hiç akıl yok mu? Sen zaten parayla vurdurmuyor musun? ‘evet’ Eee… O zaman sen neden bir s*ke para yediriyorsun. Ayol zaten senin her yanın çük, sağın pipi solun s*k; daha senin ona para yedirecek ne zorun var. Denize düşmüş y*rak içinde yüzüyor, daha da yılan diye s*ke sarılıyor…”

Kadın bu eşsiz macerayı anlatırken esmer kız kendi kendine iskambillerden kule yapmaya çalışıyor, diğer kadın elindeki çakmakla oynayarak konuya kulak kesiliyordu. Bense gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum. İçimden ‘yahu ben nereye geldim’ diye hem gülüyor hem şaşırıyordum. Çünkü odanın ortasındaki tek ayazda kalmış bekçi çükü gibi sırıtan s*k bendim. Ve sürekli eleştirilen organ iki bacak aramda duruyordu.

Kadın bir hışımla iskambil oynayana bir taban darbesi vurdu ve:
“Ben burda bişey anlatıyorum bu da bu iskambillerin s*kine biniyor. Kız beni dinlesene!.. Ee boşuna dememişler: ‘Mahalle yanarken oro*pu saçını tararmış.‘ diye…”

Tam bu sırada kapı açıldı ve ben de kurtuldum. Faruk çaçaya parayı uzattı. Çaça pis bir şeyi eline almış gibi çevirdiği paraya, ardından Faruk’un yüzüne baktı ve (Ben içimden dedim ki tamam yine küfür repertuarımı genişletecek bir söz kümesi yolda):
“Bu da hem fakir hem s*ki büyük. Bu para neye yeter ayol. Bi metre *mbezi bile alamazsın. Bi bu kadar daha verceksin.”

Normalde Faruk’u yatırıp s*kseler daha fazla para çıkmazdı. Ama hemen elini cebine atarak:
“Pardon ablacığım size yanlış parayı uzatmışım kusura bakmayın.” diyerek o parayı geri aldı ve iki katı para takdim etti.”

Küçük odanın kapısı sanki kendi kendine açıldı ve demin odada Faruk’la beraber olan sarışın kız kara kemik tarakla yatakta saçlarını tarıyordu. Henüz yangın falan çıkmamıştı. Sürekli yanan kandilini söndüren Faruk ve önünde yanan kandille dolaşan ben!.. Pantolonumun içi alev alevdi… Solucanımı metal pencere pervazına sürtsem kıvılcım çıkar evi eşiği yakar kavururdu. Hızla iyi geceler dileyerek odadan çıktık.Kirden yağlanıp kararan, kararıp da parlayan sisli koridorda yürümeye başladık. Yerde alkolden bayılmış bir şarapçı yatıyordu:
Buraya nasıl girmişti? Cebinde kaç lirası vardı? İç çamaşırı ne renkti? En son ne zaman yıkanmıştı? Onu bu hale düşüren kimdi? Kimsenin düşünmediklerini düşünemez mi insan?

Derken başka bir odaya geçtik. Kapı kulpu alüminyum folyoyla kaplanmıştı. Sonra içeri girdiğimizde dikkat ettim ki neredeyse her yer folyo kaplıydı. Masa, sehpa, kapı ve pencere kolları, televizyon çerçevesi, dergi ve eski gazetelerle dolu kitaplık, abajur ve daha birçok yer… Hijyen takıntısı mı?.. Gümüş renk aşkı mı?..

İçerde yalnızca bir erkek vardı. Hayır bu bir erkek değildi. Faruk elini uzattı, çocuk ona sarıldı. Sonra beni tanıştırdılar. İsmi Yusuf’tu. Hareketleri ve ellerini havada oynatırkenki nezaketi onu diğerlerinden ayırıyordu. Östrojen yüklü tavırları onu ele veriyordu. O bu durumdan şikayetçi değildi…

Onu incelemeye koyuldum. İnce bir bedeni vardı. Kıçı bir kareyi andırıyordu. Küçük ve kalkık bir kare. Üzerinde dar bir gri eşofman vardı. Göğüsleri yoktu. Boynu uzundu. hayret erkekte uzun boyna rastlamak zordur. Ya şanslı doğmuştu ya da şanssız. Kadın boynuyla doğduğunu bilmiyordu herhalde. Saçları kısacıktı, sarıya boyatmıştı. Burnunun sol tarafında çok küçük bir ben vardı. Suratında hafif ergenlik sivilceleri… Belli ki suratında fondöten yoktu. Ya da onları saklama gereği duymamıştı. Ne gerek var ama değil mi? Ne de olsa sokaklar erkek dolu!..

Faruk’un suratına sitemle baktım ve “Yine odaya mı geçeceksiniz?” dedim. “Hayır.” dedi. Bu kez sen de bizimle geliyorsun!

Salondaki kanepeye çöktüm. “İyi.” dedim. “G*tümün altında alüminyum folyo yokmuş.” Evdeki alüminyumları hurdacıya satsak ağır metaller servet ederdi. Her yer alüminyum folyo ile kaplıydı. Ama bizim Türk hurdacılara evin tüm beyaz eşyasını satsan bir kutu mandal verirler. Buna mobilyaları da eklesen mandal sayısı ikiye çıkar ve buna bir top da yün ip eklenir. Buna ek olarak evin tüm eşyasını kapıya apartmanın girişine yığsan, mandal üçe çıkar, bir top yün ip ve bir çift laylon terlik kazanırsın. Mandal hep sabit yani… Ne büyük alışveriş. Bu hurdacılar borsaya atılsa en baba manipülasyonu yapan değme brokera taş çıkartır. İlinden milletvekili olup meclise girse ardından Maliye Bakanı seçilse ülke bir yılda kalkınır dünya ekonomisine yön verir vaziyete gelir…

Masada bir şişe votka vardı. Yusuf bana bir hap verdi ve ‘yut’ dedi. Votkayı sek olarak kafaya diktim ve hapı yuttum. Sonra onlar da oturdular. “Ben sarhoş olmak istiyorum. Belki o zaman yapacak cesareti kendimizde bulabiliriz. Hem sen de içsene.” dedim. O da “Ayy mideni alkolle doldurmana ne gerek var ayol. Ben zaten sana vericem.” dedi. “Zaten sorun sen değilsin ki; benim.” dedim. Evet… Çok ilginç değil mi? Sıradışı olan o iken onu kabul edemediğim için farklı ve arıza çıkaran ben oluyorum. Yani ben heteroseksüel olduğum için birinin de öyle olmasını bekleyemem.

“İyi bir insan olduğunuz için dünyanın size adil davranmasını beklemek; vejetaryen olduğunuz için, bir boğanın size saldırmamasını beklemek gibidir.” – Dennis Wholey

Dünya ne zamandan beri adil bir yerdi ki… Derken… odaya geçtik. Her yer alüminyum folyoydu, benim kafam maddenin katı hali kadar yoğun alüminyumdu (2,70 g/cm³).

Yatağa oturdum ve şu sözcükler ağzımdan dökülüverdi:
“Fikirlerini ve söylediklerini asla kabul edemem. Ama onları söyleme hakkını ölünceye dek savunurum.” – VoltaireFaruk ise direkt olaya dalmıştı bile. Önce onun memelerini emmeye başladı. Olmayan göğüslerini. Bizi bir tanrı yarattıysa ve her şeyin bir nedeni varsa erkek memeleri neden vardı?..

Kendimi o kadar beceriksiz görüyordum ki iş başvurusunda bulunduğum işyerinin bekleme salonunda özgeçmişimi doldururken “Umarım bana az maaş verirler. Çünkü çok maaş verirlerse istedikleri performansı gösteremeyebilirdim. Ama az maaş olursa zaten anca hak ettiğim paramı alıyorum ve benden fazla da bir iş yapılmasını beklememeliler,” diye düşünüyordum. Unutmamak gerekir ki; iş görüşmesinde ve sevgilisiyle ilk tanışmada herkes kendisini olduğundan üç kat daha iyi tanıtır. Bu iş görüşmesinde kendimi fazla mı iyi tanıtmıştım. Faruk ve bu güzel sevgilisi ilk tanışmada kendilerini üç kat fazla iyi tanıtmış olabilir miydi?..

Bir araç içinde yolculuk ederken baktığınızda eğer yol kaygan görünüyorsa; denemeyin! Mutlaka kaygandır. Seks istemiyor görünüyorsanız seks istemiyorsunuz demektir. Denemeyin. Bunu denemek yalnızca size zaman ve partner önünde prestij kaybettirir.

Seks yapmak istemiyorsanız da yapmayın. Onunla yalnızca buluşun ve sohbet edin. Hatta seks yapmanızı zorunlu kılacak ortama dahi girmeyin. Çünkü seks yapacak ortama girmezseniz sevgiliniz onu istemediğinizi düşünmez. Oysa yatakta sertleşmeyen bir penis ona çok şey düşündürür. Mesela onu istemediğinizi… Yakın zamanda daha önce başkasıyla beraber olduğunuz için cinsel yönden tok olduğunuzu… Ya da ondan sıkıldığınızı… Bu liste uzar gider. Ayrıca bunlar yalnızca onun açısından doğacak kötü sonuçlar. İşin bir de sizin kendi tarafınızdaki sorumluluğu var ki o daha da önemlidir. Eğer sertleşmezseniz ya da yeterince sertleşmezseniz kendinizi kendinize kanıtlayamazsınız ki bu çok vahimdir. O zaman ister istemez bu başarısızlık sizi daha sonraki avlarınızda olumsuz etkiler.Bunları düşünürken bir anda koşarak odadan çıktım. Ardından dar koridorları geçerek açık alana kendimi attım. İstediğim böyle bir hayat değildi. İstemediğim şeyi yapmak istemedim.

