Aslında uyku durumunda nerede olduğunun bir önemi yok. Yarı ölüm sayılan uykudan, yarı anımsadığın bir rüyadan uyandın. Evdesin. Serde nedenini bilmediğin bir can sıkıntısı. Çağımızın en bilinen hastalığı, kıçına rahat batan herkesin vazgeçilmezi, dert-tasa yokken “Çok canım sıkılıyor.” demektir.

Bir gün ayrıldığı sevgilisinin aşkından geberen birine “Şu anda annenin aniden öldüğünü düşün! Bu durumda sevgilinin acısı sana koymayacaktır.” dediğinde; o da sana “Evet haklısın ama annem yaşıyor.” demişti. İşte bazı öğretiler de yalnızca hayallerde yaşıyor.

Evden çıkmaya hazırlanıyorsun. Daha özgür hissedebilmek için en salaş giysileri alıyorsun her giysinin özenle yerleştirildiği sürgülü dolabından.

Banyodan sonra kendiliğinden kurumaya başlayan saçlarından aşağı ayak sarkıtan beyazlar aynadan yansıyor. Tarak bile kullanmadan öylece bıraktın. Öylece baktın.

Arabaya yürürken karşı apartman dairelerinin tümünü yukarıdan aşağı inen bir göz hareketiyle tarıyorsun. Tek merakın apartmanda o an aynı anda kaç kişinin birden seviştiği. Hangi dairelerin iş tutuştuğu…

Otoparktan keskin lastik gıcırtıları ve aslan kükremesi gibi bir homurtuyla arkana bakmadan ayrıldın. Tek başına yollardasın. Herkesi yanında götürebildiğin tek tatil yalnızlıktır.

Hızla otoyolda konum değiştiriyorsun. Bu bazen o kadar hızlı oluyor ki geçtiğin yerlerde bir anda başka bir mevsimde buluyorsun kendini. Yolda hızla güneşin altında aracının gölgesi asfaltı boyarken bir anda bulutların içinden geçip yağmura yakalanıyorsun. Dört mevsimin yaşandığı ülkede sen dört mevsimi dört saatte yaşarken, bir altından hızla akıp giden beyaz şeritlere, bir ufuktaki yol çizgisinin sıcaktan yarattığı asfalttan yükselen buğu dansındaki seraba dalıyorsun.

Kafanı çevirdiğinde artık sağında deniz var. Uzaklarda yelkenliler karada bir noktaya yapışıp kalmışçasına hareketsiz duruyorlar.

Yolu bitirdin. Tahta masalarının her birine dörder plastik sandalye konmuş bir sahil kıyı kafesindeki masaya -deniz tarafı olsun- kaygısı olmadan çöküyorsun. Burada her yer deniz. Sevmediğin denize neden bu kadar sokulduysan?

İşte dünyada psikologlardan çok bilgiye sahip olan garson yanına geldi. Sen her zaman garsonların belli etmeden müşterilerin özel konuşmalarını can kulağıyla dinlediğini bilirsin. “İyi bir dinleyici yalnızca her yerde popüler olmakla kalmaz, kısa bir süre sonra bazı şeyleri de bilir hale gelir.”** sözü aklına gelir birden. Garsonun popüler olmadığına eminsin, en az bazı şeyleri bilir hale geldiğinden emin olduğun kadar.

İki tane yan yana Tekila, limon ve tuz. Hiç sevmediğin seni öğürten içkiyle “Kafam dumanlı, beni rahat bırakın.” edalarında kendini kaybetmek için tuzlu limonun ıslak dişlerinin arasından süzülmesini hissedersin.

Birkaç saat sonra hava karardı. Ailendeki herkesi uzaktan tanıyacak kadar kendinde, garsonla ilgili az önce salladığın felsefik nidaları toparlayamayacak kadar sarhoşsun. Senin en iyi promil ölçün bu oldu sanırım.

Arabanla gece kulüplerinin sokaklarının arkalarına zifiri karanlığı yararak daldın. Arabanı öyle bir sapa sokağa park edersin ki, kulüpte büyülü bir sihirli değnekle seni ayıltsalar bile labirent sokaklarda onu bulman kolay olmayacak. Hep böyle olmadı mı? Arabaya ve yakıta verilen tonla parayı düşünmezken üç beş liralık park parasından hep kaçarsın. Ayda bir kere arabanı çekerler, zaten o da aynı paraya denk gelir.

