Giriş
“Türkiye İslam’ın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Gel gelelim Atatürk‟ün Türkiye’yi net bir şekil de laik bir toplum olarak tanımlaması, Türk Cumhuriyetinin bu rolü Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralmasını önlemiştir. Türkiye anayasadaki laiklik ilkesine bağlılığından ötürü OİC’ni kurucu üyesi bile olamamıştır. Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslam’ın liderliğine soyunma olasılığı yoktur. (…) Atatürk‟ün mirasını, Rusya‟nın Lenin‟in mirasını reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. (…) Böyle bir hamle aynı zamanda Atatürk kalibresinde bir lideri, (…) gerekli siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış olan bir lideri gerektirir.”
Sf: 21
Tarihe bakışımız siyasi görüşlerimizi doğrudan biçimlendirir.
Atatürk Devrimi’nin neredeyse bütün kazanmalarına ilk darbeyi vuran Adnan Menderes, siyasi rakibi İsmet İnönü’ye karşı kullanmak için, içi boş bir “Atatürk kültü” oluşturmak istemiştir. Bunun için Türkiye’nin her yanım Atatürk heykelleriyle donatmış, paralara yeniden Atatürk fotoğraflarını koymuş (oysaki yasaya göre paralara kim cumhurbaşkanı olursa onun fotoğrafı konulacaktı), yetmemiş Ticani Tarikatı’nın Atatürk heykellerine yaptığı saldırıları bahane ederek Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkarmıştır. Gerçeklerden habersiz biri, Menderes’in bu çalışmalarına bakarak onu gerçek bir Atatürkçü sanabilir, ancak DP dönemi hakkında az çok bilgi sahibi olan herkes bilir ki Menderes, Atatürk Devrimi’ne en büyük darbeyi vurmuş birkaç siyasetçiden biridir. Örneğin Menderes, her şeyden önce emperyalizmi dize getiren Atatürk’ün “tambağımsızlık” politikasını tümden terk ederek Türkiye’yi ABD’ye “tambağımlı” hale getirmiş ve laikliği hiçe sayarak dini siyasete alet etmiştir.
Öğrencilik yılları 1980 sonrasına denk gelenlerin kabul edecekleri gibi, ilkokuldan üniversiteye kadar adını en çok duyduğumuz Atatürk hakkında okulda anlatılanlar içi boş hamasetin gölgesinde kalan işe yaramaz bilgi kırıntılarıdır.
Örneğin okulda, Atatürk’ün karga kovaladığını bilirdik ama 5000’e yakın kitap okuduğunu bilmezdik. Laikliğini az çok bilirdik, ama Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci Yunanlılarca yıkılan, ahır yapılan yüzlerce camiyi tamir ettirdiğini bilmezdik. İçki içtiğini duyardık da. Kur’an’ın ilk gerçek tefsir ve tercümesini yaptırmak için verdiği mücadeleyi hiç duymamıştık. Devrimlerini ezberlerdik tarih sırasına göre ama o devrimlerin ardındaki tarihi, kültürel, sosyal, bilimsel, hatta dinsel gerekçelerden haberimiz yoktu. Örneğin halifeliği “dinin bir gereği” diye anlattıklarından halifeliğin kaldırılmasının “dine aykırı” olduğunu düşünürdük! Harf Devrimi’ni bilirdik de Latin harfleri diye bildiğimiz o harflerin aslında Göktürk Etrüsk kökenli harfler olduğunu, dahası bu devrim yasasının adının “Latin Harflerinin Kabulü değil “Yeni Türk Harflerinin Kabulü” olduğunu bile bilmezdik.Nereden bilebilirdik yıllar sonra birilerinin, “Atatürk Latin harflerini kabul etti, bir gecede cahil kaldık!”,“Dedemizin mezar taşını okuyamıyoruz/” deyip gerçeği çarpıtacağını. Yıllarca “beyin fesadına” uğratıldığımız için olsa gerek, bu yalancılara şöyle diyemezdik: “Sanki Harf Devrimi’nden önce Osmanlı çok kültürlüydü! Sanki Osmanlıda okuma yazma oranı yüzde 90 civarındaydı! Asıl Harf D evriminden önce cehalet vardı. İnsanlar Harf Devrimi sayesinde okuryazar oldu. İnsanlar yeni harflerin kabul edilmesinden önce Arap harfleri varken dedelerinin mezar taşını okuyamıyordu, çünkü toplumun yüzde 92’i kadın Arap harfleriyle Osmanlıca da okuyup yazamıyordum Türklüğün canına okuyan Osmanlı’nın Türklüğe hizmet ettiğini sanırdık da, Türklüğü kurtaran Atatürk’ün Türk tarihi ve Türk dili konusundaki çalışmalarını bilmezdik. Tarih ve Dil Kurultaylarında neler konuşulduğunu, bu kurultaylara kimlerin katıldığını, Türk Tarih ve Dil Tezlerini bilmezdik, ama Güneş Dil Teorisi’yle alay edildiğine tanık olurduk. Onun da ne olduğunu tam olarak bilmezdik ya! Atatürk’ün“millet” tanımından da habersizdik. Olur olmaz her şeyi ezberlemek zorunda bırakıldığımız bir ortamda, kimse bize Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımını ezberletmemişti. 1921, 1924 Anayasalarının iki üç maddesini ezbere bilirdik de, 1924 Anayasası’nın 88. maddesini, oradaki “din” ve “ırk”farkı gözetilmeksizin bütün Türkiye halkına Türk denildiğini hiç duymamıştık. Yıllar sonra birileri Atatürk’e “ırkçı”, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine “faşizan” dediğinde bu iddialara yanıt veremeyelim diye bu gerçekleri saklamışlardı sanki bizden!
Sf: 32
Atatürk’ün aslında “dinsiz” olduğu, Cumhuriyet döneminde Müslümanlara büyük baskılar yapıldığı, Şapka Kanunu sonrasında şapka takmayan hacıların, hocaların asıldığı, Atatürk’ün diktatör olduğu, Vahdettin’in hain değil kahraman olduğu, Kurtuluş Savaşı’nın önemsiz olduğu, Cumhuriyet’in Dersim’de katliam yaptığı, Harf Devrimi’nin Türkiye’yi geçmişinden kopardığı, Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün camileri ahır ve tuvalet yaptığı, gereksiz yere sattığı, Atatürk’ün Tarih ve Dil Tezlerinin uydurma, antropoloji çalışmalarının “ırkçılık” olduğu gibi yüzlerce tarih tezi ortalara saçılmıştı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonraki Soğuk Savaş döneminde ABD, en büyük rakibi Komünist Rusya’ya karşı hep “din” silahını kullanmıştır. ABD, 1945’ten itibaren Sovyet Rusya’yı çevresindeki Müslüman ülkelerle kuşatmak istemiştir. Afganistan, İran ve Türkiye bu bakımdan ABD’nin doğrudan etkisi altındaki İslam ülkeleridir. ABD, bu ülkelerde radikal İslami hareketleri desteklemiş, bu ülkelerde dini referanslı siyasi oluşumların iktidar olması için çaba harcamış ve hatta bu ülkelere yardım ederken de “din şartını” öne sürmüştür. ABD’nin bu “din eksenli”,“İslam merkezli” politikasının bilinen adı “Yeşil Kuşak Projesi”dir.
1979 İran İslam Devrimi’ni destekleyen ABD, aynı yıl daha Sovyetler Afganistan’ı işgal etmeden önce Afganistan’da radikal İslamcı Taliban’ın gelişimine bizzat destek olmuştur. Örneğin ABD Başkanı Carter’in Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, Afganistan’daki İslamcı mücahitleri silahlandırmıştır. Brzezinski, Amerikan silahlarını bizzat kendi elleriyle Usame Bin Ladin’e teslim etmiş, hatta bununla da yetinmeyerek silahların nasıl kullanılacağını Ladin’e bizzat göstermiştir.
Atatürkçülüğü, ulusçuluğu, bilimgüder (laik) yönetim biçimini, devletçiliği bırakıp dingüder bir yönetime dönüşmezseniz, size yardım edemeyiz, ”demiştir. İnönü de bu doğrultuda bir “din açılımı” gerçekleştirmiştir.
Ortadoğu Uzmanı Alman Kurt Ziemke 1930’da yayımlanan Die Nene Turkei adlı kitabında şöyle demiştir:“İngilizler Musul’da hedeflerine ulaşmak için bir yandan Türkiye’deki ayrılıkçı hareketlere destek verirken, diğer yandan da Kemalist akımın yayılmasını engelleyecek önlemlere başvurmalıdırlar…Yapılması gereken Kemalist Cumhuriyetin hem din düşmanı hem de Kürt düşmanı olduğu temasını gündeme getirip işlemektir. Örneğin 1969’da İstanbul’a gelen ABD 6. Filosu’nu “Tam bağımsız Türkiye” sloganlarıyla protesto eden Türk gençlerine radikal İslamcı Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesinin kışkırtmalarıyla saldıran satırlı, sopalı İslamcı gençler 2 kişiyi öldürmüş, 200’den fazla kişiyi ise ağır yaralamıştır. Müslümanlarını Sovyetler Birliği ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan uzaklaştırarak.
ABD’nin dinci “Yeşil Kuşak Projesi” Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin ardından tam olarak hayata geçirilmiştir. Atatürkçülük kılıfına sokularak yapılan 12 Eylül 1980 Darbesi özünde gerçek Atatürkçülüğe (Kemalizme) karşı yapılmış Amerikancı bir darbedir.Darbenin amacı Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürkçü, laik çizgiden kopartıp ABD’nin 1945’ten beri uygulamaya çalıştığı Türk İslam Sentezci çizgiye tam olarak oturtmaktır. Nitekim 12 Eylül yönetimi bir yandan taktik gereği Erbakan’ın MNP’sini yargılarken, diğer yandan MNP’nin savunduğu dinci politikaları bir bir hayata geçirmiştir. Cengiz Özakıncı’nın ifadesiyle: “Bir yandan Erbakan, ‘Niçin İslam Ortak Pazarı istiyorsunuz? Niçin okullarda zorunlu din dersi istiyorsunuz? Niçin yasaların din kurallarına uydurulmasını istiyorsunuz; bütün bunlar 163. maddeye aykırıdır! diye yargılayan 12 Eylül yönetimi öte yandan kendi elleriyle okullara zorunlu din dersleri koyuyor. Başbakan Bülent Ulusu’yu İslam Konferansına gönderiyor, orada Türkiye öncülüğünde bir İslam Ortak Pazarı kurulmasını savunuyor ve Türkiye’de yasaların şeriata uydurulacağına ilişkin bir anlaşma imzalıyordu. 12 Eylül, Türk solunu tamamen yok ederken, dinci sağın olabildiğince önünü açmıştır. 1950’lerde kesintiye uğramış olsa da, az çok devam eden laik eğitim sistemine darbe vurmuştur. İmam hatip okullarının sayısının ölçüsüzce artırılması, cemaatlerin, tarikatların önünün açılması gibi uygulamalar hep 12 Eylül’ün eseridir.
Özal döneminde “siyasal İslamcılık” ile “etnik bölücülük” Amerikan güdümünde el ele büyütülmüştür. Nitekim silahlı bölücü örgüt PKK ile siyasal İslamcı örgüt İBDAC, 1984 Ağustosu’nda,on beş gün arayla silaha sarılmışlardır. Bu bir tesadüf olmasa gerekir.
RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan 1993’te, Kürtçe yayın yapan televizyon kurma sözü vermiş ve RP 23 Nisan 1996’da “Eyalet Sistemi” istediğini açıklamıştır. Bu istekten üç ay sonra da RP’li milletvekilleri, “Kuzey Irak’ta Kürt Devleti İstiyoruz diye açıklama yapmışlardır.
Türkiye’nin ABD eliyle din devletine ve federasyona doğru sürüklendiği 1990 yılında bu sürece engel olacağı düşünülen ulusalcı Atatürkçü aydınlar öldürülmeye başlanmıştır. ABD politikalarının Türkiye’deki başaktörü Turgut Özal’ın Türk Ceza Yasası’nın din devleti kurulmasına engel 163. maddesini kaldırmak istemesine tepki gösteren aydınlardan Muammer Aksoy 31 Ocak 1990’da öldürülmüştür. Ardından 7 Mart 1990’da Çetin Emeç, 4 Eylül 1990’da Turan Dursun ve 4 Ekim 1990’da Bahriye Üçok öldürülmüşlerdir. Özal’ın Ocak 1993’te imam hatip okullarını bitirenlerin de Harp Okulu’na girmelerine engel olan yasayı değiştirmesini 22 Ocak 1993’te Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde “İmam Subay” başlığıyla eleştiren Uğur Mumcu da bu yazısından sadece iki gün sonra öldürülmüştür. Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde “Asker, Polis ve Naziler” başlıklı bir yazıyla laiklikten verilen tavizleri eleştiren Ahmet Taner Kışlalı da tıpkı Uğur Mumcu gibi bu yazısından sadece iki gün sonra, 22 Ekim 1999’da öldürülmüştür.
Sf: 41
Çünkü dış ve iç odaklar, Türkiye Cumhuriyeti ve o Cumhuriyet’in kurucu aklı Atatürk’ü kötülemeden, karalamadan, halkın gözünden düşürmeden bu ülkeyi ne din devletine ne de federasyona dönüştüremeyeceklerini çok iyi anlamışlardır. I. TBMM’de Atatürk’ün silah arkadaşlarından bazılarını (Kâzım Karabekir gibi) satın almaya çalışıp Atatürk’e karşı Meclis içinde bir darbe yaptırma planından tutun da, Müslüman din adamı kılığına sokulmuş İngiliz ajanlarına Atatürk’ü öldürtme planına kadar uzanmıştır. Çok sayıda İngiliz ajanı ve casusu Anadolu’da Atatürk’ü öldürmek için fırsat kollamıştır. Bunlar arasında Sivas Kongresi’ni basıp Atatürk’ü ortadan kaldırmakla görevlendirilen İngiliz Binbaşısı casus Covbert’in Noel ve Hint Müslümanı kılığında Ankara’ya gidip Atatürk’ü öldürmeye kalkan Mustafa Sagir ilk akla gelenlerdir. Ayrıca İngiliz gizli servisi MI6 Atatürk’ü adım adım izlemiştir. Atatürk, İngiliz emperyalizminin ve taşeronlarının kendisine kurduğu tuzakların farkında olduğundan Cumhuriyet döneminde hiç yurtdışına çıkmamıştır.
