Sf: 29
Eski Öğrendiklerinizi Unutun (İstanbul, 23 Kasım 1963)
Kardeşim Zeynep
19 Kasım Tarihli mektubunu alınca nasıl sevindiğimi anlatamam.
Sana acı bir haber vereyim, öğretmenimiz ayrıldı okulumuzdan. Başka bir ile atanmış. Ona çok alışmıştık. Ayrılışına üzüldük. Ağlayanlar bile oldu öğretmenimiz giderken. Ben kendimi çok tuttum ağlamamak için… Ama dersaneden tam çıkarken saçlarımı okşayınca kendimi tutamadım, boşandım. Müfettişin dersanemize gelişini yazmıştım sana. İşte o olaydan sonra benimle pek konuşmuyordu. Son günüydü, bikaç söz söyledi bize. Başarılar diledi.
– Bigün yine görüşmek üzere çocuklar… dedi.
Yanımdan geçerken saçımı okşadı, çıktı dersaneden.
Yeni öğretmenimiz erkek. İlk derste, daha önce neler bildiğimizi öğrenmek istedi. Teker teker kaldırdı hepimizi, sorular sordu. Cevaplarımızı beğenmedi.
– Çok yazık, çok… Hiç iyi yetişmemişsiniz! dedi.
Demir var ya, sınıfın en çalışkanı, onun verdiği cevapları bile beğenmedi. Hele benim cevaplarımdan sonra, “vah vah!” diyerek elini dizine vurdu.
Can sıkıntısıyla başını sallıyor,
– Size hiç mi bişey öğretmediler? Dersler boş mu geçti? Bunca zamandır ne öğrendiniz? deyip duruyordu.
Oysa ben doğru cevaplar verdiğimi sanıyordum.
Mine ağlamaklı bir sesle,
– Yanlış mı söyledim öğretmenim? dedi.
– Doğru, doğru ama… dedi, biraz durakladıktan sonra ekledi: Üstünkörü… Hepinizin cevapları üstünkörü…
Hiç ses çıkarmıyorduk, ama çok bozulduk. Yalnız eski öğretmenimizden kırık not almış biriki çocuğun, yeni öğretmenin bu sözlerine sevindikleri yüzlerinden belliydi.
Demir kendini tutamayıp,
– Eski öğretmenimiz bizi çok çalıştırdı efendim… dedi.
Yeni öğretmenimiz biraz alaylı,
– Belli, dedi. verdiğiniz cevaplardan anlaşılıyor.
Kürsü önünde gidip verdikten sonra sesini tatlılaştırarak,
– Çocuklar, dedi, eski öğrendiklerinizi hep unutacaksınız. Anladınız mı? Yeni baştan öğreneceksiniz herşeyi.
Demir, parmağını kaldırıp söz istedi,
– Ama öğretmenim, dedi, kitaplarımızda ne yazılıysa hep onları öğrenmiştik.
Öğretmen,
– Şimdi ben size eski öğrendiklerinizi unutacaksınız diyorum… dedi.
O ilk ders böyle geçti. Paydosta arkadaşlar ikiye bölündü. Kimisi eski öğretmenden, kimisi yeni öğretmenden yana oldu. Doğrusunu istesen, ben ortada kaldım.
Paydoslarda 5-B’den arkadaşlarla hep bu konu üzerinde konuştuk. Onların öğretmenleri de, ders yılı başında, yani daha yeni gelmişti bizim okula. O da, ilk derste tıpkı bizim yeni öğretmenin söylediklerini söylemiş. “Eskiden öğrendiklerinizi unutacaksınız,” demiş.
Yeni öğretmenimizin bu tutumu, bazı arkadaşlarımızın işine yaradı. Bir soruya yanlış cevap verince,
– Bize eski öğretmenimiz böyle öğretmişti efendim… demeye başladılar.
O zaman da öğretmen,
-Ben size eskiden öğrendiklerinizi unutacaksınız, demedim mi? diye bağırıyordu.