Her zamanki gibi yürüyerek geldin. Arabayla yanaşmak ezikliğini gene yapmadığın için tevazuna içinden alkış tutar, ama bu kez de kendi kendini alkışlayan ukalalığınla mütevazılığını rafa kaldırarak gene kaybeden sen olursun.

İçeri girmen kolay oldu. Hemen tüm mantığını aptalca muhasebe ve soru şıklarının komik seçimine bırakırsın:
1. Beni birine benzettiler.
2. Buranın kalitesine yakışacak havam var.
3. Eşsiz girilmeyen bir yer değildi.
4. Adam senin hasta bir obsesif olduğunu düşündü. Bu hesaplardan seni kurtarmak istedi. Fakat gene başaramadı!

Yüz yirmi desibel müziğe alışman kulak zarının davul gibi gerilmesiyle kendini zonklamaya bırakır. Araba alarmlarında da aynı desibel tercih edilir. İnsanın gerçekten bu kadar yüksek sesli müziğe gereksinimi var mı? Oysa insan kulağı yalnızca belli desibeldeki sesleri net duyabilirken o frekansın ne altını ne de üstünü net duyamayan bir organ değil midir? Aynı insan gözü gibi; ne fazla ışıkta görebilir, ne fazla karanlıkta…

Gri dumanların dans ederek masalar arasında gezdiği mekanda iki metreden ötesini net seçmek olanaksızdır. Tavanda dönerek süzülen, kimi zaman yerdeki insanların yorgun gözlerini parlatan ışık huzmeleri, kimi zaman da masadaki bardaklarda boyalı bir sıvı gibi sallanan içeceklerin içine girip çıkarak tadına bakan gözü tok bir gurmeyi andırıyordu. Etraftaki kalabalığın bu kadar mutlu görünmesi seni kıskandırır, onları bunca güldüren şeyleri sana da anlatmalarını içinde sönmeyen bir merakla arzularsın.

Kulüpte tamamen siyah giyimli ikisi kız olmak üzere on iki çalışan vardı. Garsona işaret ettin. Yüksek sesli müziğin bir avantajı da buradaki garsonların müşterilerinin sırlarına ortak olamayacağı gerçeği. Tekila-limon istersin. Bir tane… Bir tane daha. Başın dönmeye başladı. “Dım dım dım” diye vuran bu sert müzik tınısı sana artık oldukça yumuşak geliyor. Sesleri net alamamaya başladın. İşte şimdi Cosby Ailesin’deki kara g*tlüleri tanıyamayarak kendi ailendenmiş gibi sevebilecek kadar sarhoşsun. Karşına çıkan ilk kişiye “Öpüjem!” diyebilecek kadar da sevimli.

Sıkıştın. Tuvalete yürüyorsun. Tuvalet önünde sevgililerini bekleyen, bu ritüeli senelerdir eksiksiz yerine getiren korkak erkeklerin yanından yağlı, parfümlü, ekşi vücut kokularını alarak ilerliyorsun. Sen teksin, onlar düşünsün. Senin kadınlarını ellerinden alma olasılığın üzerine kumar oynuyorlar.

Tuvalete girdin. İki renkli gözlü Alman turist pisuvarda yan yana konuşarak işiyorlar. Sana hep ilginç gelmiştir. Annenin, babanın, ailedeki en yakınlarının yanında kimse tuvalete giremezken burada hiç tanımadığı birilerinin yanında insan hortumla bahçe sular gibi kamışını çıkarıp nasıl işeyebilir. Pisuvardan yayılan yoğun alkollü idrar kokusu burnuna yapışır. Dört pisuvardan sen en köşedekini seçmişken senin bir yanın ve iki yanındaki turistler kahkahalarla gülerek birbirlerine bir şey anlatarak Almanya’dan getirdikleri sidiklerini Türk kanalizasyonlarına hunharca boşaltıyorlar.