“Kimi gittiği yeri mutlu eder, kimi terk ettiği yeri.” – Oscar Wilde
Açık havaya çıkarak nemli toprağa sırtüstü uzandım. Gözlerimi gökyüzündeki en parlak yıldıza dikip ağlamak istedim. Bir yandan ıslak gözlerimi kısarak parlak ışık oyunlarıyla kendimi avutuyordum.

Kafamı çevirdiğimde hafif yelle savrulan bir naylon poşet gözüme ilişti. Ben buraya aittim ve bırakamıyordum. O küçücük aciz nesnenin benden daha özgür olması fikri canımı sıkıyordu.

Park ettiğim lüks aracımın yanından geçerken birden küçüklüğümün geçtiği varoş semte vardığımı fark ettim. Balkonlarda içki içerek sohbet eden insanlar. Yolda dondurma yiyerek yürüyen çocuklar. Toprak sahada top oynayan, aynı sahanın kenarında da yağmurun ıslatıp helva kıvamına getirdiği toprakta çivi oyunu oynayan çocuklar. Birden onların yerinde olmak istedim. O zaman sanki tüm sorunları çözebilirmişim; sanki ben onların yerinde olursam daha mutlu olurmuşum gibi…

Mutluluk; biz kovaladıkça kaçan, biz kaçtıkça kovalayan, her şeyi oluruna bıraktığımızda ise yanımızdan bile ayrılmayan bir duygudur aslında.

Ne yapıyordum ben? Mantık ve mukayese yeteneğimizi yitirdiğimiz, sağlıklı düşünemediğimiz zamanlarda aldığımız kararlardan sonradan pişmanlık duyabiliriz. Fakat bu yersizdir. Şimdi hayıflanmam da yersizdi…

Faruk’a kızgın değildim. Kuşlar uçar, sürüngenler sürünür, balıklar yüzer; nihayetinde o da böyle şeyler yapabilirdi. O Gay çocuk da öyle… O da ne istiyorsa onu yapacaktı. O ve onlar gibilerin gediklileri olan herkes de öyle… Şimdi ben buralarda hayatla ve kendimle yaptığım kavgamda yalnız kalmışken onlar baş başa içkilerini yudumluyorlardı. Sonra o gayin bir gün ameliyatla transeksüel olduğunu düşündüm. Ardından tam olarak olmasa da kadın olduğunu… Sonra elinde kırmızı içkisiyle yanan şömine önünde noel ağacı süslerken hayal ettim onu… Eğer o bir kadınsa sanırım bütün dünya da çocuk olmalı…

Kafamı kaldırdığımda sağ tarafımdaki taş balkonda yaşlı bir amca fesleğen saksısına elini sürüp kokuyu derin derin içine çekiyordu. Hala bir yerlerde hayat olduğunu bildirir gibi, ölüme meydan okurcasına… Ölüm neden zor? Sen öldüğünde koca bir dünyayı ve içinde çiçekleri, ağaçları ve denizleri kaybedersin. Sen ölünce bu koskoca dünya, küçücük bir fani dışında hiçbir şey kaybetmez.

Karşıma bir tabela çıktı. Kırık dökük bir tahta levhaya yazılmış “Çıkmaz Sokak” yazısı. Ağır ağır yürümeye devam ettim. Kapı eşiklerinden burnuma tozlu sardunya kokusu geliyordu. Sokağın sonuna vardığımda gerçekten de çıkmaz sokağa geldiğimi farkettim. Bazen bir sokağa girdiğimizde gördüğümüz tabela bizi tatmin etmeye yetmez. Sokağın gerçekten çıkmaz olduğunu görmek için yolun sonuna dek gitmek isteriz. Şu an da benim de başıma gelen buydu. Hem somut olarak hem de soyut olarak çıkmaz sokağa varmıştım. Tozlu kaldırım kenarına, kırık bir taşın üstüne oturdum. Kafamı kaldırdığımda sokak lambasının turuncu ışığı yüzüme vuruyordu. Karpuzu kırık lambanın etrafında vızıldaşan birkaç sinek ve bir güve yerde minik gölgeler oluşturuyordu. O gölgelere dalmış bakarken yukarılardan bir ses yükseldi: “Yukarı gel evlat, sana anlatacaklarım var!”

Başınızı eğmeden altından geçemeyeceğiniz kadar alçak bir girişi olan paslı-yeşil bir kapıdan geçerek dik taş merdivenleri çıkmaya başladım. Ev o kadar eskiydi ki basamakların orta kısımları yıllarca pabuçların tabanlarıyla aşınarak erimişti. Evin yan duvarında tozdan gümüşi bozyeşil renge bürünmüş bir yabani incir uzun görkemli dallarıyla yürüdüğüm merdivene kadar sarkıyordu. Beni kapıda karşılayan bu adam “Hoş geldin” diyerek vücudunu geriye yatırıp sağ elini açarak içeri davet etti. Ayakkabılarımı paspassız kapı önünde çıkardım. Faruk’un bunca zaman beni aramaması kafamın içini minik kurtların kemirmesine yol açıyordu.

Evin giriş odası salonla başlıyordu. Tozlu halının üstünde birkaç adım yürürken altımızdaki tahtalar çatırdıyordu. Eski divana oturup etrafı süzmeye başladım: Evin pencereye bakan duvarının dibinde iki tane yer minderi üstündeki yırtık dikişli yastıklarla suskun duruyordu. Odada en çok dikkat çeken şeyse odanın üçte birini kaplayacak denli çok kitabın üst üste yerlere istiflenmiş olmasıydı. İçlerinde çok kalın, ağır ve eski olanlar da vardı. Bazıları öyle büyüktü ki; hani çoğumuzun ömrü boyunca okumadığı kadar çok bilgiyi içinde barındırıyordu. Duvarlarda çok kalın perdeler vardı. Öyle ki saat kavramını bilmeyen birisi bu odada uyansa gece ya da gündüz uyanıp uyanmadığının ayırdına kolay kolay varamazdı. Evin ortasında kirli bakır rengi, yanmayan, çalışmayan, boruları bağlı olmayan eski bir kömür sobası ve yanında da maşası duruyordu. Hemen iki adım uzağında sırtlığı olmayan eski bir sandalye ve onun yanında da vernikleri aşınmış kızıl meşe ağacından yapma kahverengi bir sehpa duruyordu. Sehpada, nemli bir gazete kağıdının üstünde yarısı yenmiş, diğer yarısı beklemekten kararmış, yamuk diş izlerini sevimsizce taşıyan al bir elma kalmıştı.

Gel yere oturalım” dedi. Bu elli yaşlarında, çoğu siyah kaşlarının arasından balık kılçığını andıran şeffaf beyaz kıllar fışkıran bir adamdı. Çürük fındık kahverengisi gözlerinin altında belirgin göz çukurları sanki kırk yılda seksen yıl kadar görmüş ve çile çekmiş bir görüntü çiziyordu. Geniş çene kemikleriyle demiri ısırsa kırabilecek gibi görünüyordu. Kirli sakalıyla öyle bakımsızdı ki burun ve kulak kenarlarındaki temizlenmemiş kılları net seçebilirdiniz.“Bak evlat!.. Bazıları düşünür, konuşmaz; bazıları düşünür ve konuşur; bazıları düşünür ve düşündüğünü yapar da. İşte sen bunlardan olmalısın. Yalnız bunu yaparken şuna da dikkat etmelisin: Öfkeyle hareket edip büyük hatalar yapmaktansa bazen hiçbir şey yapmamak da çok şey yapmaktır. Kimi, zaman yapılacak en iyi eylem eylemsizliktir.

Hayatta karşına zayıf karakterli kişiler de çıkacaktır. Bir insan ne kadar çok şikayet ediyorsa karakteri o kadar zayıftır. Dertleri ve sorunlarıyla tek başına mücadele edemeyen insanlar başkalarının yardımı ile de bunu başaramaz. Onlardan hep kaç! Eğer kaçamıyorsan; seni yoran insanları sen de yor! Yor ki çekip gitsinler… Bir yararlı insanın herkese yararı dokunmayabilir ama bir zararlı insanın mutlaka birçok kişiye zararı dokunur.

İnsanların dünyaya davranışlarını dış dünyanın ona davranışı belirler. Dolayısıyla karşımızdaki insanların bize davranışını, bizim onlara gösterdiğimiz tolerans tayin eder. Birisi sana istediğin biçimde davranmıyorsa ya onu ya kendini değiştirmelisin. Bir insana hakettiğinden fazla sevgi gösterirsen ya onu, ya kendini kaybedersin. Belki de sorun sendedir. Kendini değiştir…

Parlak fikirleri olan insanlara her zaman saygı duy. Çünkü ancak onlar dünyayı değiştirirler. Sevgilin derin uykuda olduğu zaman, kendinde olmadığı zaman ya da sarhoş olduğu ve bilinçdışı olarak seni arzuladığı zaman asla onunla beraber olma. Bunu bir fırsatçılık olarak kabul edip sonrasında senden kopabilir. Onun yerine zaman kazan ve bekle. Sonrasında çok daha ateşli olarak sana dönecek ve tüm meyvelerini ayaklarının önüne serecektir. Ayrıca direkt olarak karşı cinsi tavlayamazsın. Önce onun gözünde bir değerinin olması gerekir. Sana değer vermeyen birisi samimi olarak senle birlikte olmaz. Olsa bile zarar verme riski taşır.

“Kadınlar, sevmedikleri adama hiç acımazlar.” – Alexandre Dumas
Aşkın yanında inadın lafı mı olur lan! Budala! Aldırma… Sana dışarıdan arkadaşların akıl verir, ama odana girip yatağa girdiğinde yalnız ağlarsın. Onlar konuşur, sen yaşarsın. Onlar güler, sen ağlarsın.