İnsanın eskiden öğrendiklerini unutması hiç de kolay değilmiş. Bunu yalnız Demir başarabildi. Bigün müdürümüz bir derse girmişti. Dersimiz tarihti. Müdür neler öğrendiğimizi sınamak için Demir’i kaldırdı, sordu:
– Yeniçağ medeniyeti ne demektir?
Demir hiç cevap vermedi. Müdür başka bir soru yöneltti:
– Matbaayı kim icat etti?
Demir yine susuyordu. Onun çalışkan öğrenci olduğunu bilen müdür,
– Niçin cevap vermiyorsun? dedi.
Demir,
– Unuttum da ondan efendim, dedi.
– Amerika’nın keşfini anlat.
– Unuttum efendim…
– Rönesans ne demektir?
– Unuttum efendim.
Yavaş yavaş kızan müdür,
– Hepsini mi unuttun oğlum, ne biliyorsan onu anlat… dedi.
Demir,
– Hepsini unuttum… dedi, eskiden neler öğrendimse hepsini unuttum.
– Niçin?
– Öğretmenimiz öyle söyledi efendim. Eski öğretmenimizden neler öğrendikse, hepsini unutacaksınız, dedi.
Müdür beni kaldırıp:
– Hindistan deniz yolunu keşfeden kimdir?
Ne terslik! Adamın adı dilimin ucunda ama, bitürlü hatırlayamadım. Demir özellikle, “Unuttum,” diyordu hep.
Oysa ben gerçekten unutmuştum.
– Unuttum efendim… dedim.
Müdür, gözlük camlarının üstünden öğretmenimize baktı, bişey söylemeden gitti. Öğretmenimiz hiçbişey olmamış gibi,
– Gelelim Yavuz Sultan Selim’e… diye kaldığı yerden anlatmaya başladı.
Paydosta arkadaşlar, Demir’e de, bana da çok iyi yaptığımızı söylediler. Oysa ben, Hindistan deniz yolunu bulanın adını gerçekten unutmuştum.
Bak bunu unutmak neler açtı başıma. Okul-Aile Birliğinin ilk toplantısı içi küçük bir müsamere verecektik. Ben de o müsamerede kendi yazdığım bir şiiri okuyacaktım.
Eski öğretmenimiz bize bir derste, koyunun çok yararlı bir hayvan olduğunu anlatmıştı: “Sütü sağılır, kuyruğundan yağ yapılır, eti yenir, tüylerinden iplik yapılır, derisi çok işe yarar, kemikleri kullanılır, dışkısı bile gübre olur.” demişti.
Ben de bu dersten sonra işte bu şiiri yazmıştım:
KOYUN
Kuyruğundan yağ çıkar,
Memesinden süt verir,
Yumuşak tüyleri var,
Kumaş olur giydirir.
Boynuzundan sap olur,
Eti insana besi,
Derisinden kap olur,
Dışkısı da gübresi.
Her mayıs kuzusu var,
Kemiği işe yarar,
…
Bu şiirimi, eski öğretmenimize vermiştim. Beğenmişti.
– Sen bu şiiri, Okul-Aile Birliğine verilecek müsamerede okursun… demişti.
Ben de çok sevinmiştim. “Koyun” adlı şiirimi günlerce ezberledim. Müsamerede okurken, hiçbir aksaklık olmasın istiyordum. Ama işte o günlerde eski öğretmenimiz başka yere atanmıştı. Yeni öğretmenimiz, müsamerede benim de şiir okuyacağımı öğrenince, bana bu şiiri okuttu.
– Bu şiir olmaz, ben size kaçtır söylemiyor muyum, eki öğrendiklerinizi unutacaksınız diye? Benim söyleyeceğim şiiri ezberleri müsamerede okursun… dedi.
Okuma kitabımızdaki “Memleketim” başlıklı şiiri gösterdi.
– İşte bu şiiri ezberle de oku! dedi.