Tuvalet olayı sana hep ilginç gelmiştir. Kapalı tuvalet bölümüne girip klozete basarak yan bölümdeki kadınlar tuvaletine göz atmamak için kendini zor tutarsın. Aslında karşı cinsin idrar kokusuna bile ilgi duyulduğunu biliyorsun. Hayvanlardan gelip, hayvani güdüler taşıyıp insani davranmaktan çoğu zaman sıkılıyorsun.

Küçükken asla dışarıda tuvalete giremezdin. Kimse senin çiş ve kaka yapan birisi olduğunu bilmesin isterdin. Nietzsche’nin Bengi İnsan Kavramı’na kısmen öykünüp boşaltım sistemini kullanmayınca özel birisi olacağına inanırdın. Oysa bomboş bir hayaldi!

Kafanı hafif yukarı kaldırdığında loca bölümünde kırk beş yaş üstü, ikisi bıyıklı üç hanzonun oturduğunu gördün. En pahalı olan yerde oturuyorlardı. En kötü olan yerde oturuyorlardı. En gözden uzak görünen ama en çok dikkat çeken yer orasıydı. Saçma sapan hareketlerle dans eden şuh bir kızı garson onların bölümden indirmek isteyince garsonla itişerek kızı yanlarına oturttular. O kadar yetenekliydiler(!) ki; en iri ciple kapıya yanaşıp, en pahalı yeri kiralayarak, en yüksek fiyatlı içkileri ısmarlayan bu üç hanzo en fazla bu kadarını yapabilirdi. Ancak birisine yetecek kadar bir kevaşe bulmuşlardı. Gözlerini kapatıp diğer ikisinin önünde altın yaldızlı kocaman, iri rakamlarla “31 çekeriz” yazılı tişörtler giydiklerini hayal edersin.

Birden gözün kalabalıkta birisine ilişti. Şu arkadaki sana mı bakıyor? “Hadi oğlum. Kartlaşmış İzmir zamparası hala iş görüyor mu ne? Üstelik bunlardan çok daha az paraya.” Önce önemsemedin? Aslında önemsemez göründün. Ona bakmayarak, cool yaptığını zannederek puan toplamaya çalışırsın. Ona bir dakika bakmamak sana on saniye bakma hakkı kazandırır.

Altında çok rahat olduğu göze çarpan yaldızlı parlak beyaz ayakkabılar, onların üstünde genelde ya yollu olanların ya da koca parasıyla gezen kırk yaş üstü kadınların giydiği pembe bir eşofman sana tuhaf gelir. Üstünde omuzları açık beyaz, kısa kollu, pamuklu, önünde kafam kadar bir rakam yazılı tişört. Platin sarısı parlak saçları birisinden ödünç alınmış gibi duruyor. Kulakta tam içinden malum nesnelerin geçebileceği irilikte yuvarlak halka gümüş bir küpe. Elinde eski model fihrist büyüklüğünde bir telefon. Bunlar da zamanın fihristi aslında.

Oynuyor, sallanıyor ikisi birden. Başka yere bakar gibi yaptın, birden ona döndün. Gözleriniz metrelerce mesafeden de olsa havada noktalardan oluşan gözle görünür bir çizgi çizilse hiç şaşmadan karşı uca kadar noktalarını tamamlardı. Sıkı göz göze geldiniz. Anladı; anladın… Artık ikiniz de biliyordunuz. Rol yapmayı bıraktınız. Dört saniye gözlerinizi ayırmadan baktınız. Dört saniye kuralı genelde işe yarar. Olacak gibi. Havadaki görünmez bir tutamağı sağ elinle kendine doğru çeker gibi yaparak yanına çağırdın. Normalde cinayet sebebi ya da cinsel taciz davasına konu olabilecek denli sert bir şekilde vücudunun çeşitli yerlerini bir anlık da olsa başkalarına sürte sürte yanına geliyor. O kadar kalabalık ki yanına gelene kadar kendi etrafında iki kere dönmek zorunda kaldı. Yukarıda olan elinde viski şişesinin yanından geçtiği bir kızın saçına damlamasını kimsenin ilgisini çekmiyor. Ortalık toz duman. Aşağıda olan elinde küçük pırlantalardan oluşan gereksiz künyenin daha önce dikkatini çekmemesi ona harcanan paranın amacına ulaşamadığını kanıtlıyor.

