Sf: 16 Düşlerle Utanmak Bir şeyi sevmek unutmamak demekti biz sevmeyi değil unutmayı öğrendik yalanların en korkuncu en namussuzu can buldu dudaklarımızda ya yarım bir suratta ya da boş evrende sattık düşlerimizi düşlerimiz mutlu halinden tuhaf değil mi
Mersin, 1954
(Yeni Ufuklar) Sf: 17 Garipsi Şehirde Üç Yağmur Damlası
Bir kadın. Gebe. Bırakılmış boğulmak için balkonda. “Neden?” denir de, anlatmaz. Muslin giysiler giyer, çivitler beyazları, naftalinler. O kıpırtılı ot yığınında gizli bir saat kulesi var anlaşılan. İkide bir irkilmesinin… Kocamışları göçer kentin, uğurlar uray başkanı dış kapıdan, mühürlenir dükkânlar ve gider icracı.
Gelir bir oğlan kapıya tavus perçemli. İs ve tarçın kokar. Saklar yüzünü, geçer bir elinde kapı tokmağı. Penceresi eskimiş, yusufçuk yuva yapmış, yitmiş kiremitleri. Ev gibi.
Sırası mıdır artık bilmem düşünmenin inciçiçeklerini, rahat rahat yetmiş dördünü aşmış büyükanneyi?
bodur göğe ağaçların öcüne ateş taşına dönüyordun ırmak gibi ve bekliyordun sert bir yataktaydın ve sırtın terliyordu kurbanlar kesilen adaklar adanan evde sabun ve kan pıhtısı kokan evde.
Gün ağarıyordu taşlarda duru bir tayın alnında ve ben işte bir ses gibi tozlu eşiğinde durup: (Ey sabahın öğleye öğlenin akşama eriştiği yer ey başladığım en ince kumaş dudaklarım boynunda direnci öğreniyor!)
Ben ki varım, diyen, katkısız zeyrek günde kesin yoksullukta suyun ince sabrında Bir kocaman ülke var kuş kadar sonsuzunda yüzünü kapıyorsun karayel çıkıyor kumlar çekiyor seni bir siyah köle gibi ağaç soyuyor seni dalların arasında yüzün yüzlükten çıkıyor köpürüyor ellerin bakıyorsun o zaman ve gerçekten bakıyorsun güneşin kızardığı deşilmiş göğüslere güneşin büyüdüğü gonca güllere kapanan kapılarına yazın ve inen derin kepenklere iki gözün bakıyor uyanan uzun gövdene ağzın ağızlaşıyor unutmayan ağzın sessizliğin sıcak demiri gibi.
İniyordum soğuk kaynağından bulanık hayvan sıcaklığına; ölüm ilanları ve birtakım duyurular bankalar tecimevleri kanaralar bir ay sonun sivilceli serinliği açık teşekkürler gazeteler hayvanlıklar ve bir yazı duvarın ortasında: “yalnızlığın iki odası yoktur!” irinli bir yara…
Gün ağarıyordu kapılarda sularda sarıdan çok turuncuya daha çok kırmızıya yakın ve ben işte bir ses gibi tozlu tan eşiğinde durup: (Ey ağzı sıkı olan ey yolunu gözlediğim su seninle içilir ot seninle güzeldir ey kadın ey ülke ey aşk!)
Sf: 160 Uzun Hava Türk şiirinde kendine kıymış ozan yoktur bir kitap var okuyun öğrenirsiniz kendine kıymak en yalancı en soylusu en yufka yüreklisi çağdaş sanatların Ben ben ki yufka yürekliyimdir ah ben yufka yürekliyimdir sevmem oyunda kâğıt düzenleri tavlada zar tutanları sevmem döneklik edenleri gözü yılanları sevmem kolalı yakaları kakavanları sevmem Ticaret Odalarını Bankaları Borsaları sevmem yaşamın dile gelmez ağırlığını duymayanları Benim çok sigara içtiğim doğrudur günde üç Bara paketi işte bu yüzden sararıyor dişlerim işte bu yüzden günlerden en çok pazarları seviyorum çünkü pazarlar benim yaşamımı doğruluyorlar çünkü pazarlar benim yaşamımı çoğaltıyorlar alıp başımı çıkıyorum evden gidiyorum çarşılar kapalı oluyor bütün kepenkler inmiş dükkânları sevmiyorum tecimenleri sevmiyorum Bankaları Gümrük Komisyoncularını Toto kulübelerini sevmiyorum sevmiyorum yüreğim yaralı yüreğim paramparça midem bulanıyor bir mezbaha kokusu yapışıyor burnuma Milli Piyango satan sakatları sevmiyorum küçük kentsoyluları altın dişleri iri kıçlı kadınları sevmiyorum sevmiyorum Dişlerimi zonklatıyor “Sayın Büyüğümüz Sevgili Koruyucumuz Yönetim Kurulu Başkanımız”lı ölüm ilanları çünkü sevmiyorum Yönetim Kurulu Başkanlarını sevmiyorum Yardım Sevenler Derneği Başkanlarını sevmiyorum “Dün gece falanca balo çok neşeli geçti” diye yazan gazeteleri ve onların takma adlı züttürük dedikodu yazarlarını sevmiyorum sevmiyorum. Çünkü kimse bilmiyor ne işe yaradıklarını çünkü çocuklara güzeli gençlere gerçeği yaşlılara doğruyu söylemiyorlar güzel nedir gerçek nedir doğru nedir nedir soluk almak nedir doğaya bakmak nedir sokakların sokak kokusu nedir kapı tokmaklarındaki el izleri Vilayet Konaklarının aşınmış taş merdivenleri nedir 12’ye 5 kala