“Gülün, dünya da sizinle gülsün; ağlayın, ama yalnız başınıza ağlayın.” – Oldboy
Seviyorsan kimseyi dinlemeyeceksin.
“Sen yüreğinin sesini dinle ve doğru bildiğini yap, isterse dünya batsın.” – Herbert

O seni her terk ettiğinde sen yavaş yavaş ondan koparken, o aksine sana daha da bağlanır. Sen kuş gibi hafiflerken, o taş gibi ağırlaşır. Kim daha çok seviliyorsa onun sözü geçer. Onsuz yaşayabileceğine onu ikna edebilirsen, sensiz yaşayamaz!

Bu dünyada yaşlı insanlara her zaman saygı duy. Şimdi büyüdün, belki bir daha çocuk olmayacaksın ama sen de bir gün yaşlanacaksın. O zaman hem yaşlı, hem de çocuk olacaksın. Ayrıca onların deneyimlerini de yabana atmamalısın.

“Ben 14 yaşımdayken babam çok cahil bir adamdı. Gözüme görünmesin isterdim. Fakat 21 yaşıma geldiğimde hayrete düştüm; bizim ihtiyar 7 yıl içinde ne çok şey öğrenmişti.” – Mark Twain
Murphy Kanunu’nda dediği gibi: “Düşman dışında her şey azalıyorsa savaştasınız demektir.” Senin dışında herkes ölüyorsa çocuğum; sen büyüyorsun demektir.

Eskide özlediğin sevgili artık aynı kişi değildir. Epikharmos’un dediği gibi:
“Geçmişte borç almış olan şimdi borçlu değildir. Geceden sabah yemeğine çağrılmış biri, bugün aynı yemeğe davetsiz gelir. Çünkü çağıran ve çağrılan aynı adamlar değildirler. Ölümlü bir nesne iki kez aynı halde bulunamaz; çünkü farkedilmez anlık bir değişmeyle bir dağılır, bir toplanır…”

Bu yüzden onu unut. Yıllar içinde değişti; o zamanlar hayran olduğunuz insan ile, şu anda özlediğin insan farklı kişilerdir. Kıskançlık, inatçılık, itaat etmeme ya da benzer sorunlardan dolayı sevgilinin sana yarattığı gerilim onun sana verdiği mutluluğun üstüne çıktığı anda ilişki biter!

Omzuna asılı ağır silahtan patlayan mermilerle dağılmıştım. Bu adamın bunca kitabı okumaya ömrü nasıl yetmişti?.. Elinde ağır makineli tüfek ve boynunda, boydan boya uzanan mayon bağlı gibiydi. Silah beyni, bilgiler mermilerdi…

Birden aklımı okumuş gibi:
“Silah elimizde değil beynimizde evlat.” dedi.
Birden durdu ve:
“Benle hayat boyu tanışabilen kısıtlı sayıda insan hem çok şanssız hem çok şanslı… Ve sen de bunlardan birisin” dedi.
“Neden şanslı ve neden şanssız?” dediğimde yüzüme baktı.“Şanssız, çünkü benim gibi bir delinin derdini çekmek durumunda. Paranoid kişilik bozukluğu sorunumla yüz yüze olmak zorunda. Şanslı, çünkü hayatı boyunca edinemeyeceği deneyimleri ona aktarabilirim. “Bir musibet(felaket) bin nasihatten iyidir.” Ancak ben sana musibetlerimi de hissettireceğim. Ayrıca okul hayatına yeni başlamış, görev aşkıyla yanıp tutuşan stajyer öğretmen hevesini taşıyarak. Umarım sen de itiraflarını bana açmakta beis görmezsin. Örnek: (Yerdeki kitapları göstererek) Şu arkana baksana!… Bizim okumaya üşendiğimiz bu kitapları bir de oturup yazmışlar. Bir kitap neden değerlidir. Christopher Morley’nin de dediği gibi:
“Bir adama bir kitap sattığın zaman, ona yalnız yarım kilo kağıt, mürekkep ve tutkal satmış olmazsın. Ona tamamıyla yeni bir yaşam satmış olursun. Sevgi, dostluk, mizah ve geceleyin denizde dolaşan gemiler. Eğer o kitap gerçekten benim düşündüğüm anlamda bir kitapsa, onun içinde bütün gökler ve yer vardır.”

“O kitap çok değerlidir. Birisiyle saatlerce konuşmak bilgi anlamında bize pek bir şey kazandırmaz. Çünkü kişi ne kadar isterse istesin her zaman en iyi konuşmasını yapamaz. Gereksiz sohbetlerle konu bir oradan bir buraya savrulup duracaktır. Kitap ise kaynak bir öğedir ve yazar onu yazarken hayatını ortaya koyar. Dolayısıyla yazar elli yaşında bir kitap yazdıysa ortalama elli yıllık birikimini oraya damıtarak aktarmıştır. Ve düşük bir ücrete, yani neredeyse bedavaya onu satın alabilirsiniz. İddia ediyorum dünyanın en ucuz şeyi kitaplardır. Ve onların içinde saklı bilgiler… Çünkü kitaplar yerine deneyimi yaşayarak kazanmaya kalkarsak hem çok para hem zaman kaybetmemiz gerekir. Zaman da para yerine geçer. Bu deneyimleri elde etmek isterken yediğimiz kazıklar da cabasıdır.

Aziz Nesin gibi bir yazarla hayatınız boyunca aynı yerde olamazsınız. Bir masaya oturamaz ve sohbet edemezsiniz. Sizinle deneyimlerini ve bilgilerini paylaşmazlar. Oysa kitabını okuduğunuz zaman sizinle sohbet edeceğinde anlatacaklarından çok daha fazla ve geçerli gerçek bilgiye, kaynağa ulaşabilirsiniz.”

Kafam karışmıştı. Yani bir yazar olduğunu mu ima etmeye çalışıyordu? Adını hiç duymadığımız; hani bu çok okunan değil de çok yazan yazarlardan. Yazdıklarını kendisi ancak beğenen sorunlu tiplerden. Belki de ancak dost çevresine ve ailesine zorla okuttuğu komik kitapları vardır. 

“Charles Bukowski ne demiş?” dedim. “Ne demiş söyle bakalım.” dedi.
“Yazar çizerlerle ilgili ufak bir sorun vardır: Eğer bir yazarın yazdıkları yayımlanır ve çok satarsa, yazar harika biri olduğunu zanneder. Şöyle böyle satarsa yine harika biri olduğunu düşünür. Yazdıkları yayımlanır ve çok az satarsa yazar yine harika biri olduğunu zanneder. Eğer yazdıkları hiç yayımlanmamışsa ve kendisinin de onları yayımlayacak parası yoksa gerçekten harika biri olduğunu zanneder. Bütün bunlara rağmen gerçek olan pek az şaheser olduğudur. Hatta onlar neredeyse yok denecek kadar az bulunurlar. Ama en kötü yazarların kendine en çok güveni olan, kendinden en az şüphe edenler olduğundan emin olabilirsiniz. Her neyse, yazarlardan uzak durmak gerekir…”

“Ne yani benden uzak mı durmak istiyorsun?” dedi.
“Hayır, ama…”
“Aması ne? Bir şey ya evet’tir ya hayır; aması olmaz!”
“Ben asla yazar olamayacağımı düşünüyorum.” dedim.
“Yapma evlat, Peace Pilgrim’i hiç duymadın mı? “Düşüncelerinizin ne kadar güçlü olduğunun farkına varsanız, bir daha aklınızdan hiç negatif düşünceler geçirmezdiniz.”
“Sen de kötü düşüncelerle kendini negatif güdülememelisin.”
“Bana biraz da iş hayatıyla ilgili tüyolara gereksinimim var.” dedim.
“Dinle o zaman: Erkek çalışanlar, testosteron seviyesi çok yüksek değilse zararsızdır. Fakat yüksek ise, kız çalışanları taciz etme eğiliminde bulunma olasılıkları artar. Kız çalışanlar östrojen hormonları aşırı yüksek değilse zararsızdır. Ancak fazlaysa erkekleri baştan çıkarmaya çalışabilirler.

Kurumda yalnız şu tipler heteroseksüellerden (karşıcinsellik) daha tehlikelidir: Biseksüel (her iki cinse ilgili) ya da efemine(kadınsı tavırlı erkek) karakterde olan erkekler. Yani kadınsı tavırlı erkekler… Bariz gay (eşcinsel) görüntüsü taşımasalar bile dikkat ederek ayıklanmalıdırlar. Kadınların hisleri çok kuvvetlidir. Empati (eşduyum) yapabilir, tabiri caizse karşı tarafın zihnindekileri okuyabilirler. Gay erkeklerin, kadınları heteroseksüel erkeklerden daha iyi tanıdığını biliyoruz. Biseksüeller bu durumu avantaja çevirerek onlara heteroseksüellerden daha fazla yanaşabilirler. Bir erkekle konuşmaya çekinen kadın, tüm gizli saklı sırlarını bu tehlikeli tiple paylaşmakta beis (zarar) görmez. Bu kişiler kadınların duygu durumlarına göre anlık şekil değiştirir ve bir bukalemun gibi hareket ederler. Bukalemun şekil değiştirir ama yine de kendisidir. Girdikleri kabın şeklini alırlar, omurgasızdırlar. Patronlarının yanında dünyanın en iyi çalışanı olurlar. Yüz yüzeyken gözlerine dahi bakmaya çekinir, ellerini ve ayaklarını koyacak yer dahi bulamazlar. Söyleneni harfiyen yerine getirirler. Patronlarının karşısındayken iş yerindeki kadınlarla olan bağlantıları akıllarına geldikçe utanarak kendilerini daha da ezerler. Kurnazdırlar. Belli bir hedefe ulaşabilmek için, iyi geçinmeyi amaçlayacak kadar politiktirler. Efemine ve edilgin (pasif) yapıda oldukları için erkeklerin onları aşağılamasından ilginç bir haz alırlar. Kadınların yanında ise bambaşka bir kişiliğe bürünerek tanınmaz olurlar. Bir yerden düğmeleri kapatılıp program sonlanmış, başka yerden farklı bir tuşla yeni bir program başlamış ve yeni sayfa açılmış demektir. Gıybet (dedikodu) etmeye bayılırlar; çeneleri çok düşüktür. Zaten gıybet sonsuz bir döngüdür. Yaptıkça daha da iştahlanır ve kendini durduramaz. Çok çıkarcıdırlar. Kadınların gözüne girebilmek için sizin sırlarınızı açmaktan çekinmezler. Ya çok sıkı markaj altına alınmalı ya da derhal kurumdan uzaklaştırılmalıdırlar. Son olarak unutmadan: Asıl yüzlerini gizlerler ve onları asla tam anlamıyla tanıyamazsınız.