Sf: 46
Ona göre Türkiye kendini laik ülke olarak tanımladığı sürece İslam medeniyetinin önderi olamaz.Bu nedenle Türkiye’nin bir an önce Atatürk’ten ve Atatürk’ün laiklik tanımından kurtulması gerekir. Huntington’ın ifadesiyle, “Türkiye Atatürk’ün mirasını bilinçli bir şekilde reddedip kendisini İslam’ın bir lideri olarak yeniden tanımlamaya kalkışmadığı sürece..” sorunlarını çözemeyecektir.
Sf: 47
CIA görevlisi ve CFR üyesi Samuel Huntington’un Türkiye’nin islami çizgiye kaymasını, İslam dünyasının lideri olmasını istemesinin nedeni, Türkiye’yi ya da İslam’ı çok sevmesi değildir kuşkusuz, Huntigton’un tek düşündüğü şey ABD’nin yüksek çıkarlarıdır ve bu çıkarlar, 1946’dan beri olduğu gibi 1996’dan sonra da Türkiye’nin, Batı medeniyetinin temellerindeki “akıl” artı “bilim” artı “laiklik”eşittir “çağdaşlaşma” formülünden bir an önce uzaklaştırılmasını gerektirmektedir. ABD, Ortadoğu’daki çıkarları açısından çağdaş, laik,bilim üreten bir Türkiye yerine “İslamcı” ve “savaşçı” bir Türkiye’den yanadır. Nitekim bugün (2013) ABD’nin egemenlik kurduğu İslam dünyasının neredeyse tamamı, aklı ve bilimi ikinci plana atmış, radikal İslamcılıkla ve radikal İslamcı gruplarla çepeçevre kuşatılmıştır. ABD,Türkiye’nin de benzer bir “dinci kuşatmayla” kuşatılmasını istemektedir. Ancak radikal İslamcılığın zamanla bölgesel çıkarlarına zarar verdiğini gören ABD, Türkiye’de “ılımlı İslam’ın” gelişmesini amaçlamıştır. Türkiye’de bu “dinci kuşatmanın” önündeki en büyük engel ise Atatürk ve gerçek İslam’dır.
Sf: 48
CIA’in eski Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller ise, “Kemalizme son; Osmanlı’yla övünün, Fethullahçı olun!” diye demeçler vermiştir.
Sf: 49
1946’dan beri neredeyse aralıksız olarak Atatürk mirasını yok etmek için Türkiye’yi Atatürk mirasına karşı güdümlü iktidarların kontrolünde tutan ABD, 1993’ten beri Türkiye’de Atatürk mirasının son kalıntılarım da tamamen temizlemenin hesaplarını yapmıştır. Bilindiği gibi Atatürk, “Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir,” demiştir. ABD Türkiye’ye, “Atatürk’ün mirasını reddedin,” derken aslında “aklı ve bilimi reddedin” demek istemiştir. Çünkü ABD, hatta bütün Batı, aklı ve bilimi temel alan; düşünen, sorgulayan, üreten, bağımsızlığından asla taviz vermeyen, ulusal egemenliğin/demokrasinin tam anlamıyla işlediği Atatürkçü çizgideki bir Türkiye değil; aklı ve bilimi ihmal eden, dinle kandırılmış, düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen, bağımsızlığa önem vermeyen, güdümlü bir başkanın/halifenin egemenliğinde yeniden Osmanlılaşmış, daha doğrusu ”Osmanlıcılık” oynayan bir Türkiye arzulamaktadır
”Evrim Kuramı’yla bağlayan bu kitaplarda.”
Sf: 52
Gerçek şu ki, bugün Türkiye’yi yöneten kadrolar, 1949’dan beri Amerikalı uzmanlarının elinden, onayından geçen Amerikan emperyalizmine hizmet eden tarih kitaplarını okuyarak yetişmişlerdir. Dolayısıyla bugün Türkiye’yi yöneten kadroların tarih anlayışını, aslında Amerika biçimlendirmiştir.
İyi de tarih, bizim içinde bulunduğumuz duruma, şartlara, ihtiyaçlara göre bugünden bakarak yeniden şekillendirilecek bir şey değildir ki.
Atatürk’ün Nutuk’ta ”vatan haini”, ”soysuzlaşmış yaratık” diye tanımladığı son padişah Vahdettin.
Ancak I.Abdülmecid’ in ne doğum günü ne de ölüm günü 17 Kasım’dır. Yılmaz Özdil’in dediği gibi, “17 Kasım’ın Abdülmecit’le falan alakası yoktur. 17 Kasım… Mustafa Kemal için idam fermanı yazan Vahdettin’in Türkiye’den defolup gittiği gündür!
Gerçek şu ki, bugün Türkiye’de eğer bir ”resmi ideoloji” varsa o da 1950-2013 arasında neredeyse kesintisiz biçimde egemenlik kuran ABD güdümdeki dinci sağcı iktidarların ideolojisidir.
“Internet kıyamet alametleri arasında sayılan Dabbetül Arz olabilir. İslam dünyası henüz bu alamet üzerinde görüş birliğine varmış değil. Dabbetül Arz yerde debelenen bir canlıdır. İnternet de fiberoptik altyapısı ile sinizoidal dalga frekansı ile çalışması nedeniyle debelenen bir görünüm sergiliyor. İnternet, Dabbetül Arz gibi iyiye ve kötüye hizmet edebilir. İyi insan yetiştirmeyi amaçlayanların interneti bu amaçla uygulamaları dini bir vecibe, zorunluluktur…”
R. Tayyip Erdoğan’ın siyasi hayatı, 2002’ye kadar “Milli Görüş”çizgisindedir. Bu süreç, Necmettin Erbakan’ın MSP’si ile başlamış yine Erbakan’ın RP’si ve FP’si ile devam etmiştir. Erbakan’ın “Milli Görüş”diye adlandırdığı görüş Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan “ulusalcılık”anlamında “laik nitelikli” bir “milliliği” değil de din bağına dayalı“ümmetçiliği” anlatmaktadır. Nitekim “millet” sözcüğü “milla” kökünden türemiş olup, “ Kutsallık atfedilmiş bir kitaba inanarak bir araya gelmiş insanların oluşturduğu topluluk” anlamına gelmektedir.“Milla” kökünden gelen “millet” sözcüğü Osmanlı’da “dini cemaat”anlamına gelmekte ve Osmanlı azınlıklarını “etnik kökenleri” bakımdan değil, “dinleri” bakımından ayırmaktadır. Osmanlı bunun adına “Millet Sistemi” demiştir. Bu nedenle “Milli Görüş’ün dini görüşe denk düştüğünü söyleyebiliriz.” Belli ki Erbakan başta olmak üzere “Milli Görüşçüler” burada geçen “milli” sözcüğünü Osmanlı’nın “Millet Sistemi”ndeki gibi “dini anlamıyla” kullanmışlardır.
Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, “Ölülerden yardım istemek,uygar bir toplum için ayıptır. Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevi ve manevi yaşamda mutluluğa eriştirmekten başka ne olabilir? Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında filan veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığım asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır demiştir. “En gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır,” diyen Atatürk,bilindiği gibi tekke ve tarikatları kapatmış, şeyhe, şıha biat kültürüne son vererek kula kulluk etme dönemini sona erdirmiştir. Şu sözler de Atatürk’e aittir: “Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her kolda doğru yolu gösterecek güce sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş ve abdal yapmaktır.Halbuki halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş görünür; fakat önemi vardır. Biz dünya ailesi içinde uygarız. Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız. Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline laikliği yerleştiren Atatürk’ü hayatının hiçbir döneminde hiç kimsenin önünde, yanında diz çökmüş olarak, göremezsiniz, ancak siyasi hayatın ilk zamanlarında laikliğe savaş açan R. Tayyip Erdoğan’ı Hikmetyar’ın dizlerinin dibinde görebilirsiniz.
Öncelikle dönemin basını taranacak olursa Hikmetyar’ın Türkiye’ye resmi davetle değil, Refah Partisi’nin davetiyle geldiği ve o yıllarda başbakan değil, Afgan mücahit lideri olduğu görülecektir. Hikmetyar 1990’da başbakan olmuştur.” Peki, kimdir bu Hikmetyar? Hikmetyar, ABD’nin soğuk savaş stratejisinin Afganistan ayağını oluşturan “Yeşil Kuşak” piyonlarından biridir. 1980’lerde CIA’nin kurmuş olduğu Asya Vakfı, ilk amaç olarak Kabil Üniversitesi’ni seçmişti. İşte o günlerde Abdul Resul Sayyaf, Burhaneddin Rabbani, Ahmet Şah Mesut ve Gülbeddin Hikmetyar’ın başını çektiği “Müslüman Gençlik Örgütü” CIA ile ilişkileri sıkılaştırılmıştır. Hikmetyar, örgütün askeri kanadının lideridir. Kabil’deki CIA ile ilişkiye girdikten sonra Sovyet Rusya’ya karşı ABD için çalışmaya başlamıştır. Pakistan gizli servisi (ISI) kanalıyla CIA’den milyonlarca dolar almıştır. Peter Bergen’e göre bu miktar 600 milyon dolardan az değildir. Robert Dreyfuss’un The Devil’s Game adlı kitabına göre Hikmetyar, üniversitede yüzü açık kızların “yüzlerine kezzap atmakla”önlenmiştir. Acımasızlığıyla tanınan Hikmetyar, yakaladığı esirlerin derilerini diri diri yüzmüştür. Sovyet işgaline karşı savaşan Müslüman Gençlik Örgütü’nün askeri kanadının lideri olan Hikmetyar, gerek Sovyetler’e karşı savaşta, gerek iç savaşta acımasızca sivil katliama girişmekle suçlanmıştır. Hikmetyar sadece acımazsız bir katil değil, aynı zamanda hırsızdır. Sınır Tanımaz Doktorlar Grubu’nun Kuzey Afganistan’a 96 katır yüklü yardım malzemesi, 1987 yılında Hikmetyar’ın adamları tarafından kaçırılmış, yardım paralarına el konulmuştur. 1986 yılında, yardım ekibinden Thierry Niquet, Hikmetyar’ın bir komutanı tarafından öldürülmüştür. İnsan Hakları İzleme Komitesi, Ağustos 1992’de Hikmetyar kuvvetlerinin roket saldırıları nedeniyle çoğu sivillerden oluşan en az 2000 kişinin öldüğünü ve yarım milyon insanın da Kabil’i terk ettiğini bildirmiştir. 9 Ocak1995 tarihinde Hikmetyar’ın kuvvetlerinin başkent Kabil’i bombalamasıyla da 20’den fazla insan ölmüştür. Öte yandan Hikmetyar, Afganistan’daki uyuşturucu trafiğinin de kilit adamlarından biridir ve bu konuda da CIA’den destek görmüştür. Hikmetyar’ın acımasızlığı yanında bağnazlığı da dillere destandır: Görevde olduğu 1996 yılında Kabil’deki radyo ve televizyonlarda müzik yayınlarının yasaklanmasını ve bütün sinemaların kapatılmasını emretmiştir.
R. Tayyip Erdoğan, basma yansıdığı kadarıyla, başbakanlıktan önce laiklik, din ve devlet ilişkileri hakkında şunları söylemiştir.
“Türkiye’de şu anda binlerinin şeriatı var. Ama bu şeriat tükendi.Şu anda kahrolsun şeriat diyenler, kendi kendilerine kahroluyorlar. ”“Ben İstanbul’un imamıyım.”
1998 yılında, “Ben diyorum ki insanlar laik olmaz. Nitekim Anayasamız da TC. vatandaşları laiktir demiyor, TC. Devleti laiktir diyor.Bizim yaklaşımımız bu. Laiklik din midir değil midir? Değil. O zaman Müslümanlığın karşısına laikliği oturtamazsınız. Ben bu anlamda onu diyorum. Bir insan Müslümansa bu dinine göre Müslüman. Laiklik farklı bir olay…” demiştir.
Şu sözler de başbakan olmadan önceki Erdoğan’ındır:“Belediyelerimiz hastaneler, doğum evleri yapıyor. Doğum evlerinde sadece kadın doktorlar çalışacak. Adil düzenin sağlık anlayışı da görülecek. Psikolojide, çocuk bakımında, öğretmenlikte yetişmiş başörtülü kızlarımız var. Şimdi işe alınmayan bu başörtülü kızlarımız ana okullarında yavrularımızı yetiştirecek…”
Şu sözler de Erdoğan’ındır:
AKP iktidara geldikten sonra sürekli “gelişerek değiştiğini” savunan ve Milli Görüş için “Biz o gömleği çıkardık” biçiminde beyanda bulunan Başbakan R. Tayyip Erdoğan, 21 Haziran 2006 tarihinde TRT l’de yayımlanan “Enine Boyuna” programında söylem değiştirerek; “Siyasete girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzımı uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım? Dün neysem, bugün de oyum, değişemem, değişmedim demiştir.
Öncelikle bu eylem ve demeçlerin sahibi kim olursa olsun o kişinin Atatürk’ e ve onun kurduğu çağdaş, laik Türkiye Cumhuriyeti’ne pek de sıcak baktığı söylenemez. Hatta o kişinin kendisini, Atatürk’ün ve onun kurduğu düzenin karşısında bir yerlerde konumlandırdığı çok rahat bir şekilde söylenebilir.
Sf: 108
”Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Türkiye’de, bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez. Artık samimi mutekitler, derin iman sahipleri, hürriyetin icaplarını öğren…”
Ayrıca Erdoğan konuşmasında, “İki tane ayyaşın yaptığı yasa!” ifadesini kullanmıştır. Burada geçen o “iki tane ayyaş” kimdir? CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’ın Erdoğan’a sorduğu şekliyle:“Yasa kabul eden ‘iki tane ayyaş’ kimlerdir? TBMM’nin hangi döneminde 2 kişinin onayıyla yasa kabul edilmektedir? Bahsi geçen iki tane ayyaşın yaptığı yasa hangisidir? Bahsi geçen ‘yasayı yapan’ şahısların ayyaş olduğu tarafınızca nasıl tespit edilmiştir? Bu konuda hangi raporlar Başbakanlıkla bulunmaktadır?”