nedir taze kâğıt kalem kokusu ügüzelliği gülerek şarkı söylemenin geceleri ateş yakıp birlikte eğlenmenin ama onlar coğrafya kitaplarını sevmiyorlar kent adlarını nehirlerin korkunç esrikliğini şubatın 29 çektiği gerçek yılları özentisiz kadınları özentisiz erkekleri ve umudun titrek koyu öfkesini ve ufkun yansıyan sustalısını sevmiyorlar sevmiyorlar. Ülke kendilerini en az başkalarını en çok öldürenlerin ülkesi bir boğum bir çıkmaz sokak gibi yaşayanların utancın mayalandığı çöplerin üst üste yığıldığı aktarılmamış damların unutulmuş saçakların ülkesi aynanın içindeki ülke rüzgâra tırmanan yetim sözcüklerin katı soğukların örümcek kuraklıklarının erken yatıp erken kalkanların bir günü büyütenlerin ülkesi en yiğit en gerçek en soylu ozanların koğulduğu horlandığı ülke! İnsanoğlundan söz etmeliyiz bak dönüyorlar işte toprağın altından dumanlı kaygan ışıkların yansıdığı akşamüzeri sağır ve dilsiz darağacı saatlerinde sabahçı kahveleri boşalmadan ağır bıyıklı bekçiler uyanmadan çamurlu sokaklardan geçiyorlar elleri ceplerinde sırtlarında değirmen taşı sırtlarında çiçeksiz yorgunluk korkuyla ve yarı uyanıkçasına sıkıntılı ağır ve yorgun ayaklarla bir tarih kitabı gibi yatan kaldırım taşlarının altına basa basa ve izlerini koklayarak havanın bak işte dönüyorlar bak işte bak. İnsanoğlundan söz etmeliyiz güneş ısıtmıyor gece dinlendirmiyor mektuplar postadan geri dönüyor beynimizin ortasında mavi çizgili bir dölyatağı saatinin kışkırtan tiktaklarını duyuyorum bitkisel deniz yosunu ve sarmaşık karanlık yükleniyorum yükleniyorum bana mısın demiyor yerinden kımıldamıyor varsın kımıldamasın yerinden kımıldamıyor kımıldamasa da olur insanlar var sonsuz bir ilkyaz gibi belirmede caddelerde bulvarlarda omuz omuza yürüyorlar tozlu yollarda yürüyorlar sığmıyorlar ağaçlar yürüyor kaldırım taşları yürüyor insanlar yürüyor yorgun değiller inançsız değiller korkak hiç değiller “yeter!” diyen sesleri var “Go Home!” diyen sesleri var işte benim en çok sevdiklerim bunlar işte benim en çok sevdiğim delikanlılar işte benim en çok sevdiğim genç kızlar işte çağdaş şiirin yaratıcıları işte gerçek şiirin sanatçıları.
Üç gündür yağmur yağıyor bir duruyor bir başlıyor yağmur yağıyor ve geceler uzun mu uzun on gün sonra en uzun gece olacak ve sonra eklene eklene uzayacak günler oturup bütün geceleri kitap okuyorum kemirgenler üzerine yazılmış kitaplar kötü başlayıp sonu iyi gelen kitaplar anasını görmeye giderken bir çukurda can veren adamı tarlaları ormanların içini anlatan kitabı okuyorum dünyanın dört yanında yaşayan benzersiz dostlarımı denize kavuşan ırmakların gümbürtüsünü karlı dağ doruklarının gerekliliğini bellerine kadar pirinçli çamurda nöbet tutanları renkleri için horlananları başlarından aşağı benzini devirip kibriti çakanları tetiği çekenleri vurulup düşenleri çamurlu çarpık tırnakları doğudaki mağara evleri mayın tarlasında soğuyan tek bacağı “Hudutların Kanunu”nu düşünüyorum “Ancak ölü Vietnamlılar iyidir” diyen askeradamı 500.000’i mahpuslarda üçte biri “Yeni Hayat Köyleri”nde yaşayan ulusu toprağı öldürenleri düşünüyorum yağmur yağıyor oturduğum açık kahve rengi gürgen koltuğu yatağına oturup kitap okuyanları düşünüyorum Ölüp gideceğim bir gün kendime kıyacağım belki de gördüğüm şeylerin beni aşmasına dayanamıyorum havanın suyun toprağın beni aşmasına dayanamıyorum yaşamın hızının beni aşmasına dayanamıyorum kendimi ve benzeyen kim varsa aşağsıyorum yürekli delikanlılardan yiğit genç kızlardan utanıyorum biliyorum ölüp gideceğim bir gün kendimi öldüreceğim belki de ama Türk şiirinde kendine kıymış ozan yok!
Muğla, 12.12.1967
Sf: 170
Alır Kız: –
Ay oğlan ocağı yıkılası
Gel gecelerden bir gece
Göğsümün kumsalına yaslan
Memelerin diri ve beyazdır
Ağzım hoş kokulu bir elma
Kalçalarım hırçın bir taydır
Ay oğlan ay ocağı yıkılası
Gel gecelerden bir gece
Benden gecenin öcünü al!
Alır Oğlan: –
Ey kız ey hoş kokulu elma
Ateş gibi susarım suyun başında
Yemen çöllerinde yanarım
güneş parlar boynunda nar gibi
Tutayım derim tutamam
Ey kız sonsuz kiraz zamanı
Göğün avlusunun ak güvercini
Olsun hele gecelerden bir gece
Gelirim ben bir tohum gibi
Ey kız ey hoş kokulu elma!