“Dur be babalık; birden kendimi Kutadgu Bilig’de Hükümdar huzuruna çıkan Öğdülmüş gibi hissettim!” dedim.
“Durayım mı, devam edeyim mi?” dedi.
“Şaka yapıyordum canım. Tabii ki devam et, hem de sonsuza kadar. Çünkü hayatımda kimse benimle bu denli öğretici konuşmamıştı. Ve ben şimdi buna öyle aç, öyle susamışım ki.”
“Susamışım deyince aklıma ne geldi evlat: Aşk konusunda derin boşlukta olduğun bir an birisiyle karşılaşırsan, onu dünyanın en iyi aşkı zannedip, tüm duvarlarını yıkıp delicesine çarpılman muhtemel. Onun çekiciliği ve sende yarattığı şehvet duygusu, gerçekte doğru insan olmasından değil, zayıf ruh halin ve yoğun cinsel susamışlığın nedeniyle, karşına çıkan her talibini ruh ikizin sanacak denli düşkün karakterindendir.”

“İzin verirsen iş hayatıyla ilgili kaldığımız yerden devam edelim.” dedi.
“Tamam,” anlamında şaşkın şaşkın başımı salladım ve devam etti.
“Ayrıntı mühendisleri dışındaki insanlar bu entelektüel kişileri hafif kaçık olarak nitelendirir. Bu aslında pek de yanlış değil. Çünkü bütün bu kültürlü insanlar aşırı hassas ve tüm bu olup bitenleri sorgulayan hisli bir yapıya sahip oldukları için çabuk kafayı sıyırırlar. Hassas bir mühendislik iyi bir organizasyon becerisiyle uygulanırsa ardından gelen takıntılı takiple her zaman başarıyı getirir. Herkesin her an yaptığını yaparsan, senin de onlardan bir farkın kalmaz. Farklı olmak için sıradışı şeyler yapma, sıradışı şeyler yaptığın için farklı ol.”

Bir satranç oyununda gibiydik. Durmadan hamle yapıp, yeni stratejiler geliştirmek zorundaydık. Kim rakibinin hamlelerini iyi takip ederse o başarılı olacaktı. Sonraki iki üç hamlesini tahmin etmek yetmezdi; onlarca sonraki hamleleri takip etmek; o ana dek oynadığı ellere bakarak bundan sonra oynayacağı tüm elleri de hissedebilmek gerekirdi. Onunla baş edemeyeceğim gerçeği içimi ürpertiyordu. Bizim satrancımızda bir fark vardı. Tüm hamleleri o yapıyor, tüm cümleleri o kuruyordu. Bana ise yalnızca içimden konuşmak, tüm hamlelerimi yutmak kalıyordu. İs kokulu karanlık bir bodruma vuran tozlu ışık demetlerinin altında, kaçacak yeri kalmayan, yaralı fareyi henüz yakalamış bir kedinin neşeli çevikliğiyle benimle oynuyordu. Fakat bunu yaparken yorulmadığı gibi kasları zevkten bir gevşeyip bir kasılıyor; kah saldırıp, kah dinleniyordu.

Şu anki durumumuzu Oppenheimer’ın şu sözü çok iyi özetliyor babalık,” dedim: “Şişedeki iki akrebe benziyor olabiliriz, her biri diğerini öldürecek güçte olabilir, fakat bunu ancak kendi hayatı pahasına başarabilir.”
“Oyun bitince…”Cümlesini bitirmek üzereydi ki tam o sırada kapı çaldı.
Kapıyı açmak için ihtiyarın gözlerine baktım. Başını sallayarak onayladı. Ben yürürken arkamdan bağırıyordu: “Oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya girer evlat.”

Kapıyı açtığımda karşımda yirmi beş yaşlarında bir delikanlı vardı. Yaşlı adam içerden seslendi ve onu içeri almamı söyledi. Salona dönerek yere oturdum. Çocuk ikimizi de selamlayıp divana oturdu. Bense onu süzmeye başladım:
Kaslı bir çene yapısına sahip çocuğun erkeksi burun kemiği yüzüne çok yakışıyordu. Şakak kemikleri öyle çıkıntılıydı ki kirli sakalları onları saklamakta yetersiz kalıyordu. Saçları hem kısa hem de dik ve sıkıydı. Parlak olan siyah saçlar çoğunluktayken aralara serpilen kumral saçlar gölge yapıyordu.

Yaşlı adam “nasılsın Baran,” dedi.
“İyiyim baba, sen nasılsın?” Birden tenis maçı izler gibi bir yaşlı adama, bir Baran’a bakmaya başladım. İhtiyar:
“Baran belki benim oğlum değil, ama oğlumdan ötedir. Ölene kadar da öyle kalacak. Bildiğim her şeyi ona öğretmek istiyorum.”
O an bu çocuğu kıskandığımı hissettim. Belki, o bilgilere daha çok gereksiniyordum. Şöyle söyledim:

“Belki bende baba-oğul kavramı yeterince tatmin edilmemiştir. Çünkü benim de babam pek yanımda olmamıştı. Küçükken babamın esnaflıktan kalma borçları neticesinde bir gün evimize icra geldi. İcra memurları eve girmiş kafalarına göre zemin etüdü yapıyordu. Beğendikleri eşyaları arabalarına yükleyip götürdüler. İçlerinden televizyonumuz da gitmişti. Küçücük çocuklardık, çok üzüldük. Elinden oyuncağı alınmış minikler gibi. Ama nasıl bir üzüntü, nasıl bir üzüntü… Babam akşam eve geldi ve bizi bir araya topladı. Üç kardeş olarak hepimizin kitaplar okumasını salık verdi. En büyüğümüz olan ablam 150 adet kitap, ben 100 adet ve küçük kardeşim 50 adet kitap okuduğu an babam bize yeni televizyon alacaktı. O günden sonra sürekli okumaya koyulduk. Hem birçok kitabı okuyor, hem de içimizde okuyamayan kardeşe hep birlikte yardım ediyorduk. Hatta genelde birimiz kitabı okuyup bitiriyor ve özetini diğerlerine aktarıyordu. Böylece herkes onu okumuş gibi listesine yazıyordu. Bu küçük hile bile farkında olmadan özet ve kompozisyon yeteneklerimizi çok geliştirdi. Zaten araştırmalar da hile hud’a yapmaya meraklı çocukların büyüdüğünde daha başarılı olduklarını göstermiyor mu? Neyse okuduğumuz, hatırladığımız, özetini dinlediğimiz ne kadar kitap varsa listemize yazmaya başladık. Bir buçuk ay sonra güç bela listelerimizi bitirmiştik. O kadar mutluyduk ki babam eve gelecek, biz ona listelerimizi teslim edeceğiz ve yeni televizyonumuza kavuşacaktık. Dördüncü kattaki evimizin balkon demirlerinden ayaklarımızı sarkıtarak babamı beklemeye başladık. Güneş yeni yeni batmaya teşne ufukta, gözlerimiz babamın yürüyerek geldiği yolda, taş balkonda çiğdem çitlerken, henüz işten gelmesi için saatin erken olduğunu bilmemize karşın bu beklentimize engel olamıyorduk. Sanki balkonda oturup onun gelişini izlersek eve varmasını hızlandırabilirmişiz gibi geliyordu işte… O akşam yine güneş battı, hava karardı, lacivert karanlık gökkubbeyi kül rengi bozgriye boyadı… Derken gece oldu ve simsiyah gökyüzünde parlak yıldızlar ve ay, paslı balkon demirlerine yansıyordu… Ellerimizde bozuk el yazımızla yazdığımız kirli kağıtlar, üstlerinde her birimizin adı ve okuduğumuz kitap listeleri… Derken küçük kardeş uyuyakaldı, ablam ve ben hala beklemedeydik. Serin balkonda, sabahı bekleyen, gözleri mahmur gece bekçisi yorgunluğunda üç şapşal çocuk… Tan yeri ağarırken, buz gibi havada, sıcak lokma lezzetindeki uykunun en tatlı yerinde uyandık. Kuşluk vaktine ramak kala demir parmaklıkların gölgesinde titriyorduk. Balkondan eve giren kapıyı açarak odaya ayak bastığımda kuru bir sıcak hava yüzümü yaladı. Evin tüm odalarını gezmeye başladım. Sonra kapıdaki ayakkabılara koştum. Babam yoktu; o gece eve gelmemişti… Babam sonraki gece de eve gelmedi… Ve bir sonraki gece de… Babam o günden sonra bir daha hiç eve gelmedi…

Hayatımın çoğunda sorunlarla kendim baş etmek zorunda kaldım. Bu, bir yandan yeteneklerimi geliştirirken, bir yandan da duygularımı dondurarak yüreğimi soğutmuştu. Bu da kendine çok güvenen ve fazlasıyla egoist bir yapıya bürünmeme neden oldu.”

İhtiyar hemen söze girdi:
“Unutmayın, bütün psikolojik bozukluklarda narsisizm (özseverlik) yer alır.”