Ama bu şiiri ezberlemek için zaman kalmamıştı. Müsamere ertesi gündü. Sen o şiiri bilirsin. Siz de, bizim okuma kitabını okuyorsanız aç kitabı da bak. Şu şiir işte:
Ey topraklı mintanlar, ey yaldızlı fistanlar,
Ey bire kırk başaklar, otlar, bağlar, bostanlar,
Ve daha sık boy atan destanlar diyarı hey!
Ey o büyük insanı yetiştiren ananın,
Ey çilenin, sefanın, güvenişin, inanın,
Narin minarelerde Sinan’ın diyarı hey!
“Ey”le başlayıp, hep böyle “hey, hey”le biten bir şiir işte! Ben bu şiiri ezberlemeye çok çabaladım ama, zaman çokaz olduğundan iyice ezberleyemedim.
Ertesi sabah okula gelince öğretmenim,
– Sahneye çıkmadan önce burda prova yapalım. Oku şiiri! dedi.
Okudum.
– Olmuyor, şiir öyle okunmaz! dedi.
Bir daha okudum. Yine beğenmedi.
– Oğlum, dedi, şiir yoldan geçen herhangibirisine bir adres sorulur gibi okunmaz. Sesini yer yer titreteceksin, alçaltıp yükselteceksin. Heyecanlı yerlerde haykıracaksın. Kimi yerde tatlı bir fısıltıyla, kimi yerde aslanlar gibi küreyerek okuyacaksın. Sonra, sol elini beline dayayıp, sağ yumruğunu ileriye, havaya doğru uzatacaksın. Mısraların sonlarında “hey”ler var ya, işte orda “hey” derken, hızla ayağını yere vuracaksın. Ben bikez okuyayım, şiir nasıl okunurmuş anla, ona göre oku sen de.
Öğretmenim tıpkı bana anlattığı gibi okudu şiiri. “Hey” derken, sağ ayağını, sıçrar gibi iyice yukarı kaldırıp, sonra topuğunu hızla yere vuruyordu.
– İşte böyle… Ayağını benim gibi yere vuracaksın, düşmanın başını ezer, çiğner gibi… dedi.
Ben de onun gibi okudum. Ama bir elim belimde, bir yumruğum havada, ayağımı da “hey hey” diye diye yere vururken şiiri şaşırıyordum. Oysa, ben kendi bildiğim gibi okusam, hiç şaşırmıyordum. Şiiri okuyuşumu beğeniyor, ama ayağımı yere vuruşumu beğenmiyordu. Ben, “Heyy!” diye haykırıp sağ ayağımı yere vurdukça,
– Daha hızlı, daha hızlı… Topuğunu vur yere! diyordu.
Olanca hızımla topuğumu vuruyordum da, yine de beğendiremiyordum.
Sonunda,
– Bak işte böyle! dedi.
“Heyy!” diye öyle bir haykırıp ayağını kaldırdı, yere vurdu ki, dersane pencerelerinin camları zangırdadı.
– Gördün ya işte böyle. Türk çocuğu ayağını vurdu mu, yerler sarsılacak! dedi.
-Ama öğretmenim, dedim, siz enaz yüz kilo varsınız, ben kırkiki kilo geliyorum.
Ne yaptımsa beğendiremedim. Çok kızdı. İşte o kızgınlıkla,
– “… Ve daha sık boy atan destanlar diyarı hey!” deyip ayağını yere vurmasıyla, o “hey”in arkasından, Ay, ayy, ayyy! diye bağırmaya başladı.
Biliyorsun ya, bizim dersane döşemeleri çürük. Öğretmenin ayağı, çürük döşeme tahtasının arasından içeri girmişti. Ben de yardım ettim. Zorla ayağını orda çıkarabildi. O sırada, dördüncü sınıfla üçüncü sınıfın öğretmenleri gürültüyü duymuşlar, telaşla geldiler,
– Ne var? Ne oluyor? diye sordular.