Sevdiğim sözcüklerim benim aldanmazlar:
-Umut Tansık Atardamar Yazgı Kalabalık ve Dirim-
yavaş yavaş öğrenirim sanattır hayat
ve dayanamadığım bir dikendir sırtımı dağlayan
belleğin haylaz kurşunu hatırlamam
bazen yuvasını unutur – unutsun da
konacağı dalı yitirse de bazen
dayanamam ben buna kaçarım onurumla
etin yalnızlığını çoğaltan kadınlardan;
kendilerini kapı gıcırtısıyla açarlar
bulamazlar madenini öpüşlerin okşamaların
tahıl tanesinin yüce gönlüne yabancı
bir tabut taşırlar karınlarında
Sonuç
(Sunu yerine)
Eski aşklar kalmadıysa ne çıkar
Nedimgiller ve Orhan Seyfi ne işe yarar
ateşbazlar kuşbazlar cambazlar bizi haylamaz
gecenin kara memelerinden günü sağabiliriz
tekneler yapabiliriz gürgen ağaçlarından
kil karıp çanak çömlek fırınlarız
damıtabiliriz acı yağmur suyunu da
yeter ki damlarımız saçaklarımız olsun
eylül gölgesinde oturacak ceviz ağaçlarımız
yeter ki avlularımız balkonlarımız olsun
binlerce güvercin iner binlerce güvercin kalkar
trenler tam saatlerinde çıkar istasyonlardan
tam zamanında zarar verir Kurtalan’a 225 numaralı katar
karacalar tam saatinde inerler suya
ekinler kaldırılır hasat olur zamanında
üzümler güneş dolu şaraplarımız olur
o zaman uzayıp geçebilir tüm evreni insan
o zaman omuzlar geçerim tüm kapıları
çünkü yürek çığlıktır su gibi donmaz
çünkü yürek türküdür kâğıt gibi yırtılmaz.
Muğla, 26.8.1968
Sf: 173
Tansık
Bir deniz mavisi sürmüş ki memelerinin arasına
insanın azı tuz ve yosun kokusuna bulanıyor
Bir muz soyarmış gibi soyuyorum onu kabuklarından
bir güneş duruyor orda göbeğinin altında sislerin arasında
ve aşağı doğru nefis bir uçurum
çok yükseklerden düşen çavlanın susuzluğu.
Muğla, 11.11.1968
Sf: 174
Bir Sürekli İlkyaz
Hiç balkonum olmadı benim
ah bir balkonum olsaydı benim
geniş kapısından geceleri
portakal limon ve yasemin kokuları giren
ve bembeyaz hışırtılı yatak çarşaflarım
hiç olmadı benim… bir gün bile…
ah neden balkonum olmadı benim.
Bir hançer gibiyim kendi etime!
Hiç balkonum olmadı benim
yaz sonlarında bir akşam
kaçak gövdeme bir sığınak olan
zeytin dalları ve yüksek otlara bakan
saksılar ve sarmaşıklarla çevrili
boynumun terlediği küçük bir yer.
Bir hançer gibiyim kendi etime!
Çocuklar türküsünü söylüyorlar şimdi
bey oğluna varan mutsuz gelinin
doğduğum kentin esmer çocukları
kadınlar güvercin bileklerini sokuyorlar suya
doğduğum kentin güneş kokulu kadınları
temmuzun en tozlu bir saatinde
genzimde bir şarap tortusu. Hatırlıyorum!
Hiç balkonum olmadı benim.
Bir hançer gibiyim kendi etime!
Ellerimde soylu köklerin titreşimi var
uyumak istiyorum bembeyaz hışırtılı bir çarşafta
çamların zeytin ağaçlarının sabırlı uykusunu
portakal ve limonların alkol uykusunu
gemilerin gemicilerin yorgun uykusunu
köylülerin acı buruk uykusunu
uyanıklığın sonsuz uykusunu uyumak istiyorum
ve kendi uyanıklığımı yaşamak
önü küçük bir balkonda.
Ama hiç balkonum olmadı benim. Hatırlıyorum!
Ah neden bir balkonum yok benim!
Sevgilim var, yorgun… Ben yorgunum…
Bir hançer gibiyim kendi etime.
Muğla, 1.12.1968
Sf: 225
Marmaris
Arı kovanının kırmızı yarası
dalından kopartılmış elmanın kıpırtısı
uykusuz bir ressamın boyadığı deniz
bir erkek çocuğun bilyasındaki mavı
bir kız çocuğunun saçlarının şaşmaz yeşili
bir kadın uyanışının turuncu pırıltısı
su gibi akıp giden yüreğim
yani ürkütülmüş geyik sürüsü.
Gölgesine egemen olamayan dağ
doldurur denizin mavi beynini
ve ıslak gövdesinin tuzu çizgilerini.
Güneşin silahları yanıtlar onu
eleştirir ve över usta diliyle.
Otelin arkasında (Karaaslan Oteli)
bir çınar vardır yapraklarını dökmez
karayeli imbatı ve lodosu biriktirir
ilkbahar yaz sonbahar kış
bazen salıverir dar sokaklarına denizin
karayeli imbatı ve lodosu
ilkbahar yaz sonbahar kış
otelin arkasında (Karaaslan Oteli)
sıralanmış dört masa yirmi sandalye
saat yedide durdurur günü saatini.
Balıklar!
Orfoz Vlahoz (beyaz ve siyah) Trança
İnsanlar!
Türk Fransız İngiliz bazen Jamaikalı
Arkadaşlar
İşsiz Mesut Antikacı Ömer Halıcı Salih
Yale mezunu Mustafa Kazanova İlhan
ve ben!
erken sokakların kuyumcusu.