Dayanamadım:
“Bazen eleştirdiğimiz insanlara dönüşebiliyoruz. Bendeki psikolojik sorunları konuşacaksak öncelikle herkes eteklerindeki taşları buraya dökmeli.”
İhtiyar “Ben hemen itirafa başlayayım,” dedi:
“Haklısın, herkes oğluyla övünmeyi sever: ‘Kerata, pek yakışıklı. Çok canlar yakıyor. Neredeyse mahallenin horozu oldu çıktı, semtimizde s*kmedik kız bırakmadı.’ diye; ama kız babalarından hiç böyle bir şey duydunuz mu?‘Bizim kız çok hızlı. Hiç ayırmadan önüne gelene veriyor. Kayganlaştırıcısız, vazelinsiz ne görse saldırıp kız arkadaşlarının elinden kapıyor. Yerde bulsa üstüne atlıyor. Kim ‘s*kim hıyar’ dese bir avuç tuz kapıp koşmasın mı?”
Bunları söyleyip sarı dişleriyle titreyerek gülümsedi.

Bense bazen bana hiç ait olmayan bir başkasının hayatını yaşıyor gibiyim…” dedim ve devam ettim: “Yani, hani herkesin bildiği bir hikaye vardır. Bir kasabada yaşayan çok zengin ve yaşlı bir adam varmış. O kadar zenginmiş ki şımarık üç oğlu nasıl olsa o paralar ömür boyu yeter diye asla çalışmaz, bu nedenle bir baltaya da sap olamazlarmış. Adam günün birinde hasta döşeğinde yatarken oğullarına vasiyet olarak şu son sözleri söylemiş. ‘Oğullarım tüm hazinem şu evimizin de içinde olduğu bu arsada saklıdır.’ Çocuklar beyhude tam yerini söylemesini istemişler ama adam son nefesini vermiş. Baba öldükten sonra kardeşlerden hiçbirisi arsayı kazmaya yanaşmamış. Çünkü o işi bile becerecek yetenekten yoksunlarmış. Önce, elde avuçta ne varsa satmış ve bir güzel yemişler. Sonra onlar da bitince açlığa dayanamamış ve başlamışlar hep bir koldan tarlanın altını üstüne getirmeye. Nereyi kazarlarsa kazsınlar hazineyi bulamamışlar. Daha derin, daha geniş alan kazalım derken tüm tarladaki toprağı yerle bir etmişler. Fakat ortada hazine falan yokmuş. Sonunda isyan bayrağı çekerek pes etmiş ve kazmayı bırakmışlar. Neyden sonra görmüşler ki kazdıkları toprağın altından ufak tefek bitkiler fışkırıyor. Bir süre onlarla karınlarını doyurmuşlar. Daha sonra onların tohumlarından yeni bitkiler ekmeye başlamışlar. Zaten artık onlara kazmak ve çalışmak da eskisi kadar zor gelmemeye başlamış. Çünkü buna öyle alışmışlar ki kazmadan ve çalışmadan duramaz olmuşlar. Bu kadar…”

“İşte örnek bir baba, işte babalarının ne miras bıraktığı ortaya çıktı. Bana balık verme, yalnızca nasıl tutacağımı öğret; der gibi o da onlara ömür boyu aç kalmayacakları bir yol göstermiş. Oysa onlara hazineyi verseydi kısa sürede bitireceklerdi.

İhtiyar sözü aldı: “Eee, ne demişler; taç başı uslandırır. Taçlanan baş, uslanır. İster istemez şartlar neyi gerektiriyorsa o kılığa bürünmüşler. Yalnız yine de sadece başarı hikayelerine odaklanmamalıyız. Başarısızlık hikayeleri de en az onlar kadar değerlidir. Ama onlar ne yazık ki kaydedilmez, kaynak olarak yazılmaz ve bize kadar ulaşmaz.”

Baran sözü aldı: “Şu dünyada pek çok yetenek, birazcık cesaret eksikliğinden dolayı kaybolup gidiyor. Her geçen gün, utangaçlıklarından dolayı ilk çabayı gösteremeyen pek çok silik insanı mezara gönderir; oysa bir kez ilk adımı atmaya yüreklendirilebilselerdi, muhtemelen çok ötelere ulaşmış olacaklardı.” – Sydney Smith

İhtiyar devam etti: “İnsanlar müşterisi oldukları restoranlarda yalnızca kazanılan parayı hesaplar ve buna odaklanırlar. Kimse iş yerinin giderlerini ve eksilen kayıpları ya da işin tüm güçlüklerini asla düşünmez.”

“Baran dolaptan üç bira kap getir.” dedi.
Birazdan soğuk biraları içmeye başladık. Baran söze girdi:
“Biraz da seksten bahsetsek ya… Kafam karıştı bu derin felsefelerle…”
İhtiyar, “E hadi seni dinliyoruz!” dedi. Bu cümle anlatılması mümkün olmayan bir ses rengiyle söylenmişti. Boğuk, testosteron yüklü ve cızırtılı…

Ve Baran anlatmaya başladı: “Parayla seks yaptığınız bir kadın, parasız ve normal yollardan tavlayarak seks yaptığınız bir kadınla fizik olarak neredeyse aynıdır. Peki o zaman neden parayla seks yaptığımız zaman aynı hazzı alamayız. Bunun bir çok nedeni var elbet… Ama kısaca özetlemek gerekirse:
1.Para vererek seks yaptığınız kadının isteksiz olması ve bunu, yalnızca para için yaptığını size hissettirmesi güveninizi sarsar. Üstelik bir cinsi en çok tahrik eden şey, karşı cinsin onu arzulamasıdır.

2.Yatılacak partnerin kendisine ve tenine alışacak kadar süre geçirmediğinizden karşı cins olarak ondan tahrik olma oranınız da düşük kalacaktır.

3.Orgazm ve ereksiyon beyinde biter. Beyniniz o an, o kişiden yanlış elektrik alırsa bu işi layığıyla başaramaz. Örnek: Rüyanızda birisiyle seks yaparsınız ve inanılmaz derecede tahrik olursunuz. Kimi durumlarda ise içine girdiğiniz birisinde bile ereksiyonunuz düşebilir. Bu, yalnızca beyindeki sinyallerle ilgilidir. Para için birlikte olacağınız yeni partnere henüz alışmadıysanız beyniniz iyi sinyaller vermez ve ondan etkilenmez. Oysa zaman geçirseydiniz, yanınızda değilken onu özleyip onunla seks yapma hayalleri kursaydınız seksiniz çok daha verimli geçerdi.

4.En önemli nedeni sona sakladım! Parayla seks yaptığınız zaman, bu, sizden çok cebinizdeki paranızın başarısıdır. Yani ne kadar paranız varsa o kadar başarılısınız demektir. Kendi becerinizle tavladığınız bir kadını yatağa attığınızda ise bu sizin şahsi başarınızdır. O zaman gerçek doyuma ulaşırsınız ve kendinize güveniniz artar.

İki cins de soyunu devam ettirmek için müthiş bir çaba içerisindedir. Kendi becerinizle yatağa attığınız kadınla birlikte bunu hem partnerinize, hem kendinize bir kez daha kanıtlarsınız!..”

“Vay be bir alkışı hak ediyor,” dedim. İhtiyar bir dikişte bira şişesini yarıladı ve anlatmaya başladı:
“Dinleyin çaylaklar! Murphy’nin Seks Kanunları Madde 3 der ki:
‘Kaç kez seks yaptığınızın bir önemi yok, teklif edildiyse kabul edin. Çünkü tam olarak aynısı olmayacak.’

Her seks aynısı gibi görünür ama aynısı değildir; az miktar da olsa mutlaka değişiklikler olacaktır. İşte biz, o değişikliklere aşık oluruz. Yeni tanıştığınız partneriniz diğerlerine çok benziyor olabilir; telaş yapmayın! Bir kadını elde etmek ne kadar zorsa, elde ettiğinizde duyacağınız memnuniyet ya da pişmanlık o denli yüksek olacaktır. Onun güzellik ölçütü aslında size ait olma olasılığındaki fark kadardır. Dünyadaki en güzel kalçalar, size ait olarak girmenizi bekleyen ve önünüzde domalmış olan kıçın sahibinindir.

Bir kadının sizinle yatma ihtimalindeki değişim: ona verdiğiniz ilgi ve harcadığınız yatırım ile, onun size gösterdiği sadakat arasındaki farktır. Ama siz yine de seks için istekli olun, ama bunu ona asla söylemeyin.”

Dayanamayarak araya girdim:
O pesimist Muphy Kanunları’nı bir kenara bırakacak olursak ben de size fazlasıyla optimist olan Yhprum Kanunları’nı öneriyorum.”
Baran araya girdi ve: “O ne yahu, çakma Çin malı Murphy Kanunları mı yoksa?”

Bak anlatayım dedim:
Yhprum Kanunları, Murphy Kanunları’nın tersidir. Hatta sözcük olarak bile birbirinin tersidir… Yhprum = Murphy
1.Bir şeyin olma ihtimali varsa mutlaka olur.
2.Çalışabilen her şey, çalışır.
3.Çalışamayan sistemler, yine de bazen çalışır.

Hatta yıllardır herkesin dilinde olan ‘bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterir.’ felsefesi de buradan türemiştir.Tam bu sırada altımızdaki tahtalar şiddetle sarsılmaya başladı. Birden üçümüz de birbirimizin gözlerinin içine bakmaya başladık. Yere baktığımda küçük toz zerreciklerinin ahşap zeminde zıplamasına tanık oluyordum.

Baba’ya baktığımızda omuz silkerek sakin bir ifadeyle birasını yudumluyordu. “Tren geçiyor merak etmeyin çaylaklar.” diye çıkıştı.

“İzninizle ben de başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum.” diyerek söze girdim:
Bundan birkaç sene önce kadim dostum Faruk’la birlikte İzmir’de dolaşıyorduk. Bir alışveriş merkezinin önünde araçlarımız park halindeyken gün, Cuma gecesini saat ise 23:32’yi gösteriyordu.