Bizim öğretmen, aksayarak dersaneden çıkarken bana,
– Gördün ya, nasıl vuracaksın ayağını, dedi, bir vurdun mu sanki yer yarılacak, deprem olmuş gibi sarsılacak ortalık…
Öğretmen gidince, rahat yürüyemediğimi anladım. “Hey hey!” diye ayağımı yere vurmaktan topuğum çürümüş.
Müsamereye iki saat vardı.
Ben kendi yazdığım “Koyun” şiirini, bir ay, boyuna ezberlemiştim. Ne kadar unutmaya çalışsam, bitürlü unutamıyorum, hep aklıma takılıyor. Unutmak elimde değil. “Memleketim” şiirini azçok ezberlemiştim ama, ayağımı yere vurmaktan, ezberlediklerim de aklımdan çıkmıştı. Beynim sarsılmış topuk vurmaktan.
Arkadaşlar,
– Sıran geldi, sıran geldi! Haydi sahneye! diye beni arkamdan ittiler.
Salon anababalarla tıklım tıklım dolu. Öğretmenimiz kuliste bekliyor, şiir okuyanlar şaşırırsa ordan fısıldıyor.
Sahneye çıkınca, salondakileri başımla selamladım. Ama selamlamak için başımı eğer eğmez, birden okuyacağım şiirin adını unutuverdim. Tersliğe bak Zeynep, birdenbire “Koyun” şiiri aklıma gelmez mi! Eskiden öğrendiğimi unutacağıma yeni ezberlediğimi unutuverdim işte…
Acıklı durumumu gözünün önüne getir: Ben sahnede durmuş salondakilere bakıyorum, salondakiler bana bakıyor; bakışıp duruyoruz.
İyi ki, öğretmenimiz kulisten “Memleketim” diye fısıldadı da, ben var sesimle, “Memleketiiim!” diye haykırdım. Haykırdım ama, bitürlü arkası gelmiyor. Şiir tümüyle aklımdan çıkmış. Öyle de sus pus durulmaz. Hiç olmazsa vakit kazanırım da o zamana kadar aklıma gelir diye bir daha “Memleketiiim!” diye bağırdım. Bağırdım ve sustum.
Salondakiler coşkun bir alkış tutturmazlar mı? Büsbütün şaşırdım. “Memleketim” diye bağırınca neden alkışladıklarını anlayamadım. Öğretmenimizin fısıltısını duymuştum. Hemen, “Ey…” diye bir şiire başladım. Ama üst üste “memleketim” diye öyle yüksek sesle haykırmışım ki, bütün sesim tükenmiş, ağzımdan incecik, kapı gıcırtısı gibi bir “ey” çıktı. Bir alkış daha koptu. İşte o alkıştan sonra büsbütün şaşırdım. Şiirdeki kelimelerin yerlerini değiştirerek şiiri okumuşum. Sonradan arkadaşların söylediğine göre o güzelim şiiri bak nasıl okumuşum:
“Memleketim!”
Ey mintanlı topraklar, ey yaldızlı fistanlar,
Ey kırka bir başaklar, otlar, atlar, destanlar,
Ve daha sık boy atan bostanlar diyarı heeey!
Deyip de ayağımı yere vurunca, birden havaya sıçradım.
Neden biliyor musun? Öğretmenin karşısındaki provada, topuğumu boyuna yere vurmaktan, ayakkabımın bir çivisi gevşeyip ucu dışarı çıkmış. Ben, “Hey!” deyip de olanca hızımla ayağımı yere vurunca, o çivinin sivri ucu hart diye topuğuma girdi. Sanki bir kılıç tabanımdan girip, ucu ciğerime değdi.