Yanına geldi. “İsmim Tuğçe.” Adımı söyledim. Laf olsun diye bir “Memnun oldum!” ikinizden aynı anda çıktı. Hemen aynı şeyleri düşünen, kitapçıda aynı kitaba uzanan, aynı bilete oynayan liseli aptal aşıklar gibi gülümsemeler.Bir içki daha alıyorsun. Seni boğan şehirden kaçtın. Şimdi içerisi seni boğuyor. Dışarı çıktınız. Bu kadar kısa sürede birisinin elini tutmayacak kadar kendindesin. Fakat birisinin elini tutmadan yürüyemeyecek kadar da sarhoş… Yürüyerek bir otele giriyorsunuz. Odaya girdin. Yatağa çapraz olarak uzandın. Ayakkabılarından birisi havada, diğeri yatakta. Gözlerini tavana diktin.

Tam olarak buraya nasıl çıktınız, parayı kim ödedi, resepsiyondaki erkek miydi? Gerçekten hatırlamıyorsun.

Bir şeyler söylüyor. Belki iyi şeyler anlatıyor ama canın sevişmek istiyor. Onu dinlemiyorsun bile. Aslında tüm insanların genel sorunu bu…

Dudaklarına yapıştın. Senin dudaklarına değen pürüzler var. Tırtıklı gibi sanki. Kadife bir ten hayal ederken “Misafir umduğunu değil bulduğunu…” diyerek devam ediyorsun. Soyundu. Dirseklerini yatağa koyarak dizlerini yerdeki ince halıda yan yana birleştirdi. Bir huni gibi yukarıdan aşağıya daralarak kıçının arasına kaçan, pamuklu, kenarları pembe dantelli beyaz çamaşırı çıkarmakla uğraşmayıp sol kalça lobuna sıyırdın. Yavaş yavaş girdin. Bir, iki. Vurdukça coşkun üstlere tırmanıyor. Hızlanmaya başlıyorsun. İşini iyi yaptıkça bunu dünyada en iyi yapan erkeğin sen olduğunu zannetme aptallığın seni kamçılıyor. Burnuna güneşten yanmış yapış yapış bir zift kokusu geliyor. Gözlerin tavandaki boyanın altında kalan sıva parçalarındaki çıkıntılı noktaları saymaya çalışıyorsun. Orgazmını geciktirmek için beynini her şey ile oyalayabilirsin sen.

Sigmund Freud’un dediklerini düşünüyorsun. İnsanlar doğduktan sonra çocukluk evrelerinde iki şey ciddi olarak baskılanır:
1. Kavga etme dürtüsü.
2. Seks yapma isteği.

Şimdi öğretinin hiç sırası değil. İşi bitirdin. Paraşütsüz atlamadığın için kendini karada ayakları yere sağlam basan adam güvenliğinde hissediyorsun.

Sızdın. Sabah oldu. Kendiliğinden uyanıyorsun. O ise hala yatakta. O da ne! Yoksa aklını mı kaçırdın! Ama bu nasıl olur? Gözlerine inanamıyorsun!..

‘Şu anda uyanık mısın?”
Winter’in alnı kırıştı. ”Tabii ki uyanığım.”
”Nereden biliyorsun?”
”Biliyorum işte.”
”Rüya görmediğinden emin misin?”
”Evet.”
”Yani rüyalarında, rüya görüyor olduğunun hep farkında mı olursun?”
”Eeee! Şey… Hayır.”
”O zaman şu anda rüya görmediğini nereden biliyorsun?”

Winter cevap vermeden önce duraksadı.

”Çünkü… Çünkü uyanık olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum.”
”Aralarındaki farkı biliyor olduğunu hayal etmediğini nereden biliyorsun?”
”Sanırım… Sanırım bunu bilemem.”
”Doğru, bilemezsin.”*
Doktrin: “Bir erkeği bir çocuktan ayıran özellik, bir kadın üzerinde üstünlük kurmayı bilmesidir. Bir kadını bir çocuktan ayıran özellik ise, bir erkeği nasıl sömüreceğini bilmesidir.” – Cesare Pavese