“Gel bu gece seni bir yere götüreyim.” dedi. Gözlerine baktım, iki kara göz boncuğunda küçük patlamalar yaşanıyordu. “Tamam, gidelim.” dedim. “Tamam, benim araba kalsın o zaman seninkini alalım,” dedi, Faruk. Tabii, çünkü bu gece bizi o götürüyordu…

Siyah, iri arabamıza bindik ve motordan gelen homurtularla geceyi yararak ilerlemeye başladık. Faruk bizi şehrin o denli uzağına çıkardı ki, geri dönmek için yola çıksak bir saatten önce şehre geri varamazdık. Sanırım geldiğimiz gece kulübü 17. sınıf falandı. Lüks arabayla kapıya yanaştık.

Bir kere daha kanıtlandı ki: Araba = Prestij demekti… Çok şık bir partiye de lüks arabanızla gidebilirsiniz. Araçtan inerken daha kapıda birçok sorunu halletmişsiniz demektir:
Çok iyi giyinmeniz gerekmez.
Partiye geç kalabilirsiniz.
Hatta indiğinizde biraz kaba bile olabilirsiniz. Araba birçok şeyin cevabını sizin yerinize vermiştir…

Araba çoktan görevini yapmıştır. Bankalarda trilyonlarınız olmasa da olur… Semtin en pahalı yerinde dairelerinizin olması da gerekmez. Taksitle satın aldığınız bir lüks araç, sizi tüm bunlardan daha zengin gösterecektir. Siz isteseniz de istemeseniz de.. Aslında ben bir araca, gerçekten sürüş keyfi için sahip olmak istiyorum. Sürerken ‘birileri bana imrenerek baksın’ diye değil. Onlar bana bakmasalar da, ben böyle arabalar süreceğim. Küçüklüğümden beri lüks otomobillere düşkünlüğüm var. Şanslıyım ki zamanla onları alabilecek yeterli param oldu. Bentley, Lamborghini, Porsche gibi lüks otomobil sahiplerinin belki büyük kısmı, yalnızca paraları olduğu için öyle araçlara biniyorlar. Yani, yüksek paralarının karşılığı bu lüks araçlar ettiği için… Ben ise, ancak beni lüks araçlar mutlu ettiği için onları tercih ediyorum.

Araçtan indikten sonra vale dayı bizi karşıladı ve içeriye buyur etti. Pavyon, bakımsız yabani otlarla sarılmış, solgun çiçeklerle dolu bir bahçenin ortasına konumlandırılmış iki katlı, iki parça taş yapıdan oluşuyordu. İki buçuk metre yüksekliğindeki ahşap kapıyı açınca, içeriden suratımıza saatlerce birikmiş ufunet tüm hızıyla çarptı.

Neler yoktu ki: Tükürükle karışık anason kokuları, tuvalet koku gidericisiyle karışık bira kokuları, düşük kaliteli yağlı, şekerli parfümler, terle karışık testosteron ve östrojenin ezeli ve ebedi aşkı… “Kısaca; tüm güzel şeyler vahşi ve özgürdür.” – Henry David Thoreau

Gürültülü müziğe dayanıklı olan zemin taşları ağır sigara dumanını içine çektikçe daha da dertleniyordu. Bu duvarlar insanlarla yaşıyor, insanlarla ölüyordu.Sahneye yakın önden bir locada yer gösterdiler. Kıçımızı kolpa deri koltuğa koyduk ki dakika bir gol bir… Masamıza gelen çingene, sormadan oturmak istedi. Oysa canım onun düşük kaliteli, meyveli şeker bombası parfümünü koklamak istemiyordu. Uzun boylu, balık eti dedikleri bir fiziğe sahip ve kısa mini etekli. Dişlerine dikkatle baktım; birbirine geçmiş, çapraşık. O kadar sık ki, en önde tamamen birbiri üstüne binmiş ve eğilmiş parlak beyaz mineli dişler. Ve ön dişlerinde sıyrılmış kırmızı ruj izleri vardı. İstemsizce şu konuyu hatırıma getirmeden edemiyorum:

Ünlü İtalyan gezgin Marco Polo (D: 1254), bir taş köprü hakkında Moğol İmparatorluğu Kağanı Kubilay Han (D: 1215) ile konuşuyorlarken Kubilay Han sorar: “Bu köprüde en büyük ağırlığı taşıyan taş hangisidir?” Marco Polo cevap verir: “Köprüyü tutan herhangi bir taş değil, taşların toplamının oluşturduğu güç ve kavistir.” Kubilay Han daha sonra biraz sinirli şu soruyu sorar: “Bana taşlardan söz etme. İlgilendiğim bir şey varsa o da köprüdür.” Marco Polo’dan yanıt gecikmez: “Taşlar yoksa köprü de yok!” Kadın yoksa gece hayatı da yok! İşte gece hayatını yaratan da, erkeklerin cebimdeki parayla müessese arasında köprü kuran da bu kadınlar, bu taşlar oluyor. Her gece bu kadınların kalbi bir gerçek bir taş oluyor. Kadın yoksa, para da yok!..

Bu mekanlarda da her taşın belli ağırlığı, bir değeri, ve taşların toplamının yarattığı üstün bir ekip gücü vardır. Aslında müşterilerinin karşısına bir birey olarak değil, birbirlerini tamamlayan bu değerli taşlar ve onların toplamının yarattığı güç ve kavisle çıkmaları gerekir. Ancak böyle bir takım başarılı olabilir.

Bir kız daha elimizi sıkmaya masamıza geliyor. Bana o kadar kirli geliyorlar ki, yani kirli ve pis… Kafam o kadar güzel ki, kız bize doğru yaklaşırken iç organlarını görür gibi oluyorum. Kafamın içinde sanrılar sürekli dönüyor ve düşünceler hızla yer değiştiriyor. Yani ne ne olursa olsun, bu kızlar nasıl bu kadar rahat olabiliyorlar, aklım almıyor.Hayatları boyunca, anasının üreme organından başka bir şey görmeyen adamlar, tek tek mekana dahil oluyor. Burada görüp, sevip, koklayıp, konuşup, hayal kurup ve hatta okşayıp okşayıp elde edemedikleri kadınların, ne kadar değerli olduğunu tahmin edebiliyorum. İnsanların cebindeki parayı hortumlamanın en güzel yolunun seksten geçtiğinin keşfedildiği andan itibaren bu iş böyledir. Seninle yatmayacak bile olsa, seksi görünmek için çabalayan kadın para harcar. Güzel kadınlarla seks yapmak için erkekler para harcar. “Cinsel birleşmedeki esrime (sarhoşluk) hali. İşte bu! Her şeyin gerçek özü ve nüvesi bu, varoluşun amacı ve hedefi.” – Arthur Schopenhauer

Ön masalarda oturan 35 yaşlarında bir çocuk, altında şort, ayağındaki ince deniz terliğini çıkarmış, bacak bacak üstüne atıp havadaki ayağını sallıyor. Ara sıra eline aldığı ayağının tüm parmak aralarında ellerini gezdiriyor. Hep burada, böyle adamlar mı olmak zorunda. Yani bir kere de beni şaşırtsalar olmaz mıydı.

Peçeteliği elime aldığımda her yerinin yapış yapış olduğunu fark ediyorum. Yıllarca burada kalmaktan ne hale gelmiş… Öylesine kirli ve yapış yapış ki… Belki de bu kötü mekanın tuvaleti bile, bu peçetelikten daha az bakteri ve mikrop barındırır. Çünkü orası bile günde en az bir defa temizleniyorken, oysa bu peçetelik, yıllardır temizlenmemiş gibi duruyor. Peçeteliğin kaderini tıpkı şiirdeki materyale benzetiyorum. İşte orası şairin de söylediği şekilde son buluyor:
“Bir taş alıp denize atıyorsun, budalalık,
deniz taşı yutuyor, fiziğin yasası bu,
sen gidip çıkarmadıkça orada kalacak; ama
denesen de bulamazsın yerini, çıkaramazsın.
“Öyleyse niçin şiir yazıyorsun, niçin yazıyorsun;
çıkaramadıktan sonra o tutsak taşı oradan,
kullanamadıkça sonra bir yapının harcında?” – Özdemir İnce

Bir yandan halay havası çalınıyor. Çaldıkça coşuyor, hızlandıkça hızlanıyorlar. Bu kez ben daha da hızlı yazıyorum. Unutmamak için zihnimde sürekli hızlı hızlı notlar alıyorum. Ne zamandır bu denli akıcı yazmadığımı fark ediyorum…

Masaya patates kızartması geliyor. Annemin yaptıklarına benziyor, en azından burada güzel bir şey. Ağzıma ilk taneyi atınca, aç olduğumu fark ediyorum.