Deniz camgöbeği mavisini getirir
ama unutmaz lodos yosunlarını
Dağ koylarını getirir
dorukların serin bulutlara değdiği yeri
ama unutmaz kılıcını tozu yolların
ama unutmaz puslu tan boğasını
Mavi unutmaz pullu denizini
Kadırga Fener’inden Akdeniz’e açılan
Yeşil unutmaz Günnük Ormanı’nı
sarkar cuma günlerine
ve loş kiliselere
ben de unutmam
ve her sabah beşte uyanırım
ertelenmiş bir çocuklukla.
Her sabah Marmaris
karşısında dile gelmez denizin
vazgeçilmez bir aşk
önlemez bir öfke gibi
bu yorumlanmayan
değiştirilen dünyada.
Muğla, 23.8.1969
Sf: 231
Karşıyazgı
Böyle yazılır işte karşıyazgı
koparıp atacaksın o büyüyü güzel boynundan
yerine yıldız ve çiçeklerden bir kolye takacaksın.
İşte böyle yazılır karşıyazgı
paydos düdükleri çalarken işyerlerinde
rıhtımda tütün ve pamukla boğuşurken işçiler
gün pörsür gece yıkılır gece kırışırken
sarkarken etli gergedanları kadınların
gökteki güzel ayı
menekşeleri gülleri ve ardıçkuşunu
içtiğin ilk sigarayı ilk yudum rakıyı
ilk tuttuğun sıcak kız elini
ilk öptüğün nemli dudağı
insanın yenilmez güzelliğini
ve insanın yenilmezliğini düşüneceksin.
Böyle yazılır işte karşıyazgı
ekmek sadece ekmek değildir
su da sadece su değildir
şarap bardağının dibindeki tortu
dilde bıraktığı doyumsuz burukluk
ufkun ucundaki ikinci tan vakti
sarının pembeye dönüşmesi
pembenin taze kan rengine bürünmesi
bir gün yirmi dört saat ettiğinden değildir
kavakların yaprak dökümünden de değildir.
Böyle yazılır işte karşıyazgı
omuzunda güneş toz ve ter yüklü
açlık tükrük ve acılık ağızında
içinde bir şeyler kımıldıyorsa
iç suların derinden derine kararıyorsa
lodosun bir tokat gibi patlıyorsa tedirgin kıyılarda
içinde bir şeyler konuşuyorsa bir başka dilde
dudakların bir şarkı ıslıklıyorsa
bil ki karılmaz insanın hamuru artık
katı acılardan, acı sudan ve killi topraktan.
Böyle yazılır işte karşıyazgı
yalnızlığı umutla adlandırarak.
Muğla, 5.10.1969
Sf: 238
Dönüşüm
Türkiye’nin dağları, diyorum,
eşkıyalar ve geyik sürüleri.
Sonbaharın batışına bakıyorum.
Türkiye’nin ovaları, diyorum,
yitik düş, samanyolu, göksel patika.
Günün doğuşunu kokluyorum.
Türkiye’nin gölleri, diyorum,
bir step kentinin sokaklarından.
Ölü suları düşünüyorum.
Türkiye’nin ırmakları, diyorum,
yirmi dört mart, saat beş, sabahın beşiğinde.
Çaydanlıkta fokurdayan su.
Türkiye’nin denizleri, diyorum,
boğa kılığında Marmara, yazıcı Ege,
Akdeniz! bengi limonluğu ilk yazın.
Türkiye’nin gökleri, diyorum,
gül karanfil oluyor, karanfil elma,
huşlar yuva yapıyor saçlarıma.
Türkiye’nin kadınları, diyorum,
beyaz odamın duvarlarından.
Gövdem ne güzel alışmıştı kanamaya.
Türkiye’nin erkekleri, diyorum,
kar kuyusunun katı hüznü,
kanamaya alışmış gövde.
Türkiye’nin çocukları, diyorum,
portakal kokan ağız, ıslak duvar,
büyüyüp anne ve asker olacaklar.
Türkiye! Anacığım, diyorum,
sevgili kiraz zamanı!
Çıt yok, yollar tozlu, kavaklar sarı.
Türkiye! Babam Türkiye, diyorum,
kesik el, parçalanmış diz, kanayan omuz,
biriken ses alanlarda, bulvarlarda.
Türkiye! Sevgilim, bir tanem, diyorum,
binlerce kuş havalanıyor yüreğimde,
ayaklarım yürüyor binlerce ayakla.
Ankara, 24.3.1970
Sf: 224
“Ama dost bir el de mi yok! Nereye tutunmalı?”
Arthur Rimbaud
Sf: 258
İnsan Hoşnut Değildir Yeryüzünden Onu, Eylemiyle Değiştirmeye Karar Verir- Ama Onu Değiştirirken Kendisi de Değişir
İnsanın geleceğidir tarih coğrafya kitapları
sevgilimin geleceği yüze çarpan yaz sıcaklığıdır
işte, çiçektozları içinde yürüyorum tek başıma
işte, çiçektozları içinde üstümüz başımız
bana “sakın yeli kavramaya çalışma” diyorlar
işte ben yeli kavramaya çalışıyorum.
İki güvercin göğü geçiyor çarpışmadan
ter ve tebeşir kokan iki öğrenci
bir aşk ve bir çocuk yeter, diyorum, kendime ve sana
gölge ekip kiraz toplayamazsın
ezen bir sessizlik var, orası doğru,
ama hayatımız mutsuzluğun öte yakasında.