Sf: 115
Görülen o ki, kendisi millet tarafından seçilinceye kadar, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil, Allah’ındır,” diyen R. Tayyip Erdoğan, yüzde elliye yakın bir oyla seçilip başbakan olunca, “egemenlik milletindir,” demeye başlamıştır. Aslında bu Siyasal İslamcılarımızın genel hareket tarzıdır. İktidar olana kadar demokrasiyi “İslam dışı”olarak görüp eleştiren İslamcılarımız, iktidar olduktan sonra demokrasiyi neredeyse “İslam’ın şartı” olarak görüp yüceltmişlerdir.
Sf: 118
Erdoğan’ın “Eyalet sisteminden zarar gelmez!” demek için Osmanlı’nın da eyalet sistemiyle yönetildiğini hatırlatması ise hiç de doğru bir örneklendirme değildir. Çünkü bilindiği gibi Osmanlı en güçlü zamanlarında bile eyalet sisteminin yarattığı sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Eyaletlerin başındaki valilerin sıklıkla isyan ettiği, Osmanlı tarihinin en bilinen olaylarındandır. Osmanlı’nın zayıflamasıyla yavaş yavaş çözülmesi de eyaletlerden başlamıştır. Örneğin 19. yüzyılda bir Osmanlı eyaleti olan Mısır’ın valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı’ya karşı ayaklanmıştır. Osmanlı az daha bu ayaklanmayla yıkılmıştır. Aynı şekilde 20. yüzyılın başlarındaki azınlık isyanları da önce eyaletlerde başlamıştır. Azınlıklar eyalet sisteminin doğasından gelen açıklarından yararlanarak çok rahat bir şekilde Osmanlı’ya başkaldırmıştır.
“Bu süreçte kimse bizim karşımıza Kürtlükle de Türklükle de çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız.”
”Ancak bir ayağı Atatürk, diğer ayağı Necip Fazıl olan bir fikir köprüsünün Mimar Sinan’ın bile inşa edemeyeceğini biraz tarih okuyan herkes bilir.”
”Tıpkı Kürt kökenli Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal gibi; tıpkı, ”Ben Gürcüyüm eşim Arap!” diyen Başbakan R. Tayyip Erdoğan gibi.
Tayyip Erdoğan’ın en az söz ettiği tarihi kişilerden biridir Atatürk. öyle ki R. Tayyip Erdoğan Ne Diyor? adlı 639 sayfalık kitapta“Atatürk” veya “Mustafa Kemal” maddesi bile yoktur.
Erdoğan, Atatürk’ten söz edeceği zaman genelde “Gazi” veya“Gazi Mustafa Kemal” diye söz etmektedir. Erdoğan’ın Atatürk’e bakışını anlamadan önce bu kullanım şifresini çözmek gerekir. Siyasal İslamcı geleneğin biraz daha “ılımlı” kanadı, Kurtuluş Savaşı sırasında Haçlı emperyalizmine karşı savaşan “Gazi Mustafa Kemal”den değil, Kurtuluş Savaşı sonrasındaki “devrimci” Atatürk’ten rahatsızdır. Bu ılımlı kanat, Atatürk’ten söz edeceği zaman “Atatürk” diye değil “Gazi Mustafa Kemal” diye söz eder. Siyasal İslamcı geleneğin “radikal” kanadı ise hem Kurtuluş Savaşı sırasındaki Mustafa Kemal Paşa’ya hemde Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki “devrimci” Atatürk’e karşıdır.
Erdoğan o günlerde, Atatürk’ün huzuruna çıkmaktan kaçtığı eleştirileri üzerine, basına yaptığı açıklamada, Cumhuriyet Bayramı ve 10 Kasım törenlerine katıldığını ancak Taksim şölenine gitmediğini hatırlatarak şöyle konuşmuştur: “Ne idüğü belirsiz bir tip organizasyon yapıyor. Atatürk’ün yumruk kadar rozetini takıp Atatürkçü olduğunu iddia eden asker kaçağı bir tipin organizasyonuna gitmek mecburiyetinde değilim. Benim için bu şenliklere katılmak farz ve vacip değil.Müslümanlar için camiye gitmek farz. Müslümanlar yöneticileri camide görmek istiyor. Ancak başbakanı, valiyi, kaymakamı göremiyoruz.Bunların derdi halkın RP’ye olan güvenini sarsmak. Demokratik diktatörlük yapmalarına müsaade etmeyeceğiz.” Cumhuriyet şenliklerine katılmayı ve Atatürk’ün huzuruna çıkmayı camiye gitmekle karşılaştıran Erdoğan’ın İslamcı derin bilinçaltında Atatürk’ün huzuruna çıkmanın “din dışı bir durum” olduğu inancı yatmaktadır besbelli.Bu inancı doğrultusunda başbakan olduktan sonra nerdeyse her 10 Kasım’da ve 29 Ekim’de Atatürk’ün huzuruna çıkmamak için bir bahane bulmuştur: Ya hastalanmış ya da yurtdışı gezisine çıkmıştır. Ve zaman gelmiş, Erdoğan’ın genel başkanlığındaki AKP, devlet erkanını Atatürk’ün huzuruna çıkmak zorunda bırakan (19 Mayıs gibi) milli bayramların stadyumlarda kutlanmasına son vermiştir.
Siirt’te yaptığı konuşmada, “Halkı kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği” iddiasıyla üç yıla kadar hapsi istenen R. Tayyip Erdoğan’ın, Atatürk ve Cumhuriyet’e yönelik bu övgülerinin biraz da “istikbal kaygısıyla” ilgili olduğu açıktır. Nitekim o günlerde Erdoğan kendisini savunmak için Atatürkçü görüşleriyle tanınan bazı hukukçulardan da yardım istemiştir.
Ancak AKP döneminde bugün dış borcu üç katma çıkan, milli varlıkları yok pahasına haraç mezat satılan, üretmeyen, hatta inek, mısır ve saman ithal eden ve ABD’ye göbekten bağımlı hale gelen bir Türkiye vardır. Böyle bir Türkiye’nin Atatürk’ün “arzu ettiği, hayal ettiği, hedeflediği bir Türkiye” olmadığı çok açıktır. Gazeteci Arslan Bulut’un dediği gibi, “Atatürk, ekonomisi, kültürü, siyaseti, hatta ordusu bile yabancı güçler veya NATO gibi organizasyonlar tarafından idare edilen bir ülke tasarlamamıştı.”
”Çok akıllı” olduğunu düşünüp 2013 yılındaki açılım sürecinde onu ”akil insan” yapmıştır.
Bir Müslüman ülkenin, Suriye’nin emperyalist kuşatmayla çevrilmiş liderinden, Beşar Esad’dan hesap sormaya kalkan Başbakan Erdoğan’ın kendisini, Kurtuluş Savaşı’ndaki Atatürk’le özdeşleştirmesi son derece yanlıştır. Çünkü bilindiği gibi Atatürk, Haçlı emperyalizmi ile işbirliği yaparak herhangi bir Müslüman ülkenin emperyalist kuşatmayla çevrilmiş Müslüman liderini devirmek için bir mücadele içine girmemiştir. Atatürk, ülkesini işgal eden Haçlı emperyalizmine karşı bir mücadele içine girmiştir ve bu mücadelede yine Haçlı emperyalizminin sömürüsü altındaki Müslümanların desteğini almıştır.Erdoğan’ın kendisini Kurtuluş Savaşı’ndaki Atatürk’e benzetebilmesi için her şeyden önce emperyalizmle birlikte değil, emperyalizme karşı olması gerekir.
“Atatürk sanki sandıktan hep kapitalistlerin temsilcileri çıksın ve Türkiye’yi hep onlar yönetsin, ulusal gelirin yarıdan fazlasını mutlu azınlığa verin, zenginleri daha zengin, fakirleri daha fakir yapın, Amerika’ya ayrıcalık tanıyın, yeraltı servetlerini yabancılara peşkeş çekin, düşünceyi, gerçeği yazanları cezalandırın, öğretmenlere kıyın, halkı eğitmeyin, orta çağ karanlığında bırakın, vurguna, soyguna, sömürüye, yolsuzluğa göz yumun, Türkiye’yi dünyanın en geri ülkelerinden biri durumuna bırakın,’ demiş gibi.
Sf: 141
Yani Erdoğan’a göre üzerinde Atatürk olan Türk bayrağı yasadışıdır ve balkonlara aşılmamalıdır, ama üzerinde üç hilal bulunan bayrak “yasadışı da olsa” balkonlara aşılmalıdır. Çünkü “Atatürk”Cumhuriyet’in, “üç hilal” ise Osmanlı’nın sembolüdür. Aslında BOP Eş Başkanı Yeni Osmanlıcı Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın bu söylemi kendi içinde son derece tutarlıdır! R.Tayyip Erdoğan’ın tarihe bakışı daha çok öğrencilik yıllarında biçimlenmiştir ve stratejik/siyaseten yaptığı açıklamaları bir kenara koyarsak, zaman içinde çok keskin farklılıklar da göstermemiştir. Anlaşılan o ki Erdoğan, imam hatip yıllarında ve Milli Türk Talebe Birliği üyeliği döneminde erken Cumhuriyet dönemi karşıtlığıyla, Atatürk ve İnönü eleştirileriyle karşılaşmış, İslamcı Osmanlıcı görüş sahiplerinin Atatürk’e, İnönü’ye, erken Cumhuriyet dönemine ve dönemin tek partisi CHP’ye kökten karşı, hatta “düşman” olduklarını görmüştür. Gerçekten de o gün bugündür İslamcı Osmanlıcı görüş, kendini Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığıyla tanımlamıştır. Bu görüştekilerin tarih okumalarında temel kaynaklarından biri, hatta birincisi “üstat” dedikleri Necip Fazıl Kısakürek’tir. 1950’lerin yeni yeni uç vermeye başlayan Türk İslam Sentezcileri, Necip Fazıl’ın yazılarıyla ve kitaplarıyla beslenmiştir.
”1946’da Demokrat Parti’nin (DP) kurulmasıyla Necip Fazıl’ın CHP eleştirileri yoğunlaşmıştır. DP’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp iktidara gelmesiyle, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’da, Beyoğlu’nda bir mason kulübünden elde edilen belgeleri yayımlayıp bazı tanınmış kişilerin masonluğunu ifşa etmesi Menderes’i ve DP’yi rahatsız etmiştir. Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu, Necip Fazıla arayarak masonlar hakkındaki yayını durdurmuş ve Başbakan Adnan Menderes’in isteği ile Büyük Doğu19 Eylül 1952’de “Tünele Giriyoruz” yazısıyla kapanmıştır. NecipFazıl’ın “masonlar” konulu yazı dizisinin Menderes’i, Büyük Doğu dergisini kapattıracak kadar rahatsız etmesi düşündürücüdür. Bu durum Menderes’in ve bazı önemli DP’lilerin “mason” olduğu yolundaki iddiaları akla getirmektedir. Menderes, iktidarı boyunca masonlarla içli dışlıdır. Devletin önemli kademelerine masonları getirdiği söylenmiştir. Hatta Menderes 1957 yılında mason locasına üye olan Ahmet Salih Korur,Celalettin Tevfik Karasapan ve Hüseyin Avni Göktürk’ü MİT’in başına getirmiştir. Menderes’in Başbakanlık Müsteşarı ve sağ kolu olan Korur,Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın Üstadı Azam’ıdır. “Ancak masonlar üzerinden teşkilata nüfuz etme planı, asker tarafından bozuldu.” Anlaşılan Menderes’in bir “üstadı” başka bir “üstadı”yla kafa kafaya gelmiş, bu durum Menderes’i korkutmuştur. ”Ahmet Emin Yalman, 1952 Kasımı’nda Malatya’da Hüseyin Üzmez adlı bir genç tarafından yaralanmıştır, (günümüzün tacizci gazetecisi).”
Sf: 155
Menderes, ilk aşamada Necip Fazıl’a 30.000 lira vermiştir. Ancak Necip Fazıl bu parayı az bularak şöyle eleştirmiştir: “…Yine 30.000 lira. Başka bir gazetenin prova baskılarına yetmeyecek olan bu para 1952’de olduğu gibi benim çıkaracağım günlük gazeteye yeter kabul edilmektedir.” Necip Fazıl, Büyük Doğu’nun yeniden yayına başladığını “Tünelden Çıkıyoruz” diye okurlarına duyurmuştur.
”Edebiyen sizin olarak”
”Necip Fazıl, 27 Mayıs 1960 İhtilali olduğunda DP’nin 1951’de çıkardığı Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefetten hapishanededir”
”Necip Fazıl, 25 Mayıs 1980’de Türk Edebiyatı Vakfı’nca “Sultanü’ş Şuara” (Şairler Sultanı) ilan edilmiştir. Bu haberi kendisine ulaştıranlara, “Unvanı boş verin, para var mı para!” demiştir.” II. Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaş döneminde komünist Rusya’ya karşı, kapitalist ABD’ye yakınlaşan Türkiye, ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”nin ilk adımları çerçevesinde dine ağırlık vermiştir. Komünizm zehirinin panzehiri olarak dini gören ABD, Türkiye, İran, Afganistan gibi komünist Rusya’ya yakın İslam ülkelerinde “dinci” akımların gelişmesine özel bir önem vermiştir.
Necip Fazıl, Mısır’daki Müslüman Kardeşler Cemiyeti (İhvanı Muslimin) ile ilişkileri nedeniyle tutuklanmıştır.
Genç bir öğrenciyken Necip Fazıl’ın konferanslarını dinleyen, yazılarını okuyan Abdullah Öcalan, biraz da Necip Fazıl’ın bu Dersim yalanlarının etkisiyle PKK’yı kurup Cumhuriyet’ten intikam almaya karar vermiştir.