Ferdi Tayfur’dan ‘İçim yanar’ çalıyor. Dj, kötü sesiyle back vokal yaparak tamamen uydurma şiirler okuyor. “İçimmm yanağğğrr, beni terk ettin gittin, ah be kitapsızın kızı, ne istedin benden,  ben sana neden yetemedim ha, ak düştü saçlarıma, mor gözlerim balon oldu, alkolik oldum, sensizim yaban illerde vs. yazıyor da yazıyor. Arada sırada böğürüyor, ama en çok alkışı da o anırmalarında topluyor… Eminim kimsenin terk ettiği falan da yok. Kendi kendine tantanacılık yapıyor. Polis jargonunda geçer ya; benzer şekilde kendi kendine keriz silkeliyor. Şarkı sona ererken çalgıcı, çalan şarkıya arkadan vokal yaparken “Hani kim burada aşka aşık, hani!” dedi. “Burada olmadığı kesin!” dedim içimden. Tam o sırada pistteki çatal sesli kokuşmuş yosma: “Ben, ben, ben.” diye üç defa böğürüyor. Bunu dediği de yetmedi sonra daha da şımarıp “Lavaşın olayım dür beniiii!” diye bağırmasın mı heyula…

Orkestradan bir iki şarkı istemeye karar veriyorum. Racondur para gönderelim diyorum. Faruk gülerek “Sen de iyi ki bu ortamları bilmiyorsun.” diyor. Ben de “Yahu ben kendimin değil de bir arkadaşın anlattığı bilgiler ile olaya hakimim.” dedikten sonra O “İntizar – Uykum Firari”yi istiyor, bense “Ahmet Kaya – Eylüle İsyan Gibi.” Yahu 7 yıldır bu aleme takılıyorum, bu şarkıyı hiç duymadım.” “Birazdan çalınca duyarsın.” diyorum. Gülüşüyoruz…

Sonra “Eylüle İsyan Gibi” çalınca iyice coşup iki de maytap yaktırıyoruz. Bizim masa ışıklar içinde alev alev yanıyor. Sanırsın ki Pekin Kerhanesi… Bol renkli ışıklı, parıl parıl suların bir yükseltiden insanların üstüne aktığı bir su fıskiyesi gibi… O ışıklar, renkler ve meneviş; aklımdan çıkmıyor…

Saat 0150’ye gelmişken bir türlü gitmek istemiyorum. Bağımlılık mı yaptı nedir. Tüm kızların gözü bizim masada. Racon yapacağız ayağına kimseyi masaya davet etmedik. Gülünün Solduğu Akşam Kitabı’nda İrfan Uçar’ın çok şiddetli işkencelere maruz kalırken asla konuşmadığı ve arkadaşlarını ele vermediği sahne canlanıyor. Polisler, İrfan Uçar’ı öldüresiye döverken bağırmamasına şaşırmaları, sinirlenerek çıldırmaları ve bu durumdan işkillenmeleri gibi, kadınlar da biz masamıza kimseyi istemedikçe huylanıyorlar…Gecenin ilerleyen saatlerinde Rus bir dansçı sahne alıyor. Pembe iki perdeye tutunarak havaya yükselip, saçma sapan hareketler yapıyor. Onunla üç saniye göz göze geliyoruz. Gerçekten neden yalnızca bana bakıyor? Ben soğuk yapıp Faruk’a bakıyorum. Sonra kulağına eğilip: “Umarım bu insanlar beni ibne zannetmez. Soğuk yapacağız ayağına top damgası yemezsek iyi!

Rus dansçı has-yün dede donuna benzeyen bir kıyafet giyiyor. Hani böyle kapalı olup da her yerini belli eden cinsten bir giysi. Diyorum ki bu gece alemindeki patronlar, çırılçıplak kızlar çalıştırmaktansa az kapalı elbiselerle onları sahneye çıkarsalar. Bir eşofman bile olabilir. Kapalılık daha seksi gelecektir. Çünkü zıt şeyler daha ilgi çekici olur. Yaşlı kadın ve genç erkek ya da tam tersi genç kız ve yaşlı adam… Baş örtülü kadınların bazı erkeklere çekici gelmesi, elde etmenin zor olduğunu düşünmelerinden değil midir? Ee, o zaman zaten çıplak olan kadında bu insanlara ne çekici gelecek ve neyi görecek? Zaten görmediği ne var ki!?. Yani ilgi çekici olan, işin ulaşılmazlığı ve gizliliği. Sonra birden masamıza doğru…Değerli okuyucularım, Kemal Sunal’ın Atla Gel Şaban Filmi’nde minibüsün içinde olmadan veya ona en yakın ortamı yakalamadan, yani ‘şiki şiki baba‘ şarkısını dinlemeden, at yarışlarını kazanamaması gibi, ben de bu satırları yazarken konsantre olabilmek için sürekli pavyon geceleri şarkıları ve ‘erik dalı’ dinlemek zorunda kaldım. ^^

Sonra birden masamıza doğru birisi yaklaşıyor. Kız önce Faruk’un yanına oturuyor. Uzaktan bir kız arkadaşının kaş göz işaretinden sonra Faruk’un kulağına, benim bile duyacağım bir şekilde “Özür dilerim enişte,” diyerek kalkıyor. Racon böyle… Eğer pavyon kızlarından biri, müşterilerden bir erkekle aşk yaşarsa, diğer kızlar onun masasına oturmaz ve içkisini içmez. Ama fark etmez, Faruk öyle ya da böyle söğüşleniyor. Çünkü bu sefer de sevgili diye güvendiği kız, masasına oturup sürekli içki söylettiriyor. Kız kurnaz, tam gaz yolunda; çocuğun kafasını koparacak bir tip olduğu hakkındaki düşüncem gece boyunca hiç değişmiyor…
Dj öylesine saçma şarkılar çalıyor ki; ‘Düştüm dara beladayım’ çaldıktan ‘erik dalı gevrektir’e geçiş yaparak milletin hem kafasını karıştırıp, hem coşturuyor. Zamanında bakkaldan cips çalan hevaller bile, ‘düştüm dara beladayım’ şarkısından sonra, esrarlı gözlerle, yoğun dumanını üflediği sigarasıyla uzaklara bakakalıyor. Dj’e komik bir isim takıyorum. Dj Yeminli Mali Müşavir… Faruk’la gülüşüyoruz. Aslında çocuk kendince güzel şarkılar çalmaya çalışıyor, fakat bir filmden izleyen herkesin farklı mesajlar alması gibi, burada da şarkıları dinleyen herkesi birbirinden farklı duygular kaplıyor. Tüm müşteriler, aklından bambaşka imgeler geçiriyor. 

Yarım saat önce peçeteye şarkı yazdık. Dj Yeminli Mali Müşavir şarkıyı çalana kadar ben yazdığım şarkıyı unuttum. Sonra benim şarkı çaldığında ise ‘sağ olsun, benim şarkıyı kim çaldırdı, demek benden başka da bu şarkının sevenleri varmış’ diye haybeye sevindim.

Sonra Faruk’un kız arkadaşı birden masadan hızla kalktı ve ağlayarak tuvalete koştu. Faruk’a döndüm:
“Ne oldu len,” dedim.”N’aptın yavukluna.”
“Yamuklum alınganlık gösterdi, aslında bir şey yok,” demez mi…
Gülerek “Oğlum yamuklum değil, yavuklum, yavuklum 🙂 sevgili demek…
Faruk, “Sadece üçüncü içkiyi içmesine kızdım. Zaten bir sürü hesap gelecek, iki tane içmiş, üçüncüsüne ne gerek var.” dedi.

“Bak,” dedim. “Birincisi korkmana gerek yok, hesabı ben ödeyeceğim. İkincisi de, kadınlar için ağlamak silah, gözyaşları mermi gibidir. Onu kullanarak seni üzmek ister. Buna daima kayıtsız kalamazsın. Bu durumda, onu sevdiğinden şüphe edecektir. Çünkü onun küçüklüğünden itibaren, anne ve babasından istediklerini ağlayıp mızlayarak elde ettiğini gözardı edemezsin. Fakat yanında ağladığında deşarj olması için bir süre bekleyip, daha sonra ona sarılıp teselli etmeliydin. Ve o ağlıyorken asla söz verme ve onunla pazarlık yapmaya kalkma. Kaybeden taraf sen olursun. Kimi ağlamalarında umursamaz tavır takın, kimindeyse ona kucak aç. Bunları o kadar karışık yapacaksın ki, doğru zamanı kestiremeyeceği için ağlamayı sana karşı bir silah olarak kullanamayacak. Yanlış zamanda dile getirilen gerçek, yalan kadar olumsuz sonuç yaratır. Kadın gülerek yaptırmayı başaramadığını, ağlayarak yaptırır.”

“Ben onu teselli etmesini bilirim,” diyerek tuvaletlere doğru koştu.Beş dakika sonra birlikte masaya doğru geliyorlardı. Araları biraz düzelmişti. Hemen telefona sarıldım ve onu ikna etmesi için Faruk’a şu mesajı gönderdim:
“Sen olmadan önce hayatımda bir şey eksikti. Ancak sen hayatıma girdikten sonra, öncesinde her şeyin eksik olduğunu anladım.

Mesajı masa altından çaktırmadan okudu ve ikimizin de duyabileceği şekilde bağıra bağıra şunları söyledi:
“Yahu Türk kızları da amma nazlı ha, Ay’a gitse, ilk adımı ondan beklerler.”

Gerçekten Faruk bazı geceler çok komik olabiliyordu. Ama bu gece, onlardan biri değildi…”

Kız yine de “Seni çok seviyorum kurban olduğum!” diye çığırıp Faruk’un boynuna sarıldı.

Benimse zaten kafam bir trilyon, bir de kötü esprilerle zamanımı öldürmek istemiyordum. Sonra birden sahneye iki çocuk çıktı ve espriler de kalite kazanmaya başladı. Çocuklar aşıklar gibi atışarak insanları eğlendirmeye çalışıyorlardı. Kendilerini tanıttılar. Büyük olan Kamil, küçük olanının adıysa Hüseyin’di.

Çocuklardan birisi 34 yaşlarında, orta boylu, toplu, kelkabak kafalı, top sakallı, beyaz gömlek ve gri pantolonluydu. Üst tarafı klasik başlayan ve tabanı hasır şeklinde biten ilginç bir ayakkabı giyiyordu. Diğeri ise; hani bazı arabalar vardır, tasarım ve mühendislikleri o denli güzeldir ki, onlara baktığınızda sanki durdukları yerde hızla gidiyormuş hissi verirler. İşte bu çocuk da suratı normal dursa bile sanki gülüyormuş hissi veriyordu. Her daim dişlerini görmek mümkündü. Diğer arkadaşına göre daha zayıf, kirli sakallı, yanık tenli, kırmızı polo yaka tişörtlü, lacivert pantolonlu ve beyaz ayakkabılıydı. Diğer arkadaşının giysileri onda emanet dururken, bu çocuk moda dergilerinden fırlamışa benziyordu.