Ankara, 19.1.1977
Sf: 260
Şubat Ayında Ankara’da Yazılan Bir Şiir Bu yıl erken bastırdı kış; Yağmur yağıyor, yağmur yağdıkça seviyorum seni, kar yağıyor, kar yağdıkça seviyorum seni, karaya vurdukça, sular dondukça üşüdükçe, birşeyler yitirdikçe, umudum kırıldıkça çıkmaza girdikçe yaşam, yüreğim sıkıştıkça, sen değiştikçe daha çok seviyorum seni; Donmuş suda çelik tadı var ağzımda eski tütün ve buruk çay tadı her sabah yaya geçiyorum bütün Ankara’yı kömür ve kükürt kokuları arasında her akşam yaya geçiyorum bütün Ankara’yı okuyarak bildirilerini direnen öğrencilerin bakarak yırtık afişlere, şarkıcı resimlerine, nereye gitsem içimde bir geç kalmışlık duygusu gideceğim yere ne zaman, nerede ve nasıl bilmiyorum, ama birden yaşamın korkunç bir hızla değişimini düşünüyorum ve ikimizin aynı kişiler olamayacağımızı yarın; Bu yıl erken bastıran kışı yaşıyoruz sanki olumlu kahramanlarıyız kötü bir romanın yeni bir dilin sözdizimine çalışıyoruz gökyüzünü verip yüzünü alıyorum görüntünü verip acıları siliyorum yüzünü koyuyorum umutsuzluğun yerine: Usumda sesinin ve gövdenin usumda sesinin ve gövdenin görkemli atlası!
Ankara, 11.2.1977
Sf: 273
“Başka diyarlara, başka denizlere giderim,” dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
-Konstantinos Kavafis
Sf: 275
Ben Mersin’e Gittiğim Zaman
Dönersem Mersin’e kışın giderim
yanımda kitaplar sevdiğim ozanlardan.
Dönersem Mersin’e yazın giderim
buğday tanesi yere düştüğü zaman
yanımda “istersen burada kal” diyen biri
arkamda kumru ve havuz sesleri.
Ben Mersin’e gittiğim zaman
kış sen de gel benimle
bir yol aç bana geniş ve uzun
kara servilerden portakal çiçeklerinden.
Ben Mersin’e gittiğim zaman
sen de gel yaz benimle
denizin pencerelerini göster
balıkların adını yazdır bana.
Ben Mersin’e gittiğim zaman
bir portakal fidanım olacak
üzerinden kuşlar uçacak her sabah
bazan bulutlar geçecek dağlara
bir de bir badem ağacım olacak.
Ben Mersin’e gittiğim zaman
yüreğimden geçecek samanyolu.
Ankara, 9.2.1977
Sf: 289
Nadejda Mandelstam’ın Ossip Mandelstan’a Son Mektubu
Yerine varamayan bir mektup
iki yaprak samanlı kâğıda yazılmış
belki de bir rüzgâra, uykunun sınırlarında
milyonlarca kadının Türk, Fransız, Rus, Alman,
kocalarına oğullarına kardeşlerine babalarına
yazdıkları milyonlarca mektuplardan.
Gönderilemedi ama bu mektup
iki yaprak samanlı kâğıda yazılan
tam otuz yıl bekledi
bir sandık köşesinde
arasında öteki kâğıtların
şimdi yer alıyor son sayfalarında
Nadejda imzalı bir kitabın:
(22 Ekim 1938)
(“Ossia, sevgilim, uzak dostum benim!
sözcükler uçup gidiyor, sevgilim,
yazarken belki de hiç okumayacağın bu mektubu,
ama ben boşluğa postalayacağım gene de onu.
Hatırlıyor musun Ossia çocuk hayatımızı
nasıl da mutluyduk, sen ve ben!
Kavgalarımız, oyunlarımız ve aşkımızla!
Şimdi gökyüzüne bakmıyorum artık,
bir bulut görsem gösterecek kimim var?
Hatırlıyor musun Ossia, o kara ekmeği,
katıksız yediğimiz,
nasıl da güzeldi, bir mucize;
Ve son kışımız Voronej’de,
mutlu yoksulluğumuzu ve şiirimizi?
Hayat uzun Ossia, sevgilim!
Sonsuz uzun ve güç, engebeli,
tek başına ölmek,
yalnız ölmek.
Her gece düşüme giriyorsun,
ne olduğunu soruyorum sana,
cevap vermiyorsun.
Son düşüm de şu:
Yiyecek alıyormuşum kirli bir dükkândan,
çevremde karanlık yüzler, yabancılar,
parayı verip yiyecekleri alıyorum
ama birden anlıyorum ki
dayanılmaz bir acıyla,
götürecek bir yerim yok bunları
çünkü sen yoksun
ve bilemiyorum artık nerede olduğunu.
Neredesin Ossia?
Uyanınca,
“Ossia öldü,” dedim, Şura’ya,
bilemiyorum hayatta mısın hâlâ
ama o günden sonra yitirdim izini
bilmem ki duyacak mısın beni?
Bir bilsen seni ne çok sevdiğimi,
yeteri kadar vaktim olmadı, biliyorum,
seni nasıl sevdiğimi söylemeye
sadece ‘sen’ diyorum,
hep yanımdasın, bir gömlek gibi,
hep yabanıl ve katı olan benim yanımda
doğru dürüst ağlayamayan benim yanımda
şimdi bak, ağlıyorum, ağlıyorum ,ağlıyorum…
Benim, Nadia, sen neredesin? Elveda Nadia.”
1943 yılında öldü Ossip Mandelstam
sürgünde, Sibirya’da
okuyamadan Nadia’nın bu mektubunu.
Çoktan silinmişti zaten
telefon rehberinden
adı, adresi ve numarası
ve yeri yoktu hiçbir kitapta.
Seviyorsanız eğer geç kalmayın sakın aşkınızı söylemeye!..
Telgraf çekin, telefon edin, mektup yazın,
uçaklara, trenlere, tüm taşıtlara binin,
koşun, arayın, bulun, haber gönderin, birine anlatın,
duvara yazın, ağaçlara kazıyın,
yani deneyin bütün olanakları,
hiç olmazsa iki yaprak samanlı kâğıda yazın,
yaptığı gibi Nadejda Mandelstam’ın
ama sakın geç kalmayın aşkınızı söylemeye!…
Ankara, 25.1.1978
Sf: 292
Jorge Semprun’un “Ölüme Yolculuk” Adlı Romanından Bir Alıntı
Federico Sanchez’e
Nedim Gürsel’e
Issızdı bomboştu
ilkyaz güneşinde
yoklama alanı,
durup
kalbinin atışını
dinledin
kaç yıldır
hiç böyle
bomboş görmemiştin,
gerçekten
görmek denilemezdi
daha önce baktıklarına.
Bir ezgi duyuluyordu
karşı barakalardan birinden
incecik bir ezgi
ve rüzgâr
dikenli tellerin ötesinde,
uzakta
gürgenlerin arasından
geçip gelen
işte o rüzgâr
ve yüksek ağaçlar
ne nisan güneşi.
Karşında duruyordu işte dünya
ve o sürekli görüntü
yaşamın bir parçası olan
yıllar boyunca,
işte sen
ilk kez
gerçekten görüyordun
daha
düne kadar
bütün yaşamının
indirgendiği manzarayı,
ama şimdi
sanki
öte yanındaydın aynanın
ve dışarıdan bakıyordun
zulmüne cellâtların.
Bu ezgidir
düne kadar süren yaşamını
bugüne bağlayan,
çünkü
bir akordeondan
bu ince ezgiyi,
uçsuz bucaksız
bir ovadan sallanan
buğday başaklarının,
karlar arasında boy veren
sarı sünbülün,
kayın ağaçlarının
içinden geçen
rüzgârın
bu içli ürpertisini
ve buruk kederini
katı günlerin,
bir tutsak
çıkarabilir
ancak.
Seni okuyorum Jorge Semprun
Ankara’daydım,
seni okuyorum
Federico Sanchez
satırların arasında,
Ankara yalnız ve buz gibi
tıpkı senin yoklama alanın
ülkemde
otuzların İspanya sıkıntısı
bildiğin sesler, kokular
yine boğazlanmış anılar
tarih kitaplarında,
kanayan bir gülün vasiyeti
umudumuzda.
Kar yağıyor camlara kaç gündür
parklar ve geceler bembeyaz,
kalbimin atışlarını dinliyorum.
Ankara, 5.3.1978
Sf: 320
Kuşadası’na Ağıt
Hiçbir anısı yok
yaşadığına tanıklık edecek
yalnayak yürüseydi keşke
bugüne gelseydi.
Kim sürmüş bunca rengi
birbirini kirleten,
kim boyamış gözlerini,
kim taramış saçlarını böyle?
Şirin bir kasabaydı, kızıydı
basma, pazen ve kına severdi,
ah! demir ve beton şimdi,
kaşarlanmış bir yosma.
Tavşanburnu, 15.9.1978
Sf: 328
Evren Yorumcusu
Atlayarak çiz dünyayı,
gerçekler söylenmeyen alanlarda kalsın,
yani gerçekleri söyle, sadece onları;
Bana sorarsan -ki sormasan da olur-,
yüreğindedir yaşamın bütün ipuçları.
Bodrum, 19.6.1979
1940’larda Bir Doğum Günü
Firketeyle tahta kurusu arıyor
duvarda annem,
babam evde yok, cibinlik altında bir gölge,
cebimde kuş üzümü, simit kırıntıları, susamlar,
yıkanmış saçlarım rüzgârlar dolu;
yıkık bir çocukluğun tortuları bunlar.
Böyle bir yaz işte, böyle bir ağustos
bir şeyin bitip bir şeyin yeniden başladığı.
Başka şeyler de var, küçük ayrıntılar:
gaz tenekesinde büyütülmüş karanfiller, fullar,
küçük bir turunç fidanı bir de.
Dişim ağrıyor, kulaklarım zonkluyor,
gece kuşları uçuyor göç ateşlerinin üzerinde.
Bir savaş alanındayım,
ne yapacağını bilmiyor küçük gövdem.
Ankara, 23.7.1979
Sf: 330
Yeni Bir Öğrencilik
Şarkı söylüyor çalışırken duvarcılar
ama sesleri yankılanmıyor duvarlarında
ama bilmiyorlar ne işe yarayacak
ördükleri odalar.
Sabah. Sabahın onu. Giderek
bir dolap beygiri donuna giriyor güneş.
Sırtım denize dönük,
balık pulları ayıklıyorum sakallı yüzümde.
Birşeyler öğreniyorum ben de
baktıkça taş duvarlarına duvarcıların
baktıkça yelesine suskun denizin
birşeyler öğreniyorum ben de:
Sadece
su ve topraktan yaratılmıştır insan,
ve yaşlı insanlar var
çocuklarımızın gözlerinde.
Bodrum, 10.8.1979
Sf: 335
Bir Anırmanın Anatomisi
Nasıl sokmalı bir eşek anırmasını bir şiire,
neyi simgeler bu ölçü tanımaz, bu kalıpsız ses,
mutluluğu mu, acıyı mı, neyi?
Arıcıllar döner havada, yaklaşan güzdür;
leylek gölgeleriyle ısınır ayaklarımız, sırtımız.
Bülbül ve kanaryayı dizelerde bırakıp
bir martı sesi gezdiriyorum denizin yüzeyinde,
su gölgesinde bir üç direkli teknenin.
Nedir bu eşeğin anırması, neyi simgeler?
Bir incir ağacının gübre kokan sıcak gövdesidir,
bozkırda tek başına bir ağacın kederli sözleridir,
insanca bir şeydir: eve dönüştür: Akdenizdir.
Sakızlıkoy, 20.8.1979
Sf: 336
Boğaza Düğümlenen
Akşamsefaları açıyor yavaşça,
balkonda rakı içiyor baba;
rakı mı yoksa başka bir şey mi rakıdan?
(Yaşatsalardı bu yaz yirmisinde olacaktı.)
Sabunlu elini önlüğüne sildi anne,
gizlice, suç işlemiş gibi,
yürüdü parmak uçlarına basa basa;
karanlık, nemli, kapatılmış, yasak oda.
(Yaşatsalardı bu yaz yirmisinde olacaktı.)
-Korkma aç!
oradadır patikleri, zıbınları, önlüğü,
oradadır ceviz sandıkta,
ter kokan kazağı ile kanlı gömleği.
Sakızlıkoy, 22.8.1979
Sf: 337
Bir Öğretmenin Ölümü
Ziya Arıkan’ın ardından
Nedir bir öğretmenin ölümü bir yetişkin insanın yaşamında?
Biraz da kendi ölümüdür; insanın bir yanı ölüp gider,
tanıksız kalmıştır çünkü, bir belge yok olmuştur.
Ağlarız, bir ölüme, o ölüm kadar ölümsüzlüğüne
inandığımız şeylere;
dağınık, düğümlü bir çocukluğa, bir çıkık omuza, bir parçalanmış dize;
sulanmış sokaklardan geçersin eski bir müzik çalınır;
saçları yıkanmış bir kadın başı uzanır pencereden;
tahta merdivenlerde mantarlının topukları yankılanır;
birinin gözü kör olur, ünlü bir satıra saygı göstermedi diye;
geçersin kapı önlerinden, artık adından başka bir şey kalmamış Zeytinlibahçe’den;
ağla ozan! bir çocukluk yaşamadın, yaşadın diye kim tanıklık edecek?
geçen yıl elektrik tellerine takılıp orada kalmış.
Santorini-Paros arası, 25.8.1978
Sf: 350
Sallanan Bir Denizde
Sallanan bir denizde, yabancı sesler arasında,
sesler yabancı ama yüzlerin tanıdık hepsi;
bir ad bulabilirdin bunlara kendi dilinde, sıfatlar,benzetmeler;
dilini yüzlerinde denerdin, dillerinde denerdin;
hatırla bir, dün gece “bilmiyordum” diyen sesi Santorini’de,
Çeşme’den Sakız’a ana rahmine geçmişti,
bir başkası daha üçüncü bile değildi kırk bir soğuklarını Meriç’ten Edirne’ye taşırken;
ne söyledi sana “bilmiyorum” sesi Akdeniz’in başladığı yerde bu çorak adada.
Çevren kayalardı, bir onlardı, seninle yaşıt lâvlardan oluşan,
ne dedi sana o göçmen ses dostça tınısıyla yüreğin burulurken,
yıkık damları düşünmedin mi ayçiçekleri arasında, Batı Trakya’nın şişmanlayan kadınlarını?
Çevrende yüzler daha belirgin çilelerle arayıp
bulduğun bu aynalı denizden,
ülkenden getirdiğin yüzler, acının yüzü, ölümün yüzü, bir yüzden çok daha fazlasına benzeyen şeyler, kurtulamadığın, kurtulmak istemediğin, adadan adaya, bir denizden ötekine taşıdıkların:
bir ses, bir bakış, bir soluk, bir duruş, ama barışsız!
Yeni bir evren yok sana, ne bir ses, ne bir deniz, ne de bir kent,-
İskenderiyeli yaşlı ozanın yazdığı gibi benzersiz şiirinde,-
sırtında, yüreğinde taşıdıklarından başka, bu kâğıda koyduklarından başka,
ama neden açtın radyoyu bu yabancı sesler arasında, neden haberleri dinlemek istedin,
çarpıntılar içinde, hep senin olan, sana ait bir şeyi.
Bir gemidesin işte tartışmasız, Santorini’den Paros’a doğru,
nedir bu gemi senin beyin hücrelerinden başka?
sallanan, yalpalayan, dalga yiyen ama durulmak isteyen,
kemerli beyaz evler, aşağılara doğru mısır tarlaları,
dikenli incirler, ılgınlar, tek bir ışık, tek bir defne,
bir kuş sesi, suya düşen su damlalarının tınısı,
ve en önemlisi ağustosun kendi sesi, uyutmayan.
Betimlemeler bütün bunlar, gözlemler, belki bir şiir için notlar;
yarın gece tekrarlanacak şeyler bir dakika geç, bir dakika erken,
duymasan da, görmesen de, açmasan da balkon kapısını,
uyusan, uyanmasan, bir teknede olsan ya da başka adada,
bir başka yer de vardır kuşkusuz aynı görkemli uyanış,
tutabilirsen bir eş zamanda uykunu, kulağını, gözünü ve uykusuzluğunu.
Bu yüzden bir gezi notları bunlar, bir güne başlamanın notları,
küçük gözlemler, betimlemeler, yanıp sönen duyarlıklar,
sokamazsan eğer penceredeki dikdörtgen görüntüye, evet tam oraya,
sürekli zeytinlerle tozlu yapraklarını incir ağaçlarının.
Şiir denen şey incir sütünün soluk kesen kokusuyla başlayabilir;
yeni sana bağımlı bir şey, burnuna, o kokuyu almana, çoğaltmana,
ve doğduğun kenti bir horoz sesinde buraya taşımana:
birşeyler olur belki, belki bir şiir başlayabilir bu sırada.
Paros Adası, 27.8.1978
Sf: 353
Gözlem
Denize entariyle giriyor Messi’de kadınlar,
durmadan şişmanlıyor ve takıları seviyorlar.
Gece yarısına kadar uyumadı bir sıcak boşlukta,
sonra kalktı, yavaş yavaş çıkardı giysilerini,
çırılçıplak yürüdü denize
kumsalda terli izler bırakarak.
Paros, 27.8.1978
Sf: 356
Uyuyorsun
Ülker’e
Dizlerin görünüyor, ağzın açık biraz,
kolların öyle ki, kucaklıyorsun dağları, denizi,
inip kalkıyor karnın soluk aldıkça: yaşıyorsun,
yetmiyor sevgim uyandırmaya seni.
Uyanacaksın az sonra, birden ya da yavaşça,
anlayacağız bunu (nereden mi? sorma, bilemem)
ben, kabaran toprak ve göğün emdiği deniz.
Karrlovassi, Sisam, 1.9.1978
Syntagma Alanında
Evimde seviyorum pazarları, ne hapishanede, ne de sevilen bir kentte,
Önemden iri memeli kuzey kızları geçiyor güneşli bir alanda,
ısınmak isteyen yaşlılar, budala gezginler.
Böyle kimliksiz bir pazar günü terliyorum yalnızlıktan.
Yarın ilk kez bir kitabım yayınlanıyor yabancı bir dilde,
üstelik salı günü de 1 Mayıs. Ama ben
geberebilirim mutluluk ve yalnızlıktan.
Atina, 29.4.1979
Sf: 357
Çifte Kavrulmuş
Hiçbir kentte bir gezgin gibi yaşamadım,
bakmadım taş yapılara, düş kalıntılarına,
görmek istedim tarihini alınyazılarının,
bu yüzden gözlerim doldu ölümlerle, yangınlarla.
Hiçbir kentte bir gezgin gibi yürümedim,
tepeden tırnağa bir imge delisi halinde,
bu yüzden tökezlendi her adımda ayaklarım,
her tümsekte toplu mezarlara düştüm,
birlikte yaşadım bir bilinmez tarihi,
bir öyküden başka öyküler yarattım kendime.
Hiçbir kentte bir gezgin gibi yaşamadım,
baş kaldırdım kentlerin gizli yasasına,
işte böyle ödedim bedelini kılı kırk yarmanın.
Atina, 1.5.1979
Sf: 361
Karıma I
Gene bir adadayım sevgilim,
anlıyorum ki senin soluğun esiyor
Paros’tan bu taraflara.
Kınayacak beni yine usta ozanlar,
biliyorum, bu amansız bilge sarraflar,
böyle şeyler yazıyorum diye durmadan,
oysa ben seni ve ülkemi yazıyorum.
Uzakta;
seni damıtıyorum zakkum çiçeklerinden,
oğlum geçiyor tay adımlarıyla taş sokaklardan,
ülkemi seviyorum, bayrağımı seviyorum,
bir evren tutsağıyım,
ama kendi dilim var, onunla yazıyorum.
Sf: 362
Karıma II
Güzel bir dize için
bir kolunu verebilir, diyor,
senin de tanıdığın bir ozan,
insan artık sayıyorsa kırkını.
Ben:
senin ve oğlumun dışında
her şeyimi verebilirim tek bir dize için,
çünkü sizinle her şeye başlayabilirim tekrar.
Karıma III
Rüzgârı kokluyorum, senin kokun,
biraz önce o deniz de sendin,
bir kedi geçiyordu senin salınışınla.
Masamda boş yerin engin saçlarını tarıyor.
Hydra, 5.5.1979
Sf: 363
Gelgitler
Bir kuş yatıyor taş avluda,
kanadlarında kurumuş çamur.
Damarlar atıyor: kanın gelgitleri,
televizyondan maç sesi geliyor,
komşu bahçede çıtırtısı yanan otların.
Zamanın sesi bu:
renkli gözlüklerle bakışan iki insan.
Hydra, 6.5.1979
Düello
Bir sokağa karşı tek başıma,
karşımda yalnız bir kulağını gösteren deniz,
burada oturmuşum,
yüzümde yıkandıkça çıkmayan keder:
Ölüyorum.
Hydra, 6.5.1979
Sf: 366
İrdeleme
Her şey bana altmış yıl öncesini anımsatıyor:
-neden gelmişlerdi, nasıl gittiler?
-onlar neyi unutmamışlardı çağlar boyunca?-
unutmayanlar var bizde de burada da.
Çanlar çalıyor, güzel bir kız bakıyor bana,
bir acıyı, bir yanlışlığı yaşıyorum burada,
hele “iyi Türkler de vardır” dedikleri zaman.
Sormak gerek onlara:
“nedir iyi Türk olmak” ya da,
“iyi bilmem ne olmak?”
Bence,
horozların sabah sesiyle uyanmak,
uzatılan dost eli sevgiyle sıkmak
ve düşünememek, dondurmamak geçmişi
bir saat kulesi halinde,
ama unutmak,
unutturmayan gölgesini bellek sarkıtlarının.
Hydra, 8.5.1979 Doktrin: “Bir taş alıp denize atıyorsun, budalalık, deniz taşı yutuyor, fiziğin yasası bu, sen gidip çıkarmadıkça orada kalacak; ama denesen de bulamazsın yerini, çıkartamazsın.” – Özdemir İnce