Çünkü İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’da ateizme/dinsizliğe yönelik bir Amerika. Dünya ye Biz eleştiriden çok Hıristiyanlığa eleştiri vardır. Necip Fazıl ise bırakın Hıristiyan ABD’yi eleştirmeyi, “ Amerikan politikasını korumakla mükellefiz,” diye yazmıştır. Necip Fazıl, 17 Temmuz 1959 tarihli Büyük Doğu’da “Amerika, Dünya ve Biz”adlı başmakalesinde aynen şöyle demiştir: Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’daki“Amerika, Dünya ve Biz”başlıklı yazısı. Yazıda iki yana açık bacaklarıyla bir Amerikan bahriyelisinin fotoğrafına yer verilmiştir. “Biz Amerikan politikasını korumakla mükellefiz. Amerikan siyasetini tutmak biricik yol… Amerika’dan nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalı. Yoksa bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasında mütalaa ettiği kadından öteye geçemeyiz.
İşin tuhaf yanı, bu ülkede, ömrünü Atatürk’e ve onun kurduğu Cumhuriyet’e saldırmakla geçiren İslamcı Necip Fazıl Kısakürek “milliyetçi”, “vatansever” ilan edilirken; Kuvayı Milliye Destanı adlı şiirinde Kurtuluş Savaşı’na ve Atatürk’e övgüler dizen komünist Nazım Hikmet “Türkiye düşmanı”, “vatan haini” ilan edilmiştir. İşte asıl bu çarpıklıkla yüzleşmek gerekir.
Atatürk’ün fikir babası nasıl ki Ziya Gökalp ise, Erdoğan’ın fikir babası da Necip Fazıl’dır desek abartmış olmayız doğrusu. Erdoğan’ın ”Demokrasi bir araçtır. Müslümanın laik olması mümkün değildir. Hedefe ulaşmak için gerekirse papaz elbisesi giyerim.”
R. Tayyip Erdoğan, İBDA-C sanıklarını belediyede işe aldı. El Kaide yöneticilerinden birinin önünde diz çöküp nasihat aldı.
Başbakan üzerindeki derin Necip Fazıl etkisinin son işareti, 31 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı eylemleri sırasında ortaya çıkmıştır. İktidarın Taksim Gezi Parkı’na 1940’larda dikilen ağaçları keserek Gezi Parkı yerine TOPÇU KIŞLASI görünümünde bir AVM yapmak istemesi üzerine başlayan Gezi Parkı eylemlerine çok sinirlenen Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın, eylemciler için kullandığı “Birkaç Çapulcu!” ifadesi Necip Fazıl kaynaklıdır.
Sf: 170
Hareket Ordusu denilince ilk akla gelenlerden biri, hatta birincisi Mustafa Kemal olduğuna göre Necip Fazıl’ın tanımlamasına göre o da ÇAPULCULARDAN biridir!
“Ondan işittim, bundan duydum, hatta rüyamda gördüm!” diye başlayan tarih tezlerini bolca gözyaşıyla ıslatıp biraz da şiirle ve dinle soslayınca ortaya gerçekten de tadından yenmez “mazlum hikayeleri”, “sahte kahramanlık öyküleri”çıkmıştır.
Gözüme görünen şeyi açıkça, kaidesiz, tertipsiz ve imansız söylüyorum. Eğer zayıf tutarsan, eğer inkılabın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubılay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin… Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar…”
Sf: 173
Aynı Necip Fazıl 1969 yılında basılan Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabında Menemen Olayı’nın “tertip” olduğunu yazmıştır: “Evet;bütün şahsiyetli Müslümanları, bilhassa Nakşibendi tarikatı büyüklerini ortadan kaldırmak için hükümetçe düzenlenen Menemen Vakası tertiplerin en vicdansızını teşkil eder. Sebep tek olarak din güdücülerinin imhası ve halkın yıldırılması…”
Necip Fazıl’m 1950’lerde yeniden Büyük Doğu’yu çıkarmasının asıl amaçlarından biri Cumhuriyet rejimini eleştirmek, hatta kötülemektir. Doğal olarak geliştirdiği tarih tezleri de bu amaca yöneliktir.Yani Necip Fazıl’ın tarih tezleri daha baştan “belli bir amaca yönelik”olduğundan hiçbir bilimsel temeli ve tarafsız (objektif) niteliği yoktur.
ABD’nin 1950’lerden beri devam ettirdiği yakın tarihi çarpıtarak Atatürk’ü ve onun kurduğu“bağımsız” ve “çağdaş” Türkiye Cumhuriyeti’ni her yönüyle “bağımlı” ve “dinci” bir Yeni Osmanlı’ya dönüştürme projesi 2013’te bütün hızıyla devam etmektedir.2013 yılında ise bu iki dergiye benzer çizgide Sancaktar dergisi yayımlanmaya başlanmıştır. Sancaktar’ın17 Mart 2013 tarihli 9. sayısının kapak başlığı “Mustafa Kemal Devrilmeli!” şeklindedir. Derginin arka kapağında ise bir kamyonun kasasına yüklenip götürülen Atatürk heykellerine yer verilmiştir. Anlayacağınız 2012-2013’te Türkiye’de tarih dergileri üzerinden Atatürk düşmanlığı tavan yapmıştır.
1950’lerden beri Cumhuriyet’in bütün kazanımlarını altüst etme başarısını gösteren Karşı Devrimci iktidarlar, ellerindeki bütün olanaklara rağmen gerçek, saygın, iyi bir tarihçi yetiştirme başarısını gösterememişlerdir.
1950’de Türkçe ezan (CHP ile birlikte) yeniden Arapçaya çevrilmiştir. Radyoda Kur’an, mevlit okutulmaya başlanmıştır. İlkokul programlarına din dersleri konulmuştur. 1951’de 1925 tarihli Tekkeve Zaviyelerin Kapatılması’na Dair Kanun’un 1. maddesi değiştirilerek 19 türbenin açılmasına izin verilmiştir. 1930’larda öğrenci yetersizliği nedeniyle kapatılan, 1949’da kurs şeklinde açılan imam hatipler 1951’de okula dönüştürülmüştür. Yine 1951’de Halkevleri kapatılmıştır. 1953’te ortaokullara din dersleri konulmuştur. 1954’te Köy Enstitüleri kapatılmıştır.
Şöyle ki: II. Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaş sürecinde komünist SSCB’ye karşı kapitalist ABD’nin kanatları altına giren Türkiye, Kore’ye asker gönderip ne kadar sadık bir müttefik olduğunu kanıtladıktan sonra NATO’ya, IMF’ye alınmış, ABD’nin kredi muslukları açılmıştır.O günlerde Türkiye, ABD’nin Ortadoğu’daki jandarması olmuştur. ABD, SSCB’den yayılan komünizme karşı Afganistan, İran ve Irak gibi İslam ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de “dinin” en etkili silah olduğunu görerek bu silahı SSCB’ye ve komünizme doğrultmuştur. İşte bu sürecin Türkiye’deki aktörü Menderes, iktidar olur olmaz hemen kolları sıvayarak erken Cumhuriyet dönemini; Atatürk’ü, İnönü’yü eleştirmeye, şer’i, dini yönü ağır basan Osmanlı Devleti’ni, Osmanlı padişahlarını yüceltmeye başlamıştır. Bu doğrultuda erken Cumhuriyet döneminde ara verilen İstanbul’un Fethi kutlamalarını yeniden başlatmış, Osmanlı padişahlarının türbelerini açtırmıştır.
Aslında Türkiye’yi her bakımdan Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getiren Menderes’in, “Ya istiklal, ya ölüm!” diye yola çıkan Atatürk ve silah arkadaşlarının emperyalizmi dize getirerek kazandıkları Kurtuluş Savaşı’nı küçümsemesi doğaldır! Ancak Menderes, o küçümsediği Kurtuluş Savaşı’na katılmamıştır? Ali İhsan Paşa’nın anlatımına göre, o sıralarda 20 yaşlarındaki Menderes işgal başladığında Aydın’da aile çiftliğinin ve çevresinin korunmasıyla ilgilenmiştir.
Her şey bir yana, Atatürk yeryüzündeki en baskıcı, en otoriter idare olan padişahlığa/sultanlığa son vermiştir. En önemlisi de bütün devrimleri Meclis’in onayından geçmiştir.Atatürk, savaştan yeni çıkmış, geri kalmış, yoksul ve eğitimsiz bir ülkede gerçek ve sağlam demokrasinin çok partili sistemi kurup halkın önüne sandık koymakla mümkün olmayacağını görecek kadar gerçekçidir. 1925 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası denemelerinin başarısız olması bu düşüncesini keskinleştirmiştir. Bu nedenle ulusun bağımsızlığını ve egemenliğini sağladıktan hemen sonra Menderes, Türkiye’de ezanın Arapça değil Türkçe okunmasını “dini baskı altında tutmak!”ve “Müslümanlığa karşı olmak!” diye değerlendirerek düpedüz gerçekleri çarpıtmış, yalan söylemiştir. Menderes’in bu sözlerini duyanda Atatürk’ün ve İnönü’nün ezanları yasakladığını, 19231950 arasında ezan okunmadığını sanır. Ancak bilindiği gibi 19231950 arasında ezanlar gürül gürül hem de anladığımız dilden Türkçe okunmuş, camiler açık olmuş, Kur’anlar okunmuş, dualar edilmiş, dini bayramlar kutlanmaya devam etmiştir. Ezanın dilini yeniden Arapçaya çeviren,üstelik bunu CHP ile birlikte yapan Menderes’in, kendisini topluma“Türkiye’de Müslümanlığı kurtaran adam!” olarak tanıtması düpedüz istismardır.
Menderes’in erken Cumhuriyet dönemi eleştirilerinin temel nedeni siyasi rakibi CHP’yi yıpratmaktır. Bu nedenle CHP tarihine saldırmıştır. CHP tarihine saldırınca da ister istemez Kurtuluş Savaşı’na, Türk Devrimi’ne, Atatürk’e ve İnönü’ye saldırmak zorunda kalmıştır.
Nitekim bir gün bir çocuk İnönü’ye, ”Sen bizi savaş sırasında şekersiz bıraktın” deyince İnönü o meşhur, ”Ama babasız bırakmadım” cevabını vermiştir.
Birçok usta politikacı gibi çok anlama gelecek sözler üslubunun simgesidir. M. Şahap Tan, 1970 yılında yayımlanan Bugünün Dervişi Mehmet Şevket Eygi Kimdir? Belgelerle adlı kitabında Eygi’nin 1969 Kanlı Pazar olaylarını tezgâhlamak için Arabistan’dan 350.000 dolar aldığını yazmıştır. Kitaba göre Eygi’nin Almanya’daki hesabına Arabistan’dan 350.000 dolar gönderilmiştir. Kitapta ayrıca Eygi’nin İsrail’e ve Siyonizme hizmet ettiği de belgelerle gözler önüne serilmiştir.
Sürekli “Tek parti CHP ve İnönü camileri kapattı! Camileri sattı!” diye sızlanan Başbakan R. Tayyip Erdoğan neden hiçbir zaman“DP ve Menderes de tariki camileri yıktı,” demez? Daha da önemlisi“Tek Parti döneminde açılan Halkevleri ve Köy Enstitülerini DP ve Menderes kapattı. Böylece Türk aydınlanması büyük bir darbe yedi,”demez? 1951’de DP ve Menderes, Türkiye’nin dört bir yanındaki 478 Halkevi merkezini, 5000 Halkevi şubesini ve 4000 Halk odasını kapatmıştır. 1954’te de o güne kadar 25.000 öğretmen yetiştiren Köy Enstitülerini kapatmıştır. Böylece Atatürk’ün Aydınlanma Savaşı’na büyük bir darbe vurmuştur.
AKP, imar yasasındaki ”cami” kelimesi yerine ”ibadethane” kelimesini getirerek kilise, havra, sinagog ve bilumum ibadethanelerin açılmasını kolaylaştırmıştır.
AKP’nin 10 yıllık iktidarı döneminde Türkiye’de Hıristiyanlık çok fazla yayılmıştır. Örneğin 2005-2006 yıllarında iki yılda Trabzon Santa Maria Kilisesi’ne kayıt yaptırıp Hıristiyan olan genç sayısı 12.500’dür. Aynı dönemde Adana Nüfus Müdürlüğü’ne müracaat edip kimliğine Hıristiyan yazdıran genç sayısı da 3000’dir.
Haçlı Seferlerinin “kültürel sonuçları” olduğu doğrudur, ancak Haçlı Seferlerinin temel amacı Hıristiyan Batı’nın haçıyla Müslüman Doğu’nun hilalini parçalamaktır. Haçlı Seferleri sonunda Anadolu’da ve Ortadoğu’da milyonlarca Müslüman, Haçlı süvarilerince kılıçtan geçirilmiştir. Haçlı Seferleriyle emperyalist Batı haçını Müslüman coğrafyasının tam kalbine saplamıştır. Müslüman coğrafyasındaki bu Haçlı acısına yüzyılın başında. Kurtuluş Savaşı’yla Haçlı emperyalizmini dize getiren Atatürk son vermiştir. Bu yüzden dünya Müslümanları ona “İslam’ın Mücahidi”, “İslam’ın Son Kılıcı” gibi unvanlar vermiş, onu Selahaddin Eyyübi ile yan yana aynı portrede resmetmiştir. Çünkü Selahaddin Eyyubi ve Atatürk, Batı’nın Haçlı saldırılarını iki farklı zamanda iki farklı coğrafyada durduran iki büyük Müslüman önderdir.
Falih Rıfkı Atay, 1967 yılında şöyle diyor: “Bir tek Türkün bile Atatürk’e sövebildiği Türkiye nesi ile övünebilir? Camilerimizde dolaylı veya dolaysız sövüyorlar ona! O camiler ki, Atatürk olmasaydı pek çoğunun minareleri çoktan çan kuleleri olacaktı.
Zaten hep güzel şey yaptığımızda takdir ederdi. Amma bir de yanlış mı, hata mı yaptın, sadece bakardı ki, o bile yeterdi, içimize işlerdi.
Din işlerini yürütmek ve din istismarcılarının dini kullanarak halk üzerinde baskı kurmalarını engellemek için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur.İslam dininin ana kaynağı Kur’anı Kerim’i Elmalılı Hamdi Yazır gibi bir üstada tercüme ve tefsir ettirmiştir.
Yüzyıllar boyunca sözüm ona “dini nedenlerle” erkeklere göre birçok konuda geri bırakılmış, sınırlandırılmış, baskılanmış, hatta insanlık onuru ayaklar altına alınmış kadına, “analık vasfına” yakışır bir şekilde kadınlık ve insanlık onurunu yeniden kazandırmıştır.Atatürk’ün, Müslüman Türk kadınına verdiği medeni, sosyal, kültürel ve siyasal haklar her bakımdan İslam dininin ruhuna uygundur. Kazandığı Kurtuluş Savaşı ile emperyalizmin ayakları altında ezilen bütün bir İslam dünyasına “bağımsızlık” modeli oluşturmuştur. Cumhuriyet döneminde ise İslam dünyasıyla çok iyi ilişkiler kurmuş, hep İslam dünyasının yanında olmuş; İtalya, Almanya ve Rusya gibi ülkelerin yayılmacı emellerine karşı Türkiye, Afganistan, İran ve Irak arasında Sadabat Paktı’nı kurmuştur.
Allah Birdir. Muhammed O’nun Peygamberidir, dersin. Dinin farzlarına inanırsın. Hak yemez, zulmetmez, çalmaz, kötülük etmezsin.
“Ben irticanın kokusuna o kadar hassasımdır ki, Cumhuriyet’i kurduğumuz günden beri bilirim o kokuyu… Katil, hırsız, komünist, faşist hepsi canından korkar ama bu (mürteci, gerici) öleceği zaman kendisinin Hz. Peygamberin yanına gömüleceğini sanır. Bunlarda ölüm korkusu yoktur. Her şeyi yaparlar.”
İsmet İnönü, Kur’an düşmanı, cami düşmanı, din düşmanı değil; din istismarcılarının, Allah’la aldatanların hep kazandığı bir ülkede, kaybetmeyi göze alarak dini istismar etmeyen, Allah’la aldatmayan, dinini, bütün samimiyetiyle kendi özel dünyasında yaşayan; Kur’an okuyan, dua eden, namaz kılan, oruç tutan kendi halinde bir Müslümandır.
Yemin olsun, onları mutlaka saptıracağım, kuruntulara/hurafelere/anlamını bilmeden okumaya iteceğim.” (Nisa, 119) Görüldüğü gibi bizzat Kur’an “anlamını bilmeden okumanın” şeytan dayatması olduğunu ve buna teslim olanların iflah olmayacaklarını bildirmiştir.
Atatürk bu yanıtlar içinde en çok Hafız Ahmet Karaboncuk’un yanıtını beğenmiştir.
“Muhterem Gazimiz” diye söze başlayan Hafız Ahmet, “Arzu buyurduğunuz cevabı Kur’an bizzat diliyle veriyor,” demiş ve, “inna enzelniihü Kuran’en Arapbiyen leal lekküm takliüm” ayetini okumuştur. Bunun üzerine Atatürk, hafızdan ayetin anlamını açıklamasını istemiştir. Hafız Ahmet ayeti şöyle açıklamıştır. “Bu ayet diyor ki: Biz Kur’an’ı Arap kavmine indirdiğimiz için Arapça indirdik. Yoksa başka dillerde de indirebilirdik. Sebebi de Kur’an’ı yalnız okumak değil, manasını da anlamamız içindir. Muhterem Gazimiz, mademki Kur’an’ın asıl maksat ve isteği içeriğini anlamakmış, biz Türkler Arapça bilmediğimiz için Kur’an Türkçeye tercüme edilmelidir ki manasını anlayabilelim. Sualinize Kur’an’dan okuduğum ayetten daha veciz bir cevap olur mu?”
Atatürk bu sefer de, “Namazda ne okuyorsun?” diye sorunca o kişi, namaz surelerini okuduğunu söylemiştir.Bunun üzerine Atatürk adı geçen sureleri şimdi orada okumasını istemiş, o da okumuştur. Ardından Atatürk, “Bunların anlamı nedir?”diye sormuştur. Ancak o kişi okuduğu surelerin ne anlama geldiğini söyleyememiştir. Bunun üzerine Atatürk, sofradaki diğer kişilere de aynı soruyu sormuştur. Ancak hiç kimse bu soruya doyurucu yanıt verip de, o surelerin anlamını açıklayamamıştır.
‘Peki, sen az önce adeta, ‘Allah’la karşı karşıya kalıyorum,’ dedin. Ona kendi anlamadığın bir dilde hitap ettin. Bu söylediklerinden sen bir şey anlamadığın halde Allah’ın mutlaka Arapça anladığına nasıl hükmettin?Sorunun muhatabı, “Efendim, Kur’an Arapça nazil olduğu için…”demeye çalışırken araya giren Atatürk, “Evet, ama Kur’anı Kerim Arabistan’da Arap milletine kendi diliyle hitap ediyordu. Sorarım sizeAllah yalnız Arapların Allah’ı mıdır?” demiştir. Bunun üzerine o kişi,“Hayır efendim, Yüce Allah bütün alemlerin Rabbi’dir,” deyince Atatürk, “O halde?…” diyerek karşılık beklemiş, ancak beklediği karşılığı alamamıştır.Atatürk, “O halde bilmediğimiz bir dilin kelimelerini kullanarak nasıl konuşur, his ve düşüncelerinizi nasıl ifade edersiniz?” diye sormuştur.Reşit Galip, “Efendim, manalarını öğreniriz,” karşılığını verince Atatürk, şu çarpıcı analizi yapmıştır: “Siz annenize sevginizi anlatmak için ‘ah chere maman’ derseniz, anneniz size ne der? ‘Deli’ demez mi? Anne Allah’ın yeryüzündeki timsalidir. Allah, anneyi, insanı yaratmak için vasıta eder, ona kendi kudretinden bir değil, birçok şeyler verir. Şu halde insan, anasına nasıl anadiliyle hitap ederse, Allah’a da yine anadiliyle hitap eder.”
Atatürk bütün devrimleri gibi din dilini Türkçeleştirirken de “ben yaptım oldu” mantığıyla değil, uzmanlarla, yakın arkadaşlarıyla, milletvekilleriyle ve en önemlisi bizzat halkla görüşerek, tartışarak harekete geçmiştir.
İncil de Arapça (Aramca) yazılmış sonradan bütün dillere tercüme edilmiştir. Bir İngiliz İncilini İngilizce, bir Alman İncilini Almanca okur. Herkes okunan mukabelelerin manasını anlarsa dinine daha çok bağlanır, ’ dediler.
Namazlarında Kur’an’dan ayetler, dualar okumuş, ama maalesef ne dediğinin farkında olmadan Allah’a yönelmiştir. Evinde Kur’an olmasına karşın ona dokunmaktan korkutulduğu için ve onu okuyup anlayamadığı için bir muhafaza içine koyarak evinin duvarına yüksekçe bir yere asmıştır. Atatürk’e kadar Kur’an, ölüye okunan, fal bakılan, saygı duyulan ama içinde ne yazdığı bilinmeyen sihirli, büyülü bir kitap olarak görülmüştür. Bu duruma Mehmet Âkif Ersoy şu dörtlüğüyle dikkat çekmiştir:
Yıllar önce Türkiye’ye gelen bir Filistinli Müftü, “Kur’an Tanrı’nın buyruklarının anlaşılıp öğrenilmesi için indirilmiştir. Kur’an’ı anlamayarak okumanın ne faydası varf” demişti. Müftü Türkiye’de ezanın Arapça mı yoksa Türkçe mi okunması gerektiği sorusuna da, “Siz birbirinizi hangi dilde çağırırsınız?” diye cevap vermişti.
Onlara göre Arapça “Allah” sözcüğünün yerine Türkçe “Tanrı” sözcüğünü kullanmak bile dinsizliktir! Oysaki, bilindiği gibi “Yaradan’ın eski adlarından biri Türkçe “Tanrı” sözcüğüdür. Orta Asya’da MS yüzyılda “Tengri” diye kullanılan bu sözcük, MÖ 4000’lerde Sümerlerde “Dingir” olarak kullanılmıştır. Yani Türkçe “Dingir/Tengri/i Tanrı” sözcüğü, etimolojik olarak Arapça “Allah” sözcüğünden dahaeski bir sözcüktür. Ayrıca Türklerin Yaradan’a kendi dillerinde seslenmelerinden daha doğal ne olabilir? Bunun dinsizlikle ne alakası vardır?Yoksa bizim dinciler, Allah’ın Türkçe bilmediğini mi sanmaktadır?Ayrıca Atatürk’ten önce geçmişte de “Allah” için Türkçe “Tanrı”, hatta “Çalab” adları kullanılmıştır. Örneğin Yunus Emre, Molla Feneri, Süleyman Çelebi zaman zaman Arapça “Allah” yerine Türkçe “Tanrı”ve “Çalab” adlarım kullanmıştır.
Genç Cumhuriyet, din işlerini Diyanet İşleri Başkanlığı ile yürütmeyi amaçlamıştır. Laiklik ile din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır, ancak tarikatların ve cemaatlerin pusuda beklediği bir ülke durumundaki Türkiye’de devletin din işlerinden tamamen elini çekmesi mümkün olmamıştır.
Din eğitiminin yarattığı sorunları fark eden CHP’li yetkililer, kendi yarattıkları sorunu kendileri çözmeye çalışmıştır. Ama bu sırada devrime zarar vermek dışında bir sonuç elde edememişlerdir.
“Çocuklar biliyorsunuz ki, Hazreti Muhammed Mekke’liydi, anadili de Arapçaydı. fakat kurduğu din, İslam dini yalnız Araplara değil bütün insanlara aittir. İslam dininde olanlar, Müslümanlar da yalnız Araplardan ibaret değildir. Biz Türk olduğumuz, anadilimiz Türkçe olduğu halde Müslümanız. Müslümanlık bütün insanlara ait bir din olduğundan, bu dine mahsus tek bir dil olmaz. İddia ediyorum, geçmişten günümüze okullarımızda okutulan hiçbir Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabı, Atatürk’ün Muallim Abdülbaki’ye hazırlattığı bu kitaptan daha iyi değildir.
Sf: 369
Başbakan Erdoğan, ezanın Adnan Menderes başbakanlığındaki DP’nin yeniden Arapça okutmaya başlattığını iddia ediyor. Evet! Ezanın 1950’de Adnan Menderes’in başbakanlığındaki DP hükümeti döneminde Arapçaya çevrildiği doğrudur, ama eksiktir! Çünkü o yasayı DP ve CHP birlikte kabul etmiştir. Yani ezanın yeniden Arapçaya çevrilmesi konusunda illa da birilerine teşekkür etmek gerekiyorsa Menderes’le birlikte İnönü’ye de teşekkür etmek gerekir.
Başka dilde yapılan bir çağrı, ”alışkanlığın yarattığı şartlı refleks dışında” derin bir etki uyandırmaz.
“Müminler her gün namaz kılmak üzere belli saatlerde Peygamber’in etrafında toplanıyorlardı. Muhammed bir zaman bunları Yahudilerin yaptığı gibi boru ile davet etmeyi düşündü. Fakat sonra bu fikri terk etti. Hıristiyanlar gibi çan çalmayı tasarladı. Hatta çan yaptırdı. Muhammed, bu çanın takılı olacağı iki sırığın yapılmasına da karar vermişti. Fakat bu yenilik Müslümanların hoşuna gitmedi. Muhammed de fikir değiştirmek süratliliğini gösterdi.”
”Türk milletinin milli dili (…) bütün hayatıma hakim esas kalacaktır.”
“… Daima cahili arayan, daima cehlin dili ile konuşan ve böylece gereği uyandırılmamış kalabalıklar arasına sokulup onlarla kolayca dil birliği kurabilen mürteci ve din simsarı daima tetikte kaldı. Her fırsatta ‘din istismarcılığı’ alanında kullanıldı. Kaldı ki bu alan çok çekici idi. Çünkü kalabalıkların kaynaştığı ve hele oy avcılığı için kolayca sömürülecek bir alandı. Bu alandaki kalabalıklar ise laiklik devrimine, laiklik hareketine karşı zinde kalan bir ruh direnişi içinde idiler.O halde kim bu kalabalığa hitap edebilirse, bu kalabalıkların oyları da onun olabilirdi. Nitekim Adnan Menderes de yukarıda ve bu irtica akımlarına karşı beyanlarını yaparken aslında bir imtihanın eşiğinde bulunuyordu.”
Prof. Bilal N. Şimşir, Türkçe ezanın önemini ve yeniden Arapçaezana dönülmesinin yanlışlığını şöyle anlatmıştır:
Türkçe ezanın çizdiği milli sınırımız göz göre göre tahrip edildi,yok edildi. Türkiye Arapçanın istilasına açıldı. Ezan Arapçaya çevrilince anadilim, dilim dilim edildi. Okuldaki dil benim, kışladaki dil benim, minaredeki dil ise artık benim değil Arab’ın dili idi. Minaredeki Türkçe Araplara kurban edildi. Türk minaresinden Türkçe bayrağı indirildi, yerine Arapça bayrağı çekildi. Türk dili Türk minaresinden atıldı, dışlandı. ‘Türkçe buraya çıkamaz,’ denildi. Türkçenin en gösterişli zirvelerini Araplar tuttu, Araplar işgal etti. Türk minareleri yabancı işgaline düştü. Minarelerimizi çalanlar buna iğreti kılıf da uydurdu. Türkiye’nin 70.000 minaresi Arapların eline geçti. 70.000 minarede Türkçe boğuldu. Türkçe duyulamıyor artık. Şimdi bu minarelerde artık Arabın borusu ötüyor. Bu minareleri Türk mimarlar, Türk mühendisler dikmişti ama şimdi bunlar birer Türk minaresi olmaktan çıkmıştı artık. Şerefesinde sadece Arapça ezan okunan, Türk diline yer verilmeyen bu minareler bizim minarelerimizde diyebilir miyiz gönül rahatlığıyla Türkçe ezan şu bakımdan da Türkçeye çok uygun ve çok yararlıydı: Bu ezan Türk vatandaşının aidiyet duygusunu güçlendiriyor, pekiştiriyordu. Evet sınırın her iki yakasında (Suriye sınırı) insanlar camiye gidiyordu ama oradakiler Arapça ezanla buradakiler Türkçe ezanla namaza çağrılıyordu. Türkçe ezan insanlarımıza Türk vatandaşı olduklarını, Türkiye’ye ait olduklarını, Türk kültürüne ait olduklarını her Allah’ın günü beş defa hatırlatıyor, onların aidiyet duygularını sürekli güçlendiriyordu. Türkçe ezan cepteki vatandaşlık belgesinden daha etkili oluyordu; çünkü nereye ait olduklarını insanlara her gün,evet her gün tekrar tekrar hem de yüksek sesle duyuruyor, hatırlatıyordu. (…)
Ezanın Arapça okunması dinin bir gereği değildir. Her Müslüman kendi dilinde ibadet edebilir, ezanı da kendi dilinde okuyabilir. Arap dilinin ve Arap yazısının kutsallığı yoktur. Müslümanlara Arapça dayatması Arap nasyonalizmine hizmettir. Hazreti Muhammed’in Arapolması, Kur’an’ın Arapça inmiş olması Arapçanın İslam’ın dili olduğu,ezanın da Arapça okunması anlamına gelmez.
Suriye nüfusunun yüzde 10 kadarı Hıristiyan Araptır. Bunların da çoğu Katolik. Suriyeli Hıristiyan Araplar Incil’i Arap yazısıyla okurlar,kilisede Arapça dua ederler, kiliselerinin avlularındaki yazılar da bilinen Arap yazısıdır. (…) Hacılarımızdan bir grubun Şam’daki Katolik Kilisesi üzerindeki süslü Arap yazısını Kur’an yazısıdır, İslam’ın yazısıdır zannederek saygıyla selamladıklarına tanık olduk. Buranın bir kilise olduğunu söylediğimiz zaman inanmadılar. Onlar Arap yazısının İslam’ın kutsal yazısı’ olduğuna inanmışlardı. (…) Türkçe reformunu, Türkçe ezanı kazanmak için ciddi bir çaba harcamadığımız gibi, bu reformu yaşatmak için de pek zahmete girmedik. Türkçe ezanı yaşatmak için de ciddi bir çaba harcamadık, ciddi bir emek vermedik, bir uğraş vermedik, ter dökmedik, göz nuru dökmedik, nefes tüketmedik. Minarelerimiz Türkçe ezanla fethedilirken biz yine bir çaba harcamamıştık. Türkçenin minarelerdeki zaferi zahmetsiz kazanılmıştı. Dolayısıyla bu zaferin, Türkçe ezanın kadir kıy metini hiç bilmedik. Önemini, gereğini hiç kavrayamadık. Türkçe ezan dediğimiz böylesine önemli ve değerli tarihi kazanımı kolayca elden çıkardık, beş paralık pul gibi harcadık.
Türk dili için çırpman Atatürk oldu. Türkçe ezan da bize adeta gümüş tepsi içinde hazır sunuldu. Diğer bazı kazanımlar da bize hazır sunuldu. Biz, düpedüz hazıra konduk. (…) Türkçe ezanın tarihe gömülmesi, Türkiye’de Arapça ezanın diriltilmesi, şeyhlere, dervişlere, hacılara, hocalara sunulmuş bir taviz, bir ödün idi. Oy uğruna verilmiş bir ödün. Büyük bir ödün, önemli bir ödün idi. Özellikle doğulu şeyhlere, seyitlere ve de Kürtçülere, bölücülere sunulmuş büyük bir ödün idi. Arapçayı isteyen de, bekleyen de onlardı. Halk değildi, Türk halkı değildi.
Türk halkı Arapça bilmez, Arapça anlamaz. Arapça bambaşka bir dildir, bizim dile hiç benzemez. Halk bilmediği, anlamadığı ve kolay telaffuz edemediği Arapçadan ancak kurtulmak ister. Ezan da, kameti de, duayı da, Kur’an’ı da Türkçe dinlemek, Türkçe okumak ister ve istiyordu. Türk halkı Türkçe ezana alışmıştı. Tutucu ve dincilerin baskılarına rağmen Türkçe ezanı sevmişti, müezzinin ne dediğini anlıyordu.
Politikacıların bölücülere, şeyhlere, hocalara verdiği ödünlerden Türkiye çok çekiyor, ilerde de Çekecek gibi görünüyor… ”
Ancak yukarıda da görüldüğü gibi Kur’anı Kerim’i en mükemmel şekilde Türkçeye tefsir ve tercüme ettiren de, Buhari’nin Hadis kaynağını Türkçeleştiren de, aralarında Kur’anı Kerim Tefsir ve Tercümesi (9’ar cilt) ve Buhari Hadisleri (12’şer cilt) de bulunan tam 352.000 takım dinsel içerikli kitap bastırıp bunları yurdun en ücra köşelerine kadar ücretsiz dağıttıran da, 1932 Ramazan ayında İstanbul’un güzide camilerinde halka Kur’an ziyafeti verdiren de, bu Kur’an’ı radyodan Türkiye’nin her yanına ulaştıran da, halkın camide söylenenleri anlaması için Kur’an yanında hutbeleri, ezanı ve salatı Türkçeleştiren de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran da, ilk Kur’an kursunu, ilk imam hatip okulunu, ilk ilahiyat fakültesini, ilk İslam Araştırmaları Enstitüsü’nü açan da,19231939 ile 19481950 yılları arasında okullarda din dersleri okutan da, okul kitaplarında, cami minberlerinde, hutbelerde Hz. Muhammed’i anlattıran da Atatürk’ün ve İnönü’nün tek partisi CHP’dir…
Dünyanın “en kansız” devrimi olan Türk Devrimi hayata geçirilirken ister istemez bazı sorunlar yaşanmıştır;
Kısacası bir belgede yazılı bilgiler sadece ve sadece devlet arşivlerinde yer alıyor diye doğruluğu sorgulanmayacak kutsal bir metin değildir.
Osmanlı tarihinde Yavuz Sultan Selim’in 16. yüzyılın başlarında 40.000’e yakın Alevi Türkmeni katletmesi Dersim olaylarından çok daha büyük bir faciadır.
Necip Fazıl’ın bu satırları nasıl yazdığını anlayabilmek için onun aynı zamanda bir ”ordu düşmanı” olduğunu bilmek gerekir. Necip Fazıl, Yeniçeri adlı kitabında Türk ordusundan söz ederken şöyle demiştir: ”Türk ordusu, sadece Türkü ruhta ve maddede harap etmeye memur eşkiya sürüsü. (…) Bu Türk ordusu mudur, yoksa Türklüğe düşman bütün işgal ordularına pes dedirtecek alçaklar sürüsü mü? (…) Ordu isimli katiller ve çapulcular sürüsü” Daha öncede belirttiğim gibi Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabında 31 Mart İsyanı’nı bastıran Hareket Ordusu’na da ”çapulcular sürüsü” demiştir.
İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Ağalar, kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan ahaliden işlerine geldiği gibi vergi alıyor. Bölge gençlerinin büyük bir kısmı, askere gidecek yerde, aşiret reislerinin muhafız birliklerine fedai olarak giriyor. Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişiyle karşı karşıya bulunuyoruz.”
“Bölge halkının geri kalmışlığı problemin temel hatlarını oluşturmakta. Yöre halkı, yollar, köprüler, okullar vs. yapılmasına karşı koyuyor. En son ayaklanma, hükümetin bölgenin sosyal ve ekonomik koşullarım iyileştirmek üzere geliştirdiği reform programı daha önce elde edilmiş haklara tecavüz şeklinde gören liderleri tarafından başlatıldı. General Alp doğan, aşiret reislerini Erzurum’da toplayarak, onlara hükümetin bölgede yol ve diğer şekillerde girişeceği iyileştirme programını tanıtmıştı. Aşiret reisleri bu görüşme sırasında dostane ve anlayışlı göründüler, fakat toplantıdan sonra bölgede sahip oldukları egemenliğin elden gitmesi tehdidi karşısında dönüş yolları üzerinde yer alan bütün köprüleri havaya uçurdular ve hükümete bir ültimatom göndererek; ancak bölgede jandarma bulundurulmaması, yeni köprülerin yapılmaması, bölgenin devlet kuramlarıyla donatılmaması, silahlarının ellerinden alınmaması, vergilerin karşılıklı görüşmelerle belirlenmesi koşuluyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile anlaşabileceklerini bildirdiler. Aşiret reislerinin bu ültimatomu üzerine, bölgeye askerler gönderildi ve aşiret reislerine karşı savaş başlatıldı.”
Bu durum, Cengiz Özakıncı’nın dediği gibi, “Atatürk’ün Osmanlı top dökümünde kullanılan ‘tunç’un yöredeki bakırdan elde edildiğini bildiği ve buradaki aşiretlerin yüz yıllar boyunca çevredeki bakır madenlerine saldırıp, Osmanlı’nın tunç top üretimini baltalayarak askeri çöküşüne yol açtıklarının bilincinde olduğunu gösteriyordu. ”
Haberde Dersim’in dağlık yapısı ve aşiretlerin silahlı gücü nedeniyle isyanların bir türlü bastırılamadığı iddia edilmiştir.
Sf: 449
Atatürk, Kürtleri de Milli Hareket’in etrafında toplamak için bazı Kürt aşiret liderlerini TBMM’ye davet etmiş, bu sırada Alişan Bey’e de milletvekilliği teklif etmiştir. Ancak Alişan Bey bu teklifi reddetmiştir.
Sf: 450
“Bu isteğimize yirmi dört saat zarfında cevap gelmediği takdirde bu parmaklarımla senin gözlerini çıkartırım demiştir.
Kürdistan muhtariyet (özerk) İdaresini muvafakat eden (kabul eden) İstanbul Saltanat hükümetinin bu baptaki kararını Mustafa Kemal hükümetinin de kabul edip etmediğinin açıklanması.
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”
‘Bir taraftan Yunan ilerleyişi, diğer taraftan da iç isyanlarla uğraşan TBMM, yeni bir isyanı göze alamayarak Seyit Rıza’nın isteğini kabul edip Baytar Nuri’yi serbest bırakmıştır.
Sf: 456
Başta İhsan Nuri olmak üzere isyanın ele başları İran’a kaçmıştır. İran tarafından tutuklanan İhsan Nuri kısa bir süre sonra serbest bırakılmış ve kendisine İran ordusunda görev verilmiştir.
Sf: 458
Bunun üzerine Türkiye, 8 Temmuz 1937 tarihinde Afganistan, Irak ve İran ile Sadabat Paktı’nı kurarak bölgeden yönelebilecek bölücü hareketleri önleme yoluna girmiştir. Ancak Türkiye’nin çabalarına rağmen 1937 yılında Dersim İsyanı’nın çıkması önlenememiştir.
1921’deki Koçgiri İsyanı’nı İngiltere desteklemiştir.
Sf: 462
Çünkü Jandarma Genel Komutanlığı Raporu da dahil bütün bu Doğu raporları, CHP’nin Tunceli’de bir katliam yapmayı değil, Tunceli’nin bütün sorunlarını en ince ayrıntısına kadar belirleyip bu sorunların çözüm yollarını ortaya koyduğunu göstermektedir. En önemlisi de bu raporları hazırlatan hükümet, Tunceli halkını ezen ağaları, şeyhleri, şıhları, seyitleri etkisiz hale getirerek bölgedeki feodal düzeni yıkıp, Tuncelilileri ağaların, seyitlerin kulları olmaktan kurtarıp Cumhuriyet’in özgür bireyleri haline getirmek istemiştir.
Sf: 463
Hükümetin müsaadesi olmaksızın Dersim’e gitmek benim için mümkün olmadığından bu fırsattan faydalanarak Seyit Rıza ile milli davamızla ilgili bütün meseleleri görüştük ve Ağdat’tan ayrıldım…”
Sf: 476
Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun, benim kitabımda yok.
Sf: 477
Atatürk’ün genç Cumhuriyeti’nin Türkiye’nin diğer bölgeleri gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini kalkındırmak için yaptığı yatırımlar, asırlardır bölge halkını sömüren feodal unsurların; ağaların, şeyhlerin ve şıhların tepkisini çekmiştir. Genç Cumhuriyet’in bu yatırımları devam ederse bölge halkı üzerindeki nüfuzlarını tamamen kaybedeceklerini düşünen bu feodal unsurlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen ayrılıkçı unsurlarla anlaşarak, genç Cumhuriyet’e baş kaldırmalardır. Genç Cumhuriyet’in “çağdaşlaşmaya” yönelik devrimlerini, “dinsizlik” olarak adlandırıp, bu yönde propaganda yapan feodal unsurlar, bölgede yapılan yolları, köprüleri, santralleri tahrip ederek karakollara saldırmışlardır. İşte, 1937/1938 Dersim İsyanı böyle bir ortamda patlak vermiştir.
Sf: 485
Ancak 1917 yılında Rusya’da meydana gelen Bolşevik İhtilali sonrasında Ruslar Doğu Anadolu’da işgal ettikleri şehirleri Ermenilere bırakıp geri çekilmiştir. Ancak Ermeniler, hem Türkleri hem de Kürtleri katletmeye başlamıştır. Bu nedenle çok geçmeden Kürt Ermeni ittifakı sona ermiştir. Dersim aşiretleri I. Dünya Savaşı’nın sonlarında Rusların boşalttığı bölgeleri Ermenilere bırakmamak için Osmanlı ordusuyla birlikte Ermenilere karşı savaşmaya başlamıştır.
Sf: 490
“Dersim’de 230 köye egemen olan Seyit Rıza’nın her yıl kendi ‘Maliye Bakanı’nı (!) İstanbul’a göndererek Dersim’den İstanbul’a gitmiş aşiret üyelerini buldurup onlardan da vergi aldığı; vermeyenlerin Dersim’de bulunan yakınlarına baskı yaptığı; sahibi olduğu köylerden gelip geçenlerden ‘toprak bastı’ parası bile aldığı bildiriliyordu. Aşiret üyeleri devlete vergi vermiyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’ya vergilerini ödüyorlardı. Devlete askerlik yapmıyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın askerliğini yapıyorlardı. Devletin okullarına gitmiyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın söylevleriyle eğitiliyorlardı. Medeni Yasa’nın miras, evlenme, boşanma, mülkiyet hukuku geçersiz; fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın iki dudağı arasından çıkacak aşiret yasaları temyizi olanaksız kesin hükümler niteliğindeydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ceza yasaları geçersiz, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın uyguladığı aşiret cezaları, kan hukuku yürürlükteydi.”
Sf: 496
“Ayrılıkçı kürtlerin hep yaptığı gibi.”
Seyit Rıza’nın bu mektubu İngiltere’ye ulaşmıştır. İngiltere, Musul sorununu lehine çözmüşken ve Türkiye’nin bu isyanı bastıracağını anlamışken, üstelik II. Dünya Savaşı arifesinde Türkiye ile arasını bozacak böyle bir isteğe olumlu cevap vermemiştir.
Sf: 499
1936-1938 arasında Türkiye – Fransa arasındaki Hatay sorunu dikkate alınacak olursa, Dersim İsyanı’nı Fransa’nın desteklediği veya en azından bu isyanın başarılı olmasını dört gözle beklediği söylenebilir. Fransa’nın Hatay’ı Türkiye’ye kaptırmamak için mücadele ettiği günlerde Dersim İsyanı’nın patlak vermesi sadece kuru bir tesadüf değildir.
İngiltere’yle Musul sorununun yaşandığı dönemde Şeyh Said İsyanı’nın, Fransa’yla Hatay sorununun yaşandığı dönemde ise Dersim İsyanı’nın çıkmasının altında emperyalizm vardır.
Sf: 500
Belli ki Büyük Önder, eserini iç ve dış düşmanlara karşı korumaya kararlıdır.
İşte yıllarca Dersim dağlarında halkı soyan, adam öldüren, Türk ordusunun komutanlarıyla dalga geçen, Atatürk’ün selamını götüreni elçilerle görüşmeye nazlanan, onların isteklerini hiçe sayarak Türkiye Cumhuriyeti’ne isyan eden Seyit Rıza, yakalandığında hem ”süt dökmüş kediye dönmüş” hem de “sütten çıkmış ak kaşık misali” tertemiz olduğunu iddia etmiştir. Mahkeme sonrasında halka, “Ben Türküm, Türk milletine isyan etmedim!” demiştir. Hatırlanacağı gibi Apo da Kenya’da yakalanıp Türk uçağına bindirildikten sonra gözleri açıldığında ilk sözü, “Ben ülkemi severim, annem de Türktü. Eğer bir hizmet gerekirse yaparız!” olmuştu.
Sf: 501
Bugün Dersim Harekâtı’nda hayatını kaybeden Tuncelilere ağıt yakanların, Tunceli’ye harekât düzenleyenlerden önce, bu harekâta neden olanları sorgulamaları, eleştirmeleri gerekmez mi? Yani, sonuçtan önce nedene bakmak çok daha doğru değil mi?
17 Kasım 1937 günü, daha önce bizzat “Tunçeli”ye dönüştürdüğü Dersim’e geçmiş ve 33 askerimizi şehit eden isyancı aşiretlerin yıktıkları ve Cumhuriyet’in kısa sürede yeniden yaptığı köprüyü kendi elleriyle açarak Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda karşısına dikilen bütün engelleri aşacak güçte olduğunu dünyaya duyurmuştur.
Rıza Zelyut’un dediği gibi: “Bu süreçte artık Kemal Atatürk’ün hastalığı iyice ağırlaşmıştı ve süreci kontrol edebilecek durumda değildi. Böylece onun Alevilere karşı olan koruma kalkanı da ortadan kalkmış durumdaydı.”
Sf: 508
“Yurtta barış dünyada barış” ve “Zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir,” diyen, bir çınar ağacına bile kıyamayarak köşkünü birkaç metre kaydıran Atatürk’ü insan hayatına kasteden “ırkçı bir katliamcı’’ olarak göstermek son derece yanlış ve vicdansız bir yaklaşımdır.
İnönü daha 1935’te Tunceli’nin silahtan arındırılmasını önermektedir ki, bu durum Tunceli’de halka ve devlete karşı bazı güçlerin varlığını doğrulamaktadır.
Sabah akşam Tunceli’de öldürülen eşkıyalara ağıt yakanların bir kere de Tunceli’de eli silahlı eşkiyalarca şehit edilen ve yaralanan mehmetçiğe ağıt yaktığını göremedik.
Yani II. Dersim Harekâtı sırasında başbakan İsmet İnönü değil Celal Bayar’dır. Bilindiği gibi aynı Celal Bayar 1946’da CHP’den ayrılıp DP’yi kuran dört kişiden biridir.Bu nedenle 1938’deki II. Dersim Harekâtı’yla ilgili ille de birilerini suçlamak gerekiyorsa, hükümetin başı olan Celal Bayar’ı suçlamak gerekir.
Sf: 516
Ağalara, şeyhlere, şıhlara hoş görünmek için hem toprak reformundan tamamen vazgeçmiş hem de Doğu’daki aşiret sisteminin en güçlü silahı olan “dini” kullanma yoluna gitmiştir. Doğu’daki ağaların, şeyhlerin, feodal unsurların desteğini alarak 1950’de iktidar olan DP, 1937, 1938 Dersim Harekâtlarıyla Tunceli ve civarında beli kırılmış olan ağalık düzenini yeniden, hatta eskisinden daha güçlü olarak hortlatmıştır.
Sf: 518
İyi niyetli vatansever Dersim halkının şeyhlere ve reislere sözünü geçirmesi mümkün değildir.
Sf: 522
“Dersim ayaklanması nedeni ile Atatürk’ü ve Kemalizmi suçlamaya çalışanların öncelikle şu soruyu yanıtlamaları gerekir: ‘Suçlamalar doğru ise, Tunceli yani Dersim, niçin yıllar boyu Atatürk’ün partisine oy vermiştir? Türkiye’de Kemalist partiye ya da başka bir partiye verilen oyların yüzde 70’leri aştığı başka bir il var mıdır?’ İşte Dersim gerçeği!… Gerisi, ‘laf-ı güzaf ”
Sf: 523
Tunceli halkı yıllarca ”din” veya ”faşizm” propagandası yapan sağ partilere değil, sosyal demokrat partilere oy vermiştir.
Menderes’in bu harekata hiçbir itirazda bulunmayıp harekatı onayladığı asla unutulmamalıdır.
İnsanlar cetlerini, babalarının onurlarını korumakla mükelleftirler ama onların yaptıkları kötülüklerden sorumlu tutulamazlar.
Ancak bir ülke ölüm kalım savaşında iken mücadeleye koşanlarla, kahvehane’de oturanlar arasında anlamlı bir fark olması gerekir.
Sf: 543
Bu sırada Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti’ne saldırmak için birleşmeleri üzerine iki cephede birden savaşamayacağını anlayan Osmanlı Devleti, 14 Ekim 192’de İtalya ile Uşi Antlaşması’nı imzalayarak Trablusgarp’ı İtalyanlara bırakmıştır.
Sf: 546
İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Ermenistan, ABD gözeteminde Anadolu’yu işgal etmiştir.
Sf: 555
Artık düşmana, saltanat ordusu tarafından değil, Türk halkının milli teşekülleri tarafından fiili mukabele başlamıştır.
Ali Bey’in Ayvalık bölgesinde savaş cephesi kurması üzerine yavaş yavaş Soma’da, Akhisar’da, Salihli’de ulusal cepheler kurulmaya başlanmıştı.
Bu duruş, İzmir’in işgalinde 10-12 günde Manisa, Aydın gibi yerlerin düştüğü, işgale uğradığı hatırlanınca ne büyük bir üstünlük ve rahatlık sağladığı anlaşılacaktır. (…)
Bir tek bu olay dahi bir insanı büyük kahraman yapmaya, ölümsüzleştirmeye ve Türk tarihine geçerek, unutulmazlar arasına sokmaya yeterli bir nedendir.
İşte İngilizlerin tutuklayıp Malta’ya sürgün ettiği milletvekillerinden biri de Ali Çetinkaya’dır.
Atatürk’ün düzenli ordularının Sakarya Savaşı’nı kazanmasından sonra Türk esirleri ile İngiliz esirleri değiştirilmiştir. Yapılan anlaşmaya göre Malta’daki Türk esirleri 25 Ekim 1921’de iki İngiliz gemisiyle Malta’dan hareket ettirilip 31 Ekim 1921’de İnebolu’ya getirilmiştir.1 Kasım 1921’de İnebolu’da esir değişimi gerçekleşmiştir. İnebolu’da Atatürk’ün “Hoş geldiniz” telgrafı ile karşılanan Ali Çetinkaya Ankara’ya geçmiş ve TBMM’de milletvekilliğine devam etmiştir.
Bayındırlık Bakanlığı yaparken hem demiryolu inşaatlarından başarısıyla hem de imtiyazlı yabancı şirketleri millileştirmesiyle ünlenmiştir. Bu şirketlere baskı yaparak onlara ait rıhtım ve demiryollarının ucuza ve uygun taksitlerle satın alınmasını sağlamıştır.
1946’da çok partili hayata geçtikten sonra DP’den gelen milletvekilliği teklifini reddetmiştir. Ali Çetinkaya’nın en önemli özelliklerinden biri dürüstlüğüdür.Bayındırlık Bakanlığı görevine başlayınca, bakanlıktaki üst düzey memurları toplayarak dürüst olmalarını öğütlemiştir. Dürüst olmayacaklara çekmecesindeki tabancasını göstermiştir. Biletsiz yolculuk yapılmasına bile engel olmak istemiştir. Devlet malına büyük değer vermiştir. Örneğin kendisine verilen bütün hediyeleri demirbaşa kaydettirmiştir. Bunlar arasında kendisine hediye edilen iki araba davardır. Arkadaşı Kılıç Ali onu anlatırken şöyle demiştir: “Paraya pula önem vermez, ahlaki konularda olağanüstü titiz davranır, mazbut yaşardı…”
“İstiklal Mahkemeleri bu adamı asmıştır. Bence büyük yanlış yapmıştır! Asmamalıydı. Evet asılması, hukukun şekil kuralları açısından yanlış değildi. Ne var ki asılınca arkadan gelenler onu gerçekten bir‘adanı zannedebiliyorlar. Asıldığı ve bu sayede adam zannedildiği için, ölüsü de dirisi gibi millete zararlı oluyor.”
Padişah Vahdettin, İzmir’in kanlı bir şekilde işgal edilip Yunan ordusunun Batı Anadolu’da ilerlemeye başlamasından yaklaşık 4 ay sonra, 20 Eylül 1919’da “İngilizlere yaranma politikası” gereği bir“bildiri” yayımlamıştır. Padişah bildirisinde halkı sakin olmaya ve hükümetin emirlerine uymaya çağırmış ve halkla hükümet arasında ayrılık olmadığını belirtmiştir. Padişah, Anadolu’dan gelen haberleri duyduğunu, işgallere üzüldüğünü ancak yapılması gerekenin Barış Konferansı’na giderek konferans kararlarını beklemek olduğunu bildirmiştir. Padişah Vahdettin’in bu bildirisi, onun, emperyalizme başkaldırmakla değil, emperyalizmin merhametine sığınmakla kurtuluşun mümkün olacağına inandığını gösteren örneklerden sadece biridir.
Ülkeyi korumak için Damat Ferit hükümetinin hemen düşürülerek yerine milletin güvenini kazanmış bir hükümetin kurulması istenmiştir.
İskilipli Atıf Hoca’nın başkanı olduğu Teali İslam Cemiyeti’nin yayımladığı bu bildirinin tamamını okuduğunuzda her şeyden önce Kurtuluş Savaşı’nın gerçekten bir “mucize” olduğunu anlıyorsunuz.Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda sadece İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Ermeni işgalcileri ve onlara yardım eden ayrılıkçı Rum ve Ermeni çeteleriyle değil, aynı zamanda içerideki özellikle “dini kullanan” hainlerle ve onların kışkırttıkları isyancılarla mücadele etmiştir.
Zaten İslamiyet her hususta “itidal (ılımlılık) esasına müstenittir,” denilerek şaşırtıcı bir biçimde ta o günlerde “ılımlı İslam” göndermesi yapılmıştır!
Bu çerçevede, örneğin direnişçi Nurettin Paşa’yı görevden alıp teslimiyetçi Ali Nadir Paşa ile İzzet Bey’i görevlendirmişlerdi.
“İki paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların ve sair devletlerin İstanbul’dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir.”
Akp döneminde kahramanlığa terfi edilen hainlerden biri de odur! 1924’te, halifeliğin kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesi, Osmanlı hanedanının yurtdışına sürgün edilmesi gibi laiklik ağırlıklı devrimlerin yoğunluk kazanması ve genç Cumhuriyetin ağaların, şeyhlerin, şıhların “marabaları” durumundaki halkı, devletin özgür “bireyleri” haline getirmek için çalışmalar yapması, öteden beri dinden geçinen sahte hocalar ve asırlardır halkın kanını emen ağalar ile şeyhlerin tepkisini çekmiştir.
Kanun tasarısının ilk maddesinde, “Dini ve dinin kutsal kavramlarını siyasi amaçlara esas ya da alet etmek için dernekler kurulması yasaktır. Bu tür dernekleri kuranlar ya da bu derneklere girenler vatan haini sayılır. Dini ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek devletin şeklini değiştirmek ve başkalaştırmak ya da devletin güvenini bozmak veya dini ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek her ne surette olursa olsun halk arasına bozgunculuk ve ayrımcılık sokmak için gerek tek başına ve gerek toplu olarak sözle ya da yazı ile ya da fiilen ya da nutuk söyleyerek ya da yayın yaparak harekette bulunanlar da vatan haini sayılırlar denilmiştir. Tasarı, 25 Şubat 1925’te onaylanıp kanunlaşmıştır.’
Üyeleri milletvekilleri arasından seçilen İstiklal Mahkemeleri idama varan yetkilerle donatılmıştır.25 Kasım 1925’te 671 sayılı “Şapka Kanunu” kabul edilmiştir.Kanunun birinci maddesinde, “TBMM üyeleri ile genel, özel ve bölgesel idarelere ve bütün kuruluşlara bağlı memurlar ve müstahdemler Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek zorundadır. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülmesini hükümet yasaklar denilmiştir.
Böylece 80 yıllık bir “yobaz yalanı” daha çürümüştür: “İskilipli Atıf Hoca, Şapka Kanunu’ndan bir buçuk yıl önce ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’ adlı bir kitapçık yazdığı için idam edildi!” yalanı yerle bir olmuştur.
Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün şu tespitine aynen katılıyorum: “Demek oluyor ki, Müdafaai Hukuk kadrosu, değil İskilipli gibi daha baştan beri hıyanet şaibesi olan bir adamı, Elmalılı gibi temiz ve nezih bir allameyi, Akseki gibi bir ilim ve irfan adamını bile Milli Mücadele karşısında ‘Acaba’ türünden bir ihtimal ile hesaba çekmiştir. Çünkü o kadro, hıyanet ve ihanetten çok büyük acılar çekti. İskilipli gibi hıyaneti ve dışarı hesabına çalıştığı belgelenmiş bir adamı neden rahat bırakacaktı? Milli Mücadele’den rahatsız olanlar keyiflensin diye mi?
80 yıl önceki İstiklal Mahkemeleri, İskilipli Atıf Hoca’yı Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı kitapçığı veya şapka takmadığı için idam etmemiştir, ama 80 yıl sonra bugün Silivri Mahkemeleri gazeteci Tuncay Özakan’ı kitap yazdığı için ve kurduğu televizyonda hükümeti eleştirdiği için ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırmıştır. Bugün,(2013’te) “ileri demokrasi ülkesi” Türkiye’de Silivri Mahkemelerinde yaşananları görmezden gelenlerin 80 yıl önceki İstiklal Mahkemelerini“hukuksuzlukla” suçlamaları tek kelimeyle ikiyüzlülüktür.
Emperyalizm, Osmanlı gibi sanayileşmesini tamamlayamamış, teknoloji de geri kalmış zengin ham madde kaynaklarına sahip ülkeleri demir yollarıyla sömürmüştür.
Sf: 631
Demiryolunun kenarlarındaki bazen 40, bazen 45 kilometrelik şeritler içindeki petrol dahil bütün maddelerin işletme hakkını demiryolu yapan şirkete vermişti.
Öyle ki, demiryolu yatırımlarının bu denli kârlı ve sağlam güvencelere bağlanması, yabancı demiryolu şirketlerinin kimi zaman daha fazla kâr sağlamak için hatları düzlük arazide bile dolambaçlı bir şekilde döşemelerine neden olmuştur.
1946’dan itibaren Amerikan emperyalizminin kontrolüne giren Türkiye, 1947 yılında ulaşım politikasını değiştirmiştir. ABD’nin 1947 yılında Türkiye’ye yapacağı askeri ve ekonomik yardım programında “yol” konusu da yer almıştır. Bu çerçevede ABD FEDERAL KARAYOLU TEŞKİLATI (Federal Bureau of Public Roads) Genel Müdür Yardımcısı H. G. Hilts başkanlığında bir uzman grubu Türkiye’ye gelerek yaptıkları incelemeler sonunda “Hilts Raporu” adıyla bir rapor hazırlayarak Bayındırlık Bakanlığı’na sunmuşlardır.
Bu talihsiz gelişmeler üzerine Nuri Demirağ 29 Kasım 1939’da ve 26 Ağustos 1940’ta iki defa dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye mektup yazarak yardım istemiştir. İnönü maalesef Nuri Demirağ’ayardım etmemiştir. Dahası uçakların yetersizliği gerekçesiyle hükümet Demirağ’ın uçaklarını satın almadığı gibi başka ülkelere satmasına da izin vermemiştir.“Aklı Kemal”in 4. cildinde de belirttiğim gibi “Hükümetin ve Türk Hava Kuvvetlerinin Demirağ’ın uçak fabrikasına ve uçaklarına önem vermemesinde 1940’larda Ankara’da bir uçak fabrikası, bir uçak motoru fabrikası ve bir de rüzgar tüneli inşa etmiş olması etkilidir.Devletçi politikalar çerçevesinde kendi uçağını kendi yapmaya başlayan devlet, maalesef özel teşebbüsün yaptığı ve yapacağı uçaklarla ilgilenmemiştir.”
Niye mi söz etmezler? Çünkü bütün bu fabrikalar İnönü döneminde açılmış, ama Menderes döneminden itibaren 1950-1970 arasında ABD istekleriyle kapatılmış; traktör, tava, tencere fabrikalarına dönüştürülmüştür.
Kanımca Başbakan Erdoğan, Nuri Demirağ’ın Cumhuriyet’in ilk uçak fabrikalarından birini kurup ilk yerli uçakları üretmesinden, Boğaz Köprüsü Projesi geliştirmesinden çok açıkça söylememesine karşın onun İnönü karşıtlığından, CHP’ye karşı ilk muhalefet partisini kurmuş olmasından ve DP saflarında siyaset yapmasından etkilenmiştir. Bir de tabii, Demirağ’ın “İslam Kongresi” düzenlemek istemesi, içkiye karşı olması gibi muhafazakar görüşleri de Başbakan Erdoğan’ın hoşuna gitmiş olabilir!Nuri Demirağ’ın torunu Nursuna Memecan, 2011 yılı itibariyle AKP İstanbul milletvekilidir.
İşgalci Yunan ordularına Ayvalık’ta direnmesinin, Türkiye’yi demir ağlarla örmesinin ne kıymeti var hain İskilipli Atıf’ı astırmasının yanında!
Atatürk Batı’yı “emperyalist” ve “uygar” diye ikiye ayırmıştır.O bütün ömrü boyunca emperyalist Batı’ya karşı savaşmış, uygar Batı’dan ise yararlanmıştır.Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizm karşısında kazandığı askeri zaferi, Lozan Antlaşmasında masa başında kazandığı siyasi zaferle taçlandırmıştır. Mazlum ülke Türkiye, I. Dünya Savaşı sonrasındaki emperyalist işgalle haritadan silinmek, “sarı ırktan” diye aşağılanan Türk ulusu Sevr Antlaşması ile Anadolu’dan sökülüp atılmak istenmiş ama Türk insanı buna izin vermemiştir. Lozan Antlaşmasında Türkiye ulusalararası alanda siyasi rüştünü ispatlamışsa da Türkler Avrupa’da hala birçok kesimce “barbar”, “geri”, “ikinci sınıf” ve “sarı ırktan” görülmeye devam etmiştir. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı kazanması Batı’da yüzyıllar içinde oluşmuş Türklere yönelik kalıplaşmış önyargıları söküp atmaya yetmemiştir.
”(Sayın Başbakan Paris’e bir gittiğinde Doğa Tarihi Müzesi’ne ve İnsan Müzesi’ne bir uğrayıversin)”
Bu da demektir ki, 74 yıl önce bu ülkenin cumhurbaşkanı ve başbakanı antropolojinin nasıl önemli bir bilim olduğunun farkındayken, maalesef 74 yıl sonra aynı ülkenin başbakanı, antropolojinin bir bilim olduğunu bile farkında değiller.
74 yılda geldiğimiz nokta bu!
(…) Vasatın (normalin) üstünde bir boy, brakisefal kafa, ince uzun bir burun, kulaklar vasati dediğimiz ebatta bulunuyor. Mongol yüzü yok. Avrupai denilen Alp adamı tipinin aynıdır. Hiç fark yoktur…
“Eugene Pittard’ın ırk kavramı ‘etnik değil ‘antropolojik’ bir içeriğe sahipti. Anadolu’da yaşayan tüm insanlar Kürt olsun. Ermeni olsun, Rum olsun aynı ırkın mensuplarıydı. Bu insanlar farklı din ve dile mensup olabilirlerdi. Ama ırkları aynıydı. Göçler sonucu Anadolu’ya yerleşmişlerdi. Ortak vasıfları brakisefal olmalarıydı. Tıpkı 1924’te oluşturulan anayasal vatandaşlık anlayışı gibi Eugene Pittard bunların hepsine Türk diyordu. Atatürk öncülüğünde Türk Tarih Tezi, hiç olmazsa kuramsal düzeyde bu varsayımı pedagojik amaçla kesin bir yargıya dönüştürmüştü.”
En uzakta sandığımız bir olayın bize bir gün çarpmayacağını bilemeyiz.
Darwin’in “Doğal Seçilim”doktrininin “Güçlü olan yaşar, zayıf olan ölür” anlayışını “İleri Ari ırka mensup olan yaşar, geri sarı ırka mensup olan ölür,” şeklinde toplumsal hayata uygulayıp Türkleri katletmenin “bilimsel bir gereklilik”olduğunu ileri sürmüştür.
Ben buradan muhaliflere sesleniyorum: önemli olan boy değil, önemli olan soy, soy… demiştir.
Başaran! Röportajına da ”Atatürk’ün Kürt sorunu yoktu ama din sorunu vardı” başlığını atıyor tahmin edeceğiniz gibi.
İhsan Özkeş Başbakan Erdoğan’a ”Şimdi soruyorum; rahmetli İnönü bıyıksızları imansız sayan bu kitabı yasaklayarak, bıyıksız AKP’lilerin imanını kurtarmamış mı?
Örneğin 19 Haziran 1936 tarihli bir Bakanlar kurulu kararıyla ”Yahudileri küçük düşürücü resimleri bulunan kartpostalların satışları men edilerek toplattırılması ve yurda sokulmasının yasak edilmesine karar verilmiştir.
Osmanlı’da Türkler kurucu unsuru olmalarına karşın yüzyıllarca hep dışlanmış, aşağılanmıştır. Örneğin; Türklerin dili Türkçe dışlanmıştır, unutulmaya terk edilmiştir. Türklerin inancı/kültürü Alevilik dışlanmıştır, Aleviler katledilmiştir.
Atatürk Türk Devrimi ile, kendisini “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi!”diye adlandırdığı için sorgulanamayan, herkesin kaderi onun iki dudağından çıkacak sözlere bağlı olan, “kan bağını” esas olan saltanat sistemini yıkmıştır. Halifelik yetkileriyle tanrısallaşan padişah/saltanat putunu yıkıp egemenliği kayıtsız şartsız millete vermiştir. Böylece kendilerini “rai”, yani “çoban” olarak gören Osmanlı padişahlarının, “reaya”, yani “sürü” gördükleri insanları bireyleştirmiş, uluslaştırmıştır. Kurtuluş Savaşı’nı ve devrimleri kendi başarısı olarak değil, halkın başarısı olarak görmüştür. Hep, “Tek başıma değil, milletimle birlikte yaptım”,”Milletim olmasaydı hiçbir şey yapamazdım” demiştir.
Hıristiyan, Yahudi kökenli dönme devşirme unsurlar devlet yönetiminde görev alabilirken.Her fırsatta Cumhuriyeti eleştiren R. Tayyip Erdoğan’ın bugün başbakan olmasını sağlayan da beğenmediği o cumhuriyettir. Cumhuriyetin nimetlerinden yararlanarak Cumhuriyet’e saldırmak da neyin nesidir? El insaf!
Veysel; ”Siz bize değer verip buralara kadar çağırdınız; asıl bizim size vermemiz gerekir,’ diyerek almak istemez, zorla eline 5 lira verirler.
Atatürk, ”Bizler Alaturka Müziğe alışmışız ama yeni nesiller Alafranga Müziğe alışmalıdırlar.
Musiki kulak alışkanlığı meselesidir. Kulak neye alışırsa insan ondan zevk alır…”Türk harflerinin kabulünde olduğu gibi “radikal” davranmıştır. Yeni Türk harfleri kabul edilirken, “Gazeteler bir süre hem eski yazıyla hem yeni yazıyla yayımlansın ”, diyen Falih RıfkıAtay’a, “Çocuğum! Gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır.”
Bu arada, “Vardar Ovası” Atatürk’ün en sevdiği türkülerdendir! Hazır bu koca kitabı bitirirken kendinizi ödüllendirmek için bu güzel türküyü şöyle bir mırıldanmaya ne dersiniz?
Buna rağmen Başbakan Erdoğan’ın, savaş koşullarında bazı maddeleri karneyle dağıtmak zorunda kalan İnönü’yü eleştirirken, ABD kredileriyle beslenen Menderes döneminde ekmek, şeker, gazyağı ve kahve bulunmamasından ve birçok malın karneyle dağıtılmasından hiç söz etmemesi düşündürücüdür!
Sf: 762
Ancak Erdoğan’ı da derinden etkilemiş olan siyasal İslamcı gelenek, “tarih” denilince İslam tarihini ve sonraki dönemleri anlamaktadır. İslamcı geleneğe göre “tarih” yazının icadıyla değil İslamiyetin doğuşuyla başlamış gibidir!
Türkiye’de son zamanlarda “Yeni Osmanlıcılık” akımı çerçevesinde bu tür “Osmanlı seviciliği” yüklü çarpıtmalar sıkça yapılmaktadır.
Kağnıyla kamyonu yenen bir neslin altın harflerle yazılmış “Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı Tarihi”ni çarpıtıp yeniden kurgulamanın olanaksız olduğunu yine tarih gösterecektir.
Doktrin: “Dövdüler, yıkılmadık. Sövdüler, yıkılmadık. İşkence ettiler, yıkılmadık. Alkışladılar, övdüler, yıkıldık.” – Henrik İbsen
Related posts
Kategoriler
- ★ sinek ilacı (29)
- ★★ kötü (99)
- ★★★ güzel (111)
- ★★★★ önerilen (77)
- ★★★★★ şaheser (26)
- didaktik (29)
- english (8)
- eylencelik (23)
- film (1)
- hayat kanunları (19)
- hikaye (149)
- kitap (156)
- kokucuk dosyası (50)
- korona günlükleri (4)
- Parfüm (383)
- röportaj (3)
- tefrika (19)