Herkes nefeslerini tutmuş onları izliyordu. O an yaptıkları işin ne kadar zor olduğunu düşündüm. Bir anne ve babalarının olduğunu, burada bu kadar ulaşılmaz görünseler de evde ellerinde televizyon kumandasıyla, eşofmanlarının içinde tombala çeker gibi çüklerini karıştırıp film izlediklerini hayal ettim. Sonra, en son ne yediklerini, onların da bizim gibi tuvalete giden insanlar olduğunu falan düşündüm… 

Kamil arkadaşı Hüseyin’e sahnede sordu:
“Sevişirken karınızla konuşur musunuz?”
“Ararsa neden konuşmiyim!” dedi Hüseyin… (Ufak gülüşmeler…)
Kamil:
“Boşuna dememişler, derdin varsa karınla paylaş, sonra hem derdinle hem karınla uğraş, diye.”
Hüseyin:
“Karının önüne dünyayı sermişler, ‘şu tarafa sersek daha iyi olmaz mı?’ demiş.”
Kamil:
“Yahu tamam da, onlarla da olmuyoooooo, onlarsız da olmuyooooo.”
Hüseyin:
“Evet ama bunun tam tersi biz erkekler için de geçerli. Kadınlar da biz olmadan yapamazlar öyle değil mi?”
Kamil:
“Kadınların özelliği ne biliyor musun? Seni, sen yapan özelliklere aşık olup, sonra senden o özellikleri almaya kalkıyorlar.”
Hüseyin:
“Babayı alırlar. 😀 Hem o özellikleri alsalar, ben başkası olmaz mıyım, o zaman beni severler mi ki…”
Kamil:
“Bence daha çok dominant kadınlar bunu denerler.”
Hüseyin:
“Bir erkek, eğer karşı taraf edilgense hemen dominant kılığına bürünmelidir. Ayrıca sevdiklerimize yeterince göstermezsek terk ederler bizi. Sevgimizi yeterince gösteremezsek, bırakıp giderler bizi…”
Kamil:
“Ya boş versene, gökyüzünde düğün var deseler, karılar merdiven kurmaya kalkar. Onların en büyük zaafı, alışveriş, çanta, kuaför, düğün, sünnet, cımbız, kürek, ağda, tarak…

İzleyicilerin kimi şaşırarak, kimi gülerek, kimi de alkışlayarak dinliyordu. Hiç dinlemeyen, kafası burada olmayan, olsa da yerinde olmayan kişiler de çoğunluktaydı. Malum gece ilerliyordu ve uyuşan beyinler için, şu saat itibariyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…

Gece biterken kirli ped kokusu alıyorum. Başımı sağa çevirdiğimde Faruk’un sağ eli yosmanın kısa eteğinin altına girmiş, bacak arasını şehvetle karıştırıyordu. Demek saha çamurluydu..! Aslında onlar böyle günlerde izin kullanırlar ve peze*enkleri onları çalıştırmazlar. Nasıl oldu hayret!..Ayağa kalktım ve artık gitmemiz gerektiğini söyledim. Faruk garsona el etti ve hayali bir kalemi havada imzaladı. Hesabı istediği eli de aynı, az önce vidanjörlük yapan eliydi… Hesabı Faruk istedi, ben ödedim. En son mekandan çıkarken, sanki söyleyeceğim bir şeyler kaldı da, onları unutmuş gibiydim. Neden hep bir şeyler eksik kalıyor? Neden hiç tamamlanmıyor?..

Bunları anlatıp Baran ve ihtiyara döndüm. “Vay be,” dedi ihtiyar. “Soluksuz dinledim, teşekkür ederim.” Baran iki elini birbirine vurarak hafifçe alkışlıyordu. “Ben yazmadım, sonuçta yaşadığımı söyledim,” dedim. İhtiyar, “olsun, yaşaman önemli ya zaten,” dedi. “Kimi yazmak için yaşar, kimisi de yaşamak için yazar!”

Tam o sırada kapı çaldı. Baran koşarak kapıyı açtı ve misafiri içeri buyur etti:
Bu, genç bir çocuktu. Saçları arkadan at kuyruğu şeklinde toplanmıştı. Yüzüne ufaklıktan kalma birkaç çil, belli belirsiz yerleşmişti. Domuza benzeyen kalkık minik burnu, bir erkekten çok kadınsılık taşıyordu. Çocuğun iki oyulmuş çukura yerleşmiş gözleri, belki en güzel yanıydı. Sanki birisi gözlerine iki tane kahverengi bilye yerleştirmişti de parıl parıl parlıyordu. Gözleri… Birkaç kesilmemiş sakal tüyü, onu olduğundan daha sağlıksız gösteriyordu. Belki köse de denilebilirdi. Konuşmaya başladığında kül grisi dişleri ona sevimsiz bir hava katıyordu. Sırtında siyah, derisi parçalanmış ve solmuş bir gitar kutusu asılıydı. Onu indirdi ve gözlerini yerden kaldırdı.

İhtiyar bizi tanıştırdı. “Sedat ile tanışın çocuklar,” dedi. Hepimiz selamlaştık. Klasik; ‘memnun oldum’ edasıyla kafa salladık. İhtiyara, ben hariç herkes gibi o da ‘baba’ diye hitap ediyordu. “Baba, bir şeyler çalmak istiyorum ama, güneş gözlüklerimi takabilir miyim? Çünkü ancak o şekilde utancımı baskılayabilirim.” dedi, Sedat.

İhtiyar, başını salladı. Sonra deri montunun iç cebinden çıkardığı yuvarlak aynalı gözlükleri taktı. O anda başka birine dönüştü sanki…

Hepinizin başına gelmiştir. Çevremizde gözlüksüz birisinin, birdenbire gidip numaralı gözlük alması ve artık bize onunla görünmesi önceleri garibimize gider. Hatta bu durumu komik bulanlarımız bile olur. Yani, saydam camlı gözlükler karizmadan çok sempatik görünüme neden olur.

Peki güneş gözlükleri neden bizi daha seksi gösterir? Bir yüzü çekici bulmamızı sağlayan en önemli etkenlerden birini bilirsek, cevabı biliyoruz demektir. Evet, bu, yüzdeki simetridir. Güneş gözlüğü taktığınızda göz çevresinde asimetri yaratan ne kadar ayrıntı varsa hepsini kapatmış olursunuz. Güneş gözlüklü bir insanın yarattığı etki tam olarak budur. Aynı etkinin, numaralı, şeffaf gözlüklerle yaratılmamasının nedeni de budur.

Bir de gizemli görünme durumu vardır:
Karşınızdaki insanın gözlerine bakarak onun zekasına, samimiyetine ve kendine güvenine dair birçok fikir edinebilecekken, güneş gözlüğü buna izin vermez. Ve böylece, birinin gizemli olması, ona karşı duyduğunuz seksüel arzuyu artırır.

Enstrümanı, açık kırmızıdan koyu kahverengi arasındaki renklerde gidip gelen, parlak vernikli bir gitardı. Pena kullanmadan parmaklarıyla bir iki kere tellere dokunarak notaları denedikten sonra çalmaya başladı:

♫ Otobanda sürtükler, otobana işeyen pezevenkler ♪
♪ Herkeste farklı farklı, içimizde sonsuz teller 
♫ Zoru kim görse neden, neden anında terler 
♪ Sevgilim yanımdayken, yelpazeyi çüküme yeller ♫

Çocuk sadece anırıyordu, sanki ahırdaki hayvanlara böğürüyordu. Hakkında konuşulamayacak kadar kötüydü. Ona yetenekleri konusunda yalan söylemek istemiyordum. Çünkü bu yalanların en kötüsüydü. Bu durum, onun ömür boyu yanlış seçim yapmasına sebep olabilirdi. Ve o, kapladığı yer yüzünden, yetenekli birisinin önünü de kesebilirdi. “Aslında Bülent Ersoy dünyada çok büyük bir sanatçı olacaktı ancak önünü kestiler. Ona arkadan çok büyük destek lazım!” diyen Mustafa Topaloğlu’nu düşündüm. Aynı duruma bu çocuğun da düşmesini istemedim…

Bir konser çıkışında ünlü kemancı Fritz Kreisler’in bir hayranı ona doğru koşarak gelir ve coşkuyla ‘Sizin kadar güzel çalabilmek için bütün hayatımı verirdim,’ der. Kreisler yanıt verir: ‘Ben verdim!’

Yani, yeniden doğmak için ölümle tanışması lazımdı. Anıta layık olanların ona ihtiyacı olmazdı ve o yalnızca şımartılıp, öz güven pompalanan bir ailenin çocuğuydu. Daha hayatta onu ne zorluklar bekliyordu. Çok zor mutlu olacaktı. Belki kendi memnuniyetsizliğinde boğulacaktı…

Yerimden kalktım, cama doğru döndüm ve “YETER!” diye bağırdım. Derken büyük bir gürültü duydum…
Devamı:
RooM II…Doktrin: “Birisiyle samimi bir birliktelik kurduysanız bu bir başlangıçtır. Eğer ona bağlanmaya başlarsanız tebrikler! Artık bilinçaltınız yavaş yavaş gerçekliği çarpıtma sanatını konuşturacaktır. Pozitif gözlüklerinizi takacak ve onun yaptığı her şeyi olumlu görmeye başlayacaksınız. Aşk, aslında birçok kusuru affeder. Beyniniz yavaşça uyuşan esrarkeş gibi, olayları farklı görmeye başlar. İnsanın içindeki baskılanmış aşağılanma duygusu, ancak kendinden üstün birisini görene dek dayanabilir. Üstün varlık karşısında kendinizi aşağılayıp, onu ilahlaştıracaksınız. İnsan doğasınının bir zaafı… Bu, ta ki ondan soğuyup ayrılana dek sürüp gider. Pozitif gözlüğü atıp negatif gözlük takmaya başladığınızda, şimdiye dek göremediğiniz tüm olumsuz özellikleri görüp şaşıracaksınız.” -ck-