İşte o acıyla, şiirin ezberlediğim kadarını da unuttum. Seyirciler kahkahadan kırılıyor. Ben neredeyse ağlayacağım. Biyandan kulise bakıyorum ki, öğretmenin fısıltısını duyabileyim. Öğretmen, benim fısılıyı duymayacağımı anlayınca bağırdı:
– “Ey o büyük insanı yetiştiren ananın…”
Ben hemen o sözü aldım, başladım okumaya:
– Ey o büyük insanı yetiştiren ananın… ananın, ananın…
Yine arkası gelmiyor. Belki aklıma gelir diye, o mısrayı bir daha, bir daha baştan alıyorum. Ama tam “ananın” kelimesine gelince, iğnesi takılmış plak gibi tekliyorum. Titrek, ağlamaklı sesle “ananın… ananın…” deyip dururken, birden o benim “Koyun” şiiri aklıma gelip de gürül gürül okumaz mıyım!
ananın… ananın… ananın…
Kuyruğundan yağ çıkar,
Memesinden süt verir,
Yumuşak tüyleri var…
Kuliste öğretmen “Ey sebiller… kervansaraylar…” diye ter ter tepiniyor. Ben öğretmenden duyduğum kadarını söylüyorum, arkadan da “Koyun” şiirini okuyorum:
…..
Kervansaraylar heyy!
Boynuzundan sap olur,
Eti de bize besi,
Derisinden kap olur,
Dışkısı da gübresi heeey!
Kendimi sahneden attım. Alkıştan okul yıkılacak sanki…
Öğretmen büyük bir üzüntüyle,
– Ne yaptın Ahmet? dedi.
– Ne yapayım efendim, dedim, insan ne yapsa eski öğrendiğini birden unutamıyor.
Bir kelime daha söylesem ağlayacaktım. Öğretmenimle yan yana koridorda yürümeye başladık. İkimiz de topallıyorduk. Çivi batmasın diye ben seke seke yürüyordum.
Akşam evde babam,
– Oğlum sende ne marifetler varmış, dedi, herkesi kırdın geçirdin. Misafirler yerlere yıkıldı gülmekten…
Annem de,
– Gözlerimden yaş boşandı güle güle, az kalsın bayılacaktım… dedi.
Dinleyiciler şaşırdığımı anlamamışlar da, bilerek, isteyerek öyle yaptığımı sanmışlar.
İşte Zeynep, son bikaç günüm böyle gürültü patırtı içinde geçti.
Mektubunda, benim babamın da öğrenciyken birinci olup olmadığını merak ettiğini yazıyordun. Ne yazık ki, babam sınıf birincisi değil. Çünkü, hiç okula gitmemiş. Okula gitmiş olsaydı, o da bütün babalar gibi, sınıfının hep birincisi olduğu söyleyecekti bana elbet…
Beni sevindiren mektuplarını bekler, esenlikler dilerim.
Eski sınıf arkadaşın
Ahmet Tarbay
Sf: 209
Romanı gönder yarışmaya. Kazanmazsak, ne çıkar… Kazanmamak, kaybetmek demek değildir.
Sf: 210
Bu kitapta, en yapılmayacak olanı yapmaya çalıştım, kendimi sizin yerinize koymaya uğraştım. Bu, hiç yapılamayacak olan bişeydir. Çünkü, büyümüş insanlarla kendi çocuklukları arasında, belki bin, belki ikibin yıllık bir zaman vardır sanki. Onun için biz büyümüşler, kendi çocukluğumuzu unuturuz. Anneniz, babanız, öğretmeniniz de, kendi çocukluklarını unutmuşlardır.
Sf: 215
Bana kalırsa bu kitap öğretmenleri gülünç duruma düşürmek şöyle dursun, eğitimdeki aksaklıkları göstererek toplumumuzu gülünç olmaktan kurtarıyordu. Büyük Bulgar sinema sanatçısı ve mizahçısı Todor Dinov’un sık sık hatırladığım bir sözü var. İlk kez Türkiye’ye Sinematek’in konuğu olarak geldiğinde Türk mizahçılarına şu mesajla seslenmişti: ‘Mizah, dünyamızı gülünç olmaktan kurtarır.’
Doktrin: “Olmak istediğimiz gibi olmak bazen hayat boyu sürebilir.” – Bilinmeyen
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (29)
- english (8)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (149)
- kitap